#Atatürk Çiçeği
Explore tagged Tumblr posts
Text
Atatürk çiçeği, Poinsettia
Atatürk çiçeği (poinsettia) Noel ve yılbaşı zamanlarında Amerika’da en aranan çiçektir. Çiçeklere yakın yapraklar çok canlı kırmızı renkte olur. Bu yaprakların kırmızıdan başka beyaz, pembe, sarı gibi renkte olan çeşitleri de üretilmiştir. 1-Eğer ev içinde yetiştiriyorsanız Ağustos ayı sonundan itibaren bulunduğu odada geceleri kesinlikle ışık yakmayın. Gündüz ise mutlaka yeri şiddetli aydınlık…
View On WordPress
0 notes
Text
Bayramda Adana & Mersin Lezzet Turu
View On WordPress
#Abidin Tantuni#Adana#Adana Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü#adana kebap#alper#Ankara-Niğde Otobanı#Atatürk Parkı#Özge#Ülkü#bayram tatili#billur#Doğan Kaymaklı#Eytar Çilek Bahçesi#G3#Gönül Kardeşler#Hazalım#humus#kaz başı#Künefeci Sadık#Künefeci İsmail Usta#Kolej Dürüm#kızarmış mumbar#Levent Börek#Mükerrem#Mersin#mert#Portakal Çiçeği Festivali#Süleyman#sercan#Sevim
1 note
·
View note
Text
Dünya'da adı bir çiçeğe verilen başka lider yok...
Atatürk çiçeğinin adı nerden geliyor biliyor musunuz?
28 Temmuz 1933 gününün Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum. İnanılmaz bir haberdi. Hami bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte hediye götürüyoruz ve adına da "Atatürk çiçeği"
diyoruz.
O Atatürk çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi aynen okuyorum. Gazete haberi şu: "Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın laboratuvarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir
çiçek elde edilmiştir.
Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde Atatürk'le tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe Atatürk isminin verilmesini önermiştir.
Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve
Atatürk'ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir."
Yani dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi Atatürk adıyla üretiliyor ve satılıyor.
Bir çiçeğe adı verilen başka ska bir lider var mıdır diye araştırdım, baska hiçbir lider yok. Çünkü
tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri dünya tarihi yazmamıştır.
19 notes
·
View notes
Text
Günlerdir 1. Dünya Savaşı'nda Filistinliler şöyle yaptı böyle yaptı konuşan laik ve ulusalcı şeref ve vicdan yoksunu kafirler, ne hikmetse o isyanın ele başı Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah için İngilizlerin çoğunluğunu Filistin'den ç/aldıkları toprakla Ürdün diye bir devlet kurup, Atalarının çiçeği burnunda Cumhuriyeti arasında "dostluk ve kardeşlik antlaşması" imzalandığını, Atatürk'ün bizzat garda Kral Abdullah'ı karşıladığını filan hiç konuşmuyor. Konuşamaz da zaten cahil köpekler. Anca önlerine atılan kemiğe tutunup sahiplenirler, Filistin PKK'ya eğitim verdi, Çin'e destek verdi şöyle böyle diye konuşurlar. E hadi İngilizlerle dost olan Arap bizim dostumuz değildir deyip Anıtkabir'de ve CHP önünde eylem yapsanıza. Yapamazlar. Çünkü BİLMİYORLAR. Bilseler de MÜNAFIK KAFİRLER oldukları için kıvırırlar. Bu ülkenin en büyük sorunu da bu zaten. Komünisti, Hümanisti, Seküleri, İslamcısı hepsi MÜNAFIK.
3 notes
·
View notes
Text
İstanbul Beylikdüzü'nde yeni pandemi iddiaları tartışıldı
https://pazaryerigundem.com/haber/187996/istanbul-beylikduzunde-yeni-pandemi-iddialari-tartisildi/
İstanbul Beylikdüzü'nde yeni pandemi iddiaları tartışıldı
Maymun Çiçeği virüsüyle gündeme gelen salgın tartışması,Beylikdüzü Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi’nde alanında uzman hekimlerin ağırlandığı bir panelde ele alındı.
