#Dünyanın En Önemli Öğrencisi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Dünyanın En Önemli Öğrencisi
Dünyanın En Önemli Öğrencisi Kitap AçıklamasıOna herkes ama herkes Fikri Bey derdi. Ne de olsa o bir patron, genel müdür ve yönetim kurulu başkanıydı. Kendi krallığında mutlu mesut yaşarken bir gün şaka gibi bir telefon geldi. Ortaokula geri dönmesi gerekiyordu! Meğer bir karışıklık olmuş ve ortaokuldan hiç mezun olmamıştı. Gidip derslerini tamamlamazsa tüm diplomaları geçersiz sayılacaktı. Yok…
#ARKADAŞLIK#Aile Hayatı#CEO#Dünyanın En Önemli Öğrencisi#Fikri Baba#Fikri Bey#Kibir#Müdür#Orta okul#Şermin Yaşar
0 notes
Text
Sakarya Geleneksel Sanatlar'da yılsonu heyecanı
https://pazaryerigundem.com/haber/176290/sakarya-geleneksel-sanatlarda-yilsonu-heyecani/
Sakarya Geleneksel Sanatlar'da yılsonu heyecanı
Sakarya Büyükşehir Belediyesi Geleneksel Sanatlar İhtisas Merkezi’nde yılsonu heyecanı yaşandı.
SAKARYA (İGFA) – Sakarya’da Geleneksel Sanatlar İhtisas Merkezi’nin yılsonu sergisinde hat, (kufi, sulus, nesih, rika) tezhip, minyatür, çini, ebru, ahşap oyma, sedef kakma, cilt, katı hendesi, tezyinat, çamur şekillendirme ve kaligrafi gibi 11 farklı branşta 175 eser beğeniye sunuldu.
Programa Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Alemdar’ın yanı sıra MHP İl Başkanı Oğuz Alkaş, Sakarya Muhtarlar Federasyonu Başkanı Erdal Erdem, SAÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Özer Köseoğlu, Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanı Alpay Şirin, Gençlik ve Spor Hizmetleri Dairesi Başkanı Orhan Bayraktar, eğitmenler, kursiyerler ve çok sayıda sanatsever yer aldı.
SAÜ Geleneksel Türk Sanatları bölümü yüksek lisans öğrencisi olan, aynı zamanda Geleneksel Sanatlar İhtisas Merkezi’nde eğitimlere katılan Fatma Altuntaş, merkezde gerçekleştirilen eğitimlerin akademiyle eş değer olduğunu ifade ederek, “Burada emek veren arkadaşlarım gibi bende boş zamanlarımı değerlendirmek için değil, bizzat zamanımı burası için ayırıyorum. Türkiye’de 2. olan ve sene boyunca usta sanatçıların elinden çıkan eserleri sergileme ve görme fırsatı buluyoruz” dedi.
Geleneksel Sanatlar İhtisas Merkezi’nin kurucu hocalarından Hattat Prof. Dr. Mehmet Memiş, sergiyle birlikte Sakarya’nın yeni sanatçılar yetiştirdiğini gördüklerini belirterek, “Gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla Sakarya’da kültür sanat alanında önemli gelişmelere şahit oluyoruz. Fiziki imkânlar, sahip olduğu koleksiyonu, kütüphanesi ve en önemlisi de eğitmen kadrosuyla gerçekten büyük bir velinimet” ifadelerini kullandı.
2015 yılından beri merkezi yakından takip ettiğini belirten Başkan Yusuf Alemdar, sanata güç veren kursiyer ve eğitmenleri tebrik etti. Sanatın, kültürün insanın ruhunu yansıttığını ifade eden Alemdar, “İnsanın medeniyetini, kültürünü, sanatını yaşatamadığı müddetçe huzur içinde mutluluğu yakalama şansı yoktur. Bizim medeniyetimiz dünyanın en zengin medeniyetlerinden birisidir. Dünyanın neresine giderseniz gidin bütün sanat galerilerinde Doğu, İslam ve Türk medeniyetinin eserlerini görürsünüz” dedi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Alemdar kurdele kesimi sonrası merkezin kurucu hocalarından Prof. Dr. Mehmet Memiş’ten günün anlam ve önemine ait hediyeyi kabul etti.
Eserleri tek tek inceleyip, eserlerin sahiplerinden bilgi aldı.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
FÜ, Dünya Üniversiteleri Sıralamalarında Yer Almaya Devam Ediyor
Dünyanın en saygın derecelendirme kuruluşlarından olan Times Higher Education (THE) tarafından “Dünya Üniversiteleri Sıralaması 2024” yayınlandı. “THE Dünya Üniversiteleri Sıralaması 2024”, araştırması kapsamında 108 ülkeden bin 904 üniversite; öğretim, araştırma ortamı, araştırma kalitesi, endüstri ve uluslararası görünüş olmak üzere 5 alanda yer alan 18 göstergeye göre değerlendirildi. Bu kapsamda Fırat Üniversitesi yapılan değerlendirmeler sonucu dünya genelinde 1001-1200 bandında yer aldı. Listede Türkiye’den 75 üniversite yer alırken, bu sayı ile dünyada 7. en iyi temsil edilen ülke unvanını kazandı. Fırat Üniversitesi Türkiye genelinde ilk 12-18 üniversite aralığında yer alarak önemli bir başarıya imza attı. Fırat Üniversitesi listede yer alan devlet üniversiteleri arasında ise 6-11 aralığında yer aldı. Öte yandan Dünyaca tanınan yükseköğretim derecelendirme kuruluşu QS (Quacquarelli Symonds) tarafından belirlenen “Dünya Üniversite Sıralaması: Avrupa 2024” listesi de yayımlandı. QS’in, “Akademik saygınlık, çalışan saygınlığı, makale başına düşen atıf ve öğretim üyesi başına düşen makale sayıları, uluslararası araştırma iletişim ağı, istihdam edilebilirlik, öğretim üyesi-öğrenci oranı, uluslararası öğrenci çeşitliliği, uluslararası öğretim üyesi oranı, gelen değişim öğrencisi oranı, giden değişim öğrencisi oranı, sürdürülebilirlik puanı” kriterlerini esas alarak ve “küresel tanınma, araştırma becerisi, öğretim kaynakları, uluslararasılaşma ve istihdam” gibi alanlarda yaptığı değerlendirmede 72 üniversite ile Türkiye, en fazla üniversite ile temsil edilen ikinci ülke oldu. Fırat Üniversitesi “Dünya Üniversite Sıralaması: Avrupa 2024″te 521-530 bandında, Avrupa-Batı Asya 2024 sıralamasında 38’inci sırada yer aldı. Ülkemizdeki devlet üniversiteleri arasında ise 18. oldu. Elde edilen başarılarla ilgili açıklama yapan Fırat Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Göktaş, dünyada kabul gören derecelendirme kuruluşları tarafından yapılan sıralamalarda Fırat Üniversitesi’nin yer almasının büyük mutluluk verici olduğunu söyleyerek, uluslararasılaşmanın üniversitelerin tüm dünyada tanınırlığının artmasına büyük katkı sağladığını ifade etti. Hedeflerinin bütün derecelendirme kuruluşları tarafından yapılan sıralamalarda dünyada ilk bin üniversite arasında yer almak olduğunu belirten Prof. Dr. Göktaş bu başarıda emeği geçen herkesi kutladı. Read the full article
0 notes
Text
Bucalı öğrenciden önemli bir başarı
Bucalı öğrenci, Asya’nın kalbinden ödülle dönüyor. BUCA Belediyesi Bilim Sanat Merkezi (BSM) öğrencisi Güney Niyazier, Çin'in Wuhan şehrinde düzenlenen Çin Uluslararası Bilim, Teknoloji ve İnovasyon Yarışması'nda Türkiye’yi temsil ederek dünya ikincisi oldu. Böylelikle Buca Bilim Sanat Merkezi, dünyanın en büyük araştırma proje yarışması Uluslararası Bilim ve Mühendislik Yarışması’nda (INTEL) Türkiye’yi temsil etme hakkı kazandığı gibi, proje de 2 bin dolar para ödülüne layık görüldü. Buca Belediye Başkanı Erhan Kılıç tarafından Kızılçullu Köy Enstitüsü ruhunu canlandırmak, gençleri ve çocukları bilimle buluşturmak amacıyla hayata geçirilen Buca Bilim Sanat Merkezi uluslararası alanda başarıdan başarıya koşuyor. BSM öğrencilerinden Güney Niyazier, proje danışmanı Dr. Meltem Gönülol Çelikoğlu rehberliğinde Çin Bilim ve Teknoloji Kurumu tarafından düzenlenen Bilim, Teknoloji ve İnovasyon Yarışması’nda ülkemizi temsil etti. Liseli öğrenci Niyazier, mühendislik alanında hayata geçirdiği “Akıllı Elektronik Burun Sisteminin Geliştirilmesi ve Akciğer Kanseri Tanısında Kullanılması” adlı çalışmasıyla yarışmada dünya ikincisi oldu. Öğrenci böylelikle dünyanın en büyük araştırma proje yarışması Uluslararası Bilim ve Mühendislik Yarışması’nda (INTEL) Türkiye’yi temsil etme hakkı kazandı. TÜRKİYE TEMSİLCİSİ BUCA BİLİM SANAT MERKEZİ Buca Bilim Sanat Merkezi, gençlerin ve çocukların bilim, teknoloji, sanat yönünden gelişimlerini desteklemek, bilgiye ulaşmalarını, üreten bireyler olmalarını, elde ettikleri bilgileri uygulamalarını ve bu sayede vizyon sahibi, geleceğe hazır bireyler olarak yetişmelerini sağlama amacıyla Buca Belediye Başkanı Erhan Kılıç tarafından hayata geçirildi. Kurulduğu günden bu yana ulusal ve uluslararası pek çok yarışmaya katılan Buca Bilim Sanat Merkezi, dünya çapında 60 ülkedeki yarışmanın Türkiye temsilciliği görevini de yürütüyor. Merkez, Çin’deki organizasyonun Türkiye’deki tek temsilcisi ve yetkilisi konumunda bulunuyor. https://www.youtube.com/watch?v=jjRBFD9zalQ Read the full article
0 notes
Text
Öjeni Nedir? – Toplumsal Üstün Irk
Öjeni Nedir? – Toplumsal Üstün Irk
Öjeni nedir? sorusu, toplumsal üstün ırk ideolojisinin temelini oluşturan önemli bir kavramdır. Bu yazıda, öjeni kavramının anlamı ve tarihi hakkında detaylı bilgi edinebilir, toplumsal üstün ırk ideolojisinin ve öjeni kavramının nasıl ortaya çıktığını ve etkilerini keşfedebilirsiniz. Aynı zamanda “Öjeni” kavramı içerisinde yüzyıllar boyunca yapılan çalışmalara, bu ifade daha bilinmiyorken bile benzer görüşteki davranışlara ve öjeni kavramının Günümüz Toplumuna nasıl uyarlandığını detaylı olarak işleyeceğiz. Fakat yazıyı okumaya başlamadan önce bilmeniz gereken bir diğer husus ise “Öjeni” kavramının bilimin en karanlık köşelerine ev sahipliği yaptığı ve bu konudaki ilerlemenin bilimin yanlış ellerde nasıl kullanıldığıyla alakalı olduğunu bilmenizi isteriz.
Öjeni Nedir?
300 Spartalı Filmi Öjeni kavramı ilk kez Antik Yunan medeniyetlerinden birisi olan Sparta ile ortaya çıkıyor, 300 Sparta’lı filmini izleyenler hatırlayacaktır. Sparta’da bir çocuk doğduğu zaman fiziki özelliklerine bakılıp eğer güçlü bir erkek olamayacağı düşünüldüğünde ölmesi için doğaya bırakılırdı. Film sahnelerine konuk olan bu olay bir kurgu değil aslında tamamıyla gerçek bir olaydır. Termofil Savaşı hakkında detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Platon Sokrates’in öğrencisi olan Platon ise bu olay bir felsefi fikir haline gelecektir. Kaba haliyle o MÖ 428-348 yılları arasında Platon, Öjeni kavramının temelini atmıştı. “Sağlıklı ve güçlü bireylerin üremesinin devlet yoluyla artırılması ve desteklenmesi gerekmekte.” Diye ifade etmişti Platon.
Charles Darwin Yıllar sonra bu kavram ilk kez Sir Francis Galton isimli bilim adamı tarafından tekrar hatırlanılacaktır. Darwin’in çalışmalarından çok etkilenen Galton, Darwin’in fikrini karanlık bilime doğru yönlendirmeye kararlıydı. Galton, Darwin’in aslında kuzeniydi ve çalışmalarını yakından takip ediyordu. Darwin çalışmalarında “Çevresine en iyi şekilde uyum sağlayan türlerin hayatta kalması gerektiği” konusunu ortaya attığında adaptasyondan ve uyumdan bahsederken, Galton ise bu teorideki “uyum” kelimesini En Güçlü ile değiştirerek çalışmalarına başlar.
Sir Francis Galton Galton’a göre durum şuydu; “Doğal seleksiyon dünyanın ortalama bir kitlenin hayatta kalması için gereken koşulları sağlarken, doğal olmayan, yapay seleksiyonla birlikte dünyadaki en güçlü ırkı üretebilmek mümkün olmalıydı.” Darwin hayatta iken Galton’un fikirlerine her zaman karşı çıkıp durdu, fakat Galton kuzeni öldüğünde çalışmalarını çok daha ileriye götürerek bu fikrinin arkasında durdu. Adolf Hitler Bu gelişmeler Adolf Hitler’in Almanya’nın başına gelmesiyle birlikte daha da hareketlendi ve hepimizin bildiği Yahudi ve çingene toplulukları birer birer öldürülmeye başlandı. Almanlar o dönemlerde soyunun Atlantislilerden geldiğine inanmakta ve kendilerine ırk olarak “Argen” demekteydi. Zaten hali hazırda bir Sparta hayranı olan Hitler bu düşünceyi hapishane yıllarında detaylı olarak planlamaktaydı. Alman ırkının Yahudi ve Alman olmayan ırklarla kirlendiği düşüncesine kapılan Hitler tekrar bir saf Argen ırkı oluşturma peşindeydi ve bu düşüncesini 2. Dünya Savaşı sırasında gerçeğe dönüştürdü.
Öjeni Hareketiyle Sonucu Doğan Çocuklar
Alman Öjeni Çocukları Kampı Fakat bunu Antik Yunan medeniyeti olan Sparta’dan sonra yapan tek kişi Adolf Hitler değildi, Platon’dan sonraki 2000 yılda pek çok medeniyet bu uygulamayı gerçekleştirmişti. Örneğin Roma ve Amerika kıtasına köle ticareti yapan pek çok devlet bu kavramı zaten hali hazırda kullanıyordu. Örneğin Amerika kıtasına köle ticaretinde bulunan medeniyetler fiziki olarak kalıplı ve güçlü köleleri yine güzel fiziğe sahip kadınlarla çiftleşmesine izin vererek kendilerine yeni ve güçlü köleler ediniyorlardı.
