Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet
Psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik yönleri olan cinsellik; bireyin arzu ve duygularıyla birlikte kurduğu iletişim ve etkinliklerden oluşur. Cinsellik, bireyin kendisine ve başkalarına bedensel hazlarıyla uyguladığı, aslında hem ruhsal hem de bedensel bir rahatlama içeren bir etkinliktir. Cinsel arzular, bedensel hazların belli bir türüdür. İnsanların cinsel etkinlikleri değişkendir. Her bireyde farklı cinsel tür etkinlikleri gözlenir. Cinsel yönelimler, bireylerin karşısındakini arzulamalarına göre 3’e ayrılır. Bunlar: heteroseksüel, homoseksüel ve biseksüeldir. İnsanlar, karşı cinsinden, hem cinsinden ya da her iki cinsten de hoşlanabilirler. Cinsel yönelimler aynı zamanda bize cinsellik kavramının içinde analitik bir ayrım oluşturmamızda yardımcı olmuştur. Cinsellik kavramı için de ayrımlarımız şöyle olmuştur: bir kişinin cinselliği, biyolojik cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti. Toplumsal cinsiyet ise toplumsal bakışın şekillendirdiği cinsel roldür. Bu ayrımlar insanlar için 19. yüzyıldan sonra kavramsal bir hal almıştır. Cinsellik kavramı içindeki ayrımlar olmadan önce cinsiyet, bireyin aynı zamanda zorunlu cinsel tercihi olarak görülürdü. Alison Stone’a (2007) göre; ‘cinsiyet sözcüğü’ tek başına, erkeklerle dişiler arasındaki cinsel etkinliğin yalnızca erkeklerle dişiler arasında gerçekleşebileceği varsayımını içeriyordu. Bunun sonucu olarak insanlar genellikle, kadınları cinsel olarak arzulamanın erkek veya eril bir nitelik, erkekleri cinsel olarak arzulamanın ise dişi veya dişil bir nitelik olduğunu varsayıyorlardı. Bu noktada cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin birbirinden ayrılmasının gerekliliğiyle karşılaşıyoruz. Birbirine bağlı olarak kabul edilen bu ayrımlar feministlerin üzerine çalışmalarını sürdürdüğü nokta olmuştur. Filozoflar, cinselliğin birey için taşıdığı anlamı, bazı duygu ve davranışları cinsel yapan kavramsal soruları ve bunların etik sorunları başlıklarında çalışmalar yürütmüşlerdir. Feministlerin bakış açısı ise; cinselliğin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitsiz iktidar ilişkilerinden kaynaklandığıdır. Eşitsiz güç ilişkileri içerisine girmeden duygularımızın, davranışlarımızın ve cinsel arzularımızın nasıl şekil alabileceği konusunda çalışmışlardır. Bu sorunlar, cinsellikte kavramsal ve metafiziksel soruların önünü açmaktadır.
Feminist cinsellik tartışmaları yakın tarihimize baktığımızda iki gruba ayrılmışlardır. İlk grup 1970’lerde ortaya çıkmıştır. Radikal feminizmin içinde politik konum oluşturarak ‘politik lezbiyenizm’ ile ilgilendiler. İkinci grup ise 1980’lerde ortaya çıkmıştır ve birinci grubun devamını oluşturur. İkinci grup feministler, kendi aralarındaki görüşleri farklı iki bakış açısı haline bölünmüştür. Bunlardan birinci bakış açısı: Eril tahakkümle bağlantılı olan veya genel tahakküm içeren (sado-mazoşizm) herhangi bir cinsel etkinlikten uzak durmamız gerektiğidir. İkinci bakış açısı: Birinci bakış açısına karşı olarak sado-mazoşizm gibi tahakküm içeren etkinlikler de dâhil olmak üzere her türlü cinsel etkinliğin, dâhil olan insanların tamamı rıza gösterdiği ve bunu zevkli bulduğu sürece meşru olduğu görüşünü benimsediler. Radikal bir feminist olan Catherine MacKinnon bu bakış açılarından birincisini en kapsamlı haline getirerek geliştirdi. MacKinnon’a göre cinsiyetler arasındaki toplumsal ilişkiler, kadınların itaatkâr olabildiği ve erkeklerinse kadınlar üzerinde tahakküm kurabildiği dinamikler arasında kurulur. MacKinnon’ın toplumsal cinsiyet teorisi, toplumdaki bireylerin cinsel hiyerarşisi üzerine kurulu bir sistem üzerinedir. Toplumda kadına tabi olan erkeğin cinsel isteklerine hizmet etmek için bir ‘cinsel nesne’ olarak tanımlanırken, erkek, kadın üstünde cinsel açıdan tahakküm kuran