#Evrenin Şiiri
Explore tagged Tumblr posts
proofhead · 2 years ago
Text
TÜBİTAK Gökbilim ve Evrenbilim Serisi
2022 yılının son aylarında Ankara‘dan ve Eskişehir‘den özellikle astronomi üzerine epey bir yayın toparladım. Popüler Bilim Kitapları kategorisinde satılan bu yayınlar, hem benim çerez okumalarım oluyor hem de Mert‘in önümüzdeki yıllar içinde okumasını ya da en azından göz gezdirmesini umut ettiğim eğlenceli bilgi kaynakları olacaklar. Evdeki diğer kitapları da şöyle bir düzenleyince fark ettim…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
dramatik-buluntular · 1 year ago
Text
Tumblr media
(Metin Akdeniz. 20 Ocak 1970 tarihinde Tatvan’da doğdum. 1974 yılında Manisa’nın Alaşehir İlçesine yerleştim. Alaşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde kamu emekçisi olarak çalışmaktayım. İktisat Fakültesi mezunuyum. Daha önce yayınlanmış "Kayıp Kelimeler Krallığı", "Jan", "Küçük Düşler Kumbarası", "Yasaklı Semtin Sesleri" adında 4 şiir kitabım, Soyut Refleks” ve "Dramatik Buluntular" adında iki romanım ve "Polen Bulutları" adlı bir öykü kitabım bulunmaktadır. Son olarak bu hafta "Bükülen Kıyıların Çağrısı" adındaki romanım çıktı. )
***
(Çünkü “yüreğiyle konuşma” yirmi birinci yüzyılın bir geleneği değildir.)
***
“Yüzünden papatya tarlasına geçiliyordu…”
Işıltılı Kız (Rüya) bunu hissettirmişti bana Göçmen Kuşlar Kasabası’nda onu ilk gördüğümde. Çok güzel âşık olmuştum. Çok güzel yenilmiştim ona. Parçalanış tadında… Adım Vefa, o kadar güzel yenilmiştim ki ne çok şey kazanmıştım o yenilgiden. Sonra başka uçurumlarla tanıştım. Daha büyük uçurumlarla. Onlar da sevdiler beni. Çok sevdiler. Uçurumlar beni hep sevmiştir. İnmediler hiç sırtımdan. Şiir üstüne şiir. Hüzün üstüne hüzün. Ve yüksek karlı dağların arasından geçen sıcak bir tren yolculuğu tadındaydı o muhteşem duygular.
Ah, göğsüm, göğsüm dedim Göğsüm sürekli bombalanıp duran anılar ülkesi. Kalbim, mazi toplama kampı.
Ortalıkta hiç gözükmeyen Zaman aniden beyaz saçlı bulutlarla gelip herkesin ismini yazdı hatırlayış tabelasına. Herkes gömüldüğü yerden başını kaldırıp tabelaya baktı. Bütün canlılar ona boyun büktü. Yakılma hakkımı kullanma yaşıma geldiğimde Göçmen Kuşlar Kasabası’ndan ayrıldım. Kendimi anlayabilmek için felsefe öğretmeni oldum. Ama daha da karışık ve kördüğüm oldum. Adım Vefa.
Yazarın (Metin Akdeniz) bir önceki romanı olan “Dramatik Buluntular”da yer almak istiyordum. Almamıştı beni o sözcükler ovasına, bu yüzden kırgındım ona. O romandaki esas oğlan Taylan ile yakın arkadaş hatta yoldaştık. Benim kırıldığımı anlamıştı Sayın Akdeniz. Ama söz vermişti, yeni kitabının en hüzünlü çocuğu ben olacaktım. Ben bütün hüzünlü çocukların toplamıyım. Sözünü tuttu, minnettarım ona. İki yıl boyunca sözcükler ve hisler evreninde parçalanışını ve dağınık parçalardan anlamlı bir bütüne dönüşünü izledim onun. Masasının üzerinde, karalama kâğıtlarının arasında, kaleminin mürekkebinde biriktirdiği kederleri düşünceye dönüştürüşünü izledim.
En sonunda bitirmiştik kitabı. Sıra kitabın ismine gelmişti. Çok zorlandık isim bulmakta, yazma süreci bittikten ve son sayfaya son kelimeyi yazdıktan aylar sonra, geldi, sessizce yanımıza oturdu: “Bükülen Kıyıların Çağrısı.
“Bükülen Kıyıların Çağrısı” sevgili yazarım Metin Akdeniz’in bir şiirinin ismiydi. Çok sevmiştim o şiiri. Kitap boyunca zihnimde çakan çağrılarla yürüyüşlere çıktım. Her yürüyüşün sonunda anıtlaşan tutkular ve romantik yıkıntılarla karşılaştım. Çağrılar, elimden tutup düşler evrenine götürdü beni. Romanda gerçek ismimin kullanılmasını söyledim; Vefa. Peki ya diğerlerininki? Onların da öyle, gerçek: Nisan, Lavinya, Rüya, Eylül, Sinan, Aysel, Mümtaz, Nazlı… Hepsi de şiirsel isimler, öyle ki bir romanda bir araya gelmeleri tılsımlı tesadüfler yumağıdır. Sayfalar boyunca uçuşan o şeyler kol kola girmiş düşlerle gerçekliğin şöleniydi… Bazı şehirleri gizledik. O şehirler kurşuna dizilmiş öykülerle doluydu. İncitmedik onları. Onlara Ö. Şehri ve Büyükşehir gibi isimler verdik.
Yazarıma “arka kapak yazısını ben seçebilir miyim?” dedim. Sağ olsun yine kırmadı beni. Kimseyi kırmazdı Sayın Akdeniz. Arka kapağa şunu yazdık:
“Doğa, hiç beklemediğimiz anlarda ya da sıra dışı olaylarda, içimizdeki notaları eksik olan senfoniye eşlik eder ve bütün orkestrasıyla katılır. İşte o an insanlar dünya sözcüklerinin tehlikeli ve çok anlamlı sınırlarını terk edip birbirleriyle yürekleriyle konuşmaya başlarlar. İnsanların çok sık yaptığı bir şey değildir bu. Çünkü ‘yüreğiyle konuşma’ yirmi birinci yüzyılın bir geleneği değildir.”
Ben Vefa, sevgili yazarımın yarattığı bir roman karakteri yani kurgudan ibaret değilim, tamamen gerçeğim. Benim ve diğerlerinin bütün hikâyesi gerçek. Yazarım kendini de dâhil etti kitaba, benimle günlerce söyleşti, dertleşti, yaşadığım şehirlere gidip oralarda dolaştı, rüzgârlarla ve bulutlarla konuştu, sokaklardan imge topladı, zaten başka türlü olmazdı ki karakterler her ne kadar gerçek olsa da bütün anlatı ve sözcükler ormanı onundur. Ona ne kadar teşekkür etsem azdır içimdeki sonsuz çölü sözcüklere dönüştürdüğü için.
Şimdilik Hoşça kalın, belki bir gün başka bir romanda yeniden buluşuruz. Kim bilir!
(https://www.edebiyatdefteri.com/226241-b-k-lenckiyilarinc-a-risic-tanitim/)
11 notes · View notes
belkidebirharfimben · 6 months ago
Text
Kıyametin ilk alameti kimdir?
Aleyhissalatuvesselam Efendimiz kıyametin ilk alametidir. Çünkü o ahirzaman peygamberidir. Kendisiyle kıyamet arasındaki yakınlığa mübarek parmaklarıyla işaret buyurmuştur: "Ben, size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim." Mübarek Zâtı öyle olduğu gibi mübarek ümmeti de öyledir. Mübarek ümmeti öyle olduğu gibi mübarek nev'i de böyledir. Evet. İnsanlık da kıyametten önce dünyanın gördüğü son misafirdir. Final bizimle yapılacaktır. Hem biraz da bizden kaynaklanacaktır. Zira mürşidim bir yerde der: "Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir." Demek ibadetimiz kainatın nihayetindeki kemal olduğu gibi isyanımız da felaketinin müessir sebebidir. (Sebep olduğumuz çevresel felaketlere dikkat edenler şu sırrın sırrını hemencecik derkederler.)
