#Sistem Tartışmaları
Explore tagged Tumblr posts
Text
🗣️ Sivil Örümceğin Ağına Nasıl Düştük
Attila İlhan, emperyalizmin etki alanı altında bulunan Türk toplumunun komprador bir ekonomisi ve komprador bir burjuvası var diyordu.
Yerden göğe kadar haklıydı.
Beyni iğdiş edilmiş bu komprador yapının işbirlikçisi sözde aydınlar ile kendini aldatanlar Attila İlhan'ın demek istediğini anlamış olsalardı bugün bu kadar vahim durumlara düşmezdik.
Komprador ne demek ve nasıl düzen kuruyor bunu biraz irdelemek istiyorum.
Bunlar kuklacı rolünü üstlenirler. Toplumla kendileri direkt muhatap olmak yerine aracı kullanırlar.
Bu konuyu Attila İlhan aynen şu şekilde izah etmiştir;
Sömürgecilik dünyaya yayılmaya başlayınca 'bu yayılmada biz nasıl bir yol kullanacağız' tartışmaları doğmuş emperyal niyetler buna bir yol bulmuşlar.
Önce üzerinde hakimiyet kurulması gereken toprakları tespit ediyorlar. Buralara misyonerler gönderiyor ve misyoner okulları açıyorlar. Robert Kolej'i vb okullar bu amaçla hizmet verir. Bazı okullar o toplumun kendilerinin sandığı okullardan da olabilir. İsimlerini bilenler bilir. O okullardan mezun olan medyada çok kullanılır.
Ve peşinden küresel sömürgeci şirketler o ülkede faaliyete başlayarak ticaret yapmaya ortaklıklar kurmaya başlar ve yerli işbirlikçi sermayenin de kendi adlarına çalışmalarının taşlarını tek tek döşerler. Her mahallede bir milyoner üreteceğiz diye çok partili siyasette işte bu misyonerlik faaliyetlerinin bir parçası olarak görevini yaparak bugün devlet yok şirketler var diyen tehdidi ortaya çıkarttı.
Küresel sömürgeci şirketler yerli toplumla iletişim kurmak ve onlara faydalı oldukları konusunda algı oluşturmak için etki ajanı çoğaltma yolunu seçerler.
Holding üniversiteleri de bir anlamda misyoner okullarıdır.
Misyoner okullarından mezun olan beyni iğdiş edilmiş etki ajanları medyada toplumu etkileme görevini kendilerini satarak üstlenirler.
Bu sayede yeni bir tür insan ortaya çıkıyor.
Bir tarafı yerli kültürü taşırken diğer taraftan aldığı bu algı operasyonu eğitimi ile kompredore olurlar.
Kompredore doğrudan doğruya yerli halkın içinden seçilmiş dini, dili, kültürü değiştirilmiş, kültürsüzleştirilmiş emperyal niyete tabi olmuş insanlardan oluşan toplumlara denir.
Komprador burjuvaziyi ise Attila İlhan şu şekilde tarif ediyor;
Komprador burjuvazi, çıkarlarıyla sisteme bağlı insan tipi. Yaşama biçimleri de bağlı oldukları sistemle aynıdır.
Şimdi sıra geldi beyni iğdiş edilmiş komprador aydınlara;
Komprador aydın, komprador burjuvazi ile işbirliği yaparak halkı aldatan insan tipi. Görevleri komprador burjuvaziye karşı çıkarak direnen halkı yanıltarak ikna etmek.
Sivil örümcek ağı kuran komprador burjuvazi bu düzeni ülkemizde Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün sonrasında siyaseti ele geçirerek başladılar. Askeri ve sivil vesayeti maddi güçlerine paralel kullanarak bugün azmış bir noktaya kendilerini kullanarak menfaat sağlayan emperyalizmin emrinden hiç çıkmayarak ve toplumu Atatürk ile aldatarak sanki onun devrimlerine karşı değilmiş algısı ile kötü niyetlerini sakladılar.
Şunu unuttular Atatürk'ün askeri gerçek aydınların olduğunu hiçbir koşulda satılmayan ve teslim olmayan gerçek Türkleri unuttular.
Bugün yarım kalan insanlık devrimini tamamlamak için Atatürk'ün yolundan gitmek için yürek meydanında direniyorlar.
Ülkemizde ki sivil örümceklerin kimler olduğunu öğrenmek istiyorsanız, vatanı ve ulusun geleceğini kurtarmak istiyorsanız Mustafa Yıldırım'ın yazdığı ve Attila İlhan'ın 'tokat gibi kitap' dediği eseri okumanızı tavsiye ediyorum.
] Önder KARAÇAY [
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#Mustafa Yıldırım#Sivil Örümceğin Ağında#komprador#komprador burjuvazi#komprador aydın#kompredore#Attila İlhan
4 notes
·
View notes
Text
Bu oyuncunun atılmadığı oyun kalmadı Ban rekoru kırdı
Oyun dünyasında alışılmışın dışında bir rekor denemesi geldi. Bir bilgisayar oyuncusu, oyunlarda en fazla ban yeme sayısına ulaşmayı hedefliyor. Bu sıra dışı macera, oyun toplulukları ve hile karşıtı sistemler arasında hayretler uyandırdı.
Oyunculukta yeni oyun trendi: Ban rekoru kırmak
Bir bilgisayar oyuncusu olan Xeonir, oyun dünyasında sıra dışı bir rekor peşinde. Amacı, Valve Anti-Cheat (VAC) tarafından korunan oyunlarda 100, diğer oyunlarda ise ekstra 100 ban elde etmek. Şimdiye kadar yaklaşık 200 ban başarısına ulaşan Xeonir, bu alanda yeni bir rekora imza atmayı hedefliyor.
VAC, hile yapan oyuncuları tespit edip ban veren bir sistem. Xeonir’in bu sistem tarafından korunan oyunlarda banlanma süreci, sürekli yeni Oyunlar satın almak ve hile yaparak dikkat çekmekten geçiyor. Valve, hile yapan oyuncuları genellikle kendi oyunlarının çoğunda kalıcı olarak banlıyor. Brezilyalı ünlü futbolcu Gabriel Jesus, Counter-Strike 2'de VAC ban yedi. Jesus'un 40 bin dolarlık hesabı olduğu tahmin ediliyor. Xeonir, Steam‘de sadece bu rekora ulaşmak için 3 bin 500 dolardan fazla harcadı. Ayrıca, bazı oyunlarda hile yaparak veya oyun geliştiricilerinden banlanma talebinde bulunarak ban elde etmeye çalıştı. Killing Floor 2 ve Garry’s Mod gibi oyunlarda uzun süre hile yapmasına rağmen herhangi bir ban almadı. Xeonir, topluluğa karşı bir vicdan azabı hissetmediğini belirtiyor. Oyunlarda ban yemenin vehile yapmanın oyun kültürünün bir parçası olduğunu ve diğer oyuncuların istedikleri zaman sunucuyu terk edebileceklerini ifade ediyor.
Xeonir’ın bu tuhaf hedefi, oyun toplulukları ve hile karşıtı sistemler arasındaki dinamikleri sorgulamamıza yol açıyor. Bir oyuncunun hile yaparak ban rekoru kırmaya çalışması, oyun dünyasında nasıl bir etki yaratabilir? Bu durum, oyun kültürü ve toplulukları üzerinde ne tür tartışmaları tetikleyebilir? Görüşlerinizi bizimle paylaşmayı unutmayın… Magazin X Haberler : Kategori Oyunlar Read the full article
0 notes
Text
Altcoin analisti Digital PerspectivesPermaBull, kısa müddet evvel attığı bir tweet’te XRP’nin global finans ortamını yine şekillendirme potansiyeline ait mert bir bakış açısı paylaştı. Para ünitelerinin evriminde petrolün tarihi ehemmiyetiyle paralellikler kuran influencer, XRP‘nin dönüştürücü yeteneklerinin gerisindeki itici güçler olarak XRP’nin yararını ve karbon-nötr dizaynını vurguladı. İşte detaylar… Analist, tanınan altcoin XRP için açıklama yaptı Digital PerspectivesPermaBull, kripto para topluluğu genelinde tartışmaları ateşleyen tweet’inde, altın standardı periyodundan sonra ABD dolarının yükselişinde petrolün rolü ile XRP’nin dördüncü sanayi ihtilalindeki potansiyel tesiri ortasında büyüleyici bir analoji sundu. Bu karşılaştırma, XRP’nin potansiyel ehemmiyeti hakkında ikna edici bir argüman için taban hazırlıyor. Analist tarafından vurgulanan kilit noktalardan biri, sürtünmeyi azaltmada ve global büyümeyi teşvik etmede petrolün tesirlerini taklit edebilecek olan XRP’nin yararıdır. Bu yarar, XRP’nin karbon-nötr dizaynıyla el ele geliyor ve bu özellik finans dalında sürdürülebilirliğe verilen kıymetin artmasıyla ahenk sağlıyor.https://twitter.com/DigPerspectives/status/1695425701229334804 PermaBull, XRP’yi finans dünyasının “yeni petrolü” ya da “suyu” olarak nitelendirmeye devam ederek, uygulamasının çeşitli bölümlerde ihtilal niteliğinde değişikliklere yol açabileceğini öne sürüyor. XRP’nin kullanımıyla dönüşüm için olgunlaşmış olarak tanımlanan bölümler, küçük ve orta ölçekli işletmelerden finans kurumlarına, bankalara, merkez bankalarına ve takas odalarına kadar uzanıyor. Bu savlı kapsam, XRP’nin geniş bir finansal zorluk yelpazesini ele alma, süreçleri kolaylaştırma ve verimliliği artırma potansiyelini yansıtıyor. XRP ile emtia benzetmesi Dahası, influencer, XRP’nin, Sanayi Devrimi’nin petrolle olan bağındaki rolüne benzeri halde, finans tarihinde kıymetli bir dönüm noktasını tetikleyebileceğini öngörüyor. Bu bakış açısı, XRP’nin mevcut piyasa bedelinin çok ötesinde, global finansal dinamikler üzerinde sahip olabileceği derin tesirin altını çiziyor. Analist ayrıyeten altın standardının terk edilmesinin ve akabinde merkez bankalarının para basmaya yönelmesinin tarihî bağlamına da değiniyor. Bu bağlam, XRP üzere yeni dönüştürücü varlıklar ortaya çıksa bile, altın üzere emtiaların gelişen finansal sisteme inanç aşılamada rol oynamaya devam edeceğini göstermektedir. Değişik bir biçimde analist, petrodolar mutabakatından uzaklaşmanın potansiyelini düşünmekte. Özellikle Suudi Arabistan’ın muahededen çekilmesinin global finansal dinamiklerdeki değişiklikler için muhtemel bir katalizör olduğunu belirtmektedir. Bu jeopolitik kıymetlendirme, XRP’nin dönüştürücü potansiyeline ait anlatıya derinlik katıyor. Kripto para dünyası gelişmeye devam ederken, Digital PerspectivesPermaBull’un düşündürücü tweet’i, XRP üzere dönüştürücü varlıkların finansın temellerini tekrar şekillendirebileceğini ve yeni bir yarar odaklı piyasalar çağının önünü açabileceğini hatırlatıyor.
