#azraerhat
Explore tagged Tumblr posts
uzunburakefendi · 11 months ago
Text
.
"Güzel sözcüğü nerden gelir, bir düşündün mü? Gözle ilgili, göze ilişen, göze hoș görünene göz-el, güzel diyoruz. Çoğu diller güzellik kavramını görme duyusuna bağlarlar: gözle algılanan nesnenin üstünlüğü güzel sıfatıyla nitelenir. Kimi dillerde bu kavram insanın bazı ilkel eğilimlerinden doğmadır: Latince pulcher, güzel, dinsel bir terim olsa gerek, sürüde en üstünü diye kurbanlık olarak seçilen hayvana veriliyor bu sıfat. Farsça dilber göze değil, gönüle çevriktir; Cermen dillerinde schön parlaklık gösterir, onun akrabası bir sözcük beyaz at anlamına gelir. Bir ulusun görüș kaynağına varmak, düşüncesinin özünü kavramak için onun güzellik anlayışını izlemekten daha aydınlatıcı bir yol tutulamaz."
syf.11
.
"Göz insanın kafasında ruhun ateşini dışarıya vuran örgendir. Dıștan gelen ışınlar gözbebeğinde içten gelme ışınlarla birleşince, insan görür. Karanlık olunca, dış ışınlarının yolu kesilir, iç ışınlarla birleşemez olur. insan gözlerini kapar, iç ışınları ruha yönelip onu rahata kavuşturur: İnsan uykuya dalar."
syf.72
#azraerhat #işteinsan #eccehomo #işbankasıkültüryayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri
instagram
0 notes
zamansatandukkan · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Halikarnas Balıkçısı'ın başlattığı, Sabahattin Eyuboğlu'nun adını koyduğu ve sürdürdüğü Mavi Yolculuk, eski mavi yolculardan Azra Erhat'ın kalemiyle elinizde Kitapta, Bodrum yöresinden Antalya yöresine, eski adlarıyla Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuğu izlemekle kalmayacak , Mavi Yolculuk deyiminin ardındaki düşünceyi, doğayı yaşamayı, imece düşüncesinin bir başka uygulanışını da göreceksiniz. Azra Erhat'ın bugünü ve dünüyle anlattığı, ülkemizin en güzel yörelerinin ve yolculuğun renkli, siyah - beyaz fotoğrafları, krokileri ve ayrıntılı bir yolculuk haritası kitabı ayrıca zenginleştiriyor. . . #maviyolculuk #azraerhat #halikarnasbalıkçısı #sabahattineyüboğlu #deniz #mavi #yol #kitap #sahaf #ada #heybeliada #istanbul (Heybeli Sahaf, Zaman Satan Dükkan) https://www.instagram.com/p/Bwy6wp3JHa-/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1ewhx80aq3n4b
3 notes · View notes
melalsahaf · 3 years ago
Photo
Tumblr media
1967-1970, Sander yay, 1. Baskı, çev: Azra Erhat, A. Kadir) Takım 75 #azraerhat #homeros #ilyada #melalsahaf#book #bookstagram #instabook #şiir #edebiyat#kitap #kitapkurdu #kitaplariyikivar #kitap #edebiyat #kitaptavsiyesi #kitapönerisi #kitaplar #kitaplariyikivar #kitapheryerde #okumahalleri #kitapsözleri #kitapalıntıları #kitapaşkı #kitapsaati #kitapsever #kitapsevgisi #kitapyorumu #kitapkokusu #sahaf #nadirkitaplar #nadirkitap #izmit #kocaeliuniversitesi (Kocaeli, Turkey) https://www.instagram.com/p/CYeTxcPI21f/?utm_medium=tumblr
0 notes
benibunaannemzorladi · 4 years ago
Photo
Tumblr media
Herkese merhabalar 🌻 Haftanın ilk gününe bir kitap önerisi ile başlamak istedim. Vincent Van Gogh'un dünyasını, Azra Erhat'ın derlemesi ve çevirisiyle, kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplardan oluşan 'Theo' ya Mektuplar' kitabıyla daha yakından tanıma imkanı bulabiliyoruz. Merak eden herkese tavsiye ediyorum, iyi okumalar. Güzel bir hafta bizimle olsun ��� #vincentvangogh #vangogh #theoyamektuplar #lettresatheo #letterstotheo #art #sanat #kitap #book #kitapönerisi #remzikitabevi #azraerhat #benibunaannemzorladikitapöneriyor https://www.instagram.com/p/CAC4_wQgyZq/?igshid=1jazd0dqbr9fo
0 notes
sarhoskelimeler · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Ya şairler olmasaydı? #şiir #şair #sarhoşkelimeler #muhabbetfabrikasi #hantallektuel #orhanveli #ortakhafıza #necaticumalı #azraerhat #bedrirahmi #necaticumalı #nurullahataç #yazar #dergi #kitap #hayat #duygu (Şiir Dünyam) https://www.instagram.com/p/B0AkMR0nOw8/?igshid=1ogz60i7x9hv5
0 notes
koseterzi · 6 years ago
Photo
Tumblr media
#nurullahataç #azraerhat #orhanveli #sabahattinali #bedrirahmieyüboğlu #necaticumalı https://www.instagram.com/p/BoU4DZIhq8j/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1e1jmvky5wrww
0 notes
uzunburakefendi · 6 years ago
Photo
Tumblr media
. "Tanrılar istemişler de dokumuşlar yıkımı insanlara, gelecek kuşaklara destan konusu olsun diye." syf.163 İlyada'da Troya'daki savaş baştan sona anlatılırken, Odysseia'da Tanrılar arasındaki ve Tanrılarla insanlar arasındaki çekişmelerin oratasında başına gelmedik kalmamış, maceradan maceraya doğru özgürlüğü ve ailesi için koşan Odysseia'nın hikâyesi anlatılıyor. Açıkçası Odysseia'yı daha çok sevdim. #homeros #odysseia #çeviri #azraerhat #akadir #canyayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri https://www.instagram.com/p/Bt_r6CbleL3/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=zae6j0450si1
7 notes · View notes
melalsahaf · 3 years ago
Photo
Tumblr media
(1979, çağdaş yay) Ben senin geçmiş hayatın hakkında hiçbir şey sormadım. Merak da etmedim değil, ama seni zaten olduğun gibi gönlüme aldım. Sende bütün insaniyeti seviyorum. Sen dünyanın bana verdiği mükâfatsın. Fiyat: 50 #azraerhat #halikarnasbalıkçısı #melalsahaf#book #bookstagram #instabook #şiir #edebiyat#kitap #kitapkurdu #kitaplariyikivar #kitap #edebiyat #kitaptavsiyesi #kitapönerisi #kitaplar #kitaplariyikivar #kitapheryerde #okumahalleri #kitapsözleri #kitapalıntıları #kitapaşkı #kitapsaati #kitapsever #kitapsevgisi #kitapyorumu #kitapkokusu #sahaf #nadirkitaplar #nadirkitap #izmit #kocaeliuniversitesi (Kocaeli, Turkey) https://www.instagram.com/p/CWgRN5Bg0G9/?utm_medium=tumblr
0 notes
nuracell · 9 years ago
Photo
Tumblr media
http://www.milasbilgi.com/milas-efsaneleri/189-yunus-baligi-ile-hermiyasin-oykusu • " Gövdelerimiz pislik içindeydi belki, ama düşüncelerimiz hiçbir zaman bu kadar arı olmamıştı. " #AzraErhat #MaviYolculuk • http://youtu.be/DKPQekU17xY • • 🎶🎵🌍🐬📚✏️🔎🖌🖋 🐞🍀 •
0 notes
iuklasikfiloloji · 9 years ago
Text
AZRA ERHAT 100 YAŞINDA*
Cana Vilken**
Doğan Çabalar**
2015 yılında 100. doğum yılını kutladığımız, Eski Anadolu uygarlıklarının izini süren “mavi yolculuk”ları başlatanlardan, hümanist anlayışın ülkemizde yaygınlaşmasına öncülük etmiş, değerli yazar, arkeolog, çevirmen, düşünür ve klasik filolog Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar adlı eserinde, “Tutukluevinde yazdığım anılar aslında sana mektuplardı, Gülleylâ. Sen sen olduğun ve benim küçük yeğenim olduğundan ötürü değil yalnızca, senin simgende bütün  bir okuyucu topluluğuna sesleniyorum… hem sen vardın benim yakınım, hem de öbür, kafamda canlandırdığım tüm gençler. Sana diyeceğim, onlara diyeceğim vardı.[1]” diye yazmıştır. Hocamızın bu sözlerinden hareketle, İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu olarak ilk sayımızda  Azra Erhat’ın kendi kitaplarından yola çıkarak onun öz yaşam öyküsünü, hayat görüşünü ve eserlerini tanıtmaya çalıştık
1915 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açan Azra Erhat, okul öncesindeki çocukluk günlerini İstanbul’un korku ve güvensizlik içinde yaşadığı işgal döneminde geçirdikten sonra 1922 yılının sonbaharında ailesiyle birlikte İzmir’e, ardından 1924’te ise babasının işleri dolayısıyla Viyana’ya taşınır ve ilkokul eğitimini Avusturya’da tamamlar.
Başkasını saymak, sevmek, kendinden önce başkasını düşünmek, almaktan çok vermeyi önemsemek, gönül kırmamak, cömert davranmak, kendi çıkarlarını ön plana almamak gibi ahlak görüşlerini daha ilkokul çağındayken bakıcısı Matmazel Nowineil sayesinde benimser ve hayatının sonuna kadar bu ilkelerle yaşar. Erhat’ın çocukluğunda önemli bir yer tutan Matmazel Nowineil onu her pazar tiyatroda çocuk oyunları izlemeye götürür.. Bu oyunların daha o yaşında kendisinin sanata doğru adımını atmasını, sanat yaratıcılığının ne olduğunu sezinlemesini sağladığını söyler.