kişidir. MacKinnon, aynı zamanda toplumun erilliğini de bu cinsel tahakküm üstünden açıklar. Erkek, toplumdaki tahakküm davranışını aynı zamanda toplumsal kurumlar sayesinde öğrenmiştir. Bu davranış, eril toplumda kadınlara ve erkeklere erotik olan olarak öğretilir. MacKinnon aynı zamanda tecavüzün vahşi bir şey olmasına rağmen erkeğin bu davranışını, onu erotik bulduğu ya da cinsel olarak uyarıldığı için yaptığını savunur. Ona göre kadınların rızası olan meşru seks ya da tecavüz aynı tahakkümü içerir; sadece bunların dereceleri farklıdır. MacKinnon’a göre, kadınların rızasının olması, ahlaken meşru kılmayı açıklamamaktadır. McKinnon’un cinsellik teorisi iki muğlâk arasında kalmaktadır. Bunlar;(i) Erkeklerin kadınlara tahakküm kurarak aldıkları tatmin özellikle cinseldir; çünkü toplum kadınlara tahakküm kurmayı, özellikle cinsel bir yolla tatmin olmak olarak tanımlamıştır. (ii) Erkeklerin kadınlara tahakküm kurarak aldıkları tatmin özellikle cinseldir; çünkü erkeklerin, doğal olarak özellikle cinsel bir doğası olan bazı dürtüleri vardır ve kendi içlerinde bu dürtüler belli hiçbir yöne gitmeseler de toplum onları belli bir yöne, kadınlara tahakküm kurma yönüne kanalize eder.(Stone, 2019). Bu iki muğlâk yanıt, bize cinsellikle ilgili iki farklı görüşü yansıtmaktadır. Bunlar ‘güçlü ve zayıf toplumsal inşacılık’ görüşleridir. Toplumsal cinsiyetin cinselliği nasıl şekillendirdiğini, bu şekillenme düşüncelerinin görüşlerini savunan Freud ve Foucault’tan görebiliriz.
Freud, cinsellik üzerine görüşlerinde, zayıf toplumsal inşaçılık görüşünü benimser. Freud, tüm bireylerde doğuştan geldiği düşünülen heteroseksüel cinsel ilişkiye olan yatkınlığa karşı çıkar. Ona göre, cinsel dürtüler hem fiziksel hem de zihinseldir. Freud için cinsel dürtüler bebeklik döneminden beş yaşına kadar olan döneme kadar devam etmektedir. Bu süreç içerisinde bebek veya çocuk, hem zihinsel hem de fiziksel olarak uyarılır. Beş yaşından sonra bu cinsel duygular zayıflar fakat ergenlik döneminde tekrar güçlenerek geri gelir. Freud, ergenlikte olan bireylerin, toplumun dayatmalarıyla birlikte heteroseksüel cinsel ilişkiye yöneldiklerini söyler. Birey, birçok dürtüsünü bu dönemde bastırmak zorunda kalır ve cinsel çağrışımlarını potansiyel başka nesnelere yönlendirir. Freud, kız çocuklarının cinsel dürtülerinin erkek cinsel organını görmesiyle heteroseksüel eğim kazandığını görüşüne sahiptir. Kız çocukları kendi cinsel organlarıyla karşılaştırma yaptıklarında küçük olan klitorisinin penis ile rekabet edemeyeceğini düşünür ve ‘penis kıskançlığına’ tutulur. Freud’a göre kadınların ergenlikte 2 cinsel yönelim yolu vardır. Biri, erillik kompleksine girerek lezbiyenliği seçmeleri; diğeri, cinsel dürtüleri önce babaya, sonra toplumdaki diğer erkeklere yönlendirmesidir.
Freud’a karşıt olarak Foucault, güçlü bir toplumsal inşacı fikrini ortaya koyar. Foucault, cinselliğin modern bir icat olduğu fikrine sahiptir ve her bireyde her yerde görünmeyeceğini söyler. Foucault için ‘iktidar teorisi’ dediği görüşünde, modern toplumlarda, bazı kurumlardan dolayı insanlar cinsellik diye bir şeye sahip olmuşlardır. Foucault’a göre ne zaman ki insanlar içlerine bakmak ve seks edimleriyle ilgili ne hissettiklerini görmek için teşvik edildiler, o zaman kendilerini bir dizi kişisel, özellikle cinsel duygu ve arzulara sahip kişiler olarak görmeye başladılar (Stone, 2019). Cinsel duygularını sorgulayan insanlar bu durumu hayatlarının merkezlerinde görmeye başladılar. Foucault, insanların hazlara, arzulara, enerjilere ve güçlere sahip olduğunu savunur; fakat bu hazların hiçbiri kendi içinde cinsel bir niteliğe sahip değildir. İnsanların bu hazlara verdiği değerlerle birlikte cinsel hale geldiklerini düşünür. Freud ve Foucault’un anlaştıkları nokta, bireylerin kendi cinselliklerinin çevreleri ve toplumsal kurumların etkisi altında inşa ettikleridir.