0 notes
Text
2023 Kısmi emeklilik EYT kapsamında mı, EYT kısmi emeklilik gelecek mi?
2023 Kısmi Emeklilik EYT Kapsamında mı ? 2023 Kısmi emeklilik EYT kapsamında mı, EYT kısmi emeklilik gelecek mi ? Günümüzde Türkiye'de emeklilik konusu oldukça önemli bir konudur. Ülkemizde birçok kişi, özellikle de EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) olarak adlandırılan kişiler, kısmi emeklilik konusunda büyük bir merak içindedir. EYT'liler, emeklilik yaşının düşürülmesini, daha erken emekli olmak istemektedir. Ancak, hükümetin bu konuda bir adım atıp atmayacağı hala belirsizliğini koruyor. Bu makalede, 2023 yılında kısmi emeklilik EYT kapsamında mı, EYT kısmi emeklilik gelecek mi konusunu ele alacağız. Emeklilik konusu ülkemizde her zaman gündemde olan önemli bir konudur. Özellikle de son yıllarda EYT'lerin sesi oldukça yükseldi. EYT'lerin istekleri arasında emeklilik yaşının düşürülmesi ve daha erken emekli olmak yer alıyor. Hükümetin bu konuda atacağı adım, EYT'lilerin geleceği açısından oldukça önemli. Bu makalede, 2023 yılında kısmi emeklilik EYT kapsamında mı, EYT kısmi emeklilik gelecek mi konusunu ele alacağız.
Emeklilik Sistemi ve EYT
Türkiye'de emeklilik sistemi, kişilerin yaş, prim gün sayısı ve ödenen prim miktarına göre belirleniyor. EYT'ler, özellikle de 2000'li yılların başında emeklilik yaşının yüksek olması nedeniyle, emeklilik yaşına gelmelerine rağmen emekli olamayan kişilerdir. Bu durum, 2010 yılından sonra emeklilik yaşının düşürülmesiyle biraz düzeldi. Ancak, hala birçok kişi emekli olamıyor.
Kısmi Emeklilik Nedir?
Kısmi emeklilik, çalışanların belirli bir yaşa geldiklerinde, tam emekli olmadan önce kısmi zamanlı olarak çalışmalarını sağlayan bir sistemdir. Bu sistem, çalışanların emeklilik öncesi gelirlerini korurken aynı zamanda işgücü piyasasında da kalmasını sağlar. Kısmi emeklilik, birçok ülkede uygulanan bir sistemdir ve çalışanlar için birçok avantaj sağlar.
EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) Nedir?
EYT, Türkiye'de emeklilik sistemindeki yaş şartları nedeniyle emekli olamayan ve bu nedenle "emeklilikte yaşa takılanlar" olarak adlandırılan bir kesimi ifade etmektedir. EYT tartışmaları, 2000'li yılların başından itibaren emeklilik yaşının yükseltilmesiyle birlikte gündeme gelmiştir. EYT kapsamındaki kişiler, 1999 yılı öncesi sigortalı olmuşlar ve 25 yıldan fazla prim ödemişlerdir. Ancak emekli olmak için gerekli olan yaş şartını sağlayamadıkları için emekli olamamaktadırlar. EYT kapsamındaki kişilerin sayısı tahmini olarak 8 milyon civarındadır.
Kısmi Emeklilik Nedir?
Kısmi emeklilik, emekli olmak için gereken yaş şartını sağlamış olan kişilerin, istedikleri takdirde çalışmaya devam ederek bir yandan da kısmi emeklilik maaşı almalarına olanak sağlayan bir uygulamadır. Kısmi emeklilik uygulaması, emeklilerin iş gücü piyasasında kalması ve çalışma hayatında yer almalarını teşvik etmek amacıyla getirilmiştir. Böylece, emeklilerin gelir düzeylerindeki kayıpların önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Kısmi emeklilik, halen yürürlükte olan bir uygulamadır.
2023 Kısmi Emeklilik EYT Kapsamında mı?
Türkiye'de son yıllarda EYT konusu gündemdeki yerini korurken, kısmi emeklilik uygulamasının da bazı değişikliklerle karşı karşıya kalabileceği konuşulmaktadır. Ancak henüz bu konuda somut bir adım atılmamıştır. 2023 yılında yürürlüğe girecek olan yeni sosyal güvenlik yasasıyla birlikte kısmi emeklilik uygulamasında bazı değişikliklerin olması beklenmektedir. Ancak, EYT kapsamındaki kişilerin bu değişikliklerden nasıl etkileneceği konusunda net bir açıklama yapılmamıştır.
EYT Kısmi Emeklilik Gelecek mi?
EYT kapsamındaki kişilerin kısmi emeklilik uygulamasından yararlanıp yararlanamayacakları henüz netlik kazanmamıştır.
EYT'lilerin talepleri ne olacak?
EYT'lilerin talepleri, hükümetin EYT konusunda bir adım atması ve kısmi emeklilik imkanı sağlaması yönünde. EYT'liler, çalışma hayatında uzun yıllar boyunca emek vermişler ve emeklilik hayatlarını daha erken yaşta yaşayabilmek için kısmi emeklilik imkanı talep ediyorlar.
Konu hakkında siyasi görüşler neler?
Konu hakkında siyasi görüşler oldukça farklılık gösteriyor. Bazı siyasi partiler, EYT'lilerin taleplerini destekliyor ve kısmi emeklilik imkanı sağlanması yönünde çalışmalar yaparken, diğer partiler bu konuda daha temkinli yaklaşıyorlar.
Hükümetin tutumu ne yönde?
Hükümetin tutumu konuyla ilgili henüz netleşmiş değil. Ancak hükümet yetkilileri, konunun incelendiğini ve bir karar alınması için çalışmaların sürdüğünü belirtiyorlar. Mansur Yavaş ve Melih Gökçek Arasında Gerginlik Read the full article
0 notes
Text
“Türk Dünyası ve Türkiye Yüzyılı Üzerine Düşünceler” Programı
“Türk Dünyası ve Türkiye Yüzyılı Üzerine Düşünceler” Programı Düzenlendi
İnönü Üniversitesi Güney Asya Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (İNÜGAM) tarafından Turgut Özal Kongre ve Kültür Merkezi’nde “Türk Dünyası ve Türkiye Yüzyılı Üzerine Düşünceler” başlıklı program düzenlendi. Programa Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Başdanışmanı, 25 ve 26. Dönem Osmaniye Milletvekili ve Ankara Hacı Bayramı Veli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Halk Bilimi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ruhi Ersoy konuşmacı olarak katıldı.
İNÜGAM tarafından düzenlenen programa; İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Kızılay, Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Abdulkadir Baharçiçek ve Prof. Dr. Nusret Akpolat, Rektör Danışmanı ve İNÜGAM Müdürü Prof. Dr. Neslihan Durak, Siyasi Partilerin il ve ilçe temsilcileri, Sivil Toplum Kuruluşlarının temsilcileri, akademik ve idari personel ile öğrenciler katıldı. İstiklal Marşı ve saygı duruşu ile başlayan programda açılış konuşmasını yapan Rektör Danışmanı ve İNÜGAM Müdürü Prof. Dr. Neslihan Durak, Güney Asya Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin Türkiye ve Türk Dünyası üzerine faaliyetlerine dair açıklamalarda bulunarak programa katılımlarından dolayı Prof. Dr. Ruhi Ersoy’a teşekkür etti.
İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Kızılay, Türk dünyası üzerinde önemli çalışmalar yapan İNÜGAM’ın yürüttüğü faaliyetlerine değinerek bu program vesilesi ile Prof. Dr. Ruhi Ersoy’u İnönü Üniversitesinde ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti dile getirerek katılımlarından dolayı kendilerine teşekkür etti. Konuşmasına İnönü Üniversitesinde bulunmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirip “Rahmetli Hamit Fendoğlu’ndan başlayarak bu üniversitede Türklük davasına hizmet edenlerin ruhları şad olsun.” şeklinde başlayan Prof. Dr. Ruhi Ersoy, bugünkü konuşması ile ilgili olarak pek çok kürsüde söz aldığını ancak bugünün kendisi için çok daha ayrı ve kıymetli olduğunu dile getirdi. Ruhi Ersoy, bunun sebebinin ise Milli Türk Talebe Birliği’nin bir araya gelebildiği bu toplumda ilk kez fikir hareketleri içerisinde bulunan Mustafa Çalık Bey’in salonda bulunması olduğunu ifade etti. Türk dünyası ve Türk kültürüne dair açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Ruhi Ersoy, Türk kültürünün binlerce yıllık var olan birikimine vurgu yaparak Türk kültür kodunu yarınlara taşıyabilmenin yolunun Ankara merkezli güçlü bir siyasal strateji ve Türkistan merkezli medeniyet kollarının siyasal düşüncesiyle eyleme geçmesiyle mümkün olduğunu dile getirdi. Prof. Dr. Ruhi Ersoy “Ülkemizin bugün savunma sanayisinde geldiği noktanın başlangıcı, İHA ve SİHA’ların varlığ, Asya Hun Hükümdarı Mete’nin ıslıklı oku icadına kadar dayanmaktadır.” dedi. Mete Han’ın “Yay çeken tüm kavimleri kendi çadırımın altında birleştirdim” sözüne vurgu yapan Prof. Dr. Ersoy “Eğer o gün ıslıklı oklar olmasa ve onlar gelişip çoklu ok atma şeklinde gelişmeseydi, teknoloji takip edilerek aşama aşama eyleme konulmasaydı bugün konuştuğumuz Türk savunma sisteminden bahsedemezdik. Savunma sanayisinin terkibiyle bir yere geldik.” şeklinde konuştu. Ersoy “Bizim yani Osmanlının dağılması ile ilgili konuşmalar yapılırken batıyı takip edemediği için dağıldığına dair yanlış ve eksik tezler bulunmaktadır. Bu konuda Türk İktisat tarihçilerinden rahmetli Mehmet Genç ‘Türkler kapitalist sistemini tanıyıp bildi. Kapitalist sistemin biriktirme ve sömürme üzerine olduğunu bildiği için kendisinin de medeniyetinin dağıtma ve verme üzerine olan medeniyeti ile örtüşmediği için geri durdu’ demektedir. Günümüzde Liberalizm ile Kapitalizmi daha insanileştirme tartışmaları sürerken bizim bu manada haklılığımız ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin ekonomik sistemini eleştirmeye dönük çalışmalar dünya sisteminin kendi içerisinde çok yönlü çöküşünün ve farklı merkezlerde yeni farklı ekonomik politik sistemleri uygulamalarını takip etmeyen paradigmaları mevcut batı müesses sisteme göre IMF, BM, NATO’ya göre batılı paradigmalara göre şekillenmiş kafalar bu yorumları yapmaktadır. Ama Türkiye kendi içinde yeni bir deneme, yeni bir uygulama ve yeni bir program geliştirme vizyonu içerisindedir. Türkiye bunu sadece eko-politik anlamda değil pek çok alanda savunma sanayisinde ortaya koyduğu dünya savaş stratejisini değiştirecek icatlarımızla stratejik hamleler yapmaktadır. Bu stratejik planlama ve elimizdeki modern savunma sanayi hamleleri olmasa bugün kardeş Azerbaycan’ının Karabağ Zaferi’nde ne yapacaktık. Ebul Fezl Elçi Bey döneminde Türkiye’den iki helikopter istedim o gelmedi ama bugün 28-30 yıl sonra Karabağ’da Azerbaycan ve Türkiye Cumhuriyeti bayraklarını birlikte asan bir devlet konumuna geldik.” şeklinde konuştu. “Tarihi problem haftamızda dün KKTC’de girilemez denilen Maraş’a giren ve oraya insani yaşam alanı getiren bir dönemin ikinci yılını