Tumgik
#Roman (çeviri)
bungoustraydogs-tr · 1 year
Text
Bungou Stray Dogs Storm Bringer [KOD: 02] Ölülerin Duyguları Olmaz
Tumblr media
Wattpad Linki
Adım Adam Frankenstein. Avrupa Polis Teşkilatı görevlilerine şarkı söyleyip dans edebilen mükemmel bir makineyim.
Ciddiyim, yapamayacağım hiçbir şey yoktur.
O gün hava hoştu.
Güneş ışığı, berrak mavi gökten süzülüyor ve yeri aydınlatıyordu. Kuyumcu vitrini gibi, binaların pencerelerine yansıyan ışıklar parıldıyordu. O ışık, bilgisayar programına benzer,hem inorganik hem de sistematikti. İnsanlardan çok makine olan bana görmem için hazırlanmış bir güzellikmiş gibi hissettim.
Göğsüme karşı tuttuğum kâğıt keseyle ana caddede yürüyordum.
Kesenin içinde çikolatalar, şekerler ve çeşitli ayıcık jelibonları vardı. Hepsi gelecekteki ortağım Chuuya-san içindi.
Benim gibi bir makinenin işlemesi için şarj olmak nasıl gerekliyse şeker de insanların günlük aktivitelerini devam ettirebilmeleri için gerekliydi. Ayrıca şeker tüketimlerinin artması insanların mutluluk duygusunu pekiştiriyordu. Ortağımın mutluluğu için endişeleniyorum -ne kadar müthiş bir dedektifim öyle. İnsanlardan kesinlikle daha iyiyim.
Hedefime doğru yürümeye devam ettim. Geçtiğim yabancı ülkenin vatandaşları bana garip garip bakıyordu.
Yolumda, sokak köşesindeki bir tezgâhı geçtiğimde aklıma fantastik bir fikir geldi. Beyninize etkin bir şekilde şeker, daha doğrusu glikoz, almak istiyorsanız toz şekeri direkt ağzınıza dökmelisiniz. En etkili yol budur. Bu yüzden köşedeki tezgâhtan bir poşet toz şeker aldım.
O sırada, yanımdaki müşteri daha önce hiç görmediğim bir şey alıyordu.
“Bu nedir?” Müşteriye sordum.
“Ne, bilmiyor musun? Sakız işte.”
Eğitim modülüm soruşturmayla ilgili bilgilerle donatılmış olsa da dış dünyanın belirli bilgileri hala eksikti. Bilgi eksikliğini telafi etmek için hemen satın aldım.
Taş kaplama geçitten geçtim, Avrupai tarzda yapılmış tuğla binalardan oluşan yerleşim bölgesini ardımda bıraktım. Dünün alevlerinden zarar gören cildimin dış katmanı tamir edilmiş ve işlevini yerine getiriyordu. Zarar gören parçalarım da yenisiyle değiştirilmişti. Yani yeni gibiydim ve yeniden canlanmış hissediyordum. İnsan olsaydım şu anda şarkı mırıldanacağımdan emindim.
Yürürken satın aldığım sakızlardan birisini ağzıma attım. Anında XP göstergemin yükseldiğini fark ettim.
Bilmediğim, muhteşem bir aromaydı.
Tek seferde yutmadan önce birkaç saniye çiğnedim.
Bir parça daha ağzıma attım. Pakette toplam sekiz parça sakız vardı. Bu şekilde yemeye devam edersem yakında biterdi. Burada suçlanacak kişi, paketinde az sayıda bulunan sakız adlı üründü.
Yutkunduktan ve üçüncü parçaya geldikten sonra Chuuya-san ile buluşmam gereken yere geldim.
Binanın kapısını açıp yüksek sesle selam verdim.
“Tünaydın!”
Kiliseye varmıştım.
Yüz kadar misafir kilisenin iki tarafında da oturuyordu. Herkes siyah giyinmiş, sessizce başlarını eğiyorlardı. Kırmızı cüppelerle süslenmiş çocuk korosunun sesleri tiz ve ölüye yas tutar gibi nazikti. Kilisenin tavanı aşırı yüksekti; çocukların şarkı söylerkenki sesleri birbiri ardına yankılanıyor, tüm kilisede duyulabilecek şekilde rezonansa giriyordu. Belki bu yüzden kilisedeki atmosfer uhreviydi, dünyayla cennet arasındaki bir yeri anımsatıyordu.
Ve geniş, tenha şapelin ortasında beş tabut duruyordu.
Süslü değillerdi ancak pahalı gözüküyorlardı. Tabutlar siyah kumaşla örtülüydü.
Tabutun diğer tarafında ağlarken başlarını eğen, aile üyelerine benzeyen insanlar vardı.
Şapelin etrafına bakındım ve Chuuya-san’ı sırada, bir grup insanla otururken gördüm. Onlara doğru yürüdüm.
“Chuuya-san, sizi almaya geldim!”
Sesim koroda kaybolmasın diye bağırdım.
“Kes sesini. Cenazedeyiz.”
Chuuya-san sessizce cevaplarken gözlerini tabutlardan ayırmadı.
Konuşmadan önce biraz düşündüm. “Biliyorum.” Ve devam ettim, “Verlaine hakkında istihbaratım var.”
“Sonra hallederiz.”
Konuştuktan sonra önüne bakmaya devam etti. Mimik kasları gergin, alnıyla kaşları arasındaki deri hafif çatıktı. İnsanların duygusal tepkileriyle ilgili yaygın bir bilgiyi hatırladım. Chuuya-san’ın yüzü stres altındaki bir insanın ifadelerini taşıyordu. Tedbir alınması gerekiliyordu. “Çikolata ister misiniz?”
“Dedim ki sonra hallederiz!”
Chuuya-san bağırdı. Zemin sesinin gücüyle sarsıldı. Cenazedeki misafirlerden birkaçı arkalarına döndü.
Chuuya-san sessizce bana baktı. Bana verilen emri titizle inceledikten sonra cevap verdim. “Anlaşıldı. Peki bu ‘sonra’ kaç dakika sürer?”
Chuuya-san kesik bir nefes aldı, bana bir şeyler bağırmaya yeltense de durdu. Sonra gergin, kana susamış bir sesle konuştu. “Seninle takım olduğum gerçeğinden nefret ediyorum. Anlamıyor musun? Cenazedeyiz. Arkadaşlarımın cenazesindeyiz. Hepsi öldü. Cenazeci uygun gözükmeleri için sekiz saat harcadı. Hepsi parçalan- hepsi benim yüzümden oldu. Bu yüzden onları uğurlamam gerekiyor yoksa beni suçlarlar.”
Ne kadar mantıksız bir beyannameydi, cevap verdim. “Lütfen endişelenmeyin Chuuya-san. İşlevleri son bulan insanlar kin tutamaz.”
“Ne dedin?!”
Chuuya-san ayağa kalktı, yakamı kavradı.
“Yeter, Chuuya-kun.”
Chuuya-san’ın yanında oturan misafirlerden birisi aniden söze girdi.
Sırtı dimdik oturan zayıf bir adamdı. Geriye taranmış siyah saçları vardı ve sessizce bacak bacak üstüne atmıştı. Muhtemelen otuzlarındaydı. Şapeldeki en pahalı kıyafetleri giyiyordu.
“Dedektif-dono’nun da dediği gibi ölülerin duyguları olmaz. Cenaze ve intikam gibi şeyler yaşayanlar için yapılır.” Adam önüne bakıyor ve sesi kısık çıksa bile bir liderin sahip olduğu baskın otoriteyi taşıyordu. “Bu yüzden başka birisi daha ölmeden hallet şunu Chuuya-kun. Verlaine hakkında istihbaratınız olduğunu mu söylemiştiniz, Dedektif Bey?”
Son soru direkt bana hitap ediyordu.
“Evet, Verlaine’in saklanma yerine ilişkin bilgiyi öğrendim. Bu istihbaratla sonraki hedefinin kim olduğunu tespit etmek mümkün olacaktır. Ancak soruşturmada ilerlemek için Chuuya-san’ın iş birliğine ihtiyacım var. Bu yüzden Chuuya-san, lütfen kaç dakika beklemem gerektiğini söyler misiniz? 5 dakika yeterli mi?”
Chuuya-san kaşlarını çatarak bana baktı.
“5 dakikaya ihtiyacı yok, değil mi Chuuya-kun?” yanındaki adam kibar sesiyle konuştu.
“...evet.”
Chuuya-san kolumu kavrayarak yürümeye başladı. “Gidelim. Burada konuşamayız.”
Emirlerine uydum.
 ....
 Chuuya-san hızlı adımlarla ara sokakların birinde ilerledi. Onu takip ederken hızına ayak uydurdum.
Kiliseden yeteri kadar uzaklaşınca Chuuya-san etrafına bakındı.
“Sana söyleyecek tek bir şeyim var oyuncak robot. Senden haz etmiyorum. Mekanik özelliklerin yararlı olabilir bu yüzden bana eşlik etmene izin veriyorum. Ne olursa olsun benim emirlerine itaat edeceksin. Merkez üssünden aldığın emirlere değil, benim emirlerime öncelik vereceksin. Yoksa beraber çalışamayız.”
“Eski emirlerimi geçersiz kılmamı mı istiyorsun?”
“Evet.”
Durumumu mantıkla düşündüm. Uyduğum en yetkin emirler bu davaya atanan üstlerimden, sonra da Profesör Dr. Wollstonecraft’tan aldıklarımdı. Eğer bu komuta zincirini hiçe sayar ve Chuuya-san’ı önceliğim yaparsam görevlere en büyük önceliği vermek olan varoluş sebebim geçersiz kılınırdı. Diğer taraftan, Chuuya-san’ın talimatlarına uymayıp emirlerimi geçersiz kılmazsam görevim burada sona erecekti.
Sanki “Benim emirlerime uy ama onlarınkisine uyma.” der gibi çelişkili talimatlardı.
Eğer sıradan bir yapay zeka bu şartlar altında bırakılsaydı bitmek bilmeyen düşünce kaynaklarını kullanmaları gerekecek, bu da iş görme yeteneklerinin düşmesine neden olacaktı. Ama ben, son model bir yapay zekayım. Profesör böyle bir durumun gerçekleşebileceğini tahmin etmiş ve bu çelişkileri çözmeye yardımcı olacak bir altprogram eklemişti.
Çözüm oldukça basitti.
“Kalbinin sesinin dinle.”
“Emirler onaylandı. Komut sistemi protokolü geçersiz kılınıyor.” Tek dizim üstünde diz çöktüm ve saygıyla reverans vermek için başımı eğdim. “Chuuya-sama’yı (1) bu makinenin en üst amiri yaptım. Lütfen emirlerinizi söyleyin.”
Chuuya-sama bana şaşkınlıkla baktı. “Gerçekten kabul ediyor musun?”
“Evet. Chuuya-sama emirleri verirse hiçbir engel beni durduramaz.”
Chuuya-sama'nın gözbebekleri genişledi, derin bir iç çektikten sonra elleriyle yüzünü kapadı.
“Ugh... makine olmana rağmen seni hiç anlayamıyorum. Hem neden bana aniden ‘Chuuya-sama’ diye sesleniyorsun?”
“En yetkin üstlerime verilen varsayılan unvan bu şekilde.”
“Değiştirebilir misin?”
“Değiştirmem mümkün. Ama unvanınız değişirse en yetkin kumandanım olamazsınız. Değiştireyim mi?”
“Yok, hayır.” Chuuya-sama bıkmış bir yüzle konuştu. “Ahh, yeter. Bunları konuşarak vaktimizi boşa harcıyoruz. Verlaine hakkında yeni bir istihbaratın olduğunu mu söylemiştin?”
“Evet, anlatayım. Ama önce sakız ister misiniz?”
Ayağa kalkıp öncesinde satın aldığım sakızı teklif ettim. Uzayasıya bir konu anlatmadan önce stres yükünü hafifletmek için karşı tarafa yenmesi hafif ikramlarda bulunmak kibarlıktır.
Chuuya-sama afallamış bir ifadeyle bir sakıza bir bana sonra yine sakıza baktı ve konuştu. “İstemez.”
Yazık oldu. “O zaman ben yerim.” Paketini açarak ağzıma bir sakız attım, yutmadan önce birkaç kez çiğnedim. Muhteşemdi.
Chuuya-sama bana garipseyerek bakıyordu.
“Şimdi açıklamaya başlayayım.” dedim. “İlk olarak bildiklerimizi gözden geçirelim. Verlaine suikastçı olduğundan bir ülkeye girdiğinde gelişini her yere duyuramaz yoksa sonrasında hareket etmesi zorlaşır. Normal insanlar ülkeye girmek için kılık değiştirip sahte pasaport kullanırlar ama Verlaine artık kimseye güvenmeyen yalnız bir kurt. Bu yüzden ülkeye kaçak girişini yaptıracak insanlara ödemek zorunda. Buraya kadarını anladınız mı?”
Son soruyu sorarken ağzıma bir sakız daha atıp yuttum. Beni seyrederken Chuuya-sama iğrenmişçesine sızlandı. Sakız midemi falan mı bozacaktı?
“Ama bu sefer Verlaine’in seçenekleri kısıtlı, ne de olsa kaçakçılar ödlek olmaya meyilli ve genelde bağlantılarına güvenirler. Yani kaçakçılar Liman Mafyası gibi illegal organizasyonlara ya sığınırlar ya da organizasyonlarla çıkar ilişkisi yürütürler.”
“Ahh, mantıklı. Kendisine sırt çevirip Liman Mafyasına koşacak birisine güvenemez.” Chuuya-sama başını salladı. “Sen bu işleri baya biliyormuşsun.”
“Çünkü yapay zeka dedektifleri insan olanlardan daha üstün.” Bir sakızı daha çiğneyip yuttum. “Bu bilgileri kullanarak Japonya Polis Departmanı ve Liman Mafyasının veri tabanında bulunan kaçakçıları inceledim ve mafyanın veri tabanından kaçmayı başarabilmiş bazı kaçakçılara rastladım.”
“Polisin ve mafyanın veri tabanını mı inceledin? Nasıl?”
“Hackledim.” dedim. Hareket halindeki aracın akıllı sürücü sistemini dahi hackleyebilen bir makineyim. Veri tabanlarını şöyle bir karıştırmak benim için -nefes almanın kolay olacağını düşünerekten- nefes almak kadar kolay. “Bu işe karıştığını düşündüğüm 4 kaçakçı vardı. Her birini bu sabah sorguladım ve Verlaine’i ülkeye getirenleri buldum.”
“Haha, bilardo dışında başka yeteneklerin olduğunu bilmek güzel.” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Ee? Konuşturana kadar ayaklarından aşağı sallandırdın mı bari?”
“Hayır. Bu makinenin öyle bir özelliği olsa da davranışlarını kopyalayıp şiddete başvursaydım Verlaine fark ederdi.” Başımı salladım. “Onun yerine Verlaine’in istediği malları ve ödeme ayrıntılarını öğrendim. Eminim ki Chuuya-sama çoktan biliyordur ancak yasadışı kaçakçılık yapanların çoğu kendi ülkelerine nakliyecilik yapıyorlar.” dedim iki sakız daha yerken. “Bu nakliyeciler ödeme karşılığında arabalar, silahlar, saklanma yerleri ve kaçak doktorları ayarlıyorlar. Verlaine bu mallardan üçünü istemiş.”
“O üçünden birisi saklanma yeri mi?”
“Maalesef.” Başımı iki yana salladım. “Ama bir sonraki hedefine dair bir ipucu bulabildim. Öncelikle şuna bakın.”
Huş ağacından çekilmiş bir dal resmini uzattım. Genişliği ve uzunluğu el bileği kadardı.
“Nedir bu?”
“Huş ağacından bir dal. Verlaine suç mahallinden ayrılmadan önce yakınlara bir ağaç dalına haç işareti bırakıyor. İmzası böyle ve şu ana kadar hiç istisna yapmadı. Bu kez kaçakçılardan 4 dal aldı ve...”
Bir fotoğraf daha uzattım.
“Dallardan birisi bilardo barında bulundu.”
Yere düşmüş, el oyması çentikli bir haç vardı. Zeminin ahşabı parçalandığı için görülmesi zordu ama diğer molozlardan farklı bir malzemeden yapıldığı belliydi.
Chuuya-sama kaşlarını çattı.
“Yani geriye üç tane kaldı.”
“Evet, hedeflerinin sayısının bu olduğuna inanıyorum.”
“Yakın olduğun kim varsa hepsini öldüreceğim” demişti Verlaine.
Chuuya-sama’ya yakın olan insanlardan hangilerini seçeceğini bilmem mümkün değil. Mafyanın hainleri bile olabilir. Ama en azından Verlaine'in Japonya’da üç hedefinin olduğunu biliyoruz.
“Bizim için iyi bir fırsat.” dedim. “Verlaine’i tahmin etmesi zor ve savaş alanında üstünlüğünü koruyor. Birebir savaşta yenmemiz imkansız. Ancak Verlaine suikastçı, prosedürlere ve ritüellere ne olursa olsun önem veren bir suikastçı. Bir sonraki hedefine saldıracağı kesin sayılır bu yüzden hedefini öncesinden öğrenirsek tuzak kurup bekleyebiliriz.”
“Doğru.” Chuuya-sama başıyla onayladı. “Bir sonraki hedefinin kim olabileceğine dair bir tahminin var mı peki?”
“Tahmin etmem zor.” Sıradaki fotoğrafları uzattım. “Kaçakçılardan satın aldığı iki şey daha vardı, bu fotoğraflarda…”
Biri otomobil parça montaj fabrikası için üretici ruhsatıydı.
Diğeri oldukça eski, mavi bir kapaklı telefonun gövdesiydi.
“Bunların sonraki suikastı için yaptığı hazırlıklar olduğuna inanıyorum.” diye devam ettim. “Ama bu noktadan itibaren Chuuya-sama’nın yardımına ihtiyaç duyuyorum. Verlaine Chuuya-sama’ya yakın insanları hedefliyor. Kim olabileceğine dair bir fikriniz var mı?”
Chuuya-sama soruma cevap vermedi. Kısık gözlerle fotoğrafı dikkatle inceledi.
Sanki önem verdiği birinin yüzü fotoğrafa kazınmış gibi bakıyordu.
“Fabrika, huh?” Chuuya-sama konuştu. “Siktir.  Bir sonraki hedefinin kim olduğunu biliyorum.”
Chuuya öfkeyle fotoğrafı buruşturarak top haline getirdi. Sonra hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Gidelim.”
“Nereye gidiyoruz?”
Soruma cevap vermeden Chuuya-sama son sakızı elimden çaldı ve ağzına attı.
Yürürken çiğnediği sakızı şişirdi, sakız dudaklarının dibinde küresel bir balon şekline dönüştü.
O an hissettiğim şaşkınlığı kelimelerle tarif edemem.
Böyle mi yeniliyordu?!
 …
 Fabrikada genç bir çocuk vardı.
Buram buram motor yağı kokan yüksek çatılı otomobil parça montaj fabrikasıydı. Bir yerlerden kaynak makinesinin sesi duyuluyor, havada kıvılcımların sesi uçuşuyordu. Ama fabrikanın bulunduğu alan epey geniş olduğundan seslerin kaynağını bulmak zordu.
Oğlan, parçaları kaynaklamak için perçin kullandı, bir bezle yağı sildi ve altın bir raspayla pürüzleri kesti. İşi buydu. Biraz sonra benzer parçalar yine önüne gelecek, çocuk yine kaynak yapacak, silip kesecekti. Parçalar önüne geldi. Kaynak yaptı, sildi, kesti. Kaynak yaptı, sildi, kesti.Kaynak yaptı, sildi, kesti.
Ve parçaların banttan önüne geldiği her sefer çocuk aynı şeyi düşünüyordu. “Bıktım artık. Bir sonraki parçaları bitirdikten sonra pes edip eve gideceğim.”
Çalıştığı süre boyunca zil çalana kadar aynı şeyi tekrar ve tekrar düşünürdü. Zil, mesainin bitmesine yalnızca beş dakika kaldığını belirtirdi. Ve son zil çalana kadar geçen beş dakikada kendisini biraz daha insan gibi hissederdi. Hiçbir şey düşünmeden ellerini ciddiyetle hareket ettirdi.
İşi bittiğinde çalışma arkadaşları kendisine seslendi ve “Hey? Bizimle bir şeyler yemeye gelmek ister misin?” diye sordu, uygun bir cevap verdikten sonra kalktı. Kıyafetlerini değiştirdi Ve kimseyle göz göze gelmeden fabrikadan ayrıldı.
“Buradan hemen kurtulmak istiyorum. Olmam gereken yer burası değil.”
Ama o gün bırakmak kolay değildi.
Fabrika bölgesinden çıkmak üzereyken birisi seslendi. Çocuk görmezden gelecekti ama kendisine seslenenin kim olduğunu anladığında durdu.
“Patron.” dedi oğlan. “Bir şey mi lazımdı?”
“Ahh, sen, uh... evet, sen. Pardon ama bir saniyeliğine gelebilir misin?”
Gri saçlı, gözlüklü fabrika müdürü tüm fabrikadaki en yetkin personeldi. Başa bela işte. Fabrika müdürü bu çocuk gibi alt sınıf işçilerle nadiren konuşurdu. Oğlan, fabrika müdürünün yüzünü işyeri duvarına asılı resimden görmüştü sadece.
“Hayır, um... tam da çıkmak üzereydim.” Çocuk doğrudan konuştu.
“Boş ver, benimle gel. Seni bekleyen bir ziyaretçi var. Hadi, acele et.”
Fabrika müdürü oğlanın elini tuttu. Oğlan kurtulmaya çalışırken fabrika patronunun ellerinin titrediğini ve yüzünden kanın çekildiğini fark etti. Müdür işçilerin ne kadar çalıştığı konusunda hep endişelenirdi.
Fabrika müdürü bir şeyden korkuyordu.
Onu takip etmekten başka seçeneği yoktu.
Resepsiyon odasına doğru ilerlediler. Fabrikada para harcanılan tek oda orasıydı. Arkadaki meşe kapılar altınla süslenmiş ve havada kahve kokusu dolaşıyordu. Bekleyen her kimse ona içecek ikram etmişti.
Çocuğun misafirin kim olduğuna dair bir fikri yoktu. Ziyaretçi mi? Benimle iletişime geçmeye çalışabilecek hiç arkadaşım yok ki. Daha bir yıl önce sırf yüzümün rengini görmeye gelen tonlarca arkadaşım vardı. Ama şimdi kimse ziyaretime gelmiyor. Hiç kimse...
Öyleyse gelen kimdi?
Fabrika müdürü odaya girmeden önce kapıyı tıklattı. Çocuk takip etti.
Ve görmeyi beklediği son kişiyi gördü.
“Chuuya?”
Misafir odasında iki kişi vardı. Birisi muhtemelen dedektif olan uzun boylu, mavi takımlı bir Avrupalıydı.
Diğeri ise eski dostu, Nakahara Chuuya.
Chuuya duygusuz bir yüzle çocuğa baktı, ayağa kalktı.
“Shirase...” Chuuya kısık, keskin bir sesle konuştu. “Uzun zaman oldu.”
Shirase adlı çocuk yakınlarındaki bir çiçek vazosunu kavradı.
Ve Chuuya’ya fırlattı.
 …
 Beklenilmedik bir durum yaşandı.
Bu kavuşmanın heyecanla dolu olacağına ve neşeli kucaklaşmaların eşlik edeceğine emindim. İnsanları araştırmak için izlediğim çoğu filmde öyle oluyordu.
Ama Shirase çocuğu vazo fırlatmıştı.
Vazoyu durdurmaya çalışsam da zamanında yetişemedim. Chuuya-sama’nın alnına denk geldi ve ne yazık ki parçalandı. Parçalar absürt bir hızla havada uçuştu. Nedeninin yerçekimi kontrolünü kullanması olduğunu hemen fark ettim. Vazo Chuuya-sama’ya dokunur dokunmaz vazoyu parçalamak için yeteneğini kullanmıştı. Böylece çarpmadan zarar görmeyecekti.
Ama ne yazık ki vazoda çiçekler vardı.
Yani içi su doluydu.
Kafasından aşağı sular akarken Chuuya-sama konuştu, “Ne yaptığını sanıyorsun Shirase?” Sesi düzdü ve sanki hiç şaşırmamış gibi hiçbir duygunun izini taşımıyordu. “Su soğuktu.”
“Yapma Chuuya. Zeki adamsın.” Shirase-san gülerken dudaklarını büzdü. “Bir yıl geçtiğinin farkındayım ama sakın bana –Koyunlar’a yaptıklarını unuttun deme?”
Chuuya-sama sakin gözlerle oğlana baktı. Hiçbir şey söylemedi. Shirase-san sessizce Chuuya-sama’yı öldürecekmiş gibi baktı. Vazo kırıldığında fabrika müdürü “Eek!” diye çığlık atıp kaçmıştı.
Sessizliğin ne anlama geldiğini bilmesem de bu gidişle bir yere varamazdık. Araya girme zamanım gelmişti.
“Um… Shirase-san. Tanıştığımıza memnum oldum. Bugün hava ne kadar güzel, değil mi?” Birileriyle tanışıldığında konuşma konusunun havadan sudan olması gerektiğini duymuştum. “Aslında sizinle tartışmamız gereken önemli bir konu var. Oturup konuşalım.”
“Senin gibilerle konuşmuyorum.”
Bunları söyler söylemez Shirase-san odadan çıktı.
“Bekle, Shirase. Nereye gittiğini sanıyorsun?”
“İşim bitti. Eve gidiyorum.”
Ayağa kalkıp peşinden koştum. İzini kaybetmeyi göze alamazdım.
Ama Chuuya-sama aynı yerinde hiç kıpırdamadan öylece durdu. Ne bakışlarını bir başka yere çevirmiş ne de ifadesini değiştirmişti. Ne olmuş olabilirdi ki?