Toplumsal cinsiyet kavramını ele aldığımızda Foucault, kendi görüşlerinde bu duruma hiç değinmemişken; Freud’un toplumsal cinsiyete dair vurguları vardır. Freud için zihinsel olarak erkek veya dişi olma durumlarında açıklamalar yapar. Freud aynı zamanda çalışmalarında MacKinnon’ın fikirlerini geliştirmiştir. Fakat ikisinin farklı görüşleri de toplumsal cinsiyetin, cinselliği veya cinsel yönelimleri tam olarak nasıl şekillendirdiği konusunda net bir açıklama sunmaz bizlere. Buna rağmen birçok feminist bu kaynaklardan faydalanmaktadır. Toplumsal cinsiyeti, toplumsal pratikler içinde, eril ve dişil davranış kuralları ve insanların bu kuralların etkisiyle gösterdiği davranışlar olarak gördüğümüzde, cinsiyetimizin ve iktidar kurumlarının etkisini görmezden gelemiyoruz. Biyolojik olarak cinsellik, Freud tarafından temellendirilmiştir. Freud, ‘libido’ kavramıyla biyolojik olarak toplumsal cinsiyetin oluştuğunu vurgular. Judith Butler, bu duruma uygun olarak biyolojik cinsiyetin savları her zaman toplumsal cinsiyetin normlarını ima ettiğini ve ikisinin ayrılamayacağını savunur. Toplumsal cinsiyetin bu durumda cinselliğimizi de belirlediğini söyleyebiliriz.
Cinsel farka değinecek olursak birçok feminist, cinsel farkı, toplumsal cinsiyete alternatif olarak değil de; cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarına alternatif olarak ele alır. Cinsel fark, kültürler ve onların içinde yaşayan bireylerin, erkek (ve dişi) bedenli olmaya verdikleri anlamlar ve çağrışımlara gönderme yapar (Stone, 2019). Bu cinsel fark kavramının yaratıcısı Luce Irigaray olmuştur. Irigaray ise kavramlarının birçoğunu Jacques Lacan’dan almıştır. Lacan’a göre erkeklik ve dişilik anlamlarını biyoloji değil dil kurar. Lacan’a göre erkek cinsel organı ayrıcalıklıdır ve dile yön vermektedir. Dilin tamamı ona göre; fallosantriktir. Lacan aynı zamanda erkek egemenliğinin ve kadın pasifliğinin değiştirilemeyeceğini düşünür. Feministler, Lacan’ın cinsel fark kavramını değiştirmek ve düzenlemek ister. Irigaray, batı kültürünün, dişi olmanın fiili veya potansiyeli bir anne olmaktan fazlasını içerdiğine dair her türlü mefhumu zaman içinde sildiği sonucuna varır. Bu kültür içinde çocuklar, anne bedenini bir konuşma-öncesi pasifliğin sembolü olarak görmeye başlayınca dişi bedeni de aynı şekilde görmekten kaçamazlar. Ve dolayısıyla çocuklar dili ve arzuyu da bunun karşıtı, yani erkek ve fallik olarak görmek zorundadırlar. Fakat bu, Lacan’ın düşündüğü gibi çocuğun dile girişinin kendi başına getirdiği bir sonuç değildir; çocuğun belirli bir kültüre, dişileri ikinci sıraya koyan bir kültüre girmesinin sonucudur (Stone, 2019). Irigaray, kuramıyla cinsel farkın doğasını araştırırken erkek ve kadın cinsleri arasındaki cinsel farkın belirginleşmesini savunur. Lacan’a göre: erkek cinsel organında merkezileşen cinsellik kadında bir karşılığının olmaması yönündedir. Irigaray’a göre ise; kadın cinselliğinin bir karşılığının olmaması ya da yokluğunun yerine, çok yönlü cinsellik vurgusuyla yapılmaktadır. Kuramcının bu cinsel farkın belirginleşmesi ve iki eşit pozitif terim olarak görülebilmesi için sahte değil, sahici bir fark olarak çözümleyen yeni bir kültürel zemin hazırlamalıyız. Kültürün içine gömülü olan erkek egemen cinsellik kalıplarını değiştirerek, toplumun ve dilin kadını koyduğu pasif konumdan kurtarabiliriz. Bu şekilde kadınlar kendi cinselliklerini keşfedebileceklerdir. Kadınların ve erkeklerin hayatlarını şekillendiren toplumsal gerçekliğin bir unsurunu belirginleştirmenin faydalı olabileceğini görürüz.