Viyana'daki Almanca öğrenim veren halk okulu Volksschule'da ilkokula başlar. Almanca’yı erken yaşta öğrenmesinin getirisini, “Aslında Almanca’yı grameriyle, dil kurallarıyla öğrenmiş değildim, ama tıpkı ana dilini öğrenen bir çocuk gibi yanlışsız konuşurdum. Ancak iki yıl sonra Almanca konuşmak fırsatı bulamamış olmuştum. Ne var ki bu dil bilinçaltında olacak canlılığını yitirmedi ve Ankara’da bir Alman profesörüne yardımcı olarak çalışmam gerektiği zaman gene yüzeye çıktı ve asıl o sıralarda gelişti.[2]” sözleriyle vurgular.
Erhat’ın Viyana günleri, 2 yıl sonra babasının işleri dolayısıyla ailenin Brüksel’e taşınmasıyla son bulur. Belçika’nın kendisi için önemi hakkında, “Ben bugün tutukluyum, çok haksız yere tutuklu. Suç işlemek şöyle dursun, elli altı yıllık ömrümü insanlık ve özellikle Türkiye diye, yalnız içinde doğduğum değil, bütün bilincim ve sevgimle kendime yurt, biricik vatan olarak seçtiğim bir ülkenin kültür hizmetine vermişimdir. Bunca çabanın tutuklulukla sonuçlanması ben yaşta bir kadını kırabilir, yıkabilirdi. Bugün her şeye karşın en canlı, en güçlü günlerimi yaşıyorsam, bunu Belçika’da gördüğüm insanlık ve insancıllık eğitimine borçluyum. Daha doğrusu, kendime ülkü edindiğim hümanizmin ilk tohumlarını bu eğitimden almışımdır.[3]” der.
Ortaokul eğitimine Belçika’da devam ettiği sırada Fransızca ve Flamanca öğrenmeye başlar. Brüksel’deki okullarda ezberci bir eğitim görmemiş olması ve buna bağlı olarak Batılı kafanın üstünlüğü hakkında, “Ezberciliğe hiç yer vermeyen bu öğretim türü kültürümüzün sağlam temeller üstüne kurulmasına yol açmıştır. Brüksel’de hep duyduğum ve gönülden benimsediğim tümce şu idi: ‘Kültür insanda her şeyi unuttuktan sonra kalan şeydir.’ On dört yıl çevirisine uğraştığım Homeros destanlarının on dört dizesini ezbere okuyamam. İnsan dediğin canlı kitaplık değildir, insan düşünen kafadır, kitabın varlığını bilmeli, gerektiği zaman açıp okumalı, o kadar. Bellek dediğin papağana yakışır, insana değil.[4]” görüşlerini dile getirir.
Brüksel’de bir süre çocukluk ve genç kızlık romanlarını okuduktan sonra Alexandre Dumas, Victor Hugo, Moliere gibi dünyaca ünlü yazarların eserlerini okumaya başlayarak gerçek edebiyat eserleriyle tanışır. Kitapların önemini, “...anladım ki, insan ne kadar çok dostu olsa da, aslında yalnızdır, bu özlü yalnızlığı tek paylaşabileceğin dost kitaptır, çünkü sessizce dinler seni, ikili konuşmayı sessizce sürdürebilirsin kitapla.[5]” sözleriyle vurgular.
Ortaokulu bitirdikten sonra Erhat, yaşamının büyük serüveni olarak nitelendirdiği, ailesinin “Ah kızım, senin memleketinde Latince ve Yunancayı ne yapacaksın?  Dil öğren, bir mesleğe hazırlan daha iyi” çıkışlarına aldırmayıp Brüksel’deki Emil Jacgmain Lisesi’nde Latince ve Eski Yunanca öğrenimine başlar.
Latinceyi ilk öğrenmeye başladığında zorlandığını, sabah akşam çalışsa da gene başarısız olduğunu söyleyerek, bu işte nasıl başarılı olduğunun gizli anahtarını şöyle verir: “Nasıl başardığımı anlatayım sana, Gülleylâ: Aşık oldum da öyle. On üç yaşında, boyu bir metreyi aşan bir kızcağız nasıl bilsin ki dil de yalnız aşkla öğrenilebilir! Viyana’daki anılarım aşk sözcüğüyle dolup taşardı, ama çevremde sakız gibi çiğnenen kadın-erkek ilişkisiydi o. Sevginin başka alanlara da dökülebileceğini, hangi alanda olursa olsun her işin sevgiye bağlı olduğunu, başarıya ancak bu yoldan ulaşıldığını nasıl ve nereden bileyim ben? Öğreniverdim işte.[6]”
Latince öğretmeni Matmazel Cosyn’e aşık olmasını ve bu sayede entelektüel bilgisinin artmasını “Cos’a kendini beğendirebilmek için yalnız iyi bir öğrenci olmak yetmez, dünyanın bütün güzelliklerine açılmak, kitaptan, müzikten, heykelden anlamak gerekirdi. Ona ulaşmak için okul dışındaki bütün yaşamımızı üstün bir düzeye çıkarmaya çalışırdık. Tiyatro, bale, opera, bütün sanatların kapısını Cos açmıştır bize. Hümanizmin her görüldüğü, her çiçek açıp filizlendiği yerde iyilik ve güzellik aşamasını simgeleyen bir kılavuza bağlanmakla, onun yolunda yürümekle varılır, varılmıştır bir üst düzeye.[7]” sözleriyle dile getirir.
Eski Yunanca’dan ise şöyle bahseder: “Latince çocuk oyuncağı kalıyordu Yunanca karşısında, grameri belalı, çekimleri daha da kuralsız ve çetrefil, yazını öyle zengin, öyle çok yönlü ki, insan bir yandan bu dile vuruluyor, öte yandan da bunca çabaya karşın bir sonuç alamayacağına kanaat getiriyor. Elimde sözlükler koca koca, karıştırıp duruyor, birkaç satırlık metni çözmek için akla karayı seçiyordum. Nitekim söylerler ya, Latince Yunanca eğitimi bir çeşit matematik öğrenimi gibi bir şeydir, kafayı düşünmeye alıştırmak da matematik problemleri kadar işletici, eğitici.[8]”
Babasıyla on yedi yıl bir arada yaşayıp da birbirlerini tanıyamamaları üzerine yeğenine şu öğütte bulunur: “...kim varsa çevrende onu bütünüyle anlamaya çalış, kendini ona bütün olarak anlatmaya tam bir insan alışverişi kurmaya çalış. Yoksa treni kaçırmış gibi bomboş ve pişman kalınıyor ortada.[9]”
1932 yılında Azra Erhat’ın babasının ölümüyle birlikte aile İstanbul’a geri döner. Erhat, lisenin son iki senesini tamamlamak üzere ailesinden ayrı olarak Brüksel’de arkadaşlarının evinde geçirir. Liseyi oranın deyimiyle “avec le plus grand fruit”, yani en üstün başarı belgesini alarak bitirir ve İstanbul’un yolunu tutar.
Türkiye’ye döndükten sonra, kayıt olmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne pullu damgalı diplomalarıyla gittiğinde ilginç bir anısını şöyle aktarır: “....diplomalarımı göstererek yazılmak istediğimi söyledim. Ama nasıl söylemiş olacağım ki biraz ötede duran uzun boylu, yüzü pütür pütür bir genç alaycı bakışlarla süzdü beni. Memurun sorularına doğru dürüst yanıt veremediğimi görünce, yanıma gelip kayıt işlerinde yardımcı oldu bana. Meğer şair Orhan Veli imiş! Sonraları dostlar arasında katıla katıla anlatırdı o günü. Kalem memuru sormuş: ‘Liseyi nerede okudunuz?’ Ben de: ‘Beljika’da,’ demişim. Orhan Veli sonraları bana ‘L’Azros” adını takmıştı, nedenini de şöyle açıklardı: L’(le apostrof) çünkü Beljika’da Fransızca eğitimi gördü, -os çünkü Yunanca uzmanıdır.’ Orhan Veli, sizlere ömür, bıraktı gitti bizi, ama bu L’Azros adı kaldı bana, bugün de öyle çağırır beni dostlarım.[10]”
Azra Erhat, İstanbul Üniversitesi’nin altın yılları olarak nitelendirdiği dönemde, 1934 yılında üniversite eğitimine başlar. Hitler Almanya’sından kovulan Yahudi asıllı öğretim üyeleri ve  eşleri Yahudi olan öğretim üyeleri ile söz konusu rejiminin ırk ayrımından tiksinerek görevlerini kendileri bırakan öğretim üyeleri soluğu Türkiye’de alırlar. Adeta Alman üniversitelerinin bütün otoriteleri İstanbul Üniversitesi’nde toplanır. Bu otoritelerden biri de Erhat’ın en parlak öğrencisi olduğu ve onu yaşamında bir dönüm noktası olarak nitelendirdiği Leo Spitzer’dır. Hocasının kendisi için önemini, “...bilim kapılarını bana açan büyük hocam Leo Spitzer’i sana ne kadar anlatsam, tanımlayamam ona duyduğum saygı ve sevgiyi. Spitzer yaşamımda bir dönüm noktasıdır, hem geleceğime yön veren, hem öğretisi ve yöntemiyle o gün bu gün çalışmalarıma damgasını basan bilgindir. Leo Spitzer olmasaydı ben bugün ben olmazdım, dünya görüşüm bu olmaz, anılarımı da açık seçik bir dille iletemezdim sana[11]…” sözleriyle dile getirir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Alman biliminde “Geistesgeschichte” denen bir yol ve yöntemle araştırmaya girişildiğini söyleyen Erhat, bu terimi açıklamaya çalışırken “Geschichte” kelimesinin tarih anlamına geldiğini ancak, Fransızcada “esprit” ile karşılanan “Geist” sözcüğünün hiçbir dilde tam karşılığı olmadığını, Türkçedeki “ruh” ve “tin” sözcüklerinin ise verilmek istenilen anlamı karşılamadığını söyler ve sözlerini şöyle sürdürür, “…dil gerçeklerin yankısıdır, dilin belli sözcüklerle tanımlamadığı bir değer, bir kavram aslında yok