#Toplumsal hafıza
Explore tagged Tumblr posts
Text
Lan, araptan çok arapçılık yapan kıç yalayıcıları...
Lan araptan çok arapk kıçı yalayan arapçılar, arapça kutsal diyen cahil koyun sürüsü duydunuz mu suudi arapbistan latin alfabesine geçiyormuş! Yarın bir gün ezan ingilizce okunsun derlerse ne diyeceksiniz o g..tünü yaladıklarınıza? Tabi ki Mezapotamya'nın kan gölüne dönmesinde ve "çakma arap baharları"nın sorumlusu BOP eş başkanlarına sormanız gerekecek, değil mi?
Yıllarca Atatürk'e devrimleri yüzünden hakaret ettiniz örümcek kafalarınızla, şimdi s..kilmişe döndünüz mü? Aaa yok canım, bu kez sizi araplar "KANDIRDI" değil mi?.. Devlet kültürümüz o kadar güçlüydüki devletimizi bu kadar saflıkla asla yüz yüze bırakmamıştı. Ama devletimizi parti devletine devşirmeye çalşan saf gibi davranan şark kurnazı ajanlar sadece kendilerini ve cahilleri kandırabilen liyakatsızlar bunu yaptı.
Amerikan dolarının yeşiline tapan ülkemdeki müslüman dahi olmayan sömürgeci tarikatlar ve cemaatler siz ülkemiz için beka sorunusunuz. İlk sizin tarih olmanız lazım (skandallarınızla birlikte). Öyle de olacaksınız. Yine Amerika ve Avrupa ülkelerinde lüks içinde yaşamaya çalışacaksınız ama arkanıza bakmayı unutmayın...
Dahası da gelecek. Neden mi? Toplumsal olarak artık açık açık konuşmak için. Toplumsal hafızamızı geliştirmek için.
Bir filmde komutan askerine "Uyursan ölürsün." diyordu. Evet uyursa kendisi ve silah arkadaşları ölür.
Ama "unutmak" daha tehlikeli. Unutursak hepimiz ölürüz. Elimizde ne bir ülkemiz ne de bir kimliğimiz kalır. Sizin kimliklerinizden dininizi kim sildi işte onlara çok çok sorular sormanız lazım, sorgulamanız lazım. Biat edenlerler sorgulamazlar, cahiller sorgulamazlar. Bu ikisi de değilseniz korkmadan sorgulayın, sorun..
Uyuma ve asla unutma!
8 notes
·
View notes
Text
Bir deliyim belki ben,
Belki de uzun bir şiirde benliğini yitirmiş bir imge! Bir çıkmaz sokak kâbusuydu belki, belki de çocukça bir çılgınlık!
Çocukluk bir yönden de bıcırık bir yüz ve tatlı bir sesle örtülmeye çalışılan bipolar bozukluktur!
Hiç büyümedi çocukluğum benim, Ve tek arkadaşı hâlâ benim.
Başı yorganın içinde kalmış çocuklar, Yaraları iyileşmemiş insanlar olurlar.
Belki de bir hafıza kaybıdır iyileştirecek olan beni.
Kimse ağlanacak haline gülmez, başkalarının ağlanacak halleri haricinde.
Nasıl becerdik bilmiyorum ama toplumsal olarak kelimenin tam anlamıyla paranoid şizofreni halindeyiz.
Kimsenin bir başkasının düşüncesine ihtiyacı da tahammülü de yok.
Cehaletin gözü kör olsun: Beğenmediği her fikrin “başı vurula.”
Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak.
Zamanımızın laneti bu; Deliler gösteriyor körlere yolu...
61 notes
·
View notes
Photo
. "Suç işleyenlerin yaptığı en büyük kötülük masumiyeti değersiz göstermesi, onu yok sayması diye düşündü. Suç işleyenler kendilerini suçtan uzaklaştırdıkça masumlar kendilerini suçlu hissetmeye başlıyordu." syf.107 'Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür' diye bir söz var ya, ahir zamanda her şeyi o kadar hızlı kabullenip o kadar hızlı unutur hâle gedik ki 'hafıza-i beşer nisyandan mamüldür' desek yeri. Gündem olmuş ben çok bilmiyorum. Takip etmemişim. Ama bu Palu ailesi epey konuşulmuş. Kitabı bitirene kadar aslında ne olmuş bakmayacağım dedim kendi kendime. Okurken midem bulandı. Kitabın hikâyesinin ismiyle müsemma olduğunu hissettim. Cinayet, tecavüz, darp, dinle aldatma, yüceltilmiş cehalet... ne ararsan var. Gerçekte bu kadar da olamaz derken Palu ailesi meselesinin özetini de okudum. Tiksindim. Cem Kalender bir hafıza romanı yazmış. Palu ailesini yeniden kurgulamış. Çürüye kopa bir çöp yığınına dönüşen ama en yüce değerlerimizmiş gibi ipek mendillere sardığımız sözde toplumsal değerlerimizi yüzümüze çarpmış. İyi etmiş ama ne fayda. Nasıl olsa bu romanı okuduktan bir süre sonra Ongun apartmanında vuku bulan olayları da unutacağız bir ara. Yazık bize. #cemkalender #çürüme #doğankitap #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri https://www.instagram.com/p/Clg9pxSNJ1a/?igshid=NGJjMDIxMWI=
2 notes
·
View notes
Text
Atatürk’ün İzinden, Yapay Zeka Destekli Tanıtım Filmi Yayında!
Doping Hafıza, toplumsal sosyal sorumluluk bilinciyle öğretmenlerin profesyonel yolculuklarına katkı sağlamak amacıyla geliştirdiği Öğretmen Plus uygulamasının tamamen yapay zeka araçlarıyla hazırladığı tanıtım filmini kamuoyuna sundu. Film, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1936 yılında kaleme aldığı Geometri kitabı ve 1937’de bu kitabın okutulduğu dönemin Sivas Lisesi 9-A sınıfı ortamını canlandırarak,…
0 notes
Text
Benden size bir film önerisi - Ercüment Akdeniz
Maden ocağı kapatılalı yıllar olmuş. İngiltere’nin kuzeyinde ayakta durmaya çalışan madenci kasabası işsiz. Yeni nesil madenci çocukları ya da torunları daha yoksul. Madenci direnişinden kalan siyah beyaz fotoğraflar hafıza aktarımı için yeterli olmuyor. Sınıf mücadelesinin ve sendikal yapıların dağılmasıyla birlikte toplumsal çözülme hızlanmış. Peki, böylesi bir kasabaya Suriyeli mülteciler…
0 notes
Text
Tanzimat Edebiyatı Hafıza Teknikleri
Tanzimat Edebiyatı Hafıza Teknikleri Tanzimat Edebiyatı Nedir? Tanzimat Edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda batılılaşma süreci ile birlikte ortaya çıkan bir edebi akımdır. Bu dönemde, edebiyatın işlevi, bireylerin toplumsal ve siyasi konulara duyarlılığını artırmak, sosyal adaletsizliklere dikkat çekmek ve birey ile devlet arasındaki ilişkiyi sorgulamak olarak şekillenmiştir.…
0 notes
Text
Şizofreni Belirtileri ve Tedavisi
Şizofreni, ciddi bir ruh hastalığıdır ve genellikle karmaşık belirtilerle kendini gösterir. Bu belirtiler, kişinin düşünce, duygu ve davranışlarında önemli değişiklikler yaşadığına işaret edebilir. Şizofreninin en yaygın belirtileri arasında sanrılar (gerçek olmayan şeylere inanma), yanılsamalar (gerçek dışı algılar), düşünce bozuklukları (karmaşık, anlamsız veya tutarsız düşünceler), sosyal çekilme, duygusal düzensizlikler, konuşma bozuklukları ve ilgisiz veya tuhaf davranışlar yer almaktadır. Bu belirtiler, kişinin günlük yaşamını ciddi şekilde etkileyebilir ve toplumsal uyum sağlamasını zorlaştırabilir. Şizofreni tedavisi, genellikle ilaçlar ve psikoterapi kombinasyonuyla yönetilir. Antipsikotik ilaçlar, sanrılar ve yanılsamalar gibi pozitif semptomların kontrol edilmesine yardımcı olabilir. Psikoterapi, hastaların daha iyi bir gerçeklik algısı geliştirmelerine ve sosyal becerilerini artırmalarına yardımcı olabilir. Tedavi planı, hastanın belirtileri, yaşam tarzı ve ihtiyaçlarına göre kişiye özel olarak tasarlanmalıdır. Ayrıca, aile desteği ve rehabilitasyon programları da hastaların toplumsal yaşama yeniden entegrasyonunu kolaylaştırabilir. Erken teşhis ve tedavi, şizofreninin etkilerini azaltabilir ve kişinin daha iyi bir yaşam kalitesine sahip olmasına yardımcı olabilir.
Şizofreni Belirtileri
Hallüsinasyonlar ve Sanrılar Hallüsinasyonlar ve sanrılar, şizofreninin en dikkat çekici belirtilerindendir. Hallüsinasyonlar, kişinin olmayan sesler duyması, şeyler görmesi veya hissetmesi şeklinde olabilir. Sanrılar ise kişinin, çoğu zaman paranoyak bir nitelik taşıyan, gerçeğe aykırı inançlar geliştirmesidir. Bu tür belirtiler, hastanın gerçeklik algısını ciddi anlamda bozar ve günlük yaşamını olumsuz etkileyebilir. Sosyal ve Duygusal Yoksunluk Şizofreni hastaları sıklıkla sosyal etkileşimden kaçınır, duygusal tepkileri azalır ve içe kapanır. Bu durum, hastanın iş veya okul hayatını, hatta temel günlük aktivitelerini dahi olumsuz etkiler. Sosyal ve duygusal yoksunluk, hastanın yaşam kalitesini düşürerek izolasyona yol açabilir. Kognitif Zorluklar Bu kategori, dikkat eksikliği, problem çözme yeteneklerinin azalması ve bellek sorunları gibi kognitif bozuklukları içerir. Kognitif zorluklar, hastanın akademik performansını ve iş yaşantısını olumsuz etkileyebilir. Bu tür sorunlar, uzun dönemli tedavi ve rehabilitasyon gerektirebilir. Wikipedia'da Kognitif (Bilişsellik) Wikipedia
Nörobiyolojik Mekanizmalar
Dopamin Hiperaktivitesi Dopaminin aşırı aktif olması, şizofreninin en yaygın teorilerinden biridir. Yüksek dopamin seviyeleri, özellikle hallüsinasyonlar ve sanrılar gibi belirtileri tetikleyebilir. Antipsikotik ilaçlar genellikle dopamin reseptörlerini bloke ederek bu etkiyi azaltmaya çalışır. Diğer Nörotransmitterler Serotonin ve glutamat gibi diğer nörotransmitterler de belirtileri etkileyebilir. Örneğin, serotonin reseptörleri üzerindeki etkiler, antipsikotik ilaçların negatif belirtiler üzerindeki etkisini artırabilir. Glutamat ise öğrenme ve hafıza gibi kognitif işlevlerle ilgili olduğu için, bu alanlarda yaşanan sorunlarda rol oynayabilir.