Sonuç olarak: cinselliği incelediğimiz zaman cinsiyet, toplumsal cinsiyet ya da cinsel fark gibi kavramlardan uzak kalamadığımızı görmüş oluyoruz. Cinsellik üzerine feminist düşüncenin birçok katkısı vardır. Feministlerin bu katkıları yeni felsefi soruları ortaya çıkarmıştır. Radikal feministler açısından ele alındığında örneğin: MacKinnon tahakküm/tabi olma kuramıyla birlikte bizlere zayıf ve güçlü toplumsal inşacılığa yönlendirmiştir. Toplumsal inşacılık kuramı ise; Freud ve Foucault ile birlikte cinselliğin, biyolojik olarak mı toplumsal olarak mı yoksa her ikisinin de etkisiyle birlikte mi ortaya çıktığı üzerine savları ortaya çıkartır. Son olarak bunlarla birlikte Lacan’dan aldığı kavramları değiştiren Irigaray ile cinselliği, toplumsal cinsiyetin bir ürünü olarak değil de cinsel fark üzerinden de inceler. Bu gibi kuramlar feminist felsefenin alanlarını çizmekte yardımcı olur.
Aslı ÖZÇELİK
14 notes
·
View notes
Photo
114K notes
·
View notes
Text
Pandemi Karşısında Türkiye
100 yıl önce, 23 Nisan 1920’de Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bir sonucu olarak kurulan meclis, bu topraklarda yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Sonrasında Cumhuriyetin kuruluşunda ve devamında etkili olan askeri, siyasi ve düşünsel anlamda birçok gelişme yaşanır. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda zemin hazırlayan toplumsal değerlerin etkisini kaybettiği bir 100. yıl dönemi vardır. Bununla birlikte bu dönemde karşımıza çıkan tüm dünyanın etkisi altında kaldığı Korona pandemisi ile karşı karşıya kalmaktayız. Pandeminin dünyada ve ülkemizde toplumsal paradigmalarda değişiklikleri olacaktır.
Koronavirüs (COVID-19) olarak adlandırdığımız pandemi, Çin’de 2019 yılında başlamıştır ve 2020 yılında da çeşitli ülkelere yayılır. Ülkemizde de etkisini oldukça gösteren pandeminin, her salgında olduğu gibi, savaş ve felaket gibi kayıpları ve kazanımları olacaktır. Dünya tarihi açısından baktığımızda, insanlık birçok salgın hastalıkla baş etmek durumunda kalmıştır. Ortaçağ’da Kara Veba, 19. yüzyıl Kolera ve 20. yüzyıl başları İspanyol Gribi, insanlığın karşılaştığı önemli salgınlardır. Karşılaşılan her pandemi vakası, insan soyunun değer yargılarını ve alışkanlıklarını değiştirmelerine sebep olmuştur. Salgınların dışında insanlığı etkileyen birçok felaket söz konusudur. Binlerce kişinin ölümüne sebep olan, Lizbon Depremi gibi bir felaketin, Kant’ın çalışmalarıyla Aydınlanma Dönemi’nin önünü açması ya da Voltaire’in Leibnizci iyimserlik görüşlerinin değişmesi gibi etkilerini görebilmekteyiz.