Bu hususu bazı inkârcılar lakırdı ediniyorlar arkadaşım. Herşeyin insan için yaratılmış olmasının mümkün olmayacağını, çünkü, varlığının evrenin yaşı karşısında çok az bir vakit kaldığını söylüyorlar. Onlara göre hazırlık dönemi fazlasıyla uzun. Ve insanlığın ömrü övünmek için fazlasıyla kısa. Peh, peh, peh. Lakin ıskaladıkları birşey var: Ehemmiyetin ölçüsü 'hayat sürülen zaman aralığı' olmak zorunda değildir. Nihayetinde biz müslümanlar dehrîyyûndan değiliz. Zamana tapmıyoruz. Zamanı da maddeyi de halkeden tek bir Allah'a iman ediyoruz. Öyleyse değerlilik kıstası olarak 'varlık süresini' kabul etmeye mecbur değiliz. Bize göre birşeyin önemi Allah'ın ona verdiği kıymetle ilgilidir. Allah ona 'daha kıymetli' olduğunu buyurursa bir ân-ı seyyale bütün zamanlardan önemli olabilir. Bir tane birçoğu aşabilir. Nitekim yine kudsî metinlerimizde buyrulmuştur ki: "Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten hayırlıdır." Ve yine denilmiştir ki: "Bazen, ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibâdet hükmüne geçebilir." Öyleyse, şuraya dikkat, 'fonksiyonu maddeye önceleyen bir itikadımız var' demektir. Evet. Biz, sayıca ne kadar az olursa olsun, insanı dağa-taşa, ota-ağaca, böceğe-sineğe önceleriz. Çünkü onun Rabbin katındaki fonksiyonunu önceleriz. Fonksiyonunu yerine getirdikçe de giderek eşsizleşir. Getirmezse, ne yazık ki, 'herhangi'leşmiş olur.
Biraz da insanın kainatın merkezinde olmasıdır bizi böyle cesaretle konuşturan. Ne yönüyle? Maddesi yönüyle değil. Coğrafyası yönüyle değil. Bilmek yönüyle. Kulluk yönüyle. Hatta hayal yönüyle... Öyle ya, anlamanın merkezinde insan vardır, bunu kâfirler bile kabul eder. Eteğimizdeki şu çeşit incilerin âlemlerde dengi yoktur. İşte bu! Merkeziyetimizi 'varoluşun başından sonuna herşeyin maddeten merkezinde olmayışımızla' gözden düşürmek isteyenlere 'merkeziyetin bu şeklinin zorunluluk olmadığını' ifade ederek karşı koyarız. Biz, Cenab-ı Hakkın mahlukatı yaratmaktaki amacının merkezindeyiz, yoksa maddesinin merkezinde sayılmayabiliriz. (Dünya da coğrafî olarak evrenin merkezinde olmak zorunda değildir.)
Yaratmanın manevî merkezinde olansa yalnız Allah'tır. Herşey Ondan gelir ve Ona döner. Müslümanlar, hâşâ, kendilerini böyle bir yere koymuyor. Müslümanlar kendilerini meyvenin ağacı için oluşturduğu amaç/anlam merkeziyeti gibi bir ölçüyle değerlendiriyorlar. (İnsanlık içinde de insaniyet-i kübra olan İslamiyeti böyle değerlendiriyorlar.) Herşey nihayetinde Necip Fazıl merhumun mısralarına bağlanıyor: "Son Peygamber, son Peygamber! İlk olunca sona geldi. Nur, fezayı tutan çember, Ondan gelip Ona geldi." Süreç tamamlanırken sahneye çıkmamız boşuna değil yani. Aksine süreçler böyle tamamlanırlar zaten. Halkalığın şanında bu vardır. Bu bir sırr-ı kavuşmadır. Başlangıçla son bir olur. Ancak böyle 'son' olur. 
Elbette kainatın bizden başka amaçları da var. Bir kere Rabbü'l-��lemîn'in nazarında ifade ettiği anlamlar var. Ona aynalığı var. Onu zikredişi var. Ona ibadeti var. Biz, bu şiirin en güzel mısrası olmakla, asla şiiri kendiliğimize hasrettirmedik. Fakat "Şiirin akışı bizi haber veriyor!" dedik. Bunu da Subhaniyet sahibi Şairinin varlığına bir delil saydık. Çünkü o da böyle saydı: "Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi. O suyla size ürünlerden rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah'a denk tutmayın." Âmenna. Şiirin tamamı, evrenin başından sonuna, Onu övüyor, Onu anlatıyor, Onu tesbih ediyor. Hakettiği senayı Ustası olarak önce O seyrediyor, işitiyor, takdir ediyor. Şu manaya değil milyonlar sene, milyarlar sene de olsa yetmez, çünkü sonsuzu sonsuza anlatmaya kelimeler yetmez. O anlamda, evet, biz yokken evren elbette âtıl kalmadı arkadaşım. Kainat fonksiyonunu yine görüyordu. Vazifesi olan ibadetleri yapıyordu. Melekler dönüyordu. Semekler yüzüyordu. Yalnız çorbanın son tuzu eksikti. Gelişimizle kıvamı tamam oldu. Gidişimizle de görevi tamam olacak..
3 notes · View notes
1siirsever · 11 months ago
Note
1 şiir dolusu gönülde yer eden, Şefkat dolu bakışlarıyla özdeşleşen. İçindeki denizi anlatan her satır, İlahi bir melodi gibi yürekte çınlayan. Ruhunda saklı hazineler gibisin, Sevgiyle yoğrulmuş bir ruh, bir gönül esintisi. Evrenin en güzel şiiri sensin, Ve her dize senin adına bir övgüdür. Esintilerinle süslü bir yaşamın teminatısın, Ruhumuzun en kıymetli neşesi, ışıltısın.
Yüreğinize sağlık teşekkür ederim. Daha önce bana şiir yazılmıştı ama anonimden bana Özel gelmesi şaşırttı mutlu etti.
6 notes · View notes
ritimlerinsilueti · 2 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media
saçlarımı okşarmışsın, ben sana anlatırmışım canımı yirmi parçaya bölen acıları. istemeden, hiç durmadan. yaralıymış dizlerim, öpmüşsün cânım. çektiğim her acıyı ruhun sızlarken öpmüşsün. parmakların tenime değdiğinde yangın yeri olmuşum. karşıma geçip en sevdiğim şiiri söylemişsin, evrenin en güzel sesini işitmişim. ben bir gece yarısı gelmişim yanına, sen yıldızları toprağa ekiyormuşsun. güneş doğduğunda gitmişsin. öptüğün dizlerim yeniden yara bere içinde kalmış, bu sefer hiç öpmeyecekmişsin cânımım içi.
470 notes · View notes
aygultopal35 · 4 years ago
Text
Dağlarca'dan öğrendiğim bir şey var
Yazdın mı, yoğunluğuna yazacaksın bir şeyi
Şiirin bitkin kalmalı yazılmaktan
Sen bitkin düşmelisin yazmaktan bir dizeyi
Şair saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, şiirle karışmaktır
Kopmaz bağlar kurmaktır evrenle
Karıştın mı tüm varlığınla karışacaksın doğaya
Şiire tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzattın mı bir kez çocukluğu "Kuş Ayak”
Bir öğle uykusu gibi, bir yaprak gibi, bir masal gibi dinleneceksin
Şair bütün iyi şiirleri okumalı alabildiğine
Hem de tüm benliği dizelerle, imgelerle dolarcasına
Şair kuşlama uçmalı sonsuzluğuna evrenin
Bir şiirden zümrüt bir yaşama dalarcasına
Uzak şiirler çekmeli seni, tanımadığın şairler
Bütün şiirleri okumak, bütün şiirleri yazmak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir dize yazmanın mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi, olgunlaştırır şiiri
Şiirin karışmalı doğanın büyük devinimine
Yaşamalı içinde şiirin büyük hayvanı
Dağlarca'dan öğrendiğim bir şey var:
Yazdın mı sonsuzluğun şiirini yazacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü sözcük dediğimiz şey, şiire sunulmuş bir armağandır
Ve şiir, sunulmuş bir armağandır insana
Haydar Ergülen 🧡
Tumblr media
7 notes · View notes
neyseiyiyimbosver · 4 years ago
Text
Pencereyi aç dünyadan gir içeri. Kim tutabilir ki seni. Ojelerini taşırdın diye üzülmeyi bırak. Boşver rengarenk olsun her yerin. Kahve içelim hadi, sevdiğin şiiri dinlerken... Bir martı süzülürken onu göster bana lütfen. Her yazıda melankoli olmak zorunda değilmiş. Melatonini iliklerine kadar hissettiğin uykular geçir. Küçücük umutların dolup taştığı makro evrenin mikro yansıması olduğunu unutma. Hüzün varda mutluluksa saklıymış içinde.Pencereyi aç gök dolabilir içeri. Klişe olacak ama sen kimi sevebilirsin. Kendini sevmeyi denedin mi. İşte bak zemheri kokan ruhun bile neşelebilirmiş. Rol yapmadan gül hadi. Çarşaf serdiğin duyguların altında kaybolmaktan vazgeç. Biraz gülümse ve sevdiğini söyle bunu hak ediyorsun.Pencereyi aç güneş yansıyabilir içeri .Yüzündeki kırışıklıkların güzel olabilirmiş. Gamzelerine dolan yollar bunun kanıtıymış.Sevilmek adına tuttuğun dalların yakaları bırak. Aynanın karşısına geç ve en güzel gülümsemeni bırak kendine Klişede olsa pencereyi aç ve kendini kucakla ...