Hazır düşünmüşken, Chuuya-sama’nın refleksleri göz önüne alınınca vazodan kolayca kaçınabilirdi. Ama kaçmamıştı. Acaba neden?
Bilgisayar olduğum için duygular gibi başa bela şeylere sahip değilim. Fakat karar verme modülüme duyguları taklit eden bir özellik ekliyorum bu yüzden insanlarla soruşturduğumda doğal gözüküyorum. (Sık sık bu özelliğe sahip olmasaydım soruşturmaların daha kolay ilerleyeceğini düşünüyorum.)  Bu yüzden şaşkınlık, heyecan benzeri duyguları bir yere kadar canlandırmam mümkün. Ayrıca diğer insanların duyguları üzerinden de çıkarım yapabiliyorum.
Ama ben bile Chuuya-sama’nın neden o vazodan kaçınmadığını bilmiyorum.
“Peşinden gidelim.” Tereddütle seslendim. “Chuuya-sama, iyi misiniz?”
Kafasından sular damlarken Chuuya-sama’nın dudaklarının kenarından bir kahkaha çıktı. “Off, böyle olacağını biliyordum.”
Koridorda yürüyen Shirase-san’ı yakalayabildik.  “Bekleyin lütfen Shirase-san! İşbirliğinize ihtiyacımız var!”
“Öyle mi? O zaman iyi şanslar. Biraz şaşırmıştım ama neyin peşinde olduğunuzu biliyorum. Yüz milyar verseniz dahi Chuuya gibilerle çalışmam.” Shirase-san yavaşlamadı.
“Ama mantıken bize yardım etmeniz lazım.”
“Zaten sen kimsin be? Ağzından çıkan her kelimede canımı sıkıyorsun. Ne yaptığını bilmeme rağmen onunla işbirliği yapmamı mı söylüyorsun?”
Shirase-san diken üstündeydi sanki, bana tehdit eder gibi bakıyordu.
Tehdit edildiğimde hiçbir şey hissetmediğimden bana dik dik bakmasının bir anlamı yoktu. Ama takındığı ifadeyle Shirase-san’ın hissettiklerini anlayabildim.
Kin güdüyordu.
“Bir yıl önce bu piç organizasyonumuzu yok etti. Liman Mafyası bize saldırdı. Evlerimiz elimizden alındı ve yeniden birleşmemize engel olmak için Chuuya hariç hepimiz ülkenin dört bir yanına dağıtıldık. Peki o ne yaptı?! Hiç utanmadan Liman Mafyasına katıldı! Bize olan borçlarını unutarak Liman Mafyasına sattı bizi!”
Belleğimdeki istihbaratlarla bu bilgiyi karşılaştırdım. Çelişiyorlardı. Söyledikleri gerçekten farklıydı.
Düzeltilmesi gerekiyordu.
Fakat Chuuya-sama sessizliğini sürdürdü. Konuşacakmış gibi de durmuyordu.
“Ve şimdi de buradayım! Yokohama’da bir ben kaldım, sıkı gözetim altında çalışmaya zorlanıyorum. Bunun ne olduğunu biliyor musun, Chuuya?”
Shirase-san kolunu kaldırarak saatini gösterdi.
Chuuya-sama baktı ve cevap verdi. “Kim bilir?”
“İsviçre menşeli yüksek kalite bir saat.” Bilgi kaydımdan araştırdıktan sonra cevap verdim.
“Öyle. Sahip olduğum son pahalı mal. Koyunlardayken her ay böyle aksesuarlar alırdım. Ama şimdi ne zaman satacağımın hesabını yapıyorum. Çalıştığım iş, herkesin yapabileceği kadar basit ve maaşı da bok gibi. Bu gidişle organizasyonu yeniden kurmak için yeterli param olmayacak.”
“Organizasyonu yeniden mi kuracaksın?” Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
“Evet. Sonsuza kadar içime kapanmayacağım. Bunca zamandır silah toplayıp bağlantılar kuruyordum. Ben istediğim sürece yapabilirim. Ben istediğim sürece Koyunu eski görkemine kavuşturabilir ve senden daha iyi bir kral olabilirim.”
Chuuya-sama kaşlarını çattı. “Benim yaptıklarımı hayatta yapamazsın.”
“Ne dedin?!”
“Tamam, sakinleşin lütfen.”
Asıl konudan gittikçe uzaklaşıyorduk bu yüzden araya girmekten başka çarem yoktu. Davanın öncelikli olduğu belli olmasına rağmen insanlar belli ki saçma konular için tartışmayı seviyordu.
“Shirase-san, sanırım bir yanlış anlaşılma söz konusu. Kayıtlarıma göre Chuuya-sama’nın ayrılma nedeni...”
“Sus.  Ben konuşacağım.” Chuuya-sama birden öne atıldı. “Kulaklarını dört aç Shirase. Bilmen gereken tek bir şey var. Ya bugün ya da yarın, yakında öleceksin.”
“Huh?”
Shirase-san’ın ağzı ve gözleri açıldı.
“Verlaine adındaki yetenekli bir suikastçı seni öldürmesi için gönderildi. Hedefim bu suikastçıyı öldürmek bu yüzden işbirliğine ihtiyacım var.”
“Ne? Ne demek peşimde kiralık katil var?” Shirase-san’ın kafasının karıştığı yüzünden anlaşılıyordu. “Neden ben?”
“Ölürsen mafyada kalmam için bir neden kalmayacağına inanıyor.”
“Ne... sen nereden biliyorsun bunu?”
“Çünkü deli bir suikastçının nasıl düşündüğünü anlayabiliyorum.”Chuuya-sama, tartışmaya yer bırakmayarak açıkladı. “Güçlü olduğunu biliyoruz. Onunla doğrudan birebir yüzleşecek olursak tüm mafya savaşa dahil olsa bile aldığımız zararın haddi hesabı olmaz. Bu yüzden onu kesinlikle öldürecek bir tuzak kuracağım. Seni öldürmeye geldiğinde çaktırmadan Verlaine'i yakalayacağım. Gardını indirmişken saldırırsak, yetenek kullanıcısı ne kadar güçlü olursa olsun, kolayca yenilebilir... beni sırtımdan bıçakladığın zamanki gibi.”
Chuuya-sama’nın gözleri belli bir duyguyu ima eder gibi keskindi. Ve duygu mimikleri modülüme rağmen bu soluk duyguyu anlayabilmem mümkün değildi.
“Bekle, bekle. Doğru mu anladım?” Shirase-san huysuzluğunu dile getiren bir sesle ellerini sallayarak konuştu. “Verlaine adında kiralık bir katil var ve onu yakalayamıyorsunuz. Bu yüzden onu oltaya getirmek için beni yem gibi kullanacaksınız. Kaçmazsam öldürüleceğimi bilerek tuzakta sessiz sakin oturmamı bekliyorsunuz... diyorsun?”
Chuuya-sana karmaşık bir ifade takınarak soruya cevap vermedi.
“Aynen. Kısaca öyle oluyor.”
“Huh?! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?! Kim kendi isteğiyle yemin olmaya razı olur?”
Chuuya sert bir sesle konuştu. “Değil mi? Ama seçme lüksün yok.”
“Ne?”
“Doğru söylüyorsun, yem olacaksın. N’olmuş yani? Özellikle sana ihtiyacımız yok, iki hedefi daha var. Aralarından birisini seçip tuzağımızı kurarız. Ama senin durumun farklı. Teklifimizi reddedersen büyük ihtimalle öleceksin. Bu yüzden bizimle işbirliği yap Shirase. Çünkü yapmazsan öleceksin!”
Chuuya-sama hayır cevabını reddedermiş gibi bağırdı.
İkisi birbirlerine baktı. Yüz ifadelerini izlerken hiçbiri konuşmadı, sanki derinlerde bir yerde bir şeyler bulmaya çalışıyorlardı.
Sonunda Shirase-san sessizliği bozdu.
“Ah... tamam tamam, anladım.” Sözünü bitirir bitirmez Shirase-san arkasını dönüp yürümeye başladı. “Ne yaparsan yap, kral gibi yapıyorsun. Senden de azını beklemezdim.”
O sırada fabrikanın otoparkında yürüyorduk. Park edilmiş pek çok araç sadakatle ustalarını bekliyorlardı ve insanların aksine duygular yüzünden görevlerini ihmal etmiyorlardı. Görünce gönlüm açıldı.
Shirase-san muhtemelen günlük yolculuğunda kullandığı küçük motora doğru yürüdü. Sepetten bir kask çıkardı ve bize baktı.
“Başka seçeneğim olmadığına göre yapacağım. Tuzağı nereye kuracağınızı gösterin, motorla peşinizden geleceğim.”
Tam rahatlayarak gülümserken kafama bir şey çarptı.
Shirase-san kaskı fırlatmıştı. Başıma çarpar çarpmaz gözüm kararmaya başladı.
Shirase-san Chuuya-sama’yı hedef alan bir kask daha fırlattı. Yüzünün tam ortasına vuracakken Chuuya-sama kaskı yakaladı.
Shirase-san motoruna tırmandı ve motoru çalıştırdı.
“Hahaha! Hainin sözlerine güvenip de hayatta bu işe bulaşmam!”
Bunları söyler söylemez motosikleti hızlandırarak uzaklaştı.
“Ouch...”
Hasar tanımlama raporu hazırladım: Kafada darbe algılandı. İç parçalarda zarar tespit edilmedi. Sinyallerde gecikme tespit edilmedi. Beni ürküttü o kadar.
Chuuya-sama kollarında kaskı tutarken sıkılmış gibi ileriye baktı.
“Off... öyle kaçarak ne yaptığını sanıyorsun?”
Derin bir iç çekip kaskı kenara attı.
Sonra zıpladı. Yerçekimi kontrolünü kullanarak yakınlarda park edilmiş bir arabanın tepesine indi.
“Geç kalma, oyuncak robot. Kalırsan seni geride bırakırım.” Ve peşinden koşmaya başladı.
Geride kalmayı göze alamazdım.
Chuuya-sama’nın hareketleri koşmaktan çok uçmak olarak tanımlanabilirdi.
Kendisini aşağıya çeken yerçekimi kuvvetini ileriye ittiren bir kuvvet hâline getirerek frizbi gibi zıplayabiliyordu. Tek adımda binanın üstünden sıçrayabilir ve kolayca hareket halindeki bir araca yetişebilirdi.
Dizimdeki aktüatörleri çalıştırıp Chuuya-sama’nın peşinden gittim. Fabrika zemininden sıçrayıp yürüyen yayaların üstünden süzülmeden önce bir tabelanın yanına indim.
Diğer taraftan elektrik sinyallerini kullanarak kaçan Shirase’nin rotasını belirlemeye çalışsam da cevap alamadım. Trafik kontrol ağını hacklemeyi denesem de araç ile bağlantılı herhangi bir bilgi bulamadım. Görünen o ki Shirase-san’ın kullandığı motosikletin dış dünyaya bağlantılı sistemi yok ve yalnızca yolculuk için kullanılabiliyor. Kısaca, ucuz modellerden.
Fakat bu ucuzluk bizi dezavantaja sokuyor. Verlaine’in arabasının aksine motoru uzaktan kontrol edilemez. Motora yetişip bizzat durdurmaktan başka çaremiz yok.
Gerekenden biraz daha çaba sarf etmek olacak ama işleri biraz daha kızıştırmaya karar verdim.
Koşarken ORBIS’e (2) bağlandım. Önceden yapılmış bu alet sayesinde zorla yönetici izni elde edebilir ve görüş alanımda ekran halinde görüntüleyebilirim. Yalnızca trafik polisine ilişkin verileri çalıyor ve çevredeki arabaları tek seferde algılayıp araştırabiliyor.
Buldum. Kuzeyden bir blok, batıdan iki blok ileride. Yerleşim bölgesinin ana caddesini kullanarak kuzeye sürüyor, motoru gürültüyle çalışıyor. Hız limitinden dolayı sisteme kolayca yakalanabildi.
“Chuuya-sama! Kuzeybatıda!”
Bir kamyonun üzerinden atlayıp sokağı geçerken bağırdım.
Chuuya-sama ile beraber batıya yönelerek araba sürüsünün üstünden uçtuk. Bir grup seyirci hayretle bizi seyrediyordu.
Trafik kameralarına bağlanıp Shirase-san’ın motorunun diğer bir mahalleye geçerken kırmızı ışıkta geçtiğini gördüm. Pervasız davranıyordu. Ama Shirase-san’ın şansına -Ve bizim şansızlığımıza- girdiği yol dardı ve trafik lambaları yoktu. Yani artık videofied(3) aracılığıyla takibini sürdüremezdik.
Chuuya-sama ile Shirase’yi kovalarken çitlerin üzerinden atladık, çatıları geçtik ve telefon direklerinin üstünden sıçradık. Hız kazanmak için tekmelediğim asfalt kırıldı ve ardımda parçalanmış enkazları bıraktım.
Chuuya-sama’yla Shirase-san’ın motorundan biraz daha hızlı koşuyorduk. Bu ülkede yayaların maksimum hız limitine ilişkin bir yasa yoktu. Politikacı insanların aptallığı. Ben olsaydım hız sınırını aşan androidlere tutuklama emri veren bir kanun çıkartmayı unutmazdım.
“Koşan birisini duydum. Önden gideceğim!”
Chuuya-sama havada uçmak için kendi yerçekimini tamamen sildi. Bir binanın duvarından sıçrayıp şehir manzarasında kayboldu. Yetişmek için acele etmem lazımdı. Chuuya-sama’nın yerçekimi yeteneği olabilir ama ne yalan söyleyeyim bacak uzunluğunda onu açıkça geçiyordum.
Pek çok dar geçitleri bulunan bir yerleşim bölgesindeydik. Hesaplarıma göre Shirase-san’a 27 saniye içinde yetişeceğiz.
Chuuya-sama önden yolunu keserse ben de arkadan sıkıştırırsam Shirase-san’ın pes etmekten başka çaresi kalmayacak. Mükemmel.
Fakat sonrasında Dr. Wollstonecraft’ın hep ne dediğini hatırladım.
İşinin iyi gittiğini düşündüğün an o gelir. Başarısızlık olarak tanınan canavar başarı kokan aciz avını daima yakalayıp yutar.
Aynen dediği gibi oldu.
Chuuya-sama’yı takip ettiğim sokaktan döndükten sonra yüksek bir ses duydum.
“Oraya girme oyuncak robot! Saklan!”
Ancak çok geçti. Köşeyi döndüğümde önümdeki sahneye yalnızca tanık olabildim.
Dürüst olmak gerekirse durumu öncesinde tahmin edebilirdim. Onlarca işaret vardı.
Shirase-san’ın geçmişi. Organizasyonunu yeniden kurmak için hazırlık yaptığını söylemişti. Resepsiyon odasında Shirase-san fabrika müdürünü geçtikten sonra nedense gergin görünüyordu. Ve sonrasında da kaçmıştı.
Shirase-san kavşağın ortasındaydı.
Ve etrafı...
Polis arabalarıyla çevriliydi.
“Shirase Buichirou! Yasadışı silah toplama gerekçesiyle tutuklusun!”
Shirase-san iri yarı bir polisin elinde tutuklanıyordu ve kafası polis arabasına bastırılıyordu.
“Bırak beni! Siktir, bırakın beni! Bir sonraki kral ben olacağım!”
Shirase-san polis memurunun altında kıvransa da hesaplarıma göre kaçabilmek için otuz dokuz kişiye daha ihtiyacı olacaktı.
Polis aracından bir ses duyuldu.
“Orada mısın Chuuya? Astın başına bela mı açıyordu?” Konuşan kişinin sesi olgundu. O sakin ses kulağa nedense uygunsuz geliyordu. “Çık dışarı da şuna yardım et.”
Ve sonra bir adam ortaya çıktı.
Yaşı kırkı geçmiş, sıkıcı görünümlü bir dedektifti.
Uzun zamandır giyilmekten parlaklıklarını yitirmiş deri ayakkabıları ve üstünde yıllardır kullanılmaktan derisine yapışmış gibi gözüken koyu yeşil bir ceket vardı. Kilo bakımından zayıf duruyordu ve kafasında seyrek saçlar vardı. Yüzüne samimi bir gülüş takınmıştı.
“Ben onun astı falan değilim! Kralın ta kendisiyim ben!” Shirase-san hala tekmeleyip debeleniyordu.
“Aynen aynen. Çırpınmaya devam edin majesteleri. Senin gibi çerçöplerle uğraşmıyorum.” dedi Dedektif, Shirase-san’ın kafasına vururken.
Chuuya-sama diliyle cıkladı.
“Demek başından beri serbestçe dolaşmasına izin veriyordunuz, Dedektif.”
Chuuya-sama polisin önüne geçerken konuştu.
“Ohhh, nasılsın Chuuya? Yemeklerini yiyor musun?”
Yeşil ceketli dedektif eski bir arkadaşıyla konuşuyormuşçasına kollarını genişçe açtı. Ama bana gerçekten arkadaş değillermiş gibi geldi.
“Doğru dürüst yemek yemezsen uzayamazsın. Bu yüzden yemeklerini yememezlik yapmamalısın. Ve okuluna gitmeyi de unutma. Bir köşeye para biriktirip geleceğini düşün. Karanlıkta oynama. Gerçi genç olduğunu düşünürsek azıcık oynasan sorun olmaz. Ve-” Dedektif-san gülüp Shirase-san’ın bedenine vurdu. “...arkadaşlarını dikkatli seç.”
“Nakahara Chuuya-dono, Shirase ile işbirliği yaptığınız şüphesiyle karakola kadar bize eşlik etmenizi rica ediyoruz.”
Genç bir polis memuru Chuuya-sama’nın yanına geldi. İfadesi makine titizliğiyle soğuk ve sertti. Tabii henüz makine seviyesine gelememişti.
“Anlıyorum. Karşılaşmamız tesadüf değildi, değil mi?” Chuuya-sama keskin gözlerle polise baktı. “Fabrika müdürü piyonlarınızdan birisiydi. Beni çekmesini beklemek için müdüre Shirase-san’ı izlettirdiniz.”
“Fufu. Senin aksine oradaki genç beyefendi büyüklerine saygılıydı.”  Konuşmayı bitirdikten sonra Dedektif-san Shirase-san’a bir kez daha hafifçe vurdu. “Yasadışı silah aldığına ilişkin kanıtı kolayca topladım.”
“Yalan! Mükemmel planımın izini yakalamam mümkün değildi! Chuuya beni yine sattın, değil mi?!”
Dedektif-san Shirase-san’a yan yan baktıktan sonra omzunu silkti. “Arkadaşlarını dikkatli seç dememiş miydim?”
Chuuya-sama iç çekti ve yüzünde acı bir ifadeyle konuştu:
“Hey, Dedektif. Suçlarının ben de farkındayım ama bir günlüğüne ertelesen olmaz mı? Organizasyonlar arası çatışmanın tam ortasındayız ve onu korumam lazım.”
Dedektif-san kısaca gülmeden önce boş gözlerle baktı.
“Endişelenmene gerek yok o zaman. Biz onu koruruz.” Bir çift kelepçe çıkardı ve yüzünün önünde tıngırdattı. “Hapishanede. Konu kapanmıştır. Neden bizimle gelmiyorsun?”
Dedektif-san çenesiyle işaret verdi ve memur Shirase-san’ı polis aracına itti.
Chuuya-sama’nın yüzünden okunuyordu, yapacak bir şey yoktu.
“Kahretsin...”
Chuuya-sama dişlerini sıktı, arkalarındaki karanlıktan küfretti.
 ...
 Bir keresinde profesör “Makine olmak nasıl bir his?” diye sormuştu.
O soruya cevap veremedim. Makine olmak makine olmak gibi hissettiriyordu. Son derece normal, doğal, önemsiz değilmiş gibiydi. Ben de cevap verdim ve ekledim, “Profesör, insan olmak nasıl bir his?”
Kollarını katlayıp sessiz kaldı, sonra sıkkın bir şekilde güldü.
İnsan olmak ve insan olmanın getirdiği hisler...
Bu davanın kökeni ve en önemli parçası denilebilir.
Verlaine insan olmadığını söyledi. Onun için bu mesele o kadar önemliydi ki dünyayı altüst edebilirdi. Onun için insan olup olmadığı şu an yaptıklarını ve yapacaklarını etkileyen ölümcül bir soruydu.
Ne garip. İnsan olup olmamak neden önemli olsun ki?
Aklımdan bunlar geçerken Chuuya-sama’ya döndüm.
“Chuuya-sama.”
“...”
“Chuuya-sama.”
“Ne var?”
“ ‘İnsanlığın acayipliklerini keşfetme oyunu’nda sıra sizde.”
“...” Chuuya-sama cevap vermedi.
“Şimdi sıra bu makinede.” İki avucumla masaya vurdum. “Uh... insanların bir garipliği de... nedense bedenleri, sesleri dışında geğirme ya da gaz çıkarma gibi bir ses çıkardığında utanıyorlar. Tamam, sıra sizde.”
Chuuya-sama’nın sırasının geldiğini belirtmek için masaya tıklattım. Bana bakıp uzunca bir iç çekti.
“Haa...”
Cevabı garipsedim.
“ ‘Haa...’ diyorsunuz demek. Cevabınız için teşekkür ederim. Sıra bu makinede. Bir kadın başka bir kadına tiz bir sesle ‘canım’ diyorsa gerçekten tatlı bulduğu için demiyordur. Nedeni bilinmiyor. Ve ‘canımın içi’ diyorlarsa aslında ‘o kadının kişiliği berbat’ manasında söylüyorlardır.” Pat pat. “Sıra Chuuya-sama’da.”
“Ahhh...” Chuuya-sama bıkkın bir tavırla cevap verdi.
“Cevabınız için teşekkür ederim. Sıra yine bu makinede. Tuvaleti kullanırken erkeklerin klozet oturacağına kaldırması gerektiğini söyleyen gizemli bir protokol var ama kadınlarda bu yok. Neden? Oturmak maddelerin her yere sıçramasını engeller. Özellikle küçük-“
“Kes şunu! Pis!” Chuuya-sama bağırdı.
Başımı kaldırdım. “Pis mi? 92 dakika önce bu odayı temizlemeyi bitirdiler.”
“Onu mu diyorum...” Chuuya-sama agresif bir şekilde başını kaşıdı. “Argh, yeter! Çıkarın beni buradan!”
Şehir karakolunun sorgu odasındaydık.
Yosun yeşili duvarlara sigara kokusu sinmişti. Dört bacaklı sandalyelerin tümünün vidaları eksik, üzerlerinde kıpırdandığında tangırdayarak sallanıyorlardı. Masada bir başkasının elinin bıraktığı çizikler ve su izleri vardı. Su izleri muhtemelen bir zanlının gözyaşlarından kaynaklanmıştı.
Şehir polisine kendi rızamızla eşlik etmemiz istenildikten sonra bizi bu odaya getirip bir süre beklememiz gerektiği söylendi. Kolayca kaçabilirdik ama yasal prosedürleri tamamlamazsak başımıza sorun çıkartabilirdik. Liman Mafyasının adli müşavirini beklemek daha iyi bir seçenekti.
Ancak söylemeliyim ki bir dedektif olarak polisin elinde gözaltına alınmak heyecan verici, değerli bir deneyimdi. Pozisyonumu gözlediğim iyi oldu. Soruşturma protokolü sağ olsun.
“Bu oyuna devam etmeni yasaklıyorum. Anladın mı?”
“Emir mi veriyorsunuz?”
“Emrimdir.”
Emir verildiğinden yapacak bir şeyim yoktu. “Anlaşıldı. ‘İnsanlığın acayipliklerini keşfetme oyunu’nu bir daha asla oynamayacağım”
Chuuya-sama bıkkın bir ifadeyle bana baktı. “Şu an yüzünden düşen bin parça...”
Odada ayna olmadığı için yaptığım yüzü inceleyemedim.
“Ha... Neyse, Shirase’yi salacaklar mı?”
“Mümkün ama biraz zaman alabilir.” Dürüstçe cevapladım. “Veri tabanlarına girebildim ama çoktan Shirase-san’ın evine girip on iki ateşli silaha el koymuşlar. Ateşli silahların tescil numarası yok. Mükemmel bir avukatla dahi Shirase-san’ı bırakmaları zaman alır. Diğer taraftan kefaletle bırakılsa dahi Koyunlardan kalma suç sabıkası var. Salınması zor olacaktır ama polisin asıl hedefi Shirase-san değil de siz olduğunuz için muhtemelen prosedürleri izleyip yalnızca 48 saat gözaltında tutacaklardır.”
“48 saatimiz yok.” Chuuya-sama yumruğunu sıktı. “Verlaine her an onu bulup öldürmeye gelebilir.”
Aynen Chuuya-sama’nın dediği gibiydi. Verlaine’i yenmek için uygun bir tuzak hazırlamalı ve Shirase-san’ı yem olarak kullanmalıydık. Yani sürpriz saldırılarda ve suikastta uzmanlaşmış bir adama sürpriz saldırıda bulunmalıydık.
Ancak yerine getirilmesi gereken şartlar vardı. Tuzağın hazırlanacağı yer ve zaman gibi... ve yem olarak Shirase-san...
“Hazır aklıma gelmişken, patronunla iletişime falan geçemez misin?” Chuuya-sama önüne eğildi. “Karakolda polislerin yanındayız yani görevdeş sayılırsınız, değil mi? Karargâhtaki arkadaşlarına buradaki polisle iletişime geçmelerini iste de bizi salsınlar.”
“Yapabilseydim güzel olurdu.” Başımı salladım. “Ama anlaşma yüzünden imkânsız.”
“Anlaşma mı?”
Açıklamaya başladım.
Normalde Avrupa Polis Teşkilatı, Büyük Savaş’ın Barış Antlaşması koşullarında kurulmuş uluslararası bir soruşturma ajansıydı. Amacı ülkeler arasında sınır tanımadan sahne arkasında suç işleyen suçluları yakalamaktı. Ama savaş öncesi milletler arası güç oyunundan etkilendikten sonra bazı kısıtlamalar getirildi.