Türkiye Cumhuriyeti açısından pandemi etkilerini değerlendirecek olursak, ülkenin ‘sıfır noktası’ diye tabir edeceğimiz konumda olması imkansız görünmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kötü dönemler geçirmesine rağmen, mesafe katetmemiş olarak görmek doğru olmayacaktır.12 Eylül 1980 Darbesi ile oluşan baskıcı rejim, emperyalizmin getirdiği koşullar ve devamındaki süreçte ilerleyen neo-liberal uygulamalar eşliğinde gelişen toplum, apolitik bir konum almıştır. Pandemi sürecinde hükümetlerin uygulamaları karşısında tepki gösteremeyen ve doğru analiz edemeyen bir toplum ortaya çıkmış oldu. Kapitalist bir devlet düzeninde yönetildiğimizden, olağanüstü durumlarda kendimizi doğrudan kapitalizmin kendi ekonomik krizleri içinde buluyoruz. Bu süreçte vatandaşların ekonomik kayıplar yaşandığı ve toplum sağlığına karşı yürütülen uygulamaların yeterli olmamasından dolayı toplumun siyasi iktidara karşı tutumunda değişmeler görülür. İşsizlik, sağlık ve iletişim problemleri yaşayan toplum, politik düşünme ihtiyacı güder. Toplumun beslenmeyen politik yanları bu zamanlarda eleştiri noktalarını etkiler. Ekonomik ve sağlık alanında yaşanan krizleri çözmekte sorun yaşayan hükümete karşı güven sorgulaması görülür. Eşitsiz sağlık hizmetleri, toplum içinde ayrılıklara sebep olmaktadır. İlaç ve sağlık sektöründe merkezi, devlet tekeli üzerinde bir planlama ihtiyacı doğmuştur. Koronavirüs salgını karşısında sağlık önlemleri yerine ekonomik önlemlerin ön plana çıkarıldığı bir süreç gözlemlenmiştir. Bu ekonomik önlemlerden en önemlisi de çalışan kesimin işten çıkarılmasıdır. Pandemi sürecinde çalışmak zorunda kalan işçilerin sağlık koşulları üzerine iyileştirme yapılmaması toplum sağlığı için büyük bir sorundur. Aydınlanma sürecinde yaşanan Lizbon Depremi sonrasında oluşan tsunami üzerine Voltaire’in değişen görüşlerine karşılık Rousseau ona şu soruyu yöneltir: ‘ Peki, neden hep yoksullar ölüyor?’’. Bu soruyu günümüzde hala kendimize sorma ihtiyacı duyarız.
Halk sağlığı bu süreçte çevre sağlığı ile doğrudan bağlı olduğunu görmekteyiz. Doğayı tahrip edip, doğal tarım ve hayvancılığı bitirip sentetik hale getirdiğimiz dünyamızda kendi kendimizi zehirlediğimiz bir alan yarattık. Koronavirüs salgını nedeniyle girdiğimiz karantina sonucu insanın doğayla uyumlu yaşadığında doğanın kendini iyileştirebildiğini de gördük. Doğanın ve insanların yasaları vardır. Biz insanlar, doğanın yasalarına tabi olmak zorundayızdır. Doğal ekosistemlerin tahrip edilmesi ve değiştirilmesi, ormansızlaşma, yaban hayvanı türlerinin yasadışı ve kontrolsüz ticareti, yabani ve evcil türlerin hijyenik olmayan koşullarda bir araya getirilmesi ve satılması, virüs gibi patojenlerin yabani ve evcil hayvanlardan insanlara geçme ihtimalini yükseltiyor. Toplumcu sağlık anlayışı ile doğadaki yaşam ve insan birlikteliği sağlanmalıdır.
Türkiye’de eğitim sürecini ele aldığımızda aksamalarla karşılaştık Uzaktan eğitim süreci uygulamalarına uyum sağlamak öğrenciler için zorlu bir süreç haline geldi. Aynı zamanda toplumun birçok kesimi kaynaklara ulaşım sıkıntısı da çekmektedir. İnternet ve televizyon imkanlarının kısıtlı olabildiği bölgeler mevcut. Bu durumda evdeki ailenin psikolojik durumu da etkilidir. Çocukların sosyal ve duygusal desteğe ihtiyaçları olduğu dönemde baskıcı bir eğitim programında olmaları da yanlıştır. Aynı zamanda eğitim sisteminin sıkıntıları sadece pandemi dönemiyle ortaya çıkmamıştır. Öğretmenin özne, öğrencinin nesne konumunda olduğu eğitim sistemi, uzaktan devam etmesiyle daha zorlu bir sürece girmiştir. Uzaktan eğitimde, okul problemleri ve aile problemleriyle başa çıkmak zorunda kalan öğrenci bu zorlukları artık aynı mekanda yaşamaktadır. Bu süreçte sistemden bağımsız olmayan eğitim sisteminin, siyasetle olan bağının yansımalarını da görürüz.