3 notes · View notes
forestasolitudine · 4 years ago
Text
sultanısın evrenin, budur inancım.
sana sevinç çiçekleri, kopihüler getireceğim
dağlardan,
kara fındıklar ve ormanlarda yetişen öpücükler sepet
sepet.
pablo neruda | yirmi aşk şiiri ve umutsuz bir şarkı
1 note · View note
hazirangunleri · 5 years ago
Text
D.’den D.’ye, unutmamak için.
“Şimdi uzun zamandır yapmadığım bir işe kalkışıyorum. En yakın arkadaşıma doğum günü için bir yazı yazmak. Eskiden bu işi sık sık yaptığım zamanlarda bunun öyle zaman içinde bitecek, kendi kendini tüketecek bir şey olduğuna inanmazdım. Sonuçta o en yakın, en sıcacık dostluklarımız hep yanımızda olacak biz de her yeni yaşlarında onlara sevgilerimizi, iyi dileklerimizi ve arkadaşlıklarından duyduğumuz memnuniyeti anlatan yazılar yazacaktık. Sonra böyle olmadı tabii, can sıkıcı detaylara, büyümemizin baş ağrıtan kayıplarına çok da girmeye gerek yok. Ben şu an halimden çok memnunum çünkü dünyaya gelmesinden dolayı içten gelen sevincimi saklayamadığım biri var yeniden. Yaşlandığımızda bile doğum günü yazısı yazmak istememe sebep olabilecek biri. Yeniden insanlara ve arkadaşlığa inanmama sebep olan biri. O sensin. Zaten sen olduğunu şimdiye kadar anlamışsındır tabii ama böyle yazmak daha edebi bir hava katıyor. Şimdiden söyleyeyim; paragraf başlarına, noktalama işaretlerine falan dikkat edilmeyen bir yazı bu. Bunu da tam noktalı virgül kullandığım ve yüksek ihtimalle yanlış kullandığım cümlede söylemem biraz komik oldu sanırım.
Ben küçüklüğümden beri kendimi hep yalnız hissettim. En çok arkadaşımın olduğu zamanlarda da, ailemle en yakın olduğum zamanlarda da. Bu öyle tanımlanabilir, anlatılabilir bir yalnızlık değildi benim için. Zaman zaman bunu anlayabilen, beni anlayabildiğinde de o yalnızlığa ortak olabilen ya da hissettirdiği anlayışla yalnızlığımdan beni uzaklaştıran insanlar oldu. Çoğu sanırım artık anlayamadıklarından ya da ben anlatamadığımdan hayatımdan çıktılar. Şimdi anlatmak için uğraşmıyorum. Çünkü sen varsın. Bana kendimden daha yakın, kendimden daha çok inanan, kendimden bile bazen beni daha iyi anlayan, anlamasa bile anlayabilmek için elinden geleni yapan, hani Özdemir Asaf diyor ya: "Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılsa yalnızlık olmaz." onu yanıltıp yalnızlığımı yalnızlıktan eksiltmeden ama benim mutluluğumdan çoğaltarak paylaşan sen varsın. İyi ki varsın benim canım, sevgili arkadaşım. Eskiden annelerimize babalarımıza hediye gelmiş kitapların ilk sayfasında "canım arkadaşım, sevgili arkadaşım, güzel arkadaşım, candan arkadaşım..." gibi hitaplarla başlayan notlar var ya hani, bizim onları hiç kullanmadığımızı fark ettim ve sana söylemek istedim. Benim güzel arkadaşım, sen bu dünyaya iyi ki gelmişsin. Nedenini nasılını hiç bilemediğimiz bu hayatta anlam ararken, bulduğum anlamları çoğalttığın, anlamını çözemediklerimi kolaylaştırdığın, küfretmek istediğim anlamlara benimle sövdüğün ama en önemlisi bu evrenin bir noktasında bütün "güzelliğin"le bulunduğun ve bulunabilecek anlamların en değerlilerinden biri olduğun için teşekkür ederim.
Önümüzdeki yıllar uzun mu kısa mı bilmiyorum. Uzunluk ve kısalık ne, zamanı neye göre ölçüyoruz bunlara da net bir cevabım yok. Tek bildiğim hiçbir zamanı sensiz düşünemiyorum. Zamanın hızı ya da uzunluğu belki de yaşadıklarımız ve paylaştıklarımızla ölçülebilir. Bundan sonraki tüm yaşlarında zaman sonsuzmuş gibi hissedeceğin ama sonsuz olmadığını fark ettiğinde de korkmamanı sağlayacak kadar güzel hikayeler biriktirmeni diliyorum. Elimden geldiğince o hikayelerde olacağıma ve o hikayelerin en önemlilerini asla kaçırmayacağıma söz veriyorum.
Cemal Süreya diyor ki: "Kadınlar arasındaki dostluklar... / Siyah ve yer yer yıldız ışınlı/ Bir kumaşın arkasında/ Usulca dönen bir çiçek düşünürüm." Bende sana, bize, kendimize ve birbirimize ya da tüm kadınlara...baktığımda kopkoyu ama zaman zaman parıldayan bir şeyler görüyorum. Yalnızca bizim görebildiğimiz bir ışıltı ve yalnızca kadınlar arasındaki dostluklarda yalnızca bizim konuşabildiğimiz bir dil var aramızda. Ve "kadınlar çiçektir." standartlaştırmasındaki gibi değil de, hani "bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir." dizesindeki gibi ya da "Darmadağın gövdemi çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum."u okuduğumuzda kendi karnımızda hissettiğimiz ve kollarımızı kendimize doğru sardığımızdaki gibi çiçekli bir arkadaşlık bizimkisi.
Şimdi bana uzak bir ülkede, uzak bir şehirdesin. Yüzünü biraz bile soldurup, gözlerini biraz bile uzaklara diktiğin anda ki ben olsam yapardım bunu, düşürürdüm yüzümü hemen, öyle olursa unutma buralar seni çok seviyor ve her zaman senin içinde ve uzaklar hep de öyle çok uzak değil aslında, bazen bazı şehirleri bile içinde taşır insan. Seni düşünüyorum, seni çok seviyorum ve seni çok özledim. Senin benim için yeni yılda dilediğin gibi çok ama çok mutlu olmanı diliyorum yeni yaşında ve benim her senin dileğin aklıma geldiğinde mutsuz olduğum anlardan utanmam gibi mutsuz olduğunda beni hatırla, hemen mutlu ol demiyorum ama öyle anlarda gülümsemeyi unutma.
Sen giderken sana bu şiiri kağıda yazıp verip vermediğimi ya da daha önce yeni bir başlangıcı bu şiirle kutlayıp kutlamadığımı hatırlamıyorum. Yapmışsam da tekrar okumuş olursun. Bu şiir benim göndermeyi en sevdiğim doğum günü şiiri. Aslında doğum günü için yazılmış bir şiir değil ama bence çok umutlu bir şiir.
UMUŞ
Bütün iyi kitapların sonunda Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda Meltemi senden esen Soluğu sende olan Yeni bir başlangıç vardır Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın Gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın Onu işitsen, yuvarlağı sende kalır Her başlangıçta yeni bir anlam vardır. Nedensiz bir çocuk ağlaması bile Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.
Edip Cansever
Yeni yaşın senin için güzel bir yeni başlangıç olsun. Görüşeceğimiz günü sabırsızlıkla bekliyorum. İçimizden konuştuğumuz ortak dilde de, dışımızdan konuştuğumuz ortak dilde de ve dünyanın tüm dillerinde, tüm kıtalarında ve tüm renklerinde iyi ki doğmuşsun. Feliz Cumpleaños!”
12 notes · View notes
bektassenel · 5 years ago
Text
evrenin şiiri: gün batımları.
Tumblr media
8 notes · View notes
kitapindirpdfcom-blog · 5 years ago
Text
Robert Osserman – Evrenin Şiiri – kazmasun matematiksel bir açıklaması
Robert Osserman – Evrenin Şiiri – kazmasun matematiksel bir açıklaması
Ekitap Özeti; 24 Nisan 1 992 ‘de dünyanın dört yanında gazeteler “yüzyılın en büyük keşiflerinden biri ” olarak selamlanan, hatta kimilerinin, evrenbilimin “eksik halkası” ya da ” [aranan] Kutsal Kasesi” diye adlandı rmaktan çekinmedikleri bir olayı kamuoyuna duyurdular1.