kutladık.” diyen Prof. Dr. Ersoy, Ayasofya’nın sadece namaz kılınan bir ibadethane olmadığını söyleyerek şöyle devam etti: “Ayasofya’nın açılması, Taksim’de cami yapılması ile Türkiye artık kendi karalarını kendisi veriyor. Türkiye kendi problemini kendisi tespit ediyor ve kendi problemini çözüyor. Egemenliğini ifade ediyor demektir. Taksim’deki caminin oradaki kiliseden yüksek oluşu egemenlik sembolünün göstergesidir. Münhasır Ekonomik Antlaşması ile 460.000 km2 Mavi Vatan’ın ve Libya gerçekliğinin ortaya çıktığı bir Akdeniz havzası ile karşı karşıya bulunmaktayız. Türkiye artık mavi vatan olarak adlandırdığı Akdeniz havzasında kendi enerji kaynaklarını kendi ürettiği gemileri ile arayan bölgesinde lider bir ülke konumundadır.” Ruhi Ersoy Türkiye’nin bu sürece nasıl geldiğini özetlerken dijital çağın getirdiği gereklilikleri de vurguladı. İçinde bulunulan zaman diliminin neyi ifade ettiğinin bilinmesi gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Ruhi Ersoy Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişten geleceğe dair yaşadığı değişim ve dönüşüm sürecini, bugünün nasıl anlamlandırılması gerektiğini, Türkiye’nin karşılaştığı problemleri ve bunun Türk Dünyası üzerindeki etkilerini gerek haritalar gerekse de videolar ile örnekleyerek izah etti. “Bir milletin medeni olma özelliği, geldiği yere huzur getirmesi ve o toplum tarafından arzu edilmesidir.” Diyerek güçlü bir medeniyetin nasıl olması gerektiğiyle ilgili konuşan Prof. Dr. Ersoy, dünyanın pek çok noktası üzerinde yaşanan gelişmeler ile birlikte Türkçenin güçlü yapısına ve bunun Türk dünyası üzerindeki birlikteliğine değinerek Türkiye’nin bu bağlamdaki önemini örneklerle anlattı. Türkiye yüzyılı üzerine açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Ruhi Ersoy Türk tarihinin iyi bilinmesi gerektiğini, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de 1912-1918 arası dönemin iyi analiz edilmesi ve bilinmesi gerektiğini kaydetti. Türkiye’nin günümüze kadar yaşadığı problemlerle birlikte siyasal iktidarda kurulamayan düzenin ülkenin üzerindeki durumunu belirten Ersoy, Türkiye’nin yaşadığı olumsuz olaylardan kendi mücadelesini vererek bugün bir yerlere geldiğinin altını çizdi. Prof. Dr. Ruhi Ersoy “Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı gelişmeler ile Türk dünyasında yaşananlar tıpkı Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan 16 yıldız ve ortasındaki güneş gibi kaderi birbirine bağlıdır. Günümüz dünyasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi kararlarını kendi aldığı, uluslararası dünya sisteminin çöktüğü, Türk devlet teşkilatı ile Türk devletlerinin güç kazandığı bir sürece girilmiştir. Bu arma bizim ne kadar köklü bir devlet olduğumuzu ve sahip olduğumuz misyonun önemini göstermektedir.” dedi. Türkiye’nin son yıllarda karşılaştığı terör olayları karşısındaki başarılı tutum ve kararlı duruşuna vurgu yapan Prof. Dr. Ersoy “Hangi bilim dalında eğitim alırsak alalım yakın tarihimizi bilmemiz gereklidir.” dedi. Bunun önemini örneklerle açıklayan Prof. Dr. Ruhi Ersoy, konuşmasını mevcut dünya sisteminin problemleri acilen çözmesinin gerekliliğini vurguladı ve İnönü Üniversitesinde bulunmasından dolayı teşekkür ederek sözlerini sonlandırdı. Program İNÜGAM Müdürü Prof. Dr. Neslihan Durak’ın, Prof. Dr. Ruhi Ersoy’a hediye takdimi ile son buldu. Haber: Özlem Yıldızyeli- Umutcan Berke Çetin İNÜHABER MERKEZİ Read the full article
0 notes
Text
Türkiye'nin önceliği Anayasa mı yasalar mı sistem mi - Ahmet ATAM
Türkiye Cumhuriyeti devleti kimin devletidir
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, herhalde ciğer yemiş ki, anayasanın değiştirilemez ve dahi değiştirilmesi teklif edilemez olan ilk 4 maddesinden 3'üncü maddeyi hedef alarak “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tabirinin değişmesi gerektiğini söyledi, Türk milletin gözünün içine baka baka, Numan Kurtulmuş'un “devletin milleti mi olur, milletin mi devleti olur” sorusu ile iktidarın önümüzdeki aylarda anayasa değişikliği hakkındaki arzusunu ortaya koyan gizli gündemi de iyice gün yüzüne çıkmış oldu.
0 notes
Link
"Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi, Neden ölüme mahkum eder hepsini? Yaptığı güzelse neden kırar atar, Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?" Ömer Hayyam
2 notes
·
View notes
Text
Kadın ve Namus
Namus; yasak elmaya itaatsızlıkla başlayan bir tarihi sürecin hikayesidir aslında. Adem ile Havva’nın çıplak doğuşlar sonucu cinsel arzularına yenik düşmesi ve şehvetin çekiciliğine kapılmalarıyla, zamanın aklı durdu. “Arının ikisinden birinin (Ademi mi, havvay mı ısırdığı bilinmiyor) kıçından ısırmasıyla başlayan cinsel zevkin “kötülüğün” ve “ihanetin” faturası kadına verildi. Tamamen yalan üzerine kurgulanan, ve bir masaldan öteye gitmeyen, “kardeşlerin sevişmesi”, yalnızca kadının “namussuzluğu” gibi bir kültüre dönüştürüldü. Tanrı üzerinden topluma iletilen bu manipülasyon kadını hedef tahtasına yatırdı. Ve kadın tam olarak bilinmeyen bir fi tarihinden beri, erkeğin ve toplumun değişmeyen bir metasına dönüştü. Erkek kadını özgürce kullanma hakkı asırlardır devam ede geldi. Adem-Havva kaviminden bugüne kadar uzanan namus ve namussuzluk hikayesi kadına verilen bir cezaya dönüştü...Kapitalizmle birlikte erkeğin kadın üzerindeki diktası, gezegenin belli bölgelerinde zayıflamaya, kadın hakları fikri yayılmaya başlaması, kadın için yeni bir tarihin önünü açtı. Emekçi kadınların direnişi, kadın özgürlüğünü daha anlamlı hale getirdi. Sorunun bu boyutu bir başka makalede daha geniş olarak anlatılmalıdır. Namus, kadının bedeni ve cinselliği üzerinden tanımlama bütün dinlerde ortak bir kültür olarak her çağda, belirleyici oldu. Erkeğin cinsel zevklerine kurban edilen kadın, namus kavramıyla kadının yaşamı büyük bir risk altına alındı. Karım, bacım, annem, ailem, kızım gibi sözcüklerin içinde kadın hep ezilen ve sömürülen kadın olmuştur. Namus kültüründe erkeğin her aşamada baskın olması, kadının aşağılanması için bir sistem yaratıldı. “Onur ve şerefi bozan bir tek kadının cinsel ilişkisi oldu. Kadının “namusu” erkekler için hassas bir espiri içine alındı. Kadının “namusu” erkekler tarafında benim ki egosuyla özel bir özel mülkiyete dönüştürüldü. Namus kadına kesilen ağır bir ceza oldu. Namus kültüründe erkeğe verilen avantajlar, kadına karşı şiddet kullanma olarak devam ediyor. Kadının sosyal yaşamın da söz sahibi olan, bir anlamda kadını her gün göz hapsine alan, günlük yaşamını kendi değerleri için de tutan erkek, kadın üzerinde tam bir diktatör oldu. Kadın erkeğin tutsağı, yada yarı kölesi haline getirildi. Erkek eşinin, annesinin, kız kardeşinin cinsel yaşamından sorumlu tutuldu . Daha doğrusu kadına şiddet ve baskı toplumsal kültürün bir parçası oldu. Erkek egemenliği kadın üzerinde her türlü sosyal boyutta etkili oldu. Kadın giyiminden tutunda, günlük aktivitelerde kadın erkeğin çizdiği sınırlar içine alındı. Erkeğin kadın üzerinde kurduğu hegemonya kadının sosyal hayattaki verimliliğini düşürdü, etkisiz hale getirdi. Kadın “namusunun” vereceği zarar öylesine bir noktaya taşındı ki; Erkeğin ve ailenin onuru olarak görüldü. Bu da kadın üzerindeki şiddeti kat-kat arttırdı. Sadık ve sadakat kadın için bir kültür haline getirilirken, erkeğin tecavüzüne uğrayan kadın suçlu gören bir “akıl” içine alındı. Namus, iffet, onur, şeref ve ar kavramlarından kadın sorumlu tutuldu. Namus kavramı kadının değil, erkeğin “orospuluğudur” ve bir bütün olarak sistem sorunudur.Asıl namussuzlar; kadının cinsel yaşamı üzerinde, kendi namussuzluklarını kapatmaya çalışanlar, küçük yaştaki kızlarla evlenenler ve bu evliliği savunanlar, kendi kız evladına tahrik olanlar, kızlarına cinsel “duyarlılıkla” bakanlardır.Bedenini para karşılığında pazarlayan biri bile, din tüccarlarından ve o sahte din “alimlerinden” bin kez daha namusludur.“Namus ve namussuzluk” kavramlarına yüklenen değerler tam bir çelişki yumağıdır. Bu iki kelime Müslüman ülkelerinde KÜLTÜREL VE SOSYAL yozlaşma olarak anlam buluyor. Fakat namus kavramı değişik coğrafyalarda değişik anlamlar verilerek, yada yüklenerek insan dünyasında kullanılıyor. Toplumların eğitimi, sanatı, kültürü, bilgisi, yaşadığı coğrafya, iklimi, teknolojik gelişim ve sosyolojik değerleri namus ve namussuzluk kavramlarını kullanmada belirleyici ve etkileyici rol oynuyor. Müslüman dünyasında kadına verilen değer, kadın- erkeğe ait oldukça biraz anlamlıdır belki. İslam dünyasında gericilik yada faşizm; kadını sosyal aktivitelerinde yok hükmünde sayıyor. Namus kavramı, kadının ve erkeğin cinselliği Avrupa’da ve dünyanın başka coğrafyalarında tartışma ve eleştiri konusu olmuyor. Bu; medeniyetle, bilgiyle, kültürle, sanatla, okuma oranıyla, halkın bilinç düzeyinin gelişimi ile ilişkili bir durumdur. Özellikle kadını cinsel ilişki üzerinde yargılama daha çok Müslüman coğrafyada görülen bir adaletsizliktir. Örneğin: Afrikanın bir bölümünde cinsel ilişki, yani kadın cinsiyetini namussuzluk ölçüsü olarak görülmez. Kadının cinsel ilişkisi üzerinden tartışmaları yanlış bulur. Kadının cinsel sorunu, onun bir problemi olarak düşünülür ve toplum onu yargılamaz. Avrupada gençlerin cinsel ilişkileri üzerinde tartışma yapılmaz. Kızın bakireliği aileler tarafından kontrol altında tutulmaz. Kızın bakire olup olmaması asla bir problem olarak düşünülmez. Tersi bir durum ayıplanır, çağ dışı bir düşünce olarak görülür. Müslüman ülkeleri dışında, dünyanın diğer coğrafyasında kadına cinsiyetçi bir bakışaçısıyla yaklaşılarak üzerine çağdışı yorumlar yapılmıyor. Müslüman rejimlerde kadına biçilen namus, İslam dininin çağdışı yorumları üzerinden yürüyor. Din tüccarlarının, yobazların, imamların, din “alimlerinin” kadını