Tedavi Yaklaşımları
Antipsikotik İlaçlar Antipsikotik ilaçlar genellikle ilk tercih edilen tedavi yöntemidir. Bu ilaçlar dopamin reseptörlerini bloke ederek belirtileri hafifletebilir. Ancak, her hasta bu ilaçlara farklı yanıt verebilir ve yan etkiler yaşayabilir. Bu nedenle, tedavi sürecinde düzenli doktor kontrolleri gerekmektedir. Psikososyal Tedavi İlk olarak, psikiyatrist hastanın durumunu değerlendirir ve uygun bir tedavi planı oluşturur. Bu plan, genellikle bireysel terapiler, grup terapileri veya sosyal beceri eğitimleri gibi psikososyal tedavi yaklaşımlarını da içerir. Psikiyatristin yönlendirmesi ile psikolog da tedavi sürecine dahil olabilir.
İlaçların Yan Etkileri
Metabolik Değişiklikler Antipsikotik ilaçlar kilo alımına yol açabilir ve bu da diyabet veya kardiyovasküler hastalıklar gibi diğer sağlık sorunlarını beraberinde getirebilir. Bu tür yan etkiler, özellikle uzun süreli ilaç kullanımında sıkça görülür. Hareket Bozuklukları Antipsikotik ilaçlar tremor, rijidite ve akatisi gibi hareket bozukluklarına yol açabilir. Tremor, vücudun farklı bölümlerinde istemsiz ve ritmik hareketlere neden olan bir tür hareket bozukluğudur. Bu tarz bozukluklarda doktorunuza başvurarak ilaçlarınızı düzenlemesini talep edin.
Uzun Dönemli Yönetim ve Takip
Şizofreni, genellikle kronik bir durum olduğu için, tedavi uzun dönemli bir süreçtir. Tedavi ekibi, psikiyatristler, psikologlar destek sağlayıcı olur. Hastaların düzenli olarak medikal takip ve değerlendirmelerden geçmeleri, ilaç dozajlarının ayarlanması ve yaşam tarzı değişikliklerinin yapılması gerekmektedir. Bu makale, şizofreni hastalığının karmaşık yapısını, belirtilerini ve tedavi yöntemlerini anlamaya yönelik bir rehber niteliğindedir. Ancak, şizofreni gibi karmaşık bir sağlık sorunu için en uygun tedavi yaklaşımını belirlemek, mutlaka bir psikiyatrist tarafından yapılmalıdır.
Şizofreni Hakkında Sıkça Sorulan Sorular
Şizofreni ne tür bir hastalıktır?Şizofreni, karmaşık bir psikiyatrik bozukluktur ve duygu, düşünce, ve davranışları etkiler.Şizofreni kalıtsal mıdır?Şizofreninin kesin nedeni bilinmemekle birlikte, genetik faktörlerin etkisi olabileceği düşünülmektedir.Şizofreni Belirtileri nelerdir?Hallüsinasyonlar, sanrılar, duygusal ve sosyal yoksunluk, ve kognitif zorluklar şizofreninin temel belirtilerindendir.Şizofreni Tedavisi mümkün müdür?Şizofreni tamamen iyileşmez fakat belirtiler antipsikotik ilaçlar ve psikososyal tedavilerle kontrol altına alınabilir.Antipsikotik ilaçların yan etkileri var mı?Evet, antipsikotik ilaçlar metabolik değişiklikler ve hareket bozuklukları gibi yan etkilere yol açabilir.Şizofreni Tedavi süresi ne kadar?Şizofreni genellikle ömür boyu tedavi gerektiren bir hastalıktır.Şizofreni her yaşta ortaya çıkabilir mi?Şizofreni genellikle genç yetişkinlik döneminde ortaya çıkar, fakat her yaşta görülebilir.Şizofreni hastalığa sahip olanlar çalışabilir mi?Belirtiler kontrol altında olduğu sürece, birçok şizofreni hastası çalışabilir.Şizofreni ne sıklıkta görülür?Şizofreni, toplumda yaklaşık olarak her 100 kişiden 1'ini etkilemektedir. İlginizi çekebilecek diğer yazılar; - Demans Nedir? Belirtileri ve Tedavisi - Afazi Nedir? - Ritalin Nedir? Yan Etkileri ve Kullananlar Read the full article
0 notes
Text
Yerlilik: Bir Aşındırma Denemesi
Ulus Baker
GİRİŞ: BİR ZAMAN MESELESİ
Belki de çıkış noktamızı Orhan Koçak’ın dile getirdiği bir öğütten almamız iyi olur: Türkiye aydınının özellikle “fenomenoloji” okumaya çağrılması gerektiği yönündeydi bu öğüt ve açıkça söylemek gerekirse, Birikim’in elinizdeki “Yerlilik” sayısının fikir babası Tanıl Bora’ya yönelikti. Fenomenoloji neydi peki – klasik anlamıyla Marksist, yapısalcı ya da pozitivist yöntemlerden farklı olarak işin içine bir öznellik ve öznel zaman boyutu katmaktı. Hangi yapıların veya olguların yaşamı oluşturduğunu ve yönlendirdiğini düşünmeye girişmeden önce, bilinçlilik hallerini soyutlamayı ve kavramayı başarmaktı. Toplumsal ve bireysel hayatın “simgelerine” -felsefi kavramlara varıncaya dek- öznelliğin kurucuları muamelesi yapmaktı. Herhalde bir “yerlilik” dosyasının kaçınılmaz saikleri bu türden bir “fenomenoloji” olmalıdır.
Yine de, fenomenolojinin bazı kalıplarını kırıp parçalamak zorundayız. Sosyal bilimcilere miras bıraktığı “kimlik”, “aidiyet”, “kimlik bunalımı” gibisinden mefhumlar çağdaş insan bilimleri için artık taşınamaz bir yük haline gelebiliyor. Üstelik bir nevi neo-pozitivizm çerçevesinde büyük bir aymazlıkla kullanılabiliyorlar. “Yerlilik” meselesinin bu türden öznellik giysilerine bağlı olduğu da besbelli. Artık katlanılamayacak bir varsayım, insanların bir aidiyete, bir kimliğe, sembolik de olsa onları rahatlatacak bir “biz” duygusuna sahip olmak için yırtınıp durdukları fikridir. Doğa, uluslar, kavimler, hattâ ırklar filan yaratmaz, yalnızca bireyler üretir ve bu bireyler kollektif aidiyetlerini ancak “sonradan” bulurlar. Önemli olan, işte bu “sonradan”ın ne anlama geldiğidir, kimlik ya da aidiyet duygusunun kendisi değil.
Lévi-Strauss gibi bir etnolog, kendine ait özel nedenlerle (yani Sartre ile atışmasında) kendini “tarih”e ayarlamış bir bilinçlilik halinin tehlikesinden bahsedebiliyordu: Tarih istediği yere götürür insanı, ama orada bırakmak şartıyla. Tarihçiler, tarihsel zihin yapılarını araştırırken, Pierre Nora ile Mona Ozouf’un yaptıkları gibi, “lieux de mémoire”dan, hafıza yerlerinden söz etmek zorunda hissederler kendilerini. Her halükârda zamanla, geçmişle ilgili bir sorunumuz var - ve “yer”, “yerlilik” gibisinden bir fikri bu zaman sorusuyla yüzleşmeden verebilecek halimiz yok.
Cemil Meriç “Türkiye aydınının” dünyayı, yani Avrupa fikriyatını Marksistlerden öğrendiğini söylediğinden beri “muhafazakâr” fikriyat artık “yerlilik” düşüncesini temel hedef olarak almalıydı. Ama bu türden her düşünce, geçmişiyle ortak olmak, onunla birlikte oturmak isteğine dayanır. Heidegger’e, Freud’a varıncaya dek, fenomenoloji bunu kolayca gösteriyor bize. Oysa tartıştığımız meseleyi biraz daha derinden, fenomenolojinin, kimlik meselesinin çerçevesinin ötesinde ele almaya girişirsek, “yerlilik” iddiasının ardında, çok daha güçlü “çıkarlarla”, “duygularla” karşılaşmaktan kaçınamayız. Bu tür muhafazakârlığı harekete geçiren duygular ve tutkular geçmişin değerlerinin korunmasına, ayakta tutulmasına yönelik olmaktan çok, “geleceğe” yöneliktirler: muhafazakâr, özellikle “modern” çağın insanıdır, eski, “geleneksel” denen toplumlarda “muhafazakâr” yoktur. Bunun nedeni ise çok kolay anlatılabilir: gelenek, eğer gerçekten gelenekse, zaten kendini koruyacak güce sahiptir ve insanların onu korumak, muhafaza etmek için beyinlerini zorlamaya çok ender durumlarda ihtiyaçları olur. Muhafazakârlık ancak gelenek ortadan kalkarak tarihsel bir hayal perdesinin ardında kaldığı andan itibaren mümkün bir duygusal yaşantıdır. Fenomenolojik “geçmişe özlem” değerinin altında gelecek üzerinde kurulacak bir hâkimiyet güdüsü yatar. Muhafazakâr, geçmişe yönelik değildir, geleceğe yöneliktir: çocuklarım, toplumum, gelecekte de benim yaşadığım gibi, benim arzuladığım gibi yaşasınlar...
Muhafazakâr fikriyat, toplumsal yaşantı içinde sosyal ve politik bir tavır haline gelince, bu “dram” traji-komik bir hâle bürünür. Geçmişin “değerlerini” korumak, “ataların mirasını” savunmak çok kolay ırkçılığa ve faşizme yol açan tutkulara dönüşebildiyse, bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki “geleneğin” büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yerlilik” fikri de bu terkiplerden pek bağışık değildir.
