#Yannis Ritsos Şiirleri
Explore tagged Tumblr posts
edebiyatsoylesileri · 2 years ago
Text
Yannis Ritsos / Özgürlük ancak tüm insanlığı severek, barış ve huzurla sağlanabilir
Tumblr media
Ömrü, barış ve özgürlük için mücadele, tutukluluk ve sürgünle geçti. Yazıt adlı kitabı Zeus tapınağında törenle yakıldı. Yunan ozan, 1984 yılında, Mehmet Ünal'ın sorularını yanıtlamıştı.
Paros Adası. Kikiladen adalarının tüm özelliklerini üzerinde taşıyor. Gemi iskeleye yanaşırken gördüğümüz bu bembeyaz adaya daha bakar bakmaz hayran kalıyoruz. Bir dinlendirici ışık saçıyor ada. Kikiladen adaları.... Işığın adaları olarak tanımlanıyor, okuduğumuz kitaplarda. Gerçekten de öyle.
Günler geçiyor. Adaya alıştıkça dostlarımızın yanısıra, yerli halkı da tanımaya başlıyoruz. Elimdeki sözlükçük ile derdimi Yunanca anlatmaya çalıştığımı görenler şaşırarak nereli olduğumu soruyorlar. (Ada halkı derdini kendi dilinde anlatmak isteyen ziyaretçiye rastlamamış herhalde.) Söylüyorum. Şaşırıyorlar. Tekrarlıyorum. Sarılıyorlar. Bağırlarına basıyorlar beni. Sonra? Sonra her sabah görüştüğümüzde: "Yasu Fili!" (Merhaba Dost!)
İşte bu arkadaşlarımızdan biri de Juli. Kendisi sanatçı. Geleneksel el işlemesine, kendisi de katkıda bulunarak, konulu, duvara asılabilecek resimler işliyor.
Bulunduğumuz körfezin tek lokantasında oturuyoruz. Ay dolunay biçimini almış, tepemizdeki kamışlardan yapılmış güneşliğin arasından dinlendirici ışık saçıyor. Uzo içiyoruz, anlaştığımız konuların çokluğu, yeni tanışmamızın heyecanı. Sürekli birbirimize birşeyler anlatmak için yarış eder gibiyiz. Birbirimizin sözünü yarıda kesmek durumunda kaldığımızda, ne o sinirleniyor ne de ben.
Bu gibi dostça karşılaşmalar benim için Federal Almanya'daki Alman dostlara bir yanıt niteliğinde. Her yıl Yunanistan'a gideceğimi söylediğimde onlar şaka mı, ciddi mi olduğunu anlayamadığım bir tek soru sorarlar: "Korkmuyor musun?" Önceleri bu soruyu ciddiye alarak, kafalarındaki yanlış bilgileri düzeltmek amacı ile yanıtlamaya çalışırım. Artık gerek duymamaya başladım. Her Yunanistan gezisinden geri döndüğümde gelecek yılı hasretle bekler oldum. Her yıl eski dostluklar pekişiyor; yeni dostlar ediniyorum.
Ritsos ile görüşmek ister misin?
İşte Juli de bu dostlarımdan bir tanesi. Komşu ülkeden olduğumu öğrenince, hemen Nazım Hikmet'i anımsadı. Bildiği şiirleri bana İngilizce aktarmaya çalıştı. Ben de. Çevirimiz mutlaka çok kötüydü. Ancak önemli olan bizim birbirimizi anlamamızdı, Ritsos'u anıyorum. Türkçe dilinde ve Almanca dilinde okuduğum şiirlerin başlıklarını sayıyorum. Çok seviniyor. Hemen sözümü keserek:
- "Bak Memet, sen fotoğrafçısın. Ritsos ile görüşüp, fotoğraflarını çekmek ister misin?"Bende bir sevinç. Yutkunma. Neredeyse gözlerim yaşaracak. Kendimden iki kuşak yaşlı bir büyük sanatçının fotoğraflarını çekebilmek yerküremizde kaç kişiye nasip olur ki?
Juli daha sonra Ritsos ile ailece görüştüklerini, annesi ile Ritsos'un birlikte tiyatro yaptıklarını, görüşmemin hiç de zor olmayacağını anlatıyor. Adadan Atina'ya annesine telefon ediyor hemen. Yarım saat sonra Atina'dan adaya telefon geliyor. Juli telefonda söylenenleri bana acele çeviriyor: Ritsos ile pazar gününe kadar görüşebilme olanağı olduğunu, daha sonra Paris'e gitmesi gerektiğini söylüyor.
5 Eylül, Çarşamba. Adadan Atina'ya giden son gemiye biniyorum. Heyecanım hâlâ geçmedi. Ritsos'a neler soracağım. Nasıl davranmalıyım? Keşke başka gömlek pantolon mu giyseydim? gibisinden binbir türlü karışık duygular... Daha sonra soruların dışında düşündüklerimin gereksiz olduğunu kavrıyorum.
İki gün önce en iyi arkadaşı, büyük tiyatro adamı Katrakis ölmüştü. Aynı yaştaydılar. Birlikte sürgün yemişlerdi. Ritsos'un içinde bulunduğu bu durumu göz önüne alarak, sorular hazırlamalıydım.
Ve gemi demir atıyor
6 Eylül '84, Perşembe günü. Saat 6.30. Gemi demir atıyor. Tayfalar büyük bir el çabukluğu ile halatları iskeleye atıyor, gemiyi sağlamcana iskeleye bağlıyorlar.
Juli annesine gemiden iner inmez telefon etmemi söylemişti. Onun tavsiyesini tutarak telefon ettim. Bayan Damvergi benim erken telefon ettiğim için özürlerimi kabul etmiyor: "Zararı yok. İyi yaptın." Hemen gelmemi söylüyor; 8.30'da buluşmaya karar veriyoruz.
Tam saatinde orada oluyoruz. Asansörün kapısı önünde karşılıyor beni bayan Damvergi. Oturma odasına giriyoruz. Büyük bir fincan ile orta şekerli bir kahve yapıyor hemen. Kendisine daha fazla eziyet etmek istemediğimi belirttiğimde, "sen de aynı şeyleri yapardın" diyerek beni susturuyor.
Ritsos'a telefon ediyor. Bir saat sonra gelebileceğimizi öğreniyorum. Heyecanım son haddinde. Hazırlamış olduğum soruları asgariye indirmemin gerektiğini anlıyorum.
Bayan Damvergi artık hem şoförüm, hem de çevirmenim. İyi Almanca bilmesine karşın, benimle bu dili konuşmuyor. Naziler, İkinci Dünya Savaşı'nda babasını ve kocasını öldürmüşler. Dili öğrenmiş olduğuna bile pişman. Anlaşma dilimiz İngilizce.
On beş dakika sonra Ritsos'un oturmuş olduğu apartmanın önündeyiz. Sokakta pazar kurulmuş. Bir demet her renkten karanfil alıyoruz.
Evi bir müze gibi; kitaplar, tablolar, taşlar, heykelcikler
Ritsos apartmanın en üst katında oturuyor. Asansör ile çıkıyoruz. Ritsos kapıyı açıyor. Evde yalnız. Hanımı ve kızı adadalar. Önce Bayan Damvergi'ye sonra bana sarılıyor, yanaklarımdan bir baba, bir dost sıcaklığı ile kucaklıyor, öpüyor beni.
Evi bir müze niteliğinde. Kitaplar, tablolar, taşlar, heykelcikler... Kendisi de bu müzenin hem sahibi, hem de bu müzenin önemli bir parçası.
Oturmamız için yer gösteriyor. Ben sürekli Ritsos'u izliyorum. Telefonu sürekli çalıyor. Telefonlarda arkadaşlarının sıhhati hakkında sorular sorduklarını anlatıyor Bayan Damvergi daha sonra. Ben hâlâ Ritsos'u seyrediyorum. Fotoğraf çekmeyi bile unutmuşum. Bayan Damvergi'nin uyarısı ile aygıtımı elime alıyorum.
Ritsos beni tanımak istiyor. Anlatıyorum. Fotoğrafçılık yaptığımı, çeşitli dergi ve gazetelere, özellikle Federal Almanya'daki göçmen işçiler üzerine yaptığım sergileri, yazıları anlatıyorum. Seviniyor. Daha da anlatmamı istiyor. Sonra:
- "Bu çok ilginç. Yaptığın iş hem mesleki hem uğraş olarak, hem de toplumsal işlevi açısından çok önemli" diyor. Ve sürdürüyor konuşmasını:-
 "Gerek Türkiye'den gerekse diğer ülkelerden Federal Almanya'ya göçenlerin, oturma ve çalışma koşulları fotoğraf, edebiyat, sinema, TV, tiyatro yoluyla belgelenmeli."
Türkiye'de Nazım Hikmet gibi çok değerli insanlar yetişti
Konuşmamız Türkiye üzerine dönüşüyor. Türkiye'de son yayınlanan kitaplarını gösteriyor bana. Bir dergide Nazım Hikmet'in şiirleri üzerine yazdığı yazıyı gösteriyor. Hepsini okuduğumu, kendisinin şiirlerini artık Almanca dilinde de okuyabildiğimi söyleyince, gülümsüyor; seviniyor. İngilizce konuşmama karşın beni anlamış olduğuna hayret ettiğimde, sürgünde bu dili okuyarak ve yazarak öğrendiğini bu nedenle anladığını ancak konuşamadığını anlatıyor. Benim kendisi ile anlaşabileceğim bir dili konuşmadığım için hayıflanıyor. Bayan Damvergi "hadi artık sorularını sor" gibisinden işaretler yapıyor. Bense kendisini iyi tanıyan bu hanımın tüm dediklerini yapıyorum. Ve hemen sorularımı sormaya başlıyorum:
Yunan ve Türk halklarının dostluğu hakkında birkaç cümle söyler misiniz?
- Hem tarihi değeri olan hem de Yunanistan'ı çok derinden ilgilendiren bir konu. Ne salt Türkiye'nin ne de Yunanistan'ın isteğine bağlı. İşler başkalarının elinde. Küçük halkların (gerek nüfus gerekse haritada kapladıkları yüzölçümü küçük olan) ancak tarihsel, düşünsel ve kültürel alanda güçlü olan halkların kaderini başkaları çiziyor. Onun için gerçekten Türkiye'de, Yunanlılara kin beslendiğine inanmıyorum. Bu düşmanlık duygularını, üçüncüler, çıkarları nedeniyle yaratıyor ve körüklüyor. Açıkçası; büyük devletlerin çıkarları ve bugün hepimizin bildiği gibi, Amerika'nın çıkarları için yaratılıyor. Böylelikle, tüm bu toprakları başka halklara saldırıda ileri karakol olarak kullanmak amacını taşıyor. Gerek Ortadoğu'daki halklara karşı, Araplara, petrol ve yeraltı zenginlikleri olan ülkelere karşı kullanmak için.
Ben şahsen şimdiye dek tanıdığım Türklerden en iyi izlenimlerle doluyum. Unutmamalıyız ki, Türkiye'nin de kültürel geçmişi çok zengindir. Çağdaş Türkiye'de büyük ve saygıdeğer insanlar yetişti. Örneğin; çok sevgili ve değerli dostum Nazım Hikmet bunlardan biridir..."
