#Gelecekte ışık var
Explore tagged Tumblr posts
Text
Umut alevlendi 🔥😂😂
Karanlıklar aydınlanıyor, Nisan çok mu güzel yoksa ben mi aşığım 😋😅❤️🤍🇹🇷🇹🇷🇹🇷
139 notes
·
View notes
Text
**Savaş ve Çocuklar**
Kaosun ortasında, çocuklar ağlar,
Kaybedilen masumiyet, giden hayaller.
Patlamalar ve çığlıklar, karanlık bir sahne,
Umut akar, bir nehir gibi.
Oyunlar yarıda kalmış, gülüşler susmuş,
Korkulu bakışlar, kırılmış kalpler.
Savaş acımasızca çocukluğu çalar,
İzler bırakır, acı gerçekler.
Küçük ayaklar koşar, sığınak arar,
Bir dünyada, barış bir eski mit gibi.
Titreyen eller, kalan inanca tutunur,
Belirsiz bir gelecekte, acının dalgası.
Ama karanlıkta bile, parlayan bir ışık var,
Çocukların direnci, hayranlık uyandıran bir güç.
Korku ya da acı olmayan bir yarını hayal ederler,
Büyüyebilecekleri, sevgi dolu bir dünya.
Her gün doğumunda hatırlamalıyız,
Çocukların acı çekmeden yaşamayı hak ettiğini.
Ve barışın, savaşın ve yıkımın üstesinden gelmesini,
Çocukların her ulusta gülebilmesi için.
**الحرب والأطفال**
في خضم الفوضى، يبكي الأطفال،
براءة مفقودة، أحلام تتلاشى.
انفجارات وصراخ، مشهد مظلم،
حيث يتلاشى الأمل، كالنهر.
ألعاب مقطوعة، ضحكات صامتة،
نظرات خائفة، قلوب مكسورة.
تسلب الحرب الطفولة بلا رحمة،
تترك ندوبًا، حقيقة حزينة.
أقدام صغيرة تركض، تبحث عن ملجأ،
في عالم حيث السلام أسطورة قديمة.
أيدٍ مرتجفة تمسك بما تبقى من الإيمان،
في مستقبل غير مؤكد، حيث الألم هو الموجة.
لكن حتى في الظلام، هناك نور يسطع،
صلابة الأطفال، قوة تبهر.
يحلمون بغدٍ بلا خوف أو ألم،
حيث يمكنهم النمو، في عالم مليء بالحب.
علينا أن نتذكر، في كل فجر،
أن الأطفال يستحقون العيش بلا معاناة.
وأن يسود السلام على الحرب والدمار،
لكي يتمكن الأطفال من الابتسام، في كل أمة.🤲
9 notes
·
View notes
Text
Bir sıkışıklık hali
Hani bazen insana bie sıkışıklık hali çöker, göndermesi gereken e-postaları bile öteledikçe öteler, gönderemez. Yazsa bile eli göndermeye gitmez, veyahut bir işi son gününe kadar tamamlayamaz ya, tam da o karışıklık ve sıkışıklık içindeyim. Kimilerine göre bu öteleme veya tembellik olarak da tanımlanabilir. Ancak benim durumum farklı.
Daima işini en iyi şekilde ve hızlıca yapan ben, tarif edemediğim bir üzüntü ve endişe hali içerisindeyim. Durduk yere kaygılar kafamı bulandırıyor ve yapmam gereken işler canımı sıkıyor. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Tüm bu anlamlandıramadığım his bulutunun içine yalnızlığın da girmesi.
Gerçek hayatımda bu blogumu bilen olmadığı için rahatça, dilediğim gibi yazabilirim. Kendimi çok yalnız ve gelecekte de daima böyle sürecekmiş gibi hissediyorum. Hiçbir zaman sevilmediğimi düşünüyorum. Çünkü kendimi bildim bileli tek bir insandan bile herhangi duygusal bir teklif almadım. Oysa ben hayatım boyunca gerçek anlamda hoşlandığım iki kişi için neler yapmazdım ki. Birisi hikâye, bir diğeri ise yalnızca işi düştüğü zaman yazacak sıradan biriymiş.
Çorba gibi bir yazı olduğunun farkındayım, o yüzden toparlayayım. İçinde bulunduğum bu puslu durumdan bir çıkış yolu, bir ışık arıyorum. Geleceğimin teminatı olan yaratıcılığımın tam da ihtiyacım olduğu zaman ortalarda olmayışı beni ayrıca karanlığa sürüklüyor. Gecenin bu saatinde, 05.27’de bu yazıyı bana yazdıran şeylerin bir an önce gitmesi ve en kısa sürede güneşli, güzel bir güne uyanabilmek dileğiyle. Pes etmek lügatımda yok, tam aksine, beni dibe çeken şeyleri pes ettirmek var.
3 notes
·
View notes
Text
ZAMAN BİR İLLÜZYONDUR.
-Bu yazıya başlamadan önce birkaç şeyi açıklığa kavuşturmak istiyorum:
3D = "mevcut" gerçekliğiniz. "zaman" ile işleyen "bilinçli" gerçekliğiniz
4D = gerçek gerçekliğiniz. "zaman" ile işlemeyen, "bilinçaltı" gerçekliğiniz.
4D >> 3D, 3D, 4D'nin oluştuğu şeyin, çekirdek inancın bir yansımasından başka bir şey değildir.
zamanın neden gerçek olmadığına dair birkaç örnekle başlayacağım. zaman sadece insanların günlük aktivitelerini yönetmek için yarattıkları bir icattır. zaman sadece bir icattır. gerçek değildir.
ODA VE ÇATI.
bir oda hayal etmenizi istiyorum. kapısı olmayan bir oda, sadece küçük kare şeklinde bir penceresi var, pencerenin dışında bir alanı görebiliyorsunuz, pencerenin dışına odaklanıp yürüyen insanları görüyorsunuz, ilk kişi 40'lı yaşlarının sonunda işe giden yaşlı bir adam. o yürürken çerçevenin içinde ve dışında yürüdüğünü görüyorsunuz, şimdiki ve gelecekteki varlığını kaydediyorsunuz,
saniyeler sonra 20'li yaşlarında bir kadın kare şeklindeki pencerenin önünden geçti, onun varlığını yine şimdiki zamanda (pencerenin önünden geçerken) ve gelecekte (pencerenin çerçevesinin dışına doğru yürümeye devam etti) kaydettiniz
Birkaç saniye sonra, kare şeklindeki pencerenin önünden genç bir kız geçti, kadın ve adamı takip ederek alanın sonuna doğru yürümeden önce onun varlığını şimdiki ve gelecek zamanda kaydettiniz.
Şimdi her şeyi sadece şimdiki ve gelecek zamanda görüyorsunuz, doğru mu?
bulunduğunuz odanın çatısında duran birini hayal edin, yaşlı adam, kadın ve genç kızın hangi zaman kipinde yürüdüklerine tanık olurlardı? hepsini şimdiki zamanda görürlerdi.
UZAY VE YASALARI.
uzay hakkinda duyduğum en akil almaz teori̇lerden bi̇ri̇ (tezahür ve varsayim yasasiyla i̇li̇şki̇lendi̇rmeden önce) uzayda gördüğümüz her şey geçmi̇ş zamandayken bi̇zi̇m şi̇mdi̇ki̇ zamanda görmemi̇zdi̇r.
Geceleri gördüğünüz tüm yıldızlar, keşfedilen tüm kara delikler ve bir milyar ışık yılı uzaklıktaki gezegenlerden farklı evrenlerin çarpışmalarına kadar birçok uzay fenomeni geçmiş zamandadır. gördüğünüz her şey geçmiş zamandadır.
Bizim evrenimize ulaşan ve teknolojimizle görüntüleyebildiğimiz bazı evrenlerin çarpışmaları milyarlarca ışık yılı önce gerçekleşmiş çarpışmalardır. ve biz onları şimdi, şimdiki zamanda görebiliyoruz.
verebileceğim en basit örneklerden biri güneş ışığıdır, güneş ışığının güneşten dünyaya ulaşması yaklaşık sekiz dakika sürer, bizim "güneş ışığı" olarak gördüğümüz ve hissettiğimiz şey geçmişe aittir.
Evrenin görüntüsünün ve şeklinin bize ulaşması, bizim şimdiki zamanımıza ulaşması milyarlarca ışık yılı ald��.
zamanin varliği sadece bi̇r fi̇ki̇rdi̇r, "zaman "in kendi̇si̇ -daha önce de beli̇rti̇ldi̇ği̇ gi̇bi̇- i̇nsanoğlunun faali̇yetleri̇ni̇ yönetmek i̇çi̇n i̇cat etti̇ği̇ bi̇r şeydi̇r.
CIVA ÜZERİNDE YAŞAM
civa i̇le dünya arasindaki̇ en büyük ve en beli̇rgi̇n fark zamandir.
dünyanin bi̇r "günü" 24 saatten oluşurken, civa'nin bi̇r "günü" 1,408 saatten oluşmaktadir.
Bu üçüncü örnekte, kendinizi ve bir kardeşinizi, arkadaşınızı ya da istediğiniz herhangi bir kişiyi hayal etmenizi istiyorum.
İkiniz de 2000 yılının aynı tarihinde, 1 Temmuz, saat 12:00'de doğdunuz.
dünya ve merkür arasindaki̇ bari̇z zaman farki her i̇ki̇ni̇zi̇n de "yaşlanma süreleri̇ni̇" etki̇leyecekti̇r
Eğer dünyada kalsaydınız, normal bir şekilde yaşlanır ve diğer kişinin cıvada yaşaması durumunda yaşayacağı şeylere kıyasla sağlıklı bir hayat yaşardınız,
eğer i̇ki̇nci̇ ki̇şi̇ civa'da yaşiyor olsaydi - i̇ki̇nci̇ ki̇şi̇ dünyaya geldi̇ği̇nde ve si̇zi̇nle karşilaştirildiğinda şüphesi̇z si̇zden çok daha genç olurdu.
Zaman cıvada dünyadakinden çok daha yavaş olduğu için, ikinci kişi daha yavaş yaşlanacaktır,
- Bunun tezahür ettirme ile ne ilgisi var?
bi̇li̇nçli̇ zi̇hni̇ni̇zi̇ kullanirken beş duyunuzla algiladiğiniz mevcut gerçekli̇ği̇ni̇z, zaman i̇le bi̇le i̇şlemeyen bi̇li̇nçalti zi̇hni̇ni̇zle kiyaslandiğinda hi̇çbi̇r şey deği̇ldi̇r.
bi̇li̇nçalti zi̇hni̇ni̇z ayni anda her üç zamanda da yaşar, bi̇li̇nçalti zi̇hni̇ni̇z i̇çi̇n "zaman" bi̇le yoktur.
Belirli bir arzuyu onayladığınızda ve bu arzuda ısrar ettiğinizde, bilinçaltınıza bu arzuya sahip olduğunuzu emrettiğinizde. istediğiniz bu belirli şeye sahip olduğunuzu söylediğinizde, bilinçaltınız bunu sorgulamaz.
Çünkü bilinçaltı zihniniz kendisine verileni kabul eder. bilinçli zihniniz gibi beş duyu ile yaşamaz. her gün beslediğiniz düşüncelerden beslenir, her şeyi kabul eder. çünkü zamana ya da mevcut gerçekliğinizi algıladığınız beş duyuya bağlı değildir.
bilinçaltı zihninizi kendi yararınıza kullanın, o güçlüdür. istediğiniz her şeyi gerçeğe dönüştürür. 4B'nizde düşünebildiğiniz her şeyi anında 3B'nizde tezahür ettirebilirsiniz. eğer size köle olan bilinçaltı zihninize giren ve onu doyuran şey buysa, o zaman sizi engelleyen nedir?
©®; @miss-neptune
1 note
·
View note
Text
Bölüm 284: İçtenlikle söylenen sözler, Jing ile Wei arasında verilen bir söz
Nangong Jingnu’nun içinde bununla ilgili çok kötü bir his vardı. Ordu hassastı ve benzeri görülmemiş bir durum içindelerdi. Luo Nehri sadece iki ay içerisinde tamamen donacak, doğal hendek iklimden dolayı dümdüz bir kara uzantısı gibi olacaktı. Zapt edici güç olacak bu seksen bin kişilik orduyu da kaybederlerse… Luo’nun kuzeyinde gerçekten bir şeyler yaşanıyorsa sonuçları hayal edilemeyecek kadar korkunç olurdu.
Meclis daha yeni kendine geliyordu ve en sonunda Baş General Beyi sakinleşmişti. Luo’nun kuzeyi bir daha kesinlikle başlarına sorun açmamalıydı.
Nangong Jingnu sessiz bir iç çekmekten kendini alamadı. Sahiden de yeterince hünerli değil miydi acaba? Şöyle bir bakınca tahta çıktığından beri dahili sorunlar ve harici tehlikeler dur durak bilmeden gündeme gelmişti. Tahtı elde etmişti ama, durmadan bir şeyler yitiriyordu…
Özgürlüğünü, mutluluğunu ve ailesini yitirmişti… Gelecekte elinde ne kalacak, sahiden bilmiyordu.
Yüksekteki koltukta oturan kadın imparatorun yüzündeki kasvetli ifadeyi gören meclis yetkilileri bu raporda iyi haberler olmadığını anladı. Ağızlarını kapalı tutarak ondan bir cevap beklemeye koyuldular.
Nangong Jingnu bir an durup düşündükten sonra, “Bakanlardan bildirecek raporu olan var mı?” dedi.
“…”
Nangong Jingnu: “Bildirilecek rapor kalmadıysa meclis dağılmıştır. Maliye Bakanı, Savaş Bakanı, Çalışma Bakanı ve Komutan burada kalsın. Diğerleri çıkabilir.”
Kalabalık: “On binlerce seneye denk imparatorumuz, çok yaşa.”
… …
Kalabalık ortamı terk ettiğinde Nangong Jingnu adamlarına meclis salonunun büyük kapılarını kapatmalarını emretti. On altı hadım iş birliği içerisinde kapıları kapattı. Gürültülü bir “tak” sesiyle meclis salonuna giren ışık büyük ölçüde kesilmiş oldu. Nangong Jingnu raporu yanındaki bir hadıma uzattı. “Bunu gözden geçirmeleri için bakanlara ilet, sonra sen de çıkabilirsin. Kapıların ardında nöbet tut, benim emrim olmadan büyük salondan otuz adım mesafeye kadar kimse adımını atmayacak.”
Hadım eğilerek karşılık verdi, ardından raporu iki eliyle teslim aldı. Yetkililer arasında en yüksek rütbeli kişi olan Komutan Gongyang Huai’ye verdi, ardından gerisin geri ikincil kapıdan meclis salonunu terk etti.