BİR FİZİK MESELESİ
Daha şimdiden fenomenolojinin sosyal bilimlere (ama aynı zamanda gündelik siyasal düşünceye de) miras bıraktığı bazı mefhumları terk etmiş ve işin fiziğine adım atmış oluyoruz. Tuhaf bir örnek, şu “fikriyat ithali” iddiasında beliriyor. Sanki bütün tarih insanların, kurumların, bilimlerin, teknolojilerin, yöntemlerin, hukuksal ya da siyasal sistemlerin “büyük güçlerinden” başka bir şey gösteriyormuş gibi, hiç değilse “fikriyat”ın bunların dışında kalması gerekiyormuş gibi davranılıyor. Tanzimat’tan beridir, “fikir ithali”nden başka bir şey yapılmadığı halde, hâlâ bir “yerlilik” varsayımı, hiç değilse bir “miras” olarak dile getirilip duruyor. “İthal fikir” denen şeylerin karşısında sanki “yerli malı” herhangi bir “fikir” varmış gibi, düşünce akımları, özellikle radikal sayılabilecek eleştiriler üretmeye elverişliyseler, “yerli olmamak”la pek kolayca suçlanıyorlar. Bu durumun yalnızca Türkiye’ye özgü olmadığını, Avrupa muhafazakâr kültürünün de, başı sıkıştıkça başvurduğu bir ideolojiden ibaret olduğunu söylemek yine de pek rahatlatıcı değildir: “Der Klassenkampf ist eine vom Aussland eingeführte Theorie” (1937, Krupp); “La Lucha des clasos es une Teoria importado del estranjero” (General Franco, 1936); “La lutte des classes est une théorie importée de l’étranger” (Clemenceau, 1922); “Class struggles is a theory imported from abroad” (W. Churchill, 1941) ... Yani, Türkiye’de de, şu ya da bu tarihlerde, olur olmaz kişilerin ağzından hep duyduğumuz bir cümle – sınıf mücadelesi dışarıdan ithal edilmiş bir kuramdır... Bu sözlerin şu ya da bu tarihte dile getirilmediği herhangi bir ülke veya lisan gerçekten yok gibidir. Kaçınılmaz bir şekilde, neyin “yerli”, neyin “yabancı” olduğu konusundaki kafa bulanıklığının kimlere ait olduğunun farkına varıyoruz.
Türkiye’de “sol” düşüncenin de bu “yerlilik” fikriyatından tam anlamıyla bağışık olduğu söylenemez – Foucault gibi “postmodernist” tabir edilen birinin eserinin “ithali”ne bir “lüks” gözüyle bakan bir “yerlilik” davetine aşinayız. Bu düşünürün acımasızca eleştirdiği bütün o Napolyoncu kurumları ithal etmek üzere üç yüz yıl inanılmaz ve sürüncemeli “modernleşme” çabalarına girişen sanki bu “ülke” değilmiş gibi – modern ordu sistemini, okulu, hapishane ve cezaevini, sağlık teşkilâtını ithal ederken sanki onları düzenleyen “fikirler” de ithal ediliyormuş gibi... Bu kurumların “içkin eleştirisi”ne geçit vermemek için...
Fenomenolojinin göremediğini fizik görebilir, çünkü zamanın ne olduğunu daha güçlü bir şekilde haberdardır: “Yerli olmak” zamanda, fiziksel olarak tanımlanmış bir yerde olmaktan başka bir şey değildir – salt derisinin içinde “yerlilik duygularını” tadabilen insanların da var olduğunu unutmamak gerekir.
BİR EKONOMİ-POLİTİK MESELESİ
Descartes’tan, çok çok Kant’tan beridir düşünmek artık bir “öznenin” işidir – nesneler artık kolay kolay hakikati garantilemiyorlar. Marx’ın çok keskin bir gözlemiyle, “ekonomi-politik” Adam Smith ve Ricardo’dan önce, kesin olarak söylemek gerekirse yoktur – çünkü onlardan önce zenginlikler “büyük ve önemli nesnelerde”dir – fizyokratlarda olduğu gibi “toprakta”, “hazine”de, “akarsularda” filan. Bu iki adam, işin içine “kartezyen” bir şeyler sokarak ekonominin nesneler düzenini tam anlamıyla tersine çevirirler: ekonomik “değer”den bahsedecekseniz, artık nesnelere bakmayı bırakın – “özneye nasıl göründüğüne” bakın. Böylece “üreten özne” diye bir şey doğacaktır – değerin kaynağı öznelliktir, öyleyse zamandır, mekân filan değil. Kârın aşikâr öznelliği – değerin gerçekleştiği sarmal süre, başka bir deyişle “birikim”. Marx’ın eleştirisi, ekonomi-politiğin iki mucidinin bu “öznelliği” pek de adam gibi değerlendirmedikleri, bir noktada bıraktıklarıdır: en az iki öznelliğin konulduğunu göremiyorlar – emeğin ve sermayenin öznelliklerini. Böylece, çoğu zaman bir “mekân” (fabrika, arazi, beden) olarak da tanımlanabilecek olan sermayenin aslında “kristalleşmiş emek”ten başka bir şey olmadığını da anlamıyorlar.
Emek-gücünün sahibi olarak “işçi sınıfı”nın “yerli” olmaması, “uluslararası” olması kaçınılmazdır öyleyse. Endüstriyel kapitalizm kuşkusuz bu insanlar çoğulluğunu “yerlileştirmeye”, “vatan sahibi” kılmaya çabalayacaktır. Yine de Marx Hegelci bir “fenomenolojik” bakıştan kurtularak işin “fiziğine” baktığı anlarda, işlerin böyle yürümediğini, endüstri kentinin, üzerinde çalışılan toprağın pek de bir “vatana” benzemediğini söylemekten geri kalmayacaktır. Mesele bir “indirgemecilik” sorusu değildir: proleterleşmenin ve devrimin iki büyük modeli vardır – fabrika sistemine “yerleşik”, köylüden dönüşme Avrupa işçisiyle, “göçmen” Amerika işçisi... Her ikisinin de “yerlilik” hissiyatıyla hareket edemeyecekleri oldukça açıktır. Sonuçta kapitalist, yalnızca “çalışılacak yer”in değil, “oturulan yer”in, evin de sahibi değil midir?
Bugün artık “dünyanın sahipleri”nden bile bahsedebiliyoruz. Kendilerini çok daha kolay gizleyebilen “sahipler” bunlar. Kapitalizmin “modernleşme” sürecinin farklı ülkelerde ve coğrafyalarda, farklı zamanlarda ve biçimlerde gerçekleştiğine kuşku yok. Ama emeğin “öznelliğinin” koşulları, bütün “milliyetçi”, “muhafazakâr” ideolojilere karşın (hattâ bunların günümüze dek hâkim oldukları söylenebilir) herhangi bir “yerlilik” duygusunu fiktif bir nostalji duygusunun eşliğinde olmaksızın uyandırabilecek gibi görünmüyor. Marksist düşüncenin “yerliliğe” olanak vermediği yönündeki düşünce her durumda doğruluğunu koruyor. Bunun bir eleştiri hedefi haline getirmek ise, özellikle geç kapitalizm koşullarında, gerçekten gülünçtür.
Ekonomi-politik “yer” ya da “yurt” mefhumlarını tanımıyorsa bu onun bir eksikliğine değil, işlere “hayali mefhumlardan” daha derin bir düzlemden bakabilmesine yorulmalı. En azından II. Dünya Savaşı sonrasındaki kapitalist birikim modelinin sonuna yaklaşıldıkça beliren kaçınılmaz süreci, “yerleşik” proletaryanın yeniden yerinden yurdundan olduğunu, “göçmen emeği”nin uluslar-ötesi kapitalist sistem için yeni bir model oluşturmaya başladığını görmek gerekir.
Demek ki, ekonomi-politikten geçecek bir düşünce “yerlilik” mefhumunun, özellikle sol dil için pek de verimli olmadığını, tam anlamıyla bir “zayıf düşünce”ye delalet ettiğini söylemek gerekiyor.
BİR TARİH MESELESİ
Düşünce dünyasının bugün artık bir zamanlar Marx’ın Ruge’ye yazdığı mektupta dile getirdiği gibi, acımasız bir eleştiriye, “kutsal” sayılan her şeyi tepeden tırnağa eleştirmeye, kısacası bir “fikirler terörüne” ihtiyacı var. Muhafazakârlık ve “yer yurt” mevzuları hiçbir zaman bu düşünce terörünün kapsamı dışında tutulmamalı. Günümüz düşüncesinin en büyük “teröristlerinden” Gilles Deleuze’ün iki sözü, bizi “yerlilik” meselesini bir tür “olanaksız zaman” mefhumuna bağlamaya davet ediyor: “Il est toujours un peu tard pour parler du temps” (zamandan bahsetmek için her zaman biraz geçtir) ve “il y a dans l’Histoire quelque chose de paysanne” (Tarih’te köylü bir taraf vardır). Sorun, açıkçası, kent-kır ayrımını artık iyice geride bırakıyor. Jacques Brel’in “İhtiyarlar” şarkısındaki gibi, “yeterince uzun yaşadığınızda Paris taşradır.” Tarih ve zaman sorusu, böylece her türlü “yerlilik-yurtluluk” meselesinin derininde yatmaya devam ediyor. “Kayıp zaman”dan, Proust’tan bahsetmiyorum – “yerlilik-yurtluluk” duygularının başvurduğu zaman modeli daha çok, “olanaksız geçmiş”e göndermektedir. Bütün hafızanın “şu andalığının” yerini geçmişe köprüler atıp duran hafızasız bir beklenti, bir “geçmiş özlemi”, bir nostalji alır. İstiklâl Caddesi boyunca dolaşıp duran tramvayla birlikte gezinen, “kötü edebiyat”ın yeni tarzı olan “tarih arşivciliği” ve fantezisi tarafından beslenen, özellikle 12 Eylül sonrasındaki “yerel tarihler” yayıncılığının amatörlüğünde biçim kazanan bir “olanaksız zaman” vurgunluğu söz konusudur. Tarihçilikte “yerellik” oranı arttıkça “köylülük” de artar. Bu köylülük tarih ve nostalji amatörünün, belge toplayıcının, ispatçının köylülüğüdür, “kır tarihçisinin” değil.
Bu açıdan bakıldığında, İstanbul’un şu kaotik kültürü “yerliliğin en üst derecesi” gibi görünecektir. Matbuat hayatının en sevimli ve çok okunan kitap türleri arasında herhalde amatör etnik tarihçilik ya da yerel yaşamları terennüm eden anı yazıcılığı da bulunuyor. Geçmişe köprüler atıp durmakta pek de masum olmayan bir taraf vardır: “anıların sahibinin” arzularına göre, Bakırköy’ün, ya da Ankara Kalesi’nin “geçmişi” ’50’lere, ’60’lara, ya da ’30’lara rastgelebilir. Atılan köprünün öteki ayağının aslında geçmişte herhangi bir noktaya tutunamayacağı anlamına gelir bu. Bir “nostalji ideolojisi” haline büründüğünde “yerli olmak” bir vaziyet alış olmayı bırakır, “yerli olanın” öznellikten sıyrılarak “nesnelere”, sararmış fotoğraflara, eski aile mektuplarına, folklorik unsurlara zerk edildiği fiktif bir değerler sistemine dönüşür. Her şey fiktiftir – çünkü 30 yıl öncesinden anımsanan “manzara”, kimbilir hangi yıkıcı oyunlarla birlikte kendinden önceki başka bir manzaranın “yok edilişiyle” mümkün olmuştur. Zamandan bahsetmek için, her zaman gerçekten “artık çok geç”tir.