Özgürlük hep birinci durumda
Sözlerinin burasında gözleri doldu Ritsos'un. Dokunsan ağlayacak. Onun bu durumunu bozmak istemeyen bir tavırla seyrediyordum. Bir sigara yaktıktan sonra, bana bakmaya başladığında, artık diğer sorumu da sormamın gerektiğini anladım. 1 Mayıs 1984'de, 75 yaşına giren Ritsos, hâlâ dimdik. Bir dağ gibi heybetli karşımda oturuyor. Ve yaşının izlenimlerini üzerinde taşımıyor. İçinde bulunduğu üzüntülü durumu sezdirmemek isteyen bir tavrı var. Aynı şiirlerindeki gibi.
Bir şiirinizde, "Ölümdür hep ikinci durumda olan / Özgürlük hep birinci durumda" demiştiniz. Çok zor durumlarda kalmanıza karşın, her gün yeni güzel şiirler yazdınız. Dünyamıza daha aydınlık bakabilmesini başardınız. Kendinizi yenilediniz. Biz genç sanatçılar için bunun sırrını açıklar mısınız?
- Sanırım yaşamın kendisi; ruhi, düşünsel ve duygusal mekanizması ile ve insanlık tarihini tüm geçmişi ile, yaşamın sürekliliğini ve niteliksel gelişmesi için, harekete geçmemizi bize dayatıyor. Bunun sağlanması için tek ve temel şart tüm insanlığın gerekliliğini duyduğu, vazgeçilmez gereksinimi olan özgürlüktür. Bu özgürlük, ne keliminin ulusal anlamı ile sınırlı, ne de yalnız teorik bir anlam. Biyolojik ve bedensel gereklilikten doğan özgürlüktür. Ve ancak tüm insanlığı severek, barış ve huzurla sağlanabilir.
Özgürlüğün temel şartı barıştır. İnsan mutluluğunun temeli ise özgürlüktür. Tek tek insanlar arasında varolan kardeşlik ve sevgi bağları ile, her ülkenin ve ülkelerin birbirleri ile karşılıklı sevgi ve dostluk bağlarının tümü, insanlığın mutluluğunu yaratır. Ve bu öylesine bir gereksinimdir ki, bunu benim önermem gerekmeyebilir. Çünkü her insan kendi içinde bunun gereksinimini hissediyordur. Ve tek tek insanların gereksinimi tüm insanlığın gereksinimidir. Bu gerçekten hareket ederek, ben eserlerimde bu istemi dile getiriyorum. Eğer eserlerim seviliyorsa, senin de isteminin tümümüzün istemini yansıttığı içindir. Bir gün birbirimizin ellerini sıkıp, birbirimize bir 'merhaba' diyebilmek içindir. Birbirimizin kuyusunu kazmak için değil! 1984, sürgündeki ilk yıl şiirimde şöyle demiştim: "Ve şimdi ne ben senden üstün olmalıyım, / ne de sen benden üstün olmalısın. / Her birimiz kendimizi aşmalıyız!"
İşte o zaman gerçek insan oluyoruz. İşte o zaman gerçek tarih yazılıyor. Gerçek uygarlık beliriyor. Gerçek şiir oluşuyor. Ve işte bu gerçekleri yaşamış, bunun bilincine varmış ve bunun gerçekleşmesi için savaşım veren her insan, Türk, Alman, Yunan, İtalyan, İngiliz hangi ülkeden olursa olsun, işte o tüm insanlığın kardeşidir. Örneğin bugün Homeros'u okurken 3000 yıllarından gelen ve günümüz insanlığı ile kardeş olan birisi ile karşılaşıyoruz. Ve şöyle diyoruz: İşte bir yol arkadaşımız daha. Şair ve gerçek insan. Aynı bizler gibi özgürlük istemi ile dolu. 3000 yıl boyunca yaşıyor. Ve eğer bir nükleer savaştan kurtulursak, yalnız 3000 ya da 5000 yıl değil, sonsuza dek yaşayacak. Böylelikle her insanın özlemini başarmış olacak. Çünkü, ancak yılmadan, yorulmadan çalışarak, insanlığa eser bırakmakla, sonsuza dek kalıcılık gerçekleşir..."
Aragon ve Nazım Hikmet ile çekilmiş fotoğraflar
Konuşmamızın soru - yanıt bölümü burada bitiyor. Fotoğraf çekmem için odasının çeşitli bölümlerinde duruyor. Aygıtımın ona verdiği rahatsız durumu hissetmeme karşın, dileğim bir poz daha fazla çekim yapabilmek. Terasa çıkıyor. Çekimi sürdürüyoruz. Bitirdiğimizde, şimdiye değin yayınlanmış ve yayınlanmamış fotoğraflarını gösteriyor bana; Aragon ile, Nazım Hikmet ile...Ritsos geldiğimizde çalışıyordu. Masasının üstünde o güzel el yazısı ile başlamış olduğu bir yazıyı bitirmesi gerekiyordu. Artık ayrılık zamanı gelmişti. Tekrar görüşmek dileği ile ayrılıyoruz.Adaya geri dönene dek Ritsos'un bana anlattıklarını Türkçe dilinde duymak istiyorum. Bu işi bana ancak değerli dostum Sula yapabilir. Üç gün büyük bir özveri ve özenle çeviriyor Sula. Birlikte okuyoruz. Beğenimizi anlatmak için sözler bulamıyoruz. Ama bakışmalarımız ile her şeyi anlar gibiyiz.
Ayrılıp gelip dayatıyor. Vedalaşma, "Yasu fili!" Gelecek seneye... Gelecek senelere.
(Mehmet Ünal / Kasım 1984 / Bilim ve Sanat dergisi)
Linkler
Yannis Ritsos-Nazım Hikmet / Sınırsız şiir hakkında söyleşi
1 note · View note
yurekbali · 5 years ago
Text
Tumblr media
“Nâzım Hikmet” anısına... (15 Ocak 1902 - 3 Haziran 1963) “Selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına, bedava ekmek ve bedava karanfil adına, mutlu emeklerle mutlu dinlenmeler adına, “Yârin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” diyebilmek adına, evlerin yurtların dünyaların ve kosmosun kardeşliği adına.” - Nâzım Hikmet, Kosmosun Kardeşliği Adına * * * Bizler Nâzım Hikmet’in şiirlerinde memleketi tanıdık... Bolu’nun Abant gölünde yüzen alabalıklarını, Çukurova’nın pamuğunu, Erzurum’un yaylasını, Ankara ovasının keçilerini, Giresun’un yağlı ağır fındığını, Amasya’nın mis gibi kokan elmasını, Gülhane parkındaki ceviz ağacını, âşık olduğu İstanbul’u... Bizler Nâzım Hikmet’in şiirlerinde insanları tanıdık... Şeyh Bedrettin’i, Pir Sultan’ı, Kerem’i, Aslı’yı, Bayburtlu Zihni’yi, Orhan Kemal’i, Laz İsmail’i, kamyon şoförü Ahmet’i, ırgat Süleyman’ı, köylü Hatçe kadını, mahpustaki Peder’i, ceviz ağacından düşüp topal olan Yusuf’u, fotoğraflarda büyüyen Memet’ini, fedakâr kadın Piraye’yi, Münevver’i, beli karıncadan ince belli Vera’yı, ressam Celile hanımı... Bizler Nâzım Hikmet’in şiirlerinde; inci dişli şarkıcı Robson’u, büyük şair Pablo Neruda’yı, onuruyla ölen gencecik Tanya’yı, Polonya’yı, Berlin’i, Çekoslovakya’yı, Varna’yı, Dünya’yı tanıdık... Bizler Nâzım Hikmet’in şiirlerinde; memleketimizin hapishanelerini tanıdık... Bizler ki Nâzım Hikmet’in şiirlerinde; yaşamış olmak için yaşamayı değil, anlamlı, onurlu yaşanılması gerektiğini ve bunun için mücadele edilmesini öğrendik... “Nâzım; sen bizi öyle sevdin, biz seni öyle sevdik ki küçük adınla çağırır herkes seni, herkes sen der sana; Fransa’da, Rusya’da, Yunanistan’da... Aragon’da Nâzım, Neruda’da Nâzım, özgürlük ki adlarından biridir senin, o senin en güzel adın... Merhaba Nâzım!” (Yannis Ritsos) Nâzım Hikmet büyük insanlığın şairidir, bir dünya şarkısıdır Nâzım Hikmet... Ölüm yıl dönümünde Mavi Gözlü Dev’in anısına alkışlarla... * * * Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatırlamak seni: bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, güneşli bir rahatlık ve etin daveti: kıpkızıl çizgilerle bölünmüş sıcak koyu bir karanlık... Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek: filanca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya... Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine: bir çekmece bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetin sütbeyaz maviliğine sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... - Nâzım Hikmet, Piraye İçin Yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri (Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni) * * * - Görsel: Harun Elibol (Nâzım Hikmet)
23 notes · View notes
etpoetica · 6 years ago
Text
Kararmış Çömlek, Yannis Ritsos
Kararmış Çömlek, Yannis Ritsos
Tumblr media
KARARMIŞ ÇÖMLEK
Çok uzaktı geldiğimiz yol. Kardeşim, çok uzak. Ağırdı, çok ağırdı bileklerde kelepçeler. Akşamları sallayıp başını «vakit geçti» deyince küçük lamba dünyanın tarihini okuyorduk belirsiz isimlerde mapusane duvarlarına tırnakla kazınmış tarihlerde ölümü beklemiş insanların çocuksu çiziklerinde – bir yürek, bir yay, zamanı gerçekten yaran bir yelkenli – bizim bitireceğimiz…
View On WordPress
0 notes
ergundiken · 8 years ago
Photo
Tumblr media
{Samanlık seyran da olur, saç da. Önemli olan aşk, gerisi teferruat!}
“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil Ne de ak örtüde elmaların Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini"
Nâzım Hikmet Ran, son aşkı Vera ve kadim dostu Abidin Dino ile Paris'te bir otel odasında mutluluğunun şiirini yazarken bir de resmi olsun istemiş. Şiir sevmeyen marjinalleri de düşünmüş bi’ nevi. Akıllı telefonlarıyla “ben şiir sevmiyom yea” diyenlerin ataları uyurken, çok zor şartlarda mum ışığında yazmış bu satırları. Mum ışığı olmasa da hâlâ gece yarısı yazı yazanlar var. ANLAYANA!!!
“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”
Bu aslında bir sorudan ziyade bir çağrı, bir cevap, adeta bir yol gösterme. ‘Beni çiz Abidin, en çok beni çizeceksin, saksı değilim ben!’ haykırışı belki de. “İşin kolayına kaçmadan ama,” derken kendisinden bahsediyor. Mühim ve zor çünkü onu çizmek, onu görebilmek, onu duyabilmek ve onunla aynı yöne bakabilmek.
Ve Nâzım Hikmet, Vera'ya olan aşkını kaleme aldığı Saman Sarısı şiirinde yıllar sonra bile unutulmayacak, şiiri baştan sona okumayanların bile (yazar burada utanmadan kendinden bahsediyor) en az yüzlerce kere duyduğu -soru içinde cevap, cevap içinde soru- olarak hayatımızdaki yerini alacaktı. Yin-Yang felsefesi gibi… Vefakat bu soru-cevap maalesef sadece soru olarak algılanacak, 052 menşei kodlu niteliksiz espriler üretilecek, bu esprilere akıllı kimseler gülmediği için nice ilişkiler başlamadan –hakettiği gibi- bitecekti. Yerli yersiz espri yaparken, Abidin mutluluğun resmini de çizmişti, şiirini de çoktan yazmıştı. Görmeyi ve duymayı bilenlere tabi.