demektir. Acıdır söylemesi, ama Türk dilinde “Geist” için bir sözcük yoksa, o kavram daha bizde yok demektir. Onun var olması, gerçekleşmesi için onu yabancı dilden yakıştırma sözcüklerle çevirmeye çalışmak pek bir işe yaramaz, yaşatmaz, canlandırmaz çünkü kavramı. Dilciden önce düşünürün, daha doğrusu dilci-düşünürün burada bir görevi vardır, felsefe sorunlarını önce yaşamamız gerekir ondan sonra dilde karşılığı kendiliğinden gelecektir. bugüne dek pek anlamamışız biz bu gerçeği: Eski dilden, Arapça’dan, Farsça’dan yeni Türkçe’ye aktarmalar yapıyoruz, çevirmeler kimi tutuyor, kimi tutmuyor ama bu mekanik çalışma aslında değersizdir. Türkçe düşünmeye çalışmalı, Türkçe düşünce eserleri yaratmalı, dil ve sözcükler o zaman kendiliğinden doğacak, biçimlenecektir. Düşünmeye, kendi kendimize özgürce düşünmeye niçin pek yanaşmıyoruz biz? Bak, Sokrates öncesi filozoflar doğanın karşısına geçmişler, gözlerini açıp kafalarını işleterek düşünmeye koyulmuşlar, düşün dilini  de yaratmışlar böylece. Biz ise bugüne dek hemen de hep aktarma, özenme, düşünce kalıplarını başkalarından benimseme yolundan ayrılamıyoruz bir türlü. Çok sıkıştığımız zaman da Türkçe olarak değil Almanca, İngilizce, Fransızca kitaplar yazıp dışarıda yayımlıyoruz. Böyle bilim, bu yoldan bilim ve düşünce olur mu? Ulusallığı aşıp uluslararası düzeye varmak istemek iyi, ama özgünlükten yoksun bir ulusallık da, uluslararası bir varlık da düşünülemez. Geri kalmışlığımızın asıl nedenini burada aramalı. Kendimiz tek başımıza gözlerimizi açıp bakmaya, bağımsızca kendi kendimizi düşünmeye çalışsaydık, bugünkü yürekler acısı halimize düşmezdik�� Bağımsız olmak önce düşüncede bağımsız olmayı gerektirir oysa eyleme geçmiş gençlerimiz tek bir bağımsız düşünce dile getirecek durumda değiller… “Geistesgeschichte” sözünü “düşünce tarihi olarak” çevirelim. Edebiyat bilimi şöyle bir ilkeden yola çıkmış: Yazılı her eser yazarının özelliklerini yansıtmakla kalmaz, çevresinde geçerli görüşlerin, davranış ve tutumun da bir yansımasıdır, yani kısaca şu ki, belli bir zamanda kaleme alınmış belli bir eseri incelemekle o zamanın tüm toplumunu da göz önünde canlandırabiliriz. Tarih yalnızca tarihçilerin çizdikleri bir süreç değildir yani tarih soyut değildir, her yazıdan tarihsel bir sonuç çıkarılabilir ve asıl tarihi yansıtan yazarlardır, şairlerdir, sanatçılardır. Çünkü çevrelerinin gerçeklerini en canlı en sürekli olarak dile getiren onlardır. O halde bir çağın, bir dönemin portresini çizmek için asıl onlara başvurmalı. Edebiyat eserlerini yalnız öğretim malzemesi olarak ele almamalı, daha öteye gitmeli, insanın da toplumunda eğilimlerini, görüşlerini bize anlatacak onlardır çünkü. Dil yalnız insana özgü bir veri, bir yetidir: Dilden başka aracımız yoktur anlamak ve anladığımızı birbirimize aktarmak için. Dil ve üslup onlardan yola çıkıp incelendi mi, bütün bir ulusun, bir çağın tutumu açıklanabilir.[12]”
Spitzer’in araştırmalarında on yedinci yüzyılda Fransa’da yaşamış Buffon adlı yazarın “Le style c’est l’homme” yani “üslup insanın ta kendisidir, insanı asıl yansıtan üslubudur” sözü ve görüşünden yola çıktığını aktarır ve onun yöntemini şöyle açıklar: “Bir metin alır, herhangi bir yapıttan çıkarılmış ufak bir parça, o parçanın dilini sözcüklerin yerini, sayısını, daha birçok ufak tefek özelliklerini incelemekle yazarın bütün tutum ve davranışlarına, dünya görüşüne, çevresi ile alışverişine varılabilir, derdi. Örneğin La Fontaine’nin bir hayvan masalını dikkatle okuyup incelersen, on yedinci yüzyıl klasik Fransız yazının tümü üstüne fikir edinebilirsin. Bu söylediklerim sana çetrefil ve anlamsız görünebilir ama aslında öyle kolaydır ki, aklı başında her insan bunu yapabilir; okuduğu her yazıya uygulayabilir bu yöntemi… Dikkatle okuyacaksın, her sözü ayrı ayrı ve metindeki bütün içinde inceleyecek ve yorumlayacaksın, her sözün anlamına gidecek, dibe inmeler, karşılaştırmalarla sonuçlar çıkaracaksın. Evet, bir kişiyi en iyi biçimde tanımak için ne konuştuğunu, nasıl konuştuğunu saptayacaksın, sonra düşüne düşüne kavrayacaksın o kişiyi bir bütün olarak. Dilden yola çıkarak düşünce tarihine varacaksın. Bu inceleme ve yorumlama işine de “Textinterpreation” diyordu Spitzer; Almanca bir terimle: Metin yorumlaması. İşte bu yol sonsuz bir yoldur, Spitzer metodunu uygulamakla araştırıcının varamayacağı erek yoktur. Bu yöntemi her dile uygulayabiliriz. Nitekim Spitzer Türkiye’ye gelir gelmez bir kelime Türkçe bilmediği halde, birçok ilginç inceleme yaptı. Sözgelimi sokak satıcılarının çağırışlarını ele aldı, niçin boyaciiiiis, diye bağırıyorlar, neden yalnız Türkçe’de “güzel müzel, aptal maptal” gibi deyimler var, “yusyuvarlak, kapkara, masmavi” deniyor, sıfat nasıl yinelenirse zarf oluyor: Yavaş = zarf… Bunlar başka dillerde yok, Türkçe’ye özgü. Türk dili üzerine neler öğretir bunlar bize, neye, nasıl bir niteliğe belirtidir; dil bilimi çevresinde nasıl yorumlanabilir…[13]”
Erhat, Leo Spitzer’in kürsü başkanı olduğu Roman Filolojisi’ne yazılır ve 2 yıl ondan ders alır. Bu sırada Spitzer’ın ders saatleri dışında düzenlediği İspanyol Edebiyatı seminerlerine, Dickmann’ın Latince, Fuchs’un ise Alman edebiyatı derslerine katılır. Bütün bu yan öğretimlerin kendisinin filoloji bilimine daha hazırlıklı olarak yaklaşma olanağı sağladığını söyler.
1936 yılı Erhat’ın yaşamında dönüm noktası olur. Washington’daki John Hopkins Üniversitesi’nden teklif alan ve ardından kariyerine orada devam etmeye karar veren Spitzer, İstanbul’dan ayrılmadan önce, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Klasik Filoloji Bölümü’nü kurmakla görevlendirilen, Almanya’dan geldiğinden beri de derslerini Türkçe’ye çevirecek birini bulamayan Prof. Rodhe’ye Azra Erhat’ı “Latince bilen tek öğrencim” diye tanıtır. Prof. George Rodhe hem Fransızca-Almanca, hem de Latince-Yunanca bilen Erhat’a Ankara’ya gelip kendi derslerini Türkçe’ye çevirmesini ve asistanı olmasını önerir. Öneriyi kabul eden Erhat, 1 Eylül 1936’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’nde “mütercim” kadrosunda göreve başlar. O tarihten, görevine son verildiği 1947 yılına kadar önceleri öğrenci-çevirmen-asistan daha sonra da doçent olarak bu fakültede çalışır.
İlk asistanlık yıllarındaki gözlemlerinde, Yaşayan Diller ve Arkeoloji bölümlerinde okuyanların hepsinin bir süre zorunlu Latince dersi almalarına karşın Klasik Filoloji öğrencilerinin de onlarla aynı seviyede yani Latince ve Yunanca’yı alfabesinden en baştan öğrendiklerini söyleyerek, “Hepsine de bu iki dilin ne kadar zor geldiğini, elden gelse bırakıp kaçacaklarını hemen anladım. Yıllar yılı bu böyle gitti, öğrenciler klasik filoloji okumakla nereye varacaklarını, mezun olunca hayatta nasıl bir yol seçeceklerini, ne olacaklarını pek bilemediler. Öğrenim güçlüğüne gelecek kaygısı katılınca, en hevesli öğrencilerin yıldığı, başka daha pratik, daha verimli bölümlere kaydığı görülüyordu. Profesörlerle benim karşılaştığımız başlıca sorundu bu. Öğrencilerin: Sonra ne olacağız, sorusuna karşılık vermek güç, giderek olanaksızdı. Klasik filolojinin, eski dillerin yararlı, güzel oluşu, insanı insan etmekte sonsuz erdemler taşıdığı ne denli vurgulansa, bu çocuklara klasik filolog olun da aç kalın denemezdi ya! Profesör kendimi örnek göstererek öğrenciler arasında bölüm için propaganda yapmamı da istiyordu. İşte bunu hiç yapamadım ve hemen arkadaş olduğumuz öğrencilerle konuşmalarımızda Belçika Lisesi’nde gördüğüm klasik öğrenimden edindiğim mutlu kazancı dile getirmekten ileri gidemedim, kimseye klasik filolojiye girmesi için öğüt vermeyi göze alamadım. Besbelli burada ödevimiz yalnız Latince ve Yunanca öğretmek değil, Latince ve Yunanca’nın yararlı, verimli ve anlamlı olacağı ortamı da kurmaktı. Yapılacak iş çok, çok ve baş döndürücüydü[14]” diye yazar.
