Mevsimler değişir de bütün gösterişli çiçekler terk eder parkı bahçeyi, bir tek o kalır geride hüznün, umudun ve direnişin kokusunu taşımak için. Sarıpapatya. Onunla her karşılaştığımızda melodi tadında söyleşiyoruz, yürürken eşlik ediyor hislerime. Ütopyanın tozlarını serpiyor yollara. Eksik kalan yanlarıma yerleşiyor polenleriyle ve bana duygu borcu varmış gibi gülümsüyor, gülümseyişi dünyanın yalnızlığını tedavi ediyor.
Bu küçük yolculuk bitince beton cehenneminin içinde buluyorum kendimi yeniden. Sarıpapatya turuncu ve daha sonra gittikçe grileşen bir boyuta bırakıyor beni. Vedalaşıyoruz sarıpapatyayla. Çıkmaz sokaklar karşılıyor beni. Varoluşun dilsiz muhafızları. Çıkmaz Sokaklar Örgütü ve o örgütün en azılı militanları önce ters kelepçe yapıp sonra bir çatıdan başka bir çatıya fırlatıyor bedenimi. Eski ve viran evlerdeki antenlere takılıyorum, oradan çölden yapılmış gökdelenlere, bulutlara ve sahibine ulaşamadığı için havada asılı kalmış sözcüklere. Üstüme giyiyorum o sözcükleri. Her dokunuş bir ses olarak düşüyor damlacıklar halinde; kader diye dayatılmış yoksulluklarına ve ezilmişliklerine asla itiraz etmeyen ama ırklarıyla övünen zavallı kalabalığın üstüne.
İptal edilmiş limanlar bırakıyorum ardımda. Issızlıktan yapılmış kıyılar ve gelmeyen vapurlarıyla ünlü rıhtımlardaki bekleyiş kokusu. Okyanusta fırtınanın çalkaladığı bir yük gemisi gibiyim. Dünyanın bütün suçlarını konteynerlerle taşıyan ama varacağı yeri bilmeyen bir yük gemisi. Aldım dalgaları hatalı şiirler yaptım onlardan. Bu dünyada tek bildiğim şey buydu sanırım. Nerede olursam olayım; bir kayanın üstündeysem onu yontup tozlarından yenilgiler yapıyorum. Bir trendeysem eğer geçtiğimiz bütün istasyonlara harfler bırakıp o harflerden bir veda ordusu düşlüyorum. Gülümsüyorum nedensizce o düşlerin içinde. Ben düşlerden başka hiçbir yerde gülümseyemedim.
Sonra durdum, etrafıma bakındım beton cehenneminde. Akşamı getirip koymuşlar kentin meydanına. Herkes kendi öyküsünde boğulmaktan geliyor. Akşam denen çukura dökülüyor. Ayrı yatılan odalar, ölmüş yatak odaları, kabulleniş salonları... Sabah oluyor ama çukurlaştıkça çukurlaşan akşam hâlâ devam ediyor. Bu kez yeni başlayacak olan gün devasa bir ambar kapısının gıcırdamasıyla açılıyor. Bütün hikâyesini yanına alarak geçicilik kavramının içine dökülüyor insan. Peki ya belleğin bulanık ırmağı nereye dökülür? Nereye dökülür? Bildin mi? Bir kentin çocukluğu kadar uzaktı bu sorunun cevabı. Haber alınamayan sevgilinin yüzü kadar uzaktı.
Yanıtını insanlardan alamadığım bu soruyu sarıpapatyaya soruyorum. Toprağın hediyesi sarıpapatya. “Anıların ve rüyaların ölünce gittiği yere dökülür belleğin bulanık ırmağı” diyor sarıpapatya. O yüzden onlar ölmemeli. Anılar ve rüyalar; tanrının bile terk ettiği, ıstıraplarla dolu zaman yolculuğunda kalbin son tutunuşudur. Beton, kötülük, acımasızlık, yoksulluk ve mutsuzluk tarafından kuşatılmış insanın sığınağıdır. Bir boyuttan bir boyuta savurmalar ustası olan Çıkmaz Sokaklar Örgütüne karşı direnişin kalesidir. Karıncalar, böcekler, kuş cıvıltıları, ben ve kır çiçeği sarıpapatya söyleşiyoruz başkaldırı tadında. Büyük suçlar işliyoruz. Büyük suçlar.