….Ve dolaşsaydık Türkiye’yi bir baştan bir başa. Yattığımız yerler müze olmuş, Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nâzım, Yapardım mutluluğun resmini Buna da ne tuval yeterdi; ne boya…
Abidin Dino
Nâzım Hikmet âşkların, aşıkların öncüsüydü. Vatana, vatana duyduğu hasrete, sürgüne, Nüzhet'e, Lena'ya ve bittabi Piraye'ye… Münevver'e, hiç şiir yazmadığı Galina'ya ve Saman Sarısı şiirini yazdığı son aşkı Vera'ya… Sevmenin sanatı, aşkın en büyük kanıtı gibiydi. ‘’Kariyer de yaparım çocuk da!’’ diyen yeni nesil kadınlara yetişmemesi onun en büyük şansıydı. Miğfer ile omuz arasında sadece boşluk taşıyan insanların bol olduğu, savaşmanın sevişmeye yeğlendiği şu dünyada, ne savaşın ne de kariyerin peşinden koştu o. Aşkının peşinde koşan, aşkın da onu kovaladığı bir adamdı. Şimdi düşünüyorum da ne kadar benziyoruz birbirimize. Ben de aşkı ve sevişmeyi, savaşmaya yeğliyorum.Beni de çok kovalıyor aşk, arada kalıyorum hep. Eksiğim çok ama. Çünkü ne şairim ne de resim çizen ressam dostum var benim. Olsaydı eğer sorum hazırdı: “Bana mutsuzluğun capsini çizer misin Abidin?”
kolları kollarında gamalı haç işaretleri elleri ellerinde otomatikleri vardı omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
O zamandan bu zamana değişmeyen neler var diye düşünüyorum. İki madde takılıyor zihnime. Birincisi savaşmak isteyen insanların bolluğu. İkincisi ise kadınların vurdumduymazlığı. Bu şiir yazıldığında Vera tatlı rüyalar görüyor misal. İki dedim de üçmüş aslında. Yine biz erkeklerin değişmeyen makus talihi. En az bir kadın konuşuluyor yine. Onun için çabalıyor, şiir yazıyor… Nâzım Hikmet de olsa insan insandır diyesi geliyor insanın. Ayrılığın hüznünü de, korkusunu da, aşkın büyüsünü de öyle güzel ve öyle uzun anlatmış ki bu şiirde, kolaya kaçmamış hiç. Yazmış da yazmış. Okurken şiiri “Ah ulan vicdansız Vera, ustayı çok üzmüşsün ama yaşamının son deminde bu şiiri de yazdırmışsın hani,” diyorum. O zamanın ve şimdinin kadınları nasıl da kıskanmışlardır kim bilir! Ben bir yandan kıskanıyor bir yandan da kızıyorum ustaya çıtayı böyle yukarı çıkardığı için. Dünyanın en güzel sözünü de söylesen “Ama Nâzım Hikmet kaç sayfa şiir yazmış aşkı için, sen neden yazmıyorsun?’’ diyecek kadınlarımız var. Heyhat! Ve dördüncü madde de bir güneş gibi batıyor gözümün önünde. İşin aslı değişmeyen anayasa maddelerinden birisidir o da; aşkı her zaman erkekler yapıyor, kadınlar yaşıyor. Bu durum hiç değişmiyor. Çünkü kadınlarımız bence bunu hakediyor.
sevdim seveceği bütün kadınları yazdım yazacağı bütün şiirleri yattım yatacağı bütün hapislerde geçtim geçeceği bütün şehirlerden hastalandım bütün hastalıklarıyla bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri bütün yitireceklerini yitirdim saçları saman sarısı kirpikleri mavi kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman görmedim
Şiir sevmeyen insanları anlıyorum, çünkü ben rakı sevmeyen insanları da anlayabiliyorum. Neticede herkes güzel olan her şeyi sevmek zorunda değil. Lakin şiir sevmeyenlerin bile sevdiği şiirlerin olduğunu biliyorum. Şiir sevilmeli mi, gerekli mi sorusunu sorduğumda kendime nedense herhangi bir cevap bulamıyorum. Ama hayatın bir tarafında hüzün, bir tarafında mutluluk vardır onu da biliyorum ve insan; dertten sıkıntıdan yaratılmış bir canlıdır, uzun süre mutlu kalması doğasına aykırıdır. Şiir; hüzün kısmını besleyen, insan ruhunu dengeleyen ve kendisine dönmesini sağlayan Alternatif Tıp'ın da kabul ettiği bir ilaçtır. Bizler, şiirseviciler olarak her zaman mutsuzluğu arayan ve her zaman bulan ve bu ilacı almaktan asla bıkmayanlar olarak mutsuzluğumuzla -şiirlerimizle- mutlu oluyoruz. Peki ya şiir sevmeyenler; onlar nasıl alıyorlar hüzün denen ilacı? Durun, açıklıyorum. Şimdi şöyle oluyor: Aşk acısı, herkes gibi marjinalleri de vuruyor ve onlar hüznü, şiirlerin bestelendiği şarkılardan / türkülerden alkol eşliğinde dolaylı yolla alıyorlar. Ne zaman? Sevgililerinden ayrıldıklarında, sevdiklerine ulaşamadıklarında alıyorlar, hem de yüksek dozda alıyorlar. Hattâ bazen öyle alıyorlar ki şiirlerin bazı mısralarını (nakaratlarını) geceden sabaha karaoke ediyorlar. Onlar ve sizler dahil herkesi bu durumla yüzleştirmek boynumun borcuydu, an itibari ile ödemiş bulundum. Borçlu kalmayı sevmem, çünkü gönül adamıyım.
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi aklından geçenlerdeydi ayrılık benden gizlediklerinde gizlemediklerinde ayrılık rahatlığındaydı senin senin güvenindeydi bana büyük korkundaydı ayrılık birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın
Şiir de hayat gibi, okyanus gibi; akışkan ve birbirine mutlak bağlı. Dokunduğunuzda o dokuya bir yerden, dünyanın diğer ucundan bile hissediliyor. Ben öyle hissediyorum en azından. Peki ya şiir olmasaydı ne olurdu? Ne eksilirdi hayatımızda? Şarkılar olmazdı hep birlikte eşlik ettiğimiz… Romandan şarkı olmaz çünkü. Âşık olduklarımıza alıntı yapamazdık misal, “Seni düşünmek güzel şey” şiirini yazıp çantasına atamazdık ilkokulda. En umutsuz olduğumuz anda yardımımıza koşan “Güzel günler göreceğiz çocuklar” şiiri de şarkısı da olmazdı mesela. Nâzım Hikmet Ran’ın Küba'sını bilmezdik. Yannis Ritsos kimdi duymazdık. Kasvetten geberirdik de sesimiz çıkmazdı, nefesi bile zor alırdık bu siyasîlerin karanlık dünyasının gölgesinde. Romanlarla, masallarla kendimizi avuturduk ama hikâyemiz hep eksik kalırdı. Şimdi de tam değiliz belki ama şiirsiz daha bi’ eksik kalırdık işte. Ağaçsız orman, çatısız ev gibi, anne-babasız çocuk gibi, rakısız hayat gibi işte yahu. Olmazdı işte. Varlığını bildiğin, yaşadığın bir şeyin yokluğunu tahayyül etmek, o olmasaydı ne olurdu diye düşünmek; olmayan bir şeyi tahayyül etmekten daha zor. Demem o ki; Nâzım Hikmet Ran, Yannis Ritsos, Can Yücel, Turgut Uyar ve niceleri… Olmasaydınız, olmazdık! ∞ 1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat yazık yazık Havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin bir el gördüm Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm
Hülâsa: Şiir sevilmez mi ayol!
iki şey var ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
1 note · View note
besinhaberajansi · 6 years ago
Text
Yannis Ritsos Şiirleri: “Zaman –dedi– armağan vermez kimseye”
http://dlvr.it/Qn3B70
0 notes
guncelpdfindir-blog · 7 years ago
Text
Parantezlerdeki Ritsos
Parantezlerdeki Ritsos Parantezlerdeki RitsosYaşayan Yunan ozanlarının belki de en önemlisi olan Yannis Ritsos, trajik bir yaşam duygusunun dramatik ve simgesel anlatımında Kavafis, Sikelianos ve Seferis gibi seçkin öncülerin izinden gitmektedir. Ritsos’un bu kitapta yer alan üç bölümlük şiirleri – Parantezler, (1946-47), Parantezler, (1950-61) ve Uzak, (1975) – otuz yıllık bir şiir serüvenini ve ozanın olgunluk döneminin değişik anlarındaki çok ince algılarını birleştiren gelişmiş bir duyarlığı yansıtıyor.Şiirlere yazdığı giriş yazısında ve kitabın adını açıklarken Edmund Keeley* şöyle diyor: “İki parantez işareti, bir uzaklıktan birbirlerine bakan bükülmüş eller gibidir; bir araya gelmek, yalıtılmış varlıklar arasında insan ilişkilerinin yeniden yaratılmasına yardım edebilecek bir buluşmayı gerçekleştirmek için çırpınan eller gibi..Ama, ellerin arasındaki uçurumu kapamaya yönelik apaçık jestlerin var olmasına karşın, jestlerin kaçınılmaz bir biçimde başarısız kaldığı ve hiçbir zaman gerçekleşmediği görülüyor.”Ritsos’un ozansı bakışının gelişimi açısından, parantezler arasındaki uzaklık, ilk iki bölümün her birinde, son bölüme oranla daha kısadır. Son bölümde mesafe hemen hemen sonsuzdur. Ne var ki, Ritsos’un süssüz ve yalın da olsa güçlü bir biçimde çağırıcı olan görüntüsü, ozanın büyüklüğünün en son işareti olan stilistik bir saflığı koyuyor ortaya.
Parantezlerdeki Ritsos
0 notes
pdfindiroku-blog · 7 years ago
Text
Parantezlerdeki Ritsos PDF
Parantezlerdeki Ritsos PDF
Parantezlerdeki Ritsos Parantezlerdeki RitsosYaşayan Yunan ozanlarının belki de en önemlisi olan Yannis Ritsos, trajik bir yaşam duygusunun dramatik ve simgesel anlatımında Kavafis, Sikelianos ve Seferis gibi seçkin öncülerin izinden gitmektedir. Ritsos’un bu kitapta yer alan üç bölümlük şiirleri – Parantezler, (1946-47), Parantezler, (1950-61) ve Uzak, (1975) – otuz yıllık bir şiir serüvenini ve ozanın olgunluk döneminin değişik anlarındaki çok ince algılarını birleştiren gelişmiş bir duyarlığı yansıtıyor.Şiirlere yazdığı giriş yazısında ve kitabın adını açıklarken Edmund Keeley* şöyle diyor: “İki parantez işareti, bir uzaklıktan birbirlerine bakan bükülmüş eller gibidir; bir araya gelmek, yalıtılmış varlıklar arasında insan ilişkilerinin yeniden yaratılmasına yardım edebilecek bir buluşmayı gerçekleştirmek için çırpınan eller gibi..Ama, ellerin arasındaki uçurumu kapamaya yönelik apaçık jestlerin var olmasına karşın, jestlerin kaçınılmaz bir biçimde başarısız kaldığı ve hiçbir zaman gerçekleşmediği görülüyor.”Ritsos’un ozansı bakışının gelişimi açısından, parantezler arasındaki uzaklık, ilk iki bölümün her birinde, son bölüme oranla daha kısadır. Son bölümde mesafe hemen hemen sonsuzdur. Ne var ki, Ritsos’un süssüz ve yalın da olsa güçlü bir biçimde çağırıcı olan görüntüsü, ozanın büyüklüğünün en son işareti olan stilistik bir saflığı koyuyor ortaya.