Bu kısıtlamalardan birisi de Avrupa müttefiklerinin hakları ve egemenliklerinin ihlal edilemeyeceğiydi. Bazı eski düşman ülkelerin kendi dedektiflik ajanslarını açarken işbirliği yaptıklarını gördükten sonra diğer ülkelerde hangi hakların ihlal edilebileceği konusunda oldukça dikkatli olmamız gerekiyordu. Bu davada eski bir Fransız ajanı olan Verlaine, başında pek çok devlet sırrıyla tutuklanacaktı. Süreçteki tek bir hata uluslararası bir skandala yol açabilirdi. Ve böyle bir şey gerçekleşmese dahi tutuklamayı yapan dedektifin diğer ülkelere istihbarat satabileceğini düşünmek oldukça makuldü. En azından Fransa öyle düşünüyor bu yüzden soruşturmayı başka bir ülkeye devretmekte isteksizlerdi.
Diğer taraftan dünyanın dört bir yanından önemli insanları rastgele öldürebileceğinden Avrupa Polis Teşkilatı, Verlaine adındaki bu felaketi etkisiz hale getirmek için elinden gelen her şeyi yapmak zorundaydı. Taç giyme törenlerinde Verlaine şövalyelerini öldürdükten sonra İngiltere en büyük hasarı aldı ve başarıyla ülkenin itibarına leke sürdü. Ne olursa olsun, bir şey yapmadan öylece duramazlardı.
Beni yalnız bir dedektif olarak göndermekle anlaşmaya varıldı.
Ülke sırlarını gizli tutabilirdim ve bencil arzular yüzünden başka bir ülkeye yardakçılık yapmaya kalkışmazdım. Bu şekilde programlandım çünkü. Ayrıca davada toplanan istihbaratlar donduruluyor, şifreleniyor ve diğer ülkelerin kullanamayacağı şekilde depolanıyordu.
Pianoman-san öncesinde sormuştu: “Neden mafyanın istihbaratını Avrupalı polislere anlatmıyorsun?” Ve ben de şöyle cevap vermiştim: “Yapamam.” İşte nedeni buydu.
“Anladım.” Chuuya-sama kollarını çaprazlayıp başını salladı. “Mafyadan ya da benden ne kadar suçlayıcı delil görsen ya da duysan bile ihbar etmen imkânsız diyorsun.”
“Evet. Ve aynı nedenlerden dolayı merkez üssümün Japon polisine ulaşması imkânsız. En başında Japonya’yla ilişkin hiçbir şeyi soruşturmamam gerekiyor. Diğer ülkeler Verlaine’i ve suikastların kralına dair soruşturmamızı öğrenecek olursa Verlaine’i Fransa’ya karşı pazarlık kozu olarak kullanmayı akıl edebilir. Bildiğiniz üzere savaş yıllarında gizli operasyon kisvesi altında uluslararası hukuk ihlal etmişti.”
“Ve bu yüzden Japon polisi müttefikin değil.” Bunları söyler söylemez Chuuya-sama iç çekti. “Al başa bela. Güvenebileceğim bir tek hurda parçası var. Eh, en azından Avrupa Polis Teşkilatı dedektifleri üzerimize çökse bile mafyayı sıkıntıya sokmaz.”
“Bence mafya gibi hukuki yaptırımların güvenmediği bir örgütün bizimle işbirliği yapması iyi bir anlaşma.” Gülümsedim. “Ancak Chuuya-sama, Verlaine’e kuracağımız tuzak bir kenara, mafyada bu davada kullanılmaya oldukça uygun bir yetenek kullanıcısı olduğunu duydum. Doğru mu?”
Konuşmayı bitirdikten sonra Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
Yüzlerce böcek yutmuş gibi yüzü ekşidi.
“Doğru.” Chuuya-sama’nın sesi konuşmaya devam etmektense ölmeyi tercih edermiş gibi tatsız çıkıyordu. “Ama onunla iletişime geçemem. O piç kurusu bir yerlerde geberip gitse daha iyi olur.”
“Oh...” Bence müttefiklerimizden herhangi birisinin ölümü bizi sıkıntıya sokardı. “O kişiye güvenebilir miyiz?”
“Güvenebilir miyiz mi? Yok daha neler.” Chuuya-sama aksi bir sesle konuştu. “Görüp görebileceğin en aşağılık yüz karası, içinde de dışında da sapkın birisidir. Boğulan bir adama su satacak kadar deli ve satın aldıracak kadar da zekidir. Ama onun yeteneğini kullanmadan Verlaine’i yenemeyiz.”
“Nasıl biliyorsunuz?”
“Verlaine’in ortağı, yetenekli ajan Rimbaud’u... Dazai ile birlikte yendim.”
Bunları söyler söylemez Chuuya-sama ellerini sıktı.
“Piç Dazai... o puşt nasıl oluyor da yalnızca böyle zamanlarda işe yarayabiliyor?”
 ...
 Çöpler bölgesi...
Herkesin unuttuğu bir bölgeydi.
Yağmurun habercisi bulutlu gök altında dağınık, atık yük konteynerleri birbirleri üstüne cesetler gibi yığılmıştı. Çöplüğün çıplak arazisine yasadışı bırakılan toksik maddeler sokak farelerini uzak tutmayı başarmıştı.
Yokohama’da haritada dahi gösterilmeyen ıssız bir bölge ve Dazai'nin yaşadığı merkezin hemen yanıydı.
Dazai bir evde yaşamıyordu. Terk edilmiş yük konteynerlerin birinde kalıyordu. Zamanında arabaların yurt dışına nakliyesinde kullanılmak amacıyla yapılan geniş bir konteynerde buzdolabı, vantilatör, masayla sandalye takımı, yatak ve çıplak bir ampul kuruluydu.
Liman Mafyasındaki astları dahil Dazai’yi tanıyanlar ona yaklaşmaya çalışmazlardı. Bölgenin ürkütücülüğünden değil, Dazai’nin özel mülküne giren birisine nasıl tepki vereceğini bilmedikleri içindi. Astlarından birisi evini ziyarete gelirse uzuvlarını tek tek bedeninden ayırabilir ya da tatlı ikram ederken nezaketle karşılayabilirdi de. Dazai’nın asıl niyetinin ne olduğunu kimse bilemezdi.
Liman Mafyasının kara hortlağı.
Dazai’ye böyle seslenirlerdi.
Mafyaya katılalı bir yıl olmuştu. Dazai, patronun direkt emri altındaki gizli bir birime komutalık ediyordu ve üstün başarılar elde etmişti. Onlarca organizasyonu parçalamış, onlarca yeni ticaret yolları açmıştı. Mafyaya benzememesine rağmen yöneticilerin ulaşabileceğinden çok daha hızlı bir şekilde muazzam işler başarmıştı. Bambaşka bir seviyedeydi. Bayrakların en başarılı üyesi olan Pianoman’in başarıları bile Dazai’nın başarıları yanında çocuk oyuncağı kalıyordu.
Buna rağmen kimse Dazai’ye güvenmezdi.
Çünkü gözlerinin derinliklerinde, çöplükteki gecelerden daha koyu, simsiyah bir karanlık vardı.
Mafyadaki eylemlerine devam ettikçe Dazai daha anlaşılmaz ve karanlık bir hale geldi. Nedenlerini kimseye açıklamazdı. Düşmanlarını öylece öldürür, Liman Mafyasına kanla kaplı bir yol açardı. Sanki gölgelerdeki bir duvara karşı kendini saklıyor gibiydi.
Muhteşem başarılar elde etmişti. Ancak bu onura sevinmeyen tek bir kişi vardı.
Dazai’nin kendisi.
Dazai konteynerde yuvarlak taburesine bir başına oturmuş, karanlığa bakıyordu.
Yanındaki masada duran telefonu çaldı. Arayan Chuuya’dı ama Dazai cevap vermedi. Telefona bakmadı bile. Kılını kıpırdatmadan öylece oturdu, ellerini katlayarak kapı tarafındaki karanlığa baktı.
Gözleri oldukça sakindi. Siyah gözbebekleri ışıktan sese her şeyi tüketir, ardında tek bir şey bırakmazdı. Kendi hisleri de dahil...
Telefon pes etmişçesine çalmayı bıraktı, bir kez daha sessizlik odayı hâkim oldu. Bu sessizlik, telefon çalmadan önce hüküm süren sessizlikten daha derin ve ağırdı.
O sırada, Dazai’nin karanlık boşluğa bakan gözleri seğirerek titredi.
Kapı açılmaya başladı.
Metal kapı yavaşça açılmaya başladı ve kapının diğer tarafında, soluk ışıkta birisinin figürü belirdi.
“İğrenç bir yerde yaşıyorsun, Dazai-kun.” dedi figür hafif bir sesle. “Bu kadar berbat bir yerde yaşamana sebep olacak kadar neyden korkuyorsun? Emlak vergisinden mi?”
Dazai'nin ifadesi değişmedi, duygudan yoksun pürüzlü sesiyle konuştu.
“Senden korkuyorum, Verlaine-san.”
Adam odaya girdi. Uzun boyluydu ve giydiği takım, gece manzarasındaki bir denizi anımsatıyordu. Gözleri olanlardan eğlenmiş gibi kaygısızdı ve kafasına siyah bir şapka takmıştı. Adam, suikastçılar kralı Paul Verlaine’di.
“Yalancı.” Konteynerin içine girdi. “Gözlerini görebilseydim, bir şeyden korktuğun yok derdim. Seni birkaç gün önce öldürmeye çalıştığımda bile neredeyse hiçbir şey hissetmiyor gibiydin.”
“Konu ölümümse sıra dışı görüşlerim var.” Yalnızca gözlerinin kenarları hafifçe gülümsüyordu. Gözlerinin derinlikleri hala inatçı sessizliğini koruyordu.
“Kiralık katillikte de iş kalmadı.” Verlaine omuzlarını silkti.
Verlaine'in deri ayakkabıları yürürken zeminde pat pat sesleri çıkardı. Masadan dosyaları aldı. “Liman Mafyasının iç işlerinin verileri mi bunlar?”
Masada birkaç deste kağıt vardı. Kağıtlar başka bir organizasyona satılacak olsa üç hayat yaşamaya yetecek kadar para kazanılırdı. Üzerinde Liman Mafyasının tüm sırları yazılı olan aşırı değerli belgelerdi.
Verlaine kağıtları Dazai'nin yüzü önünde salladı. “İki gün önce bana bunları veresin diye seni öldürmeyeceğimi söylemiştim. İ��im için gereklilerdi. Ama nedenin nedir? Bundan nasıl bir ödül kazandın? Oturup ‘Yalvarırım beni öldürme’ dediğinin şaka olduğunu söyleme sakın.”
“Basit.” Dazai belli belirsiz gülümsedi. Sesi gece vakti duyulan bir hırıltı gibi kısıktı.
“Liman Mafyasının yanıp yıkıldığını görmek istiyorum.”
Verlaine'in yüzü ciddileşti. Sanki orada birinin olduğunu yeni fark etmeye başlamış bir insanmış gibi Dazai'ye baktı.
“Liman Mafyası seni alıp yetiştirmedi mi?” Biraz durakladıktan sonra Verlaine dikkatle sorusunu sordu.
“Evet.”
“O zaman neden…?”
Dazai soruyu duysa da sessizliğini sürdürüp cevap vermedi. Sanki bir şey arıyormuş gibi çevresine bakındı.
Sonra gülümsedi. Verlaine’e haykırır gibi görünen keder dolu bir gülümsemeydi bu.
“Çünkü sıkıldım.”
Verlaine gözlerini kıstı. Asıl niyetini ararken bakışlarını Dazai’ye sabitledi. Aldığı bakışlardan eğleniyormuş gibi duran Dazai, Verlaine’e baktı ve sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı. “Nihayetinde hiçbir şey bulamadım.”
“Ahh, anladım.” Verlaine gözlerini kapattı. “Hislerini anlıyorum. Beni değiştirecek bir şey bulma umuduyla yolculuğa başladım. Ama gittiğim yer işe yaramaz ıvır zıvırlarla doluydu bu yüzden direkt eve döndüm. Ben de yaşadıklarını yaşadım. Nefes alıyor, yiyor ve sıçıyordum. Öyle yaşanmaz. Bu yüzden yolculuğa çıkarız.”
Konuşmayı bitirdikten sonra Verlaine yere düşmüş bir madeni parayı aldı.
Her yerde görülebilecek, sıradan gümüş bir paraydı.
Kulakları sağır eden bir gürültü duyuldu.
Para, Dazai'nin yanından geçtikten sonra arkasındaki duvarı parçaladı. Arkasında şiddetli bir gürültü ve atmosferik bir bozulma bırakarak konteynerin dışındaki atıkları ezdi. Düz bir çizgide uçarak hiçbir yere düşmedi, batıya ilerleyerek gözden kayboldu.
Geriye eriyen metalin dumanları ve metalin parçaladığı zamandan kalma yankılanan ses kaldı.
“Çaresizliğine saygı göstereceğim ve en son seni öldüreceğim.”
Gülümsedi, duruşu parayı fırlatırkenkiyle aynıydı.
Dazai kıpırdamadı. Madeni para arkasından süratle geçmesine rağmen yüzü aynı kaldı.
Tumblr media
“Gelişini endişeyle bekliyor olacağım.”
Bunları söyledikten sonra Dazai gülümsedi. O gülümsemeyle kırık bir ruhunun sesini duyabiliyor gibiydiniz.
Verlaine arkasını dönüp girişe yürüdü. Kapı kolunu kavradığında Dazai bir soruyla karşılık verdi. “Şimdi kime gideceksin?”
Verlaine arkasını döndü, sihirbazlık numarasını açığa çıkaran bir sihirbaz gibi gülümsedi. “Zaten biliyorsun, karakola gidiyorum.”
 ...
  Chuuya-sama ile birlikte sorgu odasına girdikten 1448 saniye sonra kapı açıldı.
“İzninizle.”
Shirase-san’ı tutuklayan kıvırcık saçlı dedektif gelmişti.
Dedektif-san içerisinde sıvı bulunan porselen bir kap taşıyordu. Sonra masanın diğer tarafına oturdu, sıvının içindeki uzun ince maddeleri almak için yemek çubuklarını kullandı. Maddenin ana malzemeleri nişasta, gliadin ve glütendi. Sonra yemeye başladı.
Dedektif-san seyrettiğimi görünce bana baktı.
“N’oldu yabancı? Hayatında hiç udon(4) görmedin mi?”
Dedektif-san bana alay ederek güldü ve yemeye devam etti. Yemeğin buharı yüzünü kapatıyordu.
“Bizim yemeğimiz nerede?” Chuuya-sama doğrudan sordu.
“Oh, sen de mi istiyordun? İllegal cevherlerden para kazanan birisinin sıradan insanların yediği yemekleri yemek isteyeceğini düşünmemiştim.”
Chuuya-sama kollarını kavuşturup adama baktı. “Yasadışı cevherler mi? Benle taşak geçme. Normal, lisanslı mücevher perakendecisi olarak çalışıyorum. Lisansımı göstereyim mi?”
“Sahte lisansını görmeme gerek yok.” Dedektif-san gülerek başını arkaya yasladı. “Bu arada, bu yabancı kim?” Konuşurken yemek çubuklarını bana doğrulttu.
Chuuya-sama cevap vermedi, omzunu silkti.
Dedektif-san bana baktı. “Hey, Chuuya. Senin iyiliğin için söylüyorum, bu odada konuşulanlar bu odada kalsın.”
“Tanıştığımıza memnun oldum. Ben, Avrupa’dan gelen bir bilgisayar-”
“Kulağa aptalca gelebilir, dedektif.” Chuuya-sama sözümü kesti. “Ama kendisi daha bugün işe giren bir çaylak. Kavgada kafasını vurduğundan beri robot olduğuna inanan garip bir adam. Eğlenceli olduğunu düşündüğüm için kanatlarım altına aldım. Başka şikâyetin var mı?”
“Hayır ama ben gerçekten yüksek performanslı bir bilgisayarım.”
“Astın mı? Anladım. O zaman böyle güllük gülistanlık bir yere gelmesi için daha çok erken. Ona çıkışı gösteririz.” Dedektif-san ayağa kalkıp kapıya tıklattı. “Açın.”
İri, üniformalı bir polis memuru sessizce odaya girdi, kolumu tuttu ve beni dışarıya yönlendirdi.
İtiraz etmek için ağzımı açsam da gözümün ucuyla Chuuya-sama’nın işaretini gördüm.
Masanın altında, Chuuya-sama işaret parmağını bükmüş, odanın dışarısını gösteriyordu. Benimle göz temasını koruyarak göze çarpmadan çenesiyle dışarıyı işaret ediyordu.
Belli ki bana sözsüz işaretler veriyordu.
Odadaki insanlar anlamadan bir şey yapmamı istiyor olmalı. Bu yüzden hakkımda hikaye uydurup beni bu odadan çıkartmaya çalıştı.
Hmm...
Yapacak tek bir şey kaldı.
“Rahatsız ettiysem kusura bakmayın.”
İtaatkar bir şekilde başımı eğdim ve Polis-san’la sorgu odasından çıktım.
Kapı ardımdan kapandı, ikimiz yürümeye başladık.
“Pardon, Polis-san...” On adım attıktan sonra konuştum. “Birisi iki kez parmağını büküp dışarıyı gösteriyorsa sizce ne demek istiyordur?”
“Huh?”
Polis-san kalın boynunu çevirerek bana döndü.
“Diyorum ki, birisi iki kez parmağını büküyorsa...”
Bunları söylerken biraz düşündüm.
Chuuya-sama belli etmeden dışarı çıkmamı söylüyordu yani burada, dışarıda yapmamı istediği bir şey olmalı. Ancak Chuuya-sama’nın kendisi sorgu odasındayken kıpırdayamazdı. Şu anda Shirase-san’ı taşımaya çalışıyoruz. Shirase-san’ı hapishaneden çıkarıp güvenli bir yere götüremezsek tuzağı dahi kuramadan öldürülür. Ama şehir polisi Shirase-san’ı götürmek istediğimizden haberdar. Bu yüzden Chuuya-sama’yı sorgu odasına soktular-
Anladım.
“Şimdi anladım.” dedim aniden. Polis-san bana şüpheyle baktı.
“Neyi anladın?”
“Bana verdiği işaretlerin anlamını. Chuuya-sama polisin dikkatini kendi üstüne çekecek ben de hapishane hücrelerine girip Shirase-san’ı kaçıracağım.”
“Ah, anladım. Hücreye gireceksin.” Polis-san düşünmeden baş salladı. “..Hm? Hücreye mi?”
Uh-oh. Sanırım fark etti. Öyle olmaz.
“Polis-san, o nedir?”
Polis-san’ın ardını işaret ettim. Refleks olarak döndü ve arkasına baktı. Dürüst adammış.
Yaklaşarak işaret parmağımı çenesine tuttum ve beklemede kaldım.
“Hiçbir şey-“
‘Hiçbir şey yok’ demenin ortasındayken kafasını döndürdü ve çenesi doğrudan parmak uçlarıma vurdu.
Parmak uçlarıma minik bir şırınga yerleştirilmişti ve iğnenin battığı yerden sakinleştirici uygulanıyordu. Tansiyonu aniden düştü ve hızla bilincini kaybetti.
Yere düşmesini engellemek için iki elimle tuttum.
Çevremi taradım.
Kimse ne bir şey duymuş ne de görmüştü.
“Karakolda sessiz ol.”
Bedeni tutarken gülümsedim.
 ...
 Chuuya yüzünde bariz bir sıkıntıyla oturuyordu.
Dirseklerini masaya dayayıp yarı kapalı gözlerle kirli duvara boş boş baktı. Dedektifin ‘Ben böyle düşünüyorum’ konuşmasından dikkatini dağıtacak başka hiçbir şey yoktu.
“Bu hayatta gereken tek şey udon. Genç birisine göre zaten çok paran var. Çalışayım diye kan, ter ve gözyaşı akıtanlar, hayatın monotonluğuyla uğraşanlar ve maaş alanlar dünyayı balık kekleri, udon üstünde tempura gibi görüyor. Yani diyorum ki sıkı çalışırsan daima ödülünü alırsın. Hazır konusu açılmışken...”
Chuuya saatin akrep ve yelkovanına bakmayı çoktan bırakmıştı ve dedektifin konuşmasını ne kadardır dinlediğini merak ediyordu.
Dedektif vaaz verir gibi uzun uzun konuşuyordu ve en kötüsü konuya bir türlü giremiyordu. Hayat hikayesinden ders çıkarmakla başlayıp konuşmanın yarısında şikayet etmeye döndü, sonra tam ortasında maziyi yâd etti ve onun yarısında da Chuuya’ya hayat dersi vermeye başladı. Dönüp dolaşıp aynı hikayeyi tekrar tekrar anlattı ve garip gereksiz detaylar verip durdu. Ancak dedektif bu hikayeleri tekrarlarken sanki bu dünyanın gerçeklerini ilk kez açığa çıkarıyormuş gibi gözleri zevkle parıldıyordu.
“Yani bu karakola atanırken öyle düşünüyordum. Bir keresinde senpailerimden birisi diğer senpainin çok fazla saç jeli kullandığı için her yeri yapış yapış ettiğini söylemişti...”
Chuuya dinlemiyordu. Gözleri boş boş dalıp gitmiş ve basitçe konuşmaya katlanıyordu.
Zaten gönüllü bir soruşturmadaydı. Polisin Chuuya’yı tutuklamaya yetkisi yoktu bu yüzden onu gözaltında tutmaya hakları yoktu. İstediği an dedektifi görmezden gelebilir, ayağa kalkıp tek saniye düşünmeden gidebilirdi. Ama bunu yapmadı. Adam’a Shirase’yi kurtarması için zaman kazandırmayı amaçlıyordu. O zamana kadar Chuuya dedektifin dikkatini kendi üstünde tutmalıydı.
Ve bu yüzden Chuuya’nın tek yapabildiği katlanmaktı. Burada yokuş aşağı yuvarlanan bir taşım sadece, dedektifin dırdırını çekerken çaresizce kendi kendine konuştu.
“Ne demek istediğimi anlıyor musun? Ben senin yaşındayken sefalet içindeydim.” Dedektif yüzünde muzaffer bir ifadeyle baş salladı. “Doğru düzgün bir işim olmadığı için sürekli açtım. Ağabeyim bu halimi görmeye daha fazla dayanamayıp güvenlikte bana bir iş buldu ama iş pek zahmetliydi. Hayal edebiliyorsundur eminim. İş arkadaşlarım ya hemen işi bırakıyor ya da nöbet yerlerini terk ediyordu ama bir şekilde azmimle başarabildim. İşte böyle cesaretli olursan...”
“Söylesene...” Daha fazla dayanamayan Chuuya ağzını açtı. “Daha ne kadar bana bu sıkıcı hikayeyi anlatacaksın?”
Dedektif kaşlarını kaldırdıktan sonra sanki bunu söylemesini bekliyormuş gibi kahkaha attı. “Tek bir imza atıp kendi yoluna gidebilirsin. Küçük arkadaşın Shirase’yi de yanında götürürsün.”
Dedektif takım elbisesinin cebinden bir dosya çıkarıp masaya yerleştirdi.
Chuuya sessizdi.
Ek iddianame ve delil toplamak için işbirliğine ilişkin bir muvafakatnameydi.
Yani itham pazarlığını(5) onayladığını gösteren bir belgeydi ve kendisi ile Chuuya'nın suçlamalarını reddetmenin karşılığında Chuuya onlara bir sır söyleyecekti.
Yalnızca Chuuya'nın bildiği bir sırrı -Yani Liman Mafyasının iç işleri hakkındaki istihbaratı.
“Liman Mafyasını ispiyonlamamı mı istiyorsun?” Chuuya kısık sesle sordu.
“Arkadaşını burada bırakmak istemezsin, değil mi?” Dedektif gülümsese de bakışları keskindi. “Bana o kadar karışık görünmedi... Endişelenme, tek bir şeyle ilgileniyorum. Liman Mafyasının ticaret yollarından birisini kapatmak istiyorum.”
Chuuya gözünü dosyaya çevirmeden önce dedektife anlamsız bir şekilde baktı. Yüzünde düşünceli bir ifade vardı, bir kez daha dedektife baktı.
“Bana kalem ver.”
“Tabii.”
Dedektif itham pazarlığının imza kutucuğuna doğru dolmalı kalem uzattı.
Dedektif, imza kutusuna göz attı.
İki kelime yazıyordu:
Nah yaparım.
Chuuya dolmalı kalemi masaya fırlattı, ellerini geçirip kafasının arkasına dayadı ve sandalyesinden geriye yaslandı.
Ayaklarını masaya koyup konuştu: “Kısa konuşmanı böldüysem kusura bakma.” Sakin bir sesle söyledi. “Devam et lütfen.”
Dedektif sessizdi.
Ve çölün ortasında yıpranmış bir taş kadar sert gözleriyle Chuuya'ya dik dik baktı.
 ...
 Hapisane hücrelerine doğru yol aldım.
Acaba Shirase-san’ı nasıl kaçırsam?
Şu anda yaptığım şey yasadışı olduğundan memleketimdeki Avrupalı yetkililere güvenemezdim. Ama sorun değil. Her ülkenin soruşturma ajanslarının protokollerini biliyorum.
Hücrelere giden koridor sessizdi. Bakımsız soruşturma biriminin aksine burada zar zor eşya ya da insan vardı. Krem renkli duvarlar özenle temizlenmiş ve tavandaki floresan lambalar koridoru devamlı aydınlatıyordu. Arada bir bu ayki trafik kazaların sayısını gösteren ya da sağlık kontrollerine düzenli gidilmesini bildiren koyu mavi duyuru panolar duvarları süslüyordu. Herhangi bir yerde karşılaşabileceğiniz düzenli, sıkıcı, monoton bir koridordu.
Koridoru geçtikten sonra hedefime vardım.
Shirase-san ileride olmalı.
“Bakar mısınız?”
