#Aslında hiç mi fark etmiyor ki
Explore tagged Tumblr posts
soolipsistt · 9 months ago
Text
Bugün günlerden, yine kalıbıma sığamama günü sanırım... 
Pazar günü insanlar ne yapar? Aile büyükleri varsa ziyaret eder, imkanı varsa pikniğe gider, yalnızsa kafede takılır, hobi edinir, kitap okur, çay demler, müziği de çayına karıştırıp içer, hiç biri yoksa dinlenir...  Sanırım... 
Genetik lanetim sabah 05:00da gözümü açmak maalesef. Sabah 4te mi yattım? 1 saat sonra ayaktayım, bunu düzeltemiyorum, o yüzden tek çarem gece 1den önce yatabilmek... 
Ev ahali de 10:00dan önce kalkmıyor, o da benim zorlamamla. Bazen yaşayıp yaşamadıklarını nefes alıp veren göğüs hareketlerinden anlıyorum... Bu da ayrı bir takıntı... Takıntılar başka hikaye konusu... 
Neyse... 
Tabiri caizse hayvanlar gibi çalıştığım bir haftanın sonunda uyumam gerekir, ya da kafayı boşaltabileceğim bir aktivite... Son zamanlarda kitap okuyorum, olmuyor, sanki sayfalarda dolanan gözlerim ile beynim arasında bir iletişim eksikliği var. Okuduğumun farkındayım fakat kelimeler gözümden zihnime çıkamıyor, ulaşamıyor...
Müzik dinlediğimde de müzik eşliğinde bir şey yapmak, bir şeyle meşgul olmak, kısacası düşünmemek için ne gerekiyorsa onunla uğraşmak istiyorum, telefonumda bilmem kaçıncı kere silip indirdiğim rastgele bir oyunu açıyorum, fakat dinlediğim müzik ne olursa olsun, onun bana dayattığı ritimler yüzünden oyuna bile konsantre olamıyorum... 
Güzel bir şarkıysa mesela, önceki yazımda az çok çıtlattığım yol arkadaşımla dinleseydik diyorum, ne güzel olurdu, eşlik ederdik, sanki daha önce birlikte şarkı dinlemişiz de eşlik etmişiz gibi... En azından zevklerimizin aynı olduğunu biliyorum...
Neyse... 
Hüzünlü bir şarkıysa zaten düşünmekten kaçtığım ne varsa, sesi duyup çıkıyorlar zihnimin dışına... Kimi zaman gözlerimden, kimi zaman kaslarımdan... Kaslarımdan evet... Nasıl ya deme öyle, stressli bir anını hatırla şimdi, ayakların sürekli tepinir ya oturduğun yerde, huzursuz bacak sendromu... Hah işte o. Benim de parmaklarım durmaz, sürekli ya elimde kalem çevirim ya ritim tutmam gerekir bir şeyler üzerinde ya da ceplerimde ne varsa onu karıştırmam, sıkmam gerekir, o yüzden sürekli klavyeyle cebelleşirim, bir şeyler yazarım çok şeyler silerim, bir insanın yazdığından daha çok nasıl sildiği şey olabilir ki... 
Bugün de böyle başladı... Kalk, yürüyüş filan yapmak için kendinle savaş, her şeyden vazgeçtiğin gibi bundan da vazgeç, oyun oyna, sıkıl, kitap okuyormuş gibi yap, haberlere bakıp küfür et, anca 10 dakika geçmiş olsun... Hapishane gibi... 
Fakat dün yazdığım yazıdan sonra bugün biraz daha huzursuz geçiyor, sebebinin o olduğunu biliyorum, çünkü yazdığım hâlen ona ulaşmadı, bir an önce okusun da yanıt versin istiyorum, bunu yazarken bile ayaklarım huzursuzca hareket halinde... Yaptığım hiç bir şey anlam ifade etmiyor... 
Yıllarca şunu yaşadım; film mi izliyorum, tabi yine tek başıma, acaba burada olsaydı ne söylerdi filmle ilgili, izler miydi benimle, şu ayrıntıyı fark eder miydi, izlerken nasıl görünürdü, o film izlerken ben onu izlesem anlar mıydı, dizime mi yatardı yoksa dizine mi yatardım.... 
Ya da, dışarıda kulağımda kulaklıkla yürüyüş mü yapıyorum; benimle yürümek onu yorar mıydı, hangi şarkıyı tercih ederdi... Şu müzik listemi göstersem, "bu şarkı hiç olmuş mu ya, yürüyüş yapıyorsun sen, düğünde değilsin" der miydi, konuşur muydu, susar mıydı, dinler miydi yoksa uzaklara dalar mıydı... 
Hep bir şeylerin bilinmezliğini yaşadım, hep eksikliğini gördüm... Hangi faaliyette olursam olayım acaba burada olsa diye düşünüp anlamsız sorular sordum, oradaymış gibi hissettim, bazen küfür ettiğini duyar gibi oldum, bazen sevgi dolu gözlerle baktığını görür gibi... Ama hiç orada olmadı. Olsaydı nasıl olurdu hiç bir zaman bilemeyeceğim... 
Sanırım bu gizem hiç bir zaman çözüme ulaşmayacağı için de bu kadar çok takıyorum kafama... Acabalar ile dolu anlar... 
Neyse... 
Yazıyı yazdığımdan beri, okusa da ne derse dese diye bekliyorum, neden bekliyorum, malûm, olmaması gerektiği için hayatımda, normal mesaj filan ile olmuyor, güvercinlerle anlaşıyoruz desem yeri aslında.. ve aylardır doğru dürüst haberleşmiyoruz... Sabırsızlığım da ondan zaten... 
Yani sığmıyorum kalıbıma... Gelse de bana kap olsa, ya da dolsa içime, öyle ya da böyle, güzel ya da öfkeyle...
Gelse de sığsam artık şu kaba...
Buralara yazıyorum da, senin gibi okuyanlar kesin "git işine bak, bize ne" filan diyordur, ben çok yazdım, not tutma aplikasyonlarına, maillere, kimsenin görmeyeceği şekilde saklı sosyal medya platformlarına, 9 sene önceydi sanırım, 100 sayfa ortalamasında bir günlük tutmuşum, online tabi, sonra durdum, okudum, ne zaman okusam salya sümük ağladım, ona gönderdim, göndermez olaydım, salya sümük ağladı... Bir şey yapamama çaresizliğini bilirsin... Ne onun elinden, ne benim dilimden bir şey gelmedi... Sonra ben sildim o defteri, sonra çok şey yazdım yine, paylaşmadım bir daha onunla yine ağlamasın diye, sonra sildim... Nokta koyduysam sildim, virgül koyduysam sildim... İlk defa halka açık yazıyorum, ama sanırım ruh halimin savaş içinde kalacağı bir gelecekte, ölmemiş olursam bunları da sileceğim... 
Neyse... Birlikte müzik dinleyelim mi? 
Batuhan Kordel'den "Dönme" 
Ne kadar ironik oldu bu şarkı, bu yazıdan sonra (: sözleri güzel... 
Sağlıcakla...
Bir de varsa bir derdiniz, yazın dertleşelim... Buralara takılan insanları seviyorum, Instagram tripleri yok, Twitter havaları yok, daha rahatlar... İyi ki varlar.
Bu etiketleri de sırf daha çok insanla dertleşeyim diye ekliyorum, yoksa reklam gibi bir maksadım yok.
9 notes · View notes
haldenhale · 1 month ago
Text
İçimdeki Düşman: Nefis
Bu dünya gurbetine gönderilirken iki önemli varlık bize yoldaş kılınmış: Kalp ve nefs. Bu yazıda nefis üzerinde duracağız. Nefis aslında dönüşmesi her an mümkün olan bir varlık… Boynundan tutulup hizaya getirilmedikçe büyük bir düşman; edeb-i Kur’ân ile terbiye edilip ubûdiyete ikna edilip takvâ ile süslendiğinde melekleri imrendirecek cevhere sahiptir.
Nefis bana acımasız bir düşman; bunu görüyor, anlıyor ve bana ettiklerini açık seçik yaşayarak fark ediyorum. Nefsimin beni düşürdüğü tuzaklar sayıya gelmez, rakama sığmaz. Başıma açtığı belâları en azılı düşmanım bile yapmaz, yapmadı.
Aslında nefisten daha tehlikeli bir düşmanım da, şeytanı saymazsak, yok diyebilirim. Nefsin çok sağlam teçhîzatı ve yardımcıları var. Kimi sağdan kimi soldan yanaşarak ne yapar eder sonunda beni kendilerine râm etmenin yollarını bulup beni o tuzağa çekmeye çalışırlar. Bu pencereden bakınca nefis şeytanın temsilcisi gibi görünür.