Amerikan Öjeni Kurumu Tarih 1900’e geldiğinde Özgürlükler Şehri olan Amerika pek çok öjeni hareketinde bulundu. Kızılderililer başta olmak üzere pek çok fiziki hastalığa sahip olan insanlara zorunlu olarak kısırlaştırma uygulandı. Hatta acilen ameliyata alınması gereken çocukların annelerinden zorunlu olarak, çocuğu kısırlaştırması karşılığında tedavi uygulandı. Hatta bu olay Amerika kıtasında o kadar normalleştirildi ki halk bunun yapılması gerektiğine inandırıldı. Duyu Takviyesi Gerçek Mi? başlıklı yazımıza buradan ulaşabilirsiniz. İngiltere, İsviçre vb. ülkeler bu tür öjeni hareketlerinde bulundu ve bu hareketlerin insani olarak “katliam” şeklinde adlandırabileceğimiz tarafını Almanya, Adolf Hitler ile gerçekleştirdi. “Katliam” kelimesini kullanıyoruz çünkü Amerika ve diğer toplumlara göre onların yaptığı öjeni hareketleri kabul edilebilir ve resmi olarak karşı taraf tarafından zorla olsa da kabul ettirilerek bu işlemler gerçekleştirilmiştir. Yıl 1960’ı görene kadar bu tür öjeni hareketleri yapılmaya ve normal olarak görülmeye devam edildi, ardından toplumsal “etik” anlayışına ters düştüğü için bu tür uygulamalar tarihin tozlu sayfalarına karıştı. Genel olarak öjeni tıpkı tarım ve hayvancılık sektörüne uyguladığımız tekniğin insanlara uyarlanmış hali olarak tarihte yerini aldı. Günümüzde halen hayvancılık sektöründe bu gibi hareketlere devam edilmekte, güçlü ırklar birleştirilerek yeni ırklar oluşturmakta kullanılmaktadır. Öjeni Ne demek? Öjeni, yunanca eu “iyi”, genos ise “doğan” yani “İyi Doğan” anlamına gelmektedir. Kısaca Öjeni, insanların kalitesini ve özelliklerini geliştirme amacı taşıyan bir düşünce akımıdır. Bu kavram insan nüfusunun kalitesini kontrol etme amacını taşır. Öjeni, insanların üretkenliğini, zekâ seviyesini, fiziksel gücünü ve hatta duygusal özelliklerini etkileyebilecek genetik faktörleri kontrol etmeyi hedefler. Öjeni hareketleri adı altından devletlerin kendi “Süper Irk” oluşturma çabası milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. Ölümsüzlük Mümkün Mü? başlıklı yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Öjenik Düşünce Nedir?
https://www.youtube.com/watch?v=Wi4MWlZ51G4&t=16s Öjenik Düşünce, genel anlamda genetik mükemmeliyetçiliğe dayanan düşünce biçimidir. Daha önce de açıkladığımız üzere bu düşünce toplumda fiziksel özelliği baz alarak genetik faktörleri belirli bir standart haline getirerek nüfus kalitesini artırmayı amaçlar. Pozitif Öjeni Nedir? Pozitif öjenizm, istenen özelliklere sahip nesillerin teşvik edilerek yetiştirilmesi anlamına gelir., Pozitif öjenizm, insanların genetik yapısını iyileştirme hedefi taşır negatif öjeni ise bunun tam tersini ve bu genetiğe sahip olan insanların yok edilmesini önerir Bu akımın temelinde, belirli özelliklerin genetik olarak aktarılabilen ve nesiller boyunca devam edebilen kalıtımsal özellikler olduğu düşüncesi yatar., Negatif Öjeni Nedir? Negatif öjenizm ise istenmeyen özelliklere sahip bireylerin üremesinin engellenmesi veya ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir düşünce akımıdır. Negatif öjenizm, insanların genetik yapısında olumsuz etkilere sebep olabilecek özellikleri ortadan kaldırmayı hedefler.
Modern Öjeni
Modern öjeni, insan genetiğinin manipüle edilmesi ve değiştirilmesi yoluyla insan nüfusunun kalitesini artırmayı hedefleyen bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte genetik mühendisliği, yapay zekâ ve diğer ileri teknolojilerin kullanılmasına dayanır. Modern öjenik düşünce, belirli özelliklerin genetik olarak manipüle edilmesi yoluyla daha üstün nesillerin oluşturulmasını amaçlar. Modern öjeni, insan genetiğindeki olası hataların ve genetik hastalıkların önlenmesi ve tedavisi amacıyla da kullanılmaktadır. Ancak, bu yaklaşımın uygulanması etik ve sosyal sorunlar da ortaya çıkarabilir. Özellikle, belirli özelliklerin insanlar tarafından seçilmesi ve manipüle edilmesi, insanların eşitliği ve insan hakları konusunda endişeleri arttırır. Bu nedenle modern öjeni, tartışmalı bir konudur ve birçok farklı görüşe sahip kişi ve kurumlar arasında devam eden bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Crispr Cas9 Çalışma Mantığı Belki duymuşsunuzdur çok yakın bir tarihe aslında temelleri 2012 yılına dayanan bir teknoloji günümüzde oldukça popüler bir halde geldi “Crispr Cas-9”. Crispr tekniği kısaca insan genetiğiyle daha doğmadan oynayarak çeşitli hastalıkları engelleme ve bağışıklık edinme konusunda bize oldukça fazla imkân tanıyor. Crispr Cas-9 hakkında detaylı bilgi almak için tıklayın. Tabi iş bununla da kalmıyor hazır insan genetiğiyle oynayabilecek bir teknolojiye sahipken neden sadece hastalıklara tedavi bulalım ki? Siz çocuğunuzun üst düzey fiziksel özelliklere sahip olmasını istemez misiniz? Örneğin sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu vb. özellikleri yine bu teknolojiyle gerekli genetik yapısıyla oynayarak elde edebilmek mümkün.
Türkiye’de Öjeni
Türkiye'de öjenik düşünceler tarih boyunca farklı zamanlarda gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı'da yaygın olan öjenik düşüncelerin Türkiye'ye girişi gerçekleşmiştir. Bazı aydınlar, Türk milletinin genetik yapısının korunması ve geliştirilmesi gerektiğine inanarak öjeni düşünceleri benimsemiştir. Cumhuriyet dönemi ise Türkiye'deki öjenik düşüncelerin en belirgin dönemidir. Atatürk ve bazı devlet görevlileri, Türk toplumunun fiziksel ve zihinsel açıdan güçlenmesi için öjenik düşünceleri desteklemişlerdir. Bu kapsamda, sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi, hijyenik koşulların sağlanması, aşılamaların yaygınlaştırılması ve doğum kontrolünün teşvik edilmesi gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Ancak, bazı öjenik uygulamaların insan hakları ve etik değerlerle bağdaşmayacak şekilde kötüye kullanıldığına dair eleştiriler bulunmaktadır. Öjenik düşüncelerin uygulanması, ayrımcı veya ırkçı düşüncelere sebep olabileceği için genellikle tartışmalı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç olarak, Türkiye'de öjenik düşünceler tarihte ve günümüzde farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Ancak, bu düşüncelerin uygulanması insan haklarına ve etik ilkelerine uygun şekilde gerçekleştirilmediği takdirde ciddi sosyal ve ahlaki sorunlara yol açabileceği unutulmamalıdır.
Öjenik Hareket
Öjenik hareket, bireylerin genetik yapılarını belirli özellikler açısından değerlendirerek, belirli bir standart üzerinde olanları değerli kabul eden bir harekettir. Bu hareket, belirli özelliklere sahip olan insanların üremesini teşvik etmek veya doğum oranlarını düşürmek gibi yöntemlerle toplumu belirli özellikler açısından şekillendirme amacı taşır. Tıpkı Almanların öjeni hareketlerine başlamadan önce tipik bir “Alman Üstün Irkı” standartı oluşturması gibi. Cryonics Dondurulmuş İnsan Teknolojisi başlıklı yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Sonuç
Öjeni düşüncesi, insanların genetik yapısının belirli özellikler açısından değerlendirilmesini ve belirli özelliklere sahip insanların üremesinin teşvik edilmesini ya da istenmeyen özelliklere sahip olanların üremesinin engellenmesini hedefleyen bir düşünce tarzıdır. Bu fikir, tarihte ve günümüzde çeşitli ülkelerde tartışmalara ve eleştirilere neden olmuştur. Öjenik hareketin uygulanması, insan haklarına, özgürlüklerine ve etik değerlere uygun olmayabilir. Ayrıca, belirli özelliklere sahip insanların ayrıcalıklı hale gelmesi, diğerlerinin ise dışlanması gibi sosyal sorunlara neden olabilir. Bu nedenle, öjeni düşüncesinin uygulanması konusunda dikkatli olunması gerekmektedir. Sonuç olarak, öjeni düşüncesi, insanların genetik yapılarının belirli özellikler açısından değerlendirilmesi ve belirli özelliklere sahip olanların üremesinin teşvik edilmesi gibi çeşitli yöntemleri içeren bir harekettir Kaynak: Öjeni Nedir Read the full article
0 notes
Text
manacled (türkçe çeviri) -1-
Bu hikayenin sadece çevirisi bana aittir. Bu hikaye @SenLinYu adlı kullanıcıya aittir. Hikayeye fanfiction.net’ten ulaşabilirsiniz. X
Loads of thanks to @senlinyu for giving me the permission to translate her amazing story into Turkish. x
AÇIKLAMA
Harry Potter öldü. Savaşın ardından, büyülü dünyanın kudretini güçlendirmek için Voldemort yeniden nüfus çabasını yürürlüğe koydu. Hermione Granger, kayıp ama zihninde saklı olan bir Yoldaşlık sırrına sahipti, bu yüzden zihni çatlayana kadar High Reeve’e köleleştirilmiş bir vekil olarak gönderildi.
GİRİŞ
Uyarı: Karanlık bir çalışmadır. Tecavüz ve rıza dışı seks hikayenin konusunun önemli ve devam eden bir yönüdür. Bunların yanı sıra karakter ölümleri, psikolojik travma, savaş alanı şiddetinin açıklamaları ve işkenceye atıflar vardır. Okuyucunun takdirine göre okunması tavsiye edilir.
Yazar Notu: Hikayedeki karakterler benim değil: JK Rowling’e aitler. Bu konuyla ilgili ilk ilham The Handmaid’s Tale’ in ilk bölümünü izlediğimde oluştu. Saygı içinde, hikaye boyunca sürdürülen bazı unsurlar vardır. High Reeve unvanı Lady_of_Clunn’un Uncoffined isimli hikayesinden alınmıştır.
Bu jamethiel ve pidanka’nın beta çalışmasıdır. Kalan tüm hatalar benim kendi çalışmamdır.
Bu hikaye, Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın sonuçlarının ardından ana kurgudan ayrılır.
1
Hermione, uzun zamandır karanlıkta görme umudunu yitirmişti.
Bir süre için, belki de gözlerinin uyum sağlamasına izin verirse sonunda biraz sönük ana hatların görünür hale geleceğini düşündü.
Zindanların derinlerine doğru süzülen ay ışığının parıltıları burada yoktu. Hücrenin dışındaki koridorda meşale yoktu. Sadece daha fazla karanlık, ta ki bazen kör olup olmadığını merak edene kadar.
Parmak uçlarıyla hücrenin her santimini keşfetti. Sihir ile mühürlenmiş kapının kilidi yoktu, kızın saman ve lazımlıktan başka bir şeyi olmasa bile. Bir şeye işaret edebileceği umuduyla havayı kokladı; mevsim, yemek ya da iksirin hafif kokusu. Hava bayat, ıslak ve soğuktu. Cansız.
Yeterince kontrol ederse duvarda gevşek döşeme taşı bulacağını umuyordu; bir çivi ya da bir kaşık hatta biraz ip saklı bazı gizli bölmeler. Görünüşe göre hücre daha önce gözü pek bir tutuklu tutmamıştı. Ne zaman işaretlemek için işaret ne de gevşek bir taş vardı. Hiçbir şey.
Karanlıktan başka hiçbir şey.
Bitmek bilmeyen sessizliği dindirmek için yüksek sesle bile konuşamıyordu. Onu hücreye sürükledikten ve son bir kez kelepçelerini kontrol ettikten sonra bu Umbridge’in ayrılık hediyesi olmuştu. Umbridge durup “Silencio.” diye fısıldadığında onlar hücreden çıkmak üzereydiler.
Hermione’nin çenesini asasıyla yukarı yaslayarak gözlerini buluşturdu, “Yakında anlayacaksın.” dedi.
Kıkırdadı ve onun iğrenç, yapmacık gülüşü Hermione’nin yüzünde gölgelendi.
Hermione, karanlıkta ve sessizlik içinde bırakılmıştı.
Unutulmuş muydu? Hiç kimse gelmedi. Ne işkence ne sorgu. Sadece karanlık, sessiz yalnızlık.
Yemekler belirdi. Randomize edilmişti, böylelikle zamanı bile takip edemiyordu.
Kafasında iksir tarifleri okudu. Şekil değiştirme teknikleri. İşaretleri* gözden geçirdi. Çocuk tekerlemeleri. Asa tekniklerini taklit ederken parmaklarını salladı, dudak hareketleriyle büyüleri tonladı. Asal sayıları çıkararak binden geriye doğru saydı.
Egzersiz yapmaya başladı. Görünüşe göre onu fiziksel olarak kısıtlamak kimsenin aklına gelmemişti ve hücre bir köşeden diğerine yanlamasına taklalar atabileceği kadar genişti. Amuda kalkmayı öğrendi. Şınav çekerek ve kuzeninin bir yaz boyunca takıntılı olduğu burpee denilen şeyleri yaparak saatler geçirdi. Ayaklarını hücrenin parmaklıklarına yerleştirebildiğini ve baş aşağı asılıyken mekik çekebildiğini gördü.
Bu zihnini kapatmasına yardımcı oldu. Saymak. Kendini yeni fiziksel sınırlara zorlamak. Kolları ve bacakları pelteye döndüğünde bir köşeye çöker ve rüyasız bir uykuya dalardı.
Gözlerinin önünde oynayan savaşı sona erdirmenin tek yolu buydu.
Bazen ölmüş olup olmadığını merak ediyordu. Belki de burası cehennemdi. Karanlık, yalnızlık ve sonsuza dek gözlerinin önünde asılı kalan en kötü hatıralarından başka hiçbir şey.
Nihayet bir ses duyulduğunda sağır edici hissettirdi. Uzun süredir terk edilmiş kapı açılırken uzaktan gelen feryat. Sonra ışık. Kör edici, kör edici ışık.
Bıçaklanmak gibiydi.
Köşeye tökezledi ve gözlerini kapattı.
“Hala hayatta,” Umbridge’in şaşırmış gibi gelen sesini duydu. “Kaldır onu, bakalım hala aklı başında mı.”
Kaba eller, Hermione’yi köşeden sürükledi ve ellerini gözlerinden çekmeyi denedi. Göz kapakları sıkıca kapalı olsa bile, ani parlaklığın acısı kornealarına bıçakların girmesi gibiydi. Gözlerine bastırmak için ellerine asıldı, kollarını onu tutsak edenlerin ellerinden kurtardı.
Umbridge keskin ve sabırsız bir tonda “Ah, Merlin aşkına,” dedi. “Asasız bir bulanık** tarafından etkisiz hale geldin. Petrificus Totalus.”
Hermione’nin vücudu katılaştı. Neyse ki gözleri kapalı kaldı.
“Ölecek kadar zeki olmaylıydın. Crucio.”
Lanet, Hermione’nin hareketsiz vücudunu parçaladı. Umbridge, Hermione’yi lanetleyen en güçlü büyücü değildi ama buna niyetliydi. Acı, Hermione’yi ateş gibi parçaladı. Hareket edemiyor, sanki içi düğümler halinde bükülüyormuş gibi hissediyordu, acıdan kaçmaya çalışıyordu. Acı durmadan yoğunlaştığı için başı zonkladı.
Uzun bir zamandan sonra, acı durdu ama geçmedi. Lanet bitti ama sanki sinirleri yüzülmüş gibi acı içinde kıvrandı.
Beyninin kaçmak için çabaladığını hissedebiliyordu; tecil etmiş bu ızdıraptan kurtulmak. Sadece durdurmak. Sadece durdurmak. Ama yapamadı.
“Onu değerlendirme için götür. Şifacının ne dediğini hemen bana bildirin.”
Havaya kaldırıldı ama dünya bir ses ve ızdırap bulanıklığı olarak kaldı. Çok fazla ses. Sanki titreşimler derisini kaplıyor gibiydi. Bariyer koğuşunda tutulmuş olmalıydı çünkü hava aniden gürültü ve ışıkla patladı.
Sadece ayak seslerine odaklanarak tutunmaya çalıştı. Dosdoğru on adım. Sağ. Otuz adım. Sol. On beş adım. Dur. Onu havaya kaldıran muhafızlardan biri bir kapıya vurdu.
Boğuk bir ses “Girin,” dedi.
Kapı açıldı.
“Onu oraya bırak.”
Vücudunun bir muayene masasına düştüğünü hissetti.
Bir asanın onu dürttüğünü hissetti.
“Son uygulanan büyüler?”
“Hareketsizleştirme ve cruciatus,” diye cevapladı yeni bir ses. Hermione sesi tanıdığını düşündü ama zihni onu yerleştiremeyecek kadar ızdırapla doluydu.