MESELENİN SOSYOLOJİK MANZARASI
“Kimlik”, “aidiyet”, “bunalım” türünden mefhumların toplumsal bilimcilerin “yerlilik” ihtiyacını daha ne kadar doyurabileceğini bilmiyorum. Ama en basit “toplumbilimsel hayal gücü” bile, bu mefhumların birer “veri” olmadıklarını, olsa olsa bazı duygusal üretimlerin, pekâlâ “görünmez” ya da “görünür” güçlerce manipüle edilebilecek ürünleri olduklarını gösteriyor. Bir taraftan “yerliliği” kapsamanın bir tür “çoğulcu düşünce”nin temel kriteri olduğu varsayılıyor, öte taraftan bu varsayımdan türetilen söz konusu mefhumların ne kadar “genel” soyutlamalardan ibaret oldukları gözden kaçırılıyor. “Gecikmişlik”, “zamansızlık”, kısacası “Türkiye’deki kimlik sorunu” etrafındaki bir konferansında Nilüfer Göle’nin İstanbul ile, sözgelimi bir Hong Kong arasındaki “benzerlikleri” şaşılacak bir durum olarak algılamasına yol açan da, akademik ve modern eleştirel sosyal bilim anlayışlarının bu türden “genel” ve “soyut” mefhumlara o kadar bel bağlamasıdır herhalde. İstanbul ile Hong Kong birbirlerine “benzerler”, çünkü tek bir global kapitalizm gövdesi içinde ortak bir kaderi paylaşırlar. Şimdiye dek paylaşmadılarsa, bundan sonra ve artık hep öyle yapacaklar. Marksist analizin temel mefhumlarının “sosyalizmin kurumsal çöküşü”yle artık başvurulmayan arkaizmlere benzetilmeye başlaması gerçekten dünyanın anlaşılırlığının epeyce azalmasına yardımcı olmuştur.
SONUÇ: YERLİLİĞE KARŞI OTONOMİ
Sosyal bilimler, hattâ kendisini bunalım içinde hissetmekten neredeyse gizli bir haz duyduğu sanılabilecek Marksist-sosyalist düşünce, özellikle Türkiye’de bir “yabancılık” kuşkusuyla karşı karşıya kalındığında pekâlâ şu “yerlilik” düşüncesine saplanma tehlikesine marûz kalabilir. İçeriden ya da dışarıdan “suçlayanlara”, “modern kapitalizme eklemlenme süreci” adı verilen bir kronoloji içinde “acaba onların ne kadar ‘yerli’ oldukları” sorgusunu yöneltmekten kaçınabilir. Modernleşme aslında “kapitalizmin modernleşmesi” olmayıp kendi başına ele alınabilecek bir şey olsaydı, onun “evrensellik” iddiasının da, karşısına dikilen “geleneksellik” ve “yerelliğe geri dönüş” iddialarının da ne kadar çürük olduklarının farkına varamayabilirdik. Türkiye’de “yerel” olsun, “ökümenik” olsun, İslâm kültürünün de ne kadar “yerlilik”ten kopuk olduğunu göstermeye yanaşamayabilirdik. Bugün Kemalizm adı verilen, şimdiye kadar kâh anti-emperyalizm, kâh Batıcı “modernleşme” olarak tanımlanan şeyin üç yüz yıl boyunca bir taraftan coğrafyası parçalanarak ufalan, öte taraftan kapitalizmin modern ve yinelenen kurumlarıyla kendi içine doğru çöken bir ülkenin baskın duygularının bir bileşkesinden başka bir şey olmadığını da göremezdik. Gördüğümüz, yalnızca insan topluluklarının bir taraftan sömürülmekte, göçe zorlanmakta, yoksullaşmakta oldukları, öte taraftan özerk öznelliklerini üretmekten ve direnmekten asla geri kalmadıklarıdır. “Yerlilikten uzaklık” suçlamasını yerinden yurdundan her an edilebilecek göçebeleşmiş insanlara yöneltmek konusunda ise, daha fazla söyleyebileceğimiz bir şey kalmıyor geriye.
ÇERÇEVE(44-45)
Yer-yurt ve ütopyanın
“büyük göçü”
1. Karanlıkta kalmış olduğu söylenen Homerosçu çağlardan klasik çağın sonuna, yani Yunan kent uygarlığının yıkılışına kadar yaşam köküne kadar “politik”tir – yani “polis”i varsayar... Öyle ki, Yunancada “vatandaş” anlamına gelen sözcük, “polites” “polis”den, tanımlanmış bir kent adından türer. Babası II Filippos’un asla dert etmediği bir mesele olan Persler’i, belki de Yunanlı oratörlerin “öç” istemiyle ve hocası Aristo’nun dürtmesiyle Doğu’nun “barbarları”nın üzerine atılıveren Büyük İskender, zaferinin sarhoşluğuyla kendini hem Yunanlılar hem de Mısırlılar ve Persler için de “Tanrı”, dolayısıyla kral ilân etmek istediğinde, Yunan kentleri bunu anlamayacak, İndüs civarlarında çoğu geriye dönmek isteyeceklerdi. Hiçbir Yunanlının kafası, birinin gezme dışında kendi kentinden başka bir yerde yaşayabileceği fikrini kolay kolay kabul etmemektedir. İskender onları, özellikle memlekete dönme konusunda en dirayetli olan Spartalıları “toprak ayaklı” olmakla suçlar.
2. Romalılarda ise “vatandaş” kelimesi (civis) tam tersine bir köktür – “kent” anlamına gelen “civitas” sözcüğü ondan türer. Öyle ki Romalılar emperyal Roma’nın “özgür” vatandaşı vatandaşlığını “hemşeriliğinden” ayırdedecek bir söze sahiptir: civis meus, hemşerilerim, benimkiler, bizim oradakiler...
3. Salt semantik açıdan yürütülecek bir çözümlemeye elbette tam anlamıyla güvenemeyiz. Ancak Yunanlı tarihçiler, özellikle Thukydides, ardından “emperyal” dönemde yaşamasına rağmen Strabon, halkları hep yaşadıkları kente, topluma bağlayan bir adlandırma tarzını tercih ediyorlardı: Kos adalılar, Mısırlılar, İranlılar, kent modelini benimsesinler benimsemesinler, hep kentlerinden yola çıkılarak adlandırıldılar. Öyle ki, “xenoi”, yabancılar dendiğinde bunun anlamının ne olduğu Yunanlılar açısından açıktır – o kentin “vatandaşlığınca” kapsanmayacaktır...
4. Sezar’ın Galya Savaşı ya da Tacitus’un De Germania’sı ise “yerliliği” ve “yabancılığı” bambaşka bir tarzda tanımlıyorlar: Roma uslûbunca, barbar kavimler ister yerleşik isterse göçebe olsunlar, kendi kavim adlarıyla tanımlanırlar – Romalılar’ın dünyayı yollarla ve savaş cepheleriyle tanımlamalarını sağlayan bir yersizlik yurtsuzluk dile hep hâkim görünüyor.
5. Kutsal Kitap ve İbrani tarihi, çok daha tuhaf bir üçüncü modeli oluşturuyor: Buna göre bir kavmin, bir halkın yeri, çobanları tarafından götürüldüğü ve bırakıldığı yerdir. “Yer” ile bağ aslî değil, ikincildir – Tanrı sürüsüne yaşayacağı bir toprak parçasını “vaadeder”. Yunanlılarda ve Romalılar’da Tanrılar yeryüzünün önceki sahipleridirler ve insanlarla Tanrılar arasındaki ilişkileri bu ilk mülkiyet belirler. İbraniler’de Tanrı’yla halkı ya da sürüsü arasındaki ilişki ilktir, her şeyi belirleyecek olan bu ilkel bağdır.
6. Her durumda ister siyasî (Yunan, Roma), ister dinsel-teokratik “üst-söylemler”, “yerliliği” temellendirebilmek konusunda oldukça aciz görünüyorlar. Yerlilik ya da mutlak dışlama, ya da Roma durumunda olduğu gibi emperyal dağınıklığın üzerine geçirilen idari-askerî bir kılıf-aygıt çerçevesinde, geriye kalan ne olabilirse odur ve tümüyle günlük yaşamın alanına terk edilmiştir.
7. Ortaçağların sürekli “kavim hareketleri” ve “göç dalgaları” ile başladığı, “yerliliğin” tek “resmî” olanağının olsa olsa bir “göksel krallık” ideolojisinde temellendirilebileceği bir ortam yaratmıştı. Belki de katlanılabilir tek rejim, feodalite, yepyeni türden “yerellik sağları”nı oldukça ince kültürel formlarda işlemeye dayanıyordu bu yüzden: bir “toprak” ve “yerleşiklik” düzeni...
8. Toplumsal tarih bakımından çok ciddiye alınamasa bile, çok özel bir “vatandaşlık” kavrayışı – kozmos vatandaşlığı, kosmopolites, antik kent uygarlığının dağılmaya yüz tuttuğu bir çağda, oldukça kapalı “felsefi tarikatler” çerçevesinde formüle edilmişti: Stoacılar... Kozmopolitanizm, kainat ölçeğindeki yerlilik kuşkusuz “ruhsaldı”... Stoacıların çoğu zaman Doğu kökenli ve “yabancı” oldukları, Yunan kentlerinin artık çözülmeye yüz tuttukları anlaşılıyor. Stoacılarda “siyaset”in yasaklanmış olmasına rağmen, bir yüzyıl geçtikten sonra Roma “imperium”unda önde gelen filozofları gırtlaklarına kadar siyasî meselelere batmış halde buluyoruz: Cicero, Seneca, imparatorluğa kadar yükselen Marcus Aurelius... Klasik Stoacının genellikle çift-dilli olduğunu, dili bir “yurda” bağlayan (belki de Heideggerci iddiayı kısmen destekleyen) her şeyden kuşku duyduklarını ve bütün dilsel olguları bir tür “mübadele” olarak algılamaya başladıklarını not etmek gerekiyor. Fenike, Kartaca ve Diaspora sonrası Yahudilik benzeri bir “yersizlik-yurtsuzluk” dinamiğini oluşturuyorlar. Bunlar kendilerini “deniz üzerinde” kurabilen kavimler... Böylece kozmopolitliğin iktisadî altyapısını oluşturanların onlar olduğu söylenebilir.
9. Bir “idea” olarak kozmopolitanizmin hiçbir zaman tam anlamıyla başarıya erişemeyecek bir ütopya olduğu tarihsel bir hakikat olarak anlaşılabilir. Ama tarihin her döneminde dirençli bir güç ve ideal oluşturması da zaten bundan geliyor. Özellikle ortaçağlarda ve reform döneminde, köylü savaşlarında – Tanrı’nın krallığını, İsa Mesih’i “hic et nunc”, hemen burada ve şimdi talep etmek... Ütopya vaadedilmiş toprağı hemen ve burda şimdi istemek idealidir. Ama “gerçek”, dolaysızca yaşanan yeri unutmaya dayanmadığı ölçüde de “dünyevi” bir heterodoksiden bağımsız değildir. Ütopya gücünü kaybederek kurumsallaştığı, “gerçeklik kazandığı” ölçüde cemaat haline gelir ve “yerlileşir”.
0 notes
Text
En büyük felaketimiz olan toplumsal hafıza sorunumuz, postmodern "bilimin" desteğiyle ayakta kalıyor. Ufak ufak devreye girdi bile.