İSTANBUL (İGFA) – Beylikdüzü Belediye Meclis Üyesi Op. Dr. Ahmet Atilla Yılmaz’ın moderatörlüğünde gerçekleşen, enfeksiyon ve iç hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Reşat Özaras’ınkonuk olduğu panelde, salgınların sebepleri ve hastalıklardan korunma yolları anlatıldı.
Atilla Yılmaz’ın sorularını cevaplayan ve mikroplarıninsanlık tarihinden de eski olduklarını hatırlatan Prof. Özaras, “Mekân onların mekânıydı, biz onların habitatına girdik ve mikroplar dabuna reaksiyon gösterdiler. Bundan 20 sene önceki verem vb. enfeksiyonlar farklıydı. Her 10 yılda yenisi yayılıyor. Koronavirüs de aslında tanıdığımız bir ailenin, tanışmadığımız bir üyesiydi. Kendimizi koruyup, onları savaştan vazgeçirmeliyiz. Vücut direncimizi düşürmemeliyiz.” dedi.
MAYMUN ÇİÇEĞİ PANDEMİYE DÖNÜŞECEK Mİ, KORONAVİRÜSYENİDEN Mİ BAŞLIYOR
Gündemdeki Maymun Çiçeği virüsü salgını hakkında da konuşanÖzaras, salgının Covid-19 düzeyine ulaşmayacağını açıkladı: “En kötüsü solunum yoluyla bulaşan hastalıklardır. Yakın temasla bulaşan hastalıklarla mücadele nispeten kolaydır. İşte bundan dolayı Maymun Çiçeği, koronavirüs düzeyine ulaşamıyor. Öte yandan koronavirüstamamen bitmedi. Hayatın bir kuralı var, denge ve hareket. Bunu bozduğumuz zaman hasta oluyoruz. Bünyemize giren, harekete geçmek için uygun zamanı kollayan virüslere fırsat vermemeliyiz, tedbirli olmalıyız”
Panelin sonunda çiçek takdim etmek üzere sahneye çıkan Beylikdüzü Belediye Başkan Yardımcısı Emel Turan konuşmacılara hitaben, “Mikroplarla savaşmaktan değil, onlarla barışmaktan bahsettiniz. Bize mikropları sevdirdiniz diyebilirim. Çok teşekkür ederiz.” dedi.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Necip Hablemitoğlu
✍🏻 Serdar Yılmaz
https://www.gundemarsivi.com/necip-hablemitoglu/
“O, Bir Fırtına Kuşuydu”…
Evli ve iki kız çocuğu babası olan Necip Hablemitoğlu Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapmıştır. Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve Türk şehitlikleri konularında alan çalışmaları yürütmüş, ve bu konularda çeşitli projelerde aktif rol almıştır. Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Hablemitoğlu, öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesinde doktor öğretim görevlisi olarak yirmi yıl süresince Atatürk ilkeleri ve devrim tarihi derslerini verdi. Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu ile evli, Kanije (Kanije, Osmanlı devletinin en batıdaki kalesi) ve Uyvar (Uyvar, Osmanlı’nın en kuzeydeki kalesi) adında iki kız çocuk babası idi.
Cemaat’in Emniyet’e sızdığını ilk onlar fark etti. Raporlar hazırladılar, kitaplar yazdılar, soruşturmalar başlattılar, davalar açtılar… Karşılığında başlarına gelmeyen kalmadı. İftiralara maruz kaldılar, tehdit edildiler, mesleklerinden uzaklaştırıldılar, hatta öldürüldüler! FETÖ davasının iddianamesine, onların yıllar önce başlattıkları mücadele de dahil edildi…
Necip Hablemitoğlu 18 Aralık 2002 günü Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi dersini verdikten sonra aracına binip Ankara Üniversitesinden ayrıldı.
Evinin bulunduğu Çankaya’daki Portakal Çiçeği Sokağı’na vardığında hava kararmıştı. Dışarı adım attığı anda arkasından yaklaşan bir el, kafasına ve ensesine iki kez ateş etti.
Saldırganlar iz bırakmadan kaçtı. Cesedin başında ağlayanlar içindeki en dikkat çeken isim, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcısı Nuh Mete Yüksel‘di. Mikrofonlar uzatılınca; “Çok büyük bir vatanseverdi. Kendisini feda etti” dedi.
Hablemitoğlu ve Yüksel’in tanışmaları, cinayetten üç yıl öncesine, Gülen Cemaati’ne açılan soruşturmaya uzanıyordu.
“Başka Türkiye yok” diyerek yola çıkmış ve bunun bedelini canıyla ödemiş gerçek bir vatansever Necip Hablemitoğlu, “Köstebek” kitabında devlet kademelerindeki örgütlenmeleri, devletin nasıl ele geçirildiğini, devlet-paralel devlet çekişmelerini ve açacağı sonuçları kuşkuya yer bırakmadan belgelerle ispatlıyor.
Hablemitoğlu, Cemaat tehdidini anlattığı ‘Köstebek‘ isimli kitabını yazarken PKK’lı olduğu iddia edildi, hakkında davalar açıldı, evi basıldı, telefonları dinlendi, tehdit mektupları aldı. Fakat o, geri adım atmayacak denli yürekliydi. ‘Köstebek‘te şöyle yazmıştı:
“Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. Çoğunluk seyrettikçe, mücadele eder gibi yaptıkça, Fethullah Gülen’den, Müslüm Gündüz’den, Metin Kaplan’dan daha cesur ve namuslu olmadıkça, daha çok Asteğmen Kubilaylar, Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar, Bahriye Üçoklar, Muammer Aksoylar aramızdan yitip gidecekler.”
Yıl 1925: Büyük Atatürk, genç Cumhuriyetin yurttaşlarına ve dış ülkelere şu tarihi mesajı veriyordu: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz…”
Yıl 2002: Dr. Necip Hablemitoğlu, “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor…”
Şeriat, iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor. Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor…
Necip Hablemitoğlu’nun yazdıkları, tespitleri ilgili kurumlarca ciddiyetle dikkate alınsaydı, hak ettiği değeri görebilseydi ne Cumhuriyet kaybederdi ne de ülkemiz. 15 Temmuz darbe girişimi ve sonuçları gibi, nice yaşadığımız olaylar yaşanmazdı. Ülkeyi yönetenler beka tehlikesinden bahsediyor, bu tehlike de olmazdı.
Akıllı insanlar tarihten ders alır, her şey yaşanarak öğrenilmez.
Necip Hablemitoğlu‘nun Değerli Eşi Şengül Hablemitoğlu‘nun ifadesiyle “O, bir fırtına kuşuydu, en ağır rüzgarda bile, rüzgara karşı uçtu…”
Serdar Yılmaz
0 notes
Link
Atatürk Çiçeği siparişlerinizi İzmir'de Veronas Luxury'den hemen inceleyip, verebilirsiniz.
0 notes
Photo
Hacettepe Senfoni Orkestrası
18 Ekim 2023 Çarşamba, 19:00 Konservatuvar Konser Salonu, Beytepe
Brahms | İkili Konçerto
Mozart | 39. Senfoni
M. Sun | Sevda Çiçeği
M. Sun | Biz Atatürk Gençleriyiz
1 note
·
View note
Text
Bir göz at
Sabah beri beğeni geliyor SAĞOLUN VAR TEŞEKKÜRLER🌻OLUN İYİ OLAN HEPİNİZSİNİZ TÜM UYGULAMALAR Kİ BUGÜNE KADAR ÇOĞUNDA YER ALDIM İNSTAGRAM /FACEBOOK/TWİTTER/MEWE(YOKSA MEVE MİYDİ)GOOGLE+PLUS/TUMBLR/PİNTEREST BÜTÜN KULLANICILAR BENDEN KALİTELİYDİLER HEPİNİZDEN BİRŞEY ÖĞRENDİM ÖNCE NASIL PAYLAŞIM YAPILIR PEK BİLMEZDİM SAYFALARA GİRDİM YANLIŞ ANLAMALARA İZİN VERDİM FARKINDA OLMADAN🙏TAKLİT ETMEYE BAŞLADIM OLMADI ÇÜNKÜ HEPİNİZİN BİR TARZI -VASFI VARDI SİZİ TAKLİT ETMEK BENİ GÜLÜNÇ DURUMA DÜŞÜRÜYORDU ROL YAPIYORDUM BEN GERÇEKTE SEVGİ ÇİÇEĞİ ANLAYIŞ BÖCEĞİ TUTARLI AKLI BAŞINDA EĞİTİMLİ KÜLTÜRLÜ BİRİSİ DEĞİLDİM AKLIMA ESTİĞİ GİBİ DAVRANAN DİLİNİN KEMİĞİ OLMAYAN EĞİTİMİ AZ,ZEKÂSI ORTA KARAR,GÖRGÜSÜ KIT,AKLI KARIŞIK BAZEN KİNCİ, HEPTEN IRKÇI VS BİRİSİYDİM İYİ BİR TARAFIM YOKTU KENDİMİ BIRAKTIM İYİLİK MASKEMİ ÇIKARTTIM GERÇEK YÜZÜMÜ GÖSTERDİM SAĞOLUN KULLANDIĞIM TÜM UYGULAMALARDA BANA ANLAYIŞLI DAVRANDINIZ DENGESİZLİĞİME KATLANDINIZ BELKİ ACI ÇEKTİĞİMİ FARK EDİP ACIDINIZ YA DA "DELİDİR NE YAPSA YERİDİR😴" ALDIRMAZLIĞIYLA BANA ALDIRMADINIZ HER NE YAPTIYSANIZ İYİ YAPTINIZ BAŞIM GÖZÜM ÜSTÜNDE YERİNİZ GÖNLÜMDE SAYGINIZ BÜYÜKTÜR AMA MANYAK OLDUĞUMU BİLİYORSUNUZ BEĞENİLMEK TAKDİR EDİLMEK BENİ RAHATSIZ EDİYOR UTANDIRIYOR��ANLAYIŞ GÖSTERECEĞİNİZİ UMARIM 💓GOOGLE BAKTIM BUGÜN SABİHA GÖKÇENİN ÖZEL BİRGÜNÜ DEĞİL PUTİN DE ZELENSKY DE PİRİGOJİN DE BİZİM SADAT DA HİÇ BİRİ AKILLANMADILAR "FAŞİST GERTH TÜRKİYE ARAPLARIN DEĞİL TÜRKLERİN" DEMİŞ ALLAH CANIMI ALSIN YAKINDA MÜSLÜMAN OLUP KARISIYLA HACCA GİDECEKLER ÇÜNKÜ ONUN DEDİĞİNİ BİZİM ÜLKÜCÜ-MİLLİYETÇİ KESİM DEMEYİ AKIL ETMEDİ.YANİ BEĞENİLERİN SEBEBİNİ ANLAYAMADIM 24 HAZİRAN PAYLAŞIMIM? HEPİNİZE TEŞEKKÜRLER FAZLA MUHABBET TEZ AYRILIK GETİRİRMİŞ BU KADARLIK YETER 🌟GERÇEK HAYATA DÖNELİM YARIN GÖRÜŞMEK UMUDUYLA❤
1 note
·
View note
Photo
Bu köşe yaz köşesi ama artık kış gelsin. 😒😏😏
1 note
·
View note
Text
Portakal Çiçeği Karnavalı etkinliklerle kutlanıyor
Portakal Çiçeği Karnavalı etkinliklerle kutlanıyor
Adana’da bu yıl 10’uncusu düzenlenen Uluslararası Portakal Çiçeği Karnavalı etkinlikleri kapsamında su korteji ve hızlı dürüm yeme yarışması düzenlendi. Seyhan Nehri’nde düzenlenen su kortejine, kano, paddle board ve kürek takımları ile Büyükşehir Belediyesinin gondolları yer aldı. Vatandaşlar, nehir kıyısından korteji takip etti. Dürümleri en kısa sürede bitirmeye çalıştılar Atatürk…
View On WordPress
0 notes
Text
Evet, doğru bildiniz. Atatürk çiçeği. Önceki postlarimda göz yaşları ile bulamadigimdan bahsetmistim. Şu en sağdaki sarı çiçeğin ismini bilen varsa cok mesut olurum bu arada. Ortadaki de ben. Banyoya girip picama giycem az sonra. Kekik çayı yaptim banyodan sonra onu da içerim
42 notes
·
View notes
Text
Van Kültür Yolu Festivali’ne Ferhat Göçer ile kapanış
https://pazaryerigundem.com/haber/181927/van-kultur-yolu-festivaline-ferhat-gocer-ile-kapanis/
Van Kültür Yolu Festivali’ne Ferhat Göçer ile kapanış
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca düzenlenen Türkiye Kültür Yolu Festivali’nin bu yılki altıncı durağı olan Van Kültür Yolu Festivali’nin son gününde sahne alan Türk pop müziğinin sevilen ismi Ferhat Göçer’in konserine on binlerce müziksever katıldı.
VAN (İGFA) – Van Kültür Yolu Festivali, Atatürk Kültür Parkı’nda düzenlenen Ferhat Göçer konseriyle son buldu.
Göçer on binlerce Vanlı’ya muhteşem bir gece yaşattı. Sevilen şarkılarını seslendiren Göçer, “Evlerinin Önü Boyalı Direk” türküsünde davul çaldı.
Vanlı hayranları sahneye gül fırlattı, sanatçı gülü alarak, “Bu çiçeği bu festivalde sahneye çıkan bütün sanatçı arkadaşlarım adına alıyorum” dedi.
Göçer, seyirciler arasındaki küçük Lina’nın doğum gününü kutladı, Sümeyye adındaki genç kızın da evlilik teklifi alacağının müjdesini paylaştı.
Sahnesinin bir geleneği olarak her şehirde seyirci performans sınavı yapan Göçer, şarkısına eşlik eden hayranlarının sesini ölçtürdü ve 119 desibel ile rekorun Van’da olduğunu açıklad
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Atatürk'ün boyu 1.74, kilosu ise 75 civarıydı. 42 numara ayakkabı giyiyordu. Ayakkabıları genelde siyah rugan dı Atatürk’ün de TC kimlik numarası: 10000000146. Aslında bu, birinci sıradaki TC kimlik numarası. Sondaki 46, güvenlik amacıyla, sistem tarafından otomatik konulmuş. Atartürk’ün en sevdiği yemek, etsiz kuru fasulye ile pilavdı. Kahveyi de çok seviyordu. Günde 10-15 fincan Türk kahvesi içiyordu. Atatürk’ün tüm gömlekleri beyazdı. Takım elbiselerinin modelini kendisi çiziyordu. Lacivert rengi sevmezdi. Bu nedenle dolabında lacivertte yer yoktu. Atatürk'ün “Foks” adında bir köpeği vardı. Atatürk Foks’u Yalova kaplıcalarına gittiği bir gün, seyyar bir fotoğrafçıdan 50 liraya satın almış. Foks öldükten sonra doldurulup mumyalanmış. Halen de "Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi"nde sergileniyor. Atatürk spor yapmayı çok severdi. Düzenli ata binerdi, yüzerdi ve bilardo oynardı. Mustafa Kemal, çok kitap okuyan biriydi. Yüzlerce kitabı vardı. Ancak en sevdiği kitap, Reşat Nuri Güntekin Çalı kuşu adlı romanıydı. Öyle ki, kitabı sürekli yanında taşırdı ve zaman zaman rastgele bir sayfa açıp okurdu. Atatürk 44 sayfalık bir geometri kitabı yazdı. Bugün kullandığımız üçgen, dörtgen, çap, artı, eksi, bölü, oran gibi Türkçe kelimeleri Atatürk buldu. Atatürk’ün bu kitap dışında 13 kitabı daha var. Mustafa Kemal; Medeni Bilgiler, Karlsbad Hatıraları, Bölüğün Muharebe Eğitimi gibi hem askeri hem de toplumsal konularda kitaplar yazdı. Atatürk isminde bir çiçek vardı. Rivayete göre, Atatürk çok seviyor diye bu ismi koymuşlar. Bir başka iddiaya göre ise Meksika kökenli çiçeği Türkiye’de yetiştiren bitki bilimciler çiçeğe Atatürk ismini verdi. Mustafa Kemal Atatürk, son söz olarak, “Aleykümselam” dedi. Anlatılanlara göre, Atatürk, doktoruna dikkatle baktı ve “Aleykümselam” dedi. Ardından girdiği komada 30 saat kaldı. 10 Kasım günü ise maalesef hayatını kaybetti. Atatürk'ü sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyoruz.
9 notes
·
View notes
Text
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Bu muhteşem yazıyı Hazırlayanlara kucak dolusu selamlar sevgiler ve sonsuz saygılarımı sunuyorum/ÖZGÜRCE 💙🇹🇷❤
��zel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma Demirel
Ahmet Gümüş
Ege Dinler..
121 notes
·
View notes