Şeytan uzaktan bakıp bendeki ‎ bu temsilcisinin, “sefîr”inin yaptıkları karşısında mutlaka ellerini keyifle ovuşturup kıs kıs gülüyordur. Onun işini bu sinsi arkadaş büyük bir keyifle yerine getiriyor, ona ihtiyaç bırakmıyor. Nefis, yaptıklarıyla şeytana “Ben varken sen kim oluyorsun!” der gibi bir tavır takınıyor; yeri gelince en keskin fetvaları vermekte bir saniye tereddüt etmiyor, en hayırlı bir işe çelme takıp engellemek için bin dereden maharetle su getirmesini çok iyi biliyor. Aslında bir örümcek ağından daha zayıf olduğu hâlde gafletimden beslenerek azmanlaşıp rûhumu yutma derecesine geliyor. 
İyiliklere, güzelliklere uzaktan baktırıp küçültürken yoldaki küçük küçük engelleri dağ gibi göstermekten geri durmuyor. Söz konusu günahlar, yanlışlar olunca pembe tablolar, iyimser gerekçeler, karşı konulmaz teklifler yaparak aklımı çeliyor baş aşağı uçurumdan yuvarlarken zerre kadar pişmanlık duymuyor. Üstelik bunu yaparken dostummuş gibi masum bir tavır takınması da cabası…
“Dost görünümlü bir düşman, buğday gösterip arpa satan” bir düzenbaz, kaşla göz arasında beni şeytana satan bir hâin. Gelin görün ki benden hiç ayrılmıyor, bir an bile yalnız bırakmıyor. Ne yana dönsem benimle beraber… Bana yaptığı her şey düşmanca. Bazı güzel işlere seviniyor, rıza gösteriyor gibi davransa da aslında düşmanlığından zerre kadar vazgeçmiyor. Her hâliyle sinsi, fırsatçı, iyilik bilmez bir arkadaş…
Nefsin bana yaptıklarını, kandırıp yaptırdıklarının düşmanlığının neticesi olduğunu bu yaşımda daha iyi anlıyorum. Hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar açık bir gerçek: Nefis bana düşman, içimdeki dost görünümlü düşman: Adu, aduvullah…
Ben bunu bildiğim hâlde ona düşman mıyım? Onun aldatma ve baştan çıkarmalarına karşı hasmane bir direnç gösterebiliyor muyum? İşte burası su götürür… Püf noktası da burası. Ben ona düşman olabilsem düğüm çözülecek, fıtratıma uygun adam olmayı başarabileceğim.
Nefsimle bu yoldaşlığım zihnimi sürekli uğraştırıyor. Ramazan ayında belki bu sinsi düşmanla baş edecek bir destek bulurum diye kendimi teselli ederken Keçecizâde İzzet Molla’nın bir beyitiyle yalnız olmadığımı fark ediyorum.
Şairin Dîvânı’nı karıştırırken onun da benimle aynı soruları ve sıkıntıları yaşadığını anladım, hayret ettim. Bir bakıma yalnız olmadığıma sevindim, aksini söylesem düşmanın oyununa gelmiş olur muyum, bilemem? Şöyle diyor şair:
Nefsimin bana adû olduğunu fehm ederim
Ben dahi nefsime yâ Rab olabilsem düşmen            
(Ya Rab! Nefsimin bana düşman olduğunu anlarım (bilirim); (keşke) ben de nefsime düşman olabilsem!)
İzzet Molla nefsine gerçek mânâda düşman olabildi mi bilemem. Ben şairin temennisini kendi adıma tekrarlıyorum: Gerçek anlamda nefsime düşman olmada beni muvaffak kıl Rabb’im…
Mahmut KAPLAN
4 notes · View notes
pisagorun-torunu · 1 year ago
Text
Tumblr media
Bilirsin işte, herkes bazen bir şeyleri kaldıramadığından şikayetçidir. Herkes bazen dibi görür. Kimisi orda ölür kimisi uğraşır tekrar güneşi görür. Cümlede adı geçen, insanları boğan dip benim. Bazen de o dipteyim. Güneş olmayı da denedim. Yine deniyorum. Çünkü uğruna yaşamayı seçtiğim insanlar var. Ağlayarak bazen de sızlayarak ışık olmaya çalışıyorum. Belki bir kişiye bile olsa ufak bir yardımım dokunacak.. Onların orda kalmasına gönlüm razı gelmiyor. Biliyorum çünkü oranın ne denli berbat olduğunu. Oradayım. Çıkamıyorum. Ölümüm olacak belki. Geçen sene bu zamanlar, burdan başka bi yerde öleceğim diye yazmıştım. Henüz şimdiki kadar dipte değildim. Sıkıldım demiştim ya, hakikaten sıkıldım yahu! Adım dahi atasım yok. Onlara ışık olacağım diye zifiri karanlığa büründüm. Kayboluyorum. Kimse fark etmiyor. Bazen bundan nefret ediyorum. Yine o adam geldi aklıma. Çabalamıştı be.. Yaşamak istemişti. Tutunamadı belki de. Kim bilir.. Ya o aklıma kazınan alıntı ne olacak? Her fırsatta kemirip duracak mı beynimin kıvrımlarını? Onların istediği biri olamayacak mıyım? Kendi istediğim gibi biri olayım öyleyse! Hayır canım.. Onu da beceremem ki. İstersen yapardın hani?! Olmuyormuş demek ki.. Pes etmezdin sen! Nerde o kararlı ifaden? Söndü görmüyor musun? Öldürdüler onu. Tabularının altına kaldı. Battıkça battı battıkça batırıldı. Nefes alsa aldığı nefesi yakıştıramadılar bedenine.. Kör dediler, deli dediler.. Aptal mısın da dediler. Kendine gel dediler. Biri de çıkıp yolu göstermedi. Kendini ararken kayboldu yahu! Daha nasıl bir kayıptan söz edecektik? Şimdi sorsan yine canım insanlar diye gireceğim söze. Nefret edemem beni bilirsin. O duyguyla ne yaptıysam anlaşamadım. Hiç kin tutamadım yoldan geçen herhangi birine. Ölmek istiyorum dedikçe ne kadar yaşamak istediğimi göstermek istedim aslında. Kitaplarıma dokunmasınlar istedim. Dünyama adım atmasınlar.. Nihayeti mi? Nihayetinde dünyamın sonuna geldik. Artık oraya ait de hissetmiyorum. Dün gece ağlamıştım. Neden herkes gibi olamıyorum diye. Canıma dokundu yahu! Hiç böyle batmamıştım. Tanırsın beni. Hiç şimdiki kadar mutlu da görünmemiştim.. Söyle şimdi tüm o eleştirdiğim şeylere dönüşüyor muyum dönüşmüyor muyum? Neden herkes gibi olamıyorum? Ya da en azından kendi istediğim gibi olayım! Yok yahu yok.. Bu mekan elverişli değil onun için. Sıkıldım. Şarkılarımdan da sıkıldım. Yazmaktan da sıkılıyorum artık. İfade mi edemiyorum kendimi? Hayır hayır.. Kötü şeyleri düşünmemeliyiz. Unuttun mu? Gitmeyeceğiz. Bırakmayacağız onları.. O defteri dolduracağımız kadar çok anı biriktireceğiz. Yeter mi ömrümüz? Ya da hevesimiz? Bu düşünceler öldürmüştü onu da hatırladın mı? Dostunuzdu. Sizi de mi öldürsün istiyorsunuz? Hayır.. Hayır.. Hayır.. Bir çözümünü bulacağız. Halledeceğiz.. Halledeceğiz be.. Halletmeliyiz. Daha önce halletmiştik. Kelime anlamını mı yitiriyor? Halledeceğiz yine de. Hepsini halledeceğiz. Ya onlar bizi hallederse.. Sil o şarkıyı da. Posterleri de atmalısın belki. O hesabı da kapat. Fazlalıkları at gitsin. Kambur kalacaksın o ağırlığı taşımaya devam edersen. Ya o zaman nasıl halledeceğiz?
7 notes · View notes
atuzbaiting · 1 year ago
Text
Berk, arabasını sahile getirdi. Her şeyin tam da Kenan'ın istediği gibi gittiğini bilmiyordu... Cemre'ye dedi ki: "Bana, 'İnsanlar öyle değil midir,' dedin ya... Hakikaten de, bi' iyiler var, bi' de kötüler. Ben de kötüyüm. Ama bizim beraberliğimiz, iki kötünün birlikteliği değil sadece... biz birbirimizin kaderiyiz, anlamıyor musun bunu? Babasına bile iftira atmış olan benim alnımda senin adın yazıyor, seninkinde benim... sen bunu, denize düşenin yılana sarılması olarak değerlendirebilirsin. Senin gibi bir denizkızının bile, benim gibi bir yılandan medet umacağı anlar olabilir... ama emin ol, senin saçının teline zarar gelmesine izin vermeyeceğim." Berk, kızın kâküllerindeki buklelerden birini düzeltti. "Bugünün geleceğini biliyordum. Dönüp dolaşıp yine bana geleceğini biliyordum... çünkü bütün dünyaya karşı biziz Cemre. Dünyadan, Cemre ve Berk gibi bir çift daha geçmedi... çünkü ben, bütün arızalarına rağmen seviyorum seni..."