Sosyal medyada, tv de, kliniklerde, workshoplarda orda burda kıyın kıyın yaklaşıyor ve süslü literatür terimlerle ve sırıtan sakin bir yüzle mealen şunları demeye çalışıyor:
"Gündemini değiştirmek duyarsızlık değildir. Bu dönemde eğlenmek sizi kötü biri yapmaz. Hiç bir şey olmamış gibi yapmak normal bir tepkidir.
Rutinlerine geri dönmek seni umursamaz yapmaz. Unutmaya çalışmak sağlıklı bir reflekstir: Bencillik yapman bencil oldugunu göstermez. Şerefsizlik yapmak şerefsizlik değildir. Yavşak olman yavşak olduğunu göstermez"
Ürünleşmiş psikologlar ve kişisel gelişim tetikçileri panikle koşarak bireyin odasına giriyor ve kulağına fısıldıyor: "şşşşş yok bir şey...
Şşşş uykuna geri dön... pşş... Bir şey olmadı.
Sakin ol. Gevşee pşşş pşşş pşşş"
Yeter ki insan bir kırılma yaşayıp ayağa kalkmasın.
0 notes
Text
Atahan Demirkol – Kentlerde Yer Duygusu (2022)
Kolektif hafıza ve yer duygusunun yeniden üretimi üzerine ufuk açıcı bir eser. Atahan Demirkol, Ereğli’de yaşamın neredeyse her noktasına dokunan Erdemir’in, Ereğli’deki kolektif hafıza ve yer duygusunun üretilmesinde temel aktör olarak nasıl ön plana çıktığını irdeliyor. Demirkol, bu etkinin Erdemir’in yükseliş döneminde toplumsal yaşamın en ücra köşelerine sızmasıyla sınırlı kalmadığını,…
View On WordPress
#2022#Atahan Demirkol#Ereğli#Karadeniz Ereğli ve Özelleştirmenin Yerel Etkileri#Kentlerde Yer Duygusu#İdealKent Yayınları
0 notes
Text
Güvenlik Kamerası ve Güvenlik Kamerası Fiyatları
Güvenlik kamerasına mı ihtiyacınız var ? Bugün gerek binalar, gerek toplumsal olarak faaliyetlerin yapılabildiği, iş yerleri, kurum ve kuruluşlar, hastahaneler, ofisler, Okullar, dernekler, vakıflar, hizmet veren birimler, sosyal veya resmi hizmet platformlarında güvenlik kamerası bulunmaktadır. Nüfusun hızla artması ve yoğunluğun da dolaylı olarak değişimler göstermesiyle beraber emniyet ve huzur en çok istenen şeylerin başında gelmeye başladı. Emniyetin sağlanabilmesi için, herhangi bir olumsuzluğun yaşandığı veya kimsenin fark etmediği olayları da kaydeden cihazlara ihtiyaç vardır.
Kaza veya hırsızlık, gasp veya herhangi bir durumun kayıt altına alınmasıyla gerçeğin ne olduğunu güvenlik kamerası vasıtasıyla çok rahat şekilde öğrenebilirsiniz. Bu yüzden güvenlik kamerası'nın hayatımızdaki yeri ve önemi çok önemlidir ve herkes tarafından da aynı şekilde değer görmektedir. Son 10 yılda istanbul, izmir, ankara, bursa vb. metropolitan şehirlerimizde özellikle güvenlik kamerasına çok fazla ihtiyaç duyulduğunun farkındayız. Esasen Türkiye'nin 81 vilayetinde yaşayan herkesin ihtiyacı olan bir cihaz'dır güvenlik kameraları. Önemli olansa satın almak istediğiniz güvenlik kamerasının kaliteli olup olmadığı konusunda bilgi sahibi olmalısınız.
Güvenlik kamerası siparişi vermek isteyen herkes güvenlik kamerası fiyatlarını da doğal olarak araştırıyordur. Bugünlerde döviz bazlı elektronik cihazların fiyatlarında yüksek yoğunluklu olarak artışlar görünse de hala çok uygun fiyatlarla güvenlik kamerası siparişi verebileceğiniz siteler mevcut. Hem kaliteli ve uzun süre dayanıklı, görünürlük kalitesi ve hafıza yönünden günümüz teknolojisi düşünüldüğünde temiz bir yayın sağlayabilen hem de fiyat endeksi bakımından çok iyi niteliklere sahip güvenlik kamerasına ihtiyacınız olduğunda toptanguvenlik.com sitesini ziyaret edebilirsiniz. Buradan toplu şekilde güvenlik kamerası tedarik edebilirsiniz. Üstelik güvenlik kamerası fiyatları bakımından gerçekten çok makul ve piyasa fiyatı bakımından da uygun görünmekte.
0 notes
Text
NEREDE YAŞIYORSAN O’SUN
Yaşadığımız coğrafyanın psikolojimizi nasıl etkilediğini düşünürken, 2016’da yazdığım şu satırları buluyorum. "İnsanoğlu düzeni bozulunca, ayarı bozulmuş saate dönüyormuş. Ya ileriden gidiyormuş kaçarak, ya geriden geliyormuş durarak..."
Geçtiğimiz haftaki yazıya gelen yorumların iki ortak noktası var.
Birincisi; göç edenlerin Türkiye'nin kendilerine travma yaşattığını, göçtükleri ülkede ilk başlarda maddi-manevi olarak zorlansalar da, yıllar içinde daha mutlu ve huzurlu bireyler haline geldiklerini söylemeleri.
İkincisi ise Kanada'ya nasıl göç edileceği...
Kanada'ya nasıl göç edileceği, kişinin üstüne dikilmesi gereken kıyafet gibi bir şey... Tek bir yol, yöntem yok. Önümüzdeki haftalarda bu konuyu ana başlıkları ile sizlerle paylaşacağım. Bu hafta ilk konuya odaklanmak istiyorum. Gerçekten yaşadığımız yer psikolojimizi etkiliyor mu? Nerede yaşıyorsak, o muyuz? Hazreti Mevlana "Ne arıyorsan, sen osun" der. Göçenler huzur arıyor olabilir mi? Zihnim hızlıca 2016 yılına gidiyor. Bilgisayarımda o günlerde yazdığım bir yazımı buluyorum.
13 Mart: Ankara Patlaması, en az 34 ölü, 125 yaralı.
14 Mart: "Terörle Yaşamaya Alışacağız" demeci.
15 Mart: Sur'da yaşananlara dikkat çeken 3 barış akademisyeni tutuklanıyor. Boğaziçi Köprüsü terk edilmiş şüpheli araç nedeniyle trafiğe kapatılıyor ve insanlar saatlerce evine ulaşamıyor.
16 Mart: "Ben gidersem, devlet yıkılır" demeci.
17 Mart: İstanbul Alman Konsolosluğu ve Ankara Büyükelçiliği boşaltılıyor. Alman Lisesi, Galatasaray Lisesi, Pierre Loti gibi okullar tatil ediliyor.
18 Mart: Hafta sonu gerçekleşebilecek olası bir bombalı saldırı ihtimaline karşılık, kalabalık yerlerden uzak durmak gerektiği, kulaktan kulağa konuşulmaya başlanıyor.
19 Mart: "Olası saldırı" gerçekleşiyor. İstiklal Caddesi Patlaması, 5 ölü, 7'si ağır 39 yaralı.
20 Mart: Bütün İstanbul ev hapsinde... Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin oynatılmasında önce bir sakınca görülmüyor, sonra seyircisiz oynatma kararı alınıyor. Daha sonra ise alınan kuvvetli istihbarat nedeniyle maç iptal ediliyor.
21 Mart: Nevruz Bayramı... İstanbulluları bayram korkusu sarıyor. Çocuklar okula gönderilmiyor. Psikolojisi bozulan vatandaşlar işe gitmiyor. Reza Zarrab Amerika'da tutuklanıyor.
22 Mart: Brüksel Havaalanı'nda meydana gelen iki patlamada toplam 34 kişi hayatını kaybediyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, Ensar Vakfı'ndaki tacizci öğretmeni ve vakfı savunarak "Böyle bir şeyin bir kere olmuş olması, bir kurumu karalamak için yeterli değildir" diyor.
23 Mart: Mecidiyeköy'de bomba yüklü olduğu tahmin edilen bir araç tespit ediliyor ve Mecidiyeköy trafiğe kapatılıyor. İnsanlar saatlerce evine varamıyor. Ali Ağaoğlu ortanca (!) hanımını da alarak İstiklal Caddesi'ne terör kurbanlarını anmaya gidiyor. Fakirler karanfil bırakırken, o gül bırakıyor.
24 Mart: Sokaklarda eli kalaşnikoflu, kar maskeli polisler rastgele çevirme yapıyor.
25 Mart sabahı 06:55'te çalan saatin alarmıyla uyanıyorum. Çocuklara kahvaltı hazırlıyorum, onları okula yollarken sarılıyorum. Gözlerim doluyor, bir daha sarılıyorum.
Son 12 gündür yaşadıklarımızı aklıma geldiği şekliyle sıralamaya çalışıyorum. Ortaya yukarıdaki liste çıkıyor. Allahı var, sağlam liste! Bu yüzden üzerime hasıl olan ağlamaklı ve paranoyak hâl konusunda endişelenmiyorum. "Normal olsam, anormal olurdum" diyorum içimden...
Saat 08.30 olduğuna ve dışarıdan herhangi bir patlama sesi gelmediğine göre çocuklarımın sağ salim okula vardığını anlıyorum ve şükrediyorum. O an kıvranıyorum. Evine varamayan çocuklar kalbime kezzap atıyor. Destina Peri, Kerim, Ozan ve diğerleri...
İşe gitmek için yola çıkıyorum. Levent Metro İstasyonu'nun önünde trafik sıkışınca, nefes alıp vermem sıklaşıyor. Kaygılı ya da korkak bir tip değilimdir. Ama itiraf etmem gerekirse, korkuyorum. Trafiğin açılması ile birlikte gaza basıyorum. Nereden kimden kaçıyorum bilmiyorum, ama içimden gelen ilkel bir hayatta kalma güdüsü bana gaza bastırıyor, hem de köküne kadar...
Dönüş yolunda trafik polisleri arabamı durduruyor. Biri kimliğimi isterken, diğeri sağ kapıdan içeri giriyor ve torpido gözünü açıyor. "Silah var mı?" diyor sırıtarak... Sanırım espri yapıyor, ama anlamıyorum. Sonra bilgisayar çantamı izinsiz alıp açıyor, "Burada ne var?" diye sorarken bacaklarıma da dikiz atmayı ihmal etmiyor. Kimliğimi alan diğer polis "Hakkında arama emri var, in aşağı" diyor. "Ne var? Pardon, anlamadım" derken, dudaklarım titriyor. "Hadi hadi yürü, şaka yaptık!" diyor sonra... Kendimi aşağılanmış hissediyorum. Dikiz aynasından geriye bakarken, yine o kar maskeli, kalaşnikoflu polisleri görüyorum.