Parantezlerdeki Ritsos PDF
0 notes
ebookindiroku-blog · 7 years ago
Text
Parantezlerdeki Ritsos Ebook
Parantezlerdeki Ritsos Parantezlerdeki RitsosYaşayan Yunan ozanlarının belki de en önemlisi olan Yannis Ritsos, trajik bir yaşam duygusunun dramatik ve simgesel anlatımında Kavafis, Sikelianos ve Seferis gibi seçkin öncülerin izinden gitmektedir. Ritsos’un bu kitapta yer alan üç bölümlük şiirleri – Parantezler, (1946-47), Parantezler, (1950-61) ve Uzak, (1975) – otuz yıllık bir şiir serüvenini ve ozanın olgunluk döneminin değişik anlarındaki çok ince algılarını birleştiren gelişmiş bir duyarlığı yansıtıyor.Şiirlere yazdığı giriş yazısında ve kitabın adını açıklarken Edmund Keeley* şöyle diyor: “İki parantez işareti, bir uzaklıktan birbirlerine bakan bükülmüş eller gibidir; bir araya gelmek, yalıtılmış varlıklar arasında insan ilişkilerinin yeniden yaratılmasına yardım edebilecek bir buluşmayı gerçekleştirmek için çırpınan eller gibi..Ama, ellerin arasındaki uçurumu kapamaya yönelik apaçık jestlerin var olmas��na karşın, jestlerin kaçınılmaz bir biçimde başarısız kaldığı ve hiçbir zaman gerçekleşmediği görülüyor.”Ritsos’un ozansı bakışının gelişimi açısından, parantezler arasındaki uzaklık, ilk iki bölümün her birinde, son bölüme oranla daha kısadır. Son bölümde mesafe hemen hemen sonsuzdur. Ne var ki, Ritsos’un süssüz ve yalın da olsa güçlü bir biçimde çağırıcı olan görüntüsü, ozanın büyüklüğünün en son işareti olan stilistik bir saflığı koyuyor ortaya.
Parantezlerdeki Ritsos Ebook
0 notes
yorgunherakles · 4 years ago
Quote
kırık taşlar bulmak isterdim kollarında; kırık taşlar, herakleitos'tan parçalar.
odisseus elitis - the monogram
10 notes · View notes
yorgunherakles · 4 years ago
Quote
elini koyduğun zaman dizime, omuzuma ya da belime duruşunu değiştirirdi dünya.
ritsos - the last poems
27 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 4 years ago
Text
Konstantinos Kavafis / Konuşma dili ile yazı dilini evlendirmeye çalıştım ve bütün deneyimlerimden, şiirsel içgüdümden destek aldım
Tumblr media
Yaptıklarıma, söylediklerime bakıp tanımaya kalkışmasınlar beni. Engeller vardı yaşamımı ve eylemlerimi dönüştüren. Engeller vardı, beni durduran, ne zaman konuşmaya kalkışsam. Ancak belli belirsiz davranışlarda ve en örtülü yazılarımda yalnızca bunlarda anlayabilirler beni. Ama gereksiz de olabilir, beni anlamak için katlanılan bunca sıkıntı, bunca çaba. Gelecekte -daha kusursuz bir toplumda- benim gibi yaratılmış biri hiç kuşkusuz ortaya çıkacaktır ve özgürce yaşayacaktır.
Benim için çok önemlidir zaman ve mekân. Kendime ve başkalarına (yazılı ya da sözlü) sık sık sorduğum iki soru vardır Ne zaman, nerede? Kendimi ve "nesne"mi bir zaman ve mekâna yerleştirdim mi gerisi kolay, hemen düşünce ve duygu iletişimi başlar. Konumuz Kavafis olduğuna göre, hemen şu kaçınılmaz soruyu soralım: Konstantinos Kavafis ile, ne zaman ve nerede? Elbette İskenderiye'de, Antiohya'da (Antakya), Edessa'da (Urfa) ya da Magnesia'da (Manisa) değil. Ortadoğu ve Küçük Asya'nın küçük Greko-Makedon krallıklarında da değil. Sevgili ve dünyalar güzeli İoanna Kuçuradi ile A. Turan Oflazoğlu'nun, Türk Dili dergisinin Haziran 1962 sayısında yayınlanan ortak çevirilerinde ve gene o günlerde okumaya başladığım, Lawrence Durrell'ın İskenderiye Dörtlüsü'nde (Justine, Balthazar, Mountolive, Clea). Ama "Yabanlar"ı 10.9-1961 günü Sandıklı'nın berbat bir otel odasında yazdığıma göre "İhtiyar"ın Barbarları Beklerken'ini daha önceden okumuş olmalıyım. (Bir ifşaat!) Demek ki "İskenderiyeli" ile ilk ilişki 1961 yılında. "Barbarlan Beklerken"in ilk çevirisini yoksa Nermin Menemencioğlu mu yapmıştı? Belgelerim arasında bir tek o eksik? Kimi şairler, kimi yazarlar vardır, "aşk" ilişkiniz bir kitaplık sürer, kimileri ile bu ilişki ömür boyu; nereye giderseniz yanınızda götürürsünüz, ya da o peşinizden gelir. Yanınıza kitabını almayı unutsanız da, gittiğiniz yerde, size benzeyen bir tutkunla karşılaşmanız yazgıdır. Kavafis ve Durrell sayesinde (ve yüzünden) kaç dostum var dünyanın dört bir yanında. Bunlardan biri: Jacky (Jacqueline). Yıl 1965, aylardan kasım. İsmet Birkan, ben ve adını bilmediğim bir genç Fransız kadın, Bulgaristan'da ilerleyen, İstanbul-Paris Treni'nin bir kompartmanındayız. Ben pipomu ve "Justine"mi çıkartıyorum. İsmet, "Madam'dan izin aldınız mı?" diye soruyor, dalga geçerek, "pipo içmek için?" Gene kadının yanıtı çok çarpıcı: "Ben, diyor, İskenderiye Dörtlüsü'nü okuyan, Kavafis'i seven ve pipo içen erkeklere bayılırım". Şimdi Almanya'nın neresindesin Jacky, boş koku şişelerini ne yaptın? Sonra Liliane ve Marcel Van de Kerckhove çifti: Ankara'nın karlı kış gecelerinde sabahlara kadar Belçika Sefareti'nde Kavafis okuduğumuzu ve "Justine"den konuştuğumuz. Liliane ve Marcel'in "Justine'in modeli ile dostluktarı. Justine'in modelinin Mısırlı gerçeküstücü Georges Henein'in kansı olduğunu öğrenmem. Adı neydi? Unutmuşum? Ama kitabında "İkbal” adına, "Laik El Alaily" (Leyla El Alaylı) adına şiir adadığına göre, bunlardan biri. Ama daha çok "İkbal". Kavafis'in çevresinde, onunla ve birbirlerine ilişkili bir şairler, yazarlar çevrimi var: Ritsos-Seferis-T.S.Eliot-Henıy Miller-Lawrence Durrell -Aragon-Yossip Brodsky ve kuzeyden güneye, doğudan batıya yüzlerce yazar ve binlerce okur. Tam bir tekke şeyhi.
Sular idaresinin imla takıntılı memuru
Ama kim bu Konstantinos Kavafis? İçimden "Efendi" sözcüğünü de eklemek geçiyor, fotoğraflarına baktıkça, gündelik yaşamının bir bölümüne tanık olan, eski Konstantinos Kavafis iş arkadaşı İbrahim El Kayar'ın anılarını okudukça. Kimdir Kavafıs, El Kayar'a göre: "Sular İdaresi'nde kâtiplikle işe başlayan; daktilo olmadığı için o sıralar mektupları elle çoğaltan; çok iyi İngilizce bildiği için kendini gösterince bölüm şefi olan; Yazıların düzeltilmesi işinde çok titiz davranan, noktalama konusunda işi ukalalığa vardıracak kadar dikkatli olan; yanında çalışanlara "beni görmeniz ricasıyla", "bana telefon etmeniz ricasıyla" diye pusulalar yazan; görevliler yanına gelince, bir virgülün eksik olduğunu söyleyerek insanları çıldırtan; Ama işinde dalga geçen, mesai bitiminde arkasından atlı kovalıyormuş gibi bürodan kaçarcasına çıkan; El Kayar'a göre, "Çok kurnaz, şeytana külahını ters giydiren bir insan" olan; sanki işi başından aşkınmış gibi masanın üzerine dosyalar yığıp bazılarını açan; telefonda her zaman "çok meşgulüm" diyen; bazen odasına kapanıp elini kolunu tiyatrovari sallayarak bir şeyler yazan ve El Kayar'a "İlham geldiği zamanlardı anlaşılan. Pek tabii, bize pek matrak gelirdi, basardık kahkahayı. Hey gidi günler, demek Mösyö Kavafis meşhur olacakmış" dedirten; Sabahlan işe hep geç gelen, işe her zaman vaktinde gelen İngiliz müdürünü atlatmak için terler döken; pek uzakta olmayan evine hep arabayla gidip gelen; işe geç geldiği için yakalanmamak için asansöre binmeyip merdivenlerden çıkan; 'ben buradayım' diyebilmek için şapkasını odacıyla önceden gönderen ve bazen işten sıvışırken şapkasını özellikle askıda bırakan; yanında çalışanlara "İngiliz benden önce gelip beni soracak olursa, Mösyö Kavafis'in burada olduğunu, ama acele bir iş için dışan çıktığını söyleyin. On dakika sonra gene soracak olursa, bunu yarım saatten çıkartıp Mösyö Kavafis'in 20 dakika sonra döneceklerini söyleyin" diyen; belki sağlığını korumak için, belki de cimriliği yüzünden sigaraları ikiye bölerek içen; En küçük alışveriş için bile uşağına özgürlük tanımayan; alınacak pilici Sular İdaresi'nde bizzat inceleyen, kanatlarını, tüylerini inceden inceye tetkik edip hayvanı bol bol gıdaklatan; cimriliği yüzünden para toplamalarına karşı çıkan; Mısırlı arkadaşlarıyla pek konuşmayan ve belki de onları aşağı gören; politikaya karışmayıp, dinlerin zayıf düştüğünü ileri süren; Yaşadığı ülkenin dili Arapça'yı pek bilmeyen; yazarlarla pek ilgilenmeyen; Çalıştığı yerdeki üstlerinden sık sık 'Mösyö Kavafis sizden memnun değilim' tarzında zılgıt yediğinde, ciddi ciddi, 'Sizi memnun etmeye çalışacağım' diyen sevimli bir adam(l).