"Berk..." dedi Cemre. "Hani bana, 'Bu sen değilsin,' demiştin ya sen de... ya gerçekten de benim içimde iki tane Cemre varsa? Ben hangisi olduğuma, nasıl karar vereceğim?"
"Kötü olanın galip gelmesine müsaade etmeyeceksin, Cemre..." dedi Berk. "İzin vermeyeceğim ben de, sana yardım edeceğim... bak... ilk kez buluştuğumuz yerdeyiz... bu sahil kenarında... Denizkızım benim..." diye gülümsedi. "Deniz seni nasıl da çekiyor..."
"Burası artık, Ali'nin beni üçüncü kez öptüğü yer."
"Cemre..." dedi Berk. "Beni hiç mi sevmedin?"
"Sen benim en iyi dostumsun..." dedi Cemre de. "Öyle de kalacak. Ama hep, Ali olacak..."
"Peki, onun yüzüne nasıl bakacaksın? Gözlerinin içine...? Sence en iyi dostunu kimin öldürdüğünü bilmeyi hak etmiyor mu?" Berk fısıldamıştı. Sahilde bazı insanlar vardı...
"Ona söylemeyi düşünüyorum..." dedi Cemre, "Bir gün..."
"Ne zaman?"
"Çok ileride... biz biraz yaşlanınca..."
"Sence bu adil olur mu? Ali'nin, bunu zamanında öğrenmeye hakkı yok mu? Bu konuyu zaman aşımına uğratmaya ne hakkın var senin?"
"Berk, sana bir daha soruyorum," dedi Cemre. "Lütfen dürüst ol, beni ihbar etmeyi mi düşünüyorsun? Çünkü eğer bunu yapmaya niyetin varsa, bunu önceden bilsem iyi olur da... sırttan hançerlenmeyi sevmem."
"Hayır..." dedi Berk de. "Bu sır, benimle mezara gidecek... Ayrıca, ben sana bir kere ihanet ettim zaten. Onun da cezasını halen çekiyorum... aynı hatayı bir daha yapmaya niyetim yok."
Cemre, Berk'e sarıldı.
*****
Arap, altın zinciriyle oynuyordu; Ali de ona sarılmış, gözleri ekrana dikiliydi şimdi. Aslında, baktığı televizyon dizisini izlemiyordu ama, Arap'ın keyfini biraz yerine getirebilmek için, "Şu çocuğa baksana," dedi. "Sana ne kadar da benziyor..."
Arap, mavi gözlerini televizyona kaldırdığında, "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" adlı dizinin tekrarlarını gördü. "Çakır'ın oğlundan mı bahsediyorsun?"
"Evet."
"Valla ben ondan yakışıklıyım ama, onun babasının da benimkinden iyi olduğu kesin..."
Ali, baltayı taşa vurduğunu fark ederek, suspus oldu. Neyse ki çalan zil kendini kurtarmıştı...
"Abindir her'alde, ben gidip bakayım..." dedi Ali, ama gelen Bilal değil, hiç ummayacakları bir isimdi...
"Hazal?!"
"Beni kapıda bekletmeyi düşünmüyorsun öyle değil mi Ali?"
Ali, kenara çekildi. Hazal, kendi eviymiş gibi rahat bir tavırla koridordan geçerek, Arap'ı buldu. "Ay hello..."
Arap, gözyaşlarını hemen sildi. "Hoş geldin Hazal!"
Hazal, bu durumda bile güçlü görünmeye çalıştığını düşünerek, içini çekti. "Ne hoş kolye..." diye iltifatta bulundu.
"Vefa'nın yadigârı."
"Tahmin etmeliydim..." Hazal, konuşmasa daha iyiydi. O da, Ali gibi pot kırdığını düşünerek, bir süre sessizce oturdu. Ali, konuyu değiştirmek adına, "Şey..." dedi. "Artık Türk dizisi izlemememiz lazım. Al bu 'EDHO'yu... ilk sezonları güzeldi ama, üç saatlik dizi mi olur? Son sezonların tadı kaçtı... ben 'The Office'i izlemeye başladım, gerçekten tavsiye ederim."
Kapı bir kez daha çaldı. Zeyno'ydu bu kez. Önüne küçük bir çocuk katmıştı...
"Zeyzey..." dedi Ali. "Yoksa bu...?"
"Evet, Reco!" diye bağırdı Zeyno. "Yani Recep. Ben Zeyno olduğuma göre, o da Reco olabilir..."
Recep, çok tatlı bir çocuktu. Tombuldu ve de kızıl saçlarıyla mavi gözleri vardı. "Yok, artık daha neler..." dedi Ali. "Bu Arap'ı kesin klonlamışlar. Televizyondaki çocuktan sonra, bu çocuk da 'Hık' demiş Arap'ın burnundan düşmüş!"
"Getirin bakayım bebeyi buraya," diye seslendi içeriden Arap. Reco'yla karşılaştığında, Ali, "Senin başka bir evrende de Zeyno'yla kardeş olduğunuz kanıtlanmış oluyor!" diye bağırdı. Fakat Zeyno, kendilerinden daha çok şaşırmıştı: "Bunun ne işi var burada?"
"Çok ayıp Zeynocum," dedi Ali. "Misafire hiç öyle denir mi? Kızcağız, Vedat abi meselesini öğrenmiş, geçmiş olsun dilemeye gelmiş..."
"Ay, haspam birinci sezon Yasak Elma'nın paragöz Yıldız'ıydı; şimdi altıncı sezon 'arınmış' Yıldız oldu..."
Bu arada Arap, Reco'yla ilgilenmişti. İnsanın, hiçbir kan bağı bulunmasa da, kanının çok çabuk kaynayacağı bir çocuktu. Hatta Ali'den, Zeyno'dan, Hazal'dan, hepsinden daha çok unutturmuştu kızıl delikanlıya babasının meselesini... "EDHO" dizisine reklam girince, Ali sıkılmamak için bir müzik açtı.
"Ha'di Zeyno, dansa!" diye bağırdı.
"Aşkiton görüp de kıskanmasın sonra!"
"Cemre mi?!"
"Başka aşkiton mu var...?"
"Hayır, Cemre benim ilk ve son aşkım..." dedi Ali. Ondan sonra, Zeyno'yu zorla dansa kaldırdı. "Ha'di, şu ikisinin partiden videolarını izledim, onlardan daha iyi dansçılar olduğumuzu göstermemiz lazım!"
Zeyno, böyle anlarda çok heyecanlanıyordu. Ali'yle bu kadar yakınlaşmak, gün geçtikçe daha çok zor bir hale geliyordu... Ali, Zeyno'nun tuttuğu elindeki bilekliği kavrayınca, kendi saatinin eksikliğini daha çok hissetti. Ne zaman tamir olacaktı şu lanet olası saat?! Ne zaman, Kenan'dan Vedat'a aktarılmış olan yüzde birlik "katil olmama" şüphesi silinecekti tamamen? Ali, kendi kendini meşgul etmek için Arap'a,
"Sen Reco'dan daha şişkoydun ha," dedi.
"Yok, daha neler!"
"Valla' öyle... biliyor musun Hazal, bu, içimizde bisiklet sürmeyi en geç öğrenen çocuktu... o kadar şişmandı ki..." Ali altdudağını ısırdı. Bu kez de konuyu, istemsizce Arap'ın annesine getirmişti.
"Annemin hapse girdiği gündü..." dedi Arap, burnunu çekerek. "Hiçbir şey söylemedim. Götürülürken, Alilere bile bakmadım. Sadece bisikletime binmek istedim. Uzaklaşmak... henüz çıkarmıştı Vefa üçüncü tekeri, bisikletimden. 'Artık iki tekerle sürmen lazım,' demişti... ama acemiydim halen iki tekerlekle sürmek için, öyle düşünüyordum. Umursamadım acemiliğimi. Pedalları çevirdim, kilometrelerce sürdüm... ya da ben abartıyorum, beş yaşında bir çocuktum o zamanlar, nasıl hatırlayacağım ki...? Sonra sürdüm, sürdüm... kilolarım, o bisiklete fazla gelene kadar devam ettim yoluma. Sonra, yerde buldum kendimi. Nihayet, o zaman ağlamıştım ilk kez o gün, canım yandığı için değil ha... annem gittiği için..."
"Sonra n'oldu?" diye sordu Zeyno, Ali'yle dansı çoktan bitirmiş, yerine oturmuştu...
"Ağlamaya devam ettim, ta ki bir kız gelene kadar..."
"Şu ilk aşkın di mi?" diye sordu Ali. "Hani sapsarı saçları örülüymüş böyle iki yanından..."
"Evet. Bana yardım etti. 'Ağlama, üzülme,' dedi. Bir koşu da eve gidip, bir yara bandı getirdi... dizim kanıyormuş, fark etmemişim. O tedavi etti."