“Hareketsiz haldeyken mi?” Şifacının sesi sinirliydi. “Ne kadar süre?”
“Bir dakika, belki daha fazla.”
Öfkeli bir tıslama. “Zaten yeterince elimizde değil. Umbridge onları mahvetmeye mi çalışıyor? Onu bağla. Aksi takdirde büyüleri kaldırdığımda kendine zarar verecek.”
Deri kayışların el ve ayak bileklerini bağladığını ve dişlerinin arasında bir şeyin zorlandığını hissetti. Şakağında asanın hafif vuruşu vardı.
“Hey, küçük cadı. Eğer aklın çoktan lapa olmadıysa bu canını yakacak—fazlaca. Ama,” neşeyle devam etti, “sonrasında daha iyi hissedeceksin. Finite Incantatem!”
Hermione’nin dünyası infilak etti. Cruciatus ile tekrar tekrar vurulmak gibiydi. Sonunda hareket edebildiğinde vücudu irkildi, çığlık attı ve irkildi. Onu tutan kayışlar, kıvranırken, sallanırken ve ızdırap içinde feryat ederken geriye doğru kıvrılmasını zorlukla durdurdu. Titremesinin durmasından öncesi sonsuzluk gibiydi. Sesi çıktıktan çok sonra, kasları hâlâ şiddetle seğiriyordu ve göğsü hıçkırıklarla inip kalktı.
“Tamamdır, şimdi gidebilirsin,” şifacı Hermine’yi asasıyla tekrar dürttüğünde söyledi. “Ama Umbridge’e söyle eğer başka biri daha bu şekilde buraya gelirse onu sabote etmekten rapor edeceğim.”
Hermione bir gözünü açtı ve muhafızların gitmesini izledi. Görüşü bulanıktı. Her şey ızdırap verici bir şekilde parlaktı ama belirsiz şekiller seçebiliyordu ve ışık daha az acı veriyordu. Daha doğrusu, başka şeyler gözlerinden daha çok acıtıyordu.
Şifacı ona döndü. İri yapılı bir adamdı. Onu tanımamıştı. Gözlerini kısarak onu net görmeye çalıştı.
“Güzel, hareketi takip ediyorsun.” Kelepçedeki hapishane numarası için bileğini çevirdi. “273 numara…”
Raftan dar bir dosya çıkardı ve gözden geçirirken kaşları çatıldı.
“Bulanık, apaçık. Hogwarts öğrencisi. Ah, çok iyi notlar. Hımmm. Beşinci yılında karnına bilinmeyen lanet. Pek iyiye işaret değil. Pekâlâ, neyle çalışmamız gerektiğini göreceğiz.”
Ona karmaşık bir teşhis büyüsü yaptı. Büyülü imzasının tepesinde süzüldüğünü ve çeşitli renk kürelerinin vücudu boyunca dizilişini izledi.
Şifacı onları dürttü ve notlar karaladı. Bilhassa karnına ilgi duyuyordu, özellikle mor renkli bir küre.
“Ne—,” hȃlȃ dişlerinin arasındaki tıkacın etrafını eğdi, “—neye bakıyorsun?”
“Hımm? Ah, çeşitli şeyler; senin fiziksel sağlığın, çoğunlukla. Oldukça iyi durumdasın. Seni nerede tutuyorlardı? Ancak hala taşıdığın bu laneti çözemezsem bunların hiçbirinin önemi yok.”
Kıkırdamadan önce birkaç dakika daha sessizce çalıştı. Hermione, anlayamadığı büyülü sözler ve karmaşık asa hareketleri ile karanlık bir mor alev akımının karnına vurmasını izledi. İçi aniden köpürmeye başladı ve organları arasında kıvranan canlı bir şey hissetti. İçinde sürünen bir şey.
O çığlık atamadan şifacı ona kırmızı bir büyü yolladı. Kıvranma durdu ve sanki içinde bir şey çözülmüş gibi hissetti.
“Yanlış bir büyü,” şifacı açıkladı. Birisi canlı canlı yenmeni istedi ama şanslısın ki lanet kusurluymuş. Belirledim ve iptal ettim. Bir şey değil.”
Hermione hiçbir şey söylemedi. Bunların onun yararına olduğundan şüpheliydi.
“Güzel. Temizlendin, uygunsun da. Sanırım senden epeyce yararlanacağız. Yine de iyileşmeden önce cruciatus muhtemelen bazı tedavileri gerektirecek. Bir not yazacağım.”
Asasının bir hareketiyle, el ve ayak bileklerindeki kayışlar serbest bırakıldı. Hermione yavaşça ayağa kalktı. Kasları hȃlȃ istemsizce seğirmekteydi.
Kapıyı açan şifacı seslendi, “Onaylandı, onu yönlendirebilirsin.”
Masasına doğru yürüdü.
Her şey garip bir şekilde ışık saçıyordu, gözlerini kısarak baktı. O kadar parlak ki etrafındaki şekilleri ayırt etmek için ışığın arkasını güçlükle görebiliyordu.
Titrek bir el ile uzanarak dişlerinin arasından tıkacı çekti. Hemen takırdamaya başladılar. Korkunç derecede soğuk olduğunu fark etti. Çok soğuk.
Muhafız ona yaklaşıyor, onu uzaklaştırmak için koluna uzanıyordu. Masadan kaydı ve ayağa kalkmaya çalıştı.
Sendeledi.
“Bayııııımm…”
Bu onun sesi miydi? Sesinin nasıl olduğunu unutmuştu.
Kelimeler geveleyerek çıktı ve odadaki tüm ışık saçan nesneler sanki bir süs balığı kasesine düşmüş gibi gözlerinin önünde geriliyor ve bozuluyor gibiydi. Şifacı şüpheyle ona döndü.
“Sanııııırrıııımmm şoooo—” Kelimeler takırdayan dişlerinden çıkamıyordu. Yeniden denedi “şoookaa-giiriii-giriiiyoruuummm…”
Karanlık birden görüşünün kenarlarına sızmaya başladı. Gördüğü tek şey, şifacının endişeli yüzünün önünde yüzdüğü oluncaya kadar tüm ışıklı şeyler soldu. Gözleri geriye yuvarlandı ve düştü.
Kimse onu tutmadı.
Masanın köşesine başını vurdu. Sertçe.
“Siktir!” muhafız küfretti. Ses bile titrek ve bozuk gibi geliyordu.
Hermione’nin hatırladığı son şey onun Marcus Flint olabileceğini düşündüğüydü.
Bilinci yeniden kazanmak yulaf ezmesinde boğulmak gibi hissettirdi. Aklına gelen ilk benzetmenin neden bu olduğundan emin değildi. Kendini yüzeye çıkarmak için savaştı, boğuk seslere doğru ilerlemek, onları anlamaya çalışmak.
“Işık ve sesten yoksun hücre hapsinde on altı ay! Her açıdan, ölmese bile tamamen delirebilirdi. Hakkında kayıt bile yok! Sanki onu dipsiz bir kuyuya düşürmüşsünüz! Şu dosyaya bak! Mahkûm 187 yandaki yatakta! Kaç sayfa olduğunu görüyor musun? Sağlık kontrolleri! Kan raporları! Akıl sağlığı seansları! Reçeteli iksirler! Sen onu sakatlamadan önce nasıl göründüğüne bakmak için fotoğrafları bile var. Buradaki—hiç! Bu hapishaneye verildiği kaydedildi ve sonra tarihe karıştı! Kimse onu görmedi! Bir şey yediğine dair herhangi bir kayıt bile yok! On altı aydır! Bunun nasıl olduğunu açıkla!”
Bir duraklama oldu ve sonrasında Hermione duydu, “Öhöm-höm”
Umbridge’in yapmacık bir gülümseme dolu sesi sızlanmaya başladı, “Burada çok fazla mahkûm var. Bayan Granger’da olduğu gibi bir veya iki kişinin gözden kaçması şaşırtıcı değildir.”
“Bayan—Granger—” diğer ses aniden dehşete kapıldı ve kekeledi. “Granger’da olduğu gibi? O olduğunu biliyordun! Onu öldürmeye çalıştın.”
“Ne? Hayır! Asla—Kaderlerine karar vermek Karanlık Lord’a kalmıştır. Ben sadece bir hizmetçiyim.”
“Gerçekten Lord’umuz, Hermione Granger gibi bir mahkûmu unutur mu sandın? Ne yaptığını öğrendiğinde bağışlayıcı olur mu sanıyorsun?”
“Bu kadar uzun sürmesini istememiştim! Basitçe geçici bir durum olması niyetindeydim. Onu tanımıyorsun. Neler yapabileceğini bilmiyorsun. Kaçamadığından ya da dışarıya erişemediğinden emin olmalıydım. Kale hȃlȃ yeniden koruma altına alınıyordu. Sonra—o zamana kadar bütün hazırlıklar yapılmıştı—O—o aklımdan çıktı. Lord’umuza asla karşı gelmedim.”
“Lord’umuzun görevlendirdiği girişimin başarısı senin ve benim kafamıza bağlı. Onun gündemini baltalamak için başka bir şey yaptığınızı gösteren bir ipucu daha keşfedersem seni hemen ona rapor edeceğim. Granger’ın artık tamamen benim yetkim altında olduğu gibi. İznim olmadan yanına gitmeyeceksin. Eğer başına herhangi bir şey gelirse, başkası tarafından bile, bundan seni sorumlu tutarım.”
“Ama—ama onun çok düşmanı var.” Umbridge’in sesi titredi.
“O zaman hapishaneni dikkatlice denetlemeni öneririm. Karanlık Lord planlarında özellikle ondan söz etti. Başarılı olmak için gereken buysa bugün seni onun önüne atacağım. Olduğum yere varmak için senden daha uzun ve daha çok çalıştım, hapishane müdürü. Kimsenin yoluma çıkmasına izin vermeyeceğim. Onların geri kalanıyla ilgilen. Karanlık Lord bu gece nitelikli numaralar hakkında rapor bekliyor ve ben hatanı düzeltmek için günümün yarısını harcadım.”
Bir çift ayak sesi zayıfladı. Hermione, Umbridge’e ait olduğunu düşündü ve umdu. Etrafına gizlice bakmaya çalışarak bir gözünü açtı.
“Uyanıksın.”
Gizlice yeterli değil. Gözlerini tamamen açtı ve kafasını kaldırıp tepesinde duran şifacının bulanık ana hatlarına baktı. Şifacı onu incelemek için biraz daha eğildi ve Hermione onu parlaklığa karşı az çok görebiliyordu. Tıbbi kıdem belirten cüppeli, ciddi, yaşlı bir kadın.
“Öyleyse, sen Hermione Granger’sın.”
Hermione bu yoruma nasıl cevap vereceğinden emin değildi. Kulak misafiri olduğu konuşma ondan ne istediğine ışık tutmamıştı. Voldemort’un bazı korkunç entrikaları için önemliydi. Ölü ya da deli olmaması gerekiyordu ve onu sağlıklı istiyorlardı. Muhtemelen ona bir daha korkunç bir şekilde işkence etmemeleri gerekiyordu.
Şifacının insanlar cevap vermediğinde konuşmaya devam eden biri olduğunu umarak sessiz kaldı. Hayal kırıklığına uğradı.
“Kimse bilmediği için sana sormam gerekecek. Nasıl hȃlȃ hayattasın? Aklı başında kalmayı nasıl başardın?”
“Ben…bi-bil—miyorum…” Hermione birkaç dakika bekledikten sonra cevapladı. Sesi hatırladığından daha derin ve titrek geliyordu. Ses telleri körelmiş gibi hissetti. Kelimeleri hızlandırmak zordu; ünsüzler birbirine karıştı ve sonra onları dışarı itmek için çaba gerektiriyormuş gibi durakladı. “Ben—zihinsel aritmansi*** yaptım… İksirler okudum. Elimden geleni yaptım… aklımı—kaçırmamak için.”
“Dikkate değer,” diye mırıldandı şifacı, bir dosyaya notlar yazarak. “Ama nasıl hayatta kalabildin? Kimsenin seni beslediğine dair kayıt yok ancak yine de besinsel açıdan mükemmel bir şekilde bakılmışsınız.”
“Ben—bilmi…yorum. Yemek belirirdi. Hiç kurulu bir zaman olmadı. Bunun kasıtlı—olduğunu düşünmüştüm.”
“Kasıtlı olan neydi?”
“Düzensizlik…Bunun” —konuşmaya devam ederken boğazı tükenmiş hissetti— “duygusal yoksunluğun bir parçası olduğunu düşündüm. Beni…ne kadar zaman… geçtiğini bilmekten—alıkoymak için.”
Sesi her kelimeyle daha da inceliyordu.
“Ahh,evet. Bu yaratıcı olurdu. Ve fiziksel durumun? O odadan hiç çıkarılmadın. Yine de şifacılarımın yarısından daha iyi bir kas sağlığına sahipsin. Nasıl olur da böyle bir şey mümkün olur?”
“Düşünmeye dayanamadığım…zamanlarda, yapamayacak hale gelene kadar egzersiz yapardım.”
“Ne tür egzersizler?”
“Ne olursa. Atlama. Şınav. Mekik. Beni yoran herhangi bir şey…Bu sayede rüya görmezdim.”
Daha fazla karalama.
“Ne tür rüyalardan kaçınmaya çalışıyordun?”
Hermione’nin nefesi hafifçe takıldı. Diğer sorular kolay olmuştu.Bu—bu gerçek bir şeye çok yaklaşmıştı.
“Önceki rüyalar.”
“Önce?”
“Ben buraya gelmeden önce.” Hermione’nin sesi oldukça dingindi. Tepesi atmış. Gözlerini kapattı; ışık ona şiddetli bir migren veriyordu.
“Pek tabii.” Daha fazla karalama. Bu ses Hermione’nin kaslarının tepkisel bir şekilde titremesine neden oldu. “İşkence seanslarınızın yan etkileri tamamen geçene kadar burada, revirde olacaksınız. Beyninize ne olduğunu anlamak için bir uzman da getireceğim.”
Hermione’nin gözleri açıldı.
“Bende—,” tereddüt etti. “Bende bir—sorun mu var?”
Şifacı, Hermione’nin başının üzerinde asasını sallamadan önce düşünceli bir şekilde ona baktı.
“On altı ay boyunca duyumdan yoksun izolasyonda tutuldun. Aklının başında olduğu gerçeği tam anlamıyla bir mucize. Böylesi bir deneyimin etkilerinden, özellikle de sen gelmeden önceki koşullar göz önüne alındığında, kaçınılamaz. Savaş sırasında biraz şifa çalıştığını düşünüyorum?”
“Evet,” dedi Hermione, kucağındaki battaniyeye bakarken. Yıpranmıştı ve o kadar kuvvetli antiseptik kokuyordu ki koku saldırısından öğürmek istedi.
“O zaman normal, sağlıklı büyülü bir beynin neye benzediğini bilirsin. Bu seninki.”
Basit bir değnek manipülasyonu, Hermione’nin beyninin sihirli bir şekilde yansıtılan görüntüsünü ortaya çıkardı.
Hermione’nin gözleri kısıldı. Projeksiyona saçılmış parlayan küçük ışıklar vardı; bazıları kümelenmiş, bazıları düzensiz. Beyninin her yerinde. Daha önce böyle bir şey görmemişti.
“Onlar ne?”
“En iyi tahminim onların sihirli bir şekilde yaratılmış füg halleri olduğu.”
“Ne?”
“İzolasyonun sırasında bir noktada, sihrin seni korumaya başladı. Hiçbir sihri dışarıdan ifade edemediğin için, kendini içselleştirdi. Söylediğin gibi, aklını kaçırmamak için çok çalıştın. Ancak zihin böyle bir şeyi idare edecek donanıma sahip değil. Sihrin zihninin bazı kısımlarını duvarlarla kapladı. Sonuç olarak bu seni biraz parçaladı. Normalde bir füg geneldir, ancak bunlar neredeyse cerrahi olarak kesin görünür. Zihin iyileştirmek benim uzmanlık alanım olmasa da.”
Hermione korku içinde baktı.
“Ayrıştığımı—mı demek istiyorsunuz?”
“Bunun gibi bir şey. Gerçekten daha önce hiç böyle bir şey görmedim. Bu yeni bir büyülü hastalık olabilir.”