Kapının hemen yanında bulunan baş güvenlik görevlisinin ofisinin camına hafifçe tıklattım. Ofiste masada oturan kişi Güvenlik Şefi-san’dı. Giriş sınavlarını kaslarıyla geçtiğini düşündüren yapılı bir bedeni vardı.
Camdan görebildiğim kadarıyla güvenliğin ofisi o kadar da geniş değildi. Ofiste bir masa, hapishanenin içini gösteren sekiz izleme monitörü ve işte kullanılmak üzere bir de bilgisayar bulunuyordu. Diğer kısık bütçeli ofisler gibi yorucu ve sıkıcı gözüküyordu. Duvarlar, zeminler, paneller ve güvenlik şefi; hepsi sıkıcıydı...
Bir gülümseme takındım.
"On sekiz numaralı hapishane hücresinde kalan Shirase Buichirou'yu nakletme emri aldım."
Güvenlik Şefi kollarını masada tuttu ve bana baktı. “Siz kim oluyorsunuz?”
“Bu makine- demek istediğim adım Adam Frankenstein. Avrupa Polis Teşkilatında dedektifim.” dedim. Sahte olmayan dedektiflik kimlik kartımı gösterdim. “Dedektif Murase’den yer değişikliği için emir aldım.”
Güvenlik Şefi, sanki özel bir şey yokmuş gibi etkilenmemiş bir tavırla baktı ve benim çıkarabileceğimden daha mekanik sesle konuştu. “Ve nakil numarası nedir?”
“Pardon?”
“Diyorum ki nakil numarası ne?”
Sesi katı ve saygısızdı.
Yüzümü telaşla bir o yana bir diğer tarafa çevirdim. “Ahh, nakliye numarası. Doğru... nakliye numarası... Um, tabii ki nakil numaram var.”
“Üç kez tekrar etmeye gerek yok. Söyle?”
“Nakliye numarası 21988126.” dedim sırıtarak.
Güvenlik Şefi onaylamak için numarayı bilgisayara girdi.
Uzaktan onu seyrederken polis istasyonunun içindeki ağı hackledim, sorgu odasındayken hazırladığım arka kapıdan e-posta sunucusunu ele geçirerek geçmişte nakil talimatları için kullanılan e-postayı kopyaladım.
Numarayı yeniden yazıp bıraktım böylece bilgisayardan talepte bulunduğunda direkt ekranda gözükecekti.
“21988126… Evet, buradaymış.”
Tek bir şüphe duymadan, güvenlik şefi kontrol panelini kullanarak kapıyı açtı. “İyi günler.”
Başımı eğdim ve güvenlik şefi elini kaldırarak ilgisizce karşılık verdi.
Bu yüzden insanlara güvenilmiyor. Kusurlular. Makineler böyle bir kandırmacaya asla aldanmazdı. Filmlerde insanlığı yok etmeye çalışan makineler neden hep yeniliyor hiç bilmiyorum.
Ama bu sefer kusurlu olmaları benim işime yaradı. Demir kapıdan geçip hapishaneye adım attım.
Hücrenin bulunduğu koridor bana elektrik devresini anımsattı.  Hücrelerin kapıları art arda olarak sıralanmış ve bir elektron deseni gibi aydınlatılmıştı. Hapishanenin içindeki duvarlar, soluk açık yeşil ve beyaz olmak üzere iki renkliydi ve mahkûmların boyunu göstermek için üzerlerine çizgiler çizilmişti.  Muhtemelen karakoldaki en tenha yerdi.
Çok geçmeden aradığımız hücreye vardık.
“18 numara, başka bir yere naklediliyorsun. Çık dışarı.” Shirase’yi izlemekle görevlendirilmiş hapishane gardiyanı kapıyı açıp öylece bıraktı.
Shirase-san hücrenin içinde bir şiltede oturuyordu. Korkmuş bir ifadeyle bana baktı.
“Sen Chuuya’ylaydın. Buraya nasıl girdin?”
“Shirase-san, gidelim.”
Ben konuşurken Shirase-san somuttu ve gözlerini başka tarafa çevirdi.
“Hmph, sağ ol istemez.” Shirase-san konuşurken yere bakıyordu. “Ne? Bunu yapmanı senden Chuuya mı istedi? Ne yazık ki istediğim için buradayım.”
“Yalan söylüyorsunuz.” dedim. “Burnunuzu kırıştırdığınızı ve üst dudağınızın kalktığını fark ettim. Bunlar, insanların kendilerini rahatsız edici bir durumda bulduklarında yaptıkları tipik ifadelerdir. Ayrıca ellerinizi boynunuza koymanız, insanların endişe ve rahatsızlık içindeyken kendilerini sakinleştirmek için yaptıkları ‘yatıştırıcı bir davranış’tır. Söylediklerinizin tam tersi hisleriniz olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bakışlarınızı yerde tutmanız yalnızlık, aşağılanma ve pişmanlık gibi hislere sahip olduğunuzun göstergesi. Kısaca, bulunduğunuz durumdan korkuyorsunuz.”
“Kork... korkmuyorum!” Shirase-san yüksek sesle bağırdı.
Gözümün ucuyla, girişte bekleyen hapishane gardiyanının buraya baktığını gördüm.
Hmm, onlar şüphelenmeden çıkmamız lazım.
“Zamanımız yok.” dedim sabırla. “Sizi güvenli bir yere götürdüğümüzde hakkımda ya da Chuuya-sama’ya söyleyeceğiniz şikayetleri dinleyeceğim. Şu an yapmanız gereken tek şey ayağa kalkıp beni takip etmek. İnsanların yapamayacağı kadar zor bir iş olduğunu düşünmüyorum.”
“Hayır dedim!” Shirase-san kollarını kavuştururken bağırdı. Kolları kavuşturmak ayrıca reddetmenin tipik bir göstergesiydi. “Seni de bu durumu da sevmiyorum. Topladığım silahlara el koyulduğu gerçeğinden nefret ediyorum! Siz geldiğiniz için mi oldu bunlar? Nasıl sorumluluk alacaksınız?!”
Silahlara bizim yüzümüzden el konulmamıştı ama görünüşe göre artık durum böyleydi.
“Zaten sizin belanıza ben ne diye bulaşıyorum? Öldürülmeyi hak edecek hiçbir şey yapmadım! Önce benden özür dile, özür! Sonra silahlarımı geri ver! Gelecekte kral olacağım ve kral saygı gösterilene kadar bir yere kıpırdamayacak!”
Taleplerini sakince dinledim.
Shirase-san’ın istekleri mantıken saçmaydı. Ve onun saçma mantığını belirtmem mümkün olsa da ben en yeni otonom bilgisayarım.  Israrlı mızmızlanması için ayrıntılı bir argüman bulmama gerek yok.
Evet, son derece sakinim.
“Bana fark etmez, Shirase-san.” Gülümseyerek baş salladım. “Canınız ne istiyorsa yapmakta serbestsiniz. Güçlü olmak, özür talep etmek ve kral olduğunuza inanmakta özgürsünüz. Fakat ben de aynı derece özgürüm. Eve gidip sizi burada bırakmak ve hücrenizde nasıl öldürüldüğünüzü anlatan gazete makalesini okurken sıradaki stratejimizi planlamakta özgürüm. Eminim ki bir sonraki hedefimiz sizden daha anlayışlı olacaktır.”
Dahili işlemci akışımı inceledim.  Mantıksız duygu taklit modülü aktifti.  Sözlerimden etkileniyor gibiydi.
"Açık konuşayım. Bana kalsa seni hiç umursamıyorum.” dedim. “Söyleyebileceğim tek şey tehlikede olduğun.  Bu makinenin risk değerlendirme modülüne göre, sizi korumayıp gitseydik başarı şansımız daha yüksek olurdu.  Öyleyse sence neden hala buradayız?”
Duygu taklidi modülünde kendi kendine tanı programını ekledim.
Basitçe “öfke” adındaki duygusal eğilime benziyordu. Kusurlu insanlardan farklı olduğum için duygu taklidi modülünden gönderilen duygusal sinyalleri görmezden gelmem ve kendimi soyutlamam mümkündü.  Ama bu sefer, görmezden gelmek içimden gelmiyordu.
“Sizi bırakıp gitmememizin tek bir nedeni var. Sizi umursamayabilirim ama aynı şeyi Chuuya-sama için söyleyemem.”
“Ch... Chuuya mı?”
“Evet.”
Shirase-san tavrımın anı değişikliğinden dolayı hala ağzı bir karış açıktı.
“Chuuya neden beni korumak istesin ki?”
Sessiz kalmam emredilmişti ama anlatmayı gerçekten istiyordum. Bir kez daha duygusal eğilime uymaya karar verdim. Ne de olsa Profesör “Kalbinin sesini dinle.” demişti.
“Cevap basit. Chuuya-sama’nın mafyaya katılma sebebi Koyun’un üyelerini korumak istemeseydi.”
Shirase-san’ın ifadesi kuşkuluydu. İşlemcisi olanlara ayak uydurmuyor olabilirdi. Açıklamaya başladım.
Bir yıl önce Koyun, paralı asker grubu olan GGS’ye (Gerhard Güvenlik Servisi) katıldı ve Chuuya-sama’yı saf dışı bırakarak ona ihanet etti. GGS ve Koyun arasındaki ortaklık Liman Mafyasının gözünü korkuttu ve gücünüzü büyütmenizi engellemek için imha timi kurdu. Timin başında Dazai adındaki bir çocuk vardı.
Eğer her şey olması gerektiği gibi olsaydı imha timi Koyundaki herkesi öldürecekti. Ama Chuuya-sama, Dazai-san’dan Koyunun üyelerinin bağışlanmasını istedi. Dazai-san, Chuuya-sama’nın Liman Mafyasına katılması şartıyla anlaşmayı kabul edeceğini söyledi.
Sonuç olarak Koyun yalnızca dağıtıldı ve kimse öldürülmedi. Yeniden birleşmenizi önlemek için her birinize ülkenin farklı bölgelerinde yeni bir ev verildi. Siz dahil Koyunun hayatta kalabilmesi Chuuya-sama sayesindeydi,  Shirase-san.
Bugüne kadar anlaşma hala geçerliydi.
Chuuya-sama mafyadan ayrılamıyor çünkü ayrılırsa Koyundaki kızlar ve erkekler öldürülecek. Siz ise Shirase-san, mafyaya ihanet edenlere ne olacağının hatırlatıcısı olarak Yokohama’nın kenar mahallelerinde tutulacaktınız.
“Rehin olduğunuzu söyleyebilirim yani.” dedim sakin bir sesle. “Buna karşılık, eğer olur da herhangi bir nedenden dolayı vefat ederseniz Chuuya-sama’nın mafyada kalması için bir neden daha eksik olur. Bu yüzden Verlaine sizi hedefliyor. Çıkarımımız bu şekilde.”
Shirase-san tek bir nefes vermeden dikkatle bana baktı. Bunları ilk defa duyuyor olmalı.
“Galiba düzgün dinleyemedim... diyorsun ki Chuuya Koyunları mafyaya ispiyonladıktan sonra katılmasına izin verildi...?”
“Tam tersi, mafyaya katılmak zorunda kaldı.” Bakışlarım boşlukta dolaştı. “Chuuya-sama sırtından bıçaklandıktan hemen sonra anlaşmayı yaptı. Onu bıçaklayan kimdi -eminim ki hatırlıyorsunuzdur.”
Shirase-san’ın yüzü sanki zaman durmuş gibi donmuştu.
“Benim gibi bir makine insan duygularının ardındaki nedenleri anlayamaz.” dedim açıkça. “Yalnızca ortak kanıya dayanarak konuşabilirim. İnsanlar ihanet edilse dahi zamanında kendileriyle ilgilenenleri bırakıp gidemiyor. Chuuya-sama işte böyle birisi. Ayrıca Koyunların Kralı olmasının nedeni de bu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu özellikler sizde yok. Kral olmak için gereken niteliklere sahip değilsiniz.”
Shirase-san’ın dişleri birbirine kenetlenirken garip bir ses çıkardı. “Ne dedin? Ben... Siktir, ne dersen de! Ne yaparsam yapayım zaten acınası olduğumu düşünüyorsun... Bana bunu... sen mi söylüyorsun?”
Sesi artık bana hitap etmiyordu, gücünü kaybedip zeminde yankılanarak yok oldu.
Shirase-san’ın duyguları hedefi olmayan bir girdap gibi dönüp dolaşıyordu.
Diğer taraftan, ben işe son derece rahatlamış ve dinçleşmiştim. Karşılık veremeyen birisine içinizi dökmek muhteşem bir histi.
Rahatlamayı bitirdiğimde duygu taklidi modülünden geri bildirimi kestim.
Kendine hakim, sakin bir zihinle bir kez daha Shirase-san-a döndüm. “Şimdi Verlaine’in neden canınızı almak istediğini biliyorsunuz. Şaka yapmıyorum ya da abartmıyorum, öldürülmesi mantıklı olacak birisisiniz. Ve o da dünyadaki en iyi suikastçı. Böyle kapalı, savunmasız bir ortamda sizi öldürmesi bir saatini almaz.”
Konuşurken Shirase-san’ın kalp atışlarını ve soluk alıp verişini taradım. Biraz önceye kıyasla duygusal eğilimi, iyi bir şekilde dalgalanıyordu.
“Öyleyse, şimdi çıkıyorum. Ne istiyorsanız yapmaktan çekinmeyin. Ama önce bir ortak kanıdan daha bahsedeyim. Gelecekte ‘kral’ olacak kişinin hangi niteliklere sahip olacağını bilmiyorum ama kral olmaya uygun olamayacak kişinin niteliklerini gayet iyi biliyorum. Yapmaları gereken tek şey burada kalıp öldürülmeyi beklemek. Çünkü kimseye güvenmediler.”
Bunları söyledikten sonra yürümeye başladım.
Arkama bakmadım, sabit bir hızla yürümeye devam ettim. Ancak sonar taramamla ardımda neler olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Birkaç saniye sonra hapishaneden çıkan ve bana doğru yürüyen ağır ayak seslerini duydum.
Gülümsedim.
Görev tamamlandı.
 ....
  Sorgu odasında yalnızca kağıdın katlanma sesi yankılanıyordu.
Belgeyi ikiye katladı, kağıdı düzeltmek için parmağını katlama çizgisi boyunca gezdirdi. Kat yerini sıkmak için tırnaklarıyla sıkıştırdı, sonra yine açtı. Sonra belgenin köşesini tutup katlama çizgisi üzerinden katladı.
Kıvırcık saçlı dedektif itham pazarlığını onaylayan dosyayı katlıyordu.
Chuuya sessizce dedektifi seyretti.
Dedektif, kağıt uçağını bitirene kadar belgeyi zor bela katladı. Odanın köşesindeki metal çöp kutusuna doğru fırlattı. Kağıt uçak, dedektifin tam önüne düşmeden önce zemine neredeyse dik doğrultuda olana kadar havada uçtu.
“Bok gibi oldu.” dedi Chuuya, bir aptalla konuşuyormuş gibi.
“Normalde uçar.” dedi Dedektif başını kaşırken. Ayağa kalktı.
“Chuuya, biraz dışarı çıkalım. Bana eşlik et.”
Konuşmasını bitirdikten sonra ardına bakmadan yürümeye başladı.
Birkaç saniyeliğine, Chuuya ses çıkarmadan adamın sırtına baktı ama sonra bir şeye karar vermiş gibi takip etmeye başladı.
Soruşturma odası, Soruşturma Birimi ofisinin hemen yanındaydı ve sabah vaktindeki semt pazarı kadar kalabalıktı. Dedektif, Chuuya'nın önünde yürüyor ve gelen geçen herkesle selamlaşıyordu.
“Yo, Mura-san. Tavsiyen sayesinde karısını döven adamı tutuklamayı başardım.” Orta yaşlı bir polis memuru, yüzünde parlak bir gülümsemeyle yanlarından geçti.
“Sevindim. Dememiş miydim? İtibarını önemseyen bir adam, iş yerinde yakalanırsa harap olur diye.”
Genç ve yeni üniformalı bir dedektif daha geçti. “Murase-senpai, cinayet davasında iyi iş çıkardınız!”
“Şansım yaver gitti. Ama umarım kurban artık huzur içinde dinlenebilir.”
Biraz ilerledikten sonra kelleşmiş yaşlı bir dedektif konuşmak için durdu. “Mura-chan, içmeye gidelim! Bu sefer benden!”
“Yine geç kalayım deme sakın. Gecikirsen seni ofise atarız.”
Karakoldaki her bir insan Murase adındaki dedektife sevecen bir şekilde sesleniyordu. Bu yüzden dedektifin ardından yürüyen Chuuya sürekli ona çarpıp duruyordu. Selamlaşmaları kesmek isteyen Chuuya, dedektifin yanında yürümeye karar verdi.
“Baya popülersin, huh?” Chuuya alay etti.
Dedektif omuzlarını silkti. “Senin aksine benim maaşım düşük. En azından popülerliğim eksikliği gideriyor. Sence de öyle değil mi?”
“Sanırım.” Chuuya'nın gözleri eğlenceyle parıldadı.
Chuuya söyleyeceği kelimeleri aklında toplarken bir an için yan yana yürüdüler. Sonunda kararlı bir şekilde dedektife döndü ve ciddi bir sesle konuştu.
“Hey, Dedekitf-san. İşine karışmak istemem bu yüzden sana bir tavsiye vereyim. Artık bana bulaşma.” Sesinde isyanlar bir ton kullanmıyordu, aksine aşk itirafı yapıyormuş gibi konuşuyordu. “Koyun ve Liman Mafyası bambaşka yerler. Beni suçlasan bile kişisel avukatım göz açıp kapayıncaya kadar masumiyetimi kanıtlar. Deliller gözetiminizden kayboluverir ve tanıklar susturulur. Liman Mafyası böyle bir organizasyon. Dürüst olayım, zamanını boşa harcıyorsun.”
“Olabilir.” Dedektif pek umursamıyormuş gibi konuştu. “Ama bunları yapmamın bir nedeni var.”
“Neymiş o nedenin?”
Dedektif iç çekti ve yakasına uzanıp aradan ince, gümüş bir zincir çıkardı. Zincirin ucunda pirinç, boş bir mermi kovanı asılıydı.  Gümüş zincirin geçebilmesi için ortasına bir delik açılmıştı.
“Bunu eski işimde kullanmıştım.” Dedektif boş mermi kovanına maziyi anımsar gibi baktı. “Genç, fakirken ve ağabeyimin tavsiye ettiği güvenlik işinde çalışırken ufak bir askeri tesiste bekçiydim. Tesiste durması kolay olur diye başvurmuştum Ama yanılmıştım. Tesis yerleşim yerlerinin yakınlarındaydı ve patronum kimsenin yaklaşmasına izin vermemi emretmişti. Ama Büyük Savaşın son yıllarında erzak sıkıntısı yaşanıyordu. Yerleşim bölgelerindeki çocuklar yok yerden çıkıp tesise girer ve yiyecek çalardı.”
Dedektif hafifçe kaşlarını çattı. Bunu yaparkenki yüzü binlerce yıldır çölde duran bir kayaya benziyordu.
“Çocukları vurup öldürmem söylendi.” Dedektif, gırtlağından kaba bir ses çıkardı. “Genelde çocuklar tehdit edildiğinde kaçar ama bu çocuklar organizasyonun birinden emir almış. Geri dönerlerse öldürüleceklerini bildiklerinden kaçmadılar. Ben de...”
Dedektif sözünü orada kesti. Kesilen sözlerinin geri kalanı söylenmeden kaldı.
Ellerindeki boş mermi kovanı acımasızca parlıyordu.
Chuuya ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi bakınsa da kelimeler ağzından çıkıverdi. “Emirlere uyuyordun.”
“Doğru. Ama bunun gibi anılar zamanla kaybolup gitmiyor işte. O zamanlar senin yaşında çocuktum.”
Dedektif, boş kovanı parmak uçları arasında tiksintiyle sıkıştırdı.  Tutuşunu ne kadar sıkı yaparsa yapsın kovan sabit kaldı, en ufak bir değişiklik olmadı.
“Chuuya, adalet sağlansın diye peşinde değilim. Amacımın bununla uzaktan yakından ilgisi yok.” Soğuk keder sesine yansıyordu. “Yasadışı organizasyonlar çocukları kullanıp bir kenara atılabilen kalkanlar olarak kullanıyor. Bir gün, aynı şey senin de gözlerinin önünde yaşanacak. Bu olmadan önce yüzeydeki saygın dünyaya dön. Adalet ve ben sana yardım ederiz.”
Chuuya direkt dedektifin ciddi gözleriyle yüz yüze geldi. “Bunca zamandır beni bu yüzden mi kovalıyordunuz, Dedektif-san?” Chuuya kısık sesle sordu.
Dedektif sessizce Chuuya’ya baktı, tek kelime etmedi. Ama birkaç saniye geçtikten sonra cevap verdi.
“Evet.” Dedektif kendini tiye alarak gülümsedi.
“Dedektif-san...” Chuuya'nın gözlerinin derinlikleri karanlık ve boştu. “Başkalarına sizin kadar sempati duyan fazla insan yok.”
Tam o sırada karakolun içinde kulakları sağır eden bir sesle uyarı sireni çaldı.
“Güvenlik Departmanından duyurulur. Karakolda izinsiz giriş tespit edildi. Yaralı sayısı bilinmiyor. Ölü sayısı bilinmiyor. Zarar görmeyen personeller lütfen tahliye edilsin. Paralı askerler acilen ekipmanınızı kuşanıp belirli bölgeye-“
Chuuya ellerini birbirine kenetleyip kısık sesle konuştu.
“Geldi.”
  ....
 Shirase-san’ı yanımda getirmeyi başardım.
Geriye dikkat çekmeden kaçmak kaldı.
Düşünmeye başladım ve çıkış kapısını kavradığımda arkamdan Shirase-san’ın sesini duydum.
“Hey...”
Böyle olacağını biliyordum, arkama döndüm.
“Evet, sorun nedir?”
Shirase-san afallamış bir şekilde bakıyordu. “Sol bacağına... ne oldu?”
Aşağıya, ayağıma baktım. Sol diz kapağımın altında ne varsa hepsi kaybolmuştu.
Kafamda alarm zilleri yankılandı.
Dengemi yeniden kazanmak için elimi duvara dayadım.
“Makineden bir dedektif olmak zor olmalı.”
Koridorun sonundan o ses yankılandı. Bedenimi hemen ona doğru çevirdim.
“Bacakların kesilse dahi ücretli hastalık izni alamıyorsun. Senin için üzülüyorum.”
Neşeli sesiyle konuşan adam yürümeye başladı. Kestiği bacağımı baston gibi havada döndürerek oynuyordu.
“Verlaine...”
Zamanlaması berbattı. Çok erken geldi, henüz karşılaşmaya hazır değildik.
Kategori 1 Savaş protokolünü çağırdım.  Sinir iletim hızım arttı ve savaş alanında analiz işletimini ilk önceliğe yükselttim.  Savaşmazsam, yok olacaktım.
Bacaklarımdan birini kaybetmemle ortaya çıkabilecek sorunları çözmek için dengemi yeniden kalibre etmenin tam ortasındayken Verlaine uyarı vermeden bacağı geri fırlattı. Bacak ses hızıyla uçtu ve bedenimi arkaya eğerek kaçınabildim. Bacak, ayaklarıyla ardımdaki duvarı parçaladı.
“Chuuya burada değil mi? Tüh, en önemli anları hep kaçırıyor.” Verlaine’in ses tonu gamsız, belki de biraz iyimserdi. “İlk randevumuza geç kalacağını düşünmemiştim. Ağabeyi olarak endişeleniyorum. Anlıyor musun?”
Cevap verecek zamanım yoktu.
Burada yenilirsem Shirase-san anında öldürülürdü. Hangi protokolün bize en yüksek hayatta kalma şansını getireceğini olabildiğince çabuk hesaplamak için bir cevap düşünecek vaktim yoktu.
Tek ayağımla zıpladım, Shirase-san ile arama mesafe koyarak çıkışa doğru koştum. Ama Verlaine beni anında yakalayıp omuzlarımdan tuttu. Sonra beni duvara çarptı.
“Gh!”
Arkamdaki duvar parçalandı, iç yapı iskeletim parçalanmaya başladı. Verlaine’in saldırısı burada sonlanmadı. Bedenimin merkezindeki yerçekimin bozulmaya uğradığını tespit ettim, gövdemi duvara batırıyordu.
Parmakları pandispanyaya derin bir şekilde batırmak gibiydi. Ancak batan şey ben ve battığım şey sert, beton duvardı.
“Endişelenme. Seni kırmak istemiyorum. Burada uslu uslu otur yeter.”
Tüm bedenim duvara saplanmış sayılırdı. Kırılan betonun sesi bedenimin her yerinde yıldırım gibi yankılandı. Vücudumun farklı yerlerinden ana işlemci çekirdeğime aşırı yüklenme olduğunu belirten uyarı sinyalleri yanıp sönse de yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Kaçmaya çalışsam bile yerçekimini duvara uygulayarak beni takip eder, çıkışı kapatırdı. Şimdi duvara, karaya saplı bir ev gibi, neredeyse gömülüydüm. Duvarın dışında yalnızca kollarımın birazı ve yüzüm kalmıştı.
Koşuyormuş gibi bedenimi eğdim, kaçmak için gereken momentumu kazanmaya çalıştım. Ama işe yaramadı. Çünkü tüm bedenim enkaz altına gömülmüştü, kaçmak için doğru zamanı elde etmem mümkün değildi.
“Şimdi sana gelirsek Shirase-kun…” Verlaine diri diri gömdüğü makineden ilgisini kaybetmiş, dikkatini Shirase-san’a çevirmişti.
“N…ne?” Shirase-san’ın sesi ödü kopuyormuş gibi çıkıyordu.
“Bunca yolu seni görmek için geldim. Ama içeri girmek çok kolaydı, hala vaktim var. İşime başlamadan önce biraz konuşalım.”