"Sahi, adı neydi o kızın?" diye sordu Zeyno.
"Hazar'dı," dedi Arap, "Bir daha görmedim onu bizim mahallede. Ertesi gün evlerine gittiğimde bomboştu... tam da taşınacakları günü bulmuşum evlerinin önünde düşecek..."
"Yanlış hatırlıyorsun..." dedi Hazal. "O kızın adı Hazar değildi. Hazal'dı."
Hepsi, şaşkınlıktan şok geçirerek Hazal'a baktılar. "Ama, sen..." dedi Arap.
"Evet, ben eskiden Tozluyakalıydım... biliyor musunuz, Berk'in bana en son bir notla söylediği şey, 'Eğer bir gün kim olduğunu kabul edip, bunu dürüstçe itiraf etmeye karar verirsen, seni kucaklayacak kayıp bir dostun olduğunu daima bil...' idi... ben de hazırım artık itiraf etmeye: Ben Hazal, eski Tozluyakalı Hazal Küçük..."
"Ama..." diyordu Arap halen. "O kızın yüzünde böyle beş kilo makyaj yoktu ki!"
"Yoktu herhalde!" dedi Hazal. "Beş yaşındaydım o zamanlar... Arap, ne makyajı?"
Arap, Hazal'ın gözlerinin içine baktı. "Evet, gözlerin aynı kalmış zaten... mavi gözlerin..."
"Bi' gülümsesene," dedi Hazal.
"Niye?"
"Gülümse işte!"
Arap, dediğini yaptı.
"Senin de gamzelerin... aynı kalmış."
*****
8 EKİM 2022
Berk, Cemre'yi okula getirirken, biraz farklı konular açmaya çalışıyordu. "Bil bakalım babam yine kime âşık olmuş..." dedi.
"Anneme aşkı bitmese iyi olur..."
"Derya teyzeye!"
Berk, Cemre'yi nihayet güldürmeyi başarmıştı. "Biraz daha gülsene..." dedi. "Gülünce çok güzel oluyorsun."
"Komik değildi, sinirimden güldüm."
"Bence de sinir edici bir durum. Derya teyzeyi severim, ama babamla evlenirse, o Cin Ali'yi evimde istemiyorum!"
"Niye, sen bayılmıyor musun Ali'ye?"
"Evime alacağım kadar değil. Yürü, sınıfa gidiyoruz. İlaçlarını aldığını gözlerimle gördüğümden emin olmam lazım."
"Merak etme Berk, ilaçlar konusunda ben de dikkat ediyorum artık... sırf uykuculuğumu aşacağım diye az daha bir çuval inciri berbat edecektim..."
Cemre'yle Berk, boş sınıftan içeri girdiler. Herkesten erkenciler idi. "Millet ner'de?" diye sordu Berk'e.
"Bu Önder hoca..." diye sıkıntıyla konuştu Berk. "Sanki her şey güllük-gülistanlıkmış gibi bir maç ayarlamaya karar vermiş... soyunma odasındadırlar... yahu herif, okulda değil, Çağrı'nın canıyla uğraşıyor, yine de okulu ihmal etmiyor ha... babam gibi hapse düşse içer'den müdür yardımcılığı yapacaktı demek ki. Ben söyleyeyim, bu Önder hocanın babamın koltuğunda gözü var... ki bu konuda kendisini desteklerim, çünkü Önder'den daha iyi bir müdür olur bize..."
Cemre, bir kez daha gülmüştü ama, bir önceki kadar uzun süreli olmadı. Okulun piyanosu çalmaya başladı, "Mad, Mad World" çalıyordu.
Berk, tedirginleşen Cemre'nin koluna girerek, onu yürüttü koridor boyunca. Müziğin sesi yükseldikçe, ve piyanoyu çevreleyen kalabalığı görünce, Cemre Berk'in kolunu uzaklaştırdı. Müzik de, şiddetli bir piyano sesiyle son bulunca, Cemre piyanisti görmek için kalabalığı yardı.
"Mavi...?"
Mavi, Cemre'yi hiç muhatap almadan, piyanonunbaşından kalkarak, ağzındaki sakızı çıkardı, piyanonun kapağına yapıştırdı. Ve Berk'e yaklaştı. "Bu senin içindi."
"Ne?"
"Evet, ortak çok noktamız var... sen de piyanistsin, ben de. Sen bunu bilmiyordun, çünkü ben, kendimle ilgili pek çok konuda ketumumdur... ama sakladığım şeyler, sadece emin olmadıklarımdır. Mesela, piyanoda bu kadar iyi değilken, piyano çaldığımı bilmenizi istemedim... tıpkı seni sevdiğimden emin değilken, Cemre'ye sende gözüm olmadığını söylediğim gibi."
Cemre'nin gözleri doldu.
"Evet, seni çok seviyorum Berk. Nasılsa sen de sevgiye açsın... şimdi bütün bu okulun önünde, kız arkadaşın olma teklifimi kabul eder misin?"
"Yok-öyle bir dünya," dedi Berk, net bir şekilde. "Duydu mu herkes? Değil Mavi, dünyadaki hiçbir kadının öyle bir şansı yok... çünkü Cemre benim ilk ve son aşkım..."
"Duydun mu Ali?" diye döndü Mavi. "Gözlerinin önünde sevgiline asılıyor, buna ne diyeceksin bakalım?"
"Biz o konuları aştık," diye omuz silkti Berk. "Sana gelince Mavi..." Kızdan, işitmeyi o çok sevdiği sözcükleri, yani "seni"yi, "çok"u ve "seviyorum"u duyduğu halde, içini titretmemişti garip bir his... Çünkü biliyordu, seven insanın gözünde olurdu bir parıltı... Hazal'da bir zamanlar var olan kadarına bile sahip değildi Mavi'nin gözleri. "Senin beni sevdiğin falan yok. Öyle olsa, piyano çalmaktan ne kadar utandığımı, ve bunu bütün okulun öğrenmesini asla istemediğimi bilirdin... senin amacın, Cemre'ye savaş açmak. Bu cesareti ner'den alıyorsun bilmiyorum, ama hodri meydan! Sadece Mavi değil, siz hepiniz, biz Cemre'yle tek! Elinizden geleni ardınıza koymayın, çünkü ben Cemre'yi, hiçbirinize yedirmeyeceğim. Ve çünkü ben onun... en iyi dostuyum."
Cemre, Berk'in bu söylediklerine alkış tuttu. "Gerçekten etkileyici bir performanstı Berk," dedi. "Ama bırak da, öldürücü darbeyi ben vurayım."
Mavi'ye yaklaştı. Kızın her zaman saçlarının sağ tarafında olan, mavi renge boyalı perçemi kaldırarak, "Unutma Mavi... kimse benim yerimi dolduramaz... senin Cemre olmaya, çapın yetmez!" dedi...
Berk, tekrar Cemre'nin koluna girerek onu uzaklaştırdı.
Bu kez Cemre'nin, kolunu uzaklaştırmayacağını biliyordu.
*****
Klinikte; Ege, elindeki davetiyelerden birini zarfa koyduktan sonra, zarfın kapağını yalayarak yapıştırdı. "Bu parti ne için?" diye sordu Çağrı.
"Arap'a moral partisi..."
"Aman Ege, dikkatli ol..."
"Niye..." diye sırıttı Ege. "Benim için mi endişelendin?"
Çağrı, boğazını temizledi. "Partilerde hep uğursuz şeyler olduğunu biliyorsun... bir konser, bir çatı, bir öğrenci, falan, filan..."
"İyi, öyleyse risk taşıyan bir partide değil de, burada güvende olacağına sevindim," diye gülümsedi Ege.
"Sen gittikten sonra burası çok boğucu oluyor... karanlık bastırınca, toksinlerin içimde dolaştığını hissedebiliyorum... keşke hiç gitmesen, sen de kalsan bur'da benimle."
"'Ne yazık ki,' mi diyeyim, 'Neyse ki,' mi diyeyim, benim herhangi bir uyuşturucu veya 'mental' sağlık problemim yok..." Ege zarfın üzerine bir flamingo çizdi. Ve ardından bir isimle soyadı yazdı...
"O davetiye... Mavi'ye mi?!" diye sordu Çağrı.
"Evet."
"İyi de, ne alaka...?"
"Mavi, partinin özel konuğu olacak Çağrı'm," diye sırıttı Ege. Bu, son davetiye olduğundan, zarfları masanın üstünde bırakarak gidip Çağrı'nın başucunda dikildi. Çağrı, artık ona yer açmaya alışmıştı. Şimdi, kendini Ege'nin kollarının huzuruna bıraktı. Ege, "Biraz da senden bahsedelim," dedi. "Sen nasılsın, n'apıyorsun şu aralar?"
"Burada zaman nasıl geçebilir Allah aşkına Ege! Dün bir kâbus gördüm..."
"Ne oluyordu?"