aşağılayan söylemlerle, kadını toplumda yaşanmaz hale getiriyor. Kadını sadece cinsel bir obje olarak gören Müslüman dünyasının şeriatçı rejimleri, kadın üzerinde inanılmaz bir baskı kuruyor.Kadını cinsel ilişkiye karşı sorumluluk altına almak, bir erkek faşizmidir. Kadının hala bir meta olarak görüldüğü, pazarlarda alım-satım değerleri arasına konduğu bir coğrafyada, kadının bedeni üzerinde, özellikle cinsiyeti üzerinde yaratılan erkek egemenliği tam bir dini faşizmdir. Kadının cinsiyeti ile cinsel yaşamı hiç bir koşulda namusun ölçüsü olamaz ve olmamalıdır.Erkeğin gizli ve açık olarak yaşadığı cinsel ilişkiler namussuzluk olarak yorumlanmazken, kadının yaşadığı farklı bir cinsel ilişki onun öldürülmesine neden olabiliyor. Eğer burada bir yanlış varsa, yanlışı yapan iki kişinin sorunu olarak görülür. Fakat diğer tarafta suçlanan ve cezalandırılan salt kadın oluyor. Kimi Müslüman ülkelerde kadın, başka bir erkekle flört etmişse meydanlar da yakılarak, yada taşlanarak öldürüyor. İran ve benzeri ülkelerde erkeğin beğendiği kadınla günlük (muta nikahıyla) evlilikler yapası, yozlaşmanın geldiği boyutu göstermesi bakımından ilgi çekici. İslam dünyasında yada resmi İslam kültüründe kadın, salt cinsel obje olarak kullanılan bir meta niteliğinde görülür. Onlarca Müslüman ülkede hala kadının nasıl bir canlı olduğu tartışma konusu. Bu ilkel tartışmayı yapanların ne oldukları tartışılmalı aslın da. 21. Yüz yılda kadının insanın bir versiyonu olup-olmadığının tartışıldığı bir coğrafyada, kadın olmak gerçekten çok zor bir durum. Bir devrimci, bir aydın, bir entelektüel ya da çağdaş bir birey kadının sosyal hayatını, yaşadığı ilişkiye göre yargılamaz. Kömünist için kadın bir bireydir ve herşeyden önce insandır. Erkeğin, kadına göre hiç bir özel üstünlüğü yoktur.Bir erkeğin bireysel konumu ne kadar önemli ise kadının da bireysel varlığı bir o kadar önemlidir. Kadın ve erkek eşitliğini marksistler tartışmaz. Kadın ve erkek eşitliği üzerinde bir tartışma yapmak yanlıştır, çağdışılıktır. Marksistler, insanların sosyal hayatlarıyla, kadının cinsiyeti üzerinde yorum yapmayı, konuşmayı ve eleştirmeyi prensip olarak yadsır, ayıplanır ve doğru görülmez.Bir marksist ve devrimci için “namus” ve “namuslu olmanın” kriteri; sistemin yarattığı eşitsizliğe, adaletsizliğe, baskıya, şiddete, zülme, sömürüye, emperyalizme karşı mücadele etmektir. Namuslu olmak; Hiç bir çıkar gözetmeksizin kardeşliği, barışı, sevgiyi, dostluğu ve insan haklarını savunmaktır. Namuslu olmanın özetti kısaca budur...Yani rejimin halka dayattığı kötülüklere karşı durmak ve mücadele etmek namuslu olmanın tek kriteridir. Halka yapılan zulmü savunmak, sessiz kalmak, haksızlıklara karşı duyarsız olmak namussuzluk olarak değerlendirilir. Namus ve namussuzluk bir sosyalist için, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın bireylerin toplumda yaşanan kötülükler karşısında gösterdiği reaksiyonlara göre değerlendirilir. Kimin nasıl bir cinsel ilişki yaşadığı marksistleri ilgilendirmez.Marksistler cinsel ilişki üzerinden kadına yapılan baskıya ve şiddete karşı da net tavır alır ve almak zorundalar. Tersi bir tutum kadına yapılan kötülüklere ortak olmak anlamına gelir. İslam dünyasında kadının sünet edildiği, kadının ötekileştirildiği, hala insan olup – olmamasının tartışıldığı bir gezegende, kadına yapılan kötülüklerin ölçüsünü belirliyor. Bu durumda kadının yanında yer almayan, kadınla birlikte erkek egemenliğine karşı mücadele etmeyen biri devrimci, aydın, demokrat ve sosyalist olamaz. Müslüman coğrafyasında kadın hala orta çağ gericiliği içinde değerlendiriliyor ve kadına yaşam hakkı veriliyor. Bu durumu sıradan bir demokrat bile kabullenmez. Sosyalistler için; asıl namussuzlar kapitalist sistemi korumaya ve savunmaya çalışanlardır. Bunda erkek-kadın ayrımı olmaz. Kim sömürücü ve baskıcı rejimi savunuyorsa, o namussuzdur! Kim buna karşı çıkıyorsa, asıl namuslu ve etik değerleri olandır. Bu iki kelime solun literatüründe bulunmaz. Kadının cinsel yaşamı üzerinde yürütülen pazarlık, şeriatçı sistemlerin doğasında var olan bir yozluktur. Asıl namussuzlar, kadını kendi iğrenç doyumları için sömürerek aşağılardır. Ayrıca solun da kadını savunmadaki eşitlik vizyonu, çoğu zaman pratik uygulamada idealize edildiği uutulmamalı...
Robert Pekoz
17 notes
·
View notes
Text
Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet
Psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik yönleri olan cinsellik; bireyin arzu ve duygularıyla birlikte kurduğu iletişim ve etkinliklerden oluşur. Cinsellik, bireyin kendisine ve başkalarına bedensel hazlarıyla uyguladığı, aslında hem ruhsal hem de bedensel bir rahatlama içeren bir etkinliktir. Cinsel arzular, bedensel hazların belli bir türüdür. İnsanların cinsel etkinlikleri değişkendir. Her bireyde farklı cinsel tür etkinlikleri gözlenir. Cinsel yönelimler, bireylerin karşısındakini arzulamalarına göre 3’e ayrılır. Bunlar: heteroseksüel, homoseksüel ve biseksüeldir. İnsanlar, karşı cinsinden, hem cinsinden ya da her iki cinsten de hoşlanabilirler. Cinsel yönelimler aynı zamanda bize cinsellik kavramının içinde analitik bir ayrım oluşturmamızda yardımcı olmuştur. Cinsellik kavramı için de ayrımlarımız şöyle olmuştur: bir kişinin cinselliği, biyolojik cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti. Toplumsal cinsiyet ise toplumsal bakışın şekillendirdiği cinsel roldür. Bu ayrımlar insanlar için 19. yüzyıldan sonra kavramsal bir hal almıştır. Cinsellik kavramı içindeki ayrımlar olmadan önce cinsiyet, bireyin aynı zamanda zorunlu cinsel tercihi olarak görülürdü. Alison Stone’a (2007) göre; ‘cinsiyet sözcüğü’ tek başına, erkeklerle dişiler arasındaki cinsel etkinliğin yalnızca erkeklerle dişiler arasında gerçekleşebileceği varsayımını içeriyordu. Bunun sonucu olarak insanlar genellikle, kadınları cinsel olarak arzulamanın erkek veya eril bir nitelik, erkekleri cinsel olarak arzulamanın ise dişi veya dişil bir nitelik olduğunu varsayıyorlardı. Bu noktada cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin birbirinden ayrılmasının gerekliliğiyle karşılaşıyoruz. Birbirine bağlı olarak kabul edilen bu ayrımlar feministlerin üzerine çalışmalarını sürdürdüğü nokta olmuştur. Filozoflar, cinselliğin birey için taşıdığı anlamı, bazı duygu ve davranışları cinsel yapan kavramsal soruları ve bunların etik sorunları başlıklarında çalışmalar yürütmüşlerdir. Feministlerin bakış açısı ise; cinselliğin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitsiz iktidar ilişkilerinden kaynaklandığıdır. Eşitsiz güç ilişkileri içerisine girmeden duygularımızın, davranışlarımızın ve cinsel arzularımızın nasıl şekil alabileceği konusunda çalışmışlardır. Bu sorunlar, cinsellikte kavramsal ve metafiziksel soruların önünü açmaktadır.
Feminist cinsellik tartışmaları yakın tarihimize baktığımızda iki gruba ayrılmışlardır. İlk grup 1970’lerde ortaya çıkmıştır. Radikal feminizmin içinde politik konum oluşturarak ‘politik lezbiyenizm’ ile ilgilendiler. İkinci grup ise 1980’lerde ortaya çıkmıştır ve birinci grubun devamını oluşturur. İkinci grup feministler, kendi aralarındaki görüşleri farklı iki bakış açısı haline bölünmüştür. Bunlardan birinci bakış açısı: Eril tahakkümle bağlantılı olan veya genel tahakküm içeren (sado-mazoşizm) herhangi bir cinsel etkinlikten uzak durmamız gerektiğidir. İkinci bakış açısı: Birinci bakış açısına karşı olarak sado-mazoşizm gibi tahakküm içeren etkinlikler de dâhil olmak üzere her türlü cinsel etkinliğin, dâhil olan insanların tamamı rıza gösterdiği ve bunu zevkli bulduğu sürece meşru olduğu görüşünü benimsediler. Radikal bir feminist olan Catherine MacKinnon bu bakış açılarından birincisini en kapsamlı haline getirerek geliştirdi. MacKinnon’a göre cinsiyetler arasındaki toplumsal ilişkiler, kadınların itaatkâr olabildiği ve erkeklerinse kadınlar üzerinde tahakküm kurabildiği dinamikler arasında kurulur. MacKinnon’ın toplumsal cinsiyet teorisi, toplumdaki bireylerin cinsel hiyerarşisi üzerine kurulu bir sistem üzerinedir. Toplumda kadına tabi olan erkeğin cinsel isteklerine hizmet etmek için bir ‘cinsel nesne’ olarak tanımlanırken, erkek, kadın üstünde cinsel açıdan tahakküm kuran kişidir. MacKinnon, aynı zamanda toplumun erilliğini de bu cinsel tahakküm üstünden açıklar. Erkek, toplumdaki tahakküm davranışını aynı zamanda toplumsal kurumlar sayesinde öğrenmiştir. Bu davranış, eril toplumda kadınlara ve erkeklere erotik olan olarak öğretilir. MacKinnon aynı zamanda tecavüzün vahşi bir şey olmasına rağmen erkeğin bu davranışını, onu erotik bulduğu ya da cinsel olarak uyarıldığı için yaptığını savunur. Ona göre kadınların rızası olan meşru seks ya da tecavüz aynı tahakkümü içerir; sadece bunların dereceleri farklıdır. MacKinnon’a göre, kadınların rızasının olması, ahlaken meşru kılmayı açıklamamaktadır. McKinnon’un cinsellik teorisi iki muğlâk arasında kalmaktadır. Bunlar;(i) Erkeklerin kadınlara tahakküm kurarak aldıkları tatmin özellikle cinseldir; çünkü toplum kadınlara tahakküm kurmayı, özellikle cinsel bir yolla tatmin olmak olarak tanımlamıştır. (ii) Erkeklerin kadınlara tahakküm kurarak aldıkları tatmin özellikle cinseldir; çünkü erkeklerin, doğal olarak özellikle cinsel bir doğası olan bazı dürtüleri vardır ve kendi içlerinde bu dürtüler belli hiçbir yöne gitmeseler de toplum onları belli bir yöne, kadınlara tahakküm kurma yönüne kanalize eder.(Stone, 2019). Bu iki muğlâk yanıt, bize cinsellikle ilgili iki farklı görüşü yansıtmaktadır. Bunlar ‘güçlü ve zayıf toplumsal inşacılık’ görüşleridir. Toplumsal cinsiyetin cinselliği nasıl şekillendirdiğini, bu şekillenme düşüncelerinin görüşlerini savunan Freud ve Foucault’tan görebiliriz.