“Ne… senin sorunun ne be?!” Shirase-san özellikle uğraşsa sesini o kadar titrek çıkaramazdı. Tüm gücünü iki ayak üzerinde durmak için kullanıyordu. “B…ben Shirase değilim! Yanlış kişiyi yakaladın!”
“Ama az önce adını seslendiğimde cevap vermedin mi?” Verlaine başını merakla eğdi. Uzun bacaklarıyla zarif bir şekilde Shirase-san’a doğru yürüdü.
“Ona yaklaşma!” Bağırarak uyardım.
Verlaine hayatının en güzel zamanlarını geçiriyormuş gibi arkasına döndü. “Madem yaklaşmamı istemiyorsun beni durdursana. Tabii yapabilirsen…”
Verlaine’in dediği doğruydu. Onu durdurmamın bir yolu varsa kullanmalıydım. Farklı ihtimalleri hesapladım. Kaçış, patlama, telekomünikasyon… Gerçekleştirebileceğim her bir protokolü inceledim.
Sonuç sıfırdı. Etkili çözüm bulunamadı. Kaçmak imkansızdı.
Chuuya-sama’yı çağırmayı da düşündüm ama sahip olduğum en aptalca fikirdi. Verlaine’i birebir savaşta yenemeyeceğimiz için pusu kurmayı planlamıştık. En kötü senaryoda hem kendimin hem de Chuuya-sama’nın gücünü kaybeder, bir sonraki pusuyu kuramazdık.
Verlaine’in iki hedefi daha vardı. Hala umut var.
“Buyur, otur hadi.” dedi Verlaine, Shirase-san’a.
Shirase-san o kadar korkmuştu ki kelimelerine tepki veremedi. Verlaine’ bakarken yalnızca titreyebiliyordu.
“Otur dedim.” dedi Verlaine sert bir sesle, Shirase-san’ın omuzlarına dokundu.
Shirase-san sanki dizleri kırılmış gibi aniden öne düştü. O sırada, yerçekimi Verlaine’in ayakkabı tabanlarında toplanıp zemini parçaladı. Zemin yükseldi ve moloz yığınları tümsek gibi yukarı çıktı. Shirase-san moloz yığınlarının üzerine kalçası üstüne düştü.
Şok ve korkudan konuşamamıştı bile.
“Shirase-kun. Suikastçı etiğidir, hakkındaki araştırmamı yaptım.” Verlaine kibar tavırlarla konuştu. “Bu şehirde Chuuya’nın en uzun zamandır tanıdığı kişisin. Chuuya çocukken nasıldı diye sormak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine hücre kapılarından birisi kolayca çıkardı. Kabuk bağlamış bir yarayı soyuyormuş gibi zahmetsizce yapmıştı. Kapıyı ikiye katladı ve zemine sandalye gibi yerleştirdi, üstüne oturdu. Zarifçe bacak bacak üstüne attı ve Shirase-san’a gülümsedi.
Verlaine’in yeteneği görülmemiş bir şeydi. Bu şehirde Saat Kulesi Nişanıyla dahi oynayan bu yeteneği yenebilecek başka bir yeteneklinin var olduğunu sanmıyordum.
Bedenimle birkaç cümle yazıp Chuuya-sama’nın telefonuna mesaj attım. Şu anki durumumuzu açıkladım ve alabileceğimiz tek tedbiri hatırlattım.
Sakın buraya gelmeyin.
Geri çekilin, bir sonraki hedefi tespit edin ve tuzak kurmak için mafyanın yardımını alın.
Shirase-san ile benim burada yok edileceğimiz kesin olsa bile.
Shirase-san titriyordu. Benim vardığımla aynı sonuca varmış olmalı çünkü titreyen dudaklarıyla kendisini konuşmaya zorladı.
“Şey… şey…”
Sığ nefes alıyordu ve sesi her an kırılacakmış gibi çıkıyordu. Bu gidişle kusarsa şaşırmazdım. Ama konuşmaya devam etmezse işe yaramaz muamelesi görecek ve öldürülecekti. Hayatını yalnızca birkaç saniye uzatsa bile soruya cevap vermekten başka seçeneği yoktu.
Pek bir şey göremiyordum.
“Karşılaştığımız ilk yer… sürekli saklanıp alkol içtiğimiz köprünün altıydı sanırım.” Bunları söylerken Shirase-san yardım isteyerek bana baktı. Gözleri bize biraz zaman kazandırırsam bir şekilde kurtulabilir miyim diye sordu.
İşe yaramayacaktı. Yardım gelmeyecekti. Deneyip zaman kazanmanın anlamsız olduğunu biliyordum sadece.
“Chuuya… bir yerden çaldığı askeri bir üniformayı giyiyordu. Perişan görünüyordu. Saçı da yüzü de vücudunun geri kalanı kadar kirliydi ve ayakkabısı yoktu.” Shirae-san titreyen sesiyle devam etti. “Koyunun ilk üyeleri… biz… hapishaneden falan kaçtığını düşündük. Sonra bize seslendi. ‘O dikdörtgen çarşaf ne?’ dedi.”
Shirase-san geçmiş günleri anımsamaya çalışıyormuşçasına başını eğdi.
“N…neden bilmiyorum ama iğrenç olduğunu düşündüm. Yine bize seslendi. ‘O elindeki dikdörtgen şey  ne söyle!’ dedi.”
Shirase-san başını kaldırdı ve gözleri dalıp gitti.
“Elimde bir parça ekmek vardı.”
Koridorda ölü sessizliği vardı. Tüm o yıkımdan sonra garip bir sükûnetti. Verlaine de hikayeyi dinlerken sessizdi.
“ ‘Ekmek.’ diye cevap verdim. Chuuya ‘Yeniliyor mu?’ diye sordu. ‘Evet.’ dedim ve yenildiğini göstermek için bir parça ağzıma attım. Ama sonra garip bir şey yaptı. Düştü. Odağını kaybetmiş gibiydi. Yanına gelene kadar anlamamıştık. Bir deri bir kemik kalmıştı, ölümün kıyısındaydı. Arkadaşlarımı ikna ettikten sonra onu Koyunun gecekondulardaki evine bizimle beraber götürdük.”
Bilgileri harici depolama veri tabanımdan kontrol ettim. Koyun, başlangıçta yetimlerin kendilerini yetişkinlerden korumak amacıyla kurduğu karşılıklı desteğe dayalı bir organizasyondu. O zamanki maddi imkânları altın çağlarına kıyasla çok daha azdı ve çocukların kendilerini şiddetten, insan kaçakçılığından ve çocuk işçiliğinden korundukları bir sığınak olarak belgeleniyordu.
“Organizasyonun küçük olduğu zamanlardı. Ama yine de Chuuya’yı kabul ettik. Sokaklarda aç yatan bir çocuğu öylece bırakamazdık.”
Yüzünü yeniden kaldırdığında ifadesi değişti.
Hala eskisi kadar korkuyor ve bir o kadar da titriyordu. Ama gözlerinde öfkeyle yanan alevler vardı. Yenilmek üzere olan bir otçulun düşmanına haykırırken gösterdiği türden bir alevdi.
“Chuya’nın abisiyim mi demiştin?” Shirase-san neredeyse çığlık atacaktı. “Neden beni öldürüyorsun? Tek yaptığım aç kalan çocuğa yardım etmekti! Karşılığında teşekkürümü böyle mi alıyorum?!”
Verlaine sakin gözlerle seyrederken cevap vermedi.
“Ahh, anladım. Sonuçta dünya böyle işliyor. İnsanlara yardım ettiğim için öldürüldüğüm mantıksız dünya.” Shirase-san bağırmaya devam etti. “Hey, acele et hadi. Beni daha fazla bekletme, bok kokusunun cesedime sinmesini istemiyorum.”
Verlaine aşağısına baktı ve gözlerini kapattı. Sonra ayağa kalkıp Shirase-san’a doğru yürüdü.
Durum farkındalığı programım gerçekleşebilecek 168 farklı olasılığı hesapladı. Ve hepsi Shirase-san’ın 10 saniye içinde ölmesiyle sonuçlanıyordu.
Kaçınılmaz bir sondu. En azından ölümüne tanık olacaktım.
Verlaine elini Shirase-san’ın boynuna uzattı.
Shirase-san nefesini tuttu.
O sırada bölge tarama fonksiyonum bir değişiklik fark etti.
169. ihtimal. İmkânsız olasılık.
“Ne oluyor?” kelimeler düşünmeden ağzımdan çıktı.
Chuuya-sama’nın tekmesi Verlaine’e çarpmıştı.
Verlaine’in uzun bedeni koridorun duvarına vurdu, diğer tarafa sekti ve aynı duvarları da yıktı. Sonunda durana kadar bedeni, bilardo topu gibi koridorun duvarlarından defalarca sekti.
Verlaine yavaşça kendisini duvardan ayırdı ve öne düştü, iki elini bedenini dengelemek için yere koymuştu.
Chuuya-sama Shirase-san’ın önünde korumacı bir şekilde dikildi ve Verlaine’e dik dik baktı.
“Chuuya…” Shirase-san önündekine inanamıyormuş gibi baktı.
“Off… bu kaçıncı oluyor Shirase, yüz falan mı?” dedi Chuuya-sama usanmış bir sesle. “Kendini bok yoluna sokuyorsun ben de arkanı toplamaya geliyorum.”
“Chuuya… neden beni kurtarıyorsun?”
“Seni mi kurtarıyorum? Öyle bir şey yok. O şapkalı piç kurusunu dövmeye geldim, o kadar.”
Bağırırken durum tespit programımı çalıştırdım. “Chuuya-sama, buraya gelmekle hata ettiniz! Kaçın lütfen, desteğiniz olmadan onu yenemezsiniz!”
“Vay, oyuncak robot. Duvara güzelce saplanmışken baya iyi gözüküyorsun. Endişelenme. Sadece otur ve izle.”
Chuuya-sama sırıtarak güldü ve yüzünü Verlaine’e döndü.
Verlaine ayağa kalkıp yere düşen şapkasını aldı.
“Geciktin, kardeşim.” Şapkasının tozunu silkelerken konuştu.
“Haha. Ağzından ne çıkarsa çıksın uysal ve sakin kalabiliyorum ama bana kardeşim diye seslenmene katlanamıyorum.”
İçten içe başımı kaldırdım. Uysal mı..?
“Normal, sinirlenmeye hakkın var.” Verlaine yavaşça Chuuya-sama’ya doğru yürüdü. “Ama zarafetten yoksunluğundan etkilendiğimi söyleyemem. Önceki gün seninle istediğim gibi oynadığımı unuttun mu yoksa?”
“Unuttum.” Chuuya-sama sıradan bir gezintideymiş gibi Verlaine’e doğru yürüdü. “Hatırlatsana?”
İkisi aralarında kol mesafesi kaldığında birbirleriyle yüzleştiler. Chuuya-sama Verlaine’e, Verlaine Chuuya-sama’ya baktı.
Bir anlık sessizlik vardı.
İlk saldıran Verlaine oldu. Havayı kesen sağ yumruğunu Chuuya-sama’nın kafasına vuracak şekilde hedef aldı. Chuuya-sama atmosferi yakabilecek bir hızla eğilerek saldırıdan kaçtı. O sırada Verlaine’in çenesine ani bir darbe indi.
“Gh-“
Verlaine’in yüzü yana eğildi. Olanlar yüksek hızlı kameramdan kaçamamıştı.
Kaydı izledikten sonra ne olup bittiğini anladım. Chuuya-sama yana eğilirken alt yarısını yukarı kaldırdı, Verlaine’in çenesine ışık hızıyla tekme attı. Görüş açısının dışında yapılan mükemmel bir saldırıydı. Normal bir insana vursaydı başı çoktan kopmuştu.
Durumu analiz ederken fırtınayı andıran saldırılar durmadı. Chuuya-sama bedenini daha da eğdi, ellerini zemine dayadı ve itip yükselttiği bacağıyla tekmeledi. Ayakkabıları Verlaine’in boğazını parçaladı, Verlaine acıdan inledi.
Verlaine geriye düşerken yerçekimi uyguladığı elleriyle Chuuya-sama’yı tutmaya çalışsa da Chuuya-sama tereyağından kıl çeker gibi, kolayca kaçındı ve daha da tekmeledi.
Tekmeleyerek ardına döndü.
Işık hızıyla birbiri ardına gelen, Verlaine’den daha uzun dört tekme daha attı. Yalnızca sanatsal olarak tanımlanabilecek harikulade saldırılardı. Verlaine acıyla inlemekten başka bir şey yapamıyordu.
“N’oldu? Hani benden daha güçlüydün?”
Verlaine, yerçekimi kontrolünü kullanarak bedenini düşmekten kurtardı ve görüşü dışında bulunan Chuuya-sama’yı tutmak için ellerini uzattı. Yerçekimi gücüyle dolan parmakların tuttuğu ölümle yüz yüze gelen Chuuya-sama soğukkanlılıkla kenara çekildi. Verlaine’in zar zor dokunduğu birkaç tutam saçı yerçekimin etkisiyle koptu. Chuuya-sama dirseğiyle Verlaine’in koluna yavaşça vurdu ve gözüne yumruk attı. Verlaine’in yüzü parçalanmış gibi diğer tara çevrildi. Verlaine’in dizinin ardını tekmeleyerek eğilmesine yol açtı.
Chuuya-sama Verlaine’in etrafında dönerek dirseklerini insan vücudunun zayıf noktalarından birine, başının üstüne indirdi. Bir bağırış yankılandı.
Verlaine bir kez daha haykırdı ve üstündeki Chuuya’ya uzansa da Chuuya-sama artık orada değildi. Aralarına mesafe koymak için zemini tekmeledi. Verlaine hızına yetişemedi.
“Agh-”
Görülmesi mümkün olmayan bir manzaraydı. Suikastçıların Kralı Verlaine başkasının elinde oynanıyordu. Hiçbir Avrupalı polisin bu durumu tahmin edemeyeceğine bahse girerdim.
Ancak ben savaş analizlerini yapmış ve bir sonuca varmıştım. Chuuya-sama yerçekimini saldırısındaki ana yöntem olarak kullanmıştı. Ama daha yetenekli olan Verlaine ile karşılaştığında basitçe yenilmişti. Şimdi ise Chuuya-sama taktiklerini çoğunlukla hızına dayanarak değiştirmişti. Artık bu oyun savaş sanatlarının oyununa dönmüştü.
Saldırılarına devam ederken Chuuya-sama etrafındaki molozlardan bir parça aldı ve Verlaine’e doğru fırlattı. Verlaine moloz parçasına vurarak anında tepki verdi ve parçalar her yere saçıldı.
Chuuya-sama görüş bozukluğundan avantaj sağlayarak Verlaine’e yaklaştı, sonra tekmeledi. Koçbaşına benzer güçlü bir tekmeydi. Verlaine kendini savunmak için kolunu kaldırdı sonra geriye uçtu. Sonunda duruna kadar sırtı duvara çarptı.
Molozların küçük parçaları havada biraz oyalanarak etrafta uçuştu.
Verlaine çok, çok yavaşça kollarını indirdi. Dudaklarının kenarından akan kanı sildi. Dudağı muhtemelen ardı ardına gelen tekmelerden önce kesilmişti.
Parmaklarındaki kanı büyük bir ilgiyle inceledi.
“Kendi kanımı görmeyeli…” Verlaine’in sesi kuru çıkıyordu ve çatlamıştı. “…uzun zaman oldu.”
“Tebrikler. O zaman nefret edene kadar sana göstermeye devam edeceğim.”
“Dünyanın her yerinde son sözü söylemek standart sanırım.” Verlaine güldü. “Ama…”
Verlaine ellerini arkasındaki duvara hafifçe koydu ve binanın inşaat malzemelerini kazmaya başladı. Sanki kaşıkla jöle kazıyormuş gibi görünüyordu.
Chuuya-sama’nın ifadesi değişti.
“Hızın beni şaşırtabilir ancak yenemez.”
Verlaine moloz parçalarını gülle gibi eliyle fırlattı. Chuuya-sama moloz parçalarını yerçekiminden yaptığı yumruğuyla püskürtse de henüz bitmemişti. Molozlar, makineli tüfekle birbiri ardına atılan taşlar gibiydi. Verlaine elini duvara vuruyor, yerçekimini kullanarak art arda fırlatıyordu.
Chuuya-sama meteor yağmurunu tek tek savuşturmak için yumruğunu kullandı. Fakat çok fazla moloz parçası vardı. Molozlar süratle geliyor ve sonu bitmek bilmiyordu. Artık sadece savunma pozisyonundaydı.
“Siktir!”
Chuuya-sama moloz sürüsünden kaçmak için kenara atladı. Bu sefer peşinden moloz değil, Verlaine’in kementi gelmişti.
Chuuya-sama’nın göğsünün tam ortasına uzun bir kol vurdu. Ayakları zeminden kesildi ve meteor kadar ani bir biçimde koridorun diğer ucuna uçtu.
Chuuya-sama’nın bedeni, su yüzeyini yarıp geçermişçesine duvarları kırıp geçti ve dışarı uçtu. Muazzam miktarda güç kullanmıştı. Hapishane duvarlarının dışında polis arabaları için yer altı otoparkı bulunuyordu. Chuuya-sama’nın sırtı park halindeki araçlardan birini ezip sonunda durana kadar birkaç arabanın üstüne düşmesine neden oldu.
Chuuya-sama öne düştü ve ortam aniden sessizliğe büründü.
Geriye ufalanan molozların takırtı sesleri duyuluyordu sadece. Karakolun içindeki alarmlar uzaktan duyulabiliyordu. Park edilmiş ve ezilmiş arabaların alarmları çaldı. Chuuya-sama araba alarmları yüzünden neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir inilti çıkardı.
“Gh…”
Ve böylece savaşın gidişatı değişti.
En dehşet verici şey ise Verlaine’in yeteneğinin saf gücüydü. Sahip olunan hız ya da kullanılan teknik fark etmeksizin hepsi, Verlaine’in basit yerçekimi kontrolüne karşı gelip geçer bir numaradan başka bir şey değildi. Güçlendirilmiş vücudunu dahi mühürleseniz yine de zorlu bir düşmandı.
Verlaine duvardaki delikten çıktı ve Chuuya-sama’ya yaklaştı.
“Uyan, Chuuya. Ölmediğini biliyorum.” dedi Verlaine yaklaşırken. “Bu kadarıyla ölmezsin.”
Verlaine düz bir sesle konuştu ve Chuuya-sama’yı boynundan tutarak kaldırdı.
“Bırak…”
“Bırakacağım.”
Chuuya’yı tutan Verlaine’in elinin çevresindeki hava titremeye başladı. Isı ışınımı nedeniyle atmosferik kırılmada bir değişiklik tespit ettim.
Olamaz…
“Chuuya-sama! Uzaklaşın!”
Vücudumun çeşitli bölgelerindeki ortak aktüatörlerin çıkış gücünü arttırdım. Eklem yerlerimin her birinden titreşim üretirken bedenimi çevreleyen enkazın frekansını aradım. Her şeyin titreşimle güçlendirilebilen bir rezonans frekansı vardır. Bu frekans benim iç motorlarımla rezonansa girerse duvar yavaş yavaş parçalanabilir.
Ama fazla zaman kalmamıştı.
Yerçekimi dalgaları Verlaine’in kavradığı Chuuya-sama’nın omzundan yayılmaya başlamıştı. Göze görünmeyen bir cehennemden ısı yayılmaya başladı.
“Kendine hakim ol. Yeteneğine hakim ol.” Verlaine’in soğuk sesi yankılandı.
Chuuya-sama çığlık attı. Çığlığıyla beraber kara alevler ağzından çıkmaya başladı.
Olabilecek en kötü senaryo gerçekleşiyordu. Önceki güne benzer bir kara delik açılacak olursa karakol parmak ucu boyutuna gelene kadar sıkışır sonra tamamen yok olurdu. Shirase-san ve ben de felakete kapılırdık.
“N’oldu Chuuya? Şimdi senin öldüğün gibi herkes bir gün ölecek. Toyluğun onları öldürecek. Ve sonra geriye hiçbir şey kalmayacak. Deneyelim mi?”
Ve sonra iki el silah sesi duyuldu.
Verlaine’in üst kolunda iki mermi yarası açıldı.
“Chuuya! İyi misin?!” Park yerinin arkasından birisi bağırdı.
Verlaine’in tutuşu zayıfladığında Chuuya-sama göğsünü tekmeledi ve Verlaine’in ellerinden kurtuldu. Yerde yuvarlanıp derin bir nefes aldı.
Chuuya-sama’ya koşan adam sorgu odasındaki Dedektif-san’dı. Adının Murase olduğuna inanıyorum. Ellerindeki silahın namlusundan hala beyaz duman çıkıyordu.
Chuuya-sama öksürürken dedektife sert bakışlarıyla baktı. “Dedektif-san… Neden geldin?! Eğil!”
Verlaine kolundaki kurşun deliklerine merakla baktı, Dedektif-san’a döndü ve konuştu. “Sonunda geldi.” Ne garip sözlerdi.
Verlaine Chuuya-sama’ya döndü. Yeteneğinin sebep olduğu yüksek enerji çizgileri ve dalgalanmalar kayboldu. Chuuya-sama gardını aldı.
“Chuuya, bence dile getirmeye gerek yok ama zayıflar hiçbir şey elde edemez. Benimle bu halde savaşırsan kaybedersin ve Arahabaki’nin kara alevleri karakolu sarıp bir kez daha yüzlerce insanı öldürür.”
Sözlerini göz korkutmak ya da tehdit etmek için söylememişti. Tamamen sakin, duygusuz bir sesle konuşmuş; yalnızca gerçekleri anlatmıştı.
“Sana izin vermem.” Chuuya-sama’nın sesi hırıldıyormuş gibi çıkmıştı.
“Ahh, gerek yok.” dedi Verlaine umulmadık bir şekilde. “Neden biliyor musun?”
Chuuya-sama’ya cevap verme şansı tanımadan zıpladı.
Kendi yerçekimini yok ederek park yerinin tavanına baş aşağı çıktı. Sonra aşağı zıplayıp Chuuya-sama’nın arkasına indi.
“Bununla birlikte bugünün işi tamamlandı.”
Verlaine Dedektif-san’ın boynunu kavradı.
“Dur!”
Chuuya-sama bağırdı ve atladı. Dedektif-san konuşmak için ağzını açsa da sözleri ağzından çıkamadı.
Başı boğuk bir sesle geriye düşmeden önce dudakları yarıya kadar açılmıştı.
Dedektif-san’ın bedeni kırık boynundan gelen ivmeyle yavaşça sallandı. Ve sonra düştü.
“Kahretsin!” Chuuya-sama arkasına döndü.
Dedektif-san’ın bedenini kollarında tutarken Chuuya-sama’nın ifadesine dayanarak olan biten her şeyi anlayabiliyordum. Nabız var mı diye yoklamak için uzak mesafeli taramamı yapsam da –hiçbir şey yoktu. Ani ölümdü.
“Orospu çocuğu!”
Chuuya-sama bağırırken zıpladı. Sağ yumruğuyla Verlaine’i hedef aldı. Verlaine vuruşu iki avucuyla karşıladı ve ellerinden siyah ışık huzmeleri parıldadı. Serbest bırakılan yerçekimi çevreleyen alanda yerçekimi dalgaları halinde yayıldı, manzarayı küresel bir şekle dönüştürdü.
Yayılan yerçekiminin şok dalgaları, etraftaki arabaları -sanki kağıttan yapılmışlar gibi- uçurdu. Verlaine, hiç zorlanmadan şok dalgaların birine bindi ve geriye uçtu. Yer altı otoparkının çıkışının yakınlarında indi.
“Az önceki vuruş, şimdiye kadarkilerin en iyisiydi.” Bunları söyledikten sonra geri sıçradı ve çıkışla yüz yüze geldi, çıkarken figürü gözden kayboldu.
“Bekle!”
Chuuya-sama Verlaine’in peşinden koşarak karakoldan ayrıldı. Yaptığı tehlikeliydi. Kendi başına Verlaine ile savaşamazdı.
Duvarın frekansıyla eşleştikten sonra duvar yavaş yavaş kırıldı. Bir şekilde sağ kolumun tamamını çıkarabildim. Dirseğimi duvara vurarak kalan parçalarımı enkaz altından kurtardım.
144 saniye sonra enkazdan tamamen kurtulmuştum. Bir bacağıma güvenerek aceleyle Dedektif-san’a gittim.
Yüzü diğer tarafa dönmüş, ağzından kan akıyordu. Taramamın sonuçları C2’den C6’ya kadar olan servikal omurlarının hasar gördüğünü gösterdi. Nabız yoktu ve gözbebekleri tepki vermiyordu. Dahili iletişim cihazımdan ambulans çağırsam da geç kaldığım belliydi.
İnsan yaşam destek sistemi hassas bir denge içindedir. Benim gibi makinelerin aksine, kısmi hayatta kalma kavramı insanlar için geçerli değildi. Yedeği bulunmayan bu iki organ son derece dinamik bir sistem oluşturuyordu ve ikisinden birisinin işlevi durursa yeniden başlatma imkansızdı. İnsanlar hasarlı parçalarını değiştiremezdi.
Başka bir değişle, insanlar çok kolay ölürlerdi.
Arkasını taramak için dedektifi yüzüstü döndürürken yere düşen tanıdık bir nesne gördüm.
Huş ağacından yapılmış bir haç.
Verlaine ardında bırakmış olmalı.
Taramamı yaparken Chuuya-sama döndü.
“Verlaine nereye gitti?” diye sordum.
“Gökyüzünde kayboldu.” Dedi mutsuzca, gökyüzünü işaret ederek. Muhtemelen yerçekimini kullanarak havaya zıplamış ve kaçmıştı.
“Bende de öyle düşünmüştüm.” dedim Dedektif-san’ın bedenini tutarken. “Şiirsel bir tabir kullanmak istersen, Dedektif-san da ortadan kaybolup göğe yükseldi.”