Rohde, Ankara’ya gelir gelmez, doğru dürüst bir klasik filoloji kitaplığının kurulması için gerekli yayınları ısmarlar ve profesörün asistanlığını ve çevirmenliğini yapmanın dışında Erhat, kütüphanede kitapların hepsini numaralamak, kaydını yapmak, sıralamak ve her birinin fişini yazıp dizmek gibi kütüphaneci, daktilocu, sekreter görevlerinin hepsini de kendisinin yaptığını söyler. Rohde, klasik filoloji öğrencilerine kütüphanede ve çalışma odasında verdiği derslerin dışında, fakültenin hemen her bölümünden gelen yardımcı öğrencilere Latince dersleri ve haftada bir de Latin edebiyatı üzerine konferanslar verir ve Erhat da hocasının tercümanlığını yapar. Bu çeviriler sayesinde Erhat, yıllarını yurt dışında geçirmesi sonucu bir nebze unuttuğu Türkçe’yi daha iyi öğrendiğini, Türkçe’nin güzelliğini ve önemini daha iyi anladığını söyler. Erhat, Rohde’nin o yıllarda kendini fakülteye büsbütün vererek, yalnız klasik filoloji hocası olarak değil aynı zamanda üniversite öğretiminin düzenleyicisi ve yöneticisi, danışmanı olarak da çalıştığını; bir yandan da Latince öğretiminin liselerde yer alması, böylece öğrencilere bir meslek yolu açılması, ilerisi için bir çalışma düzeyi kurulması amacıyla bir Latince gramer ve el kitabının hazırlanması için uğraştığını söyler. Profesörün kendini canla başla Latince ve Yunanca öğretimine vermesini, bu öğretimin başka bilim dallarını aydınlatmaya yardım edeceğine inanmasından kaynaklandığını düşündüğünü söyler.
Erhat, Ankara’da yaşadığı yıllarda Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat ve Erol Güney’le yakın dostluklar kurar. Ayrıca Hasan Ali Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nda Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Orhan Burian ve Saffet Korkut’la birlikte çalışır. Dünya Edebiyatından Tercümeler’in Yunan Klasikleri serisinde, Aristophanes’ten Barış, Sophocles’ten Electra, Platon’dan Devlet ve Orhan Veli’yle birlikte daha sonra 1955 yılında yalnız Orhan Veli’nin adıyla yayımlanan Jean Anouilh’dan Antigone’u çevirir. 1947 yılında da daha önce boşanmış olduğu halde, bir Macar’la evli olduğu ve yabancı uyruklularla evli olanların devlet memurluğu yapamayacakları gerekçesiyle üniversitedeki görevine son verilir. Oysa asıl hedef, o yıllarda girişilen ve ülkedeki bir çok aydını etkileyen “sol aydın temizliği”dir.
Erhat, üniversiteden ayrıldıktan sonra İstanbul’a döner. 1949-54 yılları arasında Yeni İstanbul gazetesinde, önce sanat eleştirmeni ve çevirmen, sonraki 7-8 ay da Paris muhabiri olarak görev alır. Daha sonra Vatan gazetesine geçerek 1956 yılına dek orada çalışır. Gazetecilik yıllarında da çeviri çalışmalarını sürdürür. Saint Exupery’den Küçük Prens, Colette’den Cicim adlı romanları çevirir. Ardından 1956’dan emekli olduğu 1975 yılına dek Uluslararası Çalışma Bürosu, Yakın ve Ortadoğu Merkezi’nde kütüphane memuru olarak çalışır.
1956-1982 dönemi, Erhat’ın yazarlık yaşamının en verimli ve yaratıcı devresi olarak nitelendirilir. Bu s��re içinde, tek başına ve Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte yaptığı çevirileri Yeni Ufuklar dergisinde çeşitli yazıları, kendi dünya görüşünü, hümanizma anlayışını ve kültür sentezini sergileyen özgün denemeleri yayımlanır. Ozan A. Kadir’le birlikte, Homeros’un iki büyük eseri Ilias ve Odysseia’yı çevirir. Ilias’ın 1. cildiyle 1959 yılı Habip Edip Törehan Ödülü’nü, 2. cildiyle de 1961 yılı TDK Çeviri Ödülü’nü kazanır. Odysseia çevirisi ise 1970 yılında yayımlanır. Sabahattin Eyüboğlu’nun tüm eserlerini “Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler” adı altında derler ve 1981-82 yıllarında yayımlatır. Doktora tezi olan “Sapho Üzerine Konuşmalar”ı Cengiz Bektaş’la birlikte 1978’de tekrar yayına hazırlar.
Azra Erhat 12 Mart 1971 dönemindeki aydın kıyımına takılarak Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Magdi Rufer ve Yaşar Kemal’in eşi Tilda’yla birlikte dört ay Maltape Askeri Cezaevi’nde tutuklu kalır. Dört ay sonra ilk oturumda dostlarıyla birlikte salıverilir. Uluslararası Çalışma Bürosu bu zor döneminde Azra Erhat’ı destekler ve tutuklanmasından davası sona erip aklanıncaya dek geçen bir buçuk yıla yakın sürede büroda çalışmadığı halde kadrosunu korur, maaşını düzenli öder.
Yaşamının sonunda kansere yakalanan Azra Erhat, Londra'da tedavi görür ancak hastalıktan kurtulamaz ve 6 Eylül 1982'de, 67 yaşındayken İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Naaşı İstanbul Üsküdar’daki Bülbüldere Mezarlığı’na defnedilir.
Ölümünden 33 yıl geçmesine karşın görüşleri, duruşu ve yapıtlarıyla aramızda yaşayamaya devam eden Azra Erhat’ın yaşam öyküsünü elimizden geldiğince aktarmayı denedikten sonra da şimdi de eserlerine kısaca değinmeye çalışacağız.
 MAVİ ANADOLU (GEZİ YAZISI) (1960)
Kuşağının önde gelen yazarlarından biri olan Azra Erhat, Ustaları Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan giderek hümanizma ülküsünü yayma, Anadolu kültür varlıklarını değerlendirme ödevini benimseyerek ilk baskısını 1960 yılında yayımladığı, gezi yazısı türündeki ilk eseri olan Mavi Anadolu’yu kaleme alır.
Karış karış gezmiş olduğu Anadolu topraklarını hoş ve zarif bir şekilde yazıya döken Erhat, batı kültürünün temelinin Yunan - Latin ilk çağına dayandığını ve batı düşüncesini temele inmedikçe kavranamayacağını dile getirir.
O dönemde okullarda Latince ve Yunanca öğretiminin başlaması yönünde atılımlar olduğunu söyleyerek, “...bilim adamları yaptıkları kazılarla gün geçtikçe artan kültür malzemeleri ortaya çıkarıyorlar. Atatürk bu malzemeyi kültür olarak benimsememiz için bir çığır açtı, Anadolu’ya gelmiş geçmiş bütün kültürler bizimdir dedi. Hitit`ten Latin`e kadar Anadolu’nun bütün ilkçağını aydınlatmak yolunda girişilen araştırmalara olanak sağladı. İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nde eski dil ve arkeoloji bölümleri bu amaçla kuruldu. Türk Tarih Kurumu bu yüzden açıldı...[15]” der.
Çok fazla engelle karşılaştığını belirterek, Yunan öncesi uygarlıkların incelemesini yapmanın bir bakıma kolay ancak Yunan- Latin ilk çağının “dalbudak salmış bir edebiyat kaynağı” olduğunu vurgular. Üniversiteler dışında liselerde de müfredata koyulan Latince ve Yunanca derslerinden maalesef istenilen verim alınamadığı için, o yıllarda bu programın başarılı olmamasından üzüntü duyduğunu dile getirip, topraklarımızda yatan bu kültür mirasını “Türkiyeli insanlara kısa yollardan benimsetmek her Türk aydınının ilk ödevi olmalıdır[16]” ilkesinden yola çıkarak gezi yazısı yazmaya başladığını söyler.
İlk olarak 1953 yılında Troya’yı kaleme alır. Bu bölümde Homeros’tan, Ilias’dan bahsetmekle birlikte o dönemde Troya’nın “trova” ya da “truva” şeklinde yazıldığını fakat bu yazılışın yanlış olduğunu bu yüzden de doğru şeklinin yazılabilmesi için çabaladığını ve bir gün doğru şekli olan “troya” yazılışının benimseneceğini umut ettiğini dile getirir.
Çanakkale’yi gezdikçe Ilias’daki dizelerin gözünün önünde canlandığını söyler. İda Dağı’nın bugünkü Kaz Dağı olduğuna değinir. Helene’nin ise belalı bir güzel olduğundan şöyle bahseder: “...ister genç olsun ister yaşlı olsun Helene’yi gören her erkeğin ona arzu ile tutuştuğudur. Her insana birçok sıfatlar takan Homeros bile Helene üzerine yalnız şunu söyleyebiliyor: “yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu...”[17]”
Kitabın devamında ise ilk olarak Gökova’yı anlatmaya başlayıp İzmir’den Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu, Alev Ebüzziya, Mehmet Eyüboğlu ile birlikte yola çıktıklarını söyler. İkinci durakları Efes’tir. O dönemde yapılan kazıları anlatır, daha sonra Söke’ye geçerler. Oradan da Bodrum’a. “Bodrum’da her çağda ünlü evlatlar yetişmiştir[18]” der ve bunları; Herodotos, Turgut Reis, Neyzen Tevfik olarak sıralar.