Felsefe, pandemi karşısında yorum yapabilecek bir konumda değildir. Tarihsel süreçte baktığımızda pandemilerle karşılaşan birçok filozof görüyoruz. İlkçağda Atina Vebası sırasında 100.000 kişi yaşamını yitirmiştir ve Atinalılar üstün oldukları bir savaşı kaybetmişlerdir. Bu kayıplar sonucunda halk politik bir çıkmaz içine girer ve demokrasinin sorgulanması söz konusu olur. 1831 Kolera salgını, Hegel için ölümle sonuçlanmıştır. Aynı salgında Schopenhaure’ın şehirden kaçarak kurtulması sonrasında, münzevi yaşam teorisini ele alarak bir felsefe ortaya koymuştur. I. Dünya Savaşı’na Amerika’nın dahil olmasıyla gelen askerlerden Avrupa’ya yayılan İspanyol gribi, Max Weber gibi ünlü bir düşünürün ve birçok insanın ölümüne sebep olmuştur. Her salgın filozof doğurmasa da, sonrasında bir felsefe doğurur. 20. yüzyılda yeni bir felsefe yaratmak oldukça zorlayıcıdır. Felsefe açısından pandemi kesinlikle yararlı bir süreçtir. Felsefi bir paradigma değişimleri her dönem için gereklidir. İnsanlığın kendi değer yargılarını değiştirme ihtiyacı da. Günümüzde yaşayan filozoflardan Noam Chomsky, Slovaj Žižek gibi isimler yaşanan pandemi için bazı söylemlerde bulunuyorlar. Fakat bunların bir temele dayanması için sürecin bitmesi beklenmelidir. Filozofların olaylar hakkında yorum yapması felsefe için uygun bir durum değildir.
Pandemilere bakış açımızda tarihsel derinlik edinilmelidir. En kötüsünü yaşadığımızı düşünmemiz doğru değildir. Modern toplumlarda insanlar kendi kendine vakit geçirmekten kaçınır duruma gelmişlerdir. Modernizm, insanların elinden yalnız kalabilme yetisini almıştır. Bu süreçte teknolojinin insanlar üstünde psikolojik hastalıkları arttırması durumu gözlenebilir. Eğitilmiş insanlar olarak; sosyal olmak, dış dünyayla iletişim halinde olmak bizler için yaşamsal bir faaliyet halini almıştır.
Sonuç olarak yaşadığımız pandemi sürecinde; teknolojinin değil bilimin gelişmesindeki önemi bir nebze olsun anlamış olmamız gerektiğini düşünüyorum. Birçok ülke, kendi ülkemizde dâhil, bu süreçte 1929 krizinden sonra en büyük ekonomik daralmalarını yaşarken toplumda büyük değişkenlikler olacaktır. Kamusal ve evrensel sağlık politikalarının tekrardan düzenlenmesi gerekecektir. Toplum psikolojisi ve sosyolojisinin dinamiklerindeki oynamalar, toplum hafızasında yer edecektir.
Aslı Özçelik
7 notes
·
View notes
Photo
10K notes
·
View notes
Text
Sanatın içindeki karanlığın estetiğini görebilmek.
2 notes
·
View notes
Text
Müzik Felsefesi -Schopenhauer
Bir müzik felsefesi ortaya koyma konusunda detaylı bir çalışma yapan ilk filozof Schopenhauer’dir diyebiliriz.
Filozof, müziğin performansa dayanıyor olması somut mu yoksa soyut mu çelişkisini oluşturmuştur der ve ekler; somut olarak yapılacak yorumların tamamı sadece işin tekniğine (uyum, senkronizasyon vs. gibi yapı taşlarına) ait olabilir. Bu nedenle Schopenhauer, müziği soyut bir sanat olarak tanımlar.
Schopenhauer, müzik sanatını diğer tüm sanat dallarından ayırır ve en yüceleri olarak görür. Çünkü müzik, görünen dünyanın değil idealar dünyasının bir ürünüdür. O nedenle de soyuttur ve insanların içine, duygularına işlemesinin sebebi de budur. Ayrıca filozof, bu soyut sanatın yalın bir şekilde, doğallığa uygun şekilde kullanılması gerektiğini iddia eder ve söze uydurmaya, belli kalıplara sıkıştırmaya çalışanları da (özellikle kliseler, dini törenler) eleştirir.
Özetlemeye çalıştığım Schopenhauer’in müzik anlayışını filozofun müziği tanımladığı kendi metninden bir parçayla tamamlamak istiyorum.
‘’Müzik sanatı, bütün başka sanatlardan kopuk, tek başına durur. Müzikte dünyadaki yaratıkların ideasının taklidini, yeniden üretimini saptayamayız. O, büyük, parlak bir sanattır. Müziğin insanın en derin doğası üzerindeki etkisi çok çok güçlüdür. Yetkin, evrensel bir dil olarak, insanın en derin bilincinde derinlemesine, tam olarak anlaşılır”
76 notes
·
View notes
Text
Anguas ( İç Sıkıntısı) ve Ölüm
Modern felsefenin önemli kavramlarından birisi olan Anguas’ı, Thomas Bernhard Ereignisse adlı eserinde psikososyal bir olgu olarak ele alır. Dönem insanının çözümleyemediği problem, içinden çıkamadığı olaylar karşısında çaresizlikle birlikte gelen iç daralmasının nelere mal olabileceğini irdeleyen yazar, bu iç sıkıntısının insanın yaşadığı çağ, çevre ile ilişkisi üzerinde durur.