Freud, cinsellik üzerine görüşlerinde, zayıf toplumsal inşaçılık görüşünü benimser. Freud, tüm bireylerde doğuştan geldiği düşünülen heteroseksüel cinsel ilişkiye olan yatkınlığa karşı çıkar. Ona göre, cinsel dürtüler hem fiziksel hem de zihinseldir. Freud için cinsel dürtüler bebeklik döneminden beş yaşına kadar olan döneme kadar devam etmektedir. Bu süreç içerisinde bebek veya çocuk, hem zihinsel hem de fiziksel olarak uyarılır. Beş yaşından sonra bu cinsel duygular zayıflar fakat ergenlik döneminde tekrar güçlenerek geri gelir. Freud, ergenlikte olan bireylerin, toplumun dayatmalarıyla birlikte heteroseksüel cinsel ilişkiye yöneldiklerini söyler. Birey, birçok dürtüsünü bu dönemde bastırmak zorunda kalır ve cinsel çağrışımlarını potansiyel başka nesnelere yönlendirir. Freud, kız çocuklarının cinsel dürtülerinin erkek cinsel organını görmesiyle heteroseksüel eğim kazandığını görüşüne sahiptir. Kız çocukları kendi cinsel organlarıyla karşılaştırma yaptıklarında küçük olan klitorisinin penis ile rekabet edemeyeceğini düşünür ve ‘penis kıskançlığına’ tutulur. Freud’a göre kadınların ergenlikte 2 cinsel yönelim yolu vardır. Biri, erillik kompleksine girerek lezbiyenliği seçmeleri; diğeri, cinsel dürtüleri önce babaya, sonra toplumdaki diğer erkeklere yönlendirmesidir.
Freud’a karşıt olarak Foucault, güçlü bir toplumsal inşacı fikrini ortaya koyar. Foucault, cinselliğin modern bir icat olduğu fikrine sahiptir ve her bireyde her yerde görünmeyeceğini söyler. Foucault için ‘iktidar teorisi’ dediği görüşünde, modern toplumlarda, bazı kurumlardan dolayı insanlar cinsellik diye bir şeye sahip olmuşlardır. Foucault’a göre ne zaman ki insanlar içlerine bakmak ve seks edimleriyle ilgili ne hissettiklerini görmek için teşvik edildiler, o zaman kendilerini bir dizi kişisel, özellikle cinsel duygu ve arzulara sahip kişiler olarak görmeye başladılar (Stone, 2019). Cinsel duygularını sorgulayan insanlar bu durumu hayatlarının merkezlerinde görmeye başladılar. Foucault, insanların hazlara, arzulara, enerjilere ve güçlere sahip olduğunu savunur; fakat bu hazların hiçbiri kendi içinde cinsel bir niteliğe sahip değildir. İnsanların bu hazlara verdiği değerlerle birlikte cinsel hale geldiklerini düşünür. Freud ve Foucault’un anlaştıkları nokta, bireylerin kendi cinselliklerinin çevreleri ve toplumsal kurumların etkisi altında inşa ettikleridir.
Toplumsal cinsiyet kavramını ele aldığımızda Foucault, kendi görüşlerinde bu duruma hiç değinmemişken; Freud’un toplumsal cinsiyete dair vurguları vardır. Freud için zihinsel olarak erkek veya dişi olma durumlarında açıklamalar yapar. Freud aynı zamanda çalışmalarında MacKinnon’ın fikirlerini geliştirmiştir. Fakat ikisinin farklı görüşleri de toplumsal cinsiyetin, cinselliği veya cinsel yönelimleri tam olarak nasıl şekillendirdiği konusunda net bir açıklama sunmaz bizlere. Buna rağmen birçok feminist bu kaynaklardan faydalanmaktadır. Toplumsal cinsiyeti, toplumsal pratikler içinde, eril ve dişil davranış kuralları ve insanların bu kuralların etkisiyle gösterdiği davranışlar olarak gördüğümüzde, cinsiyetimizin ve iktidar kurumlarının etkisini görmezden gelemiyoruz. Biyolojik olarak cinsellik, Freud tarafından temellendirilmiştir. Freud, ‘libido’ kavramıyla biyolojik olarak toplumsal cinsiyetin oluştuğunu vurgular. Judith Butler, bu duruma uygun olarak biyolojik cinsiyetin savları her zaman toplumsal cinsiyetin normlarını ima ettiğini ve ikisinin ayrılamayacağını savunur. Toplumsal cinsiyetin bu durumda cinselliğimizi de belirlediğini söyleyebiliriz.
Cinsel farka değinecek olursak birçok feminist, cinsel farkı, toplumsal cinsiyete alternatif olarak değil de; cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarına alternatif olarak ele alır. Cinsel fark, kültürler ve onların içinde yaşayan bireylerin, erkek (ve dişi) bedenli olmaya verdikleri anlamlar ve çağrışımlara gönderme yapar (Stone, 2019). Bu cinsel fark kavramının yaratıcısı Luce Irigaray olmuştur. Irigaray ise kavramlarının birçoğunu Jacques Lacan’dan almıştır. Lacan’a göre erkeklik ve dişilik anlamlarını biyoloji değil dil kurar. Lacan’a göre erkek cinsel organı ayrıcalıklıdır ve dile yön vermektedir. Dilin tamamı ona göre; fallosantriktir. Lacan aynı zamanda erkek egemenliğinin ve kadın pasifliğinin değiştirilemeyeceğini düşünür. Feministler, Lacan’ın cinsel fark kavramını değiştirmek ve düzenlemek ister. Irigaray, batı kültürünün, dişi olmanın fiili veya potansiyeli bir anne olmaktan fazlasını içerdiğine dair her türlü mefhumu zaman içinde sildiği sonucuna varır. Bu kültür içinde çocuklar, anne bedenini bir konuşma-öncesi pasifliğin sembolü olarak görmeye başlayınca dişi bedeni de aynı şekilde görmekten kaçamazlar. Ve dolayısıyla çocuklar dili ve arzuyu da bunun karşıtı, yani erkek ve fallik olarak görmek zorundadırlar. Fakat bu, Lacan’ın düşündüğü gibi çocuğun dile girişinin kendi başına getirdiği bir sonuç değildir; çocuğun belirli bir kültüre, dişileri ikinci sıraya koyan bir kültüre girmesinin sonucudur (Stone, 2019). Irigaray, kuramıyla cinsel farkın doğasını araştırırken erkek ve kadın cinsleri arasındaki cinsel farkın belirginleşmesini savunur. Lacan’a göre: erkek cinsel organında merkezileşen cinsellik kadında bir karşılığının olmaması yönündedir. Irigaray’a göre ise; kadın cinselliğinin bir karşılığının olmaması ya da yokluğunun yerine, çok yönlü cinsellik vurgusuyla yapılmaktadır. Kuramcının bu cinsel farkın belirginleşmesi ve iki eşit pozitif terim olarak görülebilmesi için sahte değil, sahici bir fark olarak çözümleyen yeni bir kültürel zemin hazırlamalıyız. Kültürün içine gömülü olan erkek egemen cinsellik kalıplarını değiştirerek, toplumun ve dilin kadını koyduğu pasif konumdan kurtarabiliriz. Bu şekilde kadınlar kendi cinselliklerini keşfedebileceklerdir. Kadınların ve erkeklerin hayatlarını şekillendiren toplumsal gerçekliğin bir unsurunu belirginleştirmenin faydalı olabileceğini görürüz.
Sonuç olarak: cinselliği incelediğimiz zaman cinsiyet, toplumsal cinsiyet ya da cinsel fark gibi kavramlardan uzak kalamadığımızı görmüş oluyoruz. Cinsellik üzerine feminist düşüncenin birçok katkısı vardır. Feministlerin bu katkıları yeni felsefi soruları ortaya çıkarmıştır. Radikal feministler açısından ele alındığında örneğin: MacKinnon tahakküm/tabi olma kuramıyla birlikte bizlere zayıf ve güçlü toplumsal inşacılığa yönlendirmiştir. Toplumsal inşacılık kuramı ise; Freud ve Foucault ile birlikte cinselliğin, biyolojik olarak mı toplumsal olarak mı yoksa her ikisinin de etkisiyle birlikte mi ortaya çıktığı üzerine savları ortaya çıkartır. Son olarak bunlarla birlikte Lacan’dan aldığı kavramları değiştiren Irigaray ile cinselliği, toplumsal cinsiyetin bir ürünü olarak değil de cinsel fark üzerinden de inceler. Bu gibi kuramlar feminist felsefenin alanlarını çizmekte yardımcı olur.
Aslı ��ZÇELİK
14 notes
·
View notes
Text
Epistokrasi Üzerine
Harlan Ellison'ın "Düşüncenizi savunmaya hakkınız yoktur. Bilgide temellenen düşüncenizi savunma hakkınız vardır. Kimse cahil olma hakkına sahip değildir." sözüyle özetlenebilecek olan sistemdir. Epistokraside seçme ve seçilme hakkının herkese namütenahi bir özgürlük olarak bahşedilmesinden söz edilemez.
Epistokrasi muarızlığı, seçme ve seçilme hakkının pek çok insan tarafından "doğal bir özgürlük" olarak düşünülmesinden doğmakta olsa da demokratik sistemlerin mevcut uygulanma biçimi, yalnızca politikacıların işlerini kolaylaştırmakta olan ve toplum genelinin yararına hizmet etmeyen bir hipokrasi olarak değerlendirilebilir.
Bunu basit bir analoji ile açıklamak gerekirse: Bir ebeveynin, her gün sadece cips ve çikolata ile beslenmek isteyen bir çocuğu olduğunu düşünün. Çocuk cipsin ve çikolatanın uzun vadede onlara neden zarar vereceğini bilmiyorsa ve ebeveyn sadece çocuğunuzun sevgisini kazanarak onun üzerinde otorite kurabilmek için onun her gün sadece cips ve çikolata ile beslenmesini kabul ediyorsa bu ebeveynin çocuğuna bahşettiği bir özgürlük olarak mı yorumlanmalıdır yoksa bir tür çocuk istismarı olarak mı yorumlanmalıdır?
Şayet bu soruya verilen yanıt ikinci seçenekteki tanımlama ise, bilgide temellenmeyip yalnızca halkın sevgisini kazanma kabiliyetine dayanan mevcut demokratik sistemlerin de özgürlük bahşeden sistemler değil, düpedüz halkın duygularını istismar eden sistemler olduğunu söylemekte beis yoktur. Bugün bunu dile getiren insanlar "elitist" olmakla, "halk düşmanı" olmakla, "sınıfçı" olmakla suçlansa da, bu eleştirilerin ne kadar yerinde olduğu meçhuldür.
İngiltere'de 1948'e kadar işlemiş olan plural voting pratiğine bakıp da o pratiğe yönelik bir eleştiriyi bugünün konjonktürüne yapıştırmamız mümkün değildir. (Aynı şey Belçika veya Avusturya için de söylenebilir) Bugünün koşullarında epistokrasiden söz açılınca servet gibi bir faktörün hesaba katılmasını savunacak insan sayısı zaten oldukça azdır. Benzer bir durumu ırk ve cinsiyet için de geçerlidir. Bu tür faktörlerin geçmişte belirleyici olmuş olmaları neredeyse herkesin internet erişiminin olduğu günümüz dünyası için bir anlam ifade etmeyecektir.
Politico gibi platformlar demokrasilerdeki irrasyonellik ve popülizm sorununun nasıl bir alternatif ile aşılabileceği hususunda bizlere iyi kötü bir fikir verebilir. Politico, senatörlerin hangi sorunlarda hangi çizgide durduklarını okumayı sevmeyen okuyucuyu hiç sıkmadan, basit bir şekilde gösteren bir platformdur. Somutlaştırmak gerekirse:
Cory Booker (New Jersey):
cash bail reform -> end it
capital punishment / death penalty -> abolish it
election security -> mandate paper ballots
affordable housing -> combination of construction funding and rent subsidies
income inequality -> raise taxes on the wealthy, create new social programs
minimum wage -> raise the federal minimum wage to $15/hour
student debt -> expand or fix existing debt-relief programs
nuclear power -> support nuclear power
drug costs -> importation and patent breaking
wealth taxes -> increase existing taxes on upper-income americans
...
Bu maddeler çoğaltılabilir.