Sokaklarında sabahtan akşama kadar koşup oynadığımız, yürekleri sevgiyle yoğrulmuş alınları gibi ak tülbentli analarımız çağırmadan evlerimize girmediğimiz ; Soğuk beton bloklar arasında gökyüzünden,kuş seslerinden mahrum,habersiz kalmadan sıcacık kerpiç odalı, sabahın seherinde kuşların nağmeleriyle tatlı uykudan gözümüzü açtığımız evlerimiz vardı ; Evimizle sarmaş dolaş, türlü nebatlarla süslü bahçelerimiz,doğal yemişlerimiz, katkısız aşlarımız vardı ; Uçsuz bucaksız yeşilin türlü renk geçişinde çayır çimenlerle donanmış kırlarımız, renk ahengide salınan, başımıza taç,ruhumuza ilaç, aşklara ilham olan kır çiçeklerimiz, kuzularla, kuşlarla hatta bulutlarla da arkadaşlıklar kurduğumuz çocukluğumuz, güzelliklerle dolu köyümüz, sılamız vardı.
Sonra komşuluklarımız vardı ;
Emaneti HAKK'ın sahibinden bildiğimiz ; Güvenilir... Birlik beraberliği İslam'ın rehberi Muhammed ( s.a.v )'den öğrendiğimiz ; Ulvî... Atalarımızdan miras imece usûlü çalışan bileklerimiz vardı... Dumanı bacasından daha çıkmadan paylaştığımız ekmeğimiz ve aşımız, kuru ekmek, soğanla doyan karnımız, her şeyden önce bakarken doyan gözlerimiz, meydanlarında bulunan taş pınarlarından akan suları gibi berrak sözlerimiz vardı.
Ahh!... Dostluklarımız vardı bizim!....
Koca asırlık çınar gibi... Beşikten kalkıp, daha ilk adımla yürüyüp eşikten çıkınca kaynaşıp, gülüp ağladığımız, beraber düşüp kalktığımız, açılan yaralarımızı birlikte sardığımız, kekik kokulu kırlarda oturup yüreğimizde ki gizleri paylaştığımız, beraber çeyiz dizerken dostluğu da gönlümüze nakşettiğimiz, yarpuz bezeli dere kıyılarında diz boyu suya batıp omuz omuza, gönül gönüle su savaşları yaptığımız, kınalı kuzular gibi kınalanıp, Peygamber ocağında vatan için sırt sırta düşmanla çarpıştığımız, kanımızın birbirine karıştığı kan kardeşlerimiz, Cennet yolcusu arkadaş, can dostlarımız vardı. Öyleydi ya!...
Efsanelerin kıskandığı Aşklarımız vardı...
Vakur duruşlu, ceylan bakışlı , aslan yürekli gözlerine bakmaya haya ettiğimiz, ellerini tutmaya, dokunmaya kıyamadığımız yâr'imiz ; gelincik çiçeği gibi narin, naif, Gül kadar onurlu , Papatyalar gibi saf tertemiz aşklarımız vardı.
Şimdi ÖZLEM KOKAN, VUSLATI OLMAYAN O GÜNLER hasretle anılan birer mazi!.. O güzelim yaşanan günler bir düştü, çocukluk, dostluk komşuluk kapitalizme yenik düştü. Sevdalarımız, manevi değerlerimiz paha biçilmez bir hazineydi!...
İstiklâl şaarimiz Mehmet Akif Ersoy'un dediği “ Medeniyet denen tek dişi kalmış canavar. ” eti, kemiği ile hala yaşıyor ve en önemli değerlerimizi medeniyet denen düşmana kurban ederek yıllar beyhude, ömür su gibi akıp, zaman geçip gitti.
bu aşk burada biter ve ben çekip giderim. yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver. bu aşk burada biter, iyi günler sevgilim ve ben çekip giderim, bir nehir akıp gider. bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir. solarken albümlerde çocuklar ve askerler. yüzün, bir kır çiçeği gibi usulca söner. uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir. yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler. ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı! bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı, geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler. bu aşk burada biter ve ben çekip giderim. yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver. bu aşk burada biter, iyi günler sevgilim ve ben çekip giderim, bir nehir akıp gider.
“Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
'Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar.’
Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.
Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.
Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.
Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.
Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımalı dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.
Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.”