"Kenan amca... annemle evleniyordu, ondan sonra benim üvey babam oluyordu..."
Ege, içinde bulundukları romantik durumu bozarak bir kahkaha patlattı ve hastane yatağında doğruldu. "Ya, 'Anlat,' dedin, ben de anlattım işte, ne dalga geçiyorsun! Kâbus bu, sanki ne olacağına ben karar veriyorum da!"
Sarışın delikanlı, ona gülmüyordu aslında. Nesrin Hanım'ın, gerçekten de evleneceğine gülüyordu. Hem de Çağrı'nın asla tahmin edemeyeceği biriyle. "Ben ona gülmüyorum..." diye blöf yaptı. "Beni görüyor musun rüyalarında hiç?"
"Bir kere görmüştüm."
"Ne yapıyordum?"
"Beni sinemaya götürmüşsün."
"O 'kadarcık' mı?" Ege, Çağrı'nın bu rüyayı gerçekten mi gördüğünü, yoksa gelecekte gerçekleştirmelerini istediği bir "date" mi olduğunu anlayamadı.
"Evet, o 'kadarcık'. Burada, saçma olan gerçeklik. Gündüz görülen halüsinasyonlar... Asıl mantık, gece başlıyor... Normal yapılabilecek aktivitelerin hepsi, geceleyin oluyor, uykumun içinde. Normal yaşamayı şimdiden ne kadar özlediğimi tahmin edemezsin..."
"Anlaşıldı..." dedi Ege.
Çağrı o rüyayı hakikaten görmüştü ama, önemli olan o rüyayı gerçek kılmak istemesiydi, ve bu konuda da iş Ege'ye düşüyordu.
"Ah!"
"Ne oldu?"
"Bileğim... bileğime birden kramp girdi de!"
"Doktor Ege'nin özel ilgisini istiyorum, demiyorsun da..." diyen Ege, onun itiraz etmesine izin vermeksizin, elini avuçları arasına aldı ve biraz masaj yapmaya başladı. Kısa sürede, Çağrı'nın bileğindeki ağrı geçse de, bunu Ege'yle paylaşmadı.
"Ege..." dedi. "Sana itiraf etmem gereken bir şey var..."
"Yapma," dedi Ege, masajı bırakarak.
"Neden?"
"Çünkü buradan çıktığında, söylediklerinden pişman olmanı istemiyorum... bu, beni yıkardı."
"Senin yıkılmanın bir yolu mu vardı Ege?"
"Evet, ve o yol senden geçiyor... bur'dan çıktıktan sonra, ne söylersen söyle... işte o zaman her şeye hazır olurum."
"Tamam..." diyen Çağrı, gözlerini huzurlu bir uykuya kapattı.
*****
Erkekler, spor salonunda antrenman yaparken, futbolla işi olmayan Berk, "N'aber Leyla?" diye sordu.
"Sen... ve benim halimi—hatırımı sormak..." dedi Leyla. "Ne alaka?"
"Çünkü birinin sorması gerekiyordu..."
"Bunun, beni ifşa edip Ege'nin götünü kollayan kişiden gelmesi şaşırttı da..."
"Kızım, o kadar uyuşturucu meselelerini aştın, bunları da artık aş ya... biraz medeniyet, biraz uygarlık... lütfen ya..." diyen Berk, Leyla'ya yaklaştı. "Ben senden bir şey istiyorum. Bunu yaparsan, okuldaki eski itibarını kazanacaksın."
"Neymiş o?"
"Bizimle ol," dedi Berk. "Cemre ve benim tarafımızı tut yani... her şeyin sayı demek olmadığını ben de biliyorum, ama iki rakip grup söz konusuyken; çekimser oyları da tarafımıza çekmek lazım..."
"Anlaştık," diyen Leyla, elini uzattı. O eli sıktı Berk. Önder hocayı görmüştü. "Ha'di, git Cemre'ye destek ol biraz. Ben de kendisine verdiği tatilde bile rahat durmayan, tilki gibi dönüp dolaşıp okula gelen şu Önder'le biraz alakadar olayım..."
Önder, başını futbol oynayanlardan Berk'e çevirdi. "Hayırdır, sen niye giyinik değilsin?" diye sordu delikanlıya.
"Ben futbol oynamayacağım. O maça çıkmayacağım ben..."
"Saçmalama Berk, okulumuzu temsil edeceğiz... Ali bile rakibinin eski okulu olduğunu bilerek giyiyor o formayı..."
"Ali, Ali, Ali!" diye bağırdı Berk. Spor salonu, zaten gürültülü olduğu için, Önder'den başka duyan olmamıştı Berk'in bu çıkışını. "Adam gibi adam, Kavruk Ali; Doğrucu Davut, Ali Öztürk; yanlışsız, Cin Ali!"
"N'oluyor size yahu?" diye sordu Önder. "Daha düne kadar aranızdan su sızmıyordu, kim bu aranıza giren kara kedi?"
Tam o anda, Berk'e mavi renkli bir zarf uzandı. "Bu ne Duru?" diye sordu delikanlı. Üzerinde adı yazıyordu.
"Ege... havuz partisi veriyormuş."
"Üzerindeki flamingolardan anlamalıydım..."
"Yetişkinler de davetli mi?" diye sordu Önder. Nihayet biraz yumuşamıştı.
"Hayır," diye sırıttı Duru.
*****
Leyla, Cemre'yi kızlar tuvaletinde buldu. "Öğle dozunu mu içiyorsun..." dedi.
"Evet."
"Biliyor musun..." dedi Leyla. "Biz senle birbirimize çok benziyoruz. Ben de ilaç kullanıyorum bir süredir... ama kliniğe yatırılacak kadar kötü değil durumum. Halen arada bir kafamda, 'Leyla... Leyla!' diyen bir ses işitiyorum ama, o kadar."
Cemre, gülümsedi: "Ne istiyorsun Leyla?"
"Sadece, yanında olduğumu bilmeni..." Leyla, Cemre'ye sarıldı. "Ve ben daima, kazananın yanındayımdır."
Cemre, Leyla'ya sırıttı: "İyi niyetin için sağ ol, ama bana açıktan açığa destek vermemeni tercih ederim..."
"Neden?"
"Benim köstebeğim olman daha çok işime yarar Leyla," dedi Cemre. "Mavi'ye yaklaş, bu samimiyeti, ona da göster. Ner'de, n'apıyor, her adımını bilmek istiyorum."
"Kraliçemin söyleyeceği her bir söz, benim için emirdir," diye göz kırptı Leyla.
*****
10 EKİM 2022
Partiye, Berk hariç herkes katıldı. Berk, Önder'in zoruyla futbol antrenmanına kalmıştı. Diğerlerinden daha çok idmana ihtiyacı vardı, çünkü futbolda sıfırdı. Ama içi rahattı, Leyla'nın, seçmek için doğru kız olduğunu biliyordu. Cemre'yi, ona emanet etmekle kalmamış, ilk ve son aşkının ne kadar zeki bir kız olduğunu da görmüştü. Leyla'yı hemen, bir köstebek olarak kullanmak, Vefa'yı öldürdükten sonra aylarca kendilerini ayakta uyutan Cemre'den başka kimsenin aklına gelmezdi.
Leyla'yı, Cemre'ye göz-kulak olmaya göndermeden önce, "O partide sakın uyuşturucu skandalı yaratma," diye uyarmayı da başarmıştı.
Ali'yse, ilk defa bir partiye Cemre ile sevgili olarak katılacağı için heyecanlıydı. Bizzat Cemre'nin evinde verilen partiyi kaçırma kabalığını telafi etme şansı buluyordu. "Ali," dedi Cemre, "O kızdan uzak dur."
"Hangi kızdan?"
"Mavi'den bahsediyorum tabii ki, başka kimden olacak!"
"Saçmalama Cemre, benden bahsediyoruz... ben, sen varken, başkasına bakar mıyım ya!"
"Sen, kızlar arasında olan, 'deliler gibi kıskanma' durumuna pek empati yapamayabilirsin... Mavi, benim olan her şeye gözünü dikiyor. Önce Berk'i almaya çalıştı, şimdiyse her an rotasını sana çevirebilir..."
"Ben iki dakikaya geliyorum."
Ali'nin, Mavi filan umurunda değildi, Hazal'ın geldiğini görünce, onu bir kenara çekti. "Selam Hazar... ah, pardon... Hazal'dı di mi. Arap, beş yaşında yanlış duyduğu ismi yanlış anlattı bize yıllarca..."
"Ne var Ali?"
"Bana bak, sen... halen hoşlanıyor musun Arap'tan?"
"Ne münasebet!" diyen Hazal utandı. "Beş yaşındaydık, beş...! Ben sadece... Tozluyakalı olduğumu itiraf etmek istedim, Kenan amca daha fazla sıkıştırmasın diye."
"Ba... yani Kenan amca, seni tehdit mi ediyordu?"