İş çıkışı... Sıradan bir gün... Benim ülkem mi burası?
Annemi arıyorum. Ne olduğunu ona anlatmıyorum ama annemin sesini duymak, içimdeki korunmaya muhtaç çocuğa iyi geliyor.
Çocuklarımın doktorunun onlar küçükken söylediği bir laf vardı: "Çocuklar rutinleri sever. Düzenleri bozulursa huzursuz olurlar, o yüzden mümkün olduğunca düzenlerini bozmayın." Fark ediyorum ki, bu laf yetişkinler için de geçerliymiş. İnsanlar düzeni bozulunca, ayarı bozulmuş saate dönüyormuş. “Ya ileriden gidiyormuş kaçarak, ya geriden geliyormuş durarak... "
Bu satırlar şimdi hem çok yakın, hem çok uzak. Çünkü insanın düzeni bozulunca cesareti de artıyormuş. O düzeni kendi için daha da bozmaktan, kökten değiştirmekten çekinmiyormuş.
Okuduğum bir makaleye göre* büyüdüğümüz ve yaşadığımız mahalleler, şehirler, ülkeler ve bu yerlerin sosyal ve kültürel özellikleri, davranışlarımızı, düşüncelerimizi, ve duygularımızı etkiliyor. Son 10 yılda yapılan araştırmalar insanların psikolojik karakterleriyle, yaşadıkları yer arasında bağlantı olduğunu gösteriyor. Buna coğrafi psikoloji deniyor.
Aynı makaleye göre birçok kişi en temel psikolojik ihtiyaçlarının karşılanması için göç ediyor. Ancak kimimiz, kendimizi ve kültürümüzü de yanımızda taşıyıp gittiğimiz yeri değiştirmeye katkıda bulunuyoruz. Kimimiz ise gittiğimiz yerin bizi değiştirmesine, iyileştirmesine izin veriyoruz. Bazen de her ikisini birlikte yapıyoruz.
* https://www.frontiersin.org/articles/10.3389/fpsyg.2020.00536/full** Deniz Ülke Arıboğan'ın "Travmaların Gölgesinde - Politik Psikoloji" isimli kitabı, İnkılap Yayınları'ndan taze çıkmış. İlgilenenlerin bilgisine...
Temmuz 22, 2020 | T24* | Göç Hikayeleri
AYŞE ACAR | NEREDE YAŞIYORSAN O’SUN
#Göç Hikayeleri#T24#Köşe Yazıları#2016#Toplumsal Hafıza#Terör Olayları#Kanada Notları#Göç#Trajik olaylar#Kader#Coğrafya ve Toplum#AKP Dönemi#Kaos
0 notes
Text
Yakın arkadaşım geçtiğimiz sene çalıştığı yerdeki gruplaşma ve dedikodu bataginin içinde kalmasından dolayı ciddi bunalıma girmişti. Kendine laf getirmemek için özveriyi aşan bir çabayla çalışıp kurallara riayet ederken gerçeği çarpıtan muamele ve dedikodu öznesi konumunda eziyet görüyordu, başka bir deyişle mobing mağduru diyelim.
Tüm bıkkınlığı ile anlatırken dedim ki "grubu birbirine bağlayan şey olmaktan çıkmak, bir süreliğine görünmez olmak, her şeyi haksızca dahi olsa nötr veya olumluya dönük karşılamak ve olabildiğince sessiz kalmak işine yarayabilir. Denedin mi hiç? Genelde odak noktası yitirilince yeni bir öteki yoksa su bulanıklaşıyor, başka problemler peydahlanıyor. Yani odak artık nefes alıyor." (Bu arada bunu çok daha geniş çaplı düşünebiliriz, toplumsal hafıza oluşturulurken de yapay düşman, dost, sorun, çözüm çokça yaratılır.)
Bunları söylerken gözlerinde anlık bi parlama oldu, çünkü son zamanlarda zaten savunmasını değiştirip benzer şekilde davranmış ve olumlu sonuçlar almaya başlamış bile.
Gruplaşma hayati bir bağ olsa da zehirli, hepimizin bir grupsal bağı veya grup dışı olarak öteki kaldığı yer ve zaman bulunuyor. Toplu halde kalmayı yaşayan bir hücre gibi görmek ona göre şekil almak veya nötr mesafede barınmak gerekiyor. Demir yumruk gibi inatlaşamiyorsun.
Az onceki postta dediğim gibi bariz olanın rahatsız edici gücünü kabullenmek zorunda olmayla derdimiz varsa başka yüklerimiz de vardır. Bu yükler bizlerden başkasının sorumlulugunda değil, kontrol tekniklerini insan önce kendini sağlıklı tutmaya harcamalı. Yoksa zehir damarlarda yayılıyor, bundan zevk alanlara ne denildiğini zaten biliyorsunuz.
13 notes
·
View notes
Text
.
"Gittikçe daha hızlı ve daha çok yeni şeyin hayatımıza girmesi, geçmişi geriye atıyordu. İnsanlar bütün bu nesnelerin işe yarayıp yaramadığını, onlara ihtiyaç duyup duymadıklarını sorgulamıyor, sadece sahip olmayı arzuluyor ve hepsini derhal almaya yetecek kadar para kazanamamanın sıkıntısını çekiyorlardı."
syf.84
.
"Zamanın her ânında, insanların yapmayı ya da söylemeyi doğal kabul ettiği şeylerin yanı sıra, düşünülmesi kitaplar ve metrolardaki afişler kadar fıkralarla da tembih edilen şeylerin yanında bir de toplumun, bile isteye olmasa da sustuğu şeyler var. Bu suskunluk, nasıl adlandıracaklarını bilemedikleri bu şeyleri hissedenleri bir başlarına acı çekmeye mahkûm ediyor. Ve bir gün aniden ya da yavaş yavaş, kırılıyor suskunluk, nihayet tanınıp kabul edilen şeylere ait kelimeler fışkırıyor, aynı zamanda altta yeni suskunluklar oluşuyor."
syf.94
.
"Başka türlü düşünmek, başka türlü konuşmak, yazmak, çalışmak, başka türlü var olmak: Her şeyi denemekle hiçbir şey kaybetmeyeceğimize inanıyorduk."
syf.101
.
"Çevremizdeki hiçbir şey yaşlanacak kadar uzun ömürlü değildi, son sürat yenileriyle değiştiriliyor, yenileniyorlardı. Hafızanın onları yaşamın belli anlarıyla eleştirecek zamanı olmuyordu."
syf.184
Seneler bir hafıza-roman. 40'lardan 2000'lere toplumsal ve kişisel değişimi, yılların kendi içindeki kültürel, siyasal ve toplumsal figürleri ile "kadın" çerçevesinde işleyen deneysel diyebileceğim bir metin.
#annieernaux #seneler
#çeviri #sirenidemen #canyayınları #kitap
#neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri
instagram
1 note
·
View note
Text
Bilincimize sürekli gündelik bir saldırı gerçekleşiyor ve bir bellek oluşturmamızı engelleyen sürekli bir çaba hakim. Gündelik bilinçle yetinmek bizi bir yere götürmez. Toplumsal sorunları çözmemiz için tarihsel bir hafıza oluşturmak şarttır. Güncel problemlerimiz olan kadın problemi,ötekileştirme problemi,hayvanlara yönelik şiddet problemleri,politik problemler bunları bir bellek oluşturarak çözebiliriz. Spinoza’nın başından geçen bir olay bir gün yolda yürürken bir amsterdam ülkücüsü kafir! diye bağırarak elindeki bıçakla saldırmış.Bıçak Spinozayı sıyırıp sırtındaki o zamanlarda giyilen pelerine isabet etmiş ve pelerin yırtılmış. Spinoza bu pelerini ömrünün sonuna kadar saklamış ve arada bir giymiş,o anı belleğinde tutmak için o ana dair bir bellek oluşturmak için.
3 notes
·
View notes
Text
Bewandtniszusammenhang*
Son zamanlarda tüm dünyanın zorunlu olarak içine düştüğü ve çıkmak bilmediği bir durum olan pandemi, aynı zamanda tüm zihnimizi de olanca gerçekliğiyle işgal eden bir gündem halini aldı. Kökleri eski yunanca “arasında” demek olan epi ve “halk” demek olan demos’tan gelmekte olan epideminin bir üst basamağı diyebileceğimiz pan + demos, “pan” kelimesi ile artık halkın arasında olmaktan öte, çok daha kapsar ve bütünlüklü bir yapıyı işaret ederek adeta tüm sosyal alanın tehditkar doğasını ifade etmektedir. İyice düşmanlaşan öteki ve ötekinin alanı bizi çok daha özel alanlara yöneltmeye, deneyimlerimizi ve yaşam biçimlerimizi daha keskin bir çerçeveye kaydırmaya başladı: Evlerimize…
“[H]epimiz biliriz ki, insan ilişkileri boşlukta yer almaz.” (Yağcıoğlu, 2017). Alıntının devamında yazarın belirttiği üzere ilişkilerimiz toplumsal ve ideolojik hatlara sahip söylemsel bir pratiğin içinde şekillendiği gibi mutlaka bir ortam içerisinde de vücut bulur ve pekala bu mekan da bir gösterge olmaktan azade değildir. Her ortam deneyimlerimizin kendine, ötekine ve bize bizzat eşlik eder; hatta bunlara katılır, sızar ve bir noktadan sonra deneyimlerimizin bizatihi belleğini oluşturur. Yaşanılan olaylar ortamı etkilediği gibi ortam da algıda ve yaşanmakta olan durumda belirli bir söz hakkına sahiptir adeta. Bu noktada içinde bulunduğumuz ortamı kodladığımız biçim algı ve tavırları şekillendirmede çok önemlidir. Mekan bir ayna olduğu kadar kurucu bir olgu olması bakımından incelenmesi fazlasıyla önemli bir mefhum iken, bu mekanların başında da şüphesiz temel yaşam alanı olan evlerimiz gelmektedir.
İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. İrili ufaklı, birbirinden farklı, Ahşap evler, kâgir evler yaptılar. Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, Evlerin içi devir devir değişti Evlerin dışı pencere, duvar.
Duvarların Korunaklığı ve Duvarlardan Korunmak
Foucault’nun salgınlar karşısında iktidar güçlerinin sergilediği tavırlara dair yaptığı incelemede karşımıza çıkan bir model olarak Veba Modeli, merkezinde izolasyonu barındırır. Foucalt’nun tanımladığı diğer bir model olan Lepra Modeli de izolasyona sahiptir ancak burada bir sürgün hali varken, veba modelinde kapatma ve kapanma hali hakimdir. Hasta olanlar –tıpkı hapishane mahkumu gibi- toplum sağlığını korumak adına kapatılır ve ayrıca insanlar da git gide tehditkar olan sosyal alana karşı korunmak adına dört duvar arasına sığınır. Günümüzün insanları da genel anlamda evin en çok bu işlevi ve bu kodlaması üzerinden hareket etmektedir, bir korunma olarak ev. Ancak evler gerçekten de güvenli midir?