Raporu okuduğunda Gongyang Huai büyük bir şoka uğramıştı. Kağıdı diğer kişilere uzattı. Nangong Jingnu bir süre bekledi. Herkes raporu bir kez okumayı bitirdiğinde kısık bir sesle, “Bu rapor hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Maliye Bakanı’nın aklına ilk gelen halkın geçimi oldu. İlk o öne çıkıp cevap verdi. “Majestelerine bildiriyorum, bu yetkili önce orduyu karantinaya almayı, sonra da oraya yakın konumdaki hekimleri askerleri muayene etmek üzere ordunun yanına göndermeyi teklif ediyor. Ayrıca vebanın geniş çapta yayılmasını önlemek için uygun önlemler alınmalı.”
Nangong Jingnu “mm”ladı, ardından bakışlarını Savaş Bakanı Qin De’ye çevirdi. Qi Yan’ın eski öğrencisi farklı bir görüş dile getirebilecek mi, duymak istiyordu.
Kadın imparatorun bakışlarını sezen Qin De başını eğip bir an düşündü, ardından öne çıkıp yanıtladı. “Majestelerine bildiriyorum, bu yetkili ‘bu işin içinde bir iş olduğunu’ düşünüyor. İçinde olduğumuz ayda Luo’nun kuzeyi çoktan sonbaharın sonlarına geldi, yani havalar oldukça soğumuştur. Veba salgınının patlak vereceği bir mevsimde değiliz. Kaldı ki geçmişte yaşanan benzer olayların gösterdiği üzere… garnizon birliklerinin içinde nadiren salgın hastalık yaşanır. Yaşansa bile o kadar kısa sürede öyle çok yayılmaz. Bu sebeple bu yetkili… raporun doğruluğundan şüphe ediyor.”
Vekil Çalışma Bakanı: "Bu yetkili bunun sahiden ciddi bir mesele olduğu kanaatinde. Luo’nun güneyinin Genel Valisi imparatoru kandırmaya cüret edemez, bundan ötürü rapor hakiki olmalı.”
Qin De: “Luo’nun güneyinin Genel Valisi yalan rapor yolladı demek istemedim, kastettiğim daha çok… mevzunun veba olmayabileceği.”
Gongyang Huai: “Majestelerine bildiriyorum, bu yetkilinin fikrince efendilerin hepsinin dediklerinde haklılık payı var. Vebanın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını tartışmadan evvel asıl önceliğimiz gerekli önlemleri almak. Haberin doğruluğuna gelince… Bu yetkili bir an evvel imparatorluk hekimlerinden oluşan bir ekibi inceleme için Luo’nun güneyine götürecek bir imparatorluk elçisi görevlendirmeyi öneriyor. Kararı ondan sonra veririz.”
Nangong Jingnu başıyla onayladı, içi rahatlamıştı. Tahta çıkışından beri doğal ve beşeri felaketler dur durak bilmediyse de neyse ki gökler ona karşı hamle yapacak alanı tanımıştı. Yanında hâlâ ona yol gösteren ölümüne sadık ve olağanüstü derecede zeki meclis yetkilileri vardı. “Maliye Bakanlığı bu sene güz hasadında ne kadar gümüş topladı?”
Maliye Bakanı: “Majestelerine bildiriyorum, bu ihtiyar yetkili yanlış hatırlamıyorsa Maliye Bakanlığı düne kadar çeşitli vilayetlerden toplamda üç milyon yüz elli bin liang ile birlikte bir milyon sekiz yüz elli bin çuval tahıl ve üç bin beş yüz yaprak ipek topladı. Toplam para miktarı bu sayıdan daha yüksek. Uzaktaki birkaç ilçenin vergi olarak ödediği gümüş henüz başkente gelmek üzere yolda. Her ne kadar Majestelerinin tahta çıkışından sonraki üç yıldır doğal afetler başımıza sorun açmış olsa da Majesteleri tüm krallığı vergilerden muaf tutup halka dinlenip yaralarını saracak fırsat tanıyarak bilge bir karar verdi. Üç senenin ardından nihayet meyvelerini yiyoruz. Bu yılki vergi geliri son derece iyi. Huainan’ın geri alınışını takiben seneye vergi geliri daha da iyi olacak!”
Nangong Jingnu: “Halk pazarında güncel tahıl fiyatları nasıl?”
Maliye Bakanı durup düşünmeye gerek duymadan cevapladı. “Majesteleri, başkent topraklarında tahıl fiyatları, çuval başına sekiz yüz bakır para şeklinde. Huainan, Zheguang ve Minnan gibi tarım ve balıkçılık diyarlarında daha da ucuz. Çuvalı yaklaşık dört yüz bakır ve diğer ilçelerde aşağı yukarı altı yüz bakır.”
Maliye Bakanı’nın cevabı Nangong Jingnu’yu tatmin etmişti. Biraz düşündükten sonra, “Krallık haznesinde ihtiyaç fazlası tahıl var mı?” diye sordu.
Maliye Bakanı: “Bu sene hazneye girenleri saymazsak yaklaşık üç milyon beş bin çuval tahıl var. Meclise yetecek kadar var.”
Nangong Jingnu: “Öyleyse bu sene toplanan yeni tahılı krallık deposunda saklayın ve ambardaki o iki milyon çuval tahılı başkent topraklarındaki imparatorluk tahıl ambarlarına dağıtın. Her tahıl çuvalına altı yüz bakır fiyat biçin. Ben sana bir de dört yüz bin liang gümüş tahsis edeceğim, Huainan’a git ve benim için bir milyon çuval tahılı geri satın al.”
Maliye Bakanı bir anlığına teredd��t ettikten sonra, “Majesteleri… evet, uygun fiyata alıp daha yüksek bir fiyata satarak kâr etmiş oluruz, ama başkentten tahıl üretiminin yapıldığı o vilayete olan yol fazlasıyla uzak. Yolculukta tüketilecek tahılları ve hayvanlara yem yapılacak miktarı düşününce bu gidiş-dönüşten hiç kâr etmemiş olacağız.” diye yanıtladı.
Nangong Jingnu hafifçe güldü. “Biliyorum. Eğer bu yöntem işe yararsa topraklarımızda sefalet çeken kimse kalmayacak. Ama sorun şu ki krallık haznesindeki tahıl, üç yıldan fazladır bekleyen bayat pirinçten ibaret. Daha fazla depoda kalırsa küflenebilir, neden halk da faydalansın diye birazını dağıtmayalım ki? Bayat pirinç olsa da nispeten ucuz bir fiyatta olacak ve diğer satıcılarla yarışa girmemiş olacak. Huainan daha yeni afet atlattı. Oradaki yerlilerin kendilerine bir şey almak için gerek duydukları şey tahıl değil, gümüş. Meclis pirinç satın almak için bir pay gümüş getirirse hem krallık depo sorununu çözmüş hem de Huainan halkı üzerindeki baskıyı hafifletmiş olur.”
Maliye Bakanı bir anda aydınlanma yaşamıştı. Bakışlarından hayranlık okunuyordu. “Majesteleri ileri görüşlü, kalbinde ve aklındaki hep krallık ve halkı. Bu yetkili hayranlık duydu.”
Nangong Jingnu: “Çalışma Bakanı.”
Çalışma Bakanı: “Buyurun.”
Nangong Jingnu: “Sana bir sorum olacak, Luo Nehri’nin güney kıyısında bin mil boyu uzanacak bir savunma duvarı inşa edecek olsak ne kadar gümüş gerekir?”
Çalışma Bakanı bir anlığına şaşıp kaldı, sonrasında dikkatlice yanıtladı. “Majestelerine bildiriyorum… bu yetkili şu anda kesin bir sayı veremez. Bu yetkilinin Çalışma Bakanlığına gidip bir takımla bunu masaya yatırıp hesaplaması gerek. Ama yeterli gümüş varsa bile… tek bir günde gerçekleşebilecek bir şey değil, en azından bu yıl içinde bitmez. Çoktan onuncu aya geldik, hızla Luo’nun güneyine gitmek de en az bir ayımızı alır. O zamana Luo’nun güneyine kış çökmüş olur ve topraklar tamamıyla donar. Donmuş topraklarda herhangi bir inşaat yürütmek zorlu olur. Ayrıyeten inşa projeleri için göz önünde bulundurulması gereken tek şey iklim değil. Arazi yapısını da düşünmeliyiz. Her ne kadar Luo Nehri son yıllarda bir nebze sakin olsa da birkaç yılda bir sel basıyor. Bu yetkili inşaat bitirilemeden… Luo Nehri’nin taşıp tüm o emekleri de beraberinde götürmesinden endişeli. Bu yetkilinin fikrince… Majesteleri onca gümüşü boşa harcamasa daha iyi.”
Bunları duyduktan sonra Nangong Jingnu kalbinin biraz sıkıştığını hissetti. Akabinde Gongyang Huai’ye, “Ben… elli bin kişilik bir orduyu ve imparatorluk hekimlerinden oluşan bir ekibi emrine vereceğim. En azından bu kış boyunca Luo’nun güneyine garnizon kuracak cesaretin var mı?” dedi.
Gongyang Huai: “Majesteleri ne demek istiyor?”
Nangong Jingnu: “Luo Nehri bir kez buz tutunca Çimenli Ovalar halkının ordularını güneye sürmesinden korkuyorum. Önlem almak her zaman için iyidir.”
Gongyang Huai cübbesini yayarak yere diz çöktü. “Bu yetkili son nefesine dek Luo’nun güneyini savunmak için gücü dahilindeki her şeyi yapacak!”
Nangong Jingnu: “Senden ordunun başındaki kişiye saldırmanı veya bir savaş için yola çıkmanı istiyor değilim, sadece arazi yapısını avantajına kullanarak buz tutmuş nehir baharda tekrar çözülene kadar Luo’nun güneyini savunmanı istiyorum. Çimenli Ovalar halkı yırtıcıdır ve askeri kampta soruna yol açan bir veba salgını var. Düşmanlık başlatmak akıllıca olmaz. Zaten meclisin de uzun bir savaş sürdürecek kaynakları yok, o yüzden yapman gereken şey yalnızca savunmak. Savaş başlayacak gibi olursa Çimenli Ovalar halkının Luo Nehri’nden öteye tek bir adım atmasına dahi izin verme. Bunu başarabilir misin?”
Gongyang Huai: “Bu yetkili denemeye hazır!”
Nangong Jingnu: “Pekala.”
… …
Meclis toplantısının ardından şimdi vakit öğlen olmuştu. Nangong Jingnu Qi Yan’ın sevdiği birkaç yemeğin imparatorluk mutfağından getirilmesini emretti, ardından elinde yemek kutular��yla sarayın yasaklı kısmının yolunu tuttu.
Tam da zamanında gelmişti. Gu Rolan yasaklı bölgede daha yeni buharda pirinç pişirmiş, öğle yemeğinde ikincil yemek olarak birkaç şeyi wok’ta karıştırarak kızartmaya hazırlanıyordu.
Nangong Jingnu yemek kutularını masaya bıraktı. “Rolan meizi, daha fazla zahmet etme, yanımda bunları getirdim. Bunlarla öğle yemeğimizi yeriz.”
Gu Rolan’ın yüz ifadesi hafiften değişti. Her ne kadar Qi Yan’ın yeminli kardeşi olmuşsa da statüsünün farkındaydı. Nangong Jingnu ile aynı masada yemeye cüret edemezdi.
Gu Rolan: “Majestelerine çok teşekkürler, bu alelade kadın pirinci servis etsin hemen. Ama… bu sabah birkaç kâse ekstradan lapa yemiştim, daha karnım acıkmadı. Majesteleri da-ge ile sofraya buyursun.”
Qi Yan Nangong Jingnu’nun bir şey demesine gerek kalmadan, “Sorun yok, senin payını ayırırız,” dedi.
Gu Rolan üzerinden devasa bir yük kalkmış gibi Qi Yan’a minnet dolu bir bakış attı, ardından gerisin geri çıktı.
Nangong Jingnu: “Rolan meizi benden o kadar mı korkuyor?”
Qi Yan gülümseyerek dedi ki, “İmparatorun kudretinden kim korkmaz ki? Kendi haline bırak, kendini rahat hissetsin hem.”
Qi Yan’a bakarken Nangong Jingnu içten içe bayram ediyordu: tahta çıkışından sonra kendini pek bir şey hissetmese de çevresindeki insanlar hareketleriyle ona sürekli “artık her şeyin değiştiğini” hissettirmişti. Nangong Jingnu neredeyse hiçbir zaman havalara girmezdi, prenseslik zamanlarında Qiuju ve Chuntao da onunla aynı sofradan yemek yerlerdi. Çevresinde fazlaca insan olduğunda günleri daha hayat dolu geçiyordu, iştahı da açık oluyordu.
Ama tahta çıkışından beri onunla doğal bir şekilde yemek yiyen bir tek Qi Yan kalmıştı.
Nangong Jingnu Qi Yan’a büyük bir minnet duyuyordu. Hitaplar konusunda inatçılığını sürdürse de, yanındayken yaşattığı o doğallık hissi Nangong Jingnu için çok kıymetliydi.
Qi Yan yemekleri saklama kaplarından çıkardı, ardından boş bir tabak ve iki çift yemek çubuğu getirdi. Tabağa her yemekten biraz koydu, sonra bir kâseye de pilav koydu. Nangong Jingnu’ya gülümsedi. “Majesteleri, hemen geliyorum.”
Qi Yan yemeği Gu Rolan’a götürüp hemen geri döndü. Sonra gördü ki Nangong Jingnu çoktan ona pilav koymuştu. “Majestelerine teşekkürler.”
Nangong Jingnu Qi Yan’ın sevdiği nilüfer kökünden tabağına bir parça koydu. “Biraz daha al.”
Qi Yan bir ısırık aldı ve övgüyle, “Leziz,” dedi.
Qi Yan’ın beğendiğini görünce Nangong Jingnu da sevinmişti. Ara sıra Qi Yan’ın tabağına ilavede bulunuyor, Qi Yan ise doğal bir tavırla kabul edip tadını çıkarıyordu.
Hoş bir atmosfer içinde yemeklerini yediler. Qi Yan kâseleri ve yemek çubuklarını götürdükten sonra Nangong Jingnu’nun yanına, yatak odasına geldi.
Nangong Jingnu: “Youhe son zamanlarda kendini çok daha iyi hissediyor, ama yine de her gece Yuxiao’nun onu teskin ederek uyutması gerekiyor.”
Qi Yan: “Youhe ve Yuxiao’nun yakın olmaları güzel, ne de olsa buralarda Yuxiao’nun yaşlarında kız yok hiç. Youhe’yi Yuxiao’nun himayesine vermek Yuxiao’nun mizacını da yumuşatır hem. Sürekli o oğlanlarla vakit geçirerek hoyrat tavırlar benimsememiş olur.”
Nangong Jingnu’nun yüzünde güzel bir tebessüm açtı. “Demek kızının her zamanki halinden haberin vardı?”