Bir çağda iki Dünya Savaşı, büyük reformlar ve inanç sarsıntıları yaşayan insan, bunların da psikososyal etkisiyle kimi olaylar karşısında kendisini çaresiz ve önemsiz hissetmektedir.
İç sıkıntısı, ölüme giden yolda bir göstergedir der Bernhard. Çünkü ona göre her şey acınasıdır ve bir sonuç barındırmaz, çıkmaz yoldur… Derin korku, ürküntü uyandıran olaylar, kişiyi ölüme daha da yaklaştırır. Bunlar aile meseleleri, ekonomik kaygılar, var oluşsal sorunlar, çağın getirdiği etkiler vs. olabilir.
Yaşamak, ölüme karşı bir duruş sergilemektir. Bu durum da, kişinin sürekli ölüme karşı gelmesi; ona ve etkilerine karşı ayakta kalma savaşını oluşturur. Fakat paradoks olarak bu savaş, iç sıkıntısını daha da artırır…
Bernhard’ın bu bakış açısını şu cümlelerinden de anlayabiliriz.
“Yaşamda tüm alternatiflerin ötesinde yalnızca ölüm gerçeği vardır. Bu da direnç gösterme demektir. Her yeni başlayan bir gün, yokluğa karşı bir duruştur aslında. Her nefes ölüme bir karşı geliştir.”
167 notes
·
View notes
Photo
katiyen nefret etmek için değil, fakat birlikte sevmek için yaratıldım.
οὔτοι συνέχθειν, ἀλλὰ συμφιλεῖν ἔφυν.
sophokles: antigone
26 notes
·
View notes
Photo
şimdi kimseyi düşünmüyorum, sözcükleri bulmak için bile çabalamıyorum. dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkıyor, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.
jean paul sartre - bulantı
37 notes
·
View notes
Text
26 notes
·
View notes
Text
Marcus Aurelius’un Ölüme Bakış Açısı
Ölümün bir felaket, mutluluğun, güzel zamanların sonu olarak görülmesi insanın kaygı seviyesini artırır, yaşamda sevdiklerinin ölümünü hatırladıkça ve tattıkça kötü, unutulmaz, ızdırap dolu anlar biriktirmesine sebep olur. Bu nedenle stoacı filozof Marcus Aurelius, ölüme bakış açısını şu şekilde açıklar. Ölüm, korkulacak bir şey değildir, tam tersine sevinçle karşılanacak bir şeydir. Ölüm, doğadan gelir ve doğaya dönüştür. Yaşadığımız tüm olgunlaşma süreçleri gibi yaşamın bir parçasıdır.
Ölümü bu şekilde betimleyen Aurelius, ölçülü ve mantıklı bir insanın ölüme karşı kesinlikle aşağılayıcı ve hafife alan bir tavırda olmaması gerektiğini de belirtir. Ne aşağılamak ve hafife almak ne de ondan korkmak ve çekinmek doğrudur der…
174 notes
·
View notes
Text
Var ve Olmak
Nietzsche şöyle demişti bir keresinde;
Varolan şey olmaz; olan şey varolmaz.
İlk etapta son derece karmaşık gibi duran bu cümle derinlerine bakınca muazzam bir anlamı ve tavrı barındırır. Nietzsche burada varlığın karşısına “Oluş” kavramını çıkartır. Yani Nietzsche için “Var” denilen şey bir oluşu barındırmaz. Oluş eylemi içinde olan şeyse sürekli devinim içinde olduğundan varlığa ihtiyaç duymaz.
Bu haliyledir ki “Var” dediğimiz şey oluşu bitirmiş, bir sona dahil olmuştur. Oluşun kendisi ise sonsuzdur…
65 notes
·
View notes
Text
Bir Simülasyonda mı Yaşıyoruz?
Oxford Üniversitesi Felsefe Profesörü Nick Bostrom, yazdığı bir makalede teorik simülasyondan bahseder; simülasyonu, evrenin işleyişini ve evrenin kökenini açıklamadan kullanır. Bu düşünce, günümüzde uzay bilimle ilgilenen birçok kişiyi, Elon Musk gibi yapay zeka ve uzayla ilgili çalışmalar yapan şahsiyetleri ve fütüristleri etkilemiş; onlar için önemli bir kaynak olmuştur.