Adı geçen keşif esas olarak evrenin, evriminin en dramatik anında -uzayın başladığı anda1- çekilmiş bir tür enstantane” resmi…
View On WordPress
0 notes
ruhunuterkedenkadn · 6 years ago
Text
'Ve yüzün evrenin en nadide şiiri...'
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 2 years ago
Text
Edip Cansever / Şair, yaşadığı zaman diliminin dışına çıkabilir
Tumblr media
Edip Cansever'in Şairin Seyir Defteri adlı kitabı 1980 yılında yayınlandı. Cansever kitapla ilgili soruları yanıtlarken, şiirin zamansal boyutlarının dolaysız olarak genişletilebileceğini söylüyor.
Son çıkan kitabınız Şairin Seyir Defteri şu dizelerle başlıyor: "Doğanın bana verdiği bu ödülden / Çıldırıp yitmemek için / İki insan gibi kaldım / Birbiriyle konuşan iki insan." İçinizdeki ikinci insan nasıl oluştu? Bir şiir danışmanı mı, yoksa ikinci bir Cansever mi yarattınız?
- Doğa, son yıllarda iyiden iyiye yerleşti şiirlerime. Doğanın verdiği yalnızlık, kendi kendinelik, beni hem monoloğa hem de diyalog kurmaya yöneltiyor. Şiiri doğadan sağdığıma göre, bu iç konuşmayı şöyle özetleyebilirim: Duymayı düşünmek, düşünmeyi duymak. Oysa, şair 'iç yalnızı'dır, bence. Genellersek,  insan yalnızdır. Yalnızlığını başkalarıyla gideren tek yaratıktır.
Doğanın verdiği ödül şiir mi?
- Yalın ve ilkel olarak, evet.
Birkaç şiirinizi, kendi yöntemlerimle, yazılış sürecine geri götürmeyi denedim, edindiğim kanı aşağı yukarı şöyle oldu: İlgi alanının içindeki her şeyin şiirsel koordinatlarını bulmaya çalışmak; şiirlerinizin yapı taşlarını elde etmek için, yaşam yörüngenize giren olayları, durumları, nesneleri öğelerine ya da niteliklerine indirgeyip doğal dengelerini bozarak temellerindeki çelişki, karşıtlık, devingenlik, durağanlık ilişkilerini açığa çıkarmak, bunların sağladığı çağrışım olanaklarıyla yeni birleşimlere varmak... Ne dersiniz?
- Öteden beri Eliot'un "nesnel karşılık" kuramına çok önem verdim. Yani duyguların, düşüncelerin, coşkuların vb. nesnel bir karşılığı olması kuramına. Böylece şiirsel bir dekor hazırlanması söz konusu. Şiirlerim küçük insandan, küçük durumsal anlardan çok, insan dramını, yani bir çelişkiler, karşıtlıklar bütünlüğünü içermeye yönelik olduğundan, bu dekorun nesneleri de, insanları da daha bir hareket halinde görünüyorlar sanırım.
"Cansever'in şiirleri kendini konu alan bir yaşam tragedyasının ayrı ayrı bölümleri gibidir" demiştim bir yazımda. Bu değerlendirmem doğru mu?
- Şairin kendini konu yapması elbette doğal bir şey. Ne var ki, tragedya yazmak şairi zaman zaman dış dünyaya itiyor, salt öznellikten kaydırıyor. Şu da var: Tragedya bir karşıtlıklar bütünü olduğuna göre diyalektiktir. Acıma, korku uyandırarak insanlara arınma sağlamak klasik tragedyanın amacıdır. Buysa kaderciliktir, insan yaşamının etkinliğini durallaştırmaktır. Ben, insan soyu sürdüğünce, tragedyanın da geçerli kalacağına, kapsayıcı bir yazın biçimi olacağına inanmaktayım. Şöyle ki, insanlık toplumcu düzene geçse de, bireyin bireyle, bireyin çevresiyle çatışması engellenemez.
Şiirlerinden ayrı düşündüğüm şairler vardır. Şiirlerinden ayrı bir Cansever düşünemiyorum...
- Bireyliğimi korumak, aşırı öznelliğe kaçmamak koşuluyla.
Ben daha değişik bir yanıt bekliyordum. Şiirinizle öylesine özdeşleşmişsiniz ki, sizi şiirinizin, şiiri sizin dışınızda aramak, evreni evrenin dışında aramak gibi...
- Şiir, şairin özgül değeri, özgül biçimi olmalı, bence.
Her kitabınızda, gelecekte gireceğiniz şiir d��nemlerinin öncü şiirlerine rastlanıyor. Ama çok kez, muştulanan döneme hemen geçilmediği görülmekte. Nedenini açıklar mısınız?
- Yörüngemde iki şiir devinimi oluyor. Bunlardan biri, gene de bir bütünsellik içinde yazdığım (Sevda ile Sevgi'de olduğu gibi) kısa şiirler. Anlık duygulanımların şiirleri de denilebilir. Ötekisi ise, düşünceye ağırlık veren, bir sorunsalı içeren şiirler. Birinden birine geçerken, daha geçme döneminde kitaplarımı birbirine bağlayabiliyor yazdıklarım. Bazen de birkaç kitaptan sonra gerçekleşiyor bu.
Şairler,  ustalıklarının doruğuna ulaştıklarında, geçmiş, şimdi, gelecek arasındaki yapay sınırları umursamamaya, gerekirse zamanı kendi diledikleri gibi bölümlemeye, şiirlerinde takvim yılını bırakıp başka bir yılı (ben buna 'şiir yılı' diyorum) kullanmaya başlıyorlar. Bu 'zaman dışılık' özlemi nereden geliyor?
- Bu sorunuzu şöyle yanıtlayabilir miyim acaba? Güncel olanı (güncel bir olayı, güncel bir durumu vb.) soyutlayıp daha sonra somuta dönüştürerek (şiir bir somutlamadır çünkü) bir genelliğe varmak, böylelikle onu zamanlara yaymak, hatta zaman ötelerine götürmek özlemi, yaratının ilk koşulu bence. Ama, sizin sorunuz daha başka. Şöyle diyebiliriz: Şair yaşadığı zaman diliminin ya da kesitinin bilinçle dışına çıkabilir. Bu yol alış, geçmişe doğru da olabilir, geleceğe de. Yani, dolaysız olarak genişletilebilir şiirin zamansal boyutları. Bağlayalım: Yaşantılar üst üste biriktikçe, geçmiş aşındıkça, ölüm duygusu daha bir yakından yaşandıkça; kısacası, anlamsızlığa karşı bir başkaldırış oluyor 'zaman dışılık' özlemi.
Şiiriniz üzerine özellikle sorulmasını istediğiniz, daha önceki konuşmacıların sormadığı bir soru var mı?
- Sorulmasını istediğim çok soru var. Ve kendi kendime soruyorum durmadan; "daha" duyulmamış duyguların tarihçisi olarak.