Qi Yan: “Arada bir sınıf arkadaşlarının kafalarını morartmasından başka bir suçu yok ki, değil mi?”
Nangong Jingnu: “Burada aklı başında olacak olan sensin ha.”
Qi Yan biraz gülümsedi, ardından Nangong Jingnu biraz daha Yuxiao’dan bahsetti. Qi Yan anlatılanları dinledikten sonra, “Majesteleri… Bu kul Xiao-Die ile görüşebilir mi?” dedi.
Nangong Jingnu bir an düşündükten sonra, “Bir süre bekle, er-jie’ye saraya davet yollayayım, yanında Xiao-Die’yi de getirsin,” diye yanıtladı.
Qi Yan Nangong Jingnu’nun narin elini tuttu. Göğsünün önüne getirdi ve tüm samimiyetiyle minnettarlık duyarak, “Majestelerine teşekkürler,” dedi.
Nangong Jingnu: “Fikrini almak istediğim bir mesele daha var.”
Qi Yan: “Mm.”
Ardından Nangong Jingnu Qi Yan’a rapordan bahsetti ve dedi ki, “Gongyang Huai’yi Luo’nun güneyine elli bin kişilik bir ordu sürmekle vazifelendirdim, kaybedilen askerlerin yerine geçecek ve bu kış Luo’nun güneyini koruyacaklar. Ne de olsa aralarında doğal bir hendek var. Önümüzdeki bahar Luo Nehri’nin buzu çözüldüğünde meclisin kafası bir sene daha rahat edebilecek. Bu yılki vergi geliri gayet iç açıcı, bu üç beş yıl daha böyle devam ederse geriye korkacak hiçbir şey kalmaz. Krallıktaki tüm sondaj alanlarını, imparatorluk ordusunu ve başkentin devriye taburunu saydığımızda aşağı yukarı sekiz yüz bin askerimiz var. Ama krallık haznesi son birkaç yıldır dibi görmüştü, o yüzden hakiki bir savaşa askeri kaynak yetiremem. Bana üç yıl gerek… You vilayeti ordusu gerçekten de isyan çıkarma niyetindeyse bile o zamana meclisin korkacak bir şeyi kalmamış olacak.”
Qi Yan: “Majesteleri veba konusuna dair Luo’nun güney kıyısının oralardaki diğer yerel yetkililerden de rapor aldı mı hiç?”
Nangong Jingnu başını iki yana salladı.
Qi Yan gözlerini kıstı. “Durum buysa, bu işin içinde bir iş var.”
Nangong Jingnu: “Haklısın, ben de bu meselenin doğal yollarla oluşmadığından şüpheleniyorum. Ama… ordunun genel ruh halini kötü etkileyeceğinden korktum. O yüzden meclis yetkililerine söylemedim.”
Qi Yan: “Veba korkunç bir hastalık olabilir ama o kadar kısa sürede onca ölüme de sebebiyet veremez. Bu kulun tahminince… ordu dışarıdan bir güç tarafından zehirlenmiş olabilir.”
Nangong Jingnu: “Zehirlenmek mi? Böyle hamlelerden bahsediyorsak o kadının parmağı olabilir mi?”
Qi Yan: “En azından öyle şeyler yapmaya Bayin ve Jiya’nın gücü yetmez. Tek başına onca zayiata sebep olabilmek anca önceki hanedanın prensesinin kabiliyeti, tıbbi yetenekleri ve maddi gücüyle mümkün olabilir.”
Nangong Jingnu soğuk bir tonda güldü. “Böylece intikam alıyor, değil mi? Ben ona cömertlik ettim, o ise karşılığında bana ‘böylesine harika bir hediye’ bahşetti! Ama o da iyiymiş, en azından hangi konumda olduğunu ifşa etmiş oldu. Adamlarımı derhal Luo’nun güney kıyısında arama yapmaya yollayacağım. Yine onu bulmakta başarısız olacağımıza inanmıyorum.”
Ama Qi Yan Nangong Jingnu kadar iyimser yaklaşamıyordu. Bir an süren sessizlikten sonra, “Korkarım ki onu Luo’nun güneyinde bulmak artık mümkün olmayabilir,” diye karşılık verdi.
Nangong Jingnu: “Niye?”
Qi Yan: “Bu ‘veba’ salgınının üstünden epey vakit geçmiş olması bir yana, bu kul önceki hanedanın prensesini tanıyorsa çok dikkatli ve temkinli bir insandır. On binlerce insan üzerinden, ki bu durumda bir avuç insan sayılır, kendi izini ifşa etmesine imkan yok. Majesteleri zaten arama emri çıkardı, yani artık saklanacak bir yeri kalmadı. O yüzden meclisin daha az kontrol sahibi olduğu bir bölge olan Luo Nehri’nin kuzeyine kaçması olası. Eğer bu kul yanılmıyorsa çoktan Luo Nehri’ni geçmiş ve kuzeye kaçmış olabilir.”
Nangong Jingnu: “Jiya ile önceki hanedanın prensesi güçlerini birleştirmiş olabilir mi?”
Qi Yan: “Önceki hanedanın prensesi daha önceden Luo’nun kuzeyine gitmişti. Zamanında göğsümdeki dövmenin anlamını bir bakışta tanımıştı, ki bu da Çimenli Ovalar hakkındaki bilgisinin derinliğini gösterir. Kaldı ki… Önceden Bayin’in hayatını kurtardı. Bayin bana bir boğa sinyal düdüğü vermişti, ama yanımda başkente getirmem uygun olmaz diye önceki hanedanın prensesine bırakmıştım. Bu kul Baş Cariye Ya’yı geri başkente getirmek için Luo’nun kuzeyine gittiğinde Bayin o boğa sinyal düdüğünü bana tekrar ulaştırdı. Bu da önceki hanedanın prensesinin daha önce elinde o eşyayla Bayin’i görmeye gittiğini gösteriyor. Bayin kendisine yapılan iyiliği karşılıksız bırakmayan biridir. Önceki hanedanın prensesi vaktiyle onun hayatını kurtardı, Bayin bu iyiliğin karşılığını verecektir.”
Nangong Jingnu: “…Bayin önceki hanedanın prensesinin teşvikine gelip isyana mı kalkışacak?”
Qi Yan: “Bunu öngörmek zor. Ama en korkunç olan nokta önceki hanedanın prensesinin onca askeri zehirleyerek öldürmesi; bu sadece Majestelerinin ‘iyiliğine karşılık’ olmaktan ibaret değil de Bayin için bir ‘hediye’ olabilir…”
Nangong Jingnu’nun yüzündeki ifade birkaç kez şekil değiştirdi. Ağzını açıp açmamakta tereddüt ediyordu, fakat sonuç olarak kulağa fazlaca nahoş gelecek lafları geri yuttu. Nangong Jingnu’nun gördüğü kadarıyla Bayin hoşgörülemeyecek bir suç işlemişti ama aynı zamanda Qi Yan’ın yeminli kardeşiydi ne de olsa. Nangong Jingnu Qi Yan’ı zor bir duruma sokmak istememişti.
Nangong Jingnu: “Luo Nehri de donunca Çimenli Ovaların ordularını güneye sürmesinden çok endişeliyim, o yüzden bugün Çalışma Bakanlığına Luo Nehri’nin kıyısına uzun bir sur inşa edebilirler mi diye sordum. Ama pek de olası görünmüyor.”
Qi Yan: “Aslında eğer Majesteleri bu meseleyi bir hamlede ve kalıcı olarak çözmek istiyorsa onca sıkıntı çekmesine gerek yok. Tek yapmamız gereken Bayin’in bu kulun hâlâ hayatta olduğunu öğrenmesini sağlamak. Bu kul Bayin’le görüşebilirse onu caydırabileceğinden emin.”
Nangong Jingnu: “Olmaz!”
Qi Yan kaşlarını çattı. “Majesteleri… Komutanlığın en yüksek mertebesi düşmanın planlarına ket vurmaktır, savaşa girmeden düşman ordusunu yenmek en iyi yöntem olacaktır. Bayin ile bu kul birlikte büyüdü, ailelerimizin dostluğu da çok eskilere dayanıyor. Bayin bu kulun lafını dinleyecektir. Chengli kabilesinin Kağanı olarak içimdeki nefreti çoktan bir kenara bıraktığımı anlamasını sağlayabilirim, o da söyleyeceklerimi dinler.”
Nangong Jingnu’nun yüzünde sinirli bir ifade vardı. “Olmaz dedim, bir daha bu lafı açma!”
Qi Yan’ın kafası çok karışmıştı. Yeni bir soruyla karşılık verdi. “Majesteleri niye bunda bu kadar inatçı?”
Nangong Jingnu sessizlik içinde uzun uzun Qi Yan’a baktı, ardından uzun bir iç çekti.
Qi Yan: “Majesteleri?”
Nangong Jingnu Qi Yan’ın elini avuçlarının arasına aldı ve sadece ikisinin duyabileceği bir tonda dedi ki, “Söylediklerin en iyi durum senaryosunda geçerli olur ancak. Başka bir şey olmayacağının garantisini kimse veremez. Bayin Anda’n olabilir ama şu an Luo’nun kuzeyinin idaresi Jiya’nın elinde. Ya yeminli kardeşin içindeki nefreti bir kenara koyamazsa? Ya onu caydıramazsan, üstüne seni tutuklarlarsa? Yeminli kardeşinden sana zarar gelmeyeceğini biliyorum, ama Jiya’ya ne demeli? Peki ya Luo’nun kuzeyine kaçmış olabilir dediğin önceki hanedanın prensesi? Zehirlerle ilgili bilgisi öylesine engin ki seni zehirleyerek öldürürse kimsenin ruhu duymaz. Sana bir şey olursa… Benim ne olacağımı düşündün mü hiç? Sana zarar vermeseler bile, sadece bir yere kapatsalar bile… Ömrümüzün kalanında birbirimizi tekrar görebilir miyiz sence? Seni geri alabilmek için karşılığında neler sunmam gerekir? Meclis yetkilileri buna onay verir mi? Krallığımızın halkı verir mi?”
Afallamış haldeki Qi Yan Nangong Jingnu’ya öylece bakakalmıştı. Nangong Jingnu dudaklarını sımsıkı kapattıktan sonra tekrar mırıldandı: “Seninle on dört yaşımda evlendim. On sene göz açıp kapayıncaya dek geçti… Bunca şeyden sonra nihayetinde seninle yaşlanıp seninle ölmeye karar verdim. Seni bir yere kapatırlarsa… Benim ne olacağımı düşündün mü? Bu dünyada bir tek seninle benim sözümüz mü geçiyor? Önerdiğin yolun en az masraflı ve en iyi olan olduğunun farkındayım. Peki ya benim fikrim? Ben ne olacağım?”
Nangong Jingnu’nun dediklerini dinlerken Qi Yan karmakarışık hisler içerisindeydi. Tahta çıktıktan sonra Nangong Jingnu’nun kaçınılmaz olarak halkına öncelik vereceğini düşünmüştü. Qi Yan daha önce hiç dünyanın geri kalanıyla aşık atabileceğini düşünmemişti, hatta kendini Nangong Jingnu’nun iyiliği için halk adına feda edilmeye hazırlamıştı. Nangong Jingnu’nun yanında kalabildiği sürece daha fazlasına göz dikmeye cüret edemezdi.
Ama beklemediği ise, Nangong Jingnu’nun kalbinde… terazinin kefelerinde ağırlığının dünyanın geri kalanına denk olduğuydu.
Nangong Jingnu bir defa bu meseleyi açmış olduğu için içinde ne varsa dökmeye karar verdi. Qi Yan’ın elini tutarak anlatmaya devam etti. “Seni sarayın yasaklı kısmında saklamamın bir sebebi mevcut durumda toplumsal yönelimin bana başka olanak bırakmamasıydı, diğer sebebi ise bu şekilde seni fırtınanın dişlerinden uzak, ihtilaf ve çalkantıdan ırak tutacak olmamdı. Kimliğin çoktan açığa çıktı. Tekrar halk arasına çıkman hiç uygun değil, dışarıdaki insanlar kaçınılmaz olarak sana ön yargıyla bakacaktır. Hem de sağlık durumun hiç iyi değil. Hazır tüm o karışıklığın içinden çıkmışken kaygı taşımadan iyileşmene bakabilirsin. Geçmişte tüm gücünle beni korudun, şimdi de ben senin için gökleri tepede tutacağım. Evli bir çift olmak böyle bir şey değil midir? O yüzden… bir daha öyle saçma şeyler söyleme. Luo’nun kuzeyinin gizli tehlikelerinin temelleri… ta İmparator babam ordularını kuzeye sürmeye karar verdiğinde atıldı. Gidip Bayin’i vazgeçirmeyi başarsan bile başka biri çıkabilir. Pusudaki tehlikeleri tek seferde ve temelli çözmek… kalan ömrüm süresince mümkün olmayabilir. Yapabileceğim tek şey elimden geldiğince yeni bir savaşın yapılmasını önlemek ve savunma halini sürdürerek krallığın haznesini doldurmak. Meclisin askerleri güçlüdür. Savaşa girmeden düşman ordularını yenmenin asıl yolu bu… Meclis yeterince güçlendiğinde bu sorunu kökten çözme işini sıradaki nesle bırakacağım. Meclis yetkilileri ve halk… hatta daha doğmamış olan nesiller, bana güçsüz ve korkak deseler de sorun yok. En azından ömrühayatım boyunca herhangi bir savaş çıkarmak istemiyorum. Başka hiçbir alternatif kalmayana dek bunu aklımdan bile geçirmeyeceğim. Nangong ailesi, senin Qiyan soyun ve Çimenli Ovalar halkı savaşın acısını yeterince çekti. Yetmedi mi bu kadar? Bana söz ver… Bir daha asla kendini tehlikeye sokacak bir karar verme. Seni tekrar kaybedemem.”
Tüm bunları dinledikten sonra Qi Yan’ın kalbi zonkluyordu. Nangong Jingnu’nun elini sıktırdı. “Majesteleri nasıl isterse.”
Nangong Jingnu: “Ona enerjin varsa neden bana Çimenli Ovalar ordusunu Luo Nehri’nin kuzey tarafında tutmak için savunma inşa etmenin yollarını düşünmemde yardım etmiyorsun? İlk ve en önemli görev o.”
O geceyi Nangong Jingnu yine Qi Yan’ın yatak odasında geçirdi. Gündüzleyin kalbindekileri ortaya dökmüştü; haliyle geceleyin de tamamıyla iç içe geçmeleri kaçınılmaz oldu. Birbirlerinin kollarında uykuya daldılar…
Fakat, Qi Yan bir kabus gördü. Uykusunda, çocukken Kağan babasının büyük bir yenilgi sonrası eve döndüğü bir güne gitti. Kralın çadırında öfke ve bıkkınlık içinde diğer büyüklerle bir şey tartışıyor, Agula ise gizlice korkunç savaş hakkında konuşulanları dinliyordu.