Gençliğindeki sıradan şiirlere bakılırsa Kavafis’in dönüşümü bir mucizedir
Çok sevimli. Pinti, huysuz, bencil, çağıyla ilgilenmeyen, büyük Hellenci olmasına karşın Yunan ordusunun İzmir'de bozguna uğradığı yıl bundan hiç söz etmeyen, ve öyle biri "Akhalar Birliği İçin Savaşanlar", öteki "Şanlı Antiohos'a" olmak üzere iki tarihsel şiir ile "Eski Bir Kitapta" adlı bir eşcinsel olmak üzere toplam üç şiir yazan; tarihle ilgisini de en fazla 13. yüzyılla sınırlandıran garip bir insan ve şair. 1882 yılında 19 yaşında, "Good-bye to Therapia and joys of the hotel- Good dinners that make you exultingly swell." "Hoşçakal Tarabya ve otelin eğlenceleri İnsanı zevkten coşturan güzel yemekleri” gibi berbat dizelerle berbat manzumeler yazan Kavafis'in "Kavafis" olması gerçek bir mucize. Aynı şeyi, Kavafis'e 12 Şiir adayacak kadar sevip sayan Yannis Ritsos'un bir Kariovassi (Samos Adası) görüşmemizde söylemesi de ilginç. Bu konuda Seferis de şunları yazıyor: "Gençlik şiirlerinde, hatta orta yaşlılık döneminin bazı şiirlerinde sıradan, herhangi bir üstünlükten yoksun olarak görüyoruz onu. Yaşlılık döneminde yazdığı şiirlerinde ise, sürekli olarak yeni ve çok değerli şeyleri bulup çıkardığı izlenimi veriyor. Bir 'yaşlılık dönemi şairi' Kavafis. Ölümünden birkaç ay önce hasta olarak Atina'da bulunurken, anlatılanlara göre, 'Daha yazmam gereken 25 şiir var" diyormuş." (2) Tuhaf, ne 24, ne de 26 şiir, tam 25 şiir. Biz Yaşlılık Dönemi Şairi'nin, bu İskenderiyeli İhtiyar'ın şiirsel kişiliğini şimdilik bir yana bırakıp, "insan” Kavafis'le daha yakın olmak için Ange S.Vlachos'a(3) başvuralım: "Kavafis benim için bir gençlik anısıdır. Akşam yemeğine sık sık bize gelirdi. Büyük bir Kavafis hayranı ve okuru olan, İskenderiye Karma Mahkemesi Danışmanı babam akşamlan çalışma odasında şairin kendisine gönderdiği (ancak "seçkinler"e gönderdiği) şiirleri okurdu bize. Şairin kendi elleriyle yaptığı düzeltmeleri taşıyan bu yazmaları gözüm gibi saklarım." "Kocaman gözlüklü (gözlükleriyle Greco'nun Büyük Engizisyoncu'sunu andırırdı), oldukça çirkin bu yaşlı adamı annemizin sağında oturur görmek biz çocuklar (ablam ve o sırada 16 yaşında olan ben) için çok tuhaftı. Sarkık dudaklıydı, son derece bakımlı gür saçlan vardı. Babamın hayran olduğu şiirleri yazan büyücüydü bu yaşlı adam.” "Biraz dinlenen bir baykuşa benzeyen Kavafîs'in her şeyi durmadan izleyen bakışları vardı; gözlerinde, derin gözlerinde keder ve ironi yan yana dururdu. Yemek masasında ağzını açtığı zaman onu dinlemek için hepimiz susardık. Ağır İngiliz aksanlı (özellikle yapıyordu bunu) bir Yunanca'yla, anılar, öyküler, Yunanistan'dan gelen Yunanlar'la yaptığı konuşmaları aktarırdı. Yunancayı özgürce kullanırdı, insana ve ona ait olan şeylere karşı ironik tavrı, insanın zaaflarına karşı büyük anlayışı, eşcinsel aşkı yazmakta gösterdiği cesaret Yunanistan'ın "entellektüel" yaşamının gelenekçiliğin ince süzgecinde süzülmüş durgun sularını bulandırıyordu. Kendisini çok fazla ciddiye alan Atina, Kavafis'nin garip ve tehlikeli bir olgu oluşturduğunu düşünüyordu; ama bu sapkın mezheplinin büyük bir şair olduğunu, Yunan edebiyatına yadsınmaz bir damga vurup Yunan şair ve yazarlarını bütün yazarlardan, hatta büyük rakibi Palamas'tan da fazla etkileyeceğini hissediyordu."
Kendini sürekli “milli şair” Palamas ile karşılaştırırdı
"İskenderiye'ye Yunanistan'dan bir Yunan gelse ve Kavafis'i ziyaret etse, İskenderiyeli şairin konuğa soracağı soru şu olurdu: "Palamas'ı nasıl buluyorsunuz?” Ziyaretçi Palamas'ın "milli” şair olduğunu söylemesi durumunda, Kavafis ya susar ya da havadan sudan, ıvır zıvırdan konuşmaya başlardı ki, o zaman konuğa yol görünürdü. Ama eğer ziyaretçi Palamas'ın yalnızca hödükleri, askercileri heyecanlandıran milli borazan olduğunu söylerse, o zaman güller açardı Kavafis'in yüzünde, konuğunu destekleyen konuşmalar yapardı. Büyücü sesiyle.” "Bu sesi duyunca ağzımız bir karış açık kalırdı, çatal havada, yemek yemeği unuturduk. Bu anlarda yalnızca babam kesebilirdi konuşmasını. Şairi iğnelemek için. Ve Kavafis, Londra'nın Soho'nun şüpheli mahallelerinde bir gün nasıl kaybolduğunu, bir müzeye yaptığı ziyareti anlatırdı. Ama bu arada önemsiz bir Yunan şairini iğnelemekten geri durmazdı. Derken, Prolemeos dönemi Yahudi toplumu ile İngiliz dönemi Yahudi toplumu arasında bir tarihsel karşılaştırmaya girişirdi uzun uzun. Yaptığı betimlemelerle İngiliz usulü yemek masası adabıyla gırgır geçerdi."
Dönüp dolaşıp lafı Baudelaire ve Poe'ya getirildi
"Fransız ve İngiliz şiirinden belirgin bir hazla konuşur, şaşırtıcı karşılaştırmalar yapmaktan, sıradan insan zekâsının farkına bile varamayacağı benzerlikler bulmaktan hoşlanırdı, iki yemek arasında verdiği küçük konferanslar yüzünden yemek soğurdu. Monoloğu sırasında yaptığı, usta oyunculara özgü tonlamalarla konuşmasını bir diyaloğa dönüştürüldü. Dönüp dolaşıp lafı Baudelaire ve Poe'ya getirildi, temcit pilavı gibi. Bu küçük monologları özenle hazırladığından ve dahası ses duraksamalarını bile pişirdiğinden hep kuşku duymuşumdur." "İçinde korku da bulunan büyük bir kıvançla beklerdik bu yemekleri ve sonunda takma yakalı, kravatı özenle yana kaydırılmış büyücü Kavafis'in ağır ağır, dikkatli adımlarla, bahçeye çıkan büyük merdiveni ineceği zaman geldiğinde, her zaman mutluluk ve şaşkınlık duyardık. "Birinde babam, bazı şiirlerinin yayınlandığı İngilizce bir dergi gördüğünü söyledi ona. - Bu dergi nerede? diye sordu Kavafis. - Kulübün kitaplığında, diye yanıtladı babam. - Al onu, bana getir, dedi Kavafis. - Bu hırsızlık olur, dedi babam. Bunun üzerine Kavafis, "Yahu sen nasıl bir yargıçsın? Bir kitap bile çalamıyorsun?" dedi. "İnsanlar sık sık Kavafis'i tanımlamaya çalışıyorlar. Ben özellikle konunun vitrinine etiketlenip kelebek gibi yapıştırılan tanımlamalara karşıyım... Kavafis'in bir dekadans şairi olduğu, eşcinselliği öğen bir devrimci şair olduğu, tarihsel, romantik, stoacı, düzyazısal, ironik, didaktik bir şair olduğu söylenir. Ama, aldığı ışığı her defasında farklı ve şaşırtıcı yalımlarla yansıtan çok yüzlü bir elmas olduğu söylenmez nedense.” "Bununla birlikte, birini ilginçliği, ikincisini derinliği yüzünden kabul ettiğim iki Kavafis tanımı vardır. Birincisi Foster'ın Passage to India adlı kitabında yaptığı tanımdır: 'Evrenin geri kalan bölümüne göre hafifçe yampiri bir durumda, ayakta, tamamen hareketsiz duran hasır şapkalı bir Yunan Beyefendisi.' Her şey bu tanımda yer alıyor. Hafifçe züppe bir beyefendinin toplumsal durumunun işareti olan hasır şapka, bir seyircinin düşünme durumunun belirtisi olan hareketsizlik ve nihayet en önemli nokta olan yampiri duruş, yani okullardaki eğitim sistemi yüzünden öğrenemediğimiz tarihsel manzarayı ortaya seren şairin düşüncesinin somutlanması. Eşcinsel aşkı mahkûm eden 'genel' ahlak bakımından da yampirilik söz konusu. "İkincisi, Alain Basquet'nin Saint- Johrı Perse adlı kitabının önsözünde yaptığı tanımdır. Böylesine bir tanım yapabilmek için Alain Basquet'in, Yunan şairi çok sevmesi ve onun yapıtında yaşamış olması gerekiyor: '...(Kavafis) zamanı ve mekânı devinimsizleştirir, kendini ideal bir nokraya yerleştirir ve olmuş ile öngörülmüş'ün, ölü diller ile geleceğin dilleri arasında bir yerde bir dil keşfeder." "Kavafis'in kendini yerleştirdiği ideal nokra, betimlediği tarihsel zamana dikeydir. Bizans epigonlarının ya da Vasileus'larının çağdaşıdır ya da kendini Roma istalasının hemen sonrasında İskenderiye, Antiohya ya da Beyrut'un baştan çıkmış gençliği arasında görür ve sanatı o dönemi bütün yoğunluğu ve derinliğiyle yaşar." Ange S.Vlachos'a "teşekkür" edip biz yolumuza devam edelim. Ve özellikle de insanın cebindeki iyi bir şiiri yüz metre uzaklıktan hissetme yeteneğine sahip olan Alain Bosquet'nin yaptığı, müthiş yol gösterici, tansıklı tanıma da teşekkür edelim. Çünkü, Kavafis'in tarihsel zamana dikey bakışı çok önemlidir. Bunu anlamıştır Bosquet. Bu görüş, bu tavır, böylece, ait süremli zamanı eş süremli, yani dikey olanı yatay olarak yazmak yöntemini benimseyen ben fakir'e (4) kadar uzanmış oluyor.