“Birden—fazla kişiliğe sahip miyim?”
“Hayır. Zihninin basitçe izole edilmiş kısımlarına sahipsin. Bence sihrin onları zihinsel saldırılardan korumayı amaçlıyordu ancak buna ek olarak onlara erişmeni engelledi.”
Hermione içten sarsılıyordu.
“Neyi— hatırlamıyorum?”
“Pek emin değiliz. Ne unuttuğunu keşfedecek olan sen olmalısın. Ebeveynlerinin isimleri ne?”
Hermione bir an durdu, sorunun bir teşhis aramaya mı yoksa potansiyel olarak bilgi çıkarmaya mı dayandığını hesaplamaya çalışarak.
“Bilmiyorum,” dedi, aniden nefes alamıyormuş gibi hissederek. “Ailem olduğunu hatırlıyorum. Onlar—Muggle’dı. Ama—onlar hakkında hiçbir şey hatırlayamıyorum.”
İçinde yükselen paniği bastırmaya çalışarak şifacıya yalvararak baktı.
“Siz bir şey biliyor musunuz?”
“Korkarım hayır. Başka bir soru deneyelim. Gittiğin okulu hatırlıyor musun? Oradaki en yakın arkadaşların kimlerdi?”
“Hogwarts. Harry ve Ron,” dedi Hermione, boğazı sıkılır gibi aşağı bakarak. Parmakları kontrolsüz bir şekilde seğirdi.
“Güzel.”
“Müdürü hatırlıyor musun?”
“Dumbledore.”
“Ona ne olduğunu hatırlıyor musun?”
“O öldü,” dedi Hermione, gözlerini sıkarak. Ayrıntılar belirsiz görünse de emindi.
“Evet. Ölümünün koşullarını hatırlıyor musun?”
“Hayır. Vold-Vold—Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’in geri döndüğü doğrulandıktan sonra müdür olarak yeniden görevlendirildiğini hatırlıyorum.”
“İlginç.” Daha çok karalama vardı. “Savaştan hatırladığın şey nedir?”
“Şifacıydım. Hastane kanadındaydım. Kurtaramadığım bir sürü insan—Kaybettiğimi hatırlıyorum. Bir şey—bir şey işe yaramadı. Harry öldü. Onu—onu Astronomi Kulesi’ne astılar ve biz onun çürümesini izledik. Onlar—onlar Ron’u ve ailesini de onun yanına astılar. Tonks ve Lupin. Ölene kadar onlara işkence ettiler. Sonra beni o hücreye koyup orada bıraktılar.”
Hermione konuşurken titriyordu. Hastane yatağı sallandı ve hiddetli bir gıcırtı sesi çıkardı.
Şifacı fark etmemiş gibi göründü ve daha fazla not karaladı.
“Bu çok alışılmadık ve enteresan. Daha önce bunun gibi bir füg hali hiç duymamıştım. Bir uzmanın ne düşündüğünü duymak için sabırsızlanıyorum.”
“Enteresan olmak memnuniyet verici,” dedi Hermione, Şifacıya bakmak için gözlerini açarken dudağı kıvrıldı.
“Şimdi, canım. Tamamen duygusuz değilim. Tıbbi açıdan bak. Geçmişinde zihninin kendisini korumasının mantıklı olacağı bir şey olsaydı bu, açıkça travma geçirdiğiniz savaşın sonucu olurdu. Bunun yerine bilinçaltında neyi korumaya karar verdin? Ebeveynlerinin kimlikleri ve Yoldaşlık’ın savaş stratejisi. Zihnin aklını korumayı seçmedi, herkesi korumayı seçti. Bu çok ilginç.”
Hermione öyle olduğunu sanıyordu ama bunların hepsi çok fazlaydı.
Sadece yeniden görebilmek çok zordu. Konuşabilmek. Hücresinin dışında olmak. Her şey çok fazlaymış gibi geldi. Çok hassas. Çok parlak.
Başka bir şey söylemedi. Birkaç dakika karalamadan sonra şifacı yeniden başını kaldırdı.
“Uzmanın itirazı olmadıkça biz seni yönlendirmeden önce iyileşmen için bir hafta kadar revirde kalacaksın. Bu ışığa ve sese tekrar alışman için sana zaman kazandıracak, işkenceden kurtulman ve kontrolün sırasında aldığın sarsıntı için ihtiyacın olan terapiye gireceksin.”
Şifacı uzaklaşmaya başladı ama sonra durdu.
“Umuyorum ki söylemem gereksizdir ama sanırım evini ve geçmişini göz önüne alırsak yine de söylemeliyim. Şu anda yol ayrımındasınız Bayan Granger. Bundan sonra sana ne olacağı kaçınılmaz ancak bunun ne kadar tatsız olacağına dair bir seçeneğin var.”
Bu ayrılık—tavsiyesiyle mi? Tehdit mi? Uyarı mı? Hermione tam anlamıyla emin değildi. Şifacı bölme perdesinin arkasında kayboldu.
Hermione dikkatle etrafına baktı. Hȃlȃ Hogwarts’daydı. Hapishane kıyafetleri bir hastane pijaması takımıyla değiştirilmişti. Kollarını yukarı çekerek hayal kırıklığıyla, hiç kimsenin bileklerini saran kelepçeleri çıkarma hatasına düşmediğini fark etti.
Onları incelemek için bir bileğini önüne çekti. Hücresine hapsedilmeden hemen önce ona takılmışlardı ve neye benzediklerini görme şansı gerçekten hiç olmamıştı. Işıkta her bir bileğin etrafındaki bir çift bilezik gibi görünüyorlardı. Yeni bir bozukluk gibi parladılar. Tahmin ettiği gibi bakır kaplıydılar.
Hücresinin karanlığında, tarifsiz bir miktar zamanı tam olarak ne olduklarını anlamaya çalışarak geçirdi. En basit açıklama, onların sihrini bastırdıklarıydı. Bunu tam olarak nasıl yaptıklarını ve kör ve dilsizken onlardan nasıl kurtulabileceğini çok düşünmüştü.
Onlardan kurtulmanın imkânsız olduğunu kabullendiğinde, nasıl çalıştıklarını anlamaya başladı.
Onları geliştiren kişiden hem nefret ediyor hem de ona hayranlık duyuyordu. Bakırın sihrini yönetme şeklinden, her birinde ejderha yüreği teli özü olduğu, hatta muhtemelen kendi asasından alınmış olduğu konusunda kuşkusuzdu.
Kelepçeler özel olarak ona uyum sağlamıştı.
Hücresinde asasız sihir kullanma girişimleri sırasında, sihir, kollarından aşağıya atılmak üzere ellerine doğru kaydı ve sonra kelepçelere ulaştığında— yok oldu. Şimdi bakır kaplama olduklarını kendi kendine onaylayarak, nasıl çalıştığını hemen anladı.
Bakır sihri kendi içine çekti. Binns’in Sihir Tarihi’nde asalar için ağaç dışındaki malzemeleri kullanma girişimleri hakkında ders verdiğini hatırladı. Bakır, doğal sihirli iletkenliği nedeniyle belirgin seçimlerden biriydi. Ne yazık ki çok iletkendi. Tespit ettiği en ufak bir sihir titremesini bile içine çekiyordu, amaçlanmış olsun ya da olmasın. Bir sihirbaz fırlatmayı bitiremeden büyüler bakır asalarda patladı. Çıkarmadan asalara zar zor dokunabiliyorlardı. Havaya uçmuş iki asa laboratuvarı ve dört parmağın kaybı, asa üreticilerini bakırdan başka bir şey denemeye ikna etti.
Kelepçelerin özü, Hermione şüphesizdi, demirdi. Ejderha yüreği teli özü ile eşleştirilen bakır, kızın büyüsünü kaptı ve onu etkili bir şekilde etkisiz hale getirildiği demir özün içinde biriktirdi.
Yaratıcılık onu öfkesinden kudurttu.
Demir kelepçeler Büyücü hapishanelerinde yeterince yaygındı. Mahkûmların güçlü bir şey yapmasını engelleyecek kadar büyüyü azaltırlardı. Büyücü ya da cadıların sihirlerini demirle tamamen etkisiz hale getirmek her zaman imkânsız olmuştu. Her zaman biraz büyünün ötesine geçebilirler ya da kendilerinden kazara bir sihir dalgası patlayana kadar büyümesine izin verebilirlerdi. Bakır bunu çözdü. Bakır, istekli iletkenliği ile, özellikle mahkûmun asasıyla eşleşen sihirli özle birlikte, Hermione'nin içindeki büyünün neredeyse her parçasını emdi.
Onu etkili bir şekilde Muggle yaptı.
▪︎▪︎▪▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎
*Runes: Bir runik alfabeye ait çeşitli ses değerlerini temsil eden sembollerdir.
**Mudblood: Kirli kan, büyü dünyasında Muggle doğumlu olan cadı ve büyücüler için kullanılan bir çeşit hakaret.
***Arithmancy: Sayıların sihirli özelliklerinin incelenmesini içeren bir sihir dalıdır. Hermione’nin favori dersidir.
32 notes
·
View notes
Photo
hüsen portakal’ı anlamak için sanırım onun ‘’öğrencisi’’ olmayı kabul etmeniz gerekiyor, onu tanımadan* okumak biraz zorlayıcı. -‘’esrarı engin arkeolog’’ kitabında özellikle uhh.- bu kitapta çok zorlamamış ama yer yer konuşur gibi yazmış, kitaptan uzaklaştıran bi durum bu benim için. yine de derli tolu bi kitap: yunan tragedyası, kral oidipus, oidipus kompleksi, antigone, yediler thebai’ye karşı, promerheus, iphigenia ve son olarak troyalı kadınlar.
‘‘yunan mitologyasında, tragedya her şeyden önce bir yazgı sorunudur. insanlar, tanrılara inanır ve yazgılarının da tanrılara bağlı olduğunu sanırlar; bu tanrılara boyun eğerler. mitologyada, yazgı - fatum kader- önemli bir yer tutar.’‘
‘‘yunanlılarla ilgili en önemli dinsel inanç bilgilerini, homeros’un destanlarından öğreniyoruz. bununla birlikte bu destanlar, birer kutsal kitap diye bilinmez; roma’da v. yüzyılda hıristiyanlığın kabulünden sonra bu inanç artık geçerliliğini yitirmiştir.’‘
‘‘yunan tragedyasında en trajik kişi, kuşkusuz kral oidipu’tur ve bu kargışlı (lanetli) kişinin yazgısı önceden belirlenmiştir.’‘
‘‘yunantragedyasında, çok önemli bir nokta da aile içi çatışmalardır. freud, bunu aile içi duygusal (cinsel) ilişkilere bağlıyor.’‘
‘‘troya savşları - mitolojik de olsa - belki tarihin en büyük olayıdır.. troya savaşları bitti hem de çok trajik bir şekilde bitti ama homeros’un epos’u dünyanın ilk önemli kültür kaynağı olmasının yanı sra, etkisini de günümüze kadar sürdürdü.’‘
‘‘mitoloji ya da dinsel inanç, insanın yazgısının tanrılara bağlı olduğunu, psikanaliz ise kendi psikolojisine bağlı olduğunu söylüyor.’‘
‘‘anneler, bizim yalnız bizim ilk sevgilimizi değil aynı zamanda ilk tanrımızdır. ancak oral dönemden sonra bu duygular, babayla ya da aile içindeki kardeşlerle de paylaştırılır.’‘
‘‘yunan tragedyasının kaynağı, tanrı - insan çatışmasıdır.’‘
‘‘insanın, çatışmalı bir yazgısı vardır ve bunun kaynağı tanrılardır.’’ - sophokles
‘‘ister ilkel toplumlarda olsun ister eski toplumlarda, kadınlar erkeklere göre bir alt yaratık gibi sayılırdı. eski yunan toplumları bunun dışında değildi.’‘
‘‘insanoğlu, iyi ve kötüyü karıştırdığı yerde, tanrılar onun ruhunu en yıkıcı yanlışlara iter; yıkımla karşılaşmak için o insanın artık çok az zamanı kalmıştır.’‘
‘’yazgı, tanrıların mı elindedir yoksa tanrılardan bağımsız mıdır? ister homeros’un destanlarında olsun ister tragedyalarda, yazgı sorunu asla açık değildir. insanlar, iyi ya da kötü davranışlarda bulunurlar ama yazgılardan kaçamazlar.’’