Gelelim bu simülasyon hipotezinin detaylarına. Bostrom, yaşadığımız evreni; teknoloji, bilim ve zeka açısından bizden çok üstün olan bir uygarlığın bilgisayar simülasyonu olarak simüle ettiğini öne sürer. Bastrom’un varsayımına göre, tüm canlılığımız ise simüle edilmiş beyinler sayesinde vardır.
Profesör, simülasyon hipotezini temel alan üç önerme sunar ve bu önermelerin birisinin gelecekte doğru olacağını, kanıtlanacağını düşündüğünü aktarır.
1-İnsanlık, çok gelişemeden ve çok üstün bir teknolojiye sahip olamadan yok olacaktır…
2-Teknolojik olarak çok üst düzeye ulaşan medeniyetler olsa da evrimsel tarihimizi simüle etmekle ilgilenmeyeceklerdir…
3-İnsanlık, neredeyse bir bilgisayar simülasyonun içinde yaşıyor…
Evrenin bilgisayar simülasyonu olma fikri, günümüzün dinamikleri ve 2003 yılında sunulduğu düşünüldüğünde farklı bir bakış açısıdır. Fakat felsefe bilim açısından yeni değildir… Evreni ve doğayı techne yapımında taklit etme, sanatın evrenin bir simülasyonu olması gerektiği fikri gibi taklit ve gerçekliğin yansıması temelli düşünceler Antik Çağ’dan bu yana sunulmuş ve pratiğe dökülmüştür.
150 notes
·
View notes
Text
Eski Yunan Medeniyetinde Kadın
Eski Yunanda rahime sahip birisinin herhangi bir yasal statüsü yoktu. Bu kişiler ne toplumsal alana katılabiliyorlardı, ne de hakim, filozof, siyasetçi, sanatçı olabiliyorlardı. İş kurmaları, felsefi bir tartışmaya katılmaları ya da okuma- eğitim alma hakları yoktu. Bu durumun sebebi Atinalıların, erkekleri kadınlardan daha üstün ve dingin görmesiydi.
Bu görüşün altında ise ana iki sebep yatmaktadır. Bunlardan birincisi Pandora’nın kutusu miti, diğeri ise Truvalı Helen’dir. Bildiğimiz gibi Zeus, insanları cezalandırmak için çok güzel bir kadın olan Pandora’yı yaratmış ve sonrasında Pandora’da ‘Pandora’nın kutusu’ olarak bilinen çömleği açarak kötülüğün yayılmasına sebep olmuştur. Mitolojide insanlar arasındaki kötülüklerin, katliamların, savaşların bu olay sonrası başladığına inanılır. Truvalı Helen de güzelliği ve sevgisiyle yaşadığı dönemde birçok husumete, savaşa sebebiyet vermiş yine kötülük sebebi olarak görülmüştür.
Bu iki olgu nedeniyle kadınlar Yunan medeniyetinde uğursuz, kaosa-kötü şeylere sebebiyet veren olarak görülüyordu. O nedenle erkeklerle aynı statüye sahip değillerdi, toplumsal hayattan dışlanıyorlardı. Onlara rahmine sahip olanlar diye hitap edilmesinin sebebi de; doğurganlıklarının en büyük belki de tek vasıfları olarak görülmesidir…
363 notes
·
View notes
Text
Schopenhauer ve Müzikle Felsefi Bir Yolculuk
Schopenhauer felsefesinin önemli bir yapı taşı müziktir. Aklın, bilimin ulaşamadığı felsefenin soru-sorun olarak algıladığı alanlara giriş anahtarı sanatta ve müziktedir.
Filozof, müziği transandantal (deneyüstü- aşkın) bir gerçekliğe bağlı olduğunu ve mantıkla, bilimle kavrayamayacağımız bir boyuta sahip olduğunu iddia eder. Müzik, bizi aşkın bir gerçekliğe götürür; aslında felsefenin de yapmak istediği budur. Schopenhauer’in gözünde müzik anlattıklarıyla ve gizemiyle gerçek bir felsefi eyleme dönüşür.
Birçok müzik adamı, Schopenhauer’in müzikle ilgili düşüncelerini içeren yazılarını okumuş ve etkilenmiştir. Hatta Wagner, ‘Tristan ve Isolde’ ve ‘Parsifal’ adlı eserlerini Schopenhauer’in görüşlerinden esinlenerek bestelemiştir.
154 notes
·
View notes