İstanbul’dan Londra ve İskenderiye’ye
Konstantinos Kavafis ailesi iki taraftan da İstanbullu. Pedros Kavafis (Kavafoğlu. Kavaf: Ayakkabıcı esnafı) ile Harikleya Fotiyadis'in dokuzuncu çocuğu. Konstantinos, İskenderiye'nin Avrupalı mahallesinin Şerif adlı sokağında ailenin dokuzuncu çocuğu olarak doğdu. Doğum tarihi eski hesaba göre 17 Nisan, yeni hesaba göre 29 Nisan 1863. Kavafis ailesini "Bosfor" kıyılarından alıp Lagidesler'in kenti İskenderiye'ye sürükleyen dürtü neydi? İlk Grek kolonilerinden bu yana "Grek", "Hellen" ya da "Yunan"ı Akdeniz havzasında daha çok kazanmaya, daha iyi yaşamaya yönlendiren dürtüydü bu. Bu dürtü bu nüfusu sürekli olarak oradan oraya sürüklemiştir: Adalar'dan Konstantinopolis'e, İstanbul'a, İstanbul'dan Mısır'a, Yunanistan'dan Mısır'a, Mısır'dan, İstanbul'dan Yunanistan'a... İki bin yılı aşkın süredir dönen burgaç, savuran rüzgâr. Ama "İngiliz" insanı rahat bırakmaz. Pamuk zenginliğinden payını almak üzere Mısır'a üşüşen İngiliz sermayesi karşısında, kendi çapında bir "Senyör" olan Pedros Kavafis pek bir şey yapamadı ve 1870 yılında gerisinde çocuktan başka çok az şey bırakarak dünyasını değiştirdi. Konstantinos demek ki yedi yaşındaydı babasının ölümünde. Kesinlikle bilinmez (çünkü tarihte "Teyzemin bilmem nesi olsaydı dayım olurdu" gibi "olsaydı... olsaydı" yöntemi geçerli değildir), ama ailenin göçü Konstantinos'un şairliğine yol açmış olabilir. Çünkü, Büyük İskender'in torunlarının başkenti olan İskenderiye Hellenistik dünyanın en önemli merkezlerinden biri olma özelliğini 20.yy'a kadar sürdürmüştür. O yıllarda İstanbul'da olmayan bir "kültür" yaşamı vardır bir gayri müslim için; evrensel kültürün yanı sıra, Kopt (Kıpti), Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman kültürleri... Bunun yanı sıra Ptolemeos, Eukleides, Kleopatra, Theokritos, Plotinos, İskenderiyeli ya da Yahudi Philon, İamblikhos, Kallimakhos, Rodoslu Apollonius gibi özel adlara da bağlıdır bu kent. Konstantinos'un ailesinde 18 ve 19'uncu yüzyıllarda dikkate değer insanlar görülür. Dedesi Yorgos-Yannis Kavafis (1806-1891), 1788-1805 yıllan arasında İskenderiye Ortodoks Patriği olan Parthenios'un yeğeniyle evlenmişti. Atalarından biri, Yannis Kavafis (1701-1762) uzun yıllar Viyana'da yaşamış ve imparator tarafından kendisine soyluluk payesi verilmişti. Ailenin bir kanadı da 19. yüzyıl içinde Londra'ya yerleşmişti. Şairin emmioğullanndan Yannis-Yorgos Kavafis, Londra'nın Saint-Georges Hastanesi'nde başhekimdi. Kavafis Ailesi'nin öyküsü sürüyor: Aile 1850-1870 yılları arasında iyice zenginleşmiş, Mısır içinde ve Londra, Liverpool, Manchester, Marsilya, İstanbul ve daha bazı kentlerde şubeler açmıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi talihleri 20 yıldan fazla gülmedi. Babanın ölümünden sonra aile İngiltere'ye göçtü. Fakat babadan kalan şirket 187o yılında tamamen batınca aile 1880 yılında İskenderiye'ye dönmek zorunda kaldı. Harikleya ailenin eski toplumsal düzeyini tutturmak için epeyce uğraştı ama köprülerin altından çok sular akmış, İngiliz bankerlerinin "değerli uşakları"nın oluşturduğu yeni bir Yunan toplumsal sınıfı doğmuştu. Artık kolay değildi. Ağabeyleri memur olurken Konstantinos okula başladı. Ağabeylerinden biri Londra'da kalmıştı. Bu ağabey İngilizce, Fransızca şiirler yazacak ve Konstantinos'un şiirlerini Shakespeare'in diline çevirecektir. Koşulların kötüleşmesi burada durmadı: Teker geriye dönmeye başlamasın bir kez!.. Başta İngilizler olmak üzere yabancıların açgöz tutumları, Arabi Paşa önderliğinde bir Mısır devrimine yol açtı. Bir "gözle idare eden İngiliz'e ikinci göz fırsatıydı bu: 1882 yılında İskenderiye'yi işgal ettiler. Zavallı Fenerli Harikleya da bunun üzerine çocuklarını alıp ana baba yurduna sığındı. Londra'da İngilizce öğrenen Konstantinos için yeni bir fırsattı İstanbul serüveni. Teyzesinin Tarabya'da bir evi, büyükbabasının ise Kadıköy'de küçük bir kira evi vardır. Konstantinos 1882-1885 yılları arasında İstanbul'da yaşadı. Bu durumdan yararlanarak Yunan klasiklerini ve Bizans tarihçilerini incelemeye başladı. İlk eşcinsel deneyimlerini bu kentte yaşadı. Şiir yazmaya bu kentte başladı, sıradan şairlere öykünen şiirler. Yazımızın başlarında berbat bir manzume  olarak nitelendirdiğimiz, İngilizce olarak kaleme aldığı "Leaving Therapia" adlı parçayı, şiirin altındaki notlardan anladığımıza göre, 18 Temmuz 1882 Pazartesi günü 14.30'da yazdı. 1885 yılında yazdığı Yeniköy adlı şiir de ilginçtir. Kavafis, İstanbul dışında hiçbir yer ve yörenin doğasını anlatmamıştır. Çok sevgili dostum ve ortağım Herkül Milas'ın dediğine bakılırsa, "1885 yılının İstanbul'unu Kavafis'ten, biraz özlemle, biraz kaybolanın acısını duymanın burukluğuyla okumak yalnızca Istanbul'luların(?) -bu soru işareti benim- tadabileceği bir deneydir." Sevgili okurlar! Bu şiiri okumak için Kavafis'in Bütün Şiirleri Varlık Yayınevi tarafından yayınlanmasını (güzün) bekleyeceksiniz. Ama adı Türkçe olan Dünya Güzeli şiirin "ham" çevirisini buraya aktarmamazlık edemeyeceğim. Doğrudur gördüğüm, beni aldatmıyor ayna, yoktur benden güzeli dünyada. Pırlanta gibi parlar gözlerim, mercan rengini edinmiştir dudaklarım, iki sıra inci süsler ağzımı. Diridir bedenim, överler ayaklarımı, eller, boyun bembeyaz, ipektendir saçlar... ama neye yarar? Kapanmışım kin duyduğum bu haremin içine kim görür bu güzelliğimi tüm âlemde’ Yalnız zehirli bakışları kıskanç düşmanların düşer üstüme ya da iğrenç harem ağalarının, donar kanım damarlarımda iğrenç kocam yaklaşınca yanıma. Yüreğim diyorsa, "Ah, Hıristiyan olsaydım!" Affet peygamberim! Hıristiyan olsaydım eğer özgür olurdum herkese görünürdüm ister gece ister gündüz; erkekler hayran, kadınlar imrenerek güzelliğimi dile getirirdi ister istemez. Yaratmamıştır benim gibi bir güzeli doğa, bunu diyecekler gerçekten açık arabada, kalabalıklarla dolacak İstanbul caddeleri görmek için beni”
Atina’da ameliyat olduğunda hayranları kapısında kuyruk olmuştu
Birçok bakımdan ilginç, ama bir çağdaşıyla ilgili olması bakımından da ilginç bir şiir. İstanbul'da yazdığım bildiğimiz üç şiir de "gün"üyle ilgili, zamandaş. İstanbul'da yaşasaydı, belki bu kadar "tarihçi" şair olmazdı. Bu da bilinemez. Konstantinos erginlik çağına gelince, ağabeylerinden biriyle birlikte babasının ayrılmış olduğu Yunan vatandaşlığına girdi ve 1885 yılında İskenderiye'ye döndü. Annesi de kendisiyle birlikte geldi. Savaş kenti tepeden tırnağa değiştirmiş, işgal ise canına okumuştu; gelenekler, ahlak değerleri umarsanmıyordu, ticaret hayatının durgunluğu ise bir çöküş döneminin başlangıcım haber veriyordu. İçinde bulunduğu koşullar, ücretsiz bir staj döneminden sonra 1892 yılında (29 yaşında) Bayındırlık Bakanlığı'na girmek zorunda bıraktı şairi. İngilizlerin yönetip denetlediği bir Mısır kuruluşunda çalışan bir Yunan vatandaşıydı. Bu yüzden önemli bir yer edinemedi. Belki de istemedi. Sular Idaresi'ndeki yaşamını iş arkadaşı İbrahim El Kayar'ın anılarından biliyoruz. Ama yaşamındaki devinim ve serüven sona erdi. Bu işte tam 30 yıl çalıştı, demek ki 1922'ye kadar. Artık yaşamı, evi, işi ve Athineos Kahvesi arasında geçecektir. Ölümünden (29 Nisan 1933) pek az önce yaptığı Yunanistan yolculuğu dışında bir daha İskenderiye'den ayrılmayacaktır. Tabii 1901,1903,1905 yıllarında Yunanistan'da yaptığı tatiller dışında. Ama gene de uzun, tam 27 yıl. Başlangıçta Atina'lı meslektaşları tarafından alaya alınan İskenderiyeli şair, 1932 yılında Yunanistan'a yaptığı yolculuk sırasında ünlendiğine bile tanık oldu: Gırtlak kanseri ameliyatı geçirdiği hastanedeki odasının önünde uzun ziyaretçi kuyrukları oluştu. Kavafis Ailesi'nin son erkek temsilcisi, İskenderiye'ye döndükten kısa süre  sonra öldü(5). Şimdi ben, 1990 yılının boğucu haziran sıcağında, onun atalarının kentinde ona çalışıyorum.
Neden dekadans dönemine ilgi duymuştur?
Kavafis ruh ve düşünce olarak ne "Grek" ne de "Yunan"dır; o bir "Hellen"dir. Ama Hellenizm'in övgücü borazanı değildir, onun derinlikli bir hayranıdır. Hellenizm'i tanımlamak güç bile olsa, Atina'dan başlayarak ve özellikle Büyük İskender'in fetihleriyle kurulan "site"lerin oluşturduğu dünyayı düşünebiliriz. Kavafis'in Hellenizminin geri planını özellikle Ortadoğu oluşturur. Bunların arasında da İskenderiye ve Antiohya (Antakya) öne çıkarlar. Ama Kavafis'in ilgilendiği dönem Hellenizm'in Büyük İskender dönemindeki yükselişi değildir. Onu ilgilendiren Roma'nın egemenliğine girmiş olan ardıllar ("Epigonlar") çağıdır. Bu çokuluslu, kozmopolit imparatorlukta "Grekçe" daha doğrusu "Hellence" bir birleştirme öğesidir. Kavafis, Hellenizm tarihinin değişik dönemlerine eğilir ve Grek soyunun kişiliğinin en önemli yönlerini çizer: Yazgıya boyun eğme, kutsal ve tanrısalla senli benlilik, kendine hayranlık (narcissisme), yepyeni koşullara uyum yeteneği, yaşama inadı, duyguların mantığa egemenliği, özsaygının (izzetinefis) çılgınlıklan; insanın saygınlığını korumak için, kaçınılmaz olanın karşısında sertlikten kaçınmaması, sonucu önceden bilinse de yitirilen şeye karşı duyulan aşın duygusal bağlılık, olayları vaktinde görüp anlayamamaktan ileri gelen acı; bunlara ek olarak da Hellenizm'in karşısında boyun eğdiği iki güç: Roma istilası ve Hıristiyanlığın yayılışı. Bunun ikisine Bizans'ın çöküşünü de ekleyebiliriz. Düşünelim: Kavafis neden bu dekadans dönemlerine ilgi(ler) duymuştur? Bu dönemlerde kendi ailesinin, kendi soyunun çöküşünü mü görmüştür? O tüyler ürpertici "Tanrısal Antonius'a Sırt Çeviriyor" adlı şiirlere bakalım: "Çoktandır bekleyen biri gibi, bir yiğit olarak/veda et ona, bu giden İskenderiye'ye." Bu dizelerde Hellen kişiliğinin yazgıya boyun eğme kalarak veda etmemiş midir? Yalnızca İskenderiye mi? İstanbul, Londra, Paris, Tarabya... Ve yalnızca bunlar mı? Ya Kral Dimitrios? Makedonyalı askerler kendisini değil de Pirros'u seçtiklerini belli ettikleri zaman ne yapmıştı? Bir kral gibi mi davranmıştı? Hayır! Sırmalı giysilerini, eflatun ayakkabılarını çıkarıp atmış ve oyundan sonra oyun kostümlerini çıkartıp gündelik giysilerini giyerek tiyatrodan ayrılan bir trajedi oyuncusu gibi yapmış. Bunda da bir kıssadan hisse var.