‘‘en büyük kötülük aldanmadır.’‘
‘‘hermes’i dinleyen zincire vurulmuş tanrı ( prometheus) korkmadan yine kendi bildiğini okur.’‘
10 notes
·
View notes
Text
“Cemal Süreya” anısına... (Kendi seçimiyle “10 Ağustos” 1931, Tunceli, Pülümür (o yıllarda Erzican’a bağlı) - 9 Ocak 1990, İstanbul) 1. Orta boylu, zayıf, kumral saçları dalgalı, geniş alınlı, iri kahverengi gözlü, uzun ve derin kirpikli, kar beyazı dişleri olan oval yüzlü bir adam... Yüz çizgileri serttir; fotoğraflarında takındığı düşünür, gülümser, hayal kurar gibi pozlarda bile bu sertlik kaybolmaz. 2. Nüfus cüzdanındaki adı Cemalettin Seber’dir. Başlangıçta, Cemal Süreyya diye yazar adını. Eskişehir Vergi Dairesi’nde çalışan, Üvercinka adını verdiği uzun boylu, beyaz tenli, güvercin salınışlı sevgilisiyle girdiği iddiada kaybeder ikinci “y” harfini ve o günden sonra bir daha hiç kullanmaz. Borcuna bu kadar sadıktır. Güvenilir insandır. Üvercinka’yla kısa süreli bir birliktelik yaşar. Üvercinka, lise mezunudur ve üniversiteye hazırlanmaktadır. Cemal Süreya ise evlidir. 3. Doğuludur. Erzincan doğumludur. Fırat kenarının ince dumanıdır. Göçebedir. Muhacirdir. Sevdiğinin yüzüne bile sürgündür. Uçurumda açan çiçektir. Beyaz gülüşlü bir kardelendir. Deniz kaçkını bir ulusun çocuğudur. Gurbetin anlamını, ‘göç yolları’nda -bir yük vagonunda- gözlerini açarken öğrenir. ‘Gurbet yavrum garba düşmektir gurbet’ 4. Alevî bir aileden geldiği için edebiyatla ilişkisi Hz. Ali Cenkleri’ni okuyarak başlar. Kerem ile Aslı’yı ezbere okuyan annesini hiç unutamaz. Sürgünün altıncı ayında kaybeder annesini. Cemalettin 7, annesi Gülbeyaz ise 23 yaşındadır. ‘Sürgün’ olmasından hep tedirginlik duyar. Bilecik’te ilkokul öğrencisiyken kimsenin bilmesini istemediği şeyi herkesin bildiğini öğrenince çocuk dünyası yıkılır. 5. Zor ve olanaksız olanı dener, başarır. Belki bu nedenle düşünce kökleri derin, dünyanın ve insanların resmini çekmek için bir fotoğraf makinesi gibi kısık gözleri abartısız bir derinlik ve dikkatle çevresine dönüktür. Belki zekâsı onun için bu denli parlak; derviş yüreği gösterişsizdir. 6. Erzincan, Bilecik, İstanbul, Ankara... Sonra bütün bir Anadolu... Göçebelik hiç bitmez. Hangi şehirdeyse orası, yalnızlığın başkentidir. Bütün başarılarını Ankara’da kazanır, İstanbul’da harcar. Politikacı olmayı çok ister. Bu istek, çeşitli yanlışlıklarla hep ertelenir. Osman Bölükbaşı’nı dinlemeye gider. Onun konuşmasına bayılır. 7. 26 yılda 29 ev değiştirir, adres olarak PTT’den kiraladığı posta kutularını kullanır. P.K. 1349 Karaköy-İstanbul adresindeki kutuya bakar yıllarca. En son yaşadığı evin bulunduğu sokağa Cemal Süreya adı verilir. Hiçbir şeyi yoktur akıp giden sokaktan başka. 8. Haydarpaşa Lisesi’nde parasız yatırlıdır. SBF’nde maliye ve iktisat bölümünü seçer. Ece Ayhan, Sezai Karakoç ve Muzaffer Buyrukçu’yla arkadaş olur. İyi notlar da alan kötü bir öğrencidir. Oktay Akbal’ın Aşksız İnsanlar’ını Cebeci-Sıhhiye arasında yürüye yürüye ve gide gele okuyup bitirir. 9. Maliye müfettişliği, devletin en büyük kariyerlerindendir. Yılda 3-5 üniversite mezununun girebildiği bir memuriyettir ve bunu SBF’nin göçebe öğrencisi Cemal Süreya başarır. Hayat için, büyük bir başlangıçtır. 10. Küçük bir grup içinde Ahmet Cemil acıları yaşar. Dostoyevski hayranıdır. Yalnızdır. İçe kapanık ve çekingendir. Son derece utangaç ve sessizdir. Gidip bir dükkânda bir şeyin fiyatını soramaz. Başkalarına sordurur çoğu zaman. Bir şeyin yarım kilosunu alamaz. 11. Dergi çıkarmak, onun için şiir yazmak gibi bir tutkudur. Dergileri, evi barkı gibi görür. Sürekli yazacağı bir dergi olmadığı zamanlar, kendini sokakta kalmış gibi hisseder. Ona göre, ‘dergiler bir edebiyatın laboratuarıdır.’ Memuriyeti sırasında görevle gidip 1 yıl kaldığı Paris’ten getirdiği arabayı satıp dergi çıkarır. Papirüs serüveni belki hak etmediği ilk yenilgisidir. ‘Bir dergi gibidir onun hayatı- Bu yüzden ölmez batar’. Papirüs serüveninin ikincisini Ülkü Tamer’le yaşar. İlk dönemde yaprak biçiminde çıkardığı dergi, ikinci döneminde daha kalın, daha doyurucu biçimde olsun ister. Cağaloğlu Eser Han’da kiralanan küçük bir oda, evden getirilen birkaç eşya... İlk sayının masrafı 2 bin lira, cepteki para 200 lira... O günlerde büroya Edip Cansever uğrar. Çıkarken yerdeki eski püskü bir halıya gözü ilişir. Cansever, aynı zamanda antikacıdır. İlk sayı, bu halının parasıyla çıkar. Dergiye halıya teşekkür ilanı koymayı düşünür. Papirüs’ün ikinci çıkışı üç sayı sürer. Dergi, asıl kimliğini ��çüncü çıkışında bulur. 12. Papirüs serüveninden sonra tekrar döner memuriyete. Bu kez iddialı olarak: Maliye Tetkik Kurulu üyeliği ile başlayan çizgi Darphane ve Damga Matbaası Müdürlüğü ile noktalanır. Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon önyargılı teftişinde hiçbir olumsuzluk bulamayınca ‘Her şey yolunda, ama burayı pek temiz bulamadım.’ deyince Cemal Süreya da ‘Burası bir iki saat öncesine kadar hiç kirlenmemişti.’ karşılığını verir. Yüreği hariç, bütün kapıları açmıştır bakana. 13. Artık kendini memuriyette ispat etmiştir, emekli olur. Kartviziti de hazırdır: Şair ve eski genel müdür. Emekli ikramiyesini şiire yatırır. Yeni mesleği kelime kuyumculuğudur. 14. Paranın egemen kılınmak istendiği bir dünyada yalnız şövalyelerden biridir. Kalemini çıkarıp en önde hücuma geçecek diye boşuna beklenir. Düşene tekme atamaz, yüreği kaldırmaz. O vakit ne yapar? Oturup şiir yazar. 15. İnsan, şair olunca başka şey olmaz mı? Onun kadar değişik, renkli alanlara yayılan şair pek azdır. Şiir dışındaki uğraşları yalnız ekmek teknesi değildir. Yaptığı işte mutlak başarı sağlamalıdır. Yenilgiyi kabullenmek zordur. 16. Yapısında hep ikilemler vardır. Kendini tatmin mi, yoksa topluma hizmet mi? Bocalar bu ikisi arasında. Tutkuludur. Şiir tutkusunun bir yanında, kendini ispat etme, önemli, tanınan biri olma isteği de vardır. 17. Alınganlık, kırıcı yapar onu. Aniden parlar. Çok rahat arkadaş olur, ancak çok kolay dost olmaz. Arkadaşlarına çok fazla bağlanır. Çoğu zaman arkadaş yerine mürit arar. Sesinde hep uykusuz bir Türkçe vardır. Konuşurken gözlerini hep kısar. Her zaman Bir Tereddütün Romanı gibi konuşur. Hoşgörünün en somut simgesidir. Bağışlayıcıdır, insanları iyi olan yanlarıyla sever. ‘Hayır!’ demeyi bilmediği için başına gelmeyen kalmaz. En yakın çevresinin içinde dağ başları kadar yalnızdır. 18. ‘Sizin Hiç Babanız Öldü mü?’ şiirini, babasının ölümünden dört yıl önce; ‘Kars’ şiirini Kars’ı hiç görmeden Paris’te yazar. 19. Gülümsemeyle hüzün yan yanadır onda. Özgürlük ve kendine güvenle lirizm; sıkıntı ve bunalımla ince alay iç içedir hayatında ve şiirinde. Özgün olmayı, başka olmayı, alışılmıştan, bilinenden ayrı ve şaşırtıcı şeyler söylemeyi neredeyse bir yazgı olarak bilmiştir. Bir şeyi tersinden alarak irdelemek ister. Kendisine dayatılan duruma bir başka seçenekle karşı çıkmak... Kendisini olduğu ya da göründüğü gibi değil bir başka türlü, nasıl görünmek istiyorsa öyle göstermek... Bir çingene kızı falına mı bakmak ister, yılların falcısı kızın şaşkın bakışları arasında, tutar bir güzel onun falına bakar ve şaşırtır onu. 20. 2000’e Doğru dergisindeki portreleri ve söz senaryoları, derginin en çok okunan sayfasıdır. 99 Yüz adıyla bir kitap yayımlar. Portre yazımında bir çığır açar. Şiirinden sonra en çok bu portreleri önemser. (Cemal Süreya’nın arşivini, Perinçekler, vefasız oğul Memo Emrah'tan satın alarak düzenleyip yayımlar.) 21. Arkadaşı Muzaffer Buyrukçu’yu da kattığı bir fantezi bildiri geniş yankı uyandırır. Turgut Özal’a bir intihar çağrısı yapar: ‘Ülkemizi sizden / Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan / Kurtarmak için / Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu’yla / Bir önerimiz var: İntihar etmelisiniz! / Ben ve Buyrukçu bu konuda / Dostça omuz veriyoruz size. / Gelin, halkın önünde, / Üçümüz birlikte intihar edelim / Yer: Kadıköy eski iskelenin önü / Gününü ve saatini siz saptayın / Ülkemiz sizden kurtulsun / Biz de bir işe yaramış olalım’ 22. 50 yıldır sustuklarını söyler düzyazılarında. Aydın, demokrat geçinenlerin ucuzlaştığı bir ortamda, taviz vermeden, boyun bükmeden, el etek öpmeden kenara çekilip ayakta, dik kalabilmeyi seçer. 23. Ülkü Tamer, onun için 'Cemal: Atlas okyanusunda fıratın salı / Zap suyunda Alp çiçeği' der. 24. Bütün sevgililerine ‘Annem çok küçükken öldü / Beni öp sonra doğur beni’ diye seslenir. Erotizm, romantizmle iç içedir onda. En çok da ‘Keşke yalnız bunun için sevseydim seni’ dizesini kullanır. 25. Kendi kendine mektup yazar. Aşk, ona göre aynı masada mektuplaşmaktır. Ütopyası, kendi mektubunun postacısı olan kızdır. Hep âşıktır. ‘Sevmek ne uzun bir kelimedir.’ İkisi resmi olmak üzere, beş kez evlenir. Nerde bir çift göz görse tutar onu sevgilisine tamamlar. 26. Bir ara Cemal Süreya ile birlikte yaşayan Tomris Uyar, 1964’te Ülkü Tamer’le, 1967’de Turgut Uyar’la evlenir. Aynı dönemin, birbiriyle arkadaş olan üç şairine eş ya da sevgili olmuş Tomris Uyar hakkında hiç konuşmaz. İçlenmek zenaatında ne kadar usta olduğu bilinir. Hüznün kuşlarını canıyla besler. 27. Bir oğlu bir kızı vardır. Oğlu Memo Emrah’tan çok çeker. (Memo Emrah'ın annesi Zühal Tekkanat’tır.) Acıbadem’de otururken oğlu Emrah üşümesin diye bir gece Papirüs dergilerini yakmak zorunda kalır. Ölümüne yakın oğlundan dayak yer. (Babasına inat İslamcı (!) olan, Dar-ül Harp sözünü dilinden düşürmeyen Memo Emrah'ın babasının ölümünden çok kısa bir süre sonra bir kazada ölmesi tesadüf müdür?) 28. Parasız günlerinden birinde kızı Ayça’ya şiir karalamalarını vererek ‘Bunları sakla, ileride para eder.’ der. Kızı, şiirlerinin ne kadar saçma olduğunu söyler. Kızının nikâhında bulunamaz. Çünkü, haberli değildir. İzmir’e gidişlerinde arkadaşlarına bir hanımla buluşması olduğunu söyler, ortadan kaybolur. Bu buluşmalardan her dönüşte dalgın, suskun, üzüntülü olması arkadaşlarının dikkatini çeker. Buluştuğu hanım kızı Ayça’dır. Babasıyla yıldızı bir türlü barışmayan kızı... Ayça’nın annesi, onun ilk aşkı, ilk eşi, üniversite son sınıftayken evlendiği Seniha Hanım’dır. 29. Kadıköy sahilinde yürürken her an karşıdan Fazıl Hüsnü Dağlarca gelebilir düşüncesiyle önü hep iliklidir. Dağlarca, onunla konuşmayınca ‘Bugün ağam sudan soğuk bakıyor’ der. * * * Cemal Süreya'nın ölümü ardından yayınlanan güzel şiirlerden biri de Can Yücel imzasını taşır. Can Yücel'in yolu bir gün, Ankara'da “Cemal Süreya” adı verilen parka düşer. Parkta oturur ve bir şiir yazar arkadaşına. Şiir, İkibin'e Doğru dergisinin 8 Aralık 1991 tarihli sayısında yayınlanmış olsa da, Can Yücel tarafından unutulur ve hiçbir kitabına alınmaz. Can Yücel, “Cemal Süreya Parkı” için şunları söyler: “Şiir iyi de parkın bir eksiği var. Kötü bir levha dışında Cemal’i hatırlatan hiçbir şey yok. Buna, Cemal’in anısı için iyice hizmeti dokunmuş olan derginizin bir çare düşüneceğini umarım. Büstten bıktık. Belki de Cemal’in şiirlerinin hak edildiği mermer plaketler dikilebilir oraya. Sözün kısası Cemal’i hatırlatacak bir şeyler yapılabilir.” Cemal Süreya Parkı’nda Bir Kasım güneşlisinde Meclisin o askeri duvarının Dibinden geçip Geldim oturdum karşına senin... Hiç bu kadar mülk sahibi olmamıştın Epiy bir yüzölçümün var Bir basket sahan Çocuk bahçen Havuzun İki kutu gibi helan Akasyaların var Sunay Akın'ın dediği gibi Gülcemallerin solmuş Biz de gelecek yazı bekleriz Tek tük de çimen yeşili var serpili Çocuklar okulda şimdi Ama okuldan kaçmış liseliler var Kırıştırıyorlar Arabalar da vızır vızır etrafında Olsun Sen geceleri çıkarsın zaten ortalığa Bankların üstünde eski aşklarınla Al takke ver külah Parkın sana kutlu olsun Can Yücel 30. Şairi, şairden başkasının tanımadığına hep üzülür. Bir gün duraktaki yolcular arasında otuz yaşlarında bir adam Pazar Postası okuyordur. Hem de Cemal Süreya’nın şiirinin bulunduğu orta sayfayı... Adama ‘Nasılsınız efendim, ben Cemal Süreya’ diye yaklaşır. Adam, ‘Memnun oldum. Ben de Nuri Pakdil.’ der. 31. ‘Gün gelir anılar da değiştirir sözcüklerini’ Sezai Karakoç, Mülkiyeden arkadaşıdır. Ona hep ‘Sezo’ der. Ankara’nın hür hayalli çocuklarıdır o sıralar. Sezai Karakoç’la Ankara’da görüşmek ister. Ancak, Karakoç’un ‘Sen benimle randevu almadan görüşecek adam mısın?’ sözüne çok kırılır. 32. Elli dokuz yaşında, yedi kırlangıç ömründen dört yıl alacaklı ölür. Ölümü siyah bir kâkül gibi alnına düşürür. KISA Hayat kısa, Kuşlar uçuyor. Cemal Süreya - Sıddık Akbayır, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir (Cemal Süreya)
#Cemal Süreya#Anısına#9 Ocak#Şair#Şiir#Edebiyat#Sıddık Akbayır#Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir#Biliyorum Sana Giden...#Yürekbalı
54 notes
·
View notes
Text
Olabilir mi?...
Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar.
Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmekiçin de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi.
Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu. Öğretmeni, onun bu halini fark etti.
- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
- Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.
- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
- Ahmet arkadaşımız var ya.
- Evet, ne olmuş Ahmet'e?
- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.
- Eee?
- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi.
Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?
- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
- Nerede çalışıyorsun?
- Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.
Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu.
- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
- Çok zengin bir işadamı.
- Niçin?
- İnsanlara daha çok yardım etmek için.
- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?
- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
- Neden olmaz?
- Üç sebepten dolayı olmaz.
Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu.
- Busonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali.
Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?
Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.
Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.
Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi.
Bu paralar, bu bozuk SIMIT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.
Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı.
Ağladı. Ağladı. Ağladı.
Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin
sayıkladığını duydu.
Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti
Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyi değilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın.
Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.
Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin.
Yeter ki boş durmayın!
Unutmayın, ekmeği paylaşmak ekmeğin kendisinden çok daha lezzetlidir.
(Alıntıdır)
24 notes
·
View notes
Text
BÖLÜNMÜŞ SINIF DENEYİ...
BÖLÜNMÜŞ SINIF DENEYİ...
Jane Elliot, Lowa kasabasında 3. sınıf öğrencilere öğretmenlik yapıyordu. Elliot, öğrencileriyle her ay Dünyanın önemli liderlerini tanıştırıyordu. Bir proje ile yaptıkları yenilikleri, yönetim şekillerini, farklarını vs. anlatıyordu. 1968 yılının Şubat ayında da dünya genelinde ırkçılığa karşı savaş vermiş Martin Luther King’i anlatmıştı. Aradan iki ay geçmişti ve 4 Nisan 1968 günü gelip çatmıştı. İşten dönmüş Elliot, koltuğuna oturmuş haber kanallarında gezerken Martin Luther King’in kaldığı otelin balkonunda silahla vurularak öldürüldüğü haberini gördü. Irkçılığın ve tutuculuğun çok olduğu bu kasabada Elliot, yarın öğrencilerinin bu konuyla ilgili sorduğu sorulara ne yanıt vereceğini kara kara düşünmeye başladı ve sonunda sekiz yaşındaki öğrencilerine bunu en güzel şekilde açıklamak ve anlatabilmek için bir deney yapmaya karar verdi.