Kitabın sonlarına doğru Kaş’tan ve Kaş’ın görülmeye değer tiyatrosundan bahseder ve ardından orada 2 hafta geçirdiklerini dile getirir. Daha sonra Fethiye`ye geçerler ve gördüğü tablo karşısında şaşkınlığa uğrar. Bunu ise şu sözlerle vurgular: “Fethiye yöresindeki Kaya Köyü: Rumlardan boşaltılan bu köy yağmalanmış dört bin hanesi ile bir hayalet şehir gibi dikiliyor karşınıza.[19]”
MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1962)
Erhat, Mavi Anadolu eserinin ardından, bir nevi devamı niteliğinde sayılan, 1962 yılında yayımladığı Mavi Yolculuk ile gezi yazısı türüne devam eder.
Eserinde yapmış olduğu beş mavi yolculuğunu paylaşır bizlere ve ilk olarak Halikarnas Balıkçısı’nı anlatarak başlar yazısına. Onu, çok az olduğunu düşündüğü aydınların arasında saydığını söyler. Bodrum’a her gelişlerinde dükkanlardan, evlerden insanların nasıl koşup geldiklerini ve onların Halikarnas Balıkçısı’nın eline nasıl da sarılarak öpmek istediklerini anlatır.
Ardından, ba��ladığı mavi yolculuğunda ilk duraklarından biri olan Akdeniz kıyılarında insanlığımızın güzelim kumsalların doğal koşullarına uyum sağlayamamış olmasından dem vurur. Uzun süre önce gelmiş olduğu Karakuyu için “adı kadar çirkin bir yer olmuş[20]” der ve ekler; “...ne bir yeşillik, ne bir çiçek, ne bir iskele, ne bir rıhtım... denizin mavisi bile solmuş. İnsana yakışmaz...[21]” diyerek gördüğü manzara karşısında üzüntüsünü dile getirir ve yoluna devam eder.
Daha sonra ulaştığı, haritalarda “Kerme Körfezi” diye adlandırılan körfeze Bodrumluların “cova” dediğini söyler. Balıkçıya göre ise “cova”, “Gökova”nın kısaltmasıdır. Cova’yı şöyle anlatır bizlere: “Cova`ya ilk gelen, denizin maviliğine şaşar. Ömrümde bu kadar mavi bir deniz görmedim.[22]” Mavinin bütün tonlarını dile getirdikten sonra ise dünya dillerinin yoksulluğunu anlayıp aniden sessizliğe bürünür. “Cova mavisine gelin bundan sonra isim aramayalım. Cova Mavisi diyelim. Öyle bir sevinç mavisidir ki bu, ressamı ressam, sanatçıyı sanatçı, insanı insan etmeye yeter[23]” der.
ECCE HOMO (İŞTE İNSAN) (DENEME) (1969)
Mavi Anadolu ve Mavi Yolculuk gezi yazılarının ardından bir deneme kaleme alan Erhat, yetişmiş olduğu Batı kültürü üzerindeki bilgisini ve hümanist dünya görüşünü 1969 yılında yayımlanan “Ecce Homo (İşte İnsan)” adlı kitabında dile getirir. İlk çağ, ara çağ ve bizim çağ şeklinde parçalara böldüğü denemesinde insanın insan olma yolundaki adımlarını anlatır.
Erhat, “İnsanım, seni sana söylemek istiyorum, sen kimsin?[24]” diyerek başladığı Ecce Homo’nun  ilk çağ kısmında beden ile ruh kavramlarını, kadınla erkeği irdeler.
Ara çağ bölümünde ise, ilk olarak “kadın insan mıdır?[25]” diye sorar. İnsanların yasakları kendilerinin koyduğunu, kuşkularını kendisinin uydurduğunu, tabularını kendisinin kurduğunu dile getirir bizlere.
Homeros’la yola çıkıp Platon’un insan anlayışına değinirken uçsuz bucaksız bir düşünce denizine ulaştığını fark ettiğini söyler ve ekler satırlarına: “Ecco Homo’yu bana sevgi yazdırdı.[26]”
MİTOLOJİ SÖZLÜĞÜ (1972)
Titiz bir çalışma ve çabanın ürünü olarak 1972 yılında yayımlanan Mitoloji Sözlüğü adlı eserinde Erhat, son derece karmaşık olan, aslında özünün Akdeniz çevresindeki uygarlıkların yazılı eserleri ile bu yerlerdeki sözlü geleneklerin ortaya çıkmış bir bütününe dayandığını söylediği, Yunan ve Latin mitolojisinde geçen isimleri alfabetik olarak ayrıntılarıyla yalın bir biçimde tek tek anlatır ve kitabın sonundaki soy tablolarıyla da eserini zenginleştirir. Erhat, efsaneleri, hem bilimsel bir gözle incelemeye, hem de dünya yazın ve sanatındaki yerlerini, eşsiz bir esin kaynağı olarak tüm değerleriyle canlandırmaya çalıştığını söyler. Bu yolda, Batı kaynaklı tek bir mitoloji kitabını çevirmektense, kendi olanağıyla, kendi yazılı kaynaklarımızdan yararlanıp dilimizdeki çevirilerden de geniş çapta faydalandığını belirterek, bu anlamda Mitoloji Sözlüğü’nün bir antoloji niteliği de olduğunu ve alçak gönüllü bir üslupla eserin bir deneme olarak kabul edilmesini istediğini ve eksikleriyle yetersizlikleri olduğunu bildiği halde yayımlamaya giriştiğini söyler ön sözünde. Eser, Erhat’ın geniş bilgi ve kültürünün son ürünü, ustaca yazarlığının en yüksek aşaması olarak nitelendirilir.
MEKTUPLARIYLA HALİKARNAS BALIKÇISI (MEKTUP) (1975)
Halikarnas Balıkçısı’ndan kendisine gelen mektuplardan derlediği Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı adlı yapıtını 1975’te yayımlar.  “Sende bütün insaniyeti seviyorum. Sen dünyanın bana verdiği mükâfatsın…” diye seslenir Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat'a. Nerede olurlarsa olsunlar, yirmi yıldan fazla, Balıkçı'nın ölümüne değin, sayfalar, defterler dolusu mektuplar gidip gelir aralarında. Dünyalarını mektuplarıyla da paylaşan, kendilerini mektuplarıyla da açan bu iki dost, iki âşık, iki arkadaş, birbirini kuşatan, besleyen, destekleyen enerjileriyle gürül gürül akarlar birbirlerine. Coşku dolu, arzu dolu, öfke dolu, aşk ve şefkat dolu satırlarda insan yaşamını sarmalayan zaman ve mekan ruhunu anlamaya ilişkin tartışmalarıyla bizi de içlerine alırlar. Sanatın ve bilginin ışığıyla aydınlanan bir ilişkiden bize kalan mektuplarda okuduğumuzda ise: "insan olmak ve dünyaya tutunmak... Nedir 'insan olmak?.. Nedir 'bu dünyaya tutunmak?” sorularının cevaplarını bulabiliriz.
SEVGİ YÖNETİMİ (DENEME) (1978)
1978 yılında yayımlanan Sevgi Yönetimi adlı denemesi Erhat’ın, 1970-1978 yılları arasında bazıları basılmak üzere gazete ve dergilere; bazıları hiç basılmamış olan; bazıları da bildirilerde sunulmak için yazılmış çalışmalarından oluşur. İlk bölüm olan ‘Yazın, Kültür, Düşünce’de 28, ikinci bölümdeyse ‘Kişiler, Önsözler, Konuşmalar’de 23 başlık bulunur.
İlk bölümde yazarın Forum, Yeni Ufuklar ve Cumhuriyet gibi gazete ve dergilerde yayımlanan bir çok konudaki görüşlerini yansıtan yazıları yer almaktadır. Eleştiri, soru sormanın önemi, hümanizm, aydınlar, politika, özgürlük, mutluluk, kültür, kültürsüzlük, sevgi, sevgisizlik, arkeolojik kalıntıları koruyup değerlendiremeyişimiz, müze hırsızlıkları, ahlak, umut, gençlik, tiyatro, dil, Türk kadınının bilinçlenmesi gibi konulara değindiği yazılarında Erhat’ın özgün ve aydın bakışı her aklı başındaki okuyucu kitlesi tarafından kolaylıkla anlaşılabilir ve onun bu önemli yazılarından biz, hepimizin kendimize önemli dersler çıkarmamız gerektiğini düşünmekteyiz.
İkinci bölümde ise Anadolu’daki gezilerine yönelik gözlem ve anıları ile çağdaşlaşma, uygarlık ve Atatürk üzerine düşünceleri dışında, Halikarnas Balıkçısı, Hasan Ali Yücel, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Nurullah Ataç ile olan anı ve anlatımlarından derlediği yazılarına yer verir. İlkin Yahya Kemal ve Yakup Kadri’nin ileri sürdükleri, “Akdeniz Uygarlığı” görüşünden sonra Atatürk’ün önerisiyle savunulan “Anadolu’daki bütün kültürler bizimdir” tezini benimseyen görüşü dile getirir. Ardından da aralarında Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Prof. Dr. Macit Gökberk, Prof. Dr. Mebrure Tosun, Prof. Dr. Sevim Tekeli, Prof. Dr. Ekrem Akurgal gibi önemli konuşmacıların bulunduğu “I. Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu Sempozyumu”nun bildirilerinin özetiyle kendi yorumunu ve bir dahaki sempozyumda incelenmesi kararlaştırılan konulara değinir ve belki de bugün bile günümüzde gündemde olmayan ve ibret almamız gerektiğini düşündüğümüz diğer konuşmacıların değindikleri konuları ve düşüncelerini şöyle özetler: “Son otuz kırk yıllık süre içinde klasik düşünce verilerine ve klasik kültüre eğilerek ülkemiz için bundan pay çıkarma yollarının arandığı başka konuşmacılarca belirtildi…[27]” Ayrıca Erhat’ın sempozyumda sunduğu “Klasik Kültürün Türkiye’ye Yararları” başlıklı çalışması da yazarın konuyla ilgili görüşlerinin adeta bir özeti niteliğinde olmasıyla göze çarpar. Bildirisinde çeviri etkinliği, Latince öğrenimi ve klasik dillerin bilim kollarına yardımı olmak üzere 3 ana konu üzerine eğilir. Sevgi Yönetimi’nin son yazısında ise, ilkinden bir sene sonra, yani 1977’de gerçekleştirilen II. Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu Sempozyumu’ndaki işlenen önemli başlıklardan Türkiye’nin özgürlük, demokrasi ve din eğitimi sorunlarının incelenmesi üzerinde durur.