Yani bugün Booker'ı hiç tanımayan bir insan bile kısa bir süre içinde Booker'ın nükleer enerjiye, ceza reformlarına, vergilendirmelere, seçim güvenliğine nasıl yaklaştığını gözden geçirebilme imkanına sahip olabilmektedir. Elbette burada verdiğim Politico örneği ciddi bir çözüm önerisi örneği değil hipotetik bir örnektir zira platform kaynak belirtmekte yetersiz olması nedeniyle dezenformasyon riski taşımaktadır. Ülkenin kaderini belirleyecek seçmenin böyle platformlara göz atma zahmetinde bulunup bulunmaması günümüz koşullarında tamamen keyfidir. Bu noktada da devreye kaynak belirtme yükümlülüğü gibi yaptırımların girebilir ve seçmenin senatörlerin hayati önem arz eden problemlere yönelik duruşlarını gerçekten bilip bilmediği yorum gerektirmeyen objektif yöntemlerle ölçülebilir.
Seçmeyi ve seçilmeyi namütenahi bir özgürlük olarak nitelendirmek nereden baksanız hatalıdır. Siyaset profesyonellik gerektiren bir alandır ve nasıl diğer alanlarda yetkin olmayan insanların sadece muhataplarını kandırarak istedikleri gibi at koşturabilmelerine "insan hakkı" adı altında müsaade edilmiyorsa, siyasette de müsaade edilmemelidir.
Bizler; doktoralı, masterlı insanların aşırı rekabetten iş yerlerinden red aldıkları bir dünyada yaşıyoruz. İstediği kadar iyi resim çizsin bir grafik tasarımcıdan güven veren bir cv bekleniyor. Profesyonel yaşamda "beni karizmatik bulup seçtiler." veya "samimi buldular." havasında geçen bir mülakat olmuyor. Politikacılık, rutin yaşamda icra edilen pek çok meslekten daha ciddi bir meslektir çünkü alınan bir yanlış karar bütün toplumun kaderini etkiler. Bu durumda "doktor olma hakkı" gibi namütenahi bir özgürlükten nasıl söz edilemiyorsa, "seçilme hakkı" gibi namütenahi bir özgürlükten de söz edilememelidir.
Aslında Mill'in yıllar önce de ifade ettiği, insanların yalnızca kendilerine zarar verdikleri sürece kötü seçimler yapmaya haklarının olduğu prensibi dikkate alındığında pek çok sorunun kökünde hangi ilkesizliğin olduğu anlamak kolaylaşacaktır. Alkol almak veya siroz olmak liberal bir demokraside illegal değil iken alkollü araç kullanmanın illegal olmasının sebebi açıktır. "seçilme hakkı" özelinde dile getirdiğime benzer olarak, "seçme hakkı" özelinde de "bireyin canı istiyorsa kendisine zarar verme hakkı olmalıdır." argümanının geçerli olamayacak ve evde uyuşturucu kullanmakla eşdeğer tutulamayacak olmasının esbabı farklı değildir.
John Adams'ın meşhur "Ben savaş ve siyasetle uğraşmalıyım ki çocuklarım matematikle, felsefeyle, denizcilikle, tarımla uğraşabilsinler. Bunlarla ugraşsınlar ki onların da çocukları resimle, şiirle, müzikle, mimariyle uğraşabilsin." vecizesi ile başlayan, günümüz demokrasilerinin neden işlevsiz olduğunu anlatan Brennan eseri Against Democracy'nin ilk bölümünde, günümüz demokrasilerindeki seçmen tipleri gerçekçi profillerle ele alınır. Eserinin ilk bölümünde Brennan, üç tip seçmen profilinden söz eder: Hobbitler, holiganlar ve vulcanlar.
Hobbitler apatetiktir. Türkiye'de hobbitlerin karşılığı, "aman ali rıza bey ağzımızın tadı kaçmasın." eylemsizliğinde olan insanlardır. Holiganlar, takım tutar gibi parti tutan sabit fikirlilerdir. Bu tip insanlar hayatları boyunca fikir değiştirmezler, duruşlarından ödün vermezler. Hatta oy verdiği partiyi ara sıra değiştirenleri "döneklik" ile suçlayabilirler. Çünkü kendi fikirleri rasyonel seçimlerde değil duygularda temellenir. Vulcanlar ise dışarıdan apolitik izlenimi verseler de hobbitlerin aksine siyasetle yakından ilgilenirler fakat düşüncelerini objektif veriler ve felsefe üzerinde inşa etmeye çabalarlar. Bu yüzden vulcanları holiganlar gibi durmadan politik parti muhabbetlerinde taraf belli ederken gözlemlemezsiniz.
Sağlıklı seçim yapmak konusunda istekli olan vulcan seçmen profilinin toplumda en nadir bulunan profil olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Vaziyet böyleyken insanların kendi hayat kalitelerini doğrudan etkileyecek konular yerine politikacıların ucu hiçbir yere çıkmayan kışkırtıcı söylemlerini, özel hayatlarını, inançlarını tartışmaları kaçınılmaz bir hâl alır.
Bunun sonucunda da insanoğlu tarihi boyunca hiç karşılaşmadığı kadar büyük bir kitlesel yıkım tehdidi ile karşı karşıya kalabilir ki ne yazık ki kalmıştır da. Taş üzerinde taş bırakmayacak teknolojiler, dünyanın her köşesinde yükselen milliyetçi akımlar ve reddedilen küresel ısınma problemi tesadüfen aynı dönemlere denk gelmiş olan diktatörlerin değil, irrasyonel işleyen demokratik sistemlerin eseridir. "seçmek ve seçilmek koşulsuz bir haktır." ilkesine dayanan popülist demokrasi modelleri önümüzdeki asırda yeni bir dünya savaşının çıkmasına vesile olmazsa kendimizi şanslı olarak tanımlayabiliriz.
Nihayetinde her şey müsavi hakların temininden ne anladığımızda başlayıp bitmektedir. Haliyle Batı akademilerindeki çağdaş filozofların üzerine ciddi kafa yordukları epistokrasi ve nookrasi gibi sistemler şimdiki sistem ile kıyaslandıklarında hiç de akıl dışı olmayan önemli alternatiflerdir.
2 notes
·
View notes
Photo
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem nedir?
Tek tek başlıklar halinde, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'in nasıl bir yönetim modeli olabileceğine dair kişisel önerilerimi sunuyorum 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimiyle fiilen, 2018'deki seçimle de resmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçen Türkiye'de neredeyse tüm muhalefet partilerinin ortaklaştığı konu, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'e geçiştir. Muhalefetin, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'e geçiş ifadesiyle vurgulamaya çalıştığı şey, geçmiş yıllardaki parlamenter sisteme dönüş değil, yeni bir modelin hayata geçirileceğidir.
Nihayetinde ağır aksak da olsa kesintilere de uğrasa Türkiye'nin 150 yıllık bir parlamenter yönetim deneyimi bulunmaktadır. Ancak gelinen noktada, eski parlamenter yönetim modelinin de toplumun sorunlarını çözmekte, yaşanan devlet krizini ve çöküşü aşmada yetersiz kalacağı net olarak anlaşılmış olacak ki, muhalefet ağız birliği etmişçesine Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'den söz ediyor. Ne var ki bu sistemi savunan hiçbir siyasi parti, derli toplu bir öneriyle ortaya çıkıp da bu Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'in ne olduğunu anlatmıyor. Bunu neden yapmadıklarını bilemiyorum. Kendilerince haklı nedenleri vardır mutlaka. Belki de partilerin bu yönlü hazırlıkları veya çalışmaları vardır, haksızlık etmiş olmayayım.
Güçlendirilmiş Parlamanter Sistem parlamentodan ibaret değildir Tartışmalara katkı verebilmek amacıyla, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'den ne anladığımı, sistemin nasıl olması gerektiğini aktarmak istiyorum. Her şeyden önce benim Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'den anladığım, sadece Meclis'in demokratik bir işleyişe kavuşturulması, Meclis'in etkinliğinin ve gücünün artırılması değil. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, adı üstünde, bir yönetim sistemidir ve doğal olarak bu sistem sadece parlamentodan ibaret değildir. Bu tanımlama, kamunun bütün karar alma, uygulama ve denetleme çalışmaları ile toplumun ve bireyin bu çalışmalara katılmasının en demokratik şekilde düzenlenmesini ifade eder.
Bu sistemin meclis (yasama) ayağı kadar yürütme (hükümet), yargı, bürokrasi, medya, sivil toplum, yerel yönetimler ve ekonomik model ayakları da son derece önemlidir. Zaten bu alanların tümü Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'e göre düzenlenmeden yeni bir sistemden söz edilemeyeceği gibi, bu alanların tamamı demokrasiyle buluşturulmadan da sistemin demokratikliğinden söz edilemez.
Öte yandan yeni sistem sırf parlamentonun demokratikleştirilmesinden ibaretmiş gibi ele alınırsa ortaya bir tür parlamentarizmden başka bir şey de çıkmayacaktır. Bu nedenle bütünlüklü bir sistem tartışmasına girmek gerekir. Cumhuriyetin yeni yüz yılında güçlü bir demokrasi inşa etmek için tüm demokrasi güçleri, bu sürece kendi açılarından katkı sunacak çalışmalar yapmalıdır diye düşünüyorum.
Tabii ki sadece siyasi partiler değil; akademi dünyası, sivil toplum, aydınlar, medya, özellikle gençler ve kadınlar bu tartışmalara aktif şekilde ve somut önerilerle mutlaka katılmalıdır. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'in ne olması gerektiği tartışmaları bizzat halka mâl edilerek ve halkın doğrudan katılımıyla yürütülmelidir. Unutmamak gerekir ki, demokrasinin bir kültür haline dönüşmesini istiyorsak halkı tüm siyasi süreçlerin asıl öznesi olarak kabul etmek, buna göre bir katılımcılığı hayata geçirmek elzemdir.
Şimdi, tek tek başlıklar halinde, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'in nasıl bir yönetim modeli olabileceğine dair kişisel önerilerimi sunuyorum.
1- Siyasi partiler Siyaset alanını en fazla domine eden ve devlet yönetimini üstlenen aktör olabilme gücüne sahip siyasi partilerin demokratikleştirilmesi, ilk ele alınması gereken konudur. Bu çerçevede Siyasi Partiler Kanunu'nda yapılacak değişikliklerle partilerde lider hakimiyetine son verilmeli, milletvekili ve belediye başkanı adaylarının önemli bir bölümünün ön seçimle belirlenmesi yasal zorunluluk olmalı, parti yönetimlerinde ve aday listelerinde yüzde 50 cinsiyet eşitliği yasal güvence altına alınmalıdır.
2- Seçim sistemi Seçim barajı kaldırılmalı, Türkiye milletvekilliği getirilerek yüzde bir oy alan her partinin en az bir milletvekiliyle parlamentoda temsil edilmesi olanağı sağlanmalıdır.
Yüksek Seçim Kurulu'nun tarafsızlığı ve bağımsızlığı tam anlamıyla sağlanarak eşit ve adil seçim ortamı yaratılmalı, devlet olanaklarıyla seçim çalışması yürütmek ve seçmen iradesine baskı yapmak ağır yaptırımlarla engellenmelidir.
Seçime girecek her siyasi parti, bir önceki seçimde aldığı oy oranına göre, seçime ilk kez katılacak partiler ise önceki seçimde en az oyu alan partinin hak ettiği miktara bağlı bir miktarda hazine yardımı alabilmelidir.
Güvenilir, şeffaf ve denetime açık bir alt yapı oluşturularak, klasik sandığa giderek oy kullanma yönteminin yanı sıra internet yoluyla da oy verme olanağı sağlanmalıdır.
3- Medya bağımsızlığı ve özgürlüğü Haber verme ve haber alma özgürlüğü kurumsal bir demokrasinin gelişmesi için hayati derecede önemlidir. Bu nedenle ifade özgürlüğü, evrensel basın ilkeleri çerçevesinde, eksiksiz bir şekilde garanti altına alınmalıdır.
Medya kuruluşlarının sahiplerinin, devletle doğrudan ve dolaylı, herhangi bir ticari ilişki içinde bulunmasına yasal engel getirilmelidir.