Birinci Aşama
Derse girdiğinde tam da Elliot’un tahmin ettiği gibi oldu ve öğrencisi Steven Armsrong öğretmeni Jane Elliot’a ”O kralı neden vurdular?’‘ diye sordu.Bunun üzerine Jane, tüm sınıfa; ”Bunu anlatmamı istiyor musunuz?” diye sorduğunda tüm sınıf koro halinde ”Evet” diye bağırdılar ve böylece bölünmüş sınıf deneyi başladı. Jane Elliot, öncelikle sınıfına Martin Luther’in ırkçılık sebebiyle öldürüldüğünden bahsetti. Ardından ırkçılığı benimsetmek için deneye başladı. Öğrencilerin tümü beyaz tenliydi bu yüzden onlara ırkçılığı benimsetmek için başka bir yol düşünmüştü. Nazilerde mavi gözlüler üstün ırkı, kahverengi gözlüler ise yok edilmesi gerekenleri temsil ediyordu ve ölümleri göz renklerine göre karar veriliyordu. Elliot da bundan yola çıkarak öğrencilerine ırkçılığın ten rengine değil aslında göz rengine göre sınıflandırıldığını söyledi ve onlara mavi gözlü olanların, kahverengi göz renginde olan kişilere göre daha üstün olduklarını söyledi. Deneyin ilk gününde Elliot, sayıları az olan mavi gözlü öğrencileri diğerlerinden ayrılmak için onların koluna kahverengi bir kuşak bağladı ve onları sınıftaki ön sıralara oturttu. Mavi gözlü öğrencilerin üstünlüğünün daha iyi anlaşılması için öğrencilerine mavi gözlülerin öğlende daha fazla yemek yiyebileceklerini, teneffüsü daha uzun yapabileceklerini, açılan orman spor salonuna girebileceklerini, onların daha temiz olduğunu söyledi. Mavi göz rengine sahip çocuklar daha ilk günden havaya girmiş ve kendilerinin üstün oldukları düşüncesiyle diğer arkadaşlarından uzak durmaya başlamışlardı. Jane Elliot, günün son saatlerinde bir sınav yapmaya karar verdi. Yapılan sınavın sonuçlarına göre mavi gözlü öğrencilerin aldığı notlar bariz bir şekilde diğer öğrencilere göre oldukça yüksekti. Bunun üzerinde mavi gözlü öğrencilerin daha zeki olduğunu söyledi. Aslında olay tamamen özgüvendi ama çocukların bundan haberi bile yoktu. Jane Elliot o gün çocuklara hiçbir şey söylemeden günü bitirdi.
İkinci Aşama
Pazartesi günü olmuştu. Mavi gözlü öğrenciler yine aynı özgüvenle sınıfa girip en ön sırada oturdular ve öğretmenleri Jane Elliot’ı beklediler. Elliot, derse girdi ve bir açıklama yapacağını söyledi. Onlardan özür dileyerek bir hata yaptığını asıl üstün ırkın kahverengi gözlüler olduğunu ve bunu düzeltmesi gerektiğini söyledi. Mavi gözlü çocukların kolundaki kuşakları topladı ve kuşakları kahverengi gözlü çocukların koluna bağladı. Ayrıcalıkların artık mavi gözlü öğrencilerde değil kahverengi gözlü öğrencilerde olduğunu söyledi ve onları övmeye başladı. Jane Elliot, cuma günü yaptığı deneyin ilk aşamasında mavi gözlü öğrenciler diğer arkadaşlarına karşı sert davranışlar gösterirken, deneyin ikinci kısmında kahverengi gözlü öğrencilerin mavi gözlü öğrencilere çok sert davranışlar göstermediğini gözlemledi. Çünkü kahverengi gözlü çocuklar bu ayrımın ne kadar kötü hissettirdiğini biliyorlardı.
Deneyin Sonu
Aynı gün içerisinde Jane Elliot aslında bunun bir deney olduğunu tüm sınıfa açıkladı. Göz renginin bir üstünlük olmadığını, üstünlük taslamanın ve ayrımcılık yapmanın ırkçılığın ta kendisi olduğunu öğrencilerine açıkladı ve öğrencilerinden birbirlerine sarılmalarını istedi. Ardından sınıftan bu deney hakkında yazı yazmalarını istedi ve yazılan yazıları Martin Luther King’in eşine gönderdi. Deneyin ardından ırkçılığın yaygın olduğu kasabadan ve velilerden çok tepki alsa da Elliot, deneylerine 6 yıl boyunca devam etti. Yaşadığı bölgenin yüzde 80’i kendisine minnettar olduğunu söylerken yüzde 20’sinden eleştiriler aldı ve kendisine ”Zenci sevgilisi” gibi isimler takıldı. Bu deney, okul içerisinde kalmayıp gazete ve televizyonlarda yayınlandı. Jane Elliot bu deneyle bir çok ödül aldı. 1970 yılında ”Bölünmüş Sınıf Deneyi” ardından 1996 yılında ”Mavi Gözler” adında bir başka belgesel filmi çekildi. Ardından Elliot, 2016 yılında BBC’nin ”Dünyayı geliştiren 100 Kadın” isimli listesine eklendi. Elliot’a birçok kişi “Masum çocuklar üzerinde bu deneyin uygulanması ne kadar doğru?” sorusunu sormuştu. Elliot’ın cevabı ise yüzümüze bir tokat gibi vuruyordu: ”Bir günlüğüne yaşadıkları bu olayın onları bu kadar derinden etkilediğini düşünüyorsanız, o çocuklar çok şanslı. Zira bunu bazı insanlar ölene dek yaşadılar.”...
ALINTIDIR...
1 note
·
View note
Photo
Bu resme iyi bakin... Adı ahmet turan kılıç ... çevresi ahmet dede!!! olarak tanır... bu resim 27 yıllık cezasını tamamladıktan sonra cumhurbaşkanı tarafından yaşi ve saglik sorunlari nedeniyle affefildikten sonra özgürlüğe!!! ilk bakış olarak yer aldı sosyal medyada.... Peki marifeti nedir bu ahmet dedenin... ●●●Muhlis Akarsu halk ozanı 45 yaşında eşi Muhibe ile birlikte madımak otelinde ahmet dede tarafından yakıldığında 100 den fazla 45'lik plak 4 uzunçalar 20 kaset ve yüzlerce deyiş bıraktı. "Akarsu'yum yansam da Kül olup savrulsam da Bazı bazı gülsem de Yine gönlüm hoş değil." ●●●Uğur Kaynar Sivas'lı şair. 37 yaşındaydı ahmet dedenin başını çektiği guruh tarafindan yakıldığında . Yangından sonra çantasında bir kağıt peçete buldu eşi. Peçetede şu sözler yazılıydı: "öldüğümde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böyle yeniyorum. ●●●Asaf Koçak, 35 yaşında bir karikatürist. Yobazlar oteli yakmaya çalışırken korkan çocuklara mızıka çalarak öldü..... ●●●Halka sevgilim diye seslenen bir şair vardı. Aynı zamanda tıp doktoru. Adı Behçet Aysan. Madımak’ta ateşler içinde can verdi. 44 yaşındaydı. "Yok başka cehennem, Yaşıyorsunuz işte..... ●●●Metin Altıok, şair, yazar, ressam. 53 yaşındaydı Ahmet dedeniz yaktığında . Sezen Aksu'nun Kavaklar şarkısından bilirsiniz belki. "Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar Beni hoyrat bir makasla Eski bir fotoğraftan oydular." ●●●Hasret Gültekin, 22 yaşındaydı. Yaşasa çağımızın ozanı olacaktı. Ahmet dedeniz onu yaktı. Oğlu katledilmesinden 2 ay sonra doğdu. ●●●Almanya’da Fransa’da İsveç’te albümler çıkaran, dünyanın en önemli müzikhollerinde sahne alan, sazın sözün üç telli curanın ustası Nesimi.62 yaşındaydı yakıldığında. Ardından bir şarkı yazdı oğlu Mazlum Çimen "Öyle ağırım ki kendime, sen benden gittin gideli". ●●●Carina Cuanna, Hollandalı üniversite öğrencisi, Türkiye'ye kadın ve Alevi kültürünü araştırmak için geliyor, Ankara'da misafir kaldığı evin kızları Yasemin ve Asuman Sivri ile beraber Sivas'a gidiyor. Ahmet dedeniz onları yaktığında Carina 23, Yasemin 19,Asuman 16 yaşındaydı.... ●●●Asım Bezirci yazar, eleştirmen. 65 yaşındaydı Ahmet dedeniz onu yaktığında. En yakın arkadaşı "Hababam Sınıfı" nın yazarı Rıfat Ilgaz da katliamdan sadece 5 gün sonra üzüntüden öldü.... Bu isimler bu ahmet dede denilen alçağın liderlik ettiği güruhun yaktığı bir kaç candan bir kısmı... Bu fotografa iyi bakın... kötülüğün irinin insan kılığına bürünmüş bir canavarın resmidir bu fotograf... Ateşin bol olsun... sonsuza kadar huzur bulma...
#Asım Bezirci#SivasınIşığıSönmeyecek#muhlis akarsu#carina cuanna#nesimi çimen#hasret gültekin#behcet aysan#asaf koçak#metin altıok#ugur kaynar#unutmadımaklımda#aziz nesin#madimak
11 notes
·
View notes
Text
Sanatın İyileştirici Gücünü Hatırlatan Bir Film 'Nise: Delice Bir Tutku'
1950'li yıllarda Brezilya sanat çevreleri tabiri caizse bir mucizeye tanıklık eder. Birçok sanat müzesinde, adı sanı hiç duyulmamış ressamların eserleri görücüye çıkar. Hayranlık uyandıran ve derin anlamlar çağrıştıran bu resimleri kimlerin yaptığı sorgulanır. Hangi eğitimlerden geçtikleri, kimleri örnek aldıkları, şimdiye kadar nerelerde oldukları merak edilir. Sanat eleştirmenlerine göre bu çalışmalar Brezilya için bir rönesansı işaret ediyordu. Daha önce ne böyle bir çalışma rüzgârı görülmüştü ne de resimle ilgilenen insanların bu kadar heyecanlandığı. Ortaya bir anda çıkıveren bu eserler birbirlerinden kopuk gibi görünüyordu ancak bu kopukluk aynı zamanda bir bütünü de tamamlıyor gibiydi.
Hiçbir ressamın ardında bir kuruluş, dernek, patron ya da üstat niteliğinde biri yoktu. Hepsi de şehrin dışındaki "meşhur" akıl hastanesinden çıkmıştı. Bu hastaların kimi şizofren teşhisiyle kimi de fakirlikten, delilikten, terk edilmişlikten mustarip tedavi görüyorlardı. Tedavi ama ne tedavi... Hastanedeki psikiyatristlerin neredeyse tamamı bu hastaların tedavisinde terapinin de ilacın da bir işe yaramayacağını düşünüyorlardı. Bunların yerine lobotomi denilen tedavi yönteminin derhâl uygulamaya konmasından yana bir tavır koymuşlar, birbirlerine bu yöntem hakkında sunumlar yapmışlardı.
Bir beyin cerrahisi işlemi olan lobotomi (lobos: lob - tome: kesmek) "beyindeki ön lobların uçlarındaki prefrontal korteks bağlantıların kesilmesi" şeklinde uygulanıyormuş. 20. yüzyılın başında Kuzey Amerika'da uygulanmaya başlanan bu yöntem tahmin edileceği üzere evvela Güney Amerika'da kendine “test edilecek” çok beden bulmuş. Yöntemi bulduğu söylenen isimlerin sayısı oldukça fazla: Friederich Golz, Gottlieb Burkhardt, John Fulton...
Bu üç isim de köpeklerde, şempanzelerde ve şizofren hastalarda lobotomi yöntemiyle netice almaya çalışmışlar. Portekizli beyin cerrahı Almeida Lima ise lobotominin yanında hastaların beynine alkol enjekte ederek beyin dokusunu öldürmeyi denemiş. Üstelik bu fikir kendisine John Fulton'ın bir dersini dinleyen Nobel ödüllü meslektaşı Egas Moniz tarafından verilmiş. Moniz'in tekniğini geliştirerek dünyadaki ilk prefrontal lobotomiye imza atan isimler Dr. Walter Freeman ve Dr. James Watts olmuş. Freeman, zamanın tıpta en sık kullanılan araçlarından biri olan buz kıracağını hastaların göz yuvalarından sokarak uygulamış lobotomiyi. Bunu yaparken anesteziye hiç başvurmamış. 4000’e yakın lobotomi gerçekleştirmiş ve hastaların birçoğu ölmüş.
Kuzey Amerika dışındaysa İsveç'te 1944-1966 yılları arasında 5000'e yakın lobotomi uygulaması yapılmış. Lobotomi kurbanları arasında 20. yüzyılın önemli İsveçli ressamlarından Sigrid Hjerten, Oscar ödüllü aktör Warner Baxter gibi ünlüler de bulunuyor. Hatta John F. Kennedy'nin kardeşi Rosemary’e de “akıl hastası gibi davrandığı” ve “aileye yakışmadığı” gerekçesiyle lobotomi uygulanmış. Rosemary tedaviden sonraki ömrünü bakıma muhtaç bir şekilde geçirmek zorunda kalmış. Uygulamanın oluşturduğu etkiler, Ken Kesey'in romanı Guguk Kuşu’nun 1975'te aktarıldığı sinema filminde de tüm açıklığıyla ve acımasızlığıyla görülebiliyor.
Resim mucizesinin mimarı
Brezilya'da yaşanan bu 'resim mucizesi'nin mimarı ise 1905’te Maceio’da doğup 1999’da Rio de Janeiro’da ölen bir psikiyatrist Nise da Silveira. Hayatına dair 1988'de yayınlanan ve yönetmeni Leon Hirszman olan Imagens do Inconsciente adlı bir belgesel bulunuyor. Nise, Bahia Tıp Fakültesi'nde eğitim görürken analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung'un da öğrencisi olmuş. Akıl hastanesindeki görevinde Jung'un çeviri kitaplarını okumuş, okuduklarını elinden geldiğince ve elbette hastane yönetiminin türlü itirazlarına rağmen uygulamaya çalışmış. İşin lobotomi yüzünden bir felakete sürükleneceğini, diğer meslektaşlarının acımasızlıklarını ve umursamazlıklarını iyice görünce, tedavi görenlerin hayatlarını kısmen de olsa değiştirebilecek bir girişir. Tabii zar zor izin alarak.
Nise: O Corão da Loucura (Nise: Delice Bir Tutku) filmi Nise da Silveira’nın zorlu koşullarda yürüttüğü bu çalışmayı ekranlara taşıyor. Kendisine bakımsızlıktan çürümüş, avluya açılabilen bir oda verilir, iki de hemşire. Derken güzel sanatlar mezunu bir gönüllünün de yardımıyla odaya resim araçları getirilir. Daha sonra bu araçların yanına heykel için de gerekli malzemeler eklenir. Hemşireler zaman zaman tedavi görenlere şiddetli tepkiler gösterdiğinde Nise’in yaptığı uyarı, filmin esas mesajına dair büyük önem taşıyor: "Siz sadece onların ağızlarından çıkan kelimeleri not edin ve nelerle meşgul olmak istediklerini görmeye çalışın."
Bu sözleri, şüphesiz üstat dediği Jung'un "Ben, başıma gelenlerden ibaret değilim. Ben, olmak istediğim kişiyim" cümlesini hatırlatıyor. Nise, aynı zamanda tedavi görenlere "hasta" olarak seslenilmemesi gerektiğini de söylüyor hemşirelere: "Burayı bir dükkân olarak görün, onlar da müşteri."
Buradaki müşteri kelimesini yaşadığımız zamanların hastane-müşteri ilişkisi olarak görmemek gerekiyor elbette. Nise için müşteri; talep eden, talip olan. Doktorlar ise onları memnun etmekle yükümlü kimseler. Acı çektiren ya da türlü testler için onları kullanan kimseler değil. Müşteriler elbet bir gün bir şey isteyecek (resim çizmek, heykel yapmak, dikiş dikmek, dans etmek) ve dükkânın görevlileri de onlara istedikleri şey neyse onu verecek.
Tedavi görenlerin büyük bir kısmı resim yaparak, boyalarla vakit geçirerek hem geçmişlerine dönme hem de iyileşme anlamında çok büyük gelişme gösteriyorlar. Mesela Carlos. Onun durumu için "Carlos, hastaneye ilk yatırıldığında odasındaki aynaya yansıyan güneş ışığında Tanrı'yı gördüğünü söylemiş. Gördüğü şeyi herkesin görmesini istemiş. Çoğu doğu dininde altın çiçeğinin Tanrı'nın varlığını simgelediğini bilir misin?" sözleriyle dikkat çekiyor Nise. Elbette ilham kaynağı, üstadı: "Jung'un dediğine göre ruhta dairesel figürler hâlinde görülen yeniden düzenlemede, kendi kendini iyileştirme potansiyeli varmış. Yani onun yeniden düzenleme çabasının, mistik yönü aracılığıyla gerçekleştiği sonucuna varabiliriz." sözleri.