1973 yılında Cumhuriyet’te yayımlanmış “Değişmeyen Değerler” isimli yazısında Yunancanın Türkiye’deki yeri ve Yunanca-Türkçe arasında yakaladığı uyumu şu sözlerle dile getirir: “Yunancanın dile gelme hakkı vardır Türkiye’de, çünkü Anadolu’da doğmuş, bizim de nimetlerini paylaştığımız bu topraklar üstünde yaşayıp gelişmiştir. Homeros gibi bir ozanımızı vermiştir uygarlığa. Üstelik de inanır mısınız, Homeros’u çevirirken kardeş diller gibi geldi bana Yunanca ile Türkçe, birinden diğerine aktarma öylesine kolay ve doğal doğal oluyordu… Gönül ister ki topraklarımızdan nice nice taşların üstünde yazılar çıkan Türkiye’de daha çoklarımız bu dili öğrenelim eskisini kitaplarda okuyup yenisini dillerde duyup anlayalım. Ve hele Atatürk’ün öneri ve isteklerine tam uyarak, Rum asıllı yurttaşlarımızla aramızda hiç bir ayrıcalık gözetmeyelim.[28]”
Yayımlanmamış olanların arasındaki “Söz ve Silah Üstüne” adlı yazısında aydının tek silahının “söz” olduğunu belirterek şunlar söyler: “Aydın o insandır ki, çevresinde gördüğü bozuklukların en ufağından en büyüğüne kadar, hepsine için için üzülür, sonra da hepsini akıl süzgecinden geçirip nedenlerini aramaya çalışır, bununla da kalmaz, yolda yürürken adım başında gözüne ilişen balgamlara, çöplere, kaldırım çöküntülerine de, siyasal ve toplumsal bozuklukların hepsine bir çare düşünmeye çabalar. Aklın gücüne inanır ve bu inancı oranında atılgan, yürekli, iyimserdir, çare bulunacağına ve uygulamasının da sağlanacağına güvenir. Öte yandan da, alabildiğine rahatsız ve şüphecidir, hazır formüllerin, dogmalaşmış yöntem ve kuralların geçerliğine, yararlığına inanmaz, her durum ve soruna kendi koşulları ve gerçekleri içinde bir çözüm yolu aramaya girişir. Dünya bir iğneli fıçıdır onun için, şu yoldan çıkayım, yağmurdan kaçayım derken doluya tutulabileceğini de pekala bilir.[29]”
Türkiye’de kökleşmesini özlediği hümanizma akımına ustaları Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu’nun yolundan yürüyerek öncülük eden Azra Erhat,1976 yılında Cumhuriyet’te yayımlanan “Senlik Benliği Nidelim…” adlı yazısında, hümanizmanın Batı’da ana karnına düşmeden birkaç yüzyıl önce bizim halk geleneğinde var olduğunu, günümüze kadar hiç kopuksuz süregeldiğini ve bugün de aramızda canlı bir saygınlık olarak yaşadığını söyler. Buna örnek olarak da, televizyonda halk ozanları üzerine gördüğü programda on beş kadar ozanın değişik konularda söyledikleri doğmaca dizeleri çok beğendiğini ve onların bu başarılarının da ustalarına dayanmaları ve onları sevmelerinden kaynaklandığını belirterek: “Nazım Hikmet olmadan bir Ruhi Su düşünülebilir mi? İnsan aydın ve sanatçı olarak bir kişiye kendine örnek etmek zorundadır, eğer bir yol tutmuş, o yolun yolcusu olmak istiyorsa. Kişi kendi kendine yetişmez, hele soyut öğretileri papağan gibi yinelemekle hiç bir bilince varamadığı gibi, hiç bir eylemi de başarılı bir sonuca erdiremez. Bir kişide o düşüncenin de, eylemin de örneğini görecek ve bilinçli sevgi yolunda kendisinden vere vere bulacaktır kendini. Yoksa kendine baka baka bir Dorian Grey olmaktan öteye gidemez… Hümanizma bir duygu işi değildir, hele bir bilgi işi hiç değildir. Ama Batı’da uyanış döneminin aydınları ve sanatçıları Antik örnekleri özümseyerek gelişmişler, insan olmuşlar. İnsan olmanın başka yolu yok mu? İlle de eski Yunana bak kim diyor sana? Ama bir düşünceyi simgeleyen bir kişiye uyarak bir geleneği sürdürmeye bak. O kişiyi aşmayacak mısın, elbette insan insanı aşar, çağlar akar ırmaklar gibi, insanlık da tümüyle gelişir. Ne var ki bir taş üstüne bir taş koyarak yükselir yapılar. Altındaki taşı yıktın, yapı mı yapabileceksin?[30]” sözleriyle görüşlerini belirtir.
1970 yılında “Forum” dergisinde yayımlanan “İnsan Ne Zaman Mutlu, Ne Zaman Özgür” adlı yazısında, “...insancılık bir mutluluk sorunudur. Yani ancak mutlu olduğu zaman insan olur. Üstelik hümanizma ya da insancıllık eğilimi gösteren kuram ve öğretilerin asıl amacı ve son ereği insanın mutluluğunu sağlamaktır…. Mutluluğu insanlık oldum olası özlediği halde, yüz binlerce yıl boyunca onu bu dünyada aramadı, bu yaşamın ötesinde, havalarda göklerde, cennet yada tanrı dediği bir hayal aleminde aradı durdu. Mutluluğu yeryüzünde arayan bir tek dönem vardır bizim haberini aldığımız çağlar arasında, o da Yunan ve Latin ilkçağı denilen dönemdir. Tanrıları insanlara benzetmiş bu dönem, insanlara kıyas fazla bir kafa üstünlüğü de tanımamış onlara, olsa olsa insanlardan daha güçlüdürler demiş. Öyle bir dönem ki, madde olarak bildiği insana da hakkını vermeye çalışmış. Beden ruh ayrılığı gütmemiş o dönem, onun için de insana bir çeşit gelişme sağlamış. İlkçağ insanı mutluluğunu işte bu uyumlu, tutarlı gelişmelere borçludur. [31]” der.
Kasım 1973’te Ankara Sanatseverler Derneği’nde yaptığı ve kısaltılmış halinin Türk Dili Dergisi’nin 1974 yılındaki sayısında yayımladığı “İki -total- insan: Halikarnas Balıkçısı ile Sabahattin Eyüboğlu” adlı çalışmasında Nusret Hızır’nın yaptığı total insan tanımını şöyle verir: “Total insan kültür çevresinin (infra ve superstructure’ü ile) bütün elemanlarından etkilenen, fakat aynı zamanda onları etkileyen ve böylece kendini ve çevresini değiştiren yani çevresiyle diyalektik bir alışverişte bulunan insandır.[32]”
Yazının devamında, Ege kıyıları bilimi, tarihi, arkeolojisinin Batı bilimince çizildiğini ve söz konusu kıyıların Yunan uygarlığının ilk merkezi olarak tanımlandığını ancak sonradan görüş açısının Ege’den Yunanistan’a kaydığını belirten Erhat, Yunan uygarlığının on dokuzuncu yüzyıl şairleriyle bilginlerinin duygusal yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açan görüşleri sayesinde yalnızca Yunanistan’a mal edilmesine Halikarnas Balıkçısı’nın tercüman-rehberlik yaparken nasıl tepki verdiğini ve onun antik kentlerdeki o dimdik duruşu ve gür sesiyle dağa karşı, insanları tanık alarak nasıl da haykırdığını söyle yazar: “Hayır, diye bağırır, Yunan Mucizesi yüzyıllardan bu yana Batı biliminin sandığı ya da savunduğu gibi -kendi deyimiyle Hellenistan’dan- doğmuş değildir, Yunan Mucizesi diye bir şey yoktur, Ege Mucizesi vardır. Felsefe burada doğmuş ve gelişmiştir…[33]”
1975 yılında Yeni Ufuklar’da yayımlanan “Tercüme Bürosu” adlı çalışmasında, kendisinin kurumdaki çalışma yıllarını anlattıktan sonra kurumun kuruluş, gelişim, izlediği yöntem ve gerçekleştirdiği işleri üzerinde durur. 1958 yılına kadar devlet eliyle çevirtilip yayımlanan klasik eserlerin sayısının 965’e ulaştığını belirterek bundan sonra Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrılması ve ilk kadronun dağılmasıyla kurumun gerileme ve duraklama dönemine girdiğini vurgular. Bine yakın eserin çevirisinin 1939 yılında Hasan Ali Yücel başkanlığında ve 27 üyelik Tercüme Kadrosunun kurulmasıyla sistemli bir çaba ve çalışma sonucunda gerçekleştirildiğini söyler.
KARYA’DAN PAMFİLYA’YA MAVİ YOLCULUK (GEZİ YAZISI) (1979)
Erhat’ın 1979 yılında yayımlanan Karya’dan Pamfilya’ya Mavi Yolculuk adlı eseri, Halikarnas Balıkçısı'nın başlattığı, Sabahattin Eyüboğlu'nun adını koyduğu ve sürdürdüğü Mavi Yolculuk akımı üzerine yazdığı üçüncü ve son eserdir. Kitapta, Bodrum’dan Antalya yöresine, eski adlarıyla Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk'u izlemekle kalmayıp, Mavi Yolculuk deyiminin ardındaki düşünceyi, doğayı yaşamayı, imece düşüncesinin bir başka uygulanışını yansıtır. Ülkemizin en güzel yörelerini, tarihi, arkeolojik ve turistlik yerlerini, dünü ve bugünüyle, fotoğraflar, krokiler, ayrıntılı haritalarla zenginleştirerek anlatır.