Bir barınma alanı olarak evin dışsal yaşantılara dair tehditlere karşı bir koruma sağladığı, bir duvarın ayırıcı olarak koruma işlevi gördüğü vurgulanabilir. Ancak hastalığı ya da bir mahkumiyet üzerine kapatılan birinde yine benzer bir koruyucu işlev gören, ortamları birbirinden ayıran duvarlar tam olarak hangi yaşantıyı hangisinden korumaktadır? Dostoyevski Sibirya’daki sürgün döneminden etkilenerek yazdığı eserinde suçluların hapishaneyi ev gibi görmediklerini, daha çok bir han gibi gördüğünü söyler, “Mahpuslar burada, evlerindeki gibi değil de, sanki yolculukları sırasında bir hana uğramış ya da büyük bir evde konaklıyormuş gibi yaşardı.” (Ölüler Evinden Anılar, s. 312) Bir mahkumiyet alanında kişinin orayı ev olarak kabul etmediği aşikar ancak bu evin niteliğini de sorgulatan bir konuma çekiyor bizi.
Heidegger’ın ev-gibi-olmayan olarak çevirebileceğimiz Unheimlich kavramında ev-gibi/Heimlich olan tam olarak neresidir? Biz genel tabiri ev olan kalıplaşmış bir mekanı mı algılarız, yoksa algıladığımız birtakım duyguları yaşatan mekana mı ev deriz? Şüphesiz burada temel olan aitlik duygusu ve konumlanmanın geçici yapısıdır. Bir mahkum kendisini tamamen hapishaneye ait hissederse cezasının ruha vurduğu ıstıraplı etkinin anlamı kalmaz, kitabın kurgusal karakterinin A.’dan tiksinmesi ve onu aşağılık bulmasının sebebi de onun bu aitlik hissidir esasında. Ve ömür boyu mahkum olanların dahi bir umut hali içerisinde yeni bir mahkeme kararı hayali ile bu ortamı geçicileştirdiğine de değinir yazar. Benzer şekilde dünyada olan Dasein’ın yani bir oluş olarak insanın içinde bulunduğu evde olmama hali onun aslında zamanın noktasal hiçliğinde bulunduğunu kavraması ile ortaya çıkmaktadır, aitliğin kurulumu ise öncelikle içsel olması gerektiğinden de evde olmak öncelikli olan değildir. Le Corbusier, “Dışarısı daima içerisidir.” (Towards, A New Architecture, s.177) derken aitlik hissinin iç-dış ilişkisine vurgu yapmaktadır. Dış ortamın içsel ihtivaları bir yana, bir yere ait hissetmenin özünde bir kimlik kurulumu yatmaktadır. Ait olduğun evin neliği, kimliği tanımlayan noktalar içermektedir. Le Corbusier, ikamet etmenin kurucu doğasına da ayrıca vurgu yapıyor ve bu noktada inşa etmek demek olan Building’in Almanca ikamet etmek olan kökü Bauen kelimesine özenle dikkat çekiyor. Bulunma hali ve bulunulan yer arasındaki ilişki, insanda dönüşüklü olarak kurucu ve dönüştürücü etkilerde bulunabilir. Bu durum, temel aitlik halini yansıtan merkezi bir mekan olan ev hususunda kimlik tanımının da merkezi bir öğesine dönüşmesiyle birlikte, kürek mahkumlarının neden aslında ikamet ettikleri yeri (ki Dostoyevski burada ikamet etmenin kişilikte yarattığı derin değişikler üzerine de çokça yazar) ev gibi benimsemediklerini açık eder.
Vurulmuş vurgunların yücelttiği evlerde Kalbi kara insanlar oturdu. Gündelik korkuların çökerttiği evlerde O fıkara insanlar oturdu.
Mekanın Hafızası
Bachelard böyle bir etkilenme ile yaşanan kurmanın, yaşam alanı olarak evdeki etkileşimler ağındaki yapısına değinir. Evdeki eşyaların ve konumların çağrışımları, evin kendi ve yine içindeki eşyaların kendi işlevsel yapıları içerisinde gelişen alışkanlıklar ağı (yüksek merdivenlerin, gevşek menteşelerle yukarıya kaldırılarak açılması gereken kapı kulpunun vs. yarattığı alışkanlıklar), Bachelard için evle özdeşleşme süreci ile birlikte evin ikincil bir beden niteliği kazanmasına sebep olur. Ve temel olarak anıların, deneyimlerin ve düşlerin depo edildiği bir hafıza merkezine dönüşür. “Ev sayesinde anılarımızın büyük bölümü yerleşecek bir alan bulur ve ev biraz karmaşıksa, anılarımız da niteliği gittikçe belirginleşen sığınaklar edinir.” (Bachelard, 2014). Ve kendisi kişinin eve karşı böyle öznel kurmanın yanında bireyin evin yaşama işlevlerinin bir diyagramı olduğunu da belirtir. Dışarısı tam da böyle bir nitelikte içerisi olmaya başlar. Bir şeyi diğerinden ayıran onun sınırıdır ve bu sınır onun tanımlanma alanı olduğu gibi etkileşimlerin gerçekleştiği noktalardır da. Bir sınır çizmeden tanımlama yapamayız ve aynı şekilde hiçbir şeyi hiçliğe konumlandıramayız. Bu noktada gerek ortam olarak ev, gerek içerisindeki eşyalar ve gerekse de salgının istilası altında olsa da “dışarısı”, bizi yansıttığı ölçüde şekillendirir de.
Evin birey üzerindeki etkisine en keskin örnek de sanırsam Hasta Bina Sendromudur. Gökdelenler ile hayatımıza giren bu sendrom, bu yapılar her ne kadar artan nüfusla arsa miktarının azalması ve değerlerinin artması, trafik sorunları ve başka birtakım metropol yaşamına dair zorluklara karşı çeşitli işlevsel olanaklar sağlasa da; mekan içi aydınlatmanın yetersizliği, renk kullanımları, havalandırma sorunları ve mahremiyet hissinin azalması ile çeşitli özel alan ihlalleri ile bahsi geçen sendromu tetiklenmektedir. Bu sendromun şikayetlerinin başında uyku problemleri, depresyon, dikkat dağınıklığı, yorgunluk, baş ağrısı, tat ve koku duyumundaki eksiklikler gelmektedir.
Marcel Mauss’un bir ortam bağlamında Habitus kavramının da şekillendirici ve yeniden üretici etkisini unutmamak, buraya en azından bir not olarak düşmek gerekir.
Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi. Kimi hayata doymuş göründü, Bazıları zamana uydular. Evlerin içi oda oda üzüntü, Evlerin dışı pencere, duvar.
Enkaz-ı Medeniyetleri
Bu hususta evler mimari olarak bir kültürel üretim olması ve arz-talep ilişkisi bakımından toplumun karakteristiğini ve ihtiyaçlarını yansıtan yanlara da pekala sahiptir. Etkidiği kadar kişiliği ve kimliği sunan bir konumdadır aynı zamanda ev. En basitinden evler sosyoekonomik bir statü imgesi olarak bir sınıfsal kimlik algısını besleyen ve yineleyerek hatırlatan bir konumdadır. Temel yaşantıya uygun şekilde şekillenen evlere bir örnek olarak cumhuriyet öncesi Geleneksel Türk Evleri verilebilir.
Bu evlerin birincil odağı mahremiyet sağlamaktır, özellikle İslamiyet etkisi ile şekillenen mahremiyet algısı özel alanın birincil niteliği olarak konumlanmıştır. Özellikle patriarkal bir tavırla kadının baştan aşağı mahrem sayıldığı bu bakışta, birincil odak kadının gizliliğinin korunmasıdır. Bu sebeple giriş holü ve odalar büyük tercih edilmiş, odalar genellikle evde yaşayan ailenin kişi sayısıyla orantılı olmuş yani mümkün mertebe bireysel tutulmuş ve odalar olabildiğince çok işlevi yerine getirecek ve bu sayede ortak alanlara çok daha az iş düşecek şekilde inşa edilmiştir. Giriş katında ana yaşam mekanları konulmamış, pencereler ve balkonlar çevredeki yapılara göre mahremiyeti koruyacak şekilde dizayn edilmiştir. Örneğin dışa dönük pencereler göz seviyesinden yüksekte konumlanır ve balkonlar genelde avlu içine bakardı.
Evlerde saadetler sabunlar gibi köpürdü: Dışardan geldi bir tane, nar gibi, Arttı, eksilmedi. Evleri felaketler taunlar gibi süpürdü: Kaderden eski fırtınalar gibi, Ardı kesilmedi.
Ev Halleri
Evin bu duyumlar ağı içerisinde insanın aklına evde yaşamak ile evi yaşamanın aynı şey olmadığı gelmektedir. Ev bize hatıralar, eşyalar, zevklerin yansıması, bireyler, özel yaşantılar ve dışa dönük etkileşimlere çatılık etmek sureti ile birçok duyum sunmaktadır. Ama alışkanlıklar ağı içerisinde bazen tüm bu deneyimin potansiyelini kaçırmaktayız maalesef. Bize etkiyen şeyler olarak ortamın kendisi ve barındırdıklarının yanında bizi yansıtan noktalarıyla ortamı incelemek de kendimize dönük bir arayışı besleyecektir muhakkak.
Bu hususta benim de pandemi hasebiyle kendimi eve kapattığım bir dönemde ev hallerine bir merakım gelişti ve özellikle sanat tarihi içerisinde bu ev hallerini inceleme arayışına çıktım. Ve bu araştırmada beni karşılayan ilk başta -özellikle Danimarka merkezli gelişmiş- “Interior” yani “İç mekan” akımı oldu. Bu birkaç savurgan nesne konumlanışının içerisinde yer aldığı düzenlilikte bizi karşılayan loş ev içleri, her yönüyle bizi mekanın içerisinde hissettirmek adına yapılanmıştır. Tabloya baktığımız açı odanın büyük bir bölümünü görmemizi sağlayarak bizi gerçekçi bir konuma yerleştirir ve [orada] bulunma hissini güçlendirir. Bir kapı ya da pencere gibi dışarıya açılan geçidin varlığı ile de içeride konumlandığımızı çok daha güçlü hissederiz. Ayrıca eşyalar arası büyük boşlukların var olmasıyla koca boş alanların evin kendisinin doldurması, ortama olan vurguyu artırarak evin kendi varlığını çok daha belirgin halde hissettirir. Figürlerin yüzü izleyene dönük değildir, çoğunun yüzü ortamın kendine dönüktür, bu figürlere gizem kazandırdığı kadar onu silikleştirerek bizi ortamın kendisine de iyice sindirir. Ancak burada -hem bu akımda hem de genel ev içi manzaralarında- ilginç bir durum karşımıza çıkmaktadır, figürlerimizin hemen hemen hepsi kadındır.