(Mustafa Öneş / Ocak 1981 /  Gösteri)
0 notes
kanayan-kafesler · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Bir tufanın, kayboluşun, tamamlanmaya yönelik derin bir çabanın yaralarından dikilmiş, sağlam bir çadırın içine bakıyorum. “Buradalar; ama yoklar!” Bembeyaz bi sayfanın ortasındaki bu sözle karanlığın içine çömeliyorum yavaşça. Herakleitos’un paradoksal ifadeleri, zıtlıkların birbirini var ettiği düşüncesini de ele alınca, bu karanlıkta, taşın altındakileri aydınlatan bir ışığın da barındığını sezerek “Şimdi Terk Edin Çadırımı” kitabıyla Varlık Yaşar Nabi Nayır Ödülü’nü alan Veysi Erdoğan’ın ifadesiyle “perdedekiler”e bakmak, bu yarayla “bir” leşmek için oturuyorum yediler çadırına. Şair, “Benim serüvenim evrene dahil olan ölümü ve karanlığı şiire buyur etmemle başlar.” diyor. Ölüm ve karanlık ifadesini, şiiri “bir” e yürüten “Yediler Kırbacı”, “Yediler Evi”, “Yediler Kuyusu”, “Yediler Aşkına” bölümleriyle birlikte ele alalım. Öncelikle yedi sayısını irdelersek, bu sayının bütün dinlerce kutsal sayıldığına ve tamamlanmanın ifadesi olduğuna ulaşıyoruz. Musevi dinince kutsal sayılan ve “daimi ışık” anlamına gelen yedi kollu şamdan Menora, İslam dininde evrenin yedi aşamada yaratılması inancı, Hristiyanlıktaki Tanrı’nın sözünün yerine gelmesi, tamamlanma anlamı yedinin şiire sızan yanına ışık tutuyor. Bunun dışında, Hindu geleneğine göre insanda yedi çakra, Aborjinler’e göre yedi mevsim, Tibet’te yedi buda, Çin’de kutsal yedi element, Mısır’da RA’nın yedi ruhu var. Bunlar yedi sayısının tarihsel süreçteki ifadelerinden bazıları. Öncelikle yedi kollu şamdan Menora ve Veysi Erdoğan şiiri arasındaki etkileşimi inceleyelim. Menora’nın yedi ışığı, yaradılışın yedi gününü temsil eder. Bu durum, Veysi Erdoğan şiirinde ayrı bölümlerle, bir bütünlüğü sağlamlaştırmaya uzanan bir süreç olacaktır. “Şimdi terk edin çadırımı” ifadesindeki göçebelik, geçicilik çağrışımı yine zıtlıkların bütünleşmesiyle karşımıza çıkacak ve insanın göçebeliği, yolcu oluşu Menora’nın ölümsüz ışığıyla birleşip, “bütün”e doğru gidecektir. Bu ölümsüzlük, daimi ışık anlamını yine Herakleitos’un öğretileri etrafında sorgulayalım. Herakleitos, ana maddenin ateş olduğunu, hatta ölçüyle yanan ve ölçüyle sönen canlı bir ateş olduğunu söyler. Çünkü diğer filozofların öne sürdüğü, su, hava gibi ana maddeler bir yana, ateş canlıdır, yanan, yani alevi meydana getiren şey değiştiği halde alev değişmez. Yanan her şey farklı da olsa sonuçta aynı alevin parçası olurlar. O’na göre varlık bir oluştur. Bu oluş sürecinde, zıtlıklar, birliği doğurur. Zıtlıkların bir aradalığı, alevin bütünlüğüyle sonuçlanan bir durumdur. Veysi Erdoğan “Utanç ve Siyah” adlı şiirinde “çok eski bir alevden geldik geldiğimizi biliriz!” diyerek Menora’nın daimi ışığını ve Herakleitos’un “bir” alevini barındıran bir söyleyişe ulaşır. Ayrıca ilk orijinal Menora, çölde bulunan kutsal çadır Mişkan’ın en kutsal iç bölümüne yerleştirilmiştir. Kitabı, adına da dayanarak, bir çadır olarak ele alalım. Bu kutsal çadırın içine inildikçe yedi şiirli bölümler, yedi kollu şamdan anlamını yükleniyor. İçe döndükçe yaralanan, “sırtında daha derin kuyular açan”, tamamlanmanın sancısını ve hazzını bir arada yaşayan bir şiir Veysi Erdoğan şiiri. Bu kutsal çadırın içinde, en kutsal yerde duran kutsal ışığa çevrilen aynalar şairi doğaya, oluşa yansıtırken derin sancılar da doğuruyor. Bu sancılı birleşme, karanlık, metafizik öğelerle yoğurulmuş şiirde, simgesel ifadelerine kavuşuyor. Bir bütünü oluşturmak üzere sıralanmış bölümler, sonsuz bir ifadenin katmerlenmiş, terbiye edilmiş hali gibi, hesaplaşmaları, kendine dönmeleri, doğayla ve hesaplaşılan “onlar”la bütünleşmeyi barındırıyor.  İlk bölüm “Yediler Kırbacı”, “kırbaç” sözcüğünün simgeselliğin doruğunda olduğu bir bölüm. Şairin kendisiyle hesaplaşması, kendini terbiye etmesi, hesaplaştığı “onlar”la “beni gövdemde inleyiniz!” diyecek kadar iç içe geçmişliği, aynı zamanda “herkesin içini döktüğü bu vahada çünkü siz/ yaramın içinden geçecek kadar güzel değilsiniz” diyecek kadar da kendini soyutlama, bütünden ayrılma durumu ve bu ikilemin yoğurduğu öfke ünlem işaretinin vurgulanmasıyla pekişiyor. Bir yitirme ve kabullenme durumu yine bu bölümün öne çıkan yanı. “şimdi terk edin çadırımı/bu mezar kalpten iyilik beklemeyin” diyor şair Yediler Kırbacı’nda. Ardından “Yediler Evi” geliyor. Bu kabullenme durumu yerini “ölüm, günah, leke” gibi kavramların pekiştirdiği eksiklik, geçicilik, keder, sorgulama karmaşasına bırakıyor. Önceki bölümün terbiyesine yönelik bu bölümün ilk şiiri olan “ eksik” te, “gittim kendimi ölümle terbiye edip geldim/kadife bir kılıca verdim tenimi işte ben dedim” diyor şair. “Ev” bir sürecin kucağı, bir paylaşım ortamı gibi, sonsuza uzanan dört duvar. İnsanın tanrılar tarafından cezalandırılmışlığı, bu paylaşım ortamının acı vericiliği, kederi, isyan, isyanın yanında öylece duran kabullenmişlik evin her köşesine sinmiş. “herkesin herkese kırbaç olduğu zamanlardı/ yarasını aynalarda büyüten bir lekeden geldiler” dizeleri, önceki bölümdeki terbiye ifadesini de barındıran bir başkaldırma olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonraki bölümse “Yediler Kuyusu”. Bu, mistik öğelerin ön planda olduğu ve dinsel olaylara göndermelerle desteklenmiş söyleyişlere sahip bir bölüm.”Şamdan ve Şuara” şiirinin adından da anlaşılacağı gibi yedi kollu şamdan ve Kuran’da yer alan Şuara(Şairler) Suresi, Veysi Erdoğan şiirinde simgeleşiyor. “Yediler Aşkı’na” bölümünde yer alan şiirse “İnsanın Mülkü Yarasındadır” Bu şiirde, göçebe, yarasına yerleşip tohumlar ekiyor. Eksikliğiyle, öfkesiyle, içe dönüklüğüyle yaslanıyor yeryüzüne. “gördüler aşkı yaraya süren bir semazenim ben/ bu nefes kimindir dediler bu kendine dönen kimdir?” dizeleri yine mistik. Fakat bu bölümde mistisizm, göndermelerden çok, şairin bu mistisizmin içinde var olmasıyla yer alıyor. “yedi gülden sonrayım ben yedi yıl yattım tahtında!” cümlesindeki tamamlanma, kitaba ünlemini koyuyor ve derin bir “sus” bırakıyor insanda. İçinde bağırışlar barındıran bir sus. “Şimdi Terk Edin Çadırımı” Terk etmeye yelteniyorum, fakat görüyorum ki bu yara kabuğundan, kuyulardan dikilmiş sağlam çadıra “insan yaramı” yaslayıp “bir” olmuşum. Karanlığın dibindeki ışığa dokunan eller hangimizin bilemedim; Bu göçebe beden, yerleşik sancı hangimizin? “İnsanın mülkü yarasındadır” diyeyim, gerisini anlayın. Göçebe Beden, Yerleşik Sancı / Sinem Vardar, Dünya Gazetesi, 5 Aralık 2008, sayı 206.
1 note · View note
almanyalilar · 5 years ago
Text
Şair Uluer Aydoğdu ile Söyleşi
ALMANYALILAR – Şiirlerini ve denemelerini arada bir yayınlamamıza izin veren sayfamız dostlarından ve şairlerinden Şair Uluer Aydoğdu’ya sorduk. O da şiir tadında, lezzetine doyulmayan yanıtlar verdi.
Almanyalılar: Klasik bir soru ile hemen başlayalım derim. Neden şiir, nasıl başladınız şiir yazmaya, ilk ne zaman başladı? Ha bir de neden kaldınız şiirde?
Uluer Aydoğdu: Şiir, kendi anlam, değer ve kuralları olan bir organizma tıpkı sizin, benim ya da çiçekler ya da bir elöpen gibi. Bir şekilde hep karşıma çıkan, görmezden gelemediğim ve giderek kanımın ısındığı birisi. İlk ciddi karşılaşmamız T. S. Eliot’un, J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı adlı şiirinde “Cana kıymanın da yaratmanın da zamanı gelecek” dizesiyle oldu. İrkildiğimi anımsıyorum. İrkilmek ne ki, kurşun keskinliğinde bir dize gelip alnımdan vurdu beni, abartmıyorum, oracığa yığılıp kaldım. Dize beynimde ilerlerken; keskinliğini, sivriliğini saplayıp zihnime, bir yandan da “yaladı köşesini bucağını” kalbimin. “Oyalandı bir süre” başka diyarlara inanayım diye kanat çırpan kalbimde. “Aldırmadı” beceriksizce çırpınışına koca bedenimin. Öylece, başıboş ve hülyalı atıldı genç dimağıma. Baktı, ayaklarını şiire sarkıtmış bir çocuktu sarstığı. Durmadı, cayır cayır aktı hücrelerime. Aha işe şiire yakalanmıştım iflah olmaz bir şekilde. Alacalandı mı üzüm / durmaz yürür şaraba / sonrası mı şiir kerim!