Basın çalışanlarının özlük hakları ile iş güvenceleri güçlü bir şekilde teminat altına alınmalıdır. Yerel medya dahil tüm medya kuruluşlarının, resmi ilan payından ayırımsız ve adil bir şekilde yararlanmaları yasal güvenceye bağlanmalıdır.
RTÜK'ün denetim ve yaptırım yetkisi demokrasi sınırlarına çekilmeli, ifade özgürlüğü ve kişilik haklarını korumakla sınırlı olmalıdır.
4- Sivil toplum Toplumun ve bireyin kamu yönetimlerindeki karar alma, uygulama ve denetleme süreçlerine en etkili, doğrudan ve aktif katılımı ancak sivil toplumun güçlenmesiyle mümkün olur. Bundan kast ettiğim şey, sadece sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi değildir. Sendikaların, meslek odalarının, derneklerin, vakıfların veya platformların var olmaları ve kamu yönetiminin her aşamasına katılma hakları yasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
TBMM'de veya belediye il genel meclislerinde kararlar alınırken, kanunlar yapılırken ilgili sivil toplum örgütlerinin görüşmelere katılarak düşüncelerini, önerilerini sunmaları yasal bir hak, hatta zorunluluk olmalıdır.
Bunun da ötesinde, bireylerin de yerel ve ulusal ölçekteki tüm kararlara ve denetime katılabilmelerinin önü açılmalıdır. Teknolojik gelişmeler, doğrudan demokrasi modelini uygulamayı giderek kolaylaştırmaktadır. Bu olanakların halk tarafından kullanılmasının sağlanması, demokrasinin toplumsallaşmasını ve giderek bir kültüre dönüşmesini sağlayacaktır. Akıllı telefon uygulamalarıyla tüm yurttaşların devlet, yani kamu faaliyetlerine katılarak görüş belirtme, oy kullanma ve denetleme hakkı olmalıdır.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'in en güçlü sigortası da sivil toplum olacaktır. Asıl olan halkın iradesiyse temsilcileri, yani vekilleri, giderek aradan çıkaracak doğrudan demokrasi uygulamalarını geliştirmek de radikal demokrasinin gereğidir.
5- Yerel yönetimler Belediyelerin yetkileri ve belediye bütçeleri artırılmalıdır.
Seçimle gelen yöneticiler hakkında kesinleşmiş mahkeme kararları olmadan onları görevden uzaklaştırmak mümkün olamamalıdır.
Kayyım ve benzeri antidemokratik uygulamalara zemin sağlayan yasalar kaldırılmalıdır. Mahkeme kararıyla görevden alınan yerel seçilmişlerin yerlerine ya belediye meclisi tarafından ya da halk tarafından seçimle yeni görevlendirme yapılmalıdır.
Yazı çok uzayacağından detaylara girmiyorum, aslında kapsamlı bir yerel yönetimler reformu yapılmalıdır.
6- TBMM ve Hükümet Hükümet Meclis'ten oluşmalı, tüm çalışmaları milletvekilleri tarafından denetlenebilmelidir.
Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçilmeli ve yetkileri sembolik düzeyde tutulmalıdır. Asıl görevi devleti temsil olmalı, tarafsızlığı sağlanmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi kolaylaştırılarak, Meclis Başkanlığı seçimi prosedürüyle benzer hale getirilmelidir.
Partilerin grup yönetimlerinin, milletvekillerinin söz hakkını ve oy hakkını baskı altına alması, içtüzük değişikliğiyle engellenmelidir.
Tek tek her milletvekilinin yetkisi ve gücü artırılmalıdır. Bir milletvekilinin verdiği yasa teklifi en geç üç ay içinde TBMM Genel Kurulu'nda oylamaya sunulmalı, teklifi veren milletvekilinin Genel Kurul'da teklifini savunmasına olanak sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır.
Her milletvekili, ulusal güvenlik ve üst derecede gizlilik gerektirenler hariç olmak üzere, tıpkı bir müfettiş gibi, tüm devlet kurumlarında önceden izin almaksızın denetim ve inceleme yapabilmeli, istediği bilgiyi yetkililerden alabilmelidir. Örneğin bir milletvekili, Ankara'nın Bala ilçesinde kaç çiftçiye tarımsal ürün desteği verildiğini, bu çiftçilerin kimler olduğunu, desteğin koşullarını Bala Tarım İlçe Müdürlüğüne yazılı veya sözlü şekilde sorabilmeli, Müdürlük belli bir süre içinde buna yanıt vermelidir.
Muhalefetin Meclis'teki komisyonlarda etkinliği artırılmalı, hakları içtüzükte güvence altına alınmalıdır.
Gensoru, yazılı ve sözlü soru mekanizmalarının etkili birer denetim yolu haline getirilmelidir.
TBMM Genel Kurulu'nun çalıştığı günlerde ilk bir saat boyunca bakanlara sözlü soru sorma uygulaması yapılmalıdır.
Yasa tekliflerinin komisyon görüşmeleri bütünüyle açık olmalı, televizyondan ve internetten canlı yayınlanmalıdır.
Aslında Meclis iç tüzüğünün tümden gözden geçirilmesi ve demokratik hâle getirilmesi gerekiyor ama tek tek yazmam yazıyı fazlaca uzatacaktır.
7- Yargı Mevcut Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) yerine, Hakimler Kurulu ve Savcılar Kurulu şeklinde iki ayrı üst kurul oluşturulmalıdır. Bu kurullara üye seçimi en demokratik ve katılımcı yollarla olmalıdır. Her iki kurulda da tüm avukatların oyuyla seçilecek birer baro üyesi, tüm hukuk fakültelerinin akademik kadrolarının oyuyla seçilecek birer üye, TBMM'den oylamayla belirlenecek ikişer üye, Cumhurbaşkanı'nın belirleyeceği bir üye, üst yargı kurumlarının üyeleri tarafından seçilecek birer üye, bizzat hakimler ve savcılar tarafından belirlenecek beşer üye bulunmalıdır.
Hakim ve savcıların mesleğe kabul edilmesi yetkisi Adalet Bakanlığı'ndan alınmalı, Hakimler Kurulu'na ve Savcılar Kurulu'na devredilmelidir. Hakimlerin ve savcıların mesleğe kabulünde objektif kriterler ve liyakat esas alınmalıdır.
Hakim ve savcıların özlük hakları, atama ve terfi işleri, soruşturulmaları ve görevden alınmaları bu kurullar tarafından ve objektif kriterler esas alınarak, evrensel yargı etik kurallarına uygun şekilde yürütülmelidir.
Hukuk fakültelerindeki eğitim kalitesi artırılmalı, işlevini yerine getiremeyen hukuk fakülteleri kapatılmalıdır. Staj dönemlerinde temel insan hakları eğitimi artırılmalıdır. Kadın hakimlerin sayısının artırılmasını teşvik edecek düzenlemeler yapılmalı.
Savcıların mahkeme salonundaki yerleri müdahil sıralarıyla aynı hizada ve savunma tarafıyla eşit şekilde yeniden düzenlenmelidir.
Savcıların çalışma odaları hakimlerden ayrı bir binada, barolar ve avukatlarınki gibi münhasıran ayrılmış özel yerlerde olmalıdır.
Avukatların delil toplama ve bilgiye, belgeye ulaşma yetkileri savcılarla eşit hale getirilmelidir.
Sadece savcılara bağlı çalışan ve tek görevi adli işler olan adli kolluk kurulmalıdır.
Adalet teşkilatının personel, altyapı, bina, lojman ihtiyaçları eksiksiz karşılanmalı, hakimler ve savcılar dahil tüm adalet personelinin sendikal örgütlenme hakkı yasal güvence altına alınmalıdır.
Cezaevlerinin insan onuruna yakışır yerler haline getirilmesi ve infaz anlayışının eza çektirmeye yönelik olmaktan çıkarılması gerekir.
Yargıç güvencesi fiilen ve yasal olarak güvence altına alınmalıdır.
8- Ekonomi Ekonomi yönetiminin demokratikleşmediği bir sistemin gerçek bir demokrasiyle işlemesi imkansızdır. Bu nedenle, uygulanacak ekonomik modelden bağımsız olarak, her yurttaşın yerel ve merkezi bütçenin yapılması aşamalarına katılımının önü açılmalıdır.
Her yurttaşın, bütçenin harcanmalarını rahatlıkla denetleyebileceği şeffaflık sağlanmalıdır.
Örtülü ödenek uygulamasına son verilmeli, kamu ihalelerinde mutlak eşitlik ve şeffaflık sağlanmalıdır.
Belli bir maliyet bedelinin üstündeki büyük ölçekli yatırımların yerel veya ulusal düzeyde referanduma sunulması zorunlu olmalıdır. Bu referandum dijital ortamda yapılabilir.
Yerel ve ulusal ölçekteki ekonomik konsey her yıl tüm tarafların (sivil toplum, muhalefet, işçi ve işveren temsilcileri ile hükümet temsilcileri) katılımıyla toplanmalı ve stratejik planlara ilişkin gözden geçirme, denetleme rolünü üstlenmelidir.
9- Bürokrasi Kamuda işe alımlarda, üst düzey bürokratik atamalarda liyakat dışında hiçbir kritere yer verilmemeli, bunu sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. Örneğin sözlü mülakat yöntemi kaldırılmalı, işin gereği olarak sözlü mülakatın şart olduğu durumlarda ise mülakat esnasında ses ve görüntü kaydı yapılmalı ve bu kayıtlar arşivlenmelidir.
Bürokraside israf, şatafat, lüks ve rüşvetin tümüyle önlenmesini sağlayacak mekanizmalar oluşturulmalıdır.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem için anlayış devrimi Toplam dokuz maddede özetlemeye çalıştığım bu modele şüphesiz ki, çok şey eklenebilir. Elbette bu sisteme geçebilmek için hem Anayasa hem yasa hem yönetmelik hem kamu kurumları tüzüğü hem TBMM iç tüzüğü düzeyinde çok sayıda değişiklik yapılması gerekiyor. Bu nedenle tüm siyasi aktörlerin birlikte hareket etmesi ve bu süreci toplumsal bir katılımla yürütmesi gerekir. Fakat her modelde olduğu gibi Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'de de gerçek ve kurumsal bir demokrasinin gelişmesi, öncelikli olarak anlayış devrimine bağlıdır. Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı, hedefi, hırsı ve gündemi olmayan siyasi aktörlerin öncülüğünde ve tüm toplumsal kesimlerin el ele vererek oluşturacakları demokrasi ittifakının gücüyle başarılı olunabilir. Kolay değil ama imkansız da değil. Biraz daha samimiyet ve cesaret yeterli olacaktır.
Belirttiğim çerçevede Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'e geçilirse devlet demokrasiyle buluşmuş olur ve tüm toplumsal sorunların çözümü mümkün hale gelir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin artık kişilerin, grupların veya partilerin devleti olmaktan çıkarılarak halkın devleti haline getirilmesinin zamanıdır.
#SelahattinDemirtaş`a özgürlük...