Dedektif-san’ın gözkapaklarını kapatıp onu daha da ölü gösterdim.
“Siktir!” Chuuya-sama bağırdı, Dedektif-san’ın göğsüne yumruğuyla vurdu. “Beni tutuklamayacak mıydın?! Hey, Dedektif-san! Bana dünyanın ışığını göstermeyecek miydin…?”
Chuuya-sama Dedektif-san’ın göğsüne vurduğunda ceketinin cebinden dedektifin kişisel eşyaları yere döküldü.
Eşyaların arasında eski sayılabilecek, mavi bir kapaklı telefon vardı. Modeli gözüme tanıdık geldi.
Verlaine’in kaçakçılardan aldığı aynı mavi kapaklı telefondu.
Yerden alıp Chuuya-sama’ya gösterdim. Ne olduğunu anladığı an dişlerini sıkıp haykırmak istediği çığlığı içine attı.
Suikastçılar Kralı Verlaine’in… daha en başından beri asıl hedefi Shirase-san değildi.
Ama… o zaman neden…?
Neden Dedektif-san’ı öldürdü?
     …
 (1) Sama (様), yüksek derecede saygı bildiren ektir. Konuşmada nadiren kullanılır ve genelde rahiplerin Tanrı'ya, sadık cariyenin hükümdarına, en düşük sosyal tabakadan olanların en yüksektekilere ve resmi mektuplarda kullanılır. Chuuya’nın ‘sama’ ekinden dolayı rahatsız olmasının sebebi budur.
(2) Orbiting Binary Black Hole Investigation Satellite (ORBIS) Japonya tarafından geliştirilmekte olan bir çeşit uydu.
(3) Bir çeşit CCTV gözetim sistemi.
(4) Udon (Japonca: 饂飩, うどん), Japon mutfağında kalın buğday unundan yapılan bir eriştedir.
(5) suçlananın suçunu kabul etmesi ya da başkaları aleyhinde tanıklık yapmasıyla ilgili savcıyla suçlanan ya da onun avukatı ile arasındaki anlaşma
87 notes · View notes
uzunburakefendi · 2 years
Photo
Tumblr media
. "İnsan hayatı bir bozgundur. Adına hayat denen bu önlenemez bozgun karşısında bize düşen yalnızca onu anlamaya çalışmaktır. İşte, roman sanatının varoluş nedeni de budur." syf.19 . "Unutuş karşısında güzel sanatların her biri farklı bir konumda bulunur. Bu açıdan bakıldığında, şiirin ayrıcalıklı bir yeri vardır. Baudelaire'in bir sonesini okuyan, tek kelimesini bile atlamaz. Eğer onu severse, defalarca okuyacaktır, hatta belki de yüksek sesle okuyacaktır. Çılgınca severse ezberleyecektir. Lirik şiir belleğin kalesidir. Buna karşılık roman, unutuşun karşısında derme çatma biçimde berkitilmiş bir şatodur. Yirmi sayfayı bir saatte okuyorsam, dört yüz sayfalık bir roman yirmi saatimi alacaktır, yani bir haftamı. Bütün bir hafta boş olduğumuz enderdir. Okumalar arasına günler girebilir ve işte o zaman da unutuş tezgâhını kuruverir. Ama unutuş sadece molalarda işbaşı yapmaz, hiç ara vermeden, sürekli olarak okumaya da eşlik eder; daha sayfayı çevirirken, az önce okuduğumu unutuveririm; aklımda sadece daha sonra olacakların anlaşılması için gerekli olan özet gibi bir şey kalırken, bütün ayrıntılar, küçük gözlemler, hoş söyleyişler çoktan silinip gitmiştir. Yıllar sonra, bir gün içimden bir dosta bu romandan bahsetmek gelecektir; işte o zaman belleklerimizin o okumadan sadece bölük pörçük bir şeyler saklayarak, o romanı her birimiz için birbirinden tamamen farklı iki roman halinde yeniden oluşturduğunu fark ederiz. Oysa, romancı romanını tıpkı bir sone yazar gibi yazar. Bakın ona! Gözlerinin önünde şekillenen kompozisyondan büyülenmiştir: Onun için en küçük ayrıntı önemlidir, onu bir izleğe, bir motife dönüştürür ve tıpkı bir fügdeki gibi sayısız tekrarlarla, çeşitlemelerle, göndermelerle tekrar tekrar geri getirir. Bu yüzden, romanının ikinci yarısının birincisinden daha güzel, daha sağlam olacağından emindir; çünkü bu şatonun salonlarında ilerledikçe, daha önce telaffuz edilen cümlelerin, daha önce sunulmuş temaların yankısı da gitgide çoğalacak ve ezgiler halinde birleşerek dört bir yanda çınlayacaktır." syf.147 #milankundera #perde #çeviri #ayselbora #canyayınları #kitap #neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri #deneme #roman #şiir #unutma #bellek #füg #hayat https://www.instagram.com/p/CkB13xcNtIg/?igshid=NGJjMDIxMWI=
5 notes · View notes
fedyazai · 2 years
Text
Dedektiflik Ajansında Bir Gün - Part 1 Türkçe Çeviri
Tumblr media
“Kunikida, Silahlı Dedektif Ajansı nasıl kuruldu ya?”
Kafede oturan, Junichiro Tanizaki meraklı bir şekilde kafasını eğdi. Masanın diğer tarafında oturan uzun boylu adam zaten çatılmış olan kaşlarını daha da çatarak son derece ciddi bir şekilde cevap verdi, “Onu da mı bilmiyorsun?”
“Hayır, Bilmiyorum… üzgünüm.”
Gece vaktiydi. Kafenin arkasında yer alan dar masada iki adam karşılıklı oturuyordu. Masanın ortasında ikisi için susamlı dango ve houjicha (kavrulmuş yeşil çay) vardı. İki adamın da yüzleri gergindi. Onları gören bir yabancı istemsizce bir kez daha bakardı ancak onlar gece geç saatte yapılan bir toplantının ortasında olan Silahlı Dedektiflik Ajansı’ndan iki ajandı. İlginç bir şekilde eski tarzda dizayn edilmiş bu çayevi, Dedektif Ajansının da yer aldığı binanın giriş katında olan Uzumaki Kafeydi.
“Burada çalışıyorum ama başlangıcını bile bilmiyorum. Sen biliyor musun Kunikida?
“Tabii ki biliyorum.” Tanizaki’nin karşısında oturan Doppo Kunikida başıyla onayladı.
“Bileceğini biliyordum,” dedi Tanizaki gülümseyerek.
“Ama sadece bir fikrim var.”
“Bir fikir mi?”
“Evet, ama dolaylı olarak duydum. Ajans aşağı yukarı on yıl önce başkan tarafından kuruldu. Diyorlar ki, o vakitlerde bir olay olmuş ve sonrasında ajans kurulmuş.”
Tanizaki başını aşağı yukarı salladı. “Anlıyorum. Sen, ah… sadece bir fikir diyorsun?”
“Yani yalan söylemiyormuşum değil mi? Detaylar hakkında daha fazla bir bilgim yok. Bir kez daha sorabilme şansım olmadı. Neden başkana kendin sormuyorsun?
Tanizaki biraz panikledi. “B-ben mi? Olmaz. Ajansta hala önemsiz biriyim.”
“Rütbeyle alakası yok. Başkan bu tarz sırlar saklayacak biri değil.”
“Ama, yani, çok gergin olurum… Sinirlendiğinde başkanın gözlerini gördün mü? Demiri delebilir. Büyük ihtimalle küçük bir kızı bile ağlatabilir.”
“Doğru.” Kunikida başıyla onayladı. “Başkan bütün dövüş sanatlarında usta. Ajansı kurduğundan beri birçok kötülüğün ve kumpasın kökünü kazıdı. Diğerlerinden üstün biri. Bir tek bakışı küçük kızların gözlerinden kan fışkırarak ani bir şekilde ölmelerine sebebiyet verebilir. Ani bir şekilde.” Kunikida vurgulamak için tekrarladı.
“Kulağa lanet gibi geliyor.” Dedi Tanizaki.
“Ve işte bu yüzden o başkan. Peki neden ajansın kuruluşunu öğrenmek istedin? Hayır, demek istediğim- işverenin hakkında merakını tamamen anlıyorum ama neden şimdi?”
“Yani, aslında…” Tanizaki çayından bir yudum alırken konuşmaya başladı, ama belli ki çay hala çok sıcaktı. Dilini dışarı çıkarıp “Ah!” diye bağırdıktan sonra konuşmaya devam etti. “Çünkü Dazai bana sordu.”
“Dazai?” Kunikida’nın yüzündeki ifade hızlıca gerildi.
“Evet, o yüzden-”
“Dur orada. Bekle. Sakinleşmem için bana bir dakika ver.” Kunikida durması için Tanizaki’ye eliyle sinyal verdi. “Son zamanlarda onun adını duyduğumda karnıma stres sebepli ağrılar giriyor. Yakınlarda olduğunu hissettiğimde gözlerimde siyah-beyaz ışıklar belirmesine neden oluyor. Bu doğal bir tehlike uyarısı, bu yüzden rahatlamam için bana sadece birkaç saniye ver.”
“B-bu korkunç… Ama nasıl hissettiğini anlıyorum…” Tanizaki’nin yüz ifadesi saf bir acımaya döndü.
“Bu ajansta o iş yaramaz serseri Dazai’yi kontrol edebilen tek kişiyim. Tabii, onu kimse tam olarak kontrol edemez ama… başkan benden onu kontrol altında tutup yönlendirmemi istedi. Başka bir deyişle, başkan bana güveniyor, bu yüzden bu görevimi terk edem-“
Kunikida konuşmasını aniden kesti. Tavana baktı sonra da gözlerini ovdu. “Hımm…?” diye sorguladı. “Aniden ışık farklı gözüktü, sanki titriyor gibiydi…”
Tanizaki merakla ışıklara baktı ama en ufak bir tuhaflık yoktu.
“Burada ben giriyorum! ♪”
“Aaaaa!” Kunikida’nın sandalyesi sesli bir şekilde takırdadı.
Girişin yanında siyah dağınık saçlı uzun bir adam duruyordu. Sağ elinde karton çanta sallanırken haki renkli paltoya sarılmış sırık vücudunu kafenin girişine yaslamıştı.
Bu Osamu Dazai idi- diğer ikisi gibi Silahlı Dedektif Ajansı üyesiydi. “Ah, Kunikida’nın tatlı çığlıklarını duymaktan asla sıkılmıyorum. Ömrünün kısaldığını neredeyse gözlerimle görebiliyorum. Oh madam, her zamanki gibi siyah çay içeceğim.”
Orta yaşlı kafe sahibi kafasını arkadan uzattı. “Oh, Dazai!  Görüyorum ki her zamanki gibi yakışıklısın!” diye seslendi.
“O sizin güzelliğiniz madam!” Dazai iltifatı elini sallayarak cevapladı sonra da Kunikida’nın hemen yanına oturdu. Zaten daracık olan masa iyice dolmuştu.
“Dazai… Burada ne yapıyorsun?” Kunikida, yaralı bir hayvan, karşısındaki düşmanını tehdit edermişçesine hırıltıyla sordu.
“Ha? Tabii ki ömründen birkaç sene daha eksiltmek için geld-”
Kunikida, Dazai cümlesini bitiremeden elleriyle Dazai’nin boynunu kavradı ve onu sert bir şekilde salladı.
“Senin yüzünden daha ne kadar çile çekmem gerekiyor? Ne zaman… bitecek… bu çile…?!”
“Wa-ha-ha-ha!” Dazai sallanırken kıkırdadı.
“H-hadi ama, sakinleşin, siz ikiniz. Toplum içindeyiz.”
Tanizaki’nin gözleri huzursuzca mekânı kolaçan etti. Halbuki bu kafe dedektif ajansıyla aynı binadaydı. Dolayısıyla Dazai’nin egzantrik davranışları ve Kunikida’nın bağırışları hem kafe sahibi hem de müşteriler için yeni değildi. Herkes sanki okul bahçesinde kavga eden iki kardeşi izliyormuşçasına sıcak bakışlarla onları izliyordu.
Müşterilerin bakışlarını üzerinde hissedince Tanizaki kendini gülümsemek için zorladı. Başka çaresi yoktu. Kunikida, Dazai’yi sallamaya, Dazai de bundan zevk almaya devam ediyordu.
“Aşırı gevşeksin! Gece vakti buraya gelmeye nasıl cüret edersin! Bütün gün neredeydin?! Kesin birilerini rahatsız ediyordun. Arkanı kim toparlıyor, senin için kim özür diliyor sanıyorsun?!”
“Oh, belli ki se-”
“O cümleyi bitirmene hayatta izin vermem!”
Kunikida, Dazai’nin boynunu büktü ve hafif bir çıt sesi geldi. Dazai’nin yüz ifadesi sadece tek bir şekilde ifade edilebilirdi; saf mutluluk.
“Mm, neyse..” Tanizaki konuştu. “Ben de tam Kunikida’ya önceki konuşmamızdan bahsediyordum. Silahlı Dedektif Ajansının nasıl ortaya çıktığını sormuştun ya.”
“Ne?” Kunikida, Dazai’ye şüpheli bir bakış attı.
“Evet~.” Dazai bir taraftan boynunu eski haline getirirken çatırtı sesleri geldi. 
“Bugün öğlen Tanizaki’yle buluşmuştuk.”
“Nerede?”
“Barda.”
Saniyeler ilerledikçe aşamalı bir şekilde Kunikida’nın yüz ifadesi vücudu yavaşça zehirlenen bir hastanınkine döndü.
“Bugün işi astığında bir yerlerde içtiğini zaten tahmin etmiştim orası tamam. Öfkemi sonraya saklayacağım. Lakin Tanizaki, Senin barda ne işin vardı? Sen de işi astığını söyleme bana? Eminim ki on sekiz yaşındaki bir genç içmek için işi asmıyordur. Birçok araştırma ve veri, reşit olmayanların içki içmesinin negatif etkileri olduğunu gösteriyor ve içkinin testosteron salınımını etkilediği ortaya çıktı. Bunları göz önüne almasan bile eğer şimdi içmeye başlarsan beynin şununki gibi lapaya döner!” Kunikida sertçe yanında oturan Dazai’yi işaret etti.
“Bana Lapa Beyin diyebilirsin.” Dazai hızlıca kafasını aşağı indirdi ve eğilerek selam verdi.
“H-hayır yanlış anladın!” Tanizaki telaşla ellerini salladı. “İş için oradaydım. Bara gitmem söylendi, ben de gittim, orada Dazai’yle karşılaştım ve-”
“Evet~. İyi ki karşılaştık!”
“Ne…? Yani oraya iş için mi gittin? Ne hikmetse Dazai’nin de bulunduğu bara? …bunun bir rastlantı olduğuna inanmakta zorlanıyorum …bu demek oluyor ki Dazai onunla orada buluşmanı istedi. Hesabı ödemen için mi çağırdı? Ya da olay çıkardı da senden bir şey yapmanı istedi…?”
Kunikida kendini durdurdu. Yüzü bembeyaz kesildi ve öne doğru belden eğildi.
“S-sakın bana… tam tersi olduğunu söyleme? Daha başka sorunlar mı çıkardı? Olay bu mu?”
“Üzgünüm Kunikida.” Tanizaki bakışlarını mahcubiyetle yere indirdi.
“Şşş, çok önemli bir şey değildi. Özellikle yiyecek gibi bakacak kadar.” Dazai neşeyle yandan sırıttı. “Tek yaptığım içmek ve bardaki dostlarla birlikte eğlenmek, konuşmak, hikayelerini dinlemek ve eve gitmekti. Yemin ederim… Oh ve bir ara işe bomba karıştı falan.”
“…”
Sessizce oturduğu yerden Kunikida’nın vücudu yavaşça ileri geri sallanmaya başladı.
“…Kunikida?” Tanizaki endişeyle Kunikida’ya seslendi.
“Ben.. birkaç saniyeliğini bilincimi kaybetmişim,” Kunikida bütün kuvveti vücudunu terk etmişçesine başını kaldırırken konuştu. “Bomba..? Tanizaki, niye buluşmamızın başında bir şey söylemedin? Bombayı kim koydu? Şehir polisi herhangi bir şey yaptı mı? Askeri polisin bomba imha ekibi olaya müdahale etti mi? Bombaya ne oldu?”
“İşte burada!” Dazai karton çantayı pat diye masanın üstüne koydu.
“Aaaaaaaahhh!” Kunikida irkilerek geriye zıpladı, sandalyesiyle birlikte arkaya devrildi.
“Korkma. Gerçek gibi gözükse de sahte bir bomba.” Dazai omuz silkti. “Kısa keseceğim. Bu bomba anonim bir kişiden benim genelde takıldığım yere şahsıma gönderilmişti. Paketi açtım ve içinde bunu buldum. Tam açtığım sırada fünye yerinden çıktı. En ufak bir hareket patlamasına neden olabilirdi bu yüzden de şehir polisine ve dedektif ajansına gerektiği gibi haber verildi.”
“Bu yüzden oraya gönderildim,” dedi Tanizaki.
“Aklım almıyor, her seferinde… nasıl kendini bu tarz saçmalıklara sokmayı başarıyorsun?”
Kunikida’nın suratı zehirli bir mantar yemişçesine kederle buruşmuştu.
“Yaa, hadi ama, yalnızca sahte bir şey.”  Tam o sırada Dazai’nin sipariş verdiği çay masaya getirilmişti. Yudumlamadan önce Dazai sırıtarak çaya birkaç küp şeker attı. Hemen ardından konuştu “Bu bombanın içinde patlayıcı olmayan bir geri sayım sayacı olduğu ortaya çıktı. Sadece bir replika. Birileri benimle oyun oynamış. Her neyse zaten faille de konuştum, sıkıntı yok.”
“Tutuklandılar mı?
“Evet~. Bombayı açtığımda içinde ‘Gözlerin yalnızca ve yalnızca bana baksın.’ yazan bir kağıt parçası buldum. Meğerse, bu bir kadının bana saplantılı olduğunu söylemesinin kendine has ama ekstrem bir yoluymuş. Kim olabileceğine dair birkaç tahminim vardı, ben de onları faili bulana kadar tek tek aradım. İyi bir azar çektikten sonra ikimiz arasındaki şeyin yürümeyeceğine onu ikna ettim. Üstelik eğer her gün bomba göndermeye devam etseydi barda keyif çatamazdım.”
O anda, yüzünde tam anlamıyla bitmişliğin resmi olan Kunikida, Dazai’ye uzun uzun baktı.
“…Anlıyorum.”
Kısa bir cevaptı ama yüzündeki ifade esasen şöyle diyordu: “Senin gibi birinin neden kadınlar arasında bu kadar popüler olduğuna akıl sır erdiremiyorum.”
“Ve sonra olay yerine gelen polislerden biri bana gelip şöyle dedi ‘Silahlı Dedektif Ajansının şehri güvenli tutmak için uğraşları sayesinde biz de işimizi düzgünce yapabiliyoruz.’ ya da o tarz bir şey. Yani demek istediğim bu çok tuhaf değil mi?”
“Oh?” Kunikida’nın tek kaşı havaya kalktı. “Yani, bu iyi değil mi… gördüğün her kızla yarım yamalak flörtleşmen yüzünden polisin bomba ihbarı alması ama buna karşın seni tekmelememeyi seçmesi göz önüne alındığında şikayet edecek durumda olduğunu sanmıyorum. Bütün kadınlar için bir tehditsin!” Dazai’nin sandalyesine tekme atarken Kunikida bağırdı.
Tumblr media
“Ama kesinlikle iyi bir şey bu,” Tanizaki gergin bir gülümsemeyle konuştu. “Bir tarafım tatmin olsa da diğer tarafım şüpheye düştü. Demek istediğim, huzur içinde çalışabilmeleri için vatandaşları korumak polisin işi, değil mi? Bu da başkanın neden polis için faydalı olacak bir işletme kurduğu konusunda düşünmeme neden oldu.”
“Ve bu da bugün barda konuştuğumuz mesele.” Dazai bir gülümsemeyle ekledi.
“Anlıyorum.” Kunikida kollarını kavuşturdu. “Bu iş beraberinde tehlikeyi de getiriyor. Bir ajans kurmak öylesine gerçekleştirebileceğin bir şey değil. Ama malumunuz başkanımız insanlık ve adalet adamı. Bütün ülkeyi dolaşsan da onun kadar bu göreve layık birini bulamazsın. Ben ajansın kuruluşunun tanrının ilahi takdiri olduğuna inanıyorum.”
Kunikida çayından bir yudum aldı sonra da kaşlarını çatarak Dazai’ye yandan bir bakış attı.
“Dedektif Ajansı demişken,” Kunikida asidik bir tonla konuştu, “Bir şey hatırladım -Dazai, o çocuğa ne oldu?”
“Hangi çocuk?”
“Dün yanına aldığın evsiz çocuk,” bardağını masaya koyarken Kunikida cevapladı, “Ajansa almak istediğini söylemiştin. Ciddi miydin? Çünkü bu normal bir insanın yapacağı bir şey değil. Tek mesele yabancı olması da değil aynı zamanda çok tehlikeli bir yeteneği var ve etraftakilere vahşi bir tehlike oluşturmak için yaratılmış. Ve sen ajansın onu işe almasını mı istiyorsun?”
“Heh-heh-heh. Çok ciddiyim. Hatta bugün buraya o yüzden geldim. Ah, sabırsızlandım.”
“Oh, bunu duymuştum,” Tanizaki sandalyesinden ileri yaslandı. “Bu siz insan yiyen kaplanı yakalamaya çalışırken aslen sokak çocuğu olup yeteneği kaplana dönüşmek olan kişi hakkında değil mi? Böyle akıl almaz bir dosyayı, bir günden kısa sürede ve yetenek kullanıcısını olaysız bir şekilde yakalayarak çözebilmenize inanamıyorum. Boşuna ajansın en iyi ikilisi olarak tanınmıyorsunuz.”
“Oh, dur. Beni utandırıyorsun.”
“Biz bir ‘ikili’ değiliz.”
Dazai ve Kunikida aynı anda konuştu.
Oysa, meselenin aslı şuydu ki, söz konusu zor dosyalar olunca bunları çözmekte en yetenekli ikili onlardı ve Dazai’nin iki yıl önce ajansa katılmasından beri en zor davaları kırma rekoruyla övünülürlerdi. Onların kişiliklerini veya ne kadar anlaşamadıklarını bilmeyen üçüncü kişiler sıklıkla ne kadar mükemmel bir çift olduklarını düşünürdü. Cehalet mutluluktur.
“Ne olursa olsun..” Kunikida, Dazai’ye tersçe baktı. “Bu fikre karşıyım, ama bu konuda ciddiysen başkanla konuşman gerekiyor. Eğer onaylarsa bu konuda bir kelime daha etmem.”
“Çoktan konuştum,” Dazai gülümseyerek cevapladı. “Benden giriş sınavı hazırlamamı istedi.”
“Gerçekten mi? Sana izin verdiğini mi söylüyorsun?” Tanizaki sordu.
“Evet~. Tek bir sorun var…” Dazai baş parmağını derin bir düşünce içeresindeymişçesine dudağına götürdü. “Atsushi’ye giriş sınavı için ne yaptıracağımı planlamadım. Bu derece önemli bir konu hakkında tek başıma karar veremem. Değil mi, ortak?”
Dazai, cümlesini bitirdiği gibi Kunikida’ya muzip bir gülüş attı.
“Tabii ki.” Kunikida huysuz bir şekilde kollarını kavuşturdu. “Giriş sınavı çok önemli bir ritüel, kişinin ajansla olan uyumunu ve ruhunun doğruluğunu ölçen bir test. Dahası, bu yeni gelen kişi yerli halk için bir tehdit. Tek bir yanlış hareket,  ajansın illegal bir şekilde vahşi bir canavar barındırmakla suçlanmasına neden olabilir. Başkan izin verdiyse seninle tartışamam ama bu sınav hakkında her zamankinden daha dikkatli olmalıyız. Ortaya, götünden uydurduğun saçma salak bir fikir atmana izin veremem.”
“O zaman her şey tamam.” Dazai keyifle çayından kalanı kafasına dikerken cevapladı. “Hadi gidelim. Çoktan herkesi ajansın konferans salonuna çağırdım.”
“…Ne için?” Kunikida sıkılmış bir şekilde sordu.
“Söylediğin şeye başlamak için.” Dazai herkesin dikkatini çekmek için işaret parmağını uzattı ve sırıttı. “Patronun emirleri. Yeni üyemizin -yeni parlayan yıldızımızın- ajans için ne yapabileceğine karar vermek için herkesin fikrine ihtiyacımız var.”
Dazai derin bir nefes aldı ve açıkladı:
“İlk giriş sınavı provası başlasın!”
Silahlı Dedektiflik Ajansı yetenek kullanıcılarından oluşan özel bir kuruluştu. Ofiste müvekkillerin dosyalarını çözen dedektifler; bilgi toplamayla, müvekkille iletişimle ve muhasebeden sorumlu ofis çalışanları bulunmaktaydı. Belirli bir sayıda çalışan olmasa da genelde çalışanlar, başkan da dahil olmak üzere bir düzine kişiden oluşurdu.
Neredeyse bütün dedektiflerin yeteneği bulunmaktaydı.
Yetenek Kullanıcısı: Junichiro Tanizaki            Yeteneği: Nazlı Kar
Yetenek Kullanıcısı: Doppo Kunikida              Yeteneği: Yalnız Şair
Yetenek Kullanıcısı: Osamu Dazai                   Yeteneği: İnsanlığımı Yitirirken
Diğer üyeler de iş içerisinde kullandıkları kendine has yeteneklere sahipti. Gündüzleri; devlete bağlı polis -geceleri; yeraltı oluşumlarının kontrolü altında bulunan şehirde, Silahlı Dedektiflik Ajansı bu iki vakit arasında yer alan alacakaranlığı gözeten çeşitli yetenek kullanıcılarını barındıran bir kuruluştu.