Yeryüzünün ve evrenin oyuncuları, yani şeyler, nesneler ve bedenlerle ben diyeyim milyarıncı, siz deyin trilyonuncu nesil son derece karışık, son derece yoğun ve kendi aklı, kendi bilinci olan son model bir organizma, beden vasıtasıyla rastlaşmalarımdan, karşılaşma ve çarpışmalarımdan, yani aldıklarımı verip, verdiklerimi alma eksenli alışverişten (mübadele) oluşan bir ‘ben’in deneyimlerinden, yeryüzüne ve giderek evrene yaklaşma istikametinden başka bir şey değil yazdıklarım. Tabii bu ben’in oluşumunda, yapılanmasında kallavi bir tarih, kallavi bir coğrafya baskısı ve aynı zamanda da anti-doğa kültürel bir kibir, buyurganlık, zorbalık ve cehalet (Cehaleti, bir şeyleri bilip bilmemek anlamında değil, bütünden koparılma ve bunun farkında olmama anlamında kullanıyorum) var. Başka bir söyleyişle doğal seçilimden daha çok itilme, kıstırılma, tuzağa düşürülme bu. Bütüne, dünyaya, evrene yabancılaştırılıp uzaklaştırılma, akıştan koparılma, girdapta dönüp duran, debelenip duran, çırpınıp duran bir şeye indirgenme. Bu durumda var olduğumuzu söylemek imkânsız. John Zerzan’ın dediği gibi “mevcudiyetten sürgünlük” bu. Başka bir söyleyişle var, ama yok; yok, ama var bir boyutta atıl kalmak… Varsın, ama kör ve uyurgezer bir şekilde yapılıp edildiğin bir gerçekliği, bütünü, dünyayı, sistemi yapıp ettiğin için yok; yoksun, ama bir sistemi, gerçekliği, bütünü, dünyayı ayakta tuttuğun, o neyse, onun serpilip büyümesini, ayakta kalmasını sağladığın için var. Tipik bir girdaptır bu, kapalı bir kap, monolog.
Akıştan ayrı, akıştan farklı, akıştan bağımsız bir varlığım; varlığımdan ayrı, varlığımdan farklı, varlığımdan bağımsız bir akış yok, bunu söylemeye çalışıyorum. Ve kendimi durmadan daha büyük, daha karışık, daha yoğun bütünlere açıyorum. Aha işte kendilerini anbean daha büyük bir bütün atomlara açan kutlu bir halktır kuarklar. Atomlar geri kalır mı hiç, hayır, onlar da kendilerini moleküllere açıyorlar. Moleküller, etrafımızda gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, kokladığımız, yediğimiz, içtiğimiz şeylere, nesnelere, bedenlere. Bütün bu şeyler, nesneler, bedenler ise dünya hakkında birer dünya. Dünya da Güneş Sistemi hakkında bir sistem. Güneş Sistemi ise Samanyolu Gökadası hakkında bir ada…
Şiir, işte kendimi açtığım bütünlerden biri, ancak ‘ölü sevici’ de değilim; şimdi yeni bir durumsa, bu yeni durumun bilgisi, duygusu, şiiri, aklı da yeni olmalı. Son zamanlarda sık sık duyuyoruz “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, deniyor ya, peki ve güzel, ama eskinin bilgileriyle, anlam, değer ve kurallarıyla hareket ediyorlar. Böylece yeni, dünyanın o en eski durumu, yürürlüğe girmiyor. Ah, evet, yeryüzü durmayarak duran, burada kalmayarak burada kalan bir beden, bakmayın siz insanbiçimsel gerçekliğimizin bir yerlere takılıp kaldığına. Yaratmaktan daha cana kıyıcı, cana kıymaktan daha yaratıcı bir şiir yok, gidiyorum. Kuş oluş tezgâhından geçtim, gidiyorum. Kendimi geçip, ülkeleri geçip, milletleri gidiyorum. Devrim oluyor, bak, devirip devirip kendimi gidiyorum.
Şiir amaç olmaktan çok beni, verili olanın bunaltıcı, tekdüze gerçekliğinden kaçıran bir ‘kaçış ��izgisi’… Ve bu nedenle en azından dışarıya bakabilme cesareti veriyor bana. Ah, evet her şeyin kabul olarak değil soru olarak anlaşılması gerektiği durumlara bükülüyorum hep. Varoluş, bir ölüm-kalım süreci olmaktan daha çok bir olanaklar alanı, seçim yapmaya, oluşmaya, burada kalmamaya bir davet. İşte, böyle böyle akıp gidiyorum bir akışkanın içinde bir akışkan olarak. Katılaşmalara yüz vermeden, bir düşünceye, ideolojiye, inanca, dine, mitlere, hikayelere takılıp kalmadan. Durmayarak durma diyor buna bilge, gidiyorum. Kaçış sanatı, yani şiir, hiçbir yerde kalmamaktır. Durumlar yaratıp yaratıp durumlara göre hareket etmek. Durmadan fışkırmak, evsizlik oyunu ya da ağzı yakan bir bardak çay içmek, şimdi-burada oluşmak, tay-tay durmak.
Almanyalılar: Kitaplarınıza gelelim şimdi. Bulabildiklerim “Yaşlı Büyücünün Memeleri /1994, Hayal/Et Hiç Bitmeyecek Çünkü /2005, Sözcük İçinde Sözcük En İçte Sen, Denizsuyukasesi /2006, Yeryüzü Yeniği / 2013”. Biraz onlardan bahseder misiniz? Ne anlatıyorsunuz bize, sonra bir de nasıl anlatıyorsunuz?
Uluer Aydoğdu: 80’lerin sonu, 90’ların başı, Yalçın Küçük, 60’lar için şahane yıllar diyordu, ben de, tabii, daha çok kendi bireysel tarihim anlamında 90’lar için şahane yıllar diyeceğim. Devirip devirip yerleşik benliğimi evirildiğim yıllar.
İşte, 90’ların başında Prospero Yayınları‘nda çalışıyor, aynı zamanda da Ankara Sanat Kurumu’nun bültenini hazırlıyor, kurum etkinliklerinin organizasyonuna yardım ediyordum. Yakın zamanda kaybettiğimiz ressam, öykücü, şair İsmail Gümüş kurumun başkanıydı. Hemen hemen her gün Emek 2. Cadde’deki atölyesindeyim. Ressamların, yazarların, şairlerin buluşma yeriydi atölye. Gümüş Tapınak, diyordum oraya, şiire, gelecek güzel günlere alamet açıklık… Hani, “Yükseltin tavan kirişlerini ustalar” diyor ya Salinger, Gümüş Tapınak‘ta da varoluşun kirişleri, kolonları yükseltiliyordu. Dünyanın yapım ve tamir işine emek verenlere selam, saygı ve mis kokulu çiçekler.
O sıralar tam zamanlı serseriydim, varoluş huzursuzu, bahar zirzopu, gam seli, ağlarken balina… Anksiyete, borderline atakları, obsesyonlar…  Tam da o günlerde önce Engin Gençtan‘la ve hemen sonrasında da yönlendirmesiyle Gülseren Günçe‘yle tanıştım.
Varoluş ve Psikiyatri (Engin Gençtan, Metis Yayıncılık, İstanbul, 1990.), nelere kadirdir nelere, eşik cinlerimdendir Engin Gençtan.
Gülseren Günçe, psikiyatrist ve kallavi şair Ergin Günçe’nin eşi. Eşik cini olduğundan eminim Gülseren hanımın, yakalanıp dönüp durduğum, çırpınıp durduğum, debelenip durduğum girdabın farkına varıp esaslı ve zorlu bir ‘oluş hamlesi’ ile akışa, yani varoluşa döndüm sayesinde.
Yaşlı Büyücünün Memeleri (Yaşlı Büyücünün Memeleri, Prospero Yayınları, Ankara, 1994), tam da o günlerin toplamıdır. Prospero Yayınları’nın sahibi İsmail ağabey (Gençtürk), “hadi ilk kitabını çıkaralım” dediğinde ta buralara kadar bükülmüş oldum.
?
?