Haneler(d)e Tahakküm
Geleneksel Türk evlerinde de karşımıza çıkmakta olan, kadının özel alanda konumlandırılması patriarkal sistemin her yanında karşımıza çıkmakta, temel odağını da esasında kadının kamusal alanın dışına itilmesi oluşturmaktadır. Kamusal alan, Arendt’ın da ifade ettiği gibi politik bir alandır ve bir noktada kendini sosyal anlamda özgürce ortaya koymanın yegane temelidir. Ancak bir mahrem olarak ev, kadının izole edildiği alan olarak kadının yüzyıllarca kamusal alanın dışına itilmesinde bir araç olmuştur. Bu noktada bu, patriark için müphem bir cinsel kimlik olarak kadının denetlenmesinin de yolunu açmıştır. Massey, mekan ile kurulan deneyimin belli toplumsal davranışların doğallaştırıldığı bir deneyim olarak yaşandığında orada mekânsal ve ayrıca kimliklerin toplumsal konumu üzerinden bir denetimin var olduğunu söyler. “Mekan hegomonik bir gücün inşasında aktif bir bileşendir.” (David Harvey, 1993, s. 43). Çünkü yukarıda sınırlar ve etkileşimler alanları hakkında konuştuğumuzda karşımıza çıktığı üzere, bir sınır olarak ve etkileşimlerin gerçekleşme alanı olarak mekanları yönetenlerin belirli ölçüde kimlikleri ve etkileşimleri de yönettiğini pekala ifade edebiliriz. Ve kadının böyle bir özel alana hapsi ile onun toplum üzerindeki aktif gücüne ket vurulmakta aynı zamanda mahremin kendisi olduğu iddiasına performatif bir doğrulama sağlayarak etik tahakkümün gittikçe merkezine çekilmektedir. Bu noktada “savunma” mahiyetinde söylenen kadınların dış ortama karşı korunduğu iddiasının aksine, korunan esasen ataerkin kamusal alandaki iktidarıdır.
Emek, iş ve eylem tanımlamalarında Arendt eylemi insanlar arası bir etkinliğe yerleştirir ve tartışmak, konuşmak, kötülüğe karşı durmak, sorumluluk almak edimlerini bu başlık altında tanımlar. Aynı zamanda kimlik sorununa dönük olan bu etkinlikler kamusal alanda cereyan eder. İşte bu vita activa (eyleyerek yaşama) özgürleşmenin ve olmanın zeminidir. Öte yandan çok daha atıl, susturulmuş bir yaşam olan vita contemplativa (izleyerek yaşama) sürülmüş, susturulmuştur, sindirilmiş ve bir alana hapsedilerek [kendine] yabancılaştırılmıştır.
Evlerin çoğunda dirlik düzen Kalan bir hatıra oldu geçmişte. Gönül almak, hatır saymak arama. Evlatlar aileye asi işte, Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden. Evlerde nice nice cinayetler işlendi, Ruhu bile duymadı insanların. Dört duvar arasında aile sırları, Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın Gözyaşlarıyla beslendi.
Vita Interiore
Günümüzün pandemi koşullarında bizim yaşam şeklimiz de genel anlamda vita contemplativa halini almaktadır. Evlerimize kapandığımız şu günlerde tüm dikkatimiz tamamen dışarıda, vaka sayılarında, kuralları çiğneyenlerde ve aktif halde cereyan etmekte olan politik gündemin kendindedir. Bu tamamen dışa dönük tavır ve atıl yaşam şekli bizi hem kendimize hem ortamımıza yabancılaştırmakta, evin niteliğini adeta “dışarı olmayan” tanımlamasına sıkışmış halde bırakmaktadır. Ancak sadece pandemi döneminde düşünmemek gerek, evde kaldığımız onca süre boyunca gerçekten evde olduğumuz kaç gün vardır ki? Niteliği bile esasında “ev” olmaktan çıkmış bu barınakların içerisinde yaşamaya çalışıyoruz. Kendimizi ait hissetmiyoruz, çünkü günlük yaşam hengamesinde evi bir uğrak noktasından fazla, bir yaşam ve deneyim alanı olarak görmüyor buradaki etkileşimleri alışkanlıklar ağı içerisinde basitleştirmekle beraber kendi geçmişimizi ve kimliğimize dair bir benliği de silikleştirmiş halde buluyoruz kendimizi.
Ev Halleri adı altında başladığım tablo inceleme serüvenimde eve bakışın evrimini ve farklı ev hissiyatları ile karşılaştım. Bir ortam olarak mekanın vurgulanmasının pop kültüre yaklaşan adımlarla gittikçe evin içindeki nesnelere kaydığını, nesnelerin Bachelard’ın ifade ettiği nostaljik ve fantastik bireysel anlamların ötesinde, pazar değeri ile şekillenen metasal anlamların mekanı işgal ettiği görülmektedir. Roy Lichtenstein’ın, Interior With Mirrored Wall isimli eseri bu noktada çok net bir kırılma çıkarmakta karşımıza. Boydan bir cam gibi odanın bir yanını saran aynayla nesnelerin kendini olanca netliği ile yansıtmakta ve bu sayede dışarıyı ortamdan dışlayarak dışarısı ile ilişik bir ortam olarak içeriyi de baltalamakta, eşyaların sahip olduğu ağır hacim ile adeta orada hiçbir özneye yer bırakmamaktadır. Evlerimiz bir yaşantı alanı olmaktan çok bir gösteri alanına dönüşmekte, bir deneyim alanından ziyade bir vitrin parodisi olarak metasal değerlerin sunumu yapılmaktadır.
Bunun dışında zaman içerisinde sırtı dönük figürlerin sinik yapısı ve kadın figürünün ağırlıkla kullanımı korunmakla birlikte figürlerin evdeki konumlanışında değişiklikler yaşanmaktadır. Özellikle 20. Yüzyıl eserlerinde karşılaştığımız figürlerin dışarıya yönelimli bir bakış ile evin içinde konumlanışı bizi evde hissettirdiği kadar dış dünyada olmama hissini vermekte, inzivaya çekilmiş figürlerin bekleyişi içsel bir yolculuk hissi yaratmakla birlikte ortamı özneyle etkileşiminde çok daha geçirgen ve bireysel bir hale sokmaktadır.
Bu inziva ve çekilme halleri tam da günümüzün aktif yaşamında bir bakıma unutulmuş bir nimeti fark etmemizi sağlayabilir: Kendinle kalma, kendinde olma hali... Avrupalı mistiklerde Gelassenheit, Tasavvufta ise halvet etmek olarak karşımıza çıkan, dış dünyadan çekilerek kendi içinde huzuru kovalayan bir oluş keşfine çıkılması halinin unutulmuş verimini düşünmek için bize bir fırsat yaratabilir bu günler. Bu arada hoş bir tesadüf olarak halvet etmek için kapatılan çilehanede çilenin çihil yani Farsça “kırk” anlamına geldiğini, benzer şekilde karantina sözcüğünün de İtalyanca “kırk günlük boşluk” anlamına gelen “quarantina giorni”den geldiğini de not düşmüş olalım. Yukarıda da belirttiğim üzere her ne kadar kendimizden bir kat daha uzaklaşmış olsak da, dışarının sarsıcı etkileri tüm evi ve benliğimizi doldursa da 40 günlük bir içe dönüş birçok açıdan yararlı ve öğretici gözükmekte bu yabancı gözlere.
İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı: Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar, Kendi seviyesinde evler kız verdi, kız aldı Bazıları özlediler daha yüksek hayatı, Çırpındılar daha üste çıkmaya Evler bırakmadılar
Karantina Korur(!)
Ev Hallerinin başka bir türü de evsel yaşantıların ruhta bıraktığı etkiler olabiliyor. Magritte’in odayı kaplayan koca nesneleri tehditkar bir şekilde üzerimize gelirken, bu boğuculukla ev içi yaşantılarının rahatsız edici doğasına dokunuyor sanki. Bir barınma alanı olarak ev son günlerde hep korunma alanı olarak dile getirilse de maalesef durum herkes için böyle değil…
Bazı insanlar için tehlikenin kendisi ev, evde olanlar, orada yaşananlardır. Birleşmiş Milletlerin pandemi döneminde kadınlara yönelik hazırladığı raporda genel olarak hırsızlık suçlarında ciddi bir düşüş olmasının yanında kadına yönelik her türlü şiddetin bu dönemlerde arttığı yazmakta. Özellikle kadınların ve çocukların istismarcıları ile aynı evde self-karantina durumunda kalması ve yaşanan pandemi ile getirilen sosyal kısıtlamaların etkisi ile dünyanın her yanında ev içi şiddet ve cinayetler maalesef ki artmış durumda. Ülkemizde pandemi döneminde fiziksel şiddet %80, psikolojik şiddet %93 ve sığınma evi talebi %78 oranında artış göstermiştir (Kaynak için Bknz.). Bu noktada yalnızca evde kalmanın değil, getirilen kısıtlamaların da bu süreçleri birçok oranda beslediğini söyleyebiliriz. Ülkemizde bir dönem uygulanmış olan sokağa çıkma yasağı sürecinde avukatların dışarıda bulunmasının yasak olmasından tutun çeşitli sağlık hizmetlerinin ikincil önemde görülerek ciddi kısıtlamalara tabi tutulması, istismarcıya karşı verilecek tepkilerde bir kırılmaya ve olumsuz bir etki oluşmasına sebep oldu. Benzer tablolar ile karşılaşan Avrupa ülkeleri ev içi şiddete dönük ödenekler oluşturdu ve sığınma evlerinin kapasitesini genişletme yönünde adımlar attı, aynı desteği ülkemizin de yapması bir gereklilik halini almıştır. Benzer tablolar çocuklar ve özellikle ageismin kurbanı olarak pandemi döneminde birincil hedef gösterilen ve dışlanan yaşlılarda da karşımıza çıkmaktadır. Bu durumlar kadının değil istismarcı profilindeki erkeğin zayıflığını göstermekte, ekonomik ve sosyal zorlukların dönemimizde ortaya çıkardığı baskıya karşı çirkin bir çözünme örneği sunmaktadır.
Yeni yeni tüterken ocakların dumanı "Kadın en büyük kuvvet erkeğinin işinde" Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı Evler dilsiz şikâyet kaçmışların peşinde.
Porte de Sortie
Ev hepimizde başka çağrışımlar, başka deneyimler sunuyor. Bir yaşam alanı olarak ev ve kendisi de konumsal olarak bir yerde bulunan ev, dışarının duyumundan tamamen izole değil. Başka başka ev halleri, duvarların bizi sarmalayan başka tavırları var. Tablolarda, kültürlerde, kişiliklerde, yaşantılarda çeşit çeşit evler karşılıyor bizleri. Ama Heimlich/Ev-gibi olanın aitlik hissi çoğu ev dediğimiz ortamda karşılamıyor bizleri. İzoleyiz insanlardan, evlerden izole, kendimizden azade…
Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı; Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı Ama size hiçbir hisse ayrılmadı Duvar dipleri, yangın yerleri halkı, Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!
Şiir:Evler, Behçet Necatigil
67 notes
·
View notes