Ajans on yıldan fazla bir süre önce, başkanın bir yetenek kullanıcısı ile tanışmasıyla kurulmuştu. Ama bu başka bir zamanın hikayesi.
Bu Silahlı Dedektiflik Ajansının yeni üyesi ve bu işe uygun olup olmadığını belirleyen giriş sınavını anlatan bir hikaye.
Atsushi Nakajima- işe kabulünden bir gece önce.
...
6 notes · View notes
mitskikinnies · 9 months
Text
Dry Drowning - Chapter 1 (Türkçe Çeviri)
Kılıç derine inerek sert ete saplandı.Rakip, gözyaşları ve dere gibi kan döküldükçe daha fazla ses çıkarmadı.Mamafih, tekrar havaya kaldırılan kılıç, karanlıkta ışıl ışıl parladı.
“Bu an için çok, çok uzun zaman bekledim.”
Evet, bu onun çok uzun zamandır hazırlandığı bir şeydi.
“Nefesi duran adamın önünde eğilirken gülüyor muydum ağlıyor muydum bilemiyordum.”
“Duygularım yavaş yavaş yok mu oluyordu?”
Diyeceği bir şey kalmamıştı.
“Hala korumam gereken bir itibarım var.”
Örümcek ağına benzeyen bir karmakarışıklık hissi geri gelirken hafifçe gözlerimi açtım.
Adamın vücut sıcaklığının düşmeye başladığı belliydi.
Nefesi tutup dikkatlice dinlemiş olsa da, yaşayan bir insanın kalp atışını duyamıyordu.
“Buna inanamadım, bu yüzden birkaç defa daha kontrol ettim, ama hiçbir şey değişmedi.”
“O gerçekten ölmüştü.”
Aklımda yankılanan gerçek sonunda kazındığında, ağzımdan hiçbir şey çıkmadı. Karışık hislerle solgundum. Rahatlamış mıydım, hor mu görmüştüm, suçlu mu hissediyordum bilmiyordum. Kasvetli dünyanın parçalandığını izledikçe elimin arkasıyla ıslak gözlerimi ovaladım. Gözyaşlarının sızacağını düşünmüştüm ama garip bir şekilde ellerimin arkası kuruydu, kan izleri vardı.
“Senin ölümünün sebebi benim.” diye mırıldandı, daha önce hiç dokunmadığı adamın yanaklarına dokundu ve aşağıdan gelen bir ışık huzmesi belirdi.
O anda atabileceği eski 2G telefonda tek bir numara bile bulunmuyordu. İşlerini bitirdikleri anda ondan kurtulmaları normaldi.
“……”
“O benim gibiydi.”
Hiçbir şey kaydedilmemişti, bir arama olduğunda hiçbir anlamlı numara görünmüyordu.
O yüzden ona hiç bakmadan ayağını hareket ettirdi. Bir cup sesi geldi ve yatağın altına sıkıştırılmış şey kullanılamaz haldeydi. Nasıl bir yüz ifadesine sahip olduğunu bilmeyerek tereddüte düştü, adamın yüzüne tükürdü ve arkasına döndü. Çünkü onun gösterebileceği en büyük hakaret buydu.
Kanı ve parmak izleriyle dolu kılıcı bırakarak o iğrenç yerden ayrıldı. Sabah havası hala serindi, kirli sokakların yukarlarındaki tiksindirici gürültü…sabahın aksine sessiz bir kasaba biri tarafından öldürülmüş gibiydi.
Dar ayakkabılar bir süreliğine kırmızı bir iz bırakmıştı.
Bu saatte yürüyen insanların her zamanki gibi bir yüz ifadesi yoktu.
Tüm adamlar aynı ırkta diye mi sokakta gezinen kana bulanmış bir adamı görmüyorlarmış gibi davranıyorlardı?
“Bununla ilgili daha fazla kafa yormak istemiyorum.”
Tükenmişliğe benzer bir his ile tüm gücü parmak uçlarına damladı. Geçmişe baktıkça bir masalı andırır bir şekilde arkada izler bırakmışsın gibi görünüyordu.
Dar, berbat kokulu patikayı geçince kavşağı göreceksin.
Geçen sene sönen sokak ışıkları hala tamir edilmemişti.
Uzun zamandır gitmediği bir yer olmasına rağmen yürüyüş hızında hiçbir tereddüt belirtisi yoktu.
İnsan kontrolündeki bir binayı görünce karanlık bir köşede saklanmak normaldi.
Biraz daha yürüdüm, tanıdık bir yere ulaştım ve en sonunda sessizce yüksek duvara tırmandım. 
 
Sessizce vardığında girişe yaklaştı ve boynunun etrafını aradı.
Boynunun çevresindeki zinciri çektiğinde, bir tişörtün içinde saklanmış bir anahtar ortaya çıktı. Gümüş beyaz parlak yüzeye bakarken kapıyı açmak oldukça garipti.
Kapı topuzunu çekti ve hiçbir söz etmeden içeri girdi. Bir parça bile mobilya bulunmayan ve tek bir ışık demeti bile girmeyen iç kısım dışarıdaki karanlıktan daha kasvetli görünüyordu.
Ama ışıkları açmadı.
Oturma odasını geçerken en içteki kapının önünde durdu, yavaşça kapıyı açtı ve yağ kokusu burnuna geldi.
Bir şey yanlıştı, tuhaf bir fikir olduğunu düşünerek içeri girdi. Masadaki boyaya hafifçe dokundu. Tozlu ve pürüzlüydü fakat her şey sükunet içinde görünüyordu.
Suya batırılmış sünger gibi düşen vücuduna zor dayanarak kötü planlanmış stüdyoya baktı.
Yüksek kaliteli yontulmamış odundan yapılan şövalye, kuru bir palet, boş tuval ve tutkallı alçı ile boyanmamış bir odun resim tahtası aracılığıyla tuval bıçağını buldum.
Translator Note: Tuval bıçağı (Canvas knife): Bir sapa yerleştirilen değişken esnekliğe sahip renkleri karıştırmak veya karıştırılan renkleri tuvala aktarmak için kullanılan ince bıçak ağzı.
“Kullandığım tuval bıçağı epeyce keskindi. Materyal kötü olmasına rağmen güzel bükülüyordu ve bu yeterliydi.”
“Yakındaki bir koltuğa otur ve onu yavaşça tut.”
“Kaldırdığım elimle ilgili hiçbir pişmanlığım yok. Nefes al, gözlerini kapat ve sadece bunu yap.”
“Sadece bıçak ağzını al ve içine sok.”
“Ah.”
Tereddütsüzce kendi boynunu bıçakladı ve penceredeki uzak manzaraya hayal meyal baktı.
Özlem sesi bir yerden geliyordu.
Et yayıldıkça akan vücut sıvısı hızlıca kişinin işlediği günahları ölçüyordu.
“Onları unutmamaya söz verdim çünkü çok fazlalardı.”
“Sonra hayatın zor olduğu dank etti.”
Biri kırmızı gözlerini kapatmadan bu tarafa bakıyormuşcasına nefes almak zordu.
Üzgünüm, bugün özür dilemediğimi fark ettim o yüzden dudaklarımı hareket ettirdim ama sadece bir çığlık sesi ortaya çıktı.
Her nefes aldığında oksijen kaybediyor ve çöküyordu.
En sonunda, ceplerini karıştırdı ama zayıflayan vücutu işlevini düzgün yerine getiremiyordu. Birkaç beyhude denemeden sonra, aşağıya baktı ve hiçbir şey göremedi. Ama yine de iyiydi.
“Göremezsem de hala her şeyi hatırlayacağım.”
“Günahlarımı telafi etmemin tek yolu bu.”
Adam yıpranmış, karmakarışık sona karşı kısa süreliğine gülümsedi. Gömülmüş anılarını çağrıştırıyordu, manzara sonsuzdu.
Bununla birlikte tutuk gözleri bir perde gibi kapandı, bundan hiçbir zaman pişman olmayacağını belirtir bir şekilde.
1 note · View note
ilkonce · 3 months
Text
MANGAOKULU - SİLVER
Tumblr media
Çevrimiçi platformlar, manga tutkunlarının en sevdikleri çizgi romanlara erişme ve keyif alma biçimlerinde devrim yaratarak daha önce hiç olmadığı kadar kolaylık ve erişilebilirlik sundu. Mangaokulu.com gibi web siteleri Türkçe olarak geniş bir manga, manhwa, manhua, webtoon ve çizgi roman koleksiyonunu ücretsiz olarak sunmakta, farklı bir kitleye hitap etmekte ve okuyucular arasında bir topluluk duygusunu teşvik etmektedir. Çeviri topluluklarını ve okuyucuları bir araya getiren bu platformlar, yalnızca manga oku seçeneklerine daha erişilebilir hale getirmekle kalmıyor, aynı zamanda hayranlara tercih ettikleri dildeki içerikle etkileşimde bulunabilecekleri bir alan yaratarak genel okuma deneyimini geliştiriyor. Ek olarak, çevrimiçi platformların varlığı okuyucuların yeni serileri keşfetmesine ve çok çeşitli tür ve temaların keyfini çıkarmasına olanak tanıyarak manganın dünya çapında giderek artan popülaritesine katkıda bulunuyor.
Manganın popülaritesine katkıda bulunan temel faktörlerden biri, ortamda mevcut olan çok çeşitli tür ve temalardır. Aksiyon dolu maceralardan iç açıcı aşklara, düşündürücü dramalardan büyüleyici gizemlere kadar manga, her okuyucunun zevkine ve tercihine uygun bir şeyler sunar. Bu çeşitlilik, bireylerin farklı hikaye anlatma tarzlarını, kültürel bakış açılarını ve sanatsal ifadeleri keşfetmesine olanak tanıyarak mangayı çok yönlü ve ilgi çekici bir eğlence biçimi haline getirir. Dahası, manga yaratıcılarının anlatı ve görsel hikaye anlatımı açısından yenilik yapma ve sınırları zorlama yeteneği, okuyucuların ilgisini çeker ve ortama yatırım yapar, izleyicilerin keyif alabileceği taze ve heyecan verici içeriklerin sürekli akışını sağlar.
Manganın küresel çekiciliği ve etkisi, menşe ülkesinin çok ötesine uzanıyor ve dünyanın her köşesinden hayranlar bu benzersiz hikaye anlatımı biçimini benimsiyor. Manga'nın kültürel ve dilsel engelleri aşma yeteneği, yaygın popülaritesine katkıda bulunarak kıtalara yayılan özel bir hayran kitlesine yol açtı. Manganın popüler kültür, eğlence ve hatta moda üzerindeki etkisi, Japon çizgi romanlarının küresel ölçekte giderek daha fazla tanınması ve takdir edilmesiyle açıkça görülmektedir. Manga dünya çapındaki izleyicileri büyülemeye devam ederken, çeşitli yaratıcı endüstriler ve sanatsal ortamlar üzerindeki etkisi, kalıcı çekiciliği ve geçerliliği olan kültürel bir fenomen olarak konumunu sağlamlaştırıyor. Manga tr ile her bir ayrıcalıklara erişim sağlayabilir ve yararlanabilirsiniz.
400 notes · View notes
Text
“SAYFA GÖRÜNTÜLENEMİYOR” DENEN O YERDEYDİK"
Brecht bir gün Hitler’e ses çıkarmayan sanatçılara seslenir:
"Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz"
Bertold Brecht’in bu uğultulu seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de yükselerek. O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Sıcak ve soğuk savaşlar hep oldu. Krizler, ekonomik, toplumsal, sosyal bunalımlar hiç hız kesmedi. İnsanlar, mekânlar ve zaman değişti ama kötülüğün hep zirvede olması ve güçlünün güçsüzü ezmesi karşısında insanların büyük çoğunluğunun suskunluk bulutlarının altına sığınarak yaşamayı seçmesi hiç değişmedi.
İnsan kavramına peş peşe vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı otomatik sesler ve etrafa sıçrayan sistem kanı; sermaye sınıfının atığının boşaltılmasıdır. Bu manzara dünyanın birçok ülkesinde (üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere) devam etmektedir. Vahşi kapitalizmin işleyişi böyledir. Bazı yerlerde sadece kapitalizm bazı yerlerde de vahşi kapitalizm denmesi de yanlıştır. Çünkü kapitalizm doktrin olarak zaten vahşidir. Varlığı o kelimeye dayanmaktadır. Marx’ın seslenişi hâlâ devam etmektedir.
Manzara böyleyken, hiçbir şey olmamış, yaşam dolu evler söndürülmemiş, ışıklar hiç sönmemiş, göz göre göre karanlıklar gelmemiş, katliamlar olmamış, faşizmin saraylarından aşağıdakilere zulmün mızrakları savrulmamış gibi… Çiçek resimleri yaparak buna sanat demek, ne büyük bir aldanış, değil mi?
Yaşamsal olan her şey edebiyat ve sanatı mutlak ilgilendiriyor. Sanat, emeğe bandırılmış fırçaların ve dağlardan getirilmiş sözcüklerin sahne aldığı bir tepki gösterme yöntemidir. Slogan da bir tepki yöntemidir. Bağırmak, toplanmak, yürümek, kötülüğün karşısında olmak, örgütlenmek… Hepsiyle beraber, hepsini de içine alarak; en sonuç getirici tepki yöntemi sanattır. Çünkü sanatta estetizm vardır. İmgeler, hayal gücü ve yola çıkmış düşler vardır, dikkatleri bu yöne çeviren.
Bu sıkıcı, sevimsiz kavramsal sözlerden sonra; kitaplar, yazarlar ve şairler bağlamında küçük değinilerle kısa bir yolculuk iyi gelir sanırım. Bu iki kasaba veya iki şehir arasında bir tren yolculuğu da olabilir veya Akdeniz’de bir yelkenliyle şiirsel bir yolculuk. Etrafımızda hakiki hislerin bizi yalnız bırakmadığı içsel ve varoluşsal bir yolculuk.
Bilinç akışı tekniğinin en iyi ustalarından biri olan James Joyce’un üç kitabını ıstırap dolu bir sabırla okudum belirli zaman aralıklarıyla. Istırap diyorum çünkü okuduğum en karmaşık yazarlardan biridir Joyce. Onu okurken düşünceler ırmağına dalmak ve sık sık eski sayfalara dönüp imgelere yeni baştan şekil vermek gerekiyor. "Ulysses" bunların en zoruydu. Brosh’un “Vergilius’nun Ölümü” kitabından sonra dünyanın en zor ikinci kitabı diyebilirim. Bu kitabı okumaya başlayıp da azimle sonunu getirmeye çalışmak büyük bir çılgınlık. Onlar öpülesi insanlardır. 700 küsur sayfadan oluşan ve Dublin’de geçen 24 saati anlatır. Bambaşka ve tatlı bir kamaşmayla beyni yoran bir roman tekniği ile yazılmış ve çeviri açısından da büyük güçlükler oluşturmuş bir kitap. Gözlerine, belleğine ve sabrına güvenen o öpülesi insanlar, sizler ne güzelsiniz.
Joyce’un "Dublinliler"i Ulysses’e kıyasla daha yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış öykü parçacıklarından oluşur. Romanda olay ve aksiyon sevenlerin tercih etmeyeceği ancak gerçek edebiyatseverler ve okurlar için önemli bir kitaptır.
Yine Joyce’un "Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi" ise iki solukta bitirilebilen bir yarı biyografi kitabı. İlk iki kitaba göre çok daha sade ve akıcı. Modernizm akımın temsilcilerinden olan Joyce’un bu kitabının bazı bölümlerinde post-modernizm esintileri de görülmektedir. Mistisizm, Hristiyanlık, kilise ve azılı geleneğin baskıladığı genç bir karakterin “sanatçı kimdir” sorusu karşısında afallayarak kendini bulmaya çalışması kitabın bence en önemli bölümüdür.
Ahmet Cemal tarafından çevirisi kırk yılda bitirilen ve yine bilinç akışı tekniği ile yazılmış olan Hermann Broch’un “Vergilius’nun Ölümü” adlı eseri Roma’nın en büyük şairi olan Vergilius’nun ölmeden önceki son 18 saatini anlatıyor. Orada kendisiyle yüzleşmesi, hayatının amacı ve sanatıyla hesaplaşması ön plana çıkıyor. Şairin, edebiyatçının o acı verici sorgulaması ve hesaplaşması başlar: “Ne işe yaradı eserim?” diye sorar kendine Vergilius. Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal kitaba yazdığı önsözde şunu vurgular:
“Roma’da iktidar sahipleri ve halkın bir kesimi tarafından daha kendisi hayatta iken onca yüceltilmiş şiirleriyle, gerçekte acılarla, kargaşayla ve adaletsizliklerle dolu bir dünyada aslında neyi değiştirebilmiş olduğunu sorgular. İç monoloğun akışı boyunca bu sorgulama, şiir sanatından yola çıkarak sanatın geneline yayılır ve ‘Sanat neyi değiştirebilir?’ sorusunda odaklaşır.”
Sanatta ve edebiyatta; insanlık adına sorgulamalar, hesaplaşmalar ve sistem eleştirisi yapan örnekleri çoğaltabiliriz. Ülkemizde de özellikle birinci dünya savaşından sonra bazı akımlar sanata ve edebiyata sokulmuştur. Bütün dünyada faşizmin ve savaşların korkunç sonuçlarının ortaya çıkmasıyla toplumcu gerçekçilik akımı; şiir, roman, resim ve sanatın birçok dalında kendini göstermiştir. Garip, ikinci yeni, Maviciler de 1940 ve 2000 yılları arasında yerini almıştır. Toplumcu gerçekçiliğin temsilcilerinden Nazım Hikmet, iyi bir şair ve aynı zamanda iyi bir devrimciydi. Marksist devrimciliğini çıkardığımızda belki de sadece şiiriyle bu kadar yüksek derecede anılmayacaktı. Ama o hem sanatı hem de devrimci kimliğiyle en güzel şekilde ortaya koymuştur memleketindeki insan manzaralarını. Ona vatan haini dedikleri gün bütün sosyalistler ve devrimciler vatan haini sayılmıştı. Biz bugün vatan haini olmaya devam ediyoruz. Mahpuslarda yatarak bedel ödeyen ve sürgünlere yollanarak en güzel yıllarını feda eden Nazım, onu vatan hainliği ile suçlayanların Amerikan emperyalizminin işbirlikçileri olduğu gerçeğini haykırmıştı ve azılı kapitalizmin piyonlarına karşı “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” diye en yüksek perdeden seslenmişti. Nazım’ın seslenişi gerçeği parçalarcasına hâlâ devam ediyor.
Zor yılları başka bir yerinden tuttu İkinci Yeniciler. Absürt ve anlaşılmazdılar. Çok anlamlı kelimeler, anlam oyunları, anlamsızlık, kıstırılmışlık, kolu kanadı kırık imgeler, postmodernizm. Ete kemiğe bürünen bir başkaldırı ve genellikle ideolojik altyapıya dayanan bir isyan olmaksızın yazdılar… Bir keresinde şiir tıkanmıştır diyen Turgut Uyar’a yanıtı 2000’li yıllara kadar kimse veremedi. Çünkü ikinci yeniden sonra istisnalar hariç her şair ikinci yeniyi taklit etmiştir. Ama İkinci Yeni de Brecht’e yanıt verememişti. "Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına absürt resimler yapıyorsunuz ve bunun adına da sanat diyorsunuz." Brecht’in seslenişi bugün hâlâ devam ediyor, hem de üzerine ıssızlık sosu ekilerek.
Nobel ödüllü Orhan Pamuk çok iyi bir yazar ama çok iyi bir fikir-düşünce adamı değil. Neredeyse bütün kitaplarını okudum. Yazma ve öyküleme konusunda her biri birer altın kaynak. Yazı ormanında zor şeylerin üstesinden gelmesini bilen ender yazarlardan. Bu oldukça belirgin ve tartışılmaz. Onu biraz Marcel Proust’a benzetirim. Onun gibi çok iyi bir anlatıcı. Ama kala kala aklımda en çok Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un donu kalmış. Füsun’un çiğnediği sakız ve sigara izmariti de yabana atılmaz.
Bu ülkenin en iyi yazarı (dünyanın da sayılı birkaç yazarından) Yaşar Kemal’dir. Bütün kitaplarında hem edebi hem de toplumsal açıdan en iyi resitalleri o sunmuştur. Şair olsaydı daha da zirveye çıkacağından eminim. İnce Memed’leri okuyup da etkilenmeyen kimse yoktur sanırım. Bütün akımların ortalama bir karışımı vardır onun kitaplarında. O yazıyı siyasallaştırırken, toplumsal mesajlar verirken; gerçekçilikten uzaklaşmadan, edebiyattan kopmadan yapmıştır bunu. Ta eskiden bugüne zulme başkaldırma yeteneği olmayan Anadolu insanına her ne kadar kızgın olsa da, zulmün ve kötülüğün temsilcileri olan ağalara ve beylere şöyle seslenmiştir: “Ağalar biter de ince memedler bitmez.” Bunu söylerken örgütlülüğü de ekleyerek söylediğini zannediyorum. Çünkü ancak o zaman anlam kazanır bu söz. Yaşar Kemal’in seslenişi hâlâ devam ediyor.
2023 yılındayız. Şiir ve yazı nerede olmalı? Batan gemi metaforu devam ediyor. Çünkü bunca yıkıntı, yoksulluk, sömürü, felaket ve kötülüğün hâlâ sürüyor olması, işçi ve emekçi sınıfının yeterince örgütlü olamaması, birliktelikten gelen gücünü kullanamamasının yaşama bıraktığı umutsuzluk irini; sanat ve sanatçının yüzüne de yerleşmiştir. Edebiyat bir korkaklar yığını haline gelmiştir. Evet, çok iyi anlatıcılar var. Zaten her yer anlatıcı dolu. Ama tepkisel yürüyüşlerde, mitinglerde, alanlarda ne bir şair ne bir yazar görürsünüz, birkaç sinemacı hariç. Çünkü bütün vakitlerini küçük burjuva normuna bürünerek, kısıtlı konformist hareketlerle, sevimli salonlarda hâlâ çiçekli resimler yapmaya devam ediyor sözde sanatçılar. Onların adına “Salonsalcılar” diyorum.
Eğer gerçek bir şair, yazar veya sanatçı olarak anılmak isteniyorsa; “sanat sanat için mi yoksa toplum için mi” çıkmazına düşmeden, her ikisini de önemseyerek, edebilikten kopmadan ama bizi öldüren şeyin ne olduğunu asla unutmadan bir yumruk gibi taşımalıyız yürek ve zihin işçiliğinin akşamında oluşan sözcükleri ve onların cesur renklerini. Sanatçı ve edebiyatçı, sistemin ürettiği iktidarların değil, direnenlerin yanında olmalıdır. Yoksa ekrana düşen tek sanat eseri “sayfa görüntülenemiyor” olacaktır. O sayfa toplumların körlük sözleşmesidir.
“Salonsalcılar” adlı eski, sevimsiz, biraz postmodern, toplumcu, absürt, gerçekçi, garipçi, hiçinci, olmayan üçüncü yenici ve mavici bir şiirle sizi baş başa bırakıyorum ve sır (t) çantamı alıp kısa bir süreliğine uzaklaşıyorum dünyadan, yeni sözcükler toplamak için.
“SALONSALCILAR”
geç kaldınız, yalnızlık az önce başladı salonda adım atacak yer yok his yoğunluğundan
toplum bükücüleri, cehennem uzmanları yer göstericiler, oturma ustaları, koltukçular hiçlik bilimcileri, yedek peygamberler, anayasa yapıcıları, vicdan tacirleri, çıkma İslamcılar, çakma devrimciler, sömürene sonsuz sadakatle bağlı oldukça kullanışlı kusursuz bayrak sevicileri, umutsuzluğun itaatkâr tasarımcıları, şeklen ahlakçı ruhen ayakçılar, şiir baronları, lirik koro, harf tamircileri ve üst düzey orijinal cümle kurucuları her biri, her biri elinde başkaları için hazırladığı mağlubiyet defteriyle cebelavi sokağının bütün çocukları orada
sizi gidi mutlular!
yedek şefkat ve acı çekme korkusu kokuyor içerisi öpüşmek için şımarttığım dudaklarımı sakladım iç kanama geçiren bir kıyı karşıladı gölgemi herkesin ağzı nasıl da hazır keskin nişancı sözcüklere gülüş mesafesi sıfır, göz gözü görmüyor salonda sis yoğunluğundan
sizi gidi aşksızlar!
merhamet kısa boylu bir kelime üstelik saat sekizi acımasızca geçiyor hem siz ertelenmiş bir ıstırap görünce başka yöne çevirmeyin kafalarınızı hem şimdi siz niye geldiniz ki bu saatte sürekli unutup dururken bizi neyin öldürdüğünü
kısa bir sessizlikten sonra herkes yüzüne taktığı mezarlıkla “ama ve çünkü” lerle dolu çekmesine geri döndü bense mahk��m olma arzumu büyüterek içimde tebessüm ederek ayrıldım göğsümde yanıp sönen katarsis yoğunluğundan
13 notes · View notes
cubur · 2 years
Note
Heyy are you really from Turkey? I've never seen you write in turkish
Yes I really am ^^; And this is my mother tongue, so don't doubt even for a sec i can write it better than English x) But y'know what !? If I write in Turkish, almost 98% of my followers will not understand what I am trying to say… That's why you can hardly see that I'm writing in my mother tongue
(But if you still want i can write a few things for you (?) it's really not that hard for me)
Merhaba, her şeyi uzaklardan izleyen ama çoğunlukla pek çok şey hakkında sessiz kalan basit bir fan sanatçısıyım. Aslında her şeyin göründüğünden daha kolay olmasını çok isterdim, mesela dünyada sadece tek bir dil olsa iletişim çok daha kolay olurdu, ve nasıl hissettiğimi tam olarak anlatabilirdim… belki. Ama endişelenme roman kadar uzun bir şeyler yazmadan önce şimdi burada durucam. (Türkçe yazabildiğim herhalde belli olmuştur x))
Ve buraya kadar bu sanatçı ne hakkında gevezelik ediyor diye anlamak için çeviri kullanan her kim varsa, bilmeni isterim bir yerlerde seviliyorsun <3
33 notes · View notes
adl1bbed · 2 years
Text
Clear and Muddy Loss of Love Türkçe Çeviri
Tumblr media
Luo Nehri adı verilen doğal bir hendek, büyük toprakları ikiye böldü — kuzeyden Jing ve güneyden Wei.