Rüyasında Kağan babasının ona verdiği son yönlendirmeyi dinledi. Ona meimei’sine iyi bakmasını, bebek kardeşleri doğduğunda anneleriyle Kağan babalarının gelip onları bulacağını söylüyordu…
Qi Yan aniden gözlerini açtı. “Kağan baba!”
Bağırışı Nangong Jingnu’yu ürküterek uyandırdı. “Kağan baba” diye bağırdığını duyan Nangong Jingnu Qi Yan’ın kabus gördüğünü anında anlamıştı. Daha hava aydınlanmamıştı, fakat göremese bile nefes nefese kalmış Qi Yan’ın soluklanışını net bir biçimde duyabiliyordu. Nangong Jingnu yorgun olsa da şu an geri uyuma gibi bir isteği kalmamıştı. Eliyle Qi Yan’ın alnındaki teri sildi ve yumuşak bir ses tonunda, “Kabus mu gördün?” dedi.
Uzun bir süre öyle boşluğa baktıktan sonra Qi Yan nihayet kendine geldi. Yatakta yan tarafının üstüne yatıp Nangong Jingnu’nun narin bedenini kollarının arasına alarak karides gibi büzüldü. “Babamı gördüm.”
Nangong Jingnu bir iç çekti, ardından Qi Yan’ın dudaklarının kenarına bir öpücük kondurdu. “Çok üzgünüm.”
Birdenbire Qi Yan’ın aklına ani bir ilham geldi. “Majesteleri!”
İrkilen Nangong Jingnu gözlerini Qi Yan’a çevirdi. “Ne oldu?”
Fakat Qi Yan acı acı güldü, ardından sessizliğe büründü.
Nangong Jingnu: “Sorun ne? Korkutma beni.”
Qi Yan: “Bir şey yok, sadece… Bir yolunu biliyorum artık.”
Qi Yan biraz ironik bulduğu için başta söylememeye niyetlenmişti. Ama Nangong Jingnu’nun beklenti dolu bakışlarını gördüğünde ve dünkü itiraflarını hatırladığında bir anlık tereddüdün ardından söylemeye karar verdi.
Zamanında… Qiyan Sukhbaru savaşta yenilgiye uğradıktan sonra diğer büyüklerle askeri hamleler üzerine tartışmak için kralın çadırına dönmüştü. Küçük Agula da çadırın dışından kulak misafiri olmuştu. Kağan babasının bıkkınlık içinde şöyle dediğini duymuştu: “Wei Krallığı ne yapmış etmiş, bir gecede buzdan bir şehir inşa etmiş ciddi ciddi! Şehrin içinden bizi ok yağmuruna tuttular. Ciddi kayıp verdik…”
Qi Yan artık büyüdüğü için bu akılalmaz olayın gizemini çözebilmişti. Luo’nun kuzeyi aşırı derecede soğuktu, bir damla su daha düşemeden buza dönüşebilirdi. Su kaynağı bulabildikleri sürece kolaylıkla bir kale şehri inşa edebilirlerdi… Neredeyse hafızasından silinmek üzere olan bir anı, gördüğü rüyadan dolayı taze ve canlı bir hale bürünmüştü.
Qi Yan iç sesiyle mırıldandı: baba, göklerden izliyor musun yoksa? Sen de mi güneyle kuzeyin tekrar savaşa girmesini istemiyorsun?
Nangong Jingnu da tekrar silahlı çatışma görmek istemediğini söylediğine göre Çimenli Ovalar fazla ileri gitmediği sürece meclis muhtemelen ordularını harekete geçirmeyecekti. O halde bu seferlik ona güvenecekti.
Qi Yan: “Majesteleri, bu kula bir konuda söz verebilir misin?”
Nangong Jingnu: “Dinliyorum.”
Qi Yan: “Eğer Çimenli Ovalar halkı… Luo Nehri’nden öteye adımını atmazsa Majesteleri orduları kuzeye sürmeyecek, değil mi?”
Nangong Jingnu: “Çimenli Ovalar isyan çıkarmadığı sürece anlaşmayı bozmayacağım elbette. Ama… Çimenli Ovalar isyan çıkarsa bile, Luo Nehri’ni aşıp geçmedikleri sürece benim de fazla ileri gitmeyeceğime dair söz verebilirim.”
Qi Yan: “Pekala.”
Ve böylelikle, Qi Yan Nangong Jingnu’ya sudan bir şehir inşa etme yöntemini anlattı. Ayrıca şöyle ekledi: “Luo Nehri donduğunda Majesteleri şehri direkt nehrin üzerine de inşa edebilir, elinizde yeterince su olduğu sürece sıkıntı olmayacaktır. Şehir surlarının üzerine savunma amaçlı mızrak sapanları kurun. Böylelikle pek gümüşe de gerek olmaz. Surların erimeye başlayacağı zaman geldiğinde Luo Nehri’nin donmuş yüzeyi de dengesini kaybedecek. Bunu her sene tekrarladığınızda Luo’nun kuzeyinin eline işgal için bir fırsat geçmemiş olacak.”
Bunları duyduğunda Nangong Jingnu’nun gözleri parlamıştı. Hemen battaniyeyi üstünden attı ve aceleyle kıyafetlerini giydi.
Nangong Jingnu: “Sen biraz daha uyu, ben gidip Çalışma Bakanlığıyla bu fikrin uygulanabilirliğini tartışacağım.”
Qi Yan: “Majesteleri… Bu kula verdiğin sözü unutma.”
Nangong Jingnu giyinmeyi bitirdiğinde yatağın kenarına oturdu. Qi Yan’a ciddiyetle dedi ki: “Kalbinden geçenleri biliyorum ve halktan insanlar adına, doğrudan yana oluşun için sana teşekkür ediyorum. Söz veriyorum, Çimenli Ovalar Luo Nehri’nin kuzey tarafında tutulabildiği sürece orduları asla kuzeye sürmeyeceğim.”
— — —
0 notes
Text
Barışın anahtarı: Kültürel miras
https://pazaryerigundem.com/haber/189056/barisin-anahtari-kulturel-miras/
Barışın anahtarı: Kültürel miras
Antalya Muratpaşa Belediye Başkanı Ümit Uysal, 9. Kaleiçi Old Town Festivali’nin açılış yemeğinde, insanlığın kültürel varlıklara, kültürel mirasa sahip çıkmadığı takdirde dünyada barışın ve estetiğin azalacağını söyledi.
ANTALYA (İGFA) – Muratpaşa Belediyesi’nin, bir yanı uçsuz bucaksız maviliğiyle Akdeniz’e açılan, diğer yanı konakları ve begonvillerle çevrili sokakları ve meydanlarıyla tarihe uzanan Antalya’nın tarihi kent merkezinde düzenlediği Kaleiçi Old Town Festivali başladı. Bu yıl 18 ülkeden 23 şehrin katıldığı festivalin gala yemeği Akra Antalya’da gerçekleşti. Belediye Başkanı Ümit Uysal ve eşi Ümran Uysal’ın ev sahipliğindeki geceye Antalya Valisi Hulusi Şahin, Muratpaşa Kaymakamı İhsan Kara eşleriyle katıldı.
GEÇMİŞ GELECEĞE IŞIK TUTMALI
Başkan Uysal, gecede yaptığı konuşmada, festivalin amacının kültür varlıklarını görünür kılmak, kültürel mirasa sahip çıkmak ve yaşatmak olduğunu söyledi. İnsanlığın kültürel varlıklara, kültürel mirasa sahip çıkmadığı takdirde dünyada barışın ve estetiğin azalacağını dile getiren Başkan Uysal, “İnsanlığın hikâyesi, insanlığın geleceği ne kadar yüksek teknolojiyle donanırsa donansın, hayat ne kadar hızlı değişirse değişsin, insanlığın geçmişi insanlığın geleceğine ışık tutmalı ve insanlık geçmişte yaptığı hataları gelecekte yapmamalı” diye konuştu.
‘BİRLİKTELİĞE İHTİYACIMIZ VAR’
Kaleiçi Old Town Festivali’nin bu çerçevede aynı zamanda bir farkındalık çalışması olduğunu aktaran Başkan Uysal, festivalin farklı ülke ve şehirlerle dostlukları kuvvetlendirirken aynı zamanda ortak sorunlara ortak çözüm arayışı geliştirdiklerini belirtti. Başkan Uysal, katkı veren herkese teşekkür ederek, “Birlikte çalışmaya devam etmeliyiz, hem dünyanın hem de şehirlerimizin buna ihtiyacı var” dedi.
TURİZMLE BARIŞA HİZMET
Vali Şahin ise çatışmaların diyalog eksikliği ve önyargılar nedeniyle oluştuğunu vurguladığı konuşmasında şunları söyledi:
“Kaleiçi, dünya tarihinin en önemli, en eski antik limanlarından birisi. Tarihte nasıl bu liman barışa hizmet ettiyse bugün de liman etrafında büyüyen Antalya, turizmle ve ticaretle beraber yine barışa, birbirimizi karşılıklı anlamaya ve geleceğe daha güzel bir dünya bırakmaya yarıyor. Kaleiçi Old Town Festivali de daha güzel bir dünya için çalışmanın temellerini oluşturuyor.”
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
CGI Reklamlar Geleceğin Görsel Devrimi
Dijitalleşme çağında, tüketicilerin dikkatini çekmek ve markaların ürünlerini etkileyici bir şekilde sunmak her zamankinden daha önemli hale geldi. Geleneksel reklamcılığın sınırlarını zorlayan teknolojiler arasında CGI Reklamlar (Bilgisayar Üretimli Görüntü) öne çıkıyor. CGI teknolojisi, markaların hayal güçlerini gerçeğe dönüştürerek izleyicilere benzersiz deneyimler sunmalarını sağlıyor. Peki, CGI reklamlar neden bu kadar etkili ve gelecekte bu teknolojiyi nasıl daha fazla göreceğiz?
CGI Reklamlar Nedir?
CGI Reklamlar, bilgisayarlar yardımıyla oluşturulan dijital görüntülerle hazırlanan reklamlardır. Bu teknoloji, gerçek hayatta var olmayan nesneleri, sahneleri ve hatta karakterleri yaratmaya olanak tanır. Animasyon filmlerden video oyunlarına, hatta büyük bütçeli Hollywood yapımlarına kadar birçok alanda kullanılan CGI, şimdi de reklamcılık dünyasında kendine geniş bir yer buluyor.
CGI Reklamların Avantajları
1. Sınırsız Yaratıcılık: CGI Reklamlar, gerçek dünyada imkânsız olan sahneleri yaratmaya olanak tanır. Bir araba markası, aracını mars yüzeyinde sürdürebilirken; bir giyim markası, kıyafetlerini giydiren dijital modelleri bir moda podyumunda yürütebilir. Sınır, yalnızca yaratıcılığınızın derinliği ile sınırlıdır.
2. Maliyet Verimliliği: Özellikle büyük prodüksiyonlarda CGI, fiziksel sahnelerin ve gerçek setlerin kurulmasına kıyasla maliyet açısından daha verimli olabilir. Karmaşık sahneleri CGI yardımıyla dijital olarak yaratmak, prodüksiyon süresini ve maliyetlerini düşürürken aynı zamanda daha esnek bir iş akışı sağlar.
3. Dikkat Çekici Görseller: Tüketicilerin dikkatini çekmek ve marka bilinirliğini artırmak için CGI reklamlar güçlü bir araçtır. Gerçekçi ve etkileyici görseller, izleyicilerin dikkatini daha kolay çeker ve markayı hatırlanabilir kılar.
4. Daha Fazla Kontrol: Gerçek hayatta çekilen reklamlarda hava koşulları, ışık ve ortam gibi birçok dış faktör kontrol edilemezken CGI teknolojisi, bu unsurların tamamen dijital ortamda kontrol edilmesine olanak tanır. Bu da reklamlarda mükemmel bir sonuç elde etmeyi kolaylaştırır.
CGI Reklamların Geleceği
Günümüz dünyasında, teknoloji hızla ilerlerken CGI'nin gelecekte reklamcılıkta daha fazla kullanılması kaçınılmaz. Özellikle artırılmış gerçeklik (AR) ve sanal gerçeklik (VR) gibi teknolojilerin yükselişiyle birlikte CGI Reklamlar, izleyicilere daha interaktif ve kişiselleştirilmiş deneyimler sunacak. Markalar, ürünlerini sadece göstermekle kalmayıp, tüketicilere ürünleri deneyimleme imkânı da sağlayabilecek.
TOX Media ve CGI Reklam Çözümleri
CGI reklamların sağladığı bu avantajlardan faydalanmak isteyen markalar için TOX Media, yenilikçi çözümler sunmaktadır. Tox Media, profesyonel CGI reklam üretimi ile markaların hedef kitlesine en etkili şekilde ulaşmasını sağlar. https://toxmedia.net üzerinden daha fazla bilgi alabilir ve markanızın dijital dünyada nasıl fark yaratabileceğini keşfedebilirsiniz.