Nesnel / fiziksel gerçekliğe, yani varoluşa, akışa aykırı, düşman anlam, değer ve kuralların yaşlı bir büyücünün memeleri gibi süt ve zevk vermediğini, yeni bir meme bulmak gerektiğini düşünüyordum. Hâlâ da öyle. Tabii, daha önceleri şiirime, kanıma giren T. S. Eliot‘un “yaratmanın ve cana kıymanın zamanı gelecek, henüz zamanımız gelmedi”, diye itelediği durmayarak durmaya, yani burada kalmayarak burada kalmaya alamet bir açıklıkta cana kıymaktan daha yaratıcı, yaratmaktan daha cana kıyıcı bir şiir var mı, yok, gidiyorum (yukarıda söz etmiştik) diye kaçış çizgisi alıştırmaları yapıyordum. Pırrr Bilim tahsil etmekle meşguldüm bir yandan da. Bu arada hemen söyleyeyim Pırrr yegâne şiirdir, tek, biricik ve eşsiz.
İlk şiirim Çağda Türk Dili dergisinde yayımlandı (Ağustos-Eylül 1989 Sayı:18):
Şehirlerde
Bağbozumlarında
küfe küfe sevgi taşırken
sepet sepetken umudum
üzüm yaprağı gibi yeşildim
ve umudun pekmez gibi aktığı gecelerde
şıra kaynardı masaralarda
pastık yapardı kızlar analar
sonra yalınayak sevdamı
çiğnediler şehirlerde
orada burada.
İlk kitabımdan, Yaşlı Büyücünün Memeleri’nden de bir şiir olsun isterim tabii uygun görürseniz.
Üst Baş’lık
Geceye başlık benimle kırıştıran ay. Kulağıma
hangi sevdalar, sönmüş yıldızlar zonklar
kristal bardak
eski rakılara terleyen filinta bir bedendir
topu topu yirmiz sekiz sayfalık kitapta
birkaç cümle var
ah, hangisinin altını çizsem
pıhtılaşmış kan sağıyor yüzüm.
Afyona müptela çocuk kaç zamandır
İstanbullara, özellikle eskisine
gider, orada özlerim seni
antika dükkanlarında ararım her parçanı
yapıştırabilir miyim diye tenimdeki eksik yerlere.
Ama fundalıkları soracak olursan
yeşil fresklerdir onlar
aşkın totemi nedir ki acaba
gelişini çizsem duvarlara. Kesinlikle.
İkinci kitap ise on bir yıl sonra: Hayal/Et Hiç Bitmeyecek Çünkü, Pervaz Yayınları, Ankara, 2005. Hemen bir yıl sonra ise bir fanzin kitap: Sözcük İçinde Sözcük En İçte Sen, Denizsuyukasesi, İzmir, 2006. Ve son kitabım: Yeryüzü Yeniği, Zımba Kitap, Bursa, 2013.
?
?
Sorunuza gelecek olursam: Bana göre “doğru olmayan sözcükleri” bulmamız gerekiyor. Oluşları, akışları, akışkanlıkları var edecek sözcükleri. “Bir üslup, kendi ana dilinde kekelemektir. Bu çok güçtür, çünkü bu tip bir kekelemenin gerekliliği olmalıdır. Bu, sözlerinde kekeme değil, kendi dilinde kekeme olmaktır. Ana dilinde yabancı gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yapmak.” Diyeceğim dil, hiçbir zaman homojen bir sahada hareket etmez. Kekeleyen bir şiir oluşmak, işte güç olan budur. “Tek dilde bile ikili olmamız gerekir, kendi dilimizde bile ergin olmayan bir dilimiz olmalı, kendi dilimizde azınlık bir dil yaratmalıyız. Çok dillilik, her biri kendi içinde bağdaşık (homojen) olan birçok sistemin sahip olduğu şey değildir; kaçış çizgisi veya değişim çizgisi bir sisteme bulaşır ve onun bağdaşık (homojen) olmasını önler.” Velhasıl, Proust’un dediği gibi “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır.”
Tabii, bu söylediklerimin neresindeyim bilmiyorum. Ancak Picasso, “ben aramam bulurum” diyordu. Benim bulduğum da bu işte. Şiir böyle mi yazılır diyenlere de Nasreddin Hoca’nın fıkrasıyla cevap vereyim:
Nasreddin Hoca’ya gittiği misafirlikte;
“Saz çalmasını bilir misin?” diye sormuşlar.
“Bilirim” deyince, “Sazını dinleyelim hocam” diyerek eline bir saz tutuşturmuşlar.
Hoca mızrabı almış, sabit bir perdede elini basılı tutarak tellere vurmaya başlamış.
“Saz böyle mi çalınır Hoca?” demişler,
“Sol elini perdeler üzerinde gezdirmen lazım.”
“Onlar arıyorlar”, demiş Hoca;
“Ben buldum. İşte tam burası.”
Almanyalılar: Hocam küstahlık olsun diye sormuyorum ama adı şu an aklıma gelmese de adam “şairler ve öykücüler en büyük asalaktırlar” demiş. Bu konuda neler söylersiniz? Sahi şairler asalak mıdırlar? Neden? Yani herkesin şiir yazdığını zannettiği bir diyarda şiir yazmak gerçekten o kadar kolay ve basit midir?
Uluer Aydoğdu: “Şairler ve öykücülerin en büyük asalak olduğunu” kim söylemiş, niye söylemiş bilmiyorum ancak aklıma hemen Jonathan Swift geldi. “Küçük pirenin üzerinde/ Daha küçük pireler görüyor doğa bilimci, / Bu küçük pirelerden besleniyor daha da küçükleri/ Ve sonsuza dek sürüyor bu pirelenme süreci”. Dahi matematikçi Benoît B. Mandelbrot, Fraktal Yapılanma diyordu bu duruma ve Swift’tin bu tekerlemesini çok seviyordu. Bir de Adorno, toplumsal nemadan aldıkları pay diğerlerine göre az olduğu için şairler arasındaki rekabetin daha yaman olduğundan söz eder.
Diğer yandan, merkezlerin çözülmeye, dağılmaya başlaması ile büyük adamların, büyük sanatçıların devri bitti. Şimdi herkes büyük adam, herkes kendi bütünselliği içinde büyük düşünür, büyük sanatçı. Güçlü bir ağ oluşumu söz konusu ve bu ağın herhangi bir noktasında yer alanlar arasında önemli ya da önemsiz diye bir şey söz konusu değil. Yegâne şey dolaşımdır çünkü, akış. Şiir de dolaşım ve akıştır. Önemli olan şiirin dolaşımıdır, değiş tokuşudur ki ben sana bir şiir okuduğumda sen de bana bir şiir okursun, hobaa… Bir şiiri, şiir katına yükselten bir akış var öyleyse, bir dolaşım, bir değiş tokuş. Akışı elinde tutanların sınırlı oluşu kuşkusuz akışın yönlendirilmesini, manipüle edilmesini kolaylaştırır. Böylece herkesin içinden geçmesi gereken kodlar oluşur. Örneğin iyi şiir – kötü şiir. Öyle değil mi ‘şiir rahipliğine’ soyunan kimi şair ve dergi şiirin koruyucusu havasındalar, ama geçti onların pazarı. Komünist Manifesto’daki şu ifade söylemeye çalıştığım şeyi en yalın ve şiirsel şekilde söylüyor: “Her şey dağılıyor, merkez yerinde durmuyor.”
Almanyalılar: Politik olmayan, içinde bulunulan mevsimi umursamayan, aşkı ve ölümü görmezden gelen şiir var mıdır?
Uluer Aydoğdu: Şiir de dünya hakkında bir dünyadır. Başta söylemiştik, tıpkı bütün şeylerin, nesnelerin, bedenlerin de dünya hakkında birer dünya ya da gerçeklik olması gibi. Dünya olmasaydı bunları konuşuyor olmayacaktık, öyle değil mi? Ancak tersinden bakarsak bu şeyler, bu nesneler, bu bedenler olmasaydı dünya da olmayacaktı.
Uzaktan, dışarıdan bakıldığında tek parça bir bütün olarak görünen dünyanın, yakınlaşıp içine girince enva-i çeşit şeyleri, nesneleri, bedenleri, renkleri, şekilleri, anlam, değer ve kuralları içerdiği görülür. Şeyler, nesneler, bedenler rastlaşmalar, karşılaşmalar, etkileşimler yani birbirleriyle çarpıcı ve dinamik bir ilişkiler ağıyla tek parça bir bütün olarak dışa vurur. Senin, benim, hepimizin dışavurumudur toplum, dünya, sistem, bütün, gerçeklik…  Yapılıp edildiği gerçekliği yapıp eden bir şeyden, bir nesneden, bir bedenden söz ediyorum, kendi kendine, kendini var ettikçe var olup, var oldukça kendi kendine, kendini var eden. Bir altüst / üstalt oluş bu. İçin dışavurumu / dışın içe. Tohum gidip mahsul / mahsul gidip tohum olur… Hepsi bu sahnede, varoluş sahanlığında.