TROYA MASALARI (1981)
Çocuklara Çanakkale yöresinin söylencelerinin Azra Erhat tarafından anlatıldığı ve onlara Anadolu destanlarını sevdirme çabasının ürünü olan Troya Masalları 1981 yılında yayımlanır.
Ülkemizi tanıma, tarihimize sahip çıkma ve saygı duyma bilincinin gelişmesine yardımcı olacak bir kaynak niteliğindeki kitabın girişinde, Çanakkale Boğazı’nın söylenceleri ve Troya’nın bulunuşu; sonrasında da ünlü Paris ve Helene söylencesiyle başlayan destan bölümü yer alır.
OSMANLI MÜNEVVERİNDEN TÜRK AYDININA (ELEŞTİRİ) (2002)
Ölümünden 20 yıl sonra 2002 yılında ilk kez yayımlanan Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına  adlı eserinde Erhat, Zeus'tan ateşi çalan ve bedelini de ödeyen Prometheus'la aydınların ortak bir kaderi paylaştıklarına değinir. İnsanoğlunun kaderini değiştiren Prometheus’un, kendi kaderini değiştiremediğini ve bin yıllardan günümüze uzanan sorunun içeriğinin de pek değişmediğini söyler. Eserinde, “Aydın' kimdir?, Aydın olmak nedir?” soruları üzerine eğilir. Aydının kimilerine göre halkın anlamadığı insan, kimilerine göre de halkı anlamayan insan olduğunu söyler. Yaşamını Anadolu kültürünün aydınlanmasına adayan Erhat, Mustafa Kemal'in 'Bursa Söylevi’nden yola çıkarak, Osmanlı münevverinden Türk aydınına uzanan süreci, hem ışığı hem de gölgeleriyle tartışır. Erhat yapıtında, akademik titizliği, coşkulu üslubu, yaklaşım perspektifi ve durumları anlama çabasını bütünleyen sezgileriyle ufuk açıcı bir yaklaşım sergiler.
GÜLLEYLÂ’YA ANILAR (ANI) (2002)
Azra Erhat, 12 Mart askeri darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 1971’de tutuklandıktan sonra 4 ay Maltepe Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı süre boyunca yeğeni Gülleylâ’ya mektuplar halinde anılarını yazmaya başlar.  İleride bu anıları tamamlayıp En Hakiki Mürşit adı altında bir kitap yayımlamayı düşünür, ancak buna ömrü yetmez. Gülleylâ’ya yazarken bir yandan da günümüz Türk gençliğine seslenmeye çalışır. Gençliğimizin üzerine almasını temenni ettiğimiz şu satırları paylaşarak çalışmamıza son veriyoruz.
Ulus üzerine: “Bir ulus, ulus olarak bir birlikse tarih ve edebiyat yaratabilir, ulusal benliği, birliği varsa ve bu benliği, birliği bir tek dil ile yansıtabiliyorsa vardır.[34]”
Zenginlik üzerine: “Beni herkes çok zengin bilir, Gülleylâ, bırak öyle bilsinler, meteliğim yoktur, ama edindiğim dostlar, kazandığım sevgi paha biçilemez değerdedir, bu varlığı hiçbir zenginliğe değişmem.[35]”
İnsanları sevme üzerine: “Ben ölen bütün sevdiklerimi yitik saymadığım gibi , yaşayanlar arasında onların yerini tutacak başka yakınlar edindim kendime. Yeter ki insanları hiç tükenmeyen bir sevgi ile sevesin.[36]”
Değerli kadın üzerine: “Değerli kadın erkek kadındır, erkeğe asalak olmayan, bağımsız ve özgür insan”[37]
Öğrenme üzerine: “...insan bir şeyi ancak başkalarına aktardığı zaman gerçekten öğrenir, dinlemek, algılamakla değil, çalışmak ve vermekle yaratıcı olabilir insan[38]”
Mutluluk üzerine: “Mutluluğunu insan kendi yapar. Asıl mutluluk da başkalarını mutlu etmektir. Ona çalıştın, hele de başardın mı, senden güçlü, senden mutlu insan yoktur[39]
”Kültür üzerine: “....kültürün başı sonu, başlangıcı bitimi yoktur, insan bir kültürün içinde doğar; anasının ağzından duyduğu ninniden tut da, her gün içinde yaşadığı çevreden gelen algılar, etkilerle beslenir ömrü boyunca. Kendi ulusal kültüründen başka kültürlerle de alışverişe girebilir, onlardan da bir şeyler alıp faydalanabilir, zenginleşebilir. Ne var ki bir insana kültürlü diyebilmek için, o insanın taşıdığı kültürün bilincine varması gerekir[40]”
Bilim üzerine: “...bilim insanın yaşayabilmek için giriştiği çabada kendisine yol gösteren bilgilerin tümüdür.[41]”
Türkiye’nin klasik kültürü Batı’dan neden olduğu gibi alamayacağı üzerine: “Batı’nın erdem anlayışı. Elbette ki insan değerleri ve demokrasi süreci bu ana kavrama dayanır. Erdem kavramı da Batı’ya klasik kaynaklardan gelir. Yunan-Latin uygarlığı, kültürü vs. Bizim için işin bir sakıncalı yönü, klasik değer ölçülerine Batı’da dinsel bir gelişimin katıldığı ve çağdaş uygarlığın Hristiyanlıktan soyutlanamayacağı sorunudur. O yüzden olduğu gibi almaya, özümsemeye olanak yoktur.[42]”
   *Bu Makale Klasik Filoloji Topluluğu Yayınları’nın 1. Sayısından Alınmıştır.
** İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 2. Sınıf Öğrencisi
**İ.Ü., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 3. Sınıf Öğrencisi
AZRA ERHAT BİBLİYOGRAFYA[43]
Azra Erhat Bibliyografyası, Prof. Dr. Güler Çelgin’in 1996 basımı Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası adlı eserinden derlenmiştir.
1 – Eski Yunan – Latin Dilleri
A- GRAMER, METİN KİTAPLARI, SÖZLÜKLER
ROHDE, G. - A. ERHAT – SAMİM  SİNANOĞLU, Latin Dili Grameri, Morfoloji Birinci Kısım, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya: Fakültesi Klasik Filoloji Enstitüsü No. 2, Ankara, 1943.
B- İLGİLİ ESERLER
ERHAT, A., "Klasik Kültürün Türkiye'ye Yararları", [Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu] I. Simpozyum: Klasik Çağ Düşüncesi ve Çağdaş Kültür, Ankara, 2-4 Şubat 1976, bas. haz. SUAT SİNANOĞLU - F. ÖKTEM - C . TÜRKKAN, Klasik Çağ Araştırmaları Kurumu, Ankara, 1977, s. 111-118 [s. 117-118: tartışma].
2- Eski Yunan – Latin Edebiyatları
b- ANSİKLOPEDİLER VE SÖZLÜKLER
ERHAT, A., Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi Yayınları, Büyük Fikir Kitapları Dizisi: 18, İstanbul, 1972; 2. bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1984; 4. bas.: İstanbul, 1989; 5. bas.: İstanbul, 1993.
c- ÇEVİRİLER
Zincire Vurulmuş Prometheus, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Bilgi Yayınları: 59, Tiyatro Dizisi: 17, Ankara, 1968.
ALKAIOS, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 400-403
ANAKREON, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 412-413
ARISTOPHANES, "Akharnai'lılar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, S. 451-452.
Barış Oyunları (Komürcüler), çev. S . EYÜBOĞLU - A. ERHAT; Barış, çev. A. ERHAT; Lysistrata, çev. S. EYÜBOĞLU - A. ERHAT, Hürriyet Yayınları: 109, Büyük Klasikler: 18, Yunan Klasikleri : 9, İstanbul, 1975.
Kadınların Savaşı (Lysistrata), çev. S. EYÜBOĞLU - A . ERHAT, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 9, İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988.
"Kurbağalar", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 457-462.
Kuşlar, çev. A. ERHAT- S. EYÜBOĞLU, Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 8, İstanbul, 1966; 2. bas.: İstanbul, 1988.
ARKHILOKHOS, “Elegia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ.; Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 394-397.
"Şiirler", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 25, 1944, s. 2-4.
"Eski Yunan Şairlerinden Parçalar", çev. A ERHAT, Tercüme 6, 34-36, 1945, s. 281 [Sımonides'ten, Menandros'tan, Diogenes Laertios'tan]
"Kandaules ile Gyges", çev. A, ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 287-288.
"Karun ile Solon", çev. A. ERHAT, Tercüme 2, 10, 1941, s. 289-291
"İşler ve Günler", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 371-379.
HOMEROS, “Akhilleus Hektor'un Ölüsünü Babası Priamos'a Geri Veriyor", çev. A. ERHAT, Tercüme 5,. 29-30, 1945, s. 360-369.
İlyada, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Kitabevi Yayınları, [2. bas.], İstanbul, 1967; 3. bas.: İstanbul: 1975; 4. bas.: İstanbul, 1981; 5. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanlbul, 1984; 6. bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: Can Yayınları, İstanbul, 1993.
İlyada Kitap I-IV, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, seri: 1, No. 9, İstanbul, 1958-1962.
“İlyada'dan" çev. A. ERHAT- A. KADİR, Türk Dili  XXXVIII, 322 (Çeviri Sorunları Özel Sayısı), 1978, s. 179- 183.
Odysseia, çev. A. ERHAT- A. KADİR, Sander Yayınları, Yüz Büyük Eser Dizisi: 2, İstanbul, 1970; 2. bas.: İstanbul, 1978; 3. bas.: İstanbul, 1981; 4. bas.: Can Yayınları, Büyük Dünya Klasikleri, İstanbul, 1984; 5. bas.: İstanbul, 1987; 6, bas.: İstanbul, 1992; 7. bas.: İstanbul, 1994.
"Lirik şiirler. Halk Turküleri", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30. 1945, s. 380-389
“Daphnis ile Khloe'den", çev.  A. ERHAT, Tercüme 2, 12, 1942, s. 459-461.