0 notes
Text
Uydular Türkiye'dekine benzer depremleri 19 gün önceden tahmin edebilecek
Uzun süredir imkansız olduğu düşünülen yeni bir çalışma, uydu teknolojisini kullanırsak yaklaşan depremi önceden bilme imkanımızın olabileceğini öne sürüyor. Bir depremin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini önceden bilmek, hayat kurtarabilecek daha iyi tahliye ve organizasyon planlarına imkan sağlayacaktır. Araştırmanın baş yazarı Mehdi Akhoondzadeh, "Deprem erken uyarı sistemlerinin oluşturulması çok uzakta değil" diyor. Tahran Üniversitesi'nden Profesör Akhoondzadeh, 6 Şubat 2023'te Türkiye ve Suriye'deki bölgeleri harap eden 7,8 büyüklüğündeki depremden önceki aylardaki kimyasal ve atmosferik anormallikleri analiz etti. Alpha Galileo'nun bugüne kadar bildirdiği gibi deprem öncüllerinin var olduğu bilinmesine rağmen , bunların açıkça tanımlanması imkansız olmasa da belirsizliğini koruyor. Kullanılan teknoloji ve yöntemler, araştırmacıların dünya çapında depreme yatkın tüm bölgelerde uygulayabilecekleri bir modelin yeterince net bir resmini sunmuyor. Deprem mi geliyor? Ancak soruna doğru yaklaşmamış olabiliriz. Sismometreleri unutun. Peki ya uydu teknolojisi? Profesör Akhoondzadeh'in Avrupa Uzay Ajansı'nın Swarm uydularıyla birlikte kullandığı Çin'in sismo-elektromanyetik uydusu CSES-01 gibi. Bu uydular, atmosferde bulunan “su buharı, metan, ozon, CO ve AOD” dahil olmak üzere Dünya sistemindeki sıcaklık ve elektron yoğunluğundaki anormalliklerle ilgili Akhoondzadeh verilerini sağladı. Bu verilerle bir modeli gözlemleyebildi. İlginçtir ki depremden 19-12 gün önce litosferik anomalileri bulmuştu. Depremden yaklaşık 10-5 gün önce, atmosferik anormalliklerin çoğunu tespit etti; iyonosferik anormallikler, depremden 5-1 gün önce ortaya çıktı. "Dolayısıyla bu çalışmanın sonuçları, deprem öncüllerinin litosferin alt katmanlarından iyonosferin üst katmanlarına kadar ortaya çıkış sırasını doğruluyor." Belirtiler önce kendilerini yerde gösteriyor ve Dünya'nın daha da yukarısına yükseliyor. Doğru işaretleri aramıyor olabiliriz. Deprem uyarı sistemleri ufukta olabilir Profesör Akhoondzadeh, "Birkaç depremi araştırmak ve değerlendirmek gerekiyor (istatistiksel analiz)" diye itiraf ediyor. Ancak bu çalışma, çeşitli uzaktan algılama uydularının kullanılmasının, deprem öncüllerini iki hafta önceden incelememize ve tanımlamamıza yardımcı olabileceğini öne sürüyor gibi görünüyor. Ünlü olarak, Çin'deki Haicheng şehri, anormal hayvan davranışları ve diğer işaretler nedeniyle 7,3'lük depremden haftalar önce boşaltılmıştı; bu nedenle, bu çalışmada olduğu gibi, deprem olmadan önce ne olacağını tam olarak tespit edemesek bile öyle görünüyor ki, Dünya'nın sisteminde uyduları kullanarak gerçekten faydalanabileceğimiz değişiklikler olduğunu öne sürüyor. Akhoondzadeh, "Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye'de güçlü bir deprem meydana gelmeden önce güneş ve jeomanyetik indeksler anormal değişimler gösterdi, bu da güneş-jeomanyetik faaliyetler ile deprem arasındaki ilişkinin hipotezini araştırmak için gerekli" dedi. Umuyoruz ki bu çalışma gelecekte yapılacak çalışmalara ışık tutacaktır. Görünen o ki deprem düzenlerini incelemek için odak noktamızı uydulara çevirmeliyiz . Akhoondzadeh şu sonuca varıyor: "Deprem öncüllerinin zaman serilerinin analizinde farklı klasik ve akıllı algoritmaların kullanılması olasılığı, aynı zamanda karmaşık ve doğrusal olmayan anormalliklerin tespit edilmesine de olanak sağlamıştır." "Sonuç olarak gelecekte belirsizliği düşük deprem uyarı sistemleri oluşturmayı umut edebiliriz." Çalışma Uygulamalı Jeodezi Dergisi'nde yayınlandı . Read the full article
0 notes
Text
Sızdırılan dahili evraklar Microsoft’un kripto para cüzdanlarını Xbox oyun konsoluna entegre etme tarafındaki zımnî gayretlerine ışık tuttu. Birinci olarak ResetEra isimli oyun forumunda keşfedilen bu ifşaatlar, kripto para topluluğu içinde heyecan ve spekülasyonları ateşledi. İşte detaylar…Sızdırılmış Microsoft evrakları ortaya çıktı: Kripto para üniteleri de varFederal Ticaret Komisyonu’nun 69 milyon dolarlık Activision Blizzard satın almasıyla ilgili olarak Microsoft’a karşı açtığı davalar nedeniyle kamuoyunun dikkatini çeken sızdırılmış evraklar, Mayıs 2022’de Xbox için kripto para cüzdanları dayanağını de içeren bir yol haritasının ana sınırlarını çizdi. Fakat evraklarda bu entegrasyonun nasıl işleyeceğine ait spesifik detaylar yer almadı. Xbox’ın başındaki isim Phil Spencer sızıntıyı kabul etti. Bunu FTC’ye yaptıkları müracaatlara bu dokümanların kazara dahil edilmesine bağladı. “Ekibimizin çalışmalarının bu halde paylaşıldığını görmek sıkıntı zira çok şey değişti. Şu anda ve gelecekte heyecanlanacak çok şey var,” dedi.https://twitter.com/XboxP3/status/1704233222752571842Spencer şirketin planlarındaki değişiklikleri ima ederken, kripto para topluluğu sızdırılan bilgiler konusunda optimistliğini koruyor. Gemini’ın kurucu ortağı Tyler Winklevoss, “Kripto oyuncu parasıdır ve oyun, Hollywood ve müzik sanayisinin toplamından daha büyük bir endüstridir” diyerek oyun sanayisinin devasa ölçeğini vurguladı. Bu beklenmedik gelişme, kripto cüzdanlarının Xbox’a entegre edilmesinin potansiyel tesiri hakkında ağır spekülasyonlara yol açtı. Meraklılar ve uzmanlar, bu atılımın Bitcoin (BTC) dahil olmak üzere kripto para üniteleri için yeni kullanım alanları açabileceğine inanıyor. Bununla birlikte, Microsoft’un şu anda bu türlü bir entegrasyonu resmi olarak onaylamadığını belirtmek çok kıymetlidir.Resmi bir onay, şimdilik gelmediResmi bir teyit olmamasına karşın, kripto para topluluğundan gelen coşkulu reaksiyon, klasik teknoloji devlerinin gelişen kripto sanayisini kucaklamasının değerinin altını çiziyor. cointahmin.com olarak da bildirdiğimiz üzere Microsoft daha evvel de layer-1 blockchain ağı Aptos’un (APT) ardındaki geliştirici Aptos Labs ile paydaşlık kurarak kripto dalındaki varlığını genişletmişti. Web3 ekosisteminin yeteneklerini geliştirmeyi amaçlayan bu işbirliği, Microsoft’un kripto para ünitesi alanına artan ilgisinin sinyalini verdi.Oyuncular ve kripto para meraklıları daha fazla detay beklerken, Microsoft’un Xbox platformunda kripto cüzdanları dünyasına potansiyel girişi, kriptolar ve oyunların gelişen görünümüne yeni bir heyecan katmanı ekledi. Bu iki alanın kesişmesi, her iki dal için de dönüştürücü bir anın habercisi olabilir ve potansiyel olarak oyuncuların gelecekte BTC ve altcoinlerle nasıl etkileşimde bulunacağını ve kullanacağını yine şekillendirebilir.
0 notes
Text
Bitkilerle Konuşmak Savunma Mekanizmalarına Yardımcı Olabilir
Bitkilerle Konuşmak Savunma Mekanizmalarına Yardımcı Olabilir
#BitkiAraştırmaları, #BitkiBağışıklığı, #BitkiBeslenmesi, #BitkiBilimcileri, #BitkiBilimi, #BitkiBiyolojisi, #BitkiBüyüme, #BitkiGelişimi, #BitkiGenAktivasyonu, #BitkiHastalıkları, #BitkiIleİletişim, #Bitkiİmmünitesi, #BitkiOptojenetiği, #BitkiPigmentÜretimi, #BitkiSavunmaMekanizmaları, #BiyomolekülerSüreçler, #Fotoreseptörler, #HighlighterTeknolojisi, #OptikÖzellikler, #Optogenetik https://is.gd/STiMg9 https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/haberler/bitkilerle-konusmak-savunma-mekanizmalarina-yardimci-olabilir/
Bitkilerle konuşmak ve ışık hassasiyetleri ile ilgili bilim insanları, bitkilerin doğal savunma mekanizmalarını harekete geçirmek için ışık bazlı mesajlar kullanıyor.
Bilim insanları bitkilere ışık bazlı mesajlar aracılığıyla onları yaklaşmakta olan tehlikelere karşı önceden uyarıp uyaramayacaklarını ve hasarı azaltabilecek savunma mekanizmalarını tetikleyip tetikleyemeyeceklerini görmek için konuşuyorlar. Tütün bitkisi Nicotiana benthamiana ile çalışarak , ışığı uyarıcı olarak kullanarak bitkinin bağışıklık tepkisini aktive etmeyi başardılar; bu, bitkilerle olan ilişkimizde devrim yaratabilecek bir başarıydı.
Ortak yazar Dr. Alex Jones bir açıklamada , “Bitkileri yaklaşmakta olan bir hastalık salgını veya haşere saldırısı konusunda uyarabilirsek, bitkiler yaygın hasarı önlemek için doğal savunma mekanizmalarını harekete geçirebilir” dedi .
“Ayrıca bitkileri, sıcak hava dalgaları veya kuraklık gibi yaklaşan aşırı hava olayları hakkında bilgilendirerek büyüme düzenlerini ayarlamalarına veya su tasarrufu yapmalarına olanak sağlayabiliriz. Bu, daha verimli ve sürdürülebilir tarım uygulamalarına yol açabilir ve kimyasallara olan ihtiyacı azaltabilir.”
Çalışmada, bitkilerde hedef genin ifadesini aktive etmek için Highlighter adı verilen yeni bir teknoloji kullanıldı . Bu araç, onu başlangıçta prokaryotlar (hücreleri çekirdek ve diğer organellerden yoksun olan basit organizmalar) için yaratan, ancak daha sonra onu bitkilerde kullanılmak üzere geliştiren Bo Larsen tarafından tasarlandı.
Gen aktivasyonu gibi biyomoleküler bir süreci manipüle etmek için ışığın kullanılması, optogenetik olarak bilinen bir bilim alanının kapsamına girer . Bir hedef süreci etkinleştirebilir veya devre dışı bırakabilir ve bu uygun bir metodolojidir çünkü invaziv değildir, toksik değildir ve çok fazla maliyetli değildir.
Fotoreseptörler, Highlighter metodolojisinin çok önemli ve zorlu bir parçasıydı. Hedef süreçleri kontrol edecek şekilde tasarlandılar, böylece ışık uyarısıyla etkinleştirildiğinde açılacaklardı, ancak bunu yapmak kolay olmadı çünkü bitkilerde çok fazla fotoreseptör var. Sonuçta ışık büyümeyi, gelişmeyi ve hatta beslenmeyi nasıl koordine ettikleridir.
Highlighter’ı tütün bitkisinde kullanılmak üzere başarıyla ayarlayan ekip, pigment üretiminin yanı sıra bitki bağışıklığını da etkileyebileceğini göstermeyi başardı. Araştırma devam edecek, ancak keşif , bitkilerle konuşmaya yönelik bu alternatif yaklaşımla artık nelerin mümkün olabileceğine dair birçok kapıyı açıyor .
Dr Jones, “Highlighter, bitkilerde optogenetik araçların geliştirilmesinde ileriye doğru atılmış önemli bir adımdır ve yüksek çözünürlüklü gen kontrolü, çok çeşitli temel bitki biyolojisi sorularını incelemek için uygulanabilir” diye ekledi.
“Bitkiler için çeşitli optik özelliklere sahip, büyüyen bir araç kutusu aynı zamanda mahsulün iyileştirilmesi için heyecan verici fırsatların kapısını açıyor. Örneğin, gelecekte bir bağışıklık tepkisini tetiklemek için bir ışık koşulu kullanabiliriz ve ardından çiçeklenme veya olgunlaşma gibi belirli bir özelliğin zamanını tam olarak belirlemek için farklı bir ışık koşulu kullanabiliriz.”
Çalışma PLOS Biyoloji‘de yayınlandı. Meraklıları için makalesini kısa zamanda çeviri yapıp makaleler kategorisine eklenmesine gayret göstereceğiz 🙂
#Bitki araştırmaları#Bitki Bağışıklığı#bitki beslenmesi#Bitki Bilimcileri#Bitki Bilimi#Bitki Biyolojisi#Bitki Büyüme#bitki gelişimi#Bitki Gen Aktivasyonu#bitki hastalıkları#Bitki ile İletişim#Bitki İmmünitesi#Bitki Optojenetiği#Bitki Pigment Üretimi#bitki savunma mekanizmaları#Biyomoleküler Süreçler#Fotoreseptörler#Highlighter Teknolojisi#Optik Özellikler#Optogenetik
0 notes
Text
avare bilmeden indiği kasabayı taradı. ufak tefek binalar, evler, turuncu sokak ışıkları, birkaç yaşlı çifti yanından geçerken gördü. gözlem yapmayı seviyordu. bunu sürdürürken kaldırımlarda yürüdü ve bir bara girdi. bildiği sıradan mekanlara göre burası boş sayılırdı. arkasına yaslanarak birasını yudumlayan kızıl saçlı iri bir adam, molasındaki bir piyanist ve tezgahı toparlayıp parlatan barmen dışında kimse gözükmüyordu içeride. loş bir ışık ve nemli hava onu mayıştırıyordu. adımlarını attı. içinden bir şeyler içmek ve belki de bir yerlerde sızmak geliyordu. ama bu sadece sezgisel bi arzu idi. mantığa uymayan, boş sıkıntıdan türeyen şu pis istekler. bazı insanlar bu tür isteklere yenik düşerek yanlış işlere kalkışıyorlar ve buna da şeytana uymak diyorlardı. bunun bir ortaçağ alışkanlığı olduğunu düşündü. şeytana uymak da neymiş? şeytan gibi yüce bir varlık? dediklerine göre alemlerin yaratıcısı tanrıya karşı gelecek kadar asi ve dikbaşlı, iblislerin, sonsuz ızdırabın lordu? tüm her şeyi bırakacak ve senin zayıf ruhunu, iradesiz kalbini ele geçirip sana ahlaksız şeyler yaptıracak, öyle mi?
tezgaha yanaştı, "avare". barmene basit bir şeyler mırıldandı ve istediği önüne geldi. acele etmeden içkisine davranırken etrafı biraz daha süzdü. yeni bir açıdan bu sefer. kızıl saçlı iri adamın bir bacağının olmadığını gördü mesela. yeni bir açı ve yeni bir şey. henüz aklında bir şey yoktu ama ilgi çekici buluyordu. bastonunu masanın kenarına dayamış kızıl saçlı iri adam arkasına yaslanmayı sürdürüyordu ancak sanki bir şey acelesi var ya da gerginmiş gibi bir I hali vardı. masaya ve oraya koyduğu sıkılmış yumruğuna bakıyordu. altın bir yüzüğü vardı adamın. aynı yumrukla bira bardağını kaldırıp ağzına götürüyordu. ardından bardağı ve yumruğunu masaya indirip aynı pozisyona geri dönüyordu. merak etmedi avare. hayır, onun yerine piyaniste döndü. özel bir şey yoktu sanki. sıradan, siyah beyaz elbiseli bir müzisyen gibi piyanosuna yakın bir masada bacaklarını üst üste atmış ve barın ön camından dışarıyı, yoldan geçen bir iki insanı seyrediyordu. huzurlu gözükmesi onu kıskandırdı.
avare de zamanlar huzurlu bir adamdı. ya da bu kelimeyi "huşu içinde olmak" gibi bir şeyle değiştirebilirsiniz. yerine göre inançlı bir adamdı. bir düzeni vardı. aşık bir ruhtu ve yaptığı her şeyi aşkı için yapıyordu. bu kafaya sahip diğer insanlar gibi. fakat farklı olduğunu sandığı bazı noktalar vardı. kendini bir soylu ya da aydın değil de daha çok bir "yolcu" olarak görürdü. şiirler yazar, insanlara okurdu. bazen kiliseye giderdi. gelecekte onu nelerin beklediğini merak eder ve bazen buna hayli kafa yorardi. sevilen, yalnız ama habersiz birisiydi. işte böyleydi.