Kendi kendine, kendisiyle beslenen bir şey işte; kendi kendine, kendi canına kıydıkça kendini yaratan; kendini yarattıkça kendi canına kıyan bir organizma. Anbean kendi yasını tutup kendi şölenini kutlayan bir özyapım ve özyıkım. Kendi kendine, kendinin tohumu, mahsulü, doğurgan rahmi. 
Var olamayacağı yere varınca mahsul, yani imkân ve kabiliyetlerini tüketince, gidip var olabileceği yere tohum olarak gömülüp ekilir. Aha işte üst alt olur. Toprağın üstündekiler bir çalım, bir çalım dolaşa dursunlar, aynı zamanda da uzay-zaman düzenlemelerinin tohumlarından başka bir şey değiller.
Kendi kendine, kendini harmanlıyor dünya işte. Harman ola, harman ola, harman… Övgüm harman yeri dünyaya, övgüm harman oluşadır.
En zor olan hiç kuşkusuz var olmaktır. Var olmak; varlığını, sanki birbirlerinden ayrı, birbirlerinden farklı, birbirlerinden bağımsız şeyler, nesneler, bedenler olabilirmiş gibi ‘rakip’, ‘düşman’ ve “olmak ya da olmamak” yanılsaması üzerinden atıl bırakan, ama doğru söylüyorum ‘hiç eden’ bütünün, neyse o, gerçekliğin, sistemin, dünyanın farkına varıp bu döngüden, bu tuzaktan, bu ağdan kurtulup özgürleşmektir. Kör ve uyurgezer bir şekilde yapılıp edildiğin gerçekliği yapıp etmekten, o dünyadan elini ayağını çekmekten söz ediyorum. Uyanmaktan, dirilmekten, ayağa kalkmaktan… Değilse yoksun, değilse “mevcudiyetten sürgün”sün. Yoksan ne yapabilirsin ki!
Hele bir uyanıp kalmaya gör!
Şöyle bitireyim:
Buyurun bir de buradan göğe bakalım
flamingoların, yavaş yavaş ama birlikte havalandığı yerden
hepimiz birden mutlu olabiliriz.
Eli gidip gözü değenlere de selamlar.
Mutlubaharlarevi, İzmir
Verdiğiniz bu değerli bilgiler için teşekkür ederiz.
Süleyman Deveci / 11.07.2020
Söyleşi: “Şiir de dünya hakkında bir dünyadır” Şair Uluer Aydoğdu ile Söyleşi ALMANYALILAR - Şiirlerini ve denemelerini arada bir yayınlamamıza izin veren sayfamız dostlarından ve şairlerinden…
0 notes
berkayhocamatematik · 5 years ago
Text
Dünyanın Çevresi 2200 Yıl Önce Nasıl Hesaplandı?
Tumblr media
İskenderiye Mısır’ın kuzeyindeki Nil deltasında, kendi ihtirasla­rının büyüklüğüne denk bir kent isteyen Büyük İs­kender tarafından kurulmuştu. Eski İs­kenderiye, o çağın edebiyat, araştırma ve bilim alanlarında en büyük ve sivrilmiş yeteneklerini, kısmen büyük kütüphanesi sayesinde, kendine çekti.
MÖ üçüncü yüzyılın ikinci yarısında bu kütüphanenin başında, şiir ve edebiyat eleştirisi kitapları da yazmış olan, İskenderiye’nin en büyük bilimsel yetenekle­rinden biri, Eratosthenes bulunuyordu.
Eratosthenes’in yerkürenin boyutlarını belirlemek için kullandığı yöntem üç öğeye dayanıyordu.
Birincisi, az sonra açıklanacak olan, bir parça temel geometriydi. İkincisi, güney Mısır’da Nil kıyısında kurulmuş, bugün Assuan adıyla bilinen, o za­manki adıyla Syene kentine ilişkin bir coğrafi olguyu içeriyordu. Üçüncüsü de, gnomon adı verilen son derece basit bir aygıttı.
Gnomon, düz bir yere dikilmiş dikey bir çubuk­tan ibaret olup çok uzun zamandan beri kullan��lmaktaydı. Güneş’in gökte ilerlerken düşürdüğü gölgenin izlenmesini sağlıyordu.
Gnomon günde bir kez, Güneş’in gökte en yüksek ve kendi gölgesinin de en kısa olduğu anda, yani öğle vakti, tam ve kesin “saati” verirdi. Buna ek olarak pusula görevi de görürdü, çünkü öğle vakti gölge tam kuzeyi gösterirdi. Gnomon ayrıca, her yılın iki kilit gününü, yani yaz ve kış gün dönümlerini belirlemek suretiyle, bir tür ilkel takvim olarak da işe yarardı.
Son olarak, gnomon Güneş’in yüksekliğini, yani belli bir anda ufuktan açısal uzaklığını, belirlemekte de kullanılırdı. Tek yapılacak şey, gölgenin ve çubuğun uzunluk­larını ölçmek idi. Bu ölçümlerle oranlı bir dik üçgen kurarak gölgenin karşısına rastlayan açı ölçülebilir; bu açı da Güneş’in doğrultusunun başucu doğrul­tusundan (dikey doğrultudan) ne kadar saptığını gösterirdi.
Tumblr media
Gnomonun kullanımı Eratosthenes ve çağdaşla­rı tarafından pek iyi bilinmekteydi. Fakat Eratosthenes’e yerkürenin boyutlarını belirleme işinde asıl ilhamını veren, Assuan’ın coğrafi özel­likleri oldu. Bu kent İskenderiye’nin hemen hemen tam güneyine rastlar; ayrıca her yılın belli bir anın­da (yaz gün dönümünde öğle vakti) Güneş’in tam başucundan geçtiğini görmek gibi bir ayrıcalığa da sahiptir. Her yıl bu özel anda, Assuan’da gnomon hiç gölge vermez.
Eratosthenes bu olguları bir takım basit ama akıllıca geometrik akıl yürütmelerle bir araya getir­mek suretiyle, başyapıtını gerçek­leştirdi.
Tumblr media
Dünya’nın çevresini hesaplayan Eratosthenes (M.Ö. 276-195)
Yaz gün dönümünde öğle vakti, gnomonunu kullanarak İskenderiye’de Güneş’in doğrultusuyla başucu doğrultusu arasındaki açıyı saptadı. Aynı anda Assuan’da Güneş tam başucunda olduğundan, İskenderiye ile Assuan’ın dikey doğrultuları arasındaki açıyı da böylece saptamış oluyordu. Bu açının, bir çemberin uzunluğunun 1/50’si kadar olduğunu buldu.
Bu, Dünya’nın tam çevresinin İskenderiye’yle Assuan arasındaki uzaklığın 50 katı olduğu anlamına geli­yordu. Bu iki kent arasındaki uzaklık bugünkü öl­çülerle kabaca 800 km olduğuna göre, Dünyanın çevresinin de 40 000 km kadar olması gerekti.
Tumblr media
Eratosthenes’in yönteminde elbette o dönemin şartlarından kaynaklanan bazı noksanlıklar var idi.
İlki Güneş doğ­rultusuyla dikey doğrultu arasındaki açı o devirde ancak yaklaşık olarak ölçülebilirdi. İkin­cisi, Assuan’ın İskenderiye’ye göre tam tamına de­ğil ancak kabaca güneye düşmesidir. Üçüncüsü, iki kent arasındaki uzaklığı tam olarak ölçmenin çok güç, hatta olanaksız olmasıdır.
Uzun mesafeler o çağda stadion denen bi­rimle (bir stadyumun boyu) ifade ediliyordu. Eratosthenes’e göre yerkürenin çevresi 250 000 stadi­on’du. Bir stadionun değeri 600 “ayak ” olarak standartlaştırılmıştı; ancak “ayak ”ın değeri stan­dart değildi. Dünya’nın çevresi olarak verilen 40 000 km rakamı, bir stadion için tanım olarak bu ölçeğin en düşük değerinin alınmasından çıkmak­tadır.
Eratosthenes’in tahmininin, bi­limsel açıdan kesin bir ölçümden çok bir “göz kararı ölçüm” olduğu söylenebilir. Yine de bu değer, bir dolaysız yaklaşımın kesinlikle ola­nak dışı olduğu durumlarda, kullanılan basit ama zekice geometrik akıl yürütmenin başarı sağlama ye­teneğine çarpıcı biçimde tanıklık etmektedir.
Kaynak: Robert Osserman, “Evrenin Şiiri”, syf: 29 – 32
Matematiksel
0 notes