"Hapse girmeden önceydi... adama hapis iyi gelmiş, arınmış resmen... ayrıca... benim, Arap gibi bir varoşla işim olmaz. Çünkü ben de bir varoşum... sen hiç gördün mü, varoşla varoşun aşkını, dün izlediğiniz o dizi gibilerinde...? Ya zengin oğlanla varoş kızın aşkı anlatılır, ya da varoş oğlanla zengin kızınınki, senle Cemre gibi yani..."
"Şakanın sırası değil... bak Hazal, ben ciddiyim. Seni de ciddiyete davet ederim. Senin Arap'tan uzak durmanı istiyorum, çünkü... Vefa seni seviyordu."
Hazal yutkundu. "Vefa ne alaka şimdi...?"
"Vefa'nın seni sevdiğini, grubumuz içinde bilen bir ben vardım... diğerleri bir kızı sevdiğini bilirlerdi, ama adını bilmezlerdi. Ve bilmeyecekler de. Çünkü Arap'tan uzak duracaksın. Bunun da sebebi, Arap'ın, Vefa'nın sevmiş olduğu bir kıza asla bakmayacak olması... üstelik de, Vefa'nın katili babasıyken."
"Tamam, tamam, ben Tozluyaka'yı çoktan aştım zaten, meraklı değilim sizin Varoşova'nıza!" diye sesi titreyen Hazal, partide kalıcı olmadı bile. Geldiği gibi çekip gitti.
*****
"Önce koşuyoruz! Ha'di bakalım, yeni spor salonumuzun hakkını verelim!" diyen Önder, elini çırptı. "Islığımı duyana kadar durmak yok!"
Berk, gerçekten de Önder hoca düdüğü çalana kadar, yorulmak, dinlenmek nedir bilmedi. Aslında futbola yatkın olduğunu düşündü Önder... Ama düdüğü duyar duymaz da, suyunu içmeye koşturdu Berk. "Spor salonunu da sen toplayacaksın, unutma," dedi Önder.
"Yok, artık daha neler, bir okulumun hizmetlisi olmadığım kalmıştı, o da oldu!"
"Kabul et, futboldan sen de hoşlandın. Önyargı duyduğun bu spor, sonunda senin de kalbinin kapılarını aralamaya başladı..."
"Önder hocam, bi' şey soracağım," diye konuyu değiştirdi Berk. "Sizin Kerem Tunçeri imzalı topunuz n'oldu?"
"Yenisini imzalatacağım, nasıl olsa Kerem benim yakın dostumdur. Hidayet'e de imzalatırım bu kez, Mehmet'e de... toplu imzalı topum olur." Önder sırıttı.
Berk, bu kadar basketbolcuyu şahsen tanımasına imrendi. "Futbol halen iğrenç bir şey, ama büyük yıldızlarla tanışacaksam, ve benim de toplu imzalı bir formam olacaksa, şansımı denemeye değer!"
"Sadece o da değil..." dedi Önder. "Yarınki maça, Avrupa'dan bir heyet de gelecek. Yetenek avlayacaklar... yalnızca sen değil, bütün takım bu işi ciddiye alsa iyi olur. Ve bunun da yolu neyden geçer, biliyor musun...? Takım olmaktan. Ama gerçek bir takım. Bu yüzden, seni Ali'yle buzları eritmeye davet ediyorum Berk. Aranızda ne geçti bilmiyorum, ama halledilmeyecek bir şey değildir. Bilirsin, babanla ben de böyleydik... kedi-köpek gibi... her zaman ben ilk adımı atardım biliyor musun? Haklı olup olmamamdan bağımsız... Çünkü gerçek büyüklük budur. Bak hem... sana şu anda Ali'yi methetmek ne kadar akıllıca bilmiyorum ama, Ali öyle iyi bir çocuktur ki... sen ona bir adım atsan, o inan sana on adım koşacaktır..."
"Ne kadar da..." dedi Berk, "Ediz Hun'a benziyorsunuz."
"Anlamadım?"
"Babama sorun," dedi Berk. "Anlayacaksınız."
*****
Zeyno, önceki partide giydiği siyah elbiseden farklı olarak, kırmızı giyiniyordu bugün. "Zeyno..." diye aynı girişi yaptı Ege. "Bu sen misin gerçekten, demeyeceğim, çünkü bu partiye, bir öncekinin karmasını yaşatmak istemiyorum."
"Çağrı iyi mi?" diye sordu Ege'ye...
"Neden Çağrı'yı merak etmek yerine, diğerleri gibi havuza girmiyorsun? Defileye gelmiş gibi giyinmişsin bir de... Allah bilir mayolarını falan bile getirmemişsindir."
"Bana karşı neden böyle cinssin?" diye sordu Zeyno da. "Çağrı'nın iyi olup olmadığını merak etmek de mi kabahat oldu?"
"Hiç uğraşma..." dedi Ege. "Çağrı'yla bi' şansın yok."
"Olmasını isteyen de yok zaten, ben Ali'ye âşığım!"
Zeyno'nun bağırtısı, partinin müziği sayesinde bastırılmıştı. Zeyno, endişeyle çevresine baksa da, Ege'nin duyması bile yeterliydi aslında...
"Ege..." dedi. "Bunu bilen bir tek sen varsın... Arap dışında tabi'..."
"Peki," dedi Ege, "Bunu işitmek güzel oldu. Umarım sevdiğine kavuşursun Zeyno..."
Zeyno'nun aklına, Vefa'yla dilek feneri uçurdukları gün gelerek, içi cız etti. Tıpkı Ali tarafından, benzer bir konuşmaya tabi tutulan Hazal gibi...
Zeyno, öylece yürüdü havuza. Kıyafetleriyle atıverdi kendini, üstünde şaşkın bakışlarla...
Partinin müzisyeniyse, partinin zehrolduğu Hazal ve Zeyno gibi konuklardan tamamen kopuk, "Hop, eli kaldır, hop, delikanlı, kopmaya geldik, kopmaya geldik, kopmaya geldik..." diye rap'ine devam etti, Titanik batsa bile çalmaya devam eden müzisyenler misali...
*****
11 EKİM 2022
Önder, Berk'ten bir mucize yaratmıştı. Dün, bugünkü maçın yedekleri arasında olmaya hazırdı en azından. Maçtan önce, herkes soyunma odasında hazırlanırken, Berk de Önder'in dediklerini düşünüyordu. "Her zaman ben ilk adımı atardım biliyor musun?" demişti. "Haklı olup olmamamdan bağımsız... Çünkü gerçek büyüklük budur. Bak hem... sana şu anda Ali'yi methetmek ne kadar akıllıca bilmiyorum ama, Ali öyle iyi bir çocuktur ki... sen ona bir adım atsan, o inan sana on adım koşacaktır..."
"Ha'di millet, biraz acele!" diye bağırdı Ali kabinlere. "Daha sırada takımınızın kaptanı var!"
"Tozluyaka Spor Kulübü'nün kaptanı, Yağızoğlu Spor Kulübü'nün kaptanı... sen neymişsin be Ali!" diye içeriden seslendi Arap. Neşesi yerine gelmişti.
"Sen bu Arap'ı, pazara kadar değil mezara kadar beklersin..." diyen Berk, Ali'yi şaşırtmıştı. Ona dönünce, Berk, "İstersen, üstünü bur'da değiştir. Ben gözlerimi kaparım," diye ekledi.
Ali, o tokat için hiç özür dilemediğini, çünkü Berk'le bir sonraki konuşmasının, ona kardeş olduklarını açıklamasıyla gerçekleşeceğini hayal ettiğini düşündü. "Berk..." dedi. "Adadım."
"Ne?"
"Eğer bu maçı kazanırsak..." Ali boğazını temizledi. "Göreceksin."
Ondan sonra, tekrar arkasını dönerek üstündeki gömleğin düğmelerini çözmeye başladı. Altından, siyah bir atlet çıkmıştı. Ali önce, kırmızı kolyesini düzeltti. Bu, annesinin verdiği totemdi... Ali, gayriihtiyarî atletini de düzeltti, formasını giymeden önce. Berk, birazcık sıyrılan atletin altından, üç vertikal nokta şeklinde siyah renkli ben gördü.
Tıpkı kendisinde olan gibi...
Tıpkı babasında olana benzer bir doğum lekesi...
Berk'in aklına bir sürü cümle üşüşmeye başladı. Derya'nın sesi, "Ben de gençken... yani Ali'nin babasıyla evlenmeden önce, bir adamla beraberdim," diyordu... "Aynı böyle bir ceza odasına koyardı adam beni..."
"Ama yine de Ali'nin zekâsını takdir ediyorum..." diyordu Kenan. "Ona hediye olarak, yeni odayı mı takdim etsem acaba?"
"Başkası olsaydı kızardım, ama sana kızamıyorum..." diyordu Ali...
Ve Kenan yine, "Evet, ben, benim Kabil oğlum," diyordu...