0 notes
Text
12 Ocak 2022 - Çarşamba.
"kafamı saatlerdir gömdüğüm yastıktan kaldırıyorum sonunda. hatırlıyorum da oraya bir şeyleri unutmak için girmiştim. kendimi boğmaya çalışmış da olabilirim en nihayetinde. beceremeyince de kabuslarla dolacağını bildiğim o muhteşem karanlığa belki de aydınlığa adım atmıştım muhtemelen. aydınlığa diyorum çünkü beni en terli sabahlara uyandıran kabuslarım hep kör edici bir beyazlıkla karşılıyordu dirençsiz ruhumu.
biraz düşünüyorum da kitap okumayı da tercih edebilirdim. uyumak çözmüyor sonuçta bir şeyleri. daha da beter hale getiriyor. en azından kültürüm artar zihnim açılırdı. düşününce ne kadar da aptalca bir tercihmiş değil mi?
Нервы - Вороны çalıyor şu an kulaklığımda. bu şarkıyı seviyorum. sadece rusça olduğu için değil elbette. bana atamadığım ��ığlıkları hatırlatıyor. sanki aynı anda fırtınalı ve aşırı dingin bir havayı yaşıyormuşum hissine kapılıyorum. ben bunları yazarken şarkı değişti bile.
birazdan ikinci kahvemi alıp masama döneceğim. sayıp sövmelerim son bulduğunda hep üç tane ders kitabının başında buluyorum kendimi. çünkü ne yaparsam yapayım kelimelerim bunları değiştirecek kadar güçlü değil. önce onları güce kavuşturup sonra harekete geçmeliyim. aslında.. unutun gitsin. tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır.
şarkı yine değişiyor. çoğunu dinleyemiyorum. nasıl hiç ses yokken kulağına gelen tek sesi duyamazsın ki? ah, elbette. kafamdakinin de susması lazım.
içimi döktüğüm için pişmanlık duyacağımı belirten fiziksel tepkilerle baş ediyorum aynı zamanda. ellerim terliyor. hala nasıl ölmedim bilemiyorum. sürekli ağlayarak ve gerildiğimde terleyerek yeterince su kaybediyorum. vücuduma almadığım bu kadar sıvı benden gidiyorken hala kafamı bir yerlere vurup beynimi parçalamadım. belki de yeterince susuz kalmamışımdır. konuyu dağıtıyorum değil mi? haklısın.
şarkı yine değişti.
yine çalan şarkıyı duyamıyorum. hatta kafamda başka bir şarkı çalıyor. açıkçası ikisi birbirine girecek diye ödüm patlıyor. hangisi daha güzel karar vermek zor.
masaya o kadar kuvvet uyguladım ki kollarımda izler kalacak birkaç dakika. her şey böyle işlemiyor mu zaten? iyi başlayan her şey kötü biter. oysa başta rahat hissettirdiği için bu pozisyonda yazmaya başlamıştım. murphy kanunları.. sonuç? olan koluma oldu.
Murphy kanunlarını aklımın bir köşesine itip geleceği düşünüyorum birkaç saniye. birkaç saniyeden fazlası uyuşturucu kullanmak gibi oluyor çünkü. şarkı değişmiş. gelecekte ne olmak istediğimi biliyorum ancak birine açıklamam gerektiğinde sanki kum tanesi olup bir sahile düşüyor fikirlerim. tıpkı şu an olduğu gibi. kafamda bir baloncuk belirdi. 'günlük tutuyorsun, bin kişiye sunum yapmayacaksın'
"yaşasın dünya yok oluyor" ah.. şarkıyı duyabiliyorum şimdi. belki de anlattığı şey ilgimi çekmiştir. ya da.. kafamdakiyle aynı şarkı çalmış da olabilir.
fizik yasalarını düşünüyorum. termodinamik, enerji yoktan var edilemez, var olan enerji de yok edilemez. maddenin vardan yok yoktan var olamayacağı mesela. lavoisier. merak ediyorum da duygular için geçerli olsaydı nasıl olurdu? kafamı daha çok kaldırdım. ışık tam gözüme vurunca beyaz ışığı gerçekten sevmediğimi hatırladım. sahiden belki de mutsuzken gülmüyor oluşumuzun sebebi budur. hiçbir duygu yoktan var vardan yok olamaz. mutsuzluğun mutluluğuna, mutluluğun korkularına dönüşür. güzel teori olurdu. bu tarz şeylere inansaydım.
arkadaşımın isteğiyle şarkılarımdan yarım dakikalığına ayrıldım ve bana dinlettiği şeyi dinledim. son derece eğlenceli. ona göre. bense çığlık atan şarkılarımı tercih ederim. hala şarkıyı duyabiliyorum. bu güzel. suicidal thoughts. ne kadar hayat dolu. fonda bir çığlık olması neyi ifade etmişti acaba sözler müzikle buluşurken. kim bilir.. asla yazarı olmadığımız bir şarkıyı anlayamayacağız. tıpkı yaşamadığımız bir hayat için doğru yorumlar yapamayacağımız gibi.
şarkı değişti. artık duymuyorum. ne kadar da tuhaf. beynim under the dome' kalkanı gibi bir şey yaratıyor sanırım kendine. görüntüler var. hiçbir şey duyamıyorum. oysa orda bağırıyorlar. ki bunu anlamak zor değil. ama duyamıyorum. beni kendine mahkum ediyor. kendimi kendime mahkum ediyorum. kendimi mi cezalandırıyorum?
tam burda okuduğunuz satırda vpn kapanıyor ve sonrasında yazdığım yaklaşık 4000 kelimelik yazı siliniyor. hayal kırıklığını iliklerime kadar hissettiğim nadir anlardan..
düşünüyorum da az önce kaydedemediğim yazı gibi bir yazı asla yazmayacağım yeniden. hayatımın en anlamlı metniydi ve aptal yazılım yüzünden yok olup gitti. ya da teknik olarak benim ulaşamayacağım big datada çoktan kayboldu.
kendimi düşünüyorum, normalde asla iki kez bozulan bir şeyi üçüncü kez düzeltmeyi denemem. iki kez bozulmuşsa üçüncü kez de bozulur dördüncü kez de. artık çöp yolu görünmüştür o şey için. daha fazla saklamak beni yorar. beni boşuna yorar. ancak bu yazıyı 3. kez yazmaya çalışıyorum. normalde aynı hataya iki kez düşmemeliydim ama her şeyin normal olduğunu kim iddia etti ki? neydi, işler yolunda gittiği zaman mutlaka bir terslik vardır. VPNi kontrol etmeliydim. murphy kanunları..
şarkı yeniden değişiyor. ancak kafamda çalanlarla tamamen bağımsız sıradaki şarkı. bu yüzdendir ki duyamıyorum. ya da anlayamıyorum. belki de her ikisi de.
asla az önceki duyguları hiseedemeyeceğimi fark ediyorum ve bu beni tekrar derin sessizliğime gömülmeye zorluyor. sahi neden çıktım ki mağaramdan? yoksa bunlar oraya dönmem için bir işaret mi? belki sadece murphy kanunlarıdır.
belimde bir ağrı hissediyorum. bu da pozisyonumun yanlış olduğunu gayet açıklayıcı bir şekilde doğruluyor. pek umursamıyorum. battı balık yan gider.
az önce bardağımda çay olduğu gerekçesiyle mutfağa gitmemiş ve kahve almamıştım. sebepse tamamen farklıydı. anksiyete kırıntılarım olacak ki hala insanlar beni tedirgin ediyor. silinen yazımla birlikte sinirleniyor ve kalkıp kahve alıyorum. zira beni kahveden başka bir şey dizginleyemez.
çivi çiviyi söker derler. kahve bünyem için oldukça zararlı. içtiğim anda midemdeki sancıları hissediyorum. bu iyi. çünkü midemdeki sancılar sayesinde beynimdekilerden biraz uzaklaşmış oluyorum. birkaç dakikalığına.
my revenge şarkısının kulaklarıma dolmasıyla bir anda geçmişe dönüyorum. bunu sıklıkla yapmam çünkü geçmiş sizin için hem en iyi ilerleme mekanizması hem de en iyi ayak bağı olma potansiyeline sahiptir ki benimki ayak bağı olma konusunda bir numara.
şimdiyse asla az önceki gibi bir şey yazamayacığımın farkına varıyor ve demin itinayla döktüğüm kelimelerimin toz tanesi gibi boşlukta savruluşunu hayal ediyorum. usulca gönder tuşuna ilerliyorum çünkü biliyorum. eğer bir şey olmuşsa ya olması gerekiyordur ya da olmaması gereken bir şeyi engelliyordur. benimkinin ikincisi olduğunun farkına varıyorum. zira içimdeki bembeyaz dehşet yalnızca beni boğabilir. görünürde ne kadar sonsuz olsa da oraya girdiğim anda daralıp beni boğacak. biliyorum. bu kendimi arama çabamın sonunda öleceğim. insanız yahu. insanız. ayda yılda bir kez içimi dökeceğim diye 2 saat aralıksız yazı yazarım sonra aptal murphy kanunlarına bulaştığımı unuturum.
bazen bazı şeyleri hissederiz. hissedince harekete geçmek gerekir. mesela karşıdan karşıya geçerken eğer ölmeyeceğini hissediyorsan bekleme geç. beklersen öleceksin çünkü. bir şeyin iyiye gittiğini anladığın anda orayı terk et. devamında her şey boka saracak çünkü. sağa dönen bir tekerleğe ne kadar uzun süre bakarsan o kadar sağa dönmekten vazgeçer. haddini aşan her şey tersine döner.
bu benim cehennemim neticede. yalnız yanacağım. yalnız yaşayacağım. cümlelerim yine içimde kalacak. belki bu kez internet gitmeyecek ama başka yollarla içime tıkacak hayat her şeyi. doldum diyeceğim ama dinlemeyecek. ne zaman dinledi ki?
elim son kez klavyede geziniyor. sözümde duracağım diyorum. devam edeceğim bu aptal günlüklere. başka bir ses daha duyuyorum. istediğin kadar devam et içeri kimseyi almayacağım.
artemis bu. içimdekilerden biri. eşsizdir. katil çünkü. küçük bir çocuğu öldürmüştü. sonraysa.. sonra olan oldu. biz ışığa kavuştuk diye sevinirken kabusların her zaman karanlıkta yaşanmayacağını henüz bilmiyorduk. artemis bize bunu da öğretti. artık aydınlık karanlıktan daha korkunç.
başımı kaldırıp ışığa bakıyorum tekrar. bulutları düşünüyorum. gökyüzünü ve o inanılmaz maviliği. aldatıcı görünüyor her şey gözüme. gökyüzüne, gökyüzüne çıkabilsem nasıl olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. orda daha fazla aldatıcılık var. ne kadar yükselirsen o kadar batıyorsun. yükseliyorsun ve maviliklere ulaşacağını zannediyorsun. birden her şey kararıyor. boşluktasın. artık nefes de alamazsın. aldatıldın.
bundan sonra böyle bir şeye kalkışmayacağımı biliyorum. iki kez bozulan bir şey artık çöptür çünkü.
bilgisayarımın ekranına çeviriyorum başımı. yazılar. beyaz üzerine siyah renkle bir takım semboller. birleştirince anlam kazanıyorlar işte. düşüncelerimi hatırlatıyor birden bana. birleşince korkunç şeyleri oluşturan düşünce bataklığımı.. şarkıyı duyabiliyorum şimdi. belki de anlattığı şey ilgimi çekmiştir.
siyah üstüne beyaz semboller, ah hayır beyaz üstüne siyah mıydı? siyahları çıkarırsam ekran bembeyaz mı olacak? korkunç bir kabus gibi mi? eğer içimdekileri çıkarırsam ben de mi bir kabusa dönüşeceğim?
düşüncelerimi bırakıyor ve kahvemi yudumluyorum.
bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağım.
biliyorum.
bazı cehennemlerde yalnız yanılır.
bazı iplerle yalnızca dar ağacı kurabilirsin.
salıncak değil. "
youtube
7 notes
·
View notes
Text
Yıkılıyorum,içeride bir ışık var görebiliyorum
En karanlık gecelerde doğacak güneş
Üstesinden geleceğim,gelecekte bile
Artık durmak yok
Mutlu olmak ne demek? Kendin için karar ver
Her gün, gelişmek için bir adım at
2 notes
·
View notes
Text
Bungou Stray Dogs Dazai, Chuuya, 15 Yaş - 3. Bölüm
Wattpad Linki
Dazai ile Chuuya’nın yumruğu çarpıştı.
“Suçlunun kim olduğunu söyle!”
“Olmaz!”
Chuuya, Dazai’nin cevabını bitirmesini beklemeden hızlıca yanaştı. Alttan güçlü bir yumruk attı.
Dazai zıpladı ve yumruktan kaçındı. Havada yuvarlandı, düşme hızını silahını aşağıya doğrultmak için kullandı.
Chuuya siyah metal çubuktan, yetişkin bir erkeğin boyunda olsa bile, korunmak için iki elini de kaldırdı. Dazai’nin zemine indiği andaki duraklamasından yararlandı, yağmur kadar hızlı bir yumruk attı.
“Suçlunun kim olduğunu anladığın falan yok!”
“Hayır, senin gibi bir ortaokul öğrencisine karşın gayet iyi anladım.”
Bir seri yumruktan sonra, Dazai’nin savaşmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Dazai geriledi, savaş alanının köşesine çekildi.
“Hadi! Hadisene! Savunma yapmak sana savaşı kazandırmaz!”
Sonunda Chuuya epey cüretkar bir yolu seçti, yumruğunu kaldırdı. Rakibini yerinde dikine döndüren güçlü bir teknikti ve havadayken Dazai’yi tekmeledi.
Ancak Dazai, Chuuya vurmadan önce aralarındaki mesafeyi açtı.
“Evet! Kötü oldu!”
Dazai düğmeye basar basmaz karakteri bir ışık yaydı. Savrulan metal çubuktan yakıcı bir ışık yayıldı ve Chuuya’nın karakterine vurdu.
“Hayır! Bekle!”