MIMNERMOS, "Elegeia ile Iambos",  çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme  5, 29-30, 1945, s. 392-393.
Devlet III, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları,  Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 34, İstanbul, 1944; 2. bas. İstanbul, 1960
“Kriton'dan Bir Parça”, çev. A. ERHAT, Tercüme '1, 4, ' 1940, s. 307-311.
Şölen. Sevgi Üstüne - Lysis. Dostluk Üstüne, çev. A. ERHAT - S. EYÜBOĞLU, 'Remzi Kitabevi Yayınları, Yunan ve Latin Klasikleri: 1, İstanbul, 1959; 2. bas. İstanbul, 1961; 3. bas. İstanbul, 1972; 5. bas.: İstanbul-1992.
SAPPHO, "Melos", çev. A. ERHAT, Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 404- 411.
"Sappho", çev. A. ERHAT – O. V. KANIK, Tercüme 6, 34- 36, 1946, s. 227.
"Sappho'dan Şiirler", çev. A. ERRAT, Tercüme 4, 19, 1943, s. 1-5. 1.
Elektra, çev. A. ERHAT, M.E.B. Yayınları, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Yunan Klasikleri: 4, İstanbul, 1941; 2. bas.: Ankara, 1946.
"Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 398-399.
TYRTAIOS, "Elegeia ile Iambos", çev. A. ERHAT ve diğ. Tercüme 5, 29-30, 1945, s. 390-393.
"Catilina'ya Karşı Birinci Nutuk", çev. A. ERHAT, Tercüme 4, 23, 1944, s. 267-279.
"Vergilius'u Yolcu Ederken", çev. A. ERHAT – O.V. KANIK, Tercüme 6, 34-36, 1946, s. 283
'Tercüme Bürosu", şu eserde: A. ERHAT, Sevgi Yönetimi, Çağdaş Yayınları, İstanbul, [1978], s, 266-276.
ERHAT, A. Aristophanes. Hayatı; Sanatı, Eseri, Varlık Yayınları, sayı: 624, Dünya Klasikleri: 15, Istanbul, 1958.
ERHAT A. - C. BEKTAŞ, Sappho Üzerine Konuşmalar, Şiirlerinin Çevirileri, Cem Yayınları, İstanbul 1978.
EYÜBOĞLU, S. -A. ERHAT, çev. (önsöz; giriş ve sözlük A. ERHAT), Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Türk Tarih Kurumu Yayınları. XX. Dizi-Sa. 5, Ankara, 1977; 2. bas: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları XX. Dizi-Sa. 5a, Ankara 1991
Helen Dili-Logos "; çev. A. ERHAT Tercüme 16, 31-32, 1945, s. 150-151.
"Yunan Romanı", çev. A. ERHAT, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi II, 5, 1944, s. 717-729.
ERHAT, A. “Ahmet Reşid’in Aeneis Tercümesi Hakkında'', Tercüme I, 1. 1940, s. 90-92.
“Vergilius Tefsirlerinin Gelişmesi", Ankara Üniversitesi  Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi; 3; 1944, s. 451 -460
 [1] Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 210-211
[2] Erhat, a.g.e., s. 68
[3] Erhat, a.g.e., s.  76
[4] Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 83
[5] Erhat, a.g.e., s. 91
[6] Erhat, a.g.e., s. 96
[7] Erhat, a.g.e., s. 97-98
[8] Erhat, a.g.e., s. 100
[9] Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 105
[10] Erhat, a.g.e., s. 133-134
[11] Erhat, a.g.e., s. 135
[12] Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 137-138
[13] Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 139-140
[14] Erhat, a.g.e., s. 162-163
[15]Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 9
[16] Erhat, a.g.e., s. 14
[17] Erhat, a.g.e., s. 66
[18] Erhat, a.g.e., s. 179
[19] Azra Erhat, Mavi Anadolu, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979, s. 320
[20] Azra Erhat, Mavi Yolculuk, Çan Yayınları, İstanbul 1962, s. 29
[21] Erhat, a.g.e., s. 29
[22] Erhat, a.g.e., s. 58
[23] Erhat, a.g.e., s. 59
[24] Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 13
[25] Erhat, a.g.e., s. 83
 [26] Azra Erhat, Ecce Homo, Can Yayınları, İstanbul, 2003, s. 243
[27] Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 338
[28] Erhat, a.g.e., s. 95
[29] Erhat, a.g.e., s. 72
[30] Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 158
[31] Erhat, a.g.e., s. 55-56
[32] Erhat, a.g.e., s. 213
[33] Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1980, s. 218
[34] Azra Erhat, Gülleylâ’ya Anılar, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 81
[35] Erhat, a.g.e., s. 150
[36] Erhat, a.g.e., s. 151
[37] Erhat, a.g.e., s. 169
[38] Erhat, a.g.e., s. 155
[39] Erhat, a.g.e., s. 129
[40] Erhat, a.g.e., s. 130
[41] Erhat, a.g.e., s. 132
[42] Erhat, a.g.e., s. 115
[43] Güler Çelgin, Tanzimat’tan Günümüze Eski Yunan – Latin Dil ve Edebiyatlarına İlişkin Türkçe Yayınlar Bibliyografyası, Ege Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 127
5 notes · View notes
uzunburakefendi · 6 years ago
Photo
Tumblr media
. "İşte," dedi Gargantua; "Platon'un dediği budur Devlet'in beşinci kitabında: Devletler, ancak krallar filozof, ya da filozoflar kral olunca mutlu olabilirler." syf.204 . "Bizim babalarımız, dedelerimiz ve en eski çağlardaki atalarımız o düşünüş ve o huyda insanlardı ki, savaşlarda kazandıkları şanlı başarıların ve zaferlerin anısal kalıntısı olarak, fethettikleri ülkelerde mimarlık yapıtları bırakmaktansa yenilmişleri bağışlayarak yüreklerde angılar ve anıtlar bırakmayı yeğlemişlerdir; çünkü onlar, cömertliğin insan belleğinde kalacak canlı anısına, doğal afetlerin ya da her aklına esen insanın yıkabileceği taklar, sütunlar, ehramlar üstündeki sessiz yazıtlardan daha fazla değer veriyorlardı." syf.221 Gargantua roman örneklerinin ilki, roman türüne bir giriş olarak kabul ediliyor. Bir ilk olmasına rağmen özellikle hikâye olarak etkileyici bir metin. Gargantua büyük bir ailenin oğlu. Büyük derken sadece soylu manasında değil, devlerden oluşan bir ailenin evladı. Annesi onu 11 ayda doğurur. Doğar doğmaz ağlamak yerine içki diye bağırır. Günlük süt ihtiyacı karşılansın diye binlerce inek alınır. Ona bakmak için onlarca mürebbiyesi vardır. Babası onun iyi bir eğitim almasını ister ama o genel geçer ezberci eğitimle yetinemez. Merakı ve öğrenme arzusu hocalarının çok ilerisindedir. Eğitim için Paris'e gider. Orada da göze çarpan büyüklüğüdür. Notre Dame'ın tepesine çıkar. Onu alkışlayan halka bir hediye vermesi gerektiğini düşünüp üzerlerine işer. Boğulanlar filan olur. Sevenleri ve büyüklüğü ile zaferden zafere koşar. En sonunda bir tekke kurar. Girişine Fay Ce Que Voudras (İstediğini Yap) yazdırır. İlk özgür eğitimin verildiği tekkeyi kendisi kurdurur. Cüssesiyle, gelenekselliğe sığmayıp parçalayan, yeniliği doğuran bir önder olur. Bir Orwell tadı da almadım desem yalan olur. Tavsiye ederim. #rabelais #gargantua #çeviri #sabahattineyüboğlu #azraerhat #vedatgünyol #işkültüryayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri https://www.instagram.com/p/BtTs8QDFmVn/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1wsyfw42e0ngb
3 notes · View notes
uzunburakefendi · 6 years ago
Photo
Tumblr media
. "Kronos'un güçlü iki oğlu, ayrı ayrı, tasarladılar yiğitlere korkunç acılar. Zeus zafer istiyordu Troyalılarla Hektor'a, ama istemiyordu yok olmasını Akhaların büsbütün, ün vermek gerekti çevik ayaklı Akhilleus'a, Thetis'le yürekli oğluna ün vermek gerekti. Ne var ki Poseidon gelmişti Argoslulara can vermeye, gizlice yukarı fırlamıştı kırçıl denizden, Troyalılara yenilmek de ne demekti, çok içerliyordu bu yüzden Zeus'a. Bir soydan, bir babadandı bu iki tanrı, ama Zeus, Poseidon'dan önce doğmuştu, daha çok şeyler biliyordu kardeşinden, bu yüzden korkuyordu apaçık karşı koymaya, insan kılığına girmiş, kışkırtıyordu orduyu. Bir tanrı bir yana çekiyordu, bir tanrı bir yana kimseyi korumayan zorlu savaşın düğümünü, o düğüm ne kopar, ne çözülürdü, dize getirirdi yığınla insanı." syf.308 Bir önceki okumamda bu dizelerin altını çizmişim. Destanın özü olarak gördüğümden sanırım. #homeros #ilyada #çeviri #azraerhat #akadir #canyayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri #zeus #poseidon #kronos #akhilleus https://www.instagram.com/p/BrlUoXclRM8/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1nc6865semxzu
8 notes · View notes
uzunburakefendi · 6 years ago
Photo
Tumblr media
. "Yapraklar gibidir insan soyu. Bir yandan rüzgâ bakarsın onları döker yere, bir yandan bakarsın bahar gelir, yenilerini yetiştirir, yeşertir orman, böylece soyların biri göçer, biri doğar." syf.176 Son zamanlarda o kadar çok andım ki, şöyle bir daha elime alayım, bitirmesem de olur deyip okumaya başladım. İki gündür bırakamadım. #homeros #ilyada #çeviri #azraerhat #akadir #canyayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri https://www.instagram.com/p/BriuW_ZlhWK/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1wyihmw3qqg4m
15 notes · View notes