1 note
·
View note
Text
Dassault Systèmes Araştırması, Üretimde Sürdürülebilir İnovasyon için Anahtar Becerileri Ortaya Koydu
Dassault Systèmes Araştırması, Üretimde Sürdürülebilir İnovasyon için Anahtar Becerileri Ortaya Koydu
Sürdürülebilirlik için tasarım, mekatronik, katmanlı üretim, veri bilimi ve model tabanlı sistem mühendisliği, üretim sektörünün dönüşümünü hızlandırmak için temel veya gelişmekte olan fırsat alanları olarak öne çıkıyor Dassault Systèmes 3DEXPERIENCE Edu’nun girişimiyle üretim becerileri ve disiplinleri üzerine Bloom tarafından yürütülen bir yıllık sosyal medya tartışmaları analizi önemli…
View On WordPress
0 notes
Text
Merkez bankası dijital para üniteleri tartışmaları gündemdeki yerini koruyor. Birçok devlet, CBDC’lerin araştırılması ve test edilmesi ismine çalışmalar yürütürken, regülasyonlarla birlikte kullanımının yaygınlaşması beklenen dijital para ünitelerinin kripto paralara olan ahengi da artırması bekleniyor. Dijitalleşme trendi her alanda olduğu üzere bankacılık ve finans alanında da değişime öncülük ediyor. Dünya genelinde merkez bankaları dijital ünitelerinin sirkülasyona sokulması ismine çeşitli çalışmalar yapılıyor. Merkez bankaları tarafından üretilen ve CBDC olarak isimlendirilen dijital para üniteleri, ulusal hükümet yahut siyasi otoriteler tarafından da destekleniyor. Halihazırda prestiji para ünitelerinin hâkim olduğu finansal sistem içerisinde süreç gören CBDC’ler mevcut sistemi değerli ölçüde etkileyebilme potansiyeli taşıyor. Bilhassa dijital para ünitelerinin sıkça konuşulduğu bugünlerde açıklamalarda bulunan BitMEX CEO’su Stephan Lutz CDBC’lerin kripto para piyasalarına mümkün tesirlerine ait görüşlerini ekosistemle paylaştı. “Özellikle son periyotta, memleketler arası arenada atılan kimi adımlar dijital para ünitelerinin gelecekteki kullanımına ait değerli sinyaller veriyor. Geçtiğimiz Aralık ayında Çin ve Suudi Arabistan ortasında petrol alım satımında gerçekleştirilen birinci renminbi sürecinin akabinde Çin’in dijital parasına olan talebin de artma ihtimali bulunuyor. Öte yandan, merkez bankası dijital para ünitelerinin yaygınlaşması, global para sistemi içerisindeki istikrarları değiştirip değiştiremeyeceği de merak ediliyor. Çok uzun vakittir global finans ve ticaretin başrol oyuncusu olan doların bu dijitalleşme adımlarıyla birlikte otoritesinin sarsılabileceğine yönelik çeşitli teoriler var. Bu teorilerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bugünden kestirmek hayli güç. Ama bu ön görülemezlik ortamında dahi para otoritelerinin dijitalleşmeye karşı koyamayacakları da gün üzere ortada. Münasebetiyle değişim rüzgarını kaçıran kurumlar ve bu kurumların denetimindeki paralar ilerleyen periyotta çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalabilir. CBDC’ler insanların kripto paralara olan yaklaşımını olumlu etkileyecektir Bugün kripto paralara aralı olan ve fiziki olarak elinde bulunduramadığı bir objeye para demeyi reddeden insanların CBDC’lerin günlük hayattaki kullanımı arttıkça kripto paralara olan bakış açısının da olumlu manada değişeceğini söyleyebiliriz. Yani özetle önümüzdeki süreçte paraların dijitalleşmesi ve beraberinde bunun da kripto paralara olan ahengi artırması kaçınılmaz görünüyor. Son periyotta yaşanan, Silicon Valley Bank ile başlayan Credit Suisse ile devam eden bankacılık krizi de aslında bir bakıma mali sistemde yaşanan değişimin dijitalleşmeyle hudutlu kalmaması gerektiğini gösteriyor. Blockchain teknolojisinin getirdiği anlayış ve avantajların günümüz finans sistemine entegre edilmesi hem maliyetlerin düşmesinde hem de batan kurumların iktisada ziyan vermesini engelleme noktasında katkı sağlayacaktır. Amaç: 1 dolar kıymetinde, bankacılık hizmetlerini gerektirmeyen bir kripto para Söz konusu entegrasyon ise denkleminde Bitcoin ve dolar olan bir stablecoin ile sağlanabilir. Buradaki gaye, 1 dolar bedelinde olan fakat bankacılık sisteminin hizmetlerini de gerektirmeyen bir token yaratmak olarak açıklanabilir. Merkeziyetsiz bir fiat para yaratmak üzere bir maksat taşımayan bu sistemde, türev araçların sağladığı imkân sayesinde 1 dolar pahasında bir stablecoin elde etmek için tekrar 1 dolar pahasındaki bir kripto parayı kilitlemenizi sağlayan bir düzenek kurmak mümkün olabilir. Ekosistemin birlik içinde hareket ederek kurması halinde hayli sağlam temellere dayanacak bu sistem hem muhtemel krizlere bugünden set çekebilir hem de para kavramının dönüşümünde global iktisada ve insanlığa katkı sağlayabilir.”
0 notes
Text
Dassault Systèmes Araştırması, Üretimde Sürdürülebilir İnovasyon için Anahtar Becerileri Ortaya Koydu
Dassault Systèmes Araştırması, Üretimde Sürdürülebilir İnovasyon için Anahtar Becerileri Ortaya Koydu
Sürdürülebilirlik için tasarım, mekatronik, katmanlı üretim, veri bilimi ve model tabanlı sistem mühendisliği, üretim sektörünün dönüşümünü hızlandırmak için temel veya gelişmekte olan fırsat alanları olarak öne çıkıyor Dassault Systèmes 3DEXPERIENCE Edu’nun girişimiyle üretim becerileri ve disiplinleri üzerine Bloom tarafından yürütülen bir yıllık sosyal medya tartışmaları analizi önemli…
View On WordPress
0 notes
Text
Spekülatif hareketler borsayı kilitledi
Bir hafta önce tarihi zirve seviyesini 3.715 puanla yenileyen Borsa İstanbul'da yaşanan çöküş büyük tartışmaları da beraberinde getirdi. Zirveden yüzde 15 uzaklaşan BIST 100 endeksi 565 puanlık kayıpla 3.150 puan seviyesini test etti. Son bir haftada yaşanan sert düşüş paniğe ve manipülasyon iddialarına neden olurken, pazartesi akşamı regülatörler ve aracı kurumlar krizi aşmak için olağanüstü toplandı. TEMİNAT SORUNU VAR ABD'li yayın kuruluşu Bloomberg'e konuşan konuya yakın bir yetkili, öncelikle likiditede bir çözüm bekleneceğini ve gerekmesi durumunda da en az müdahaleyle tedbir alınacağını kaydetti. Tahta kapatmanın gündemde olmadığını dile getiren yetkili, aracı kurumlara ilişkin sitematik bir riskin de olmadığını belirtti. Yetkili, ancak bazı patronların bu süreçte zarar etmesinin kaçınılmaz olduğunu da dile getirdi. 5 Temmuz-13 Eylül tarihleri arasında yaklaşık yüzde 170 oranında olağanüstü yükseliş kaydeden bankacılık endeksi, son 7 günde yüzde 30 değer kaybetti. Bazı analistler aracı kurumların teminat tamamlama yükümlülüklerinin arka arkaya üç gün boyunca günlük 1.5 milyar lirayı geçtiğini, aracı kurumların takası tamamlayamadığını aktardı. Yaşanan teminat sorunları piyasada sıkışıklık yaratırken, dün öğleden sonra Takasbank, Vadeli İşlem ve Opsiyon Piyasası'nda (VİOP) bankaların dayanak varlıkları için işlem teminatı hesaplamalarında kullanılan risk parametrelerinin piyasa koşullarını dikkate alarak güncellendiğini duyurdu. Analistlere göre teminat limitlerinde yapılacak bu değişiklik oluşan sıkışıklığa kısa vadeli çözüm olabilir. Ancak hisse senedi piyasaları geçici olarak sakinleşse de düzelme zaman alacak.Bu arada Borsa İstanbul, bugünden itibaren, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası paylarındaki açığa satış, kredili işlem yasağını kaldırdığını duyurdu. Düzenlemenin etkisiyle Borsa İstanbul günü yüzde 2.44 yükselişle 3.277 puandan günü tamamladı. NELER OLDU? 1-PIYASALARDA özelikle negatif faiz yatırımcıları riskli arayışlara sokuyor. Faiz dışında tek seçenek olarak borsa kaldı. Bu durumu dile getiren Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati, vatandaşın borsaya yatırım yaparak kazanacağına dair açıklama yaptı. 2-YUKARIDAKİ gerçeklerden yola çıkan borsanın büyük oyuncuları ise ellerinde büyük paralar olmasa bile kendi kendini besleyen bir sistem kurdular. Bu sistemi kurarken başta Varlık Fonu olmak üzere devletten destek aldıkları da iddia edildi. Sektör olarak da bankacılık seçildi. 3 –OYUNCULARIN en büyük dayanağı bu sistem ile hisselerin piyasada alınıp satılan kısmını ele geçirmiş olmalarıydı. Yani yükselen hisseler karşısında satıcı kalmamıştı. Hisse fiyatı yükseldikçe VİOP'tan elde edilen teminat fazlası ile el atılan hisselerde tavanlar sürdürülüyordu. 4 –VİOP'tan kazandığını spot piyasada hisse senedine yatıran yani elinde yeterli nakdi olmayan yatırımcılar da borsada hisselerini satmak zorunda kaldı. Veya aracı kurumlar bu yatırımcıların hisselerini satarak teminat açıklarını tamamlamaya başladılar. 5 -SON olarak olup bitene Sermaye Piyasası Kurulu'nun (SPK) seyirci kalması büyük tepki topluyor. Bazı hisselerde yüzde 2-3 yükselişlerde şirketten açıklama isteyen SPK bu hareketler olurken bankalardan herhangi bir bilgi istemedi.Saadet zinciri gibi işlediNoorcm Menkul Değerler Araştırma Birim Müdürü Arzu Toktay “Tabii son süreçte hisse senedi piyasasına giren paranın sağlıklı bir şekilde oluşmuş bir para olmaması ve daha çok kredili işlemlerle Vadeli İşlemler Piyasası ve spot piyasa arasında oluşan bir saadet zinciri denebilecek bir işleyiş ile gerçekleştirilmiş olması şu günlerde yaşadığımız sert satışların sebebi olarak görünüyor” diyor. Gerçek yatırımcı zarar gördüBorsa analisti Berrin Önder, piyasalarda özelikle negatif faizin yatırımcıları riskli arayışlara soktuğunu vurguluyor. Önder, “Banka hisse senetlerinde başlayan hareket büyük bir merak uyandırdı ve kamu kaynaklı olduğu düşünüldü. Ve diğer hisselere de yayıldı. Ancak piyasalar birçok etkeni barındırır. Ve kontrol edebilmek çok zordur. Spekülatif hareketler de her zaman zarara yol açar. Gelinen noktada piyasa kilitlendi ve aracı kurumlar ve gerçek yatırımcılar dahi zarar gördü” diye konuştu.(Sözcü) Read the full article
0 notes
Text
İsviçre, ABD'den savaş uçağı alımı için referanduma gidiyor
🇨🇭SESİ- Yeterli imzaya ulaşan aktivistler, F-35 alımının önüne geçmek istiyor. ABD'den 36 adet F-35 savaş uçağı almak isteyen İsviçre hükümeti, tepkilerle karşılaştı. Sol ağırlıklı İsviçreli aktivistler, ülkelerinin satın alma işlemini durdurmak için ulusal referandumu tetikledi. İSVİÇRE’DE F-35 TARTIŞMASI Geçtiğimiz yıl haziran ayında Lockheed Martin tarafından üretilen jetleri satın almak için anlaşma imzalayan 15'inci ülke olan İsviçre, "askeri tarafsızlığın dış politikasının temel ilkesi olması" nedeniyle tartışmaları beraberinde getirdi. REFERANDUM İÇİN YETERLİ İMZA TOPLANDI Hükümet, yaptığı açıklamada, özellikle F-35'leri tercih edip etmeme konusunda ikinci bir referandum yapılması için 100 binden fazla imzanın toplandığını açıkladı. Ülkedeki anayasal sisteme göre, hükümet böyle bir oylama için tarih belirlemek ve sandıktan çıkacak sonuca uymak zorunda. Lockheed Martin ile imzalanan sözleşmeyi destekleyen FDP liberal partisinin başkanı Thierry Burkart, "Bu, popüler hukukun kötüye kullanılması değilse bile yanlış anlaşılmasıdır." dedi. Read the full article
0 notes