Chuuya’nın bağrışı, ��iddetli elektronik seste kayboldu. İnen metal çubuk durmadı ve sayısız ışık ekranda yanıp söndü. Saldır, saldır, saldır, saldır. Saldırı bir fırtına gibi akın etti ve Chuuya şaşkınlıkla olan biteni seyretti.
En sonunda, Chuuya’nın bedeni Dazai’nin karakteri üstünde “zafer” kelimesi parlarken yere yığıldı.
“Ve son. Oyun yeteneklerinden bihaber miydin?”
“Kahretsin! Bir tur daha!”
İkisi şehir merkezindeki bir atari salonundaydılar. Her taraftan yüksek elektronik sesler ve müşterilerin konuşmaları duyuluyordu. İkisi oyun salonunda karşı karşıyaydılar ve bir dövüş oyununda kendilerini yarışmaya kaptırmışlardı.
“Bir kez daha savaşabiliriz ancak sonuç aynı olacak. Öyle görünmese de ellerim marifetlidir.” dedi Dazai ellerini sallarken. “Şimdi… sözümüzü hatırladın mı? ‘Kaybeden kazananın emirlerine itaatkar bir köpek gibi uyacak.’ Sana ne yapsam acaba?”
“Kahretsin! Kazanacağımdan çok emindim…!”
Randou’nun evinden uzaklaştıktan sonra, fikir ayrılığına düşmüşlerdi. Bekleyip suçluyu daha kolay yakalamak için dikkatlice hazırlanmayı isteyen Dazai, suçlunun yerini hemen bulmak isteyen Chuuya’ya karşı çıkmıştı. Tartışma sırasında Dazai bulduğu suçlunun ismini söylemeyi reddetti. Ve sorunlarını şiddetle ya da tehditle çözmeleri Mori tarafından yasaklanmıştı.
Sonuç olarak atari oyunları, diğerinin isteğinden vazgeçmesi için adil bir çözüm olarak seçilmişti. Sonra, kaybedenin kazanana boyun eğeceği bahisleriyle şehir merkezine gittiler.
Dahası, ikisi gelecekte de yüzlerce kez aynı oyunu, aynı bahisle, aynı yerde oynayacaklardı –bu konuya ayrı bir yerde değinilecek.
“Bakıyorum da özgüvenin yerlerde.” dedi Dazai hafifçe bedenini sallarken. “Yeteneğin yüzünden yenildin. Çok güçlü bu yüzden taktiksel düşünmeyi ya da kurnazlık yapmayı öğrenememişsin. Hala boyunun gösterdiği gibi çocuksun. Bu yüzden kazanamazsın. İster video oyunlarında ister bulmacalarda, kazanamazsın işte.”
“Bulmaca mı?” Chuuya Dazai’ye baktı. “Kaybetmek bir kenara bulmaca falan çözdüğümü hatırlamıyorum. Muhtemelen ‘bulduğun suçlu’yu bencilliğin yüzünden kaçırdın. İnanamıyorum buna.”
“Doğru.” Dazai başını salladı. “Ama suçlunun kim olduğunu bilmiyorsun, değil mi?”
“Huh?”
“Suçlu kim biliyor musun?”
“…suçlu...” Chuuya somurttu ve diğer tarafa döndü.
“…hatırlarım…”
“Hm? Ne dedin?”
“…karar… verdim…”
“Ne? Seni duyamıyorum?”
“Anladık be!" Chuuya oyun makinesinin üzerinde tepindi ve sinirli bir sesle bağırdı. “Aptal olduğun halde- sapık herif!”
“İyi madem. Öyleyse ilk kimin suçluyu yakalayacağına dair bir yarışma yapalım. Sen kazanırsan girdiğimiz bahis geçerli olur. Ama ben kazanırsam hayatının geri kalanında köpeğim olursun.”
“Hmph. Zor şartlar koydun diye bocalarım mı sanıyorsun?” Chuuya tehditkar gözlerlerle Dazai’ye baktı. “Boş blöfler yapıyorsun. Elinden geleni ardına koyma, bahsi kabul ediyorum. Taktiksel düşünemeyip kurnaz olmadığımı mı sanıyorsun? Ortalıkta senin gibilere kozumu gösterip dolaşamam.”
“Tebrikler, sözlerini etkileyici bir biçimde söylediğinde gayet iyi oluyor! Hayranım sana kuçu kuçu, hanimiş iyi çocuk(1)~”
“Saçımı okşama!”
Chuuya kafasını dalga geçer gibi okşamaya çalışan Dazai’nin elini tekmeledi.
O sırada, Chuuya’nın elleri hala ceplerindeydi.
“Aklıma gedi de…” aniden dedi Dazai, Chuuya’nın tekmesini izlerken. “Daha önce ellerinle savaştığını hiç görmedim. Hirotsu-san ile de GGS ile de savaşırken saldırılarını yalnızca tekmelerinle yapıyordun. Ellerin hep ceplerindeydi. Neden? Tırnakların kırılır diye mi korkuyorsun?”
“Hayır. Sadece savaşma şeklim öyle.”
“Ahh, anladım. Ellerini bilerek kullanmıyorsun.” Dazai sinsice gülümsedi. “Anlaşılan içinde bir ikilem var, Chuuya-kun… ikilemlerinin arasında ise sınır. Önce, iki aynı tür yeteneğe sahip yeteneklilerin savaşında ne olacağını kestirememiştim. Sen ve Hirotsu-san’nın savaşında, doğal bir avantajın vardı bu yüzden bilmediğin bir yetenek doğal düşmanın olabilirdi. Ve yeteneğin ne olduğunu, görene kadar bilemezdin. Bundan dolayı, bu sektörde, bu tip yeteneklilere karşı her zaman hazırlıklı olmak gerekir. Tabi ben, etkisizleştirme yeteneğimden dolayı istisnayım… savaşırken ne düşünüyordun? Neden o teknikle kendini sınırlıyorsun?”
“Bilmene gerek yok.” Chuuya bakışlarını kaçırdı.
“Öyleyse sorumu değiştireyim. Güçlü Tanrı ‘Arahabaki’yi… neden arıyorsun?”
“Çünkü…” bir şey söylemek üzere olan Chuuya ağzını açık bıraktı ve birisini görmesiyle kaskatı kesildi.
“Hm? Sorun nedir, Chuuya-kun?”
Chuuya hızlıca sırtını Dazai’ye döndü ve ceketinin kapüşonuyla yüzünü sakladı.
“Adımı söyleme!” Chuuya kısık sesiyle fısıldadı. “Benimle konuşma! Onlar gidene kadar sessizce ekrana bak!”
“Onlar mı?”
Dazai, oyun salonunun girişine gözlerini çevirdi.
Üç genç bir şeyi arıyormuş gibi etraflarına bakınıyorlardı; iki erkek ve bir kız, Dazai ve Chuuya’yla aynı yaştaydılar.
Şehir merkezinde, belli bir özellikleri olmayan, sıradan üç genç gibi duruyorlardı. Ancak her birinin bileklerinde mavi bir sargı bağlıydı.
“O mavi sargı… Tüm koyun üyelerinin taktığı, Koyunlardan olduklarını belirten işaret.” Dazai üçlüye baktı ve Chuuya’ya döndü. “Onlarla karşılaşsan kötü mü olur?”
“Bu şartlar altında karşılaşmamızın iyi bir fikir olacağını düşünmüyorum!”
“Ah… Anladım.”
Dazai parmakları çenesindeyken bir süre düşündü ama çok geçmeden geniş bir gülümseme yüzüne yayıldı. Sonra bağırdı.
“He~y, Chuuya-kun! Hemen işe koyulmamız lazım~! Patron öyle emretmemiş miydi~ ?”
“Seni…!”
Chuuya’nın tehditkar fısıldamasıyla beraber, üçlü Chuuya’nın isminin söylenmesine tepki verdi. Sonra yüzleri aydınlandı.
“Chuuya! Sonunda bulduk! Seni arıyorduk!”
Chuuya elini salladı ve derin bir iç çekip üçlüye seslendi. Sonrasında, üç genç kendisine doğru gelirken soğukkanlı bir ifadeye büründü.
“Güvende misiniz? Sevindim.” Dedi Chuuya yetişkinlere benzeyen bir sesle. Yüzünde en ufak bir duygu parçası yoktu. İfadesi taşa benziyordu.
“Burada neler oluyor, Chuuya?” üçlü grubun ortasında bulunan gümüş saçlı çocuk kaşlarını çattı. “Akira ile Shougo’nun mafya tarafından yakalandığından haberin var mı?”
“Endişelenme.” Dedi Chuuya duygusuz bir sesle. “O sorun şimdi hallediliyor. Yakalanan sekiz kişi zarar görmeden eve dönebilecek.”
“Hallediliyor… Nasıl? Organizasyonda dedikodular dolaşıyor. Mafya etrafını sarmış, sen de onların ayak işçisi olup köpek gibi ne isterlerse yapıyormuşsun! Bu dedikoduları bastırmak benim için ne kadar zordu, biliyor musun? Eh, neyse ne. Üsse dönüp hadlerini bildirelim! Hep yaptığımız gibi!”
Dazai gözlerinde keyifli bir ifadeyle Koyunları sessizce seyretti, konuşmalarını dinledi.
“Ama önce, Arahabaki hakkındaki söylentilerden başka ne buldunuz?”
“Huh? Ah…” gümüş saçlı çocuk kafası karışmış gibi arkadaşlarıyla bakıştı. “Soruşturmamız devam ediyor. İstediğin gibi, dedikoduların sayısını ve kaynağının izini sürdük ve tahmin ettiğimiz gibi, söylentilerin çoğu iki hafta öncesine dayanıyor. Anlaşılan dedikodular sadece savaş sahalarına geri dönenlerden öğrenilebiliyor…”
Aniden Dazai sözünü kesti. “Öyleyse doğruluğu kanıtlanmış en eski dedikoduya göre Arahabaki ilk ne zaman çevresine zarar vermiş?”
Herkes Dazai’ye baktı.
“Hey… Chuuya? Bu kim? Bize mi katılmak istiyor?”
“Eh… onun gibi bir şey.” Chuuya Dazai’ye baktı ve gözlerini Koyun üyelerine geri çevirdi. “Pardon, sorusuna cevap verebilir misiniz?”
“Tabi, sanırım…” Gümüş saçlı çocuk aklı karışmış bir biçimde Dazai ile Chuuya’ya baktıktan sonra konuştu. “Çevresine zarar verdiği söylenen en eski, kanıtlanmış dedikodu yaklaşık sekiz yıl öncesine dayanıyor. Dünya savaşının son yıllarında Suribachi semtini oluşturan büyük bir patlama yaşanmış. O olaydan öncesinde Arahabaki’nin verdiği başka bir zarar yok.”
“Düşündüğüm gibi…” dedi Dazai tatmin olmuş bir yüzle.
“Hey Chuuya, bu adam gerçekten Koyunun yeni üyesi mi? Ne kadar istesen de geri kalanımıza danışmadan yeni birisinin katılmasına izin veremezsin. Organizasyona en çok katkısı olan ve organizasyonun en güçlüsü olduğun doğru ancak şimdilik, kurulun on üç üyesinden birisiyim. Diktatör gibi davrandığın için herkes tarafından eleştirilirsin.”
“Biliyorum.” Chuuya kısık bir sesle sözünü kesti.
“Öyle mi… tamam madem, sorun yok. Söylemem gerekenleri söyledim. Dürüst olmak gerekirse, herkes gücüne güveniyor. Bunda şüphe yok.” Gümüş saçlı çocuk arkadaşça Chuuya’nın omuzlarına samimi bir şekilde dokundu. “Kurtarma planı hazırlamamız lazım. Akira nehir kenarındaki fabrikada kaçırıldı. Aslında kaçırıldığı sırada yanındaydım. Zar zor saklanabildim.”
“Bekle, fabrikaya mı gittiniz?” Chuuya keskin bir sesle sordu. “Yine alkol mü çalıyordunuz? Çatışmanın ortasındayken hem de! Ve o fabrika mafyanın üssüne de yakın… size oradan uzak durun demiştim!”
“Bağırma.” Çocuk kaşlarını çattı. “İnsan öldürmeye gitmedik. Savunma planımıza uyuyordum sadece. Mükemmel bir fırsat değil mi? Koyunun tek bir saldırı kural vardır, ‘Ellerini Koyuna uzatırsan yüz kat daha güçlü bir biçimde geri vururuz’ değil mi?”
“Evet… Ama-“
“Chuuya, sen hep demiyor muydun ‘Diğerlerinin ellerinde olmayana sahip olanlar sorumluluğu üstlenmelidir’ diye? Yetenekli birisi olarak sorumluluk al, Chuuya!” Gümüş saçlı çocuk Chuuya’ya doğru yürüdü ve omuzlarını kavradı. “Hadi, gidelim artık!”
Ani bir alkış sesi duyuldu.
“İlginç.” Dedi Dazai. Gülümsüyordu ve yavaşça alkışlıyordu. “Sizler oldukça ilginçsiniz. Chuuya-kun, savaşa olan isteğiniz tıpkı kurtların gözünden bir koyununkisi gibi. Anlaşılan bir organizasyonun başında durmak sandığımdan daha zor. Sonraki görüşmemizde Mori-san’ın başını okşayacağım.”
“İntihar manyağı piç…”
“Siz Koyunlar. Chuuya-kun’u yanınızda götüremezsiniz. Şu anda Liman Mafyasının emrinde, bir işin ortasında çünkü.”
“Ne?” Gümüş saçlı çocuk küçük dilini yutmuş gibi Dazai’ye baktı. “Dedikodu değil miydi? Ama imkansız! Chuuya’nın mafyaya boyun eğmesi için bir neden olmalı…”
Chuuya’ya bakmasıyla beraber, ciddi ifadesinden bir şeyi fark etmiş gibiydi. “…Cidden mi?” fısıldayarak ellerini Chuuya’dan çekti. Kuşkuyla bir adım geriledi.
“Chuuya, şaka mı bu? Yoksa stratejin mi? Mafyaya gizlice sızıp içeriden yok edersen…”
“Hayır, doğru.” Chuuya sert bir sesle başını salladı. “Mafyanın patronu ciddi. Kendisini kurnazlıkla yenmek pek mümkün değil. Beni gözetliyor.”
“Gözetliyor mu?”
Chuuya bakışlarıyla Dazai’yi gösterdi. Birkaç saniye sonra Koyun durumu anladı ve irkildi.
“O çocuk mu…?!” Üç Koyun üyesi birkaç adım geriledi. Daha önce mafya üyeleriyle çatışmış olsalar da, ilk kez görevlendirilmiş bir astla karşılaşıyorlardı.
“Doğru. Tanıştığımıza memnun oldum.”
“H…Hey, Chuuya! Orada öylece durup ne yapıyorsun? Bu adam Liman Mafyası patronunun gözetmeni! Hemen rehin olarak alıp yaralamalı… hayır, öldürmeliyiz!”