///Kavafis okumanın belalı keyfine müptela, metinler arası ilişkiye düşkün bir şairdir.
Yok mu? Ya çocukken Kapadokya'dan kovulan, atalarının büyük sarayından kovulan ve büyüsün diye lyonya'ya gönderilen, unutulsun diye yabancıların içine gönderilen Prens Orofemis neyi, simgelemektedir? Kavafıs'in 1891 yılında Baudelaire'in "Correspondances" adlı şiirlerini çevirip yayınlaması, onun Coleridge'nin simgeler kuramı ile Baudelaire'in sembolizmine yakın olduğunu gösterir. Hiç değilse başlangıçta benimsemiştir bu estetiği. Ama onun simgeciliği Baudelaire'de olduğu gibi nesneler ve duygular arasındaki uygunluklardan (correspondance) doğan simgesel iletişim değil, tarihsel zaman, mekân ve kişilerin'in somutlukların başka somutluklara ve duygulara yaptığı göndermelerdir. Kavafis tarihsel gerçeklerden ya da kendisinin yarattığı gerçeksiliklerden yola çıkarak duygular ve şiirsel düşünceler (kıssadan hisseler) yaratmaktadır. Tarihle ilgisinde kendi duruşunu ve bakış noktasını güncele yerleştirmemesinin nedeni tarihsel zamanın sürekliliği, süreçselliği olabilir; tarihsel zaman kesintisizdir: İzmir bozgunundan söz etmek için ondan yola çıkmak gerekmez, örneğin bir Magnesia bozgunu 1922 bozgununa gönderme yapabilir. Bunun yanı sıra Mumlar (1893), Kent (1894), Surlar (1896), Pencereler (1897), Yaşlı Adam ve Tekdüzelik (1898), Termopiller (1901) başlıklı şiirlerinde ele aldığı izlekler onun saplantılarını, takınaklarını da eleverir: Yaşlanma, boşa harcanmış yaşam, ayrıksı ve toplumdan uzak yaşam tarzı, her ne pahasına olursa olsun içinde bulunduğu durumdan kurtulma arzusu, insanların ve tanrıların yolsuz davranışlan, yitik bir davaya umutsuz bağlanış. Tarihsel çerçeve kimi zaman belirsiz, dahası dekoratif bile olsa Med Savaşları, Truva, Neron Dönemi Roma'sı ya da Barbarlar Zamanı Bizans'ı söz konusudur. Homeros, Theokritos, Plutaridıos, Lukianos ve Dante'nin her zaman "sözleri ve gölgeleri vardır. Bu çerçeve içinde Kavafis tam bir "Hellen Dünyası" yorumcusudur. Kavafis'in 1891 yılından başlayarak günü gününe tuttuğu ve yakınlarda ortaya çıkan zaman dizinsel liste, kendini "İtaki" ve Tanrı Antonius'a Sırt Çeviriyor"a yönlendiren şairin, yönelimi için 1910 yılının önemli bir tarih olduğunu kanıtlamaktadır. Belki de Schliemann'ın kazıları, Truva ve Miken uygarlıklarından ortaya çıkan bilgilerin homerik destanları doğrulaması, Kavafis'in dünyasında 1910 yılında iyiyce belirginleşmiştir. Kendisinin saydığı ama üzerinde bir yabancı gibi yaşadığı topraklarda (Hellen dünyasında) Hellenizm'i yeniden kurmaya mı yönelecektir? "Bu yeni Odisseus, bu yeni Antonius, yaşamın gerçek anlamının bir şiirsel yanıtı olduğunu göstermektedir. Aradığı toplumsal başarı belki de gelecektir ama bu arayış sırasında tattığı zevkler, yaptığı aşırılıklar, edindiği bilgi, zenginliklerin çok üzerindedir; bütün bunlar şiirsel alanını sınırlandıran ve verimli kılan şeylerdir. Tarihsel çarpışmanın bütün kaynaklarını keşfeder. Kendine benzeyen kişileri ya da bugünün olaylarına benzeyen olayları dile getirirken, heyecanını yoğunlaştırmaya, onu düzenlemeye çalışır. Odisseus'un bilgeliği, Antonius'un saygınlığı, şairin bilgeliği ve saygınlığı, aynı heyecanı, aynı düşünü, aynı duyguyu uyandırmak için birleşirler. Şairin dünün ve bugünün Hellen dünyasından hazırladığı imge kendini bu yolla gerçekleştirir: Vatansızlık; güçsüz bir ulusal düşünce, bağlayıcı geleneklerin yokluğu; insanlann göreneksel ve etiksel özgürlükleri. Böylece, derleyicilerin, dil bilginlerinin, tarihçilerin, solistlerin, Hıristiyan vaizlerinin ve Vekanüis imparatorların çağlar boyu biriktirdiği zenginlikler, İskenderiye, Yunan-Roma ve Bizans mirasları, bütün bu bilgiler, şairin duyarlığından süzülerek, birbirinden ayrılmaz geçmiş ve şimdi'nin nabız atışları oluyorlar. Magnesia ve Pydna, Korent'in yağmalanması, Hellenliğin eski bozgunlan, Bizans ve Edirne'nin düşüşü, İzmir felaketinin yaşadığı acılı halk gelenekleri bir yerde özdeşleşmektedir." (6) (Stratis Tsirkas) Bu izleklerin bazen geri planında, bazen de vitrininde toplu ya da bireysel zayıflıklar ve zaaflar vardır. Kavafis bunlara hoşgörü ve anlayışla bakar. Bunların karşısında eski çağların, eski erdemli çağların çığırtkanı değildir. Tatlı romantizme de başvurmaz. Erotik şiirlerinde biraz romantizm, acı, boyun eğmeme ve bunların yanı sıra isyan da vardır; eski duygu ve nesnelerin kaçınılmaz değişimleri de vardır. Kavafis tarihin ve gerçeklerinin içinde bir yontucu gibidir. Ya yontuyu yaptığı kazılarda bulmuş ve ona "kıssaden hisseli" bir öykü uydurmuştur; ya da var olan bir öyküye bir yontu yapmıştır. Kendi uydurduğu öykülere de yontu yaptığı görülür. Kavafis okumanın belalı keyfine müptela, metinler arası ilişkiye düşkün bir şairdir. Şiirlerinin konu ve izleklerini yalnızca Grek klasiklerinden değil "Altın Çağ"ın Latin ozanlarından da alır. Horatius, Plutarkhos, Samsatlı Lukianos'tan alır. Kavafis'in, temelde aynı yöntem olan ama bir başka bir yöntemmiş gibi görünen yollara başvurduğu da görülür: Kendi duygularını gerçek ya da yapıntı kişilere mal etmek. Gerçekte, tarihsel "tebdil-i kıyafet" ya da "travesti"nin altında her zaman konuşan Kavafis'tir, aşklarından, acılarından, eşcinsel ilişkilerden, şiir sanatından ve ün arzusundan söz eden. İsa'dan sonra 400 yılında Emonidis için şiir yazan Antiohyalı Temetos, Kavafis'in kendisidir; (Antiohyalı Temetos, İ.S.400); gençliğine dönmeyi bekleyen Myrtias'tır; kocaman bir tapınakta bulunan kilden bir yontuya altın ve fildişinden bir yontuyu yeğleyen Tianialı Apollonios (Rodos'ta) da odur; sokakta ağır ağır yürüyen, yıllann ve azgın yaşamın belini büktüğü güçsüz ve bitkin ihtiyar da Kavafis'tir. Özellikle duygusal ve eşcinsel şiirlerinde gerçek ve tarihsel ile yapıntı yan yana, iç içedir. Neredeyse 23 yaşında olan cana yakın genç Klitos da, "Suriye'den Ayrılan Sofist" adlı şiirdeki Mevis de, Kimon da, Kleandros oğlu İason da, hepsi, birer tarihsel zaman ve mekâna oturturmuş yapıntısal kişilerdir ve şairle ilgili bir gerçeği temsil etmektedirler, imparator Aleksios Komnios'un "yaptıklarıyla, ahlakıyla çok değerli olan, akıllı ve saygıdeğer annesi Anna Dalassini, Kavafis'in son derece güzel, savurgan ve tutkulu annesiyle örtüşmektedir.