En büyük engel umutsuzluk
Resimle kendini bulmaya çalışanlardan biri de Fernando. Onun çizdiği resimlerin her birinde birer eşya görüyoruz. Son yaptığı resimlerde ise tüm bu eşyalar düzenli bir şekilde yer alıyor. Nise durumu şöyle açıklıyor: "Dağınık nesnelerle dolu şu oda çizimine bak. Boş bir oda çiziyor. Duvarlar, zemin... Nesneleri teker teker ekliyor. Kitaplar, akvaryum... En sonunda da tüm nesneleri düzenli bir şekilde birlikte boyuyor. Bence kendi yerini buluyor."
Roberto Berliner'in yönettiği filmde Nise'i harikulade bir performansla Gloria Pires oynuyor. Özellikle Jung'la mektuplaştığı sahneler ve tedavi görenlere yaklaşımı insanı derinden etkiliyor. Tedavi görenlerin rollerini üstlenen Simone Mazzer, Julio Adriao, Fabrício Boliveira, Claudio Jaborandy yine takdire şayan oyunculuk yeteneklerini gösteriyorlar. Bu oyuncuların üstlendiği rollerin isim sahiplerini hatırlamak, resimlere ulaşmak isteyenler için kolaylaştırıcı olabilir: Adelina Gomes, Carlos Pertius, Fernando Diniz, Emygdio de Barros.
Nise: O Corão da Loucura (Nise: Delice Bir Tutku) karşımızdaki insanı dinlemenin ve bu dinleme çabası esnasında yaşanan her şeyin ne kadar kıymetli olduğunu unutulmaz bir biçimde gösteriyor. İçinde bulunduğumuz yer, yaşadığımız zaman ne olursa olsun umutsuzluğun iyiye ve iyileşmeye dair en büyük engel olduğunu anlatıyor. Film adeta Jung'un Ulysses ve Picasso Üzerine Denemeler kitabındaki şu sözüne şerh düşüyor: "Bir dünyanın yok olduğu yerde yenisi yaratılır."
Yağız Gönüler
36 notes
·
View notes
Text
S.2. Türkiye Tarihinde Müzik ve Klasik Batı Müziği Tarihi Üzerine
Orta Asya bozkırlarından çıkıp Ön Asya’da nihaî adresine ulaşmış olan Türk toplulukları, bu yolculukları esnasında yalnızca coğrafya değişimine değil aynı zamanda bir takım kültürel ve çevresel değişikliklere de uğramışlardır. Bugün bu yazımda sınırlı bilgimle, bu macerayı müzik yazımı ve Klasik Batı Müziği geleneği çerçevesinde ele alacağım.
Müzik her toplulukta olduğu gibi Türk topluluklarında da gerek Orta Asya’da Şaman ayinlerinde, gerek Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tekke ve medreselerde, gerekse geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde konser salonlarında kendisine sahne ve dinleyici kitlesi bulmayı başarmıştır.
Fakat, özellikle erken dönem Türk müziğindeki en önemli sorunlardan biri nota yazma adetinin olmamasıdır, ki bu problemin bugüne yansıması da 17.yy öncesinden elimize kalan pek fazla beste olmaması veya Mehteran Bölüğünün seferlere çıkarken çaldığı hiçbir bestenin elimizde bulunmamasıdır. Aşık geleneğinde bulunan sözlü adet, tekke ve medreselerde de devam etmiştir, ve aktarım genelde usta çırak ilişkisiyle gerçekleştiği için yazma adeti buralarda da ortaya çıkmamıştır.
Bildiğim kadarıyla Türkçe olarak kaleme alınmış en eski mûsikî risalesi, 15.yy’da yaşamış olan Ahmed oğlu Sükrullah’ın, Karamanoğlu Şehzadesi İsa Bey’e ithaf ettiği ve fakat daha sonra Sultan II. Murad’a sunduğu eseridir. Sonrasında geç 17. ve erken 18.yy’da Boğdan’da yaşamış olan Dimitrie Cantemir’in hazırladığı “Kitab-ı İlmü’l-Musiki ala Vechi’l – Hurufat, Mûsikiyi Harflerle Tespit ve İcrâ İlminin Kitabı” adlı kitabından dönemin müziği hakkında değerli bilgiler ediniliyor. Kitabın faydaları bununla da kalmıyor, birtakım besteler de bu kitap vasıtasıyla elimize geçiyor, o besteler bu albümde toplanıyor.
Hükümdarlar düzeyinde bakınca ise bildiğimiz gibi her sultanın ustalık düzeyinde işler çıkardığı sanat veya zanaat alanları vardı. Unutmamak lazım ki, bu zâtlar yaşadıkları dönemdeki en önemli hanedanlardandi, ve istedikleri alanlarda en başarılı kişilerden gerekli eğitimleri alabiliyorlardı. Bu şiir mevzuunda karşımıza çıktığı gibi mûsikî konusunda da karşımıza çıkıyor. Elimizde bulunan ilk sultan bestesi II.Bayezid’e ait, yani geç 15. ve erken 16. yy dönemine ait. Sonrasında ise Sultan IV. Murad, III.Selim, II. Mahmud, Abdülaziz, V. Murad, VI. Mehmed bugüne besteleri kalmış padişahların bir kısmı. Bu bestelerin derlendiği albümlerden birisi de “Sultan Bestekârlar” albümü.
Sultan II. Mahmud’a kadar yapılan besteler daha ziyade Klasik Türk Müziği tarzında olmakla birlikte bu besteleri yapan sultanlar içerisinde en gözümüze çarpan Sultan III. Selim’dir. III. Selim aralarında “sûz-î-dilara, evcarâ, buselik, şefkefza ve nevâ” makamlarınında bulunduğu toplam on dört makam keşfetmiştir. Klasik Türk Müziği tarzında besteler III. Selim’den sonra devam etmekle birlikte, II. Mahmud döneminde başlayan Batılılaşma hareketleriyle birlikte sultanlar arasında Klasik Batı Müziği tarzında da bestekârlar çıkmaya başladığı görülüyor, güzel bir derleme bu albümde mevcut. Bu besteler sadece sultanlarla sınırlı kalmamış ve şehzadeler arasından da bestekârlar çıkmıştır. Ve hatta, Hatice, Ayşe ve Fehime Sultanların da çok güzel besteleri elimizde mevcuttur.
Batılılaşma hareketleriyle sultanlarda Klasik Batı Müziği’ne merak oluşurken, Klasik Türk Müziği’ne merak da toplumda yerini korumaya devam ediyordu. 18., 19. ve 20.yy’da Hamamizade İsmail Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Münir Nurettin Selçuk, Cinuçen Tanrıkorur ve Tatyos Efendi gibi üstatlar besteler yapmaya devam ettiler. Yakın tarihlerde ise Kudsi Erguner, Golden Horn Ensemble, Lalezar Ensemble ve Ensemble Bîrûn gibi topluluklar bu müziği hakkını vererek icra etmeye devam ediyorlar.
Klasik Batı Müziği’nin Osmanlı Batılılaşma hareketleriyle kazandığı ivmelenme Cumhuriyet döneminde hızını kaybetmek bir yana dursun, artırarak devam etti. Bu dönemde devlet desteğiyle bugün Türk Beşleri diye bilinen Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Hasan Ferit Alnar yurtdışına Klasik tarzda Batı müziği öğrenmek ve memlekette Batı müziği eğitiminin daha organize ve düzgün bir zeminde ilerlemesi için gönderilmişlerdi.
İlerleyen yıllarda Klasik Batı Müziği tarzında yapılan işler memleket sathını da aşıp yurtdışında da takdir, ilgi ve iltifat görmüştür. Leyla Gencer Türkiye’de aldığı eğitimden sonra İtalya’da devam ettirdiği opera kariyeriyle oldukça büyük ilgi toplamış ve La Scala gibi operanın zirve sahnelerinde kendine yer bulmayı başarmıştır. 2008′de ölene kadar da günümüzün en önemli orkestra şeflerinden Riccardo Muti (Mutlaka izleyin Muti yönetiminde Chicago Senfoni, Beethoven 9. Senfoni) ile çalışmış ve yine Muti’nin isteğiyle La Scala’nın genç operacılarına eğitmenlik yapmıştır. Dünya sathında iltifat gören bir diğer müzisyenimiz ise Ayla Erduran’dır. Harika bir keman virtüözü olan Erduran, David Oistrakh gibi bir dev müzisyenden eğitim almış, Yehudi Menuhin ve Igor Oistrakh gibi 20.yy devleriyle de çalışma imkanı bulmuştur. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada çok bilinen bir diğer müzisyenimiz ise İdil Biret. Gerek çalıştığı plak şirketleri, gerek aldığı ödüller, gerekse birlikte sahne aldığı orkestralara bakınca Biret’in Türkiye’deki Klasik Batı Müziği yanında batıdaki müzisyenler için de ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bazı kayıtları dünya da zirve performanslar olarak kabul edilen İdil Biret’in özellikle Chopin ve Brahms performansları benim favorilerimdir. İlk ortaya çıktığında kendindeki ışık hemen keşfedilmiş olan Fazıl Say önemli Klasik Batı Müziği bestelerini icra etmenin yanında, kendi bestelerini de yaparak kendine 20. ve 21. yy Klasik Batı Müziği dünyasında önemli bir yer edinmeyi başarmıştır. Yaptığı bestelerde ve albümlerinde özellikle Anadolu ve Mezopotamya kültürlerinden öğelere yer vermesi ise onun nev-i şahsına münhasır dokunuşu ve yorumu olmuştur. Ahmet Adnan Saygun’un sınıfından mezun olan Gürer Aykal Tükiye’nin yetiştirdiği oldukça önemli orkestra şeflerinden birisidir. Avrupa’da ve Amerika’da da kendisine gerek sahnelerde orkestra şefi olarak, gerekse akademide profesör olarak yer bulmuş olan Aykal Türkiye’de de Borusan Filarmoni ve Bilkent Senfoni gibi orkestraların şefliğini yapmıştır. 20.yy’ın Herbert von Karajan ile devlerinden olan Leonard Bernstein’in öğrencisi olan Cem Mansur Londra’da lisans ve lisansüstü eğitimini yapmıştır. Ve sonrasında İstanbul Devlet Operası ve Oxford Şehir Orkestrası gibi orkestraları yönetmiştir. Mansur, Edward Elgar’ın yaşarken bitiremediği “The Spanish Lady” bestesini ilk kez yöneten şef olmuştur. Buna ek olarak da Jacques Offenbach’ın 126 yıl boyunca seslendirilmemiş olan “Whittington” operasını ilk kez yöneten şef olmuştur. Cem Mansur ‘Ulusal Gençlik Orkestrası’nın kurucusudur ve dünyanın en eski ikinci korosu olan “Ipswich” korosununda fahri başkanıdır. Bugün ise Türkiye’den Klasik Batı Müziği tarzında işler icra eden yeni isimler çıkmaya devam ediyor. Bu isimlerden bir tanesi de benim de yeni keşfetiğim orkestra şefi Nisan Ak. Nisan, İstanbul’da aldığı müzik eğitimini, ABD’de bitirdiği master ile desteklemiş ve şu an orkestra şefliği üzerine doktora eğitimine devam ediyor. Kendisini açtığı Youtube kanalından keşfetmiştim #herkesiçinklasikmüzik başlığı ile yaptığı videoları, yenileri takip etti zamanla, umarım yolu açık kariyeri başarılarla dolu olur.
Erken, İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemi Klasik Türk ve Batı müziği üzerine hazırladığım ve aslında sadece koca bir güğümdeki yoğurdun sadece kaymağı edecek kadar bilgi verebildiğim yazımın sonuna geldik. Umarım, gerek Klasik Batı, gerekse Klasik Türk müziği için yeni keşifler yapmanızı sağlayacak isimler ve merak unsurlarıyla dolu bir yazı olmuştur.
Keyif ve esenlikler sizinle olsun.
Önümüz hafta görüşmek üzere.
tmg
#klasikbatımüziği#klasiktürkmüziği#Cantemir#tmg#türkbeşleri#bestekarsultanlar#cumhuriyetdönemiklasikmüzik
1 note
·
View note
Text
FIRAT ÜNİVERSİTESİ’NDE GURURLANDIRAN MEZUNİYET “EĞİTİM CAMİASINA 500 TAZE KAN”
2022-2023 Akademik Yılı’nın sona ermesi ile birlikte üniversiteleri de mezuniyet heyecanı sardı. Bu heyecanın büyük coşku ile yaşandığı üniversitelerden biri de Fırat Üniversitesi oldu. Fakülte ve yüksekokulların düzenlediği mezuniyet törenleri Eğitim Fakültesi tarafından düzenlenen mezuniyet töreni ile taçlandırıldı. Fırat Kültür Park’ta düzenlenen törenle, bölümlerini derece ile bitiren başarılı öğrenciler ödüllendirildi. Rektör Prof. Dr. Fahrettin GÖKTAŞ, Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Soner ÖZGEN, Prof. Dr. Mehmet YILMAZ’ın katıldığı törene Eğitim Fakültesi öğretim elemanları ve mezun öğrencilerin aileleri de büyük ilgi gösterdi. Tören öncesi Eğitim Fakültesi 22. Dönem mezunları davetlilerin alkışları eşliğinde alana giriş yaptı. Türkçe Öğretmenliği Bölümü mezunu Fuat YETKİN tarafından seslendirilen “Dünyanın Bütün Çiçekleri” şiiri ise büyük beğeni topladı. Törenin açış konuşmasını, tüm mezunlar adına Eğitim Fakültesi Birincisi Merve SOYSAL YAPTI. SOYSAL’dan sonra öğrencilere hitap eden Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Nuri GÖMLEKSİZ ise önemli mesajlar verdi. Prof. Dr. GÖMLEKSİZ, “Sevgili mezunlarımız sizde bugün benimde mensubu olmaktan gurur duyduğum Türkiye’nin en güçlü üniversitelerinden birinden mezun oluyorsunuz. Bugün bir son olmaktan ziyade bir başlangıçtır. Her biriniz bu fakülteden mezun olmayı ve hayalinizdeki öğretmenlik mesleğine girmeyi sonuna kadar hak ettiniz. Artık öğrencisi olduğunuz bölümdeki hocalarınızın bir meslektaşısınız. 4 yıl boyunca fakültenizden almış olduğunuz güçlü eğitiminizle ülkemizin her yerinde öğretmenlik yapabilecek ve yarının nesillerini yetiştirebilecek bir donanıma sahipsiniz” dedi. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Soner ÖZGEN ise Fırat Üniversitesi’nin verdiği eğitim-öğretim kalitesi ile dünyadaki ve ülkemizdeki üniversiteler arasında saygın bir Araştırma Üniversitesi olduğunun altını çizdi. Prof. Dr. ÖZGEN, “Üniversitemiz 40 bini aşan öğrencisi verdiği eğitim-öğretim kalitesi ve yaptığı bilimsel araştırmalarla dünyadaki yaklaşık 36 bin üniversite içerisinde ilk 800 üniversite arasına giren, ülkemizdeki 208 üniversite arasında ise 17. sırada bulunan saygın bir Araştırma Üniversitesi’dir. Ayrıca pek çok alanda her yıl yaklaşık 8 bin mezun vererek ülkemizin ve insanlığın ihtiyacı olan nitelikli insan kaynağına önemli katkılar sağlamaktadır” dedi. Konuşmaların ardından protokol tarafından Eğitim Fakültesi’ni ilk 3 sırada bitiren mezunlara ödülleri verildi. Mezuniyet ağacına 22. Dönem mezunları adına Eğitim Fakültesi Brövesini fakülte birincisi Merve SOYSAL çaktı. Daha sonra ise sırası ile bölümlerini derece ile bitiren mezunlara başarı belgeleri takdim edildi. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü öğrencileri “Psikolojik Danışmanlık Meslek Andı”nı okurken, diğer öğrenciler ise okudukları “Öğretmen Yemini” ile programa renk kattı. Programın sonunda ise Eğitim Fakültesi’nin genç mezunları Öğretmen Marşı eşliğinde keplerini havaya fırlattı. Read the full article
0 notes
Text
Dünyanın En Güçlü Kadını
İkiye bölünmüş Almanya’nın batısında doğan Angela Merkel’in babası papazdı ve daha kundaktayken, ailesiyle Doğu Almanya’ya göç etmek zorunda kaldı. Fizik öğrenimi gördü. Akademik kariyer düşlüyordu.