Biri Çimenli Ovaların hiçbir endişesi ve kederi olmayan ‘prensi’ydi, diğeri imparatorun ayrıcalık tanıdığı meşru bir prenses.
Bir savaş, Çimenli Ovaların ‘prensini’ yetim haline getirdi. On yıl boyunca uykuda kaldı; başlangıçta dalkavuk bir yetkili olmayı ve düşman krallığını kaosa sürüklemeyi planlamıştı lakin, Chionglin ziyafetinde Fuma olarak atandı.
Bekle ve gör, yıkılmış bir krallıktan ve harap olmuş bir evden gelen bu kin borcu nasıl ödenecek.
JWQS adlı baihe(wlw) Çin romanının artık Türkçe çevirisi var!! Çevrilmiş bölümleri editleyerek buraya da yükleyeceğim. Çeviriyi ve son okumayı tek başıma yapıyorum. 
Çevirmen/editör: Adlibbed
Wattpad sayfası. Bitirdiğim en güncel bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.
Yazar: 请君莫笑 Please Don’t Laugh
Romanın jjwxc üzerindeki aslı
Toplam bölüm sayısı: 303 + 4 ekstra
Kitabın tamamını İngilizceye çeviren: meltsmelts - twitter ve tumblr 
Mutlu sonla bitiyor.
Ana karakter villain
Bir sürü isim, bölge, olay, politika ve saray entrikası 
泾渭情殇 başlığı, "Aşk erken ölür Jing ile Wei topraklarında" şeklinde de çevrilebilir.
Enemies to/and lovers
Uyarılar! 
- Ana çift arasında dört yıllık yaş farkı. Politik nedenlerle 18/14 yaşındalarken evlenmeye zorlandılar, hikaye tüm hayatlarını anlatıyor (ilişkileriyle yaklaşık on yıl geçiyor ve evliliklerinden on yıl sonra ilk seferlerini yapıyorlar)
- İki yan karakter cinsel saldırıya uğruyor, ancak bunu betimleyen sahne yok. O sahnelerde/flashback içeren bölümlerde bir uyarı olacak ama ima eden tek cümlelik bölümlerde olmayacak.
- Savaş şiddeti, kölelik, soykırım içerir
Notlar 
Bu roman tanıtımına kendi yorumumu katmak istemiyorum çünkü tarif edemem gibi geliyor. Ama ciddi ve ağır bir kurgu olduğunu, saf romantizm arayan ve bol trajediye dayanamayan kişilere göre olmadığını, ağır politik öğeler içerdiğini; romantizmin, nefretin ve intikamın da son derece kompleks işlendiğini söyleyebilirim.
Karakter listesine buradan ulaşabilirsiniz.
Aynı yazarın İngilizceye çevrilmiş diğer kitapları; FGEP, MWSL, RUZHUI
12 notes · View notes
06chrome06 · 2 years
Text
AZİZ NESİN'DEN
"Bir roman yazdım. Üç ay, geceli gündüzlü bu romana çalıştım. Dünyada herkes birbirini kandırır, yazar kısmı da kendi kendini kandırır. Başkalarına söylemeye utansam bile kendi kendime söyleyebilirim. Roman çok güzel oldu. Gazetelerden birine götürdüm.
"Biz telif roman neşretmiyoruz," dediler.
"Bir kere okuyun!"
"Ne gereği var, halk telif roman sevmiyor."
Bir kitapçıya götürdüm. Daha "Bir romanım var," der demez, "Biz yalnız tercüme romanlar basıyoruz," dedi.
Başka birine götürdüm. O da, "Tercüme varsa getirin, telif roman satılmıyor," dedi.
Nereye gittimse, hepsi birbirinin ağzına tükürmüş. Üç ay, ha babam ha, çalışıp büyük ümitlerle yazdığım roman, kimse görmeden cami kapısına bırakılacak günah çocuğu gibi elimde kaldı. O zaman aklıma geldi. Bizim arkadaşlar, kimi Fransızcadan, kimi Almancadan, kimi İngilizceden, İtalyancadan hikâyeler aparıp Johnson’u Ahmet, Martha’yı Fatma yapıyorlar; sonra kendileri yazmış gibi hikâyenin altına imzalarını çakıp dergilere veriyorlar. Ben niye sanki tersini yapmayayım?
Oturdum, romanda ne kadar Türk adı varsa değiştirdim. Amerikan ismi koydum. Elime bir yerden de New York’un planını geçirdim. Romandaki yer adları da Amerikan'ca oldu. Şimdi sıra geldi, romanın yazarına...Mark Obrien diye bir de ortaya Amerikan yazarı çıkardım.
"Yalnız çeviri roman yayımlıyoruz," diye beni tersyüz eden gazeteye romanı götürdüm. "Size Mark Obrien'den çevirdiğim bir roman getirdim," dedim.
"Çok güzel. Kim bu Mark Obrien?"
"Aaa! Bilmiyor musunuz? Ünlü Mark Obrien yahu! Kitapları bütün dünya dillerine çevrildi."
Romanı okuma gereği bile görmediler; trink paraları sayıp aldılar. Yalnız bana "Yazar ve eseri hakkında bir şeyler yaz," dediler.
Sarıldım kaleme:
"Mark Obrien'in son şaheseri: 'Strugglefor Life'
Amerika’yı yerinden oynatan bu eser bir ayda 4 milyon sattı. Bütün dünya dillerine çevrilen bu kıymetli roman, nihayet 'hayat kavgası' adıyla dilimize de çevrilmiştir."
Mark Obrien efendiye bir de hal tercümesi şişirdim, sormayın. 18 çocuklu ailenin en küçük çocuğu. Babası Philadelphia'da bir çiftçi. Oğlunu papaz yapmak istiyor. Küçük Mark, daha 14 yaşında ilahiyat profesörünün kaba etine iğne batırıp mektepten kovulmak zekâsını gösteriyor. Tıpkı birçok ünlü Amerikan yazarının hayatı gibi… Balıkçılık yapıyor. Hep bildiğiniz hikâye. Derken 40 yaşında ilk hikâyesini ‘Let Us Kiss’ dergisine gönderiyor. Dili, üslubu o kadar bozuk, anlamsız, saçma ki!
Anlayacağınız, uzun bir hal tercümesi. Bizim roman bir tutunsun. Kitapçılar, "Aman şu mark Obrien'den bir çeviri de bize yap!" diye peşime düştüler.
Mark Obrien'den tam 18 roman çevirdim. Daha da ömrüm oldukça çevireceğim. İş bununla kalmadı. Hani ünlü polis hafiyesi Jack Lammer var ya. Kitabı herkesin elinde dolaşıyor. Ondan da 6 kitap çevirdim. Son günlerde işi ilerletmiştim. Hintçeden, Çinceden bile çeviriyordum.
Bu gidişle bir zaman gelecek, Amerikan edebiyat tarihini yazacak olanlar, Türkçe romanları okumaya mecbur olacaklar. Benim de artık son umudum, Mark Obrien adıyla, Amerikan edebiyatında yer almak.
Aziz Nesin
Tumblr media
8 notes · View notes
edebiyatiturk · 11 days
Text
İlk Ceviri Roman
İlk Çeviri Roman İlk Çeviri Roman Nedir? Türk edebiyatında “ilk çeviri roman” kavramı, Batı edebiyatından Türkçeye çevrilen ilk uzun hikaye ya da romanı ifade eder. Osmanlı İmparatorluğu döneminde 19. yüzyılda başlayan Batı’ya açılma süreci, edebi alanda da kendini göstermiş ve ilk çeviri romanlar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Çeviri romanlar, Batı kültürünün ve edebi anlayışının Osmanlı…
0 notes
asuramanga2024 · 4 months
Text
Asura Manga
Çizgi roman severler için manga ve manhwa dünyası, heyecan verici hikayeler ve benzersiz karakterlerle dolu bir evrendir. Bu dünyaya erişimi daha da kolaylaştıran ve zenginleştiren Asura Manga ve Asura Scans, okuyuculara eşsiz bir deneyim sunar. Özellikle yüksek kaliteli çevirileri ve geniş içerik yelpazesi ile bilinen Asura Scans, manga ve manhwa severlerin vazgeçilmez adreslerinden biri haline gelmiştir.
Asura Manga, Asura Scans'in sunduğu geniş manga koleksiyonunu ifade eder. Bu platform, Japonya'nın en popüler manga serilerini okuyucularla buluşturur. Asura Manga, farklı türlerdeki (aksiyon, romantizm, korku, fantastik, bilim kurgu gibi) mangalarla her zevke hitap eden geniş bir arşiv sunar. Bu arşiv, okuyucuların sevdikleri hikayelere ve karakterlere ulaşmalarını kolaylaştırır. Ayrıca, Asura Manga'nın sunduğu yüksek kaliteli çeviriler, hikayelerin orijinal dilinde sahip oldukları anlam ve duyguyu koruyarak okuyuculara en iyi deneyimi sağlar.
Asura Scans ise, yalnızca Japon mangaları değil, aynı zamanda Kore manhwalarını ve Çin manhualarını da kapsayan geniş bir çeviri platformudur. Asura Scans, dünya çapındaki çizgi roman severlerin favori serilerine kolayca erişebilmeleri için sürekli olarak güncellenir ve yeni içerikler eklenir. Platformun kullanıcı dostu arayüzü, okuyucuların istedikleri serilere hızlıca ulaşmalarını sağlar. Asura Scans, yüksek kaliteli çevirileri ve düzenlemeleri ile bilinir, bu da okuyucuların hikayelerden maksimum keyif almasını sağlar.
Asura Scans'in sunduğu hizmetlerin en büyük avantajlarından biri, serilerin güncel ve sürekli olarak güncelleniyor olmasıdır. Popüler serilerin yeni bölümleri hızla çevrilir ve okuyuculara sunulur. Bu sayede, en sevilen hikayelerden geri kalmadan, sürekli olarak yeni bölümleri takip etmek mümkündür. Ayrıca, Asura Scans topluluğu, okuyucuların görüş ve önerilerini dikkate alarak hizmetlerini sürekli olarak geliştirmektedir.
1 note · View note
uzunburakefendi · 1 year
Text
.
"Düşünüyorum da, gerçek dediğin, kumların altında kalmış bir şehir gibidir. Zamanın akışıyla üstündeki kum daha da kalınlaşırsa gerçek iyice derine gömülebilir; yine zamanın akışıyla birlikte kumlar rüzgarla savrulursa, görünür hale de gelebilir."
syf.171
.
"İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine, bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. İşte bu, gerçek uyumun kökünde var olan şeydi."
syf.266
Tsukuru, tren istasyonları tasarlayan tuzu kuru bir kardeşimiz. Ciddi bir ilişkisinde sevdiği kadın ona geçmişteki travmalarını yenmesini salık veriyor. O da çocukluğuyla yüzleşmek için vaktiyle bir anda onu aralarından çıkaran ikisi erkek, ikisi kadın dört arkadaşını ziyaret etmeye, yazarın deyişiyle hac yolculuğuna çıkıyor.
En son bir Murakami romanı okumamın üzerinden -tam hatırlamıyorum- bi beş yıl filan geçmiştir. Genelde pek aram yoktur kendisiyle. Nobel mevzusunda şişirildiğini bile düşünürüm. Bu romanında da hikâye eh, anlatım güzel, arada dinlemelik şahane müzikler var. Ama bu, nazarımda sadece vakit geçirmelik bir roman olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Belki bi beş yıl sonra filan yine karşılaşırız Japonya'nın tezenesi. O zamana kadar sana Nobel mobel yok.
#harukimurakami #renksiztsukurutazakininhacyılları
#çeviri #hüseyincanerkin #doğankitap #kitap
#neokuyorum #okumakiptiladır #okumahalleri
instagram
4 notes · View notes
manga-trnet · 5 months
Text
Tumblr media
Mangatr olarak web sitemizde manga hikayeleri yaplaşıyoruz. Manga okumak, Japon kültürünün önemli bir parçası olan görsel roman türüdür. Bu tür, genellikle siyah-beyaz çizimlerle karakterlerin duygularını ve hikayelerini anlatan bir sanat formudur. Manga, geniş bir okuyucu kitlesine hitap eden çeşitli türlerde mevcuttur. Macera, romantizm, bilim kurgu, korku ve daha birçok kategoride manga bulunmaktadır.
Manga okurken, karakterlerin duygularını ve hikayelerini anlamak için çizimlere dikkat etmek önemlidir. Karakter gelişimleri, olay örgüsü ve çizim kalitesi manga deneyimini etkileyen önemli faktörlerdir. Mangatr olarak, okuyucularımıza en iyi manga deneyimini sunmak için sürekli olarak yeni içerikler eklemekte ve çeşitli türlerde manga serileri sunmaktayız.
Manga okurken dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta da çeviri kalitesidir. Doğru ve akıcı bir çeviri, okuyucuların hikayeyi tam anlamıyla kavramasını sağlar. Mangatr olarak, Türkçe manga okuyucularına en iyi çevirileri sunmak için titizlikle çalışmaktayız.
Manga oku deneyimini daha da zenginleştirmek için farklı türlerdeki mangalara şans vermek önemlidir. Romantik komedi, aksiyon, dram ve fantastik gibi farklı türlerdeki mangaları okuyarak geniş bir perspektif kazanabilir ve yeni favori seriler keşfedebilirsiniz.
Unutmayın, manga okurken zamana karşı yarışmazsınız. Her çizimi, her diyalogu keyifle okuyarak hikayenin tadını çıkarabilirsiniz. Mangatr olarak, okuyucularımıza keyifli ve sürükleyici bir manga deneyimi yaşatmayı amaçlıyoruz.
0 notes
Text
Melih Cevdet Anday / Ozan dilini aştıkça dilini, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur
Tumblr media
Yıl 1962, Melih Cevdet 47 yaşında. Anket sorularını çağrıştıran bir mülakatta şiir yaklaşımını anlatıyor, dönemin yeni şairlerinden umutlu olduğunu belirtiyor, o güne kadar takma isimle 14 roman yazdığı halde roman sanatı üstüne derinlemesine düşünmediğini söylüyor.
Bir şiiri okuyup bitirdikten sonra ne kalır elimizde?
- Elimizde bir şey kalmaz. Kimi zaman bir şiirin tümü ya da birkaç dizesi belleğimizde kalır. Ama çoğun, bunlardan daha baskın olanı, bir şiirin belleğimizde bıraktığı anıdır. Bunu bir renk anısına, bir davranış anısına benzetebiliriz. Neyin rengi, nasıl bir davranıştı unutsak da, onun yeri kalmıştır düşüncemizde, duygumuzda. Benzeri olmayan bir yer... Sonra bir gün o yer, hangi nedendense, bize kendini duyuruverir.
Her ozanın kendine özgü bir dili olması gerekli midir?
- Ozan, kendine özgü bir dil aramaz, aramamalıdır. Ozanın dili, kişiliği demektir. Kişilik nasıl aranmakla bulunmazsa, şiir dili de özenerek yaratılamaz. Aykırı görünecek ama ozan, dilini aştıkça dilini bulur, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur. Bunların ötesine geçebilmektir gerçek başarı. Kimi ozan için de özel bir dil gerekmez.
Çeviride şiiri yerlileştirmeye kalkışılmamalı
Ülkemizde şiiri başarı ile çeviren birkaç ozandan biri olarak bize şiiri iyi çevirmenin nelerle sağlanabileceğini söyler misiniz? Başka dillere çevrilen şiirlerinizden bir şikâyetiniz var mı?
- Birkaç şiir çevirdim. Bunların içinde başarılı sayılanlar varsa, bundan benim bu işi gereğince bildiğim anlamı çıkarılmamalıdır. Birkaç şiirle iyi bir ozan olunamayacağı gibi, birkaç çeviri ile de iyi bir şiir çevirmeni olunamaz. Şiir çevirme, sürekli bir çaba isteyen bir sanattır. Bu sanatın gerektirdiği yetenek ve yetkiler, belki de bir ozan olmak için gerekenden daha önemlidir. Bir yabancı dili iyi bilmek, sağlam bir şiir bilgisi ve ana dili tadı, şiir çevirme sanatının belli başlı öğeleridir. Sırası gelmişken söyleyeyim, yabancı bir dilde yazılmış bir şiiri dilimize çevirirken, onu yerlileştirmeye kalkmamalı, başka bir deyişle kendimize indirgememeliyiz. Öyle çeviriler görüyorum ki, bugün bizde yazılan şiirlerden ayırt edilemiyor. Bundan ötürü, yabancı dillerden çevrilen şiirlerin çoğu bize yeni bir şey katmıyor; tersine olarak, bizim ozanlarda, o büyük yabancı ozanların da kendileri gibi yazdıkları kanısını yerleştiriyor.
Başka dillere çevrilmiş olan şiirlerime gelince, o şiirlerin, çevrildikleri dillerde ne gibi bir etki uyandıracağını kestiremediğim için bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim.
Yeni, yetenekli, güçlü ozanlar yetişiyor
Şiirinizin bugünkü durumunu durgunlukla mı, aşamayla mı nitelendirebilirsiniz?
- Sorunuzu iyi anlayamadım. "Şiirde durgunluk" ne anlama gelir, önce bunda anlaşmak gerek. Kimi, ortaya büyük yapıtlar konsa da, şiir üzerinde keskin çatışmalar
yoksa, öyle bir dönem için "şiirde durgunluk var" diye düşünür. Kimi de, ozanlar arasındaki kavgalara, çatışmalara boş verir, büyük yapıtlar arar, bulamadı mı "şiirde durgunluk var" der. Bana kalırsa, son yıllarda şiirimizde keskin çatışmalar olmadığı gibi, gerçekten büyük yapıtlar da konmadı ortaya. Ama ben gene de şiirimizde durgunluk olduğu düşüncesinde değilim. Çünkü birbiri arkasına yeni, yetenekli, güçlü ozanlar yetişiyor, bunlar dilimizi bayıtıyor, dilimize yeni anlatım olanakları kazandırıyorlar.
Takma isimle romanlar yayımladım ama roman üstüne hiç düşünmedim
Gazetelerde takma adla romanlar yayınladığınızı biliyoruz. Kendi adınızı kullanmamanızın özel bir nedeni var mı?
- Son yıllarda 13-14 roman yazdım. Bunları da bir değil, birkaç takma adla gazetelerde yayımladım. Romancı olmaya özenmediğim için, kendi adımı kullanmadım. Romancı olmaya özenseydim, hiç çekinmez, imzamı atar, böylece de bu alanda geçireceğim acemilik döneminin bana yüklediği sorumluluktan yararlanırdım. Oysa, ben, o romanlarımın hemen hepsini seviyorum. Kendi adımla bir roman yazsaydım, onlardan daha iyi olmazdı sanırım. Ama roman üstüne hiç düşünmedim, bu bakımdan ortaya bir roman çıkarmakla, roman üstüne hangi düşüncemi yaymak istediğimi bilemem. Önemli olan da budur, birtakım öyküler düzenlemek değil...
Şiirde ekonomi nedir?
- Bu sözden, ozanın, sözcüklerini gelişigüzel değil de, miskalle kullanmasını anlatmak istiyorsanız, şiirde ekonomi, ozanın kendisine, işine, okuruna saygısı, aptallıktan, sahtelikten, zavallılıktan kaçması, bilinci, sorunu ve şiirsel anlatımı aramasıdır, diyebiliriz.
Orhan Veli’yle uçuruma yuvarlandık, ölümden döndük
Orhan Veli ile ilgili başınızdan geçen bir olayı anlatır mısınız?
- Ankara'da Baraj yolunda, bir otomobille uçurumdan yuvarlandık, ölümden kurtulduk. Otomobili ben kullanıyordum, Orhan Veli kendini bilemeyecek gibi yaralandı idi. Bu yüzden 24 saat tutuklu durdum ve Orhan Veli kendine gelince bırakıldım.
Genç ozanlar kendilerinden önceki kuşağın, kendileri için ne düşündüğünü ilgi ile izlerler. Şiirimizin bugünkü durumu ve genç ozanlar için ne düşündüğünüzü söyler misiniz?
- Bu sorunuzu adlar üzerinde yanıtlamak daha iyi olurdu. Genellemeler yanlışlıklara, yanılmalara yol açıyor. Yeni ozanlar içinde de, yeni hikâyeciler içinde de izlediğim, sevdiğim epeyce sanatçı var.
(Muazzez Menemencioğlu / 1 Eylül 1962 / Varlık)
0 notes
kitapsiparis · 1 year
Text
Saygı Duruşu, Siegfried Lenz, Ankara Eski Kitap
Her aşk  saygı duruşunu hak eder
Ankara eski kitap satın al. Eski kitaplar ara, bul. Kitap sipariş ver. En ucuz 2. el üniversite ders kitapları satış. Hediyeli 2. el kitaplar..
Pek çok kısa hikaye, ardından on iki roman, sayısız makale, radyo ve tiyatro oyunları… Bunlar bir Alman’a ait. Siegfried Lenz’e. Siegfried Lenz, bugünlerde yine gündeme geliyor, gündemin konusu on iki romanından biri olan Saygı Duruşu. Everest yayınları tarafından okuyucu için raflarda yerini alan kitabın 98 Sayfa olması bir çırpıda bitmesine olanak sağlıyor. Fakat söz konusu Lenz olunca, okuyucuda öyle uzak bir tarih değil, yakın bir tarihte tekrar ele alma ihtiyacı doğuyor. Anlatımı sade, okuyucuyu boğmayan bir Türkçe çeviri ile karşınıza çıkan eser, bu arada yeri gelmişken söylemekte yarar var; yazarın yaklaşık otuz dilde basılmış tek kitabı.
1961 Yılında Almanya’da ayrı bir konumu bulunan Bremen Edebiyat ödülüne layık görülen yazar, Die Welt gazetesinde edebiyat sorumlusu görevinden sonra kendindeki ilhamı kağıda dökmek için yazarlığa başladı. Hızlı ve emin adımlarla eserlerini İkinci Dünya Savaşında zarar gören Alman edebiyatını ayakta tutmak amacıyla üreten yazar, son olarak 2003'te Johann Wolfgang Von Goethe Altın Madalyası ile onurlandırıldı.
Ankara eski kitap satın al. Eski kitaplar ara, bul. Kitap sipariş ver. En ucuz 2. el üniversite ders kitapları satış. Hediyeli 2. el kitaplar..
Sessiz bir yastır "Saygı Duruşu"Saygı Duruşu, yazarın önemli eserleri arasında gösterilmektedir. Anlatımdaki derinliğin hesabı yoktur ve kitap, bir bilinmezin bir başka bilinmeze sürüklenişini kahramanları eşliğinde her sayfasında başka denizlere açılma hissi uyandırarak vermektedir. Bu anlatım dili yalnızca Lenz’e aittir demek bir hata olmayacağı gibi, kaleminin hakkını da vermek demektir. Çünkü, Almanlar için kitap okumamak boşluktur, Lenz okumamak ise servet kaybıdır. Siegfried Lenz, eserlerine sahip olmak için indirimdeki kitaplar avantajından yararlanabilirsiniz. Alman edebiyatına olan ilginiz varsa, size örnek bir eser olarak 98 sayfalık Saygı Duruşu’nu takdim edebiliriz. Kaskatı geçirdiğiniz bir günün huzurla sonlanması için ideal bir yapıttır.
Trajik bir sonla biten bir aşk hikayesi olan romanda, ilk aşkını kaybetmiş kişinin sessiz yasını göreceksiniz.
Ankara eski kitap satın al. Eski kitaplar ara, bul. Kitap sipariş ver. En ucuz 2. el üniversite ders kitapları satış. Hediyeli 2. el kitaplar..
0 notes
Text
Tumblr media
Bilinç akışı tekniği ustası James Joyce'un 3 kitabını ıstırap dolu bir sabırla okudum. "Ulysses" bunların en zoruydu. Dünyada bu kitabı okumaya başlayıp da sonunu getirenlerin sayısını oranlamaya çalışırsak sanırım yüzde 20'ler seviyesinde kalırdı. 700 küsur sayfa. Dublin'de geçen 24 saati anlatır. Bambaşka ve beyni yoran bir roman tekniği ile yazılmış ve çeviri açısından da büyük güçlükler oluşturmuş bir kitap. Gözlerine, belleğine ve sabrına güvenen varsa okuyabilir.
"Dublinliler" Ulysses'e kıyasla daha yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış öykü parçacıklarından oluşur. Romanda olay ve aksiyon sevenlerin tercih etmeyeceği ancak gerçek edebiyat severler ve okurlar için önemli bir kitaptır.
"Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi" bunu geçen hafta bitirdim. İki solukta bitirilebilen bir yarı biyografi kitabı. İlk iki kitaba göre çok daha sade ve akıcı. Modernizm akımın temsilcilerinden olan Joyce'un bu kitabının bazı bölümlerinde post-modernizm esintileri görülmektedir.
Sonuç olarak; bilinç akışı tekniğinin dünyadaki en önemli ustaları olarak bir değerlendirme yapmak gerekirse James Joyce benim için ilk sırada yer almaz. Bu konuda hiçbir yazar Marcel Proust'u geçemez. O bütün zamanların en iyi yazarıdır.
Şu an yeni başladığım ve maalesef çok geciktiğim bir kitap var elimde. Umberto Eco'nun Gülün Adı adlı eseri. Daha ilk sayfalarda insanı içine çekiyor. Ve hemen altını çizeceğim ilk alıntı merhaba diyor.
"Gerçeğin gücü öyledir; tıpkı iyilik gibi kendiliğinden yayılır."
10 notes · View notes