Kendine uygun dili 40 yaşında buldu
Kavafis çok az yazdı, yazdığından da azını yayınladı. Kendi varlığından ağır ağır damıtarak yazdığı şiirlerin bir bölümünü atar, atmadıklarını da durmadan düzeltirdi. Belli bir düzeye geldiğine inandığı şiirlerini tek yaprak halinde (feuille vollente) dostlarına gönderirdi. 50 yaşından sonra, dostlarına daha önce göndermiş olduğu tek tek şiirleri geri almak için çok ter dökmüş olduğu bilinir. Ölümünden önce bu yöntemle yayınladığı ve Bütün Şiirleri olarak bilinen tam 154 şiiri var. Ama ölümünden sonra "Bulunan Şiirler", "Yayınlanmamış Şiirler" başlığı altında yayınlanan şiirlerinin sayısı ise 75. Bu 75 şiir arasında son derece kötüler de var. Ama sonuç olarak Kavafis'in toplam olarak 154+75=229 şiiri var. (Herkül Millas'la birlikte hazırlamakta olduğumuz Bütün Şiirler'de 154 şiirin tümü ile 75 şiirden yapılan seçmeler, belki de hepsi yer atacak, alıyor.) Çok erken yazmaya başlayan Kavafis çeşitli akımların-romantik, parnasyen, sembolist- söyleyiş teknikleri aldı ama kendi şiirsel düşüncesine uygun dili ancak 40 yaşında buldu. Yaradılışı ve oluşumu gereği her zaman eksiltili (elliptique) şiir yazdı; Kostis Palamas'ın çoşkulu lirizmi yerine gösterişsiz ve düz- yazısal bir duyguyu yeğledi. Halk dilinin ateşli yandaşı otan Kavafis, "Söz sanatçısının görevi güzel ile yaşayanı birleştirmektir" derdi. Dilinde, İskenderiye ve İstanbul Rumları'nın dilsel özellikleri vardır. Örneğin Yunanlar gibi "biraz ay" demek, İstanbul Rumlan gibi "bir parça ay” der. Bir şiirinde de “maraz” sözcüğünü Türkçedeki gibi kullanmıştır. Şair olarak, yapmacık sözü değil, esinlendirici, açık-seçik sözü aramıştır. Eski yazarlardan aldığı sözcükler, bir çağı, bir atmosferi, bir anlayışı kısa ve özlü bir şekilde dile getirmesine yardımcı olur. Fiillerin egemen olduğu aşırı yalın, bileşik sözcüklere yer vermeyen, imge ve sıfat bakımından cimri -ama en yıpranmışlarını bile gençleştiren- bir dil. Öykülünmesi olanaksız bir dil. Dil'le ilgili olarak Perikles Anasthasiades adlı bir dostuna yazdığı mektupta şunları söyler: "Konuşma dili ile yazı dilini evlendirmeye çalıştım ve bütün deneyimlerimden, şiirsel içgüdümden destek aldım.” Yunanistan'ın yaşadığı yazı dili konuşma dili kavgasını bilenler bu cümlenin anlamını kolayca kavrar. Bu kavga Osmanlıca ile sade Türkçe'nin kavgası gibidir. Kavafis, Bizans çağını ele alan (örneğin "Barbarlan Beklerken") o çağda kullanılan eski sözcüklerden hiç duraksamadan yararlanır. Ama aldığı eski sözcüklerin çağdaş okurlar tarafından okunur ve anlaşılır olmasına özellikle dikkat eder. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kavafis'i tanımış olan İngiliz romancı E.M.Forster'ın belirttiğine göre, şair ne zaman böyle bir sözcükten yararlanmaya karar verse, hemşerilerine ve hatta yabancı dostlarına sorarmış. Şiiri her derde deva bir ilaç olarak gören Kavafis, bir tek mutlak'a inanırdı: Güzel, Güzellik. Geriye kalan şey onun için yanılsamaydı. Haz anının belleği (anısı) olduğu için, her acıya karşı ilaçtı şiir onun için. George Cattaui'nin yazdıklarına bakılırsa, tam bir münzevi bu bizim ihtiyar şair. Bir gün, edebiyat ve sanata pek az ilgi duyulan İskenderiye kentinde yaşadığı entelektüel yalnızlıktan söz etmiş Cattaui'ye. Şevki Bey, Halil Mutran gibi Fransızca konuşan birçok yazarla Kavafis'in hiçbir ilişki kurmamış olduğunu söylüyor Cattaui. Bir gün Arap dünyasında çok tanınmış olan Mutran ile Kavafis'i Cafe Athineos'ta buluşturmuş. Ama bu buluşmadan sürekli bir dostluk ilişkisi doğmamış. Bu Hellenizm vurgunu, bu neo- grek ve aşın yurtsever şair, 1912 Balkan Savaşları'yla, 1914-1918 Dünya Savaşı'yla, İyonya hayallerine son veren Anadolu bozgunuyla hiç ilgilenmemiş, hatta en küçük anıştırmada bile bulunmamıştır. Sanki bu çağın dışında doğmuş gibidir, ama bununla birlikte sahip olduğu kültürel miras insan manzaraları çizmesine olanak sağlamıştır.
Şiirde süslemenin her türüne karşıydı
Kavafis'in şiiriyle ilgili olarak şunları yazıyor Yorgo Seferis: "Bir sanatçı, işini her şeyden üstün tuttuğuna göre, sanatı uğruna kendini yok etmelidir... Eleştirmenlerden birinin açıkladığına göre böyle düşünürmüş Kavafis. Bir sanatçının kişisel hayatını incelemek için iki yol var: Biri hikâyeler, şaşırtıcı olaylar, fıkralar, doktor raporları; öbürü ise şairin geçici hayatını eserine nasıl döktüğünü sabırla görmeye çalışmak. Birinci yolu yeğleyenler için benim söylediklerimin bu yüzden de, şiirin dışında, Kavafis'in bizi pek ilgilendirmediği kanısındayım. Fakat, diye sorabilir biri, eğer Kavafis duyarlığını aktarıyorsa şiirine neden kendisi bu kadar kuru? Neden onun dizeleri, bazılarının da yalandığı gibi, "bir ilahinin yankısından yoksun, neden şakımaz, neden nabzı tutkuyla atmaz bu dizelerin? Neden aklın dizelere dökülmesidir bu şiir? "Gerçekten de doğrudur Kavafis'in şakımadığı, nabzının tutkuyla atmadığı; üstelik o da farkındadır kendine özgü bu durumun, yani duygularıyla düşündüğünün. Eleştirmenlere göre, "Kavafis'in yöntemi şiirsel düşüncelerini her zaman en yalın, en şiir-dışı sözlerle dile getirmektedir." "Her türlü süsün amansız düşmanıdır o."(7) Kavafıs'in şiiri düzyazının sınırında durur, usturanın keskin ağzında durur gibi. Bu yeni bir şiirdir, çağdaş şiirin, devrimsel gelişimi hâlâ sürmekte olan bir yenilgidir. Ölçü ve uyaktan kurtulan, "Parçalanan Şiir", bazı şairlerde yüzey yapının süssel öğelerinden de kopmakta, yüzey yapı alabildiğine yalınlaşırken şiirsel söylem, şiirsel töz metnin derin yapısında alabildiğine zenginleşmektedir. Bu tür şiir edilgenliğe alışmış okur için zor bir şiirdir (bu okur onu şiir bile kabul etmeyebilir). Şiirsel haz, dilden, yüzey yapıdan ve şiir sanatlarının ustalıkla kullanılmasından değil, şiirin semantik yapısından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan Kavafis'in şiiri, bugün bile, geleceğin şiiridir. Ama, okur için, tarihsel ve bilgisel katkı, şiirsel dönüştürüm, yeniden üretim gerektirmektedir. Şiir okurun gördüğü metin değildir, bir "travesti" olarak belleklerde ve yüreklerde dolaşmaktadır.
Ayrıksı tutumu nedeniyle saldırıları önceden sezmesi, önlem alması gerekiyordu
"Yaptıklarıma, söylediklerime bakıp tanımaya kalkışmasınlar beni. Engeller vardı yaşamımı ve eylemlerimi dönüştüren. Engeller vardı, beni durduran, ne zaman konuşmaya kalkışsam. Ancak belli belirsiz davranışlarda ve en örtülü yazılarımda yalnızca bunlarda anlayabilirler beni. Ama gereksiz de olabilir, beni anlamak için katlanılan bunca sıkıntı, bunca çaba. Gelecekte -daha kusursuz bir toplumda benim gibi yaratılmış biri hiç kuşkusuz ortaya çıkacaktır ve özgürce yaşayacaktır." Her zaman "Deniz İhtiyarı Proteus"(8) olarak düşündüğüm Konstantinos Kavafis bu yürekler acısı, hem bağışlanma dileyen, hem de meydan okuyan Gizli adlı şiiri 1908 yılında 45 yaşında yazmış. Sürekli ayrılıkçı konumu yüzünden -aşkta, politikada, sanat anlayışında- Kavafis, saldın hamlelerini önceden sezmek, kendisini savunmak için silahlar üretmek zorunda kaldı her zaman. Yapıtında sürekli olarak anlam gizlemek gereksinimini bu yüzden duymuş olmalı. Bununla birlikte, kendinin ve yapıtının sadık bir imgesini vermeye özen göstermiştir. Bu yüzden şiirlerinin kapalı kalan bölümlerini bir tarih, bir başlık -gerektiğinde yeni bir şiirle aydınlatarak bu imgeyi korumaya dikkat etmiştir. Yunan dilinin bir başka büyük ozanı Yannis Ritsos ona adadığı 12 şiirin ilkinde, son iki dizede şöyle diyor: "Günahların bağışlanması değilse şiir, diye mırıldandı / kendi kendine, başka hiçbir yerden bağışlanma beklememeli.'' Doğru ya, eğer gerçekten günahların bağışlanması değilse şiir, o zaman nereden bağış (mağfiret) bekleyecek şair? Hiçbir yerden, hiçbir şeyden! Kurtuluş yok! Kurtulmak için ruhunu, kalbini, varlığım daha da derinlerden kazacak, daha derinden, daha derinden, daha... Tıpkı bu İskenderiyeli Yaşlı Şair'in yaptığı gibi. (Özdemir İnce / İstanbul, 16 Haziran 1990 / Argos Dergisi / Ağustos 1990)
(1) M. Halvatsakis, Kavafis'in Memurluk Hayatı, (Yunanca) Atina 1967, in Robert Liddell, Cavafy. A Crttical Biography, London, p.127-130. (2) Yorgo Seferis, Üç Kırmızı Güvercin, Çev: Cevat Çapan, Altın Kitaplar, 1971, S.139-140. (3) Ange S.Vlachos, Poemes, Constantin Cavafy, Editions Icaros, Athenes, pp.9-11. (4) Enver Ercan, Şair Çünkü Onlar, Kavram Yayınlan, 1990. S.216. (5) Stratis Tsirkas, Encyclopedia Universalis, Kavafis maddesi. (6) Stratis Tsirkas, Encyclopedia Universalis, Kavafis maddesi. (7) Yorgo Seferis, Üç Kırmızı Güvercin, Çev.: C. Çapan, Altın Kitaplar, 1971. S.158-159. (8) Proteus: Mısır'da Nil ırmağının ağzındaki Pharos Adası'na yerleşmiş tanrı; "her kılığa giren "Deniz İhtiyarı."
Kaynakça
(1) Georges Cattaui, Constantin Cavafy, Pofetes d'aujourd'hui, Pierre Seghers Edlteur, Paris, 1964. (2) Margueri Yourcenar, Presentation Critique de Constantin Cavafy, NRF, Poesie/Gallimard, 1958 et 1978. (3) Ange S.Vlachos, Poemes, Constantin Cavafy, Editions Icaros, Athenes. (4) Edmund Keeley + Philip Sherraıd, C.P. Cavafy. Collected Poems, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1975.
0 notes
pdfindiroku-blog · 7 years ago
Text
Parantezlerdeki Ritsos
Parantezlerdeki Ritsos
Parantezlerdeki Ritsos Parantezlerdeki RitsosYaşayan Yunan ozanlarının belki de en önemlisi olan Yannis Ritsos, trajik bir yaşam duygusunun dramatik ve simgesel anlatımında Kavafis, Sikelianos ve Seferis gibi seçkin öncülerin izinden gitmektedir. Ritsos’un bu kitapta yer alan üç bölümlük şiirleri – Parantezler, (1946-47), Parantezler, (1950-61) ve Uzak, (1975) – otuz yıllık bir şiir serüvenini ve ozanın olgunluk döneminin değişik anlarındaki çok ince algılarını birleştiren gelişmiş bir duyarlığı yansıtıyor.Şiirlere yazdığı giriş yazısında ve kitabın adını açıklarken Edmund Keeley* şöyle diyor: “İki parantez işareti, bir uzaklıktan birbirlerine bakan bükülmüş eller gibidir; bir araya gelmek, yalıtılmış varlıklar arasında insan ilişkilerinin yeniden yaratılmasına yardım edebilecek bir buluşmayı gerçekleştirmek için çırpınan eller gibi..Ama, ellerin arasındaki uçurumu kapamaya yönelik apaçık jestlerin var olmasına karşın, jestlerin kaçınılmaz bir biçimde başarısız kaldığı ve hiçbir zaman gerçekleşmediği görülüyor.”Ritsos’un ozansı bakışının gelişimi açısından, parantezler arasındaki uzaklık, ilk iki bölümün her birinde, son bölüme oranla daha kısadır. Son bölümde mesafe hemen hemen sonsuzdur. Ne var ki, Ritsos’un süssüz ve yalın da olsa güçlü bir biçimde çağırıcı olan görüntüsü, ozanın büyüklüğünün en son işareti olan stilistik bir saflığı koyuyor ortaya.
Parantezlerdeki Ritsos
0 notes