Aynı yıl Doğu Almanya’da “Biz halkız” gösterileri başladı. Göstericiler duvarın açılmasını istiyordu. O, bu gösterilere katılmadı. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla hayatı hızla değişti. Siyasete atılmaya karar verdi. Öncelikle Sosyal Demokrat Parti’ye gitti. Daha sonra tercihini Muhafazakâr Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’nden yana kullandı ve erkek hegemonyasındaki siyaset dünyasında bir kadın olarak, hızla kariyer basamaklarını tırmandı.
Partiye üye olduktan bir yıl sonra bakan, 11 yıl sonra parti genel başkanı, 15 yıl sonra ise birleşmiş Almanya’nın şansölyesi oldu. Birçok kriz yaşadı. Ama bu krizlerde soğukkanlı kalmayı ve son anda doğru hamleyi yapmayı başarıyordu.
Merkel, koyu tutucu partisinde tabuları kırmak, partisini modernleştirmek istiyordu. Değişim isteğiyle siyasete atılmıştı ve bu tarz çıkışlarla toplumdaki önyargıları, tabuları yıkarak, Almanya’yı daha modern, dünyaya açık bir ülke yapmayı hedefliyordu.
Angela Kasner’ın üniversite öğrenimi yıllarında Doğu Almanya’nın en iyi yazar ve sanatçıları, düşünür ve bilim insanları birer birer rejimle anlaşmazlığa düşmüştür. Angela Kasner bu olayları oldukça yakından takip etmiş, ancak sessiz kalmış, babası gibi rejimle uzlaşma yolunu seçmiştir. Ama kendini kuantum fiziği, fiziksel kimya üzerine temel kitapların yanında, siyaset ve siyaset bilimi üzerine eline ne geçerse okumaya vermiştir. Popper, Marcuse, Gorbaçov, Saharov’un yazılarını, Alman klasiklerini bu dönemde gözden geçirmiştir.
Haftanın iki günü üniversite diskosunda barmenlik yapan Angela Kasner, kiraz sulu viski kokteyli satarak para kazanmayı öğrenmiştir. Daha sonra, kapitalizmin nasıl işlediğini barmenlik yaparken öğrendiğini anlatacaktır.
Fizik öğrenimine başladıktan bir yıl sonra kendisinden bir yaş büyük fizik öğrencisi Ulrich Merkel’le tanışan Angela Kasner, üç yıl beraberlikten sonra evlendiğinde 23 yaşındadır. Nikâhı, 3 Eylül 1977’de, çocukluğu ve gençliğinin geçtiği, anne babasının yaşadığı Templin’de bir kilisede kıyarlar.
1989 yılı Almanya’nın özgürlük tarihinde bir dönüm noktası, bir mihenk taşıdır. 1989 Eylül’ünde binlerce Doğu Alman vatandaşı Batı’ya geçmek için Prag ve Varşova’da Batı Almanya Büyükelçiliklerine sığındı. Merkel’in fizik okuduğu Leipzig kentinde pazartesi gösterileri başladı. Leipzig’de pazartesi mitinglerinde ağır silahlar ve köpeklerle göstericilerin karşısına dikilen polise 70 bin civarında gösterici “Biz halkız” sloganıyla karşılık verdi. “Biz halkız” sloganı Almanya’nın birleşmesinden yaklaşık yirmi altı yıl sonra aşırı sağ Pegida hareketinin Dresden’de “Biz halkız” sloganıyla pazartesi gösterilerini başlattı.
Yönetime karşı başlayan barışçıl gösterilere her gün bir yenisi eklendi ve Doğu Almanya halkı, Berlin Duvarı’nın yıkılıp Almanya’nın birleşmesine yol açan barışçıl devrim tarihini yazmaya başladı. Duvarlar açıldığında Merkel otuz beş yaşındaydı. Olayların iki Almanya’nın birleşmesiyle sonuçlanacağını başlangıçta kestirememişti.
Merkel, barışçıl gösterilere aktif olarak katılmadı. Ama duvarın yıkılmasıyla önüne yepyeni bir şans kapısı açıldığını gördü ve hiç zaman kaybetmeden, aralık ayı ortasında siyasete atılmaya karar verdi. Merkel kendisini tamamen siyasete vermeye kararlıydı. Bir daha Bilimler Akademisi’ndeki işinin başına dönmeyecekti.
Merkel 2 Aralık 1990’da yapılan ilk birleşik seçimlerde yüzde 48,5 oyla, Federal Meclis’e ilk adımını attı. Daha bir yıl önce Demokratik Uyanış Partisi’nde siyasete giren Merkel, bir yıl sonra milletvekili olmuştu. Böylece Merkel’in durdurulamayan yükselişi başlamıştı.
Helmut Kohl hükümetinde iki dönem bakanlık yapan Merkel, Bakanlar Kurulu toplantılarında zaman zaman başbakan Kohl’e itiraz etse de Kohl’ün gölgesinde sönük kaldı.
27 Eylül 1998 seçimleri Kohl ve partisi için tam bir felaketle sonuçlandı. Sosyal Demokrat Parti lideri Gerhard Schröder seçimleri kazanarak, on altı yıl boyunca Almanya’yı yöneten Kohl iktidarına son verdi.
Kohl’ün seçimleri kaybedeceğini ve muhalefete düşeceklerini önceden fark eden Merkel, parlamentoda sıradan bir milletvekili olarak arka koltuklardan birinde oturmak istemiyordu. Zamanında önlemini aldı ve Wolfgang Schäuble’ye yanaştı. Daha sonra genel başkan seçilen Schäuble, partide ikinci önemli mevki olan genel sekreterliğe Merkel’i önerdi. 44 yaşında parti genel sekreteri seçilen Merkel, Schäuble’ye yanaşmakla en isabetli vuruşu yapmıştı. Bir yıl sonra Merkel, Schäuble’yi genel başkanlıktan indirerek, liderlik koltuğuna kendisi oturacaktı.
Almanya nihayet bir kadın başbakan istiyordu ve kamuoyu yoklamaları da bunu gösteriyordu. Anketlerde seçmenlerin yüzde 50’si Merkel’in başbakan olmasını desteklerken, Schröder’in başbakanlığa devam etmesini isteyenlerin oranı yüzde 44 civarındaydı.
Rakipler Merkel’i kadın olmasından dolayı küçümsemişlerdi. Partisi CDU içinde birçoğu Merkel’i bir iş kazası olarak görmüştü. Ama Merkel şimdi bir kadın olarak, erkeklerin hâkim olduğu siyasette Almanya’nın ilk kadın başbakan adayıydı. Hem de Berlin Duvarı’nın yıkılmasından 15 yıl gibi kısa bir süre sonra. Seçimi kıl payı kazanan Merkel, 22 Kasım 2005’te göreve başladı…
“Ben şu aşamada tüm risk ve yan etkileri göze alarak, çok bilinçli biçimde kendi yolumda yürümeliyim. Şimdi şef benim. Ama bunu yapmazsam, hiç şef olamam. Bunu ya kendi tarzımla başarırım ya da hiç başaramam.”
Celal Özcan, Savaşı Sabreden Kazanır
###
https://youtu.be/Sim6_qCq-cM
15 notes
·
View notes
Text
Depresyonda olanlara bile depresyonun yeni boyutlarını keşfettiren "bunalım" temalı 10 başarılı film:
10. Suicide room: IMDb: (6.8)
Hikaye boyunca etrafındaki hayatla ve yolunun kesişeceği "toplumun pisliğiyle" bir türlü iletişim kuramayacak olan Travis, en nihayetinde ipleri eline alacaktır. Üstelik gündüzleri izlemeye gittiği belden aşağı filmlerdeki "vahşi" bir stilde.
9. the basketball diaries: IMDb: (7.3)
Jim bir lise öğrencisidir. Kendini tam anlamıyla teslim ettiği hobisi ise basketboldur. Lisesinin basketbol takımının aranan oyuncularından biri olmuştur. Prestijli liglere terfi edip de dünyaca tanınan bir oyuncu haline gelmek tek hayalidir. Kısa bir süre sonra tanışacağı uyuşturucular dünyası ise Jim’in tüm geleceğini kökünden değiştirecektir. Sefaletin getirdiği, suça mecbur bir hayat başlamıştır onun için. Onu bu durumdan kurtarabilecek tek şey ise, kendine gönülden bağlanabileceği yeni bir uğraş bulması olacaktır.
8. Taxi driver: IMDb: (8.3)
Taksi Şoförü, Vietnam’da savaşının izlerini henüz atamayan bir askerin, geceleri taksi şoförlüğü yaparak gördüğü kirli ve adaletsiz dünyaya uyum sağlamayı reddetme hikayesini anlatıyor. Film, Robert De Niro’nun canlandırdığı Travis Bickle karakteriyle kültleşmiştir. Taksi şoförü Travis, sosyal hayatındaki başarısızlığını, saplantılı bir tutku beslediği Bickle’la tersine döndürmeye çalışsa da beklediği karşılığı bulamıyor. Bu kırılma anından sonra bir silah alıp harekete geçmeyi, sokakların pisliğini temizlemeye karar veriyor; bu esnada kendini bir fahişeyi kurtarmaya adıyor. Çürümeye yüz tutmuş bir topluma karşı tutulan bir ayna niteliğindeki film, yönetmen Martin Scorsese’nin kariyerinin en önemli filmlerinden biri olarak kabul görür.
7. Requiem for a dream: IMDb: (8.3)
Bir Rüya İçin Ağıt, Hubert Selby’nin romanından uyarlanmıştır. Uyuşturucu bağımlısı bir genç, televizyon bağımlısı annesi ve aralarında günden güne yükselen bir uçurum... Uyuşturucu batağı içerisindeki Harry’nin hayattaki tek amacı daha fazla uyuşturucuyken; umutsuz annesini hayata bağlayan tek şey en sevdiği yarışma programıdır. Bir gün bu yarışmaya katılmaya hak kazandığında tek derdi, ödül olan kırmızı elbiseye girebilmek olacaktır. Yaşlı ve mutsuz kadın zayıflama hapları kullanmaya başlar... Bu trajik hikaye, ‘Black Swan’, ‘The Wrestler’, ‘Pi’ ve The Fountain gibi kült filmlere imza atmış Darren Aronofsky tarafından yönetilmiş; özellikle de Clint Mansell tarafından yapılan müzikleriyle hafızalara kazınmıştır.
6. Kelebeğin rüyası: IMDb: (7.8)
Zonguldak'ta yaşayan, iki genç şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, yeni yeni modernleşen bu madenci kentinde memuriyet hayatlarını sürdürürken, bir yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle iç içe yaşamaktadırlar. Ayakları üzerine yeni kalkan genç Cumhuriyet, bir yandan modernleşme çabasındayken, aynı yıllarda Avrupa'da da çetin bir savaş yaşanmaktadır. Belediye Başkanı'nın kızı Suzan'ın Zonguldak'a geri gelmesiyle Rüştü ve Muzaffer'in şiire olan inancı daha da artar. Henüz lise öğrencisi olan Suzan, çevrenin istememesine rağmen iki gençle yakın arkadaş olur. Fakat 1940'lı yılların vebası olan verem, iki genç insanın da sağlığını git gide tehdit etmektedir. Rüştü ve Muzaffer'in hem kendi gelecekleri, hem de dünyanın gidişatı hayra alamet değildir...
5. What's eating gilbert grape: IMDb: (7.8)
Küçük bir kasabada sıradan bir yaşam süren Gilbert'ın hayatı sorumluluklarından ibarettir. Bir yandan obezite hastası annesi, diğer yandan ise otizm hastalığıyla mücadele eden kardeşiyle ilgilenmek zorundadır. Hayatında en olağandışı durum ise kasabalarından geçmekte olan Becky ile karşılaşması olur. Becky, Gilbert'ın hayatına adeta bir güneş gibi doğar. Ona daha önce hiç karşılaşmadığı bir şeyi, aşkı armağan eder. Ancak Gilbert'ın omuzlarındaki sorumlulukları bu aşkın arasında devasa bir engel olarak durmaktadır.
4. Dağ: IDMb: (8.1)
ilen, başlı başına arıza bir uzun dönem erdir. Asiliğinden dolayı aldığı cezalarla da askerliği iki sene uzamıştır. Oğuz ile sürekli dalaşan ve ona ters giden Bedir, "poşetsin sen" diye küçümsediği dönemdaşıyla omuz omuza mücadeleye gireceğinden de habersizdir.
Bu bölükten bir ekip, bir iletişim anteninin tamiri için görevlendirilir. Fakat habersiz biçimde teröristlerin pususuna düşerler. Ekipten sadece Oğuz ve Bedir hayatta kalır. İki genç asker aralarındaki çekişmeyi bir kenara bırakıp karşılarındaki gerçek düşmana karşı koyarlar. Amansız hava koşulları ve coğrafyaya rağmen hayatta kalarak vatanı korumak birincil vazifeleridir.
3. Kaplumbağalar da uçar: IMDb: (8.1)
Farsça adı ile "lakposhtha ham pervaz mikonand" filmi Türkiye-İran sınırında bulunan bir Kürt mülteci kampında geçmektedir. Mayın toplayarak yaşayan Soran 13 yaşında bir çocuktur. Kasabadakiler için hazırladığı bir anten aracılığı ile Saddam’ın düşüşünü haber alıp herkese duyurur. Bu sırada Agrin de 14 yaşında bir annedir. Soran ona aşık olur ama Agrin’in ağabeyi Henkov tarafından huzursuz edilir. Henkov’un kolu yoktur çünkü bir mayın basmıştır. Şimdi ise gelecekten haber verebilmek gibi bir yeteneği vardır. Film, 52. San Sebastian Film Festivali’nde En İyi Film seçilmiştir. En İyi Senaryo dalında da Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. Ve bir de Berlin Film Festivali’nde Barış Ödülü kazanmıştır. Kaplumbağlar da Uçar, Saddam’ın ardından Irak’ta çekilen ilk filmdir.
2. Into the wild: IMDb: (8.1)
“Mutluluk sadece paylaşıldığı zaman gerçektir”.
Christopher McCandless üniversiteden mezun olduktan hemen sonra iş, aile ve sorumluluk gibi ağırlıkları geride bırakıyor. Bütün parasını yakıyor ve Alaska’da doğa ile birebir yaşamak için yola koyuluyor. McCandless, uzun yolculuğu boyunca bin bir tür macera ve bin bir tür insan ile karşılaşıyor. Grand Canyon’da rafting yapıyor, doğayı kendine ev ediniyor, orta yaşlı bir hippi çift ve özellikle yaşlı yalnız bir adamla unutulmaz birer ilişki kuruyor. McCandless, iki yıllık yolculuğu boyunca bir kez bile ebeveynleri ve en önemlisi her şeyden çok sevdiğine inandığımız kız kardeşi ile haberleşmiyor.
1. Boyhood: IMDb: (7.9)
En son Before Midnight filmiyle izleyici karşısına çıkan Richard Linklater'ın senaryosunu yazıp yönettiği film, çıkış noktası olarak yakın zamanda boşanmış bir çiftin, Mason ve Olivia'nın hikayesine odaklanıyor. Sahip oldukları tek çocukları ise artık anne ve babasının bir arada yaşamadığı gerçeğine alışmak ve bu yabancı düzen içerisinde yaşamayı öğrenmek zorunda. Çocuğun 6 yaşında başlayan bu yeni tecrübesini 12 yıl boyunca sürecek olan bir büyüme evresine yayan yönetmen, bu süreç boyunca yaşananları beyaz perdeye aktarıyor.
#film#filmmaking#Film replikleri#film önerileri#film izle#günün filmi#film tavsiyeleri#replik#duslerpenceresi#meeterpeginhutamesi#ofsusmal#zirvedeçamaşırasangenç#zirvedeuyuyanboy#afrikalijaponbaligi#Into The Wild#teselliyi birak sigara ver#movie#imdb#layfamacun#hazalpale#coolcocug#uzaylilarakafatutanturk#morbirbulut#fotobilog#blog#tumblr#ahnebileyimben#sensindelibe#reblog#bakizlebunu
61 notes
·
View notes