“Amanın, çok korktum!” Dazai dalga geçer gibi iki elini kaldırdı. “Pes ediyorum, dörde bir kazanmam mümkün değil. Her şeyi yaparım, yeter ki canımı bağışlayın. Ne yapacağımı biliyorum, Mori-san’nın rehinleri salmasını sağlayacağım.”
“…Ne?”
Dörtlünün şaşkınlığını göz ardı ederek Dazai, göğüs cebinden telefonunu çıkardı, numarayı tuşladı ve telefonu kulağına koydu.
“Alo, Mori-san? Karnındaki derin kaygının ağırlığıyla nasılsın, başedebiliyor musun? Oh, geçti mi?” Dazai telefonda neşeli neşeli konuştu. “Soruşturma gayet iyi gidiyor. Yakında bitireceğiz. Hazır konusu açılmışken, bir isteğim var –Koyundan aldığımız rehineleri bırakabilir misin? Hemen. Zarar görmesinler. Sorun değil, şu ders verme alışkanlığın… Tabi, bay.”
Dazai konuşmayı bitir tuşuna bastı ve telefonu geri koydu, “Artık rehinler serbest.”
Bir süre, ne olduğunu anlamayan Koyunlar birbirine baktı.
“Hey çocuk, rehinleri bırakma yetkin bile var mı? Telefonda konuşurken patronunu parmağında oynatıyormuşsun gibiydin de-“
Gümüş saçlı çocuğun şüpheli bir ifadesi vardı ve telefonu çaldığında şaşırmıştı. “Vay- Doğruymuş! Herkesin sağ salim döndüğüne dair bir telefon aldım!”
Üç Koyun üyesinin keyifleri yerindeydi. Sadece Chuuya, tatmin olmamış bir yüzle Dazai’ye kuşkuyla bakıyordu.
“Sen… ne oyunlar çeviriyorsun?”
“Arkadaşlığımın bir kanıtı.” Dazai gizemlice gülümsedi. “Hadi gidelim artık. Bitirecek bir işimiz var.”
“İş mi?” gümüş saçlı çocuk aptal gibi güldü. “Chuuya mafyanın işini yapmayacak. Artık elinizde rehininiz yok.” Gümüş saçlı çocuk Chuuya’nın koluna asıldı. “Gidelim Chuuya. Herkes seni bekliyor!”
Ancak Chuuya kıpırdamadı.
“Hey…”
“Üzgünüm. Siz önden gidin.” Chuuya kafasını salladı.
“Huh? Ne diyorsun öyle?”
“Bu suçluyu yakalayacağım.” Chuuya’nın ifadesi sertti.
“Hayır… demek mafya seni tehdit ediyordu?” çocuğun gülümsemesi yüzünde takılı kaldı. “Şu anda yapmamız gereken daha önemli bir iş var. Akira ve diğerlerini kaçıranlardan intikam almamız lazım. Çoktan kaçakçıları biliyoruz. ‘Kara Kertenkele’ adında silahlı bir grup. Zorlu düşmanlar ama yanımızdaysan önemsemiyorum. Gidelim hadi.”
Gümüş saçlı çocuk Chuuya’nın omzunu tuttu ve geri çekti. Ancak Chuuya hala kıpırdamıyordu. Yerinde sabitti.
“Hey, Chuuya. Saçma davranıyorsun.”
“Arahabaki önce gelir.” Chuuya hareket etmeyi unutmuş gibi yerinde sabitti. “Bu adamla suçluyu ilk kimin yakalayacağına dair bahse girdim. Kaybedemem.”
“Ne? Bahis mi?” gümüş saçlı çocuk bağırdı. “Senin sorunun ne? Herkes düşmanı yenmeni bekliyor! Saldırının ünü, Koyunun bu şehirdeki bölgelerini yerinde tutuyor –‘Bizimle uğraşanlar affedilmez’ sözünü herkes bilir çünkü senin saygınlığın var! Kendi iyiliğin için bizimle gel!”
“Onu rahat bırak, Koyun.” Dazai arkalarından konuştu. “Yeteneğini kullanıp kullanmayacağına karar veren kişi Chuuya-kun, sizin onayınıza ihtiyacı yok. Muskanız için daha önemli bir şey buldum bu yüzden onayınızı alacağım.”
Koyun Chuuya’ya kuşkuyla baktı.
“Hey, Chuuya… ciddi misin? Yeteneğinin gücü olmazsa Koyun’un saldırı gücü yeterli olmaz. Bölgelerimiz bir hafta geçmeden elimizden alınır! Yoksa…”
Gümüş saçlı çocuk bir adım geriledi.
“Dedikodular… doğru muydu? Koyuna ihanet mi ettin… ve ödül için mafya üyesi olarak iş yapmaya mı başladın?”
“Mafyanın bu konuyla alakası yok. Bu, benim sorunum.”
“Öyle mi? Nasıl kanıtlayacaksın?”
“Kanıt vermek imkansız. Sadece ona inanmanız lazım.” Dazai aralarına girdi. “Yetmez mi? Arkadaşınız sonuçta… Hadi, gidelim.”
Dazai’nin isteksiz Chuuya’yı çekmesiyle üçlü istediklerini elde edemeyeceğini fark etti. Chuuya’nın yüzünde sert bir ifade vardı ve ardına bakmadı.
“Unutma Chuuya! Geçmişte yok yerden ne tanıdığın ne kimliğin varken ortaya çıktığında Koyun seni kabul etmişti!” Gümüş saçlı çocuk Chuuya ayrılırken seslendi. “Bu yüzden sorumluluk al, Chuuya! ‘Üstünlüğünü’ kabul et. Biz değil, sen dedin ‘Güçlüler sorumluluğu üstlenmeli.” Bu sözünü gözden geçirip bir kez daha düşünmen gerekmez mi?”
Chuuya cevap vermedi.
Gerisine bakmadan sessizce Koyunları ardında bıraktı.
***
(1)Burada aslında yosh yosh kelimesi kullanmış. Bizim köpekler için kullandığımız kuçu kuçuya benzeyen bir kelime.
71 notes
·
View notes
Note
Benim meleğim nerede?
Lütfen günün sonunda biri gelip beni kurtarsın
Yorgun bir günün sonunda iç çekiyorum
Sanırım herkes mutlu
Bana bakar mısın? Çünkü ben mavi ve griyim
Aynadaki gözyaşlarımın anlamı
Kahkahamda gizli olan mavi ve gri
Nerede yanlış gittiğini bilmiyorum
Çocukluğumdan beri, mavi soru işaretleri vardı kafamda
Belki de bu yüzden bu kadar zorluklarla yaşadın
Ama arkama dönüp donukça baktığımda
Beni canlı canlı yutuyor bu tehditkar gölge
Mavi soru işareti hala orada
Anksiyete ya da depresyon mu bu?
Pişmanlık denen yaratık mı yoksa?
Belki de yalnızlıktan doğan benim bu
Hala bilmiyorum bu kötü maviyi
Beni ele geçirmesine izin vermemeliyim
Onu bulacağım
Sadece biraz daha mutlu olmak istiyorum
Donmuş olan beni erit
Sayısız kez ellerim uzanıyor
Bu renksiz yankıya
Zemin çok ağırlaşıyor
Kendi kendime şarkı söylüyorum
Sadece biraz daha mutlu olmak istiyorum
Bu büyük bir açgözlülük mü?
Soğuk havada caddelerde yürürken
Kalbimin hızlanan sesini hala hissediyorum
Bana iyi olduğunu söyleme
Çünkü iyi değilsin
Lütfen beni yalnız bırakma. Bu canımı çok yakıyor
Her zaman yürüdüğüm yollar ve her zamanki ışık
Ama manzara bugün alışılmadık gibi
Donuk mu yoksa kırık bir hale mi geldim?
Ama bu demir parçası ağır
Gri gergedan öfkeyle hızlıca ilerliyor
Odaklanmadan duruyorum sadece
Kendim gibi hissetmiyorum artık
Korkmuyorum
Güven tanrısına inanmıyorum
Renkli kelimeler utanç verici
Geniş gri alan rahat, burada yüz milyonlarca griyi içinde barındıran neşe var
Yağmur yağınca, kendi dünyamdaki şehirde sisin üzerinde güzel bir günde dans ediyor oluyorum
Yağmurlu günlerde her zaman beraberiz
Bizi buraya getiren toza
Kadehimi kaldırıyorum
Sadece biraz daha mutlu olmak istiyorum
Ellerimdeki sıcaklığı hisset
Ellerin sıcak değil ,sana daha çok ihtiyacım var
Zemin çok ağırlaşıyor
Kendi kendime şarkı söylüyorum
Uzaklardaki gelecekte gülümsersem sana söyleyeceğim
Havada süzülen kelimeleri gizlice topladıktan sonra
Şimdi şafakta uykuya dalmaya başlıyorum, iyi geceler
Blue And Grey🎶
🍷
3 notes
·
View notes
Note
Hayatımın en berbat günününden merhabalar. Ben geleceğim için güzel planlar yaparken, ailem önüme bir engel koyup, aa sana görücü gelecek, amcanların tanıdığı arkadaşlarının çocuğuymuş. çocuğun işi de varmış hem deyip; tüm dengemi alt üst edip psikolojimi bozdular. Hayır böyle bir düşüncem yok dememe rağmen emrivaki yapıyorlar. 2 gündür evin içine sığamıyorum resmen. Bide bunu söylerken gülüyorlar. Bir insanın böyle bir düşüncesi yokken sırf ailem memnun olsun diye hiç tanımadığım insanlar ile iletişimde olacağıma dışarda aç susuz yaşamayı tercih ederim. Herkes aile herşeydir deyip edebiyat yapmaya devam etsin. Yıllardır en büyük sorunlarımın kaynağı olan kişiler şimdi en özel duygu en özel kavramı bile kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmek istiyorlar. Aileme karşı çok kırgınım. Ne yazık ki kız çocuğu olmak bu ülke de başlıca sorun. Ne evlenmek ne çocuk yapmak hiç böyle düşüncelerim olmadı. Ne yazık ki ailem hiç beni tanımıyor ve olmayacak şeyler sunuyorlar önüme. Yoruldum epifizz. Ailemin bile beni tanımadığı düşünürsek bir başkası ile nasıl tanışmak isteyeyim ki. Şimdi onlara küsüm ve bitirmem gereken yazıları okuyorum odamda. Bir an aklıma burası geldi ve kısaca özet geçmek istedim. Bir nevi içini dökmek gibi. 24 yaşındayım ve ailemin beni bu şekilde birilerinin önüne sürmesi kalbimi çok kırdı. onlara karşı düşüncelerim çok değişti. Üzgünüm. Ailelerimizi bizim seçemiyor olmamız çok acı. 21. Yüzyıl'ın en karanlık evlerinin birinin içinden yazıyorum. Benim odam da ışık yanıyor olması şu an işime yaramıyor. Birazdan ışığımı söndürüp, ağlamak için yatağıma gömüleceğim. İyi geceler dilerim..
Evet sizi çok iyi anlıyorum ve bir süredir bunu düşünüyordum, insanların çocuklarını kendi malları gibi görmesini. Sanırım hemen hemen her toplumda en çok insan hakları ihlali maalesef insanların kendi çocuklarına karşı gerçekleştirdikleri. Geçen gün Sevcan Karakoç’un bir yazısını okuyordum ve kendisi harika bir soru soruyordu, ergenlik döneminin bunalımı gerçekten ergene mi aittir yoksa bu bireyselleşme çabasında olan insanla, gerçekleşme olan ikincil ayrılmayı yaşayıp iktidarını kaybetmek istemeyen ebeveynlere mi aittir?
Bu çok güzel bir soru çünkü baktığımızda “bunalım” beyanları hep ebeveynlere aittir, ergenlerin girmeye çalıştığı sosyal yapılarda çok daha farklı sorunları vardır ve birçok iktidar figürü ile ilişkisi aslında pek de umurunda değildir. Elbette yeni hormonal düzenin yarattığı bir duygusal kaos vardır ancak ebeveynlerin bunalım dönemlerinden kastı hep onlarla girilen çatışmalarla ilgilidir.
Günümüzde ergenlik yaşının düşmesi birçok insanı rahatsız ediyor ama aynı zamanda ergenlik süreci çok daha geç de bitmeye başladı, çünkü insanlar psikoseksüel olarak bu dönemi atlatamıyor ve bir birey olarak yetişkinliğe adım atamıyor bunun temel sorumlusu da doğduğundan beri onu beklentilerin, yaşanmamış hayallerinin ve çeşitli sorunlarının çözümü olarak gören ebeveynlerin çocuğunun kendi içsel dünyasını atlayarak her daim kendisini dayatma isteği. Bu talep tamamen gerçekleştiğinde Marcia’nın ipotekli kimlik statüsü dediği durum çocuklarda cereyan eder hatta, çocuk tamamen kimliği çalınmış, uysal ve kendi başına karar alma becerisi fazlasıyla düşük haldedir. Ve çocuk her zaman bir gölgede bulunma ihtiyacı ile yetişkin hayatında da ikinci oyuncu olarak hayatını sürdürmeye çalışır.
Ebeveynlerin bakışlarını anlayabiliyorum yıllarca bakım verdiğin bir canlı var karşında, onun en savunmasız anlarında kalkan oluyorsun ve tecrübesiz konumunda kendi tecrübeni veriyorsun ama bu demek değildir ki tecrübe etme ediminin içine girmeden bir şeyleri atlasın. Hayat tecrübesiz yaşanır mı? Kendi ürünün olarak gördüğün çocuğu egona kurban etmek, onu en başta kendi ürünün olarak görmek çocuğu atlamaktır. Çocuklar birer bireydir ve onların kendi bekentileri, hayalleri ve sizin bilmediğiniz tecrübeleri vardır çünkü o her şeyden önce başka bir bireydir. Çocuklara alan bırakmak ve kontrolü kaybetmek korkunç ama kaçınılmaz, gelecek çocukların ve o gelecekte size yer yok siz hepiniz öleceksiniz. Çocuk potansiyel olarak sizin mirascınız olabilir ancak aynı zamanda miras-ı red her bireyin en temel mülkiyet hakkıdır, kimsenin haklarını çiğneyemezsiniz. Ailen adına üzgünüm, tam bir bireyleşme yolunda ekonomik özgürlüğünü kazanmaktan vazgeçme, sonrasında onlar sana sadece duygusal yıpranmışlık veren yakın akrabalardan ötesi olamayacaklar. Üzerindeki etkileri bir süre sonra sadece senin kabul ettiğin için olacak, yaşamında başarılar diliyor içinde bulunduğun bu durumda hayal dahi edemediğim bu çirkin baskı karşısında sana sadece temennide bulunabildiğim için özür diliyorum...
22 notes
·
View notes