Ve de Ali son olarak, "Benim Arap ve Zeyno'dan başka kardeşim yokmuş," diyordu...
Ali şimdi, Berk'e, "Berk, neden bakıyorsun kardeşim öyle?" diye sordu.
Berk, "Çekil git önümden," diye onu itip, soyunma odasından fırlayarak çıktığında, Ali şaşkınlıkla, "N'oldu şimdi ya!" diye bağırıyordu. Önder de, Berk'in spor salonundan da rüzgâr gibi çıkmakta olduğunu gördü. "Berk, oğlum nereye?" diye sordu.
"Sana söylemiştim, hoca!" dedi Berk. "'Ben, o maça çıkmayacağım,' demiştim!"
*****
Arap da yedekler arasındaydı. Normalde yıldız oyunculardan biriydi ama, dünkü partinin de etkisi geçmiş, aklı yine babasının da annesi gibi içeriye düştüğü düşüncelerine dalmıştı... artık yüzlerine iyice aşina olan polislerden tek öğrenebildiği, Vedat'ın Vefa'nın cesedinin muhtemelen organları için çalındığı konusuyla hiçbir ilgisinin olmadığıydı.
"Merhaba Sinan," diye bir ses geldi.
"Hazar..." dedi Arap. "Senin tribünlerde olman gerekmiyor muydu? Elinde ponpon kızlarının o şeylerinden falanla...?"
"Neden bana Hazar dedin?" diye sordu Hazal.
"Sen neden bana Sinan dedin...?"
"Çünkü sana bir itirafım var. Lise arkadaşım olan Arap'a değil, çocukluk aşkım olan Sinan'a bir itirafım var..."
Arap, kızarmasına engel olmaya çalıştı. "Dinliyorum?"
Genç kız, birazdan söyleyeceklerinin, Arap'ı maça çıkmaktan tamamen alıkoyacağını bilmiyordu.
"Vefa öldüğü gün..." dedi Hazal. "Bana ilanıaşk etmişti. Ama ben onu reddettim. Bunun, onun o çatıya çıkıp kendini atmasına sebep olduğunu düşünüyordum, ta ki onun... katledildiğini öğrenene kadar... Ama katilin kim olduğu benim umurumda değil. Ben Kenan veya babanla ilgilenmiyorum... ben Vefa'nın kendisini öldürdüğünü 'düşünürken' bile bir gün dâhi vicdan azabı çekmedim. Yani ben sana layık bir insan değilim. Senin tanıdığın Hazar çok değişti Sinan..."
Arap, gitmek üzere olan Hazal'ı elinden tutarak durdurdu. "Belki zamanla...?"
"Olmaz..." dedi Hazal da. "Zaman bizim için durdu Arap. Sen Sinan'ken, ben de Hazar'ken durdu..."
*****
Önder, Berk'in peşinden gitmek ve maçı başlatmak arasında bocalamıştı. Sanırım en mantıklı olan, maça start vermekti. Zaten yedek kulübesinde oturacak bir öğrencinin şımarıklığını çekmesi için, kırk beş dakika sonra ara verecekti maç...
Fakat bu maçın düdüğünden evvel, bir anons duyulmuştu. "Ses bir iki, ses bir iki, deneme, sesim geliyor mu...! Beyler bayanlar, lütfen sizi bahçeye alabilir miyim, maç keyfinizi biraz erteleyeceğimiz için özür dileriz...!"
"Şimdi eşek şakasının sırası hiç değil," diye dişlerini gıcırdatan Önder en başta olmak üzere, salonu dolduran bütün seyirci, bahçeye çıkmaya başlamıştı. Yağızoğlu Koleji'nin futbolcuları, Ali'nin eski okulunun futbolcuları, bütün öğrenciler, velileri, Avrupa'dan gelen yetenek avcıları, hepsi... Anonsun sahibini, başlarını kaldırdıklarında görebileceklerdi...
"Ben Berk Yağızoğlu," diyordu. "Bu kolejin sahibinin oğluyum."
"Berk, n'apıyorsun oğlum or'da, in aşağı, beni rezil edeceksin!"
"Görüyor musunuz, ne kadar da anlayışlı bir müdürümüz var..." dedi Berk. "Beni öyle düşünür ki, şu anda yükseklik korkum olduğunu gözetmez, rezil olmakla ilgilenir...! Ama onu suçlayamam, çünkü kendisi bir kanser hastası! Evet, yanlış duymadınız, babamın altı ay ila bir yıllık ömrü kaldığınızı huzurlarınızda açıklıyorum, çünkü ikimizin bu küçük sırrı da dâhil hiçbirimizin sırrı kalmasın istiyorum!"
Ali baktığındaysa, bir değil üç kişiyi görebiliyordu. Berk'in sağında Vefa, öldüğü günkü kıyafetleri içinde, solundaysa Cemre, çatıya çıkıp, "Yeter!" diye bağırdığı günkü gibi birer halüsinasyona dönüşmüştü... "Ölümde buluşacağız Kenan Kaptan! Yo, hayır, bu benim şovum, or'jinal olmalıyım... Benim için üzülmeyin millet!" diye devam etti Berk. "Buraya çıkınca, yükseklik korkusundan kurtuluyor insan. Evet! Benim için şu anda, gerçekleri açıklamak, buradan düşüp ölmekten daha önemli. Sırf bu gerçekler öğrenilsin diye yaşıyorum ben, intikam için. Çünkü intikam, hayatta tutan bir olgudur. Benim de uzuuun bir süre bu boktan hayattan gitmeye niyetim yok, yani bi' altmış sene daha canınızı sıkmayı düşünüyorum...!"
"Berk, şovu kes!" diye bağırdı Önder.
"Şimdi size bir hikâye anlatacağım!" dedi Berk, onu hiç dinlemeden. "Bir varmış, bir yokmuş... evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Kenan ve Berceste adında bir çift varmış... bunlar birbirlerini çok severlermiş. Ta ki Derya adında bir kadın araya girene kadar. Ama Derya teyzeyi kötülemeyeceğim, çünkü o da çok güzel annecilik oynadı...!"
"Berk yeter!" diye bağırdı Ege, kalabalıktaki vicdanın sesi gibi.
"Şu gördüğünüz Ali ÖZTÜRK..." diye soyadına vurgu yaptı Berk, "Bu Kenancıkla Deryacığın oğluymuş... Evet, benimle kan bağı varmış. Ama ben bir Karamürsel sepeti olduğum için, ne Deryacık, ne Alicik, ne de Kenancık, bana hiçbir şeyi söylememiş...! Şimdi, ben Berk Yağızoğlu, hepinizin huzurunda haykırıyorum ki: Benim Ege ve Çağrı'dan başka kardeşim yok!"
Ali'nin gözleri, Berk'e zum yaptı sanki. Berk'in, kendisine selam verir gibi, başını hafifçe yana yatırdığını görebiliyordu.
Berk, "Ha'di şimdi defolun da maçınıza geri gönün," dedi.
1 note · View note
dumduzyazi · 2 years ago
Text
tanrı yeryüzüne inse?
çukurova sıcağında yine babamla çetin din tartışmalarımızdan birisi başlıyordu. annem olacakları hissetmiş ve huzursuzluktan kaçmak için teyzemlere gitmişti. erkek kardeşim Osman ise aynı sezgiyle kavgayı izlemeye gelmişti. 15 yaşlarındaydı, en sevdiği şey ev içinde din yüzünden çıkan hırgür ve tarafların duygusal kontrolünü kaybettiği tartışmaları izlemekti.
babam gençliğinin bir noktada dinci olmaya karar vermişti ve bu uğurda ailesini, çocuklarını her şeyi gözden çıkarmaya hazırdı. ben ise hep ilk gözden çıkarılanlardandım.
- her şeye allah büyük diyorsun, zamanında başvuru yapsaydın kredimiz yapılandırmaya girmişti bitirmiştik belki şimdiye!
- oğlum o zaman öyle düşündük işte ne yapayım olan oldu, benim de durumum bu
- her şeye maşallah inşallah deyip bir şey yapmazsan durumun bu olur tabi
iyice sinirleniyordum, yıllardır süren ikinci planda kalma hissi, değer verilmeme, umursamazlık. hepsini tekrar tekrar yaşıyordum.
- allah zenginliği istediğine verir. siz hep inançsızlık yüzünden bu haldesiniz hiç kendinize baktınız mı? siz de kendiniz çalışın yapın
babam da iyice defansif bir hal almaya başlamış, beni düşman gibi görüyordu. devam etti:
- oğlum sizin kalp gözünüz öyle bir kapanmış ki allah gökyüzünden inse yine inanmazsınız.
ben de artık dayanamadım:
- ya insin o zaman boş yapma ya
tam o sırada gök gürültüsü gibi bir ses geldi. arkasından devrilen saç tava gibi bir ses. deprem oluyor sandım, lambaya baktım ama sallanmıyordu, kardeşime bakınca odanın diğer köşesine odaklandığını gördüm, ağzı ve gözleri açık halde. babam da aynı yere bakıyordu. ben de bakınca gördüm:
odanın köşesinde, babaannemlerden kalma yeşil, doksanlardan kalma tek kişilik koltukta birisi oturuyordu, az önce orada olmayan birisi. uzun boyluydu, en az iki metre. üzerinde arapların burkalarını andıran siyah bir kıyafet vardı. bu kıyafet başını da sarıyor, ama yüzü karanlıkta kalıyordu. gözlerinin olduğu yerde iki tane kırmızı ışık vardı. facebook sayfalarında gördüğüm galaksi fotoğrafları gibiydi gözleri. ellerini dizlerinin üzerine koymuş dik bir şekilde oturuyordu. elleri metal bir eldiven giymiş gibi uzun ve sivriydi.
babam bir anda secdeye kapandı, göz yaşları içindeydi. "hoş geldiniz efendimiz" diyordu, hayal gücünde en fazla peygamberin geleceği senaryolar vardı. bu kadardı çok fazlaydı, nasıl hitap edeceğini bile bilmiyordu. osman koltuğun arkasına saklanmıştı. ben ise ayaktaydım ve şok içinde kafayı yediğimi düşünüyordum. yabancı tok bir sesle konuştu. sesi sanki vücudumuzun içinden duyuyorduk. ses belli bir yerden değil her yerden geliyor gibiydi:
- oturun
babam secdeden kalktı, oturma pozisyonuna geçti. ben de en yakın koltuğa oturdum. osman hala koltuğun arkasındaydı. babam osmanı azarladı
- oğlum gel otursana şuraya
osman şok halindeydi, koltuğun arkasından çıkmadı.
bir süre sessizlik oldu. babam yabancının yüzüne bakamıyordu, ben ise gözlerimi ayırmıyordum. yabancı ise tek bir yere odaklanmış gibiydi, nereye baktığı pek anlaşılmıyordu. vantilatörün arada bir kendisine dönmesiyle siyah kıyafeti titreşiyordu. babam bana manalı manalı baktı, "işte gördün mü" der gibi.
sessizlik yarım saat kadar devam etti sanırım. babam bozdu ilk konuşan oldu:
- efendimiz ben namaza hazırlanayım
gözlerini yabancıdan ayırmadan odadan çıktı.
tanrı karşısındayken bile hala namaz derdindeydi. ya da kendini göstermeye çalışıyordu bilmiyorum, çok garip geldi bana.
mutlu gibiydi. yıllar sonunda haklı çıkmanın mutluluğu. yabancıyla baş başa kaldık. bir süre yere baktım, sonra çekine çekine "ben inkar etmiyordum aslında, sadece emin değildim" dedim. yabancı cevap vermedi. devamında "benim de namaz kılmam gerekiyor mu?" diye sordum.
yabancı yüzünü bana çevirmeden cevap verdi:
- benim için fark etmiyor.
kızdığı için mi yoksa cidden fark etmediğini anlamak için yüz ifadesine bakmaya çalıştım ama kırmızı galaksi gözlerinden başka bir şey yoktu.
babam namazı kılıp geldi, muhtemelen yan odada yabancıya dönüp yapmıştı bunu. yine oturduk ve sessizlik. babam mutluydu, sevgilisiyle buluşmuş biri gibi heyecanlı. en mantıklı seçenek olan delirmiş olma olasılığı onun için sıfırdı. ben şoktaydım ve babamın haklı çıkmasına biraz sinirlenmiştim. kafayı da yemiş olsam, bu olanlar gerçek olmasa da olayı anlamaya çalışacaktım. küçük bir öksürükle gırtlağımı temizledim, sesim tiz çıktı:
- pardon şunu sorabilir miyim acaba, siz kimsiniz?
- yaratıcı.
babam tekrar gülümsedi. devam ettim:
- peki neden geldiniz buraya?
- istedim.
babamla birbirimize bakındık. söyleyecek bir şey bulamıyordum. babam başladı: "ben bizim oğlanlara yıllardır anlatmaya çalışıyordum ama işte kısmet, görmesi gerekiyormuş"
ben bayağı sinirliydim açıkçası. böyle olamazdı. bu işin arkasında bir iş olmalıydı. tekrar sözü aldım:
- efendim varlığınız bize şeref verdi, sizi daha iyi tanımak isterim. size de uyarsa arkadaşımın olduğu bir hastane var, orada bazı tahliller yaptırabilir miyiz sizi ve yapınızı daha iyi anlamak için?
karşıdaki yabancı her an beni çarpabilirdi. öfkesiyle kavimleri yerle bir etmiş birisi olabilirdi. ama kendine güveniyorsa küçük bir ihtimal kabul de edebilirdi. onunla yüzleşmeyi çok sefer düşünmüştüm zaten.
babam ters ters bana bakıyordu, hala varlığını sorguladığım için ve yabancıyı rencide edip kızdırabileceğim için. umrumda değidi. açıkçası yaşadığım bu sefil hayatta bu yabancı hakkında hiç iyi düşüncelerim yoktu. tüm adaletsizlikler, trajediler, büyük acılar. kişisel başarısızlıklarım için bile kendisini suçluyordum. babam keşke onun yerine bana önem verseydi biraz da.
"peki" dedi yabancı tok bir sesle. bir anda ayağa kalktı. ufak bir gök gürleme sesi geldi kalkarken. kafası neredeyse tavana değecekti. uzun boyu ve heybeti göz karartacak derecedeydi. babam da ayağa kalktı, biraz tedirgindi. "ne gerek var efendim" derken yabancı kapıya yöneldi. osman ayak altından çekilip bir köşeye sindi. dış kapının oradayken osmana "anneme söyle babamın arkadaşı geldi, biraz işimiz var akşama doğru geliriz" dedim. osman hala dehşet ve şok içindeydi. evden çıkmadan vestiyerden bir güneş gözlüğü, bir de maske buldum, yabancıya verdim. taktı. çok garip görünüyordu, karaboyunlu mahallesindeki suriyeli kadınları andırabilirdi, iki metre ve heybetli olmasaydı. evden çıktık. babam "efendimiz, biliyorsunuz arabayı sattım, fiyatlar çok yükselince de alamadım. taksi de buralara gelmiyor, sadece dolmuş var" dedi. yabancı "peki" dedi.
üçümüz uçsuz bucaksız sarı ekinlerin olduğu bir tarlanın yanında derme çatma bir durağın altında beklemeye başladık. babam tedirgin ve biraz paniklemişti. test sonucunda ne çıkacaktı? hiç bu kadar ilerisini düşünmemişti. yoldan tek tük eski model arabalar geçiyordu. mavi bir toros. bir traktör. bisikletli kavruk bir suriyeli. babam tekrar konuştu:
- efendimiz isterseniz sizi arkadaşlarımla da tanıştırayım, hepsi sizi görmek ister.
yabancı "peki" diye bir ses çıkardı.
yaklaşık yirmi dakika geçti. babamla terlemeye başladık, kel kafasında boncuk boncuk terler birikiyordu. benim de kot pantolon yakıyordu. yabancının sıcakla bir problemi yok gibiydi, çevresinde soğuk bir hava vardı sanki. dolmuş göründü, üzerinde "devlet hastanesi-ERKA- çarşı-CAMCILAR SİTESİ" yazıyordu. babam "buyrun" dedi, yabancı bindi, biz de arkasından bindik. arka tarafa oturduk. parayı uzatırken "iki tam bir tanrı" demek istedim ama diyemedim. dolmuşçu beni döverdi muhtemelen öyle bir şey desem. oturdum, yabancı pencereden dışarı bakıyordu, dağlara. çamlara, toros dağlarına, eserlerine. ne hissediyor, ne düşünüyordu hiçbir fikrim yoktu.
to be continued.
6 notes · View notes
hayalpereste · 2 years ago
Text
Bazen o kadar daralıyorum ki ne desem ne yapsam boş geliyor.
Şu aralar kendimle savaş halindeydim.
Seviyor gibi hissediyorum ama bu sevgi bana zarar veriyor gibi geliyor. Kıskanıyorum üzülüyorum ama elimden bir şey gelmiyor.
Bildiğin kendimle savaş halindeydim hayatımda bazılarını siya ve beyaz gibi olsun istiyorum ya olsun yada olmasın arada kalmak istemiyorum.
Rest çekesim geliyor ya var ol hayatımda anlamlı ol yada yok ol kendimi buna alıştırayım kapatayım sayfayı. Arada kalmak beni çok yoruyor hiç bu kadar griden nefret etmedim. Duygularım beni yanıltmıyorsam sen aslında siyahsın ama ben kabul etmek istemiyorum yoksun karanlıksın ama ben sana ışık tutmaya çabalıyor gibi hissediyorum hayatımda yerin olsun istiyorum ama her zaman dediğim gibi tek başına çaba insanı sadece yıpratır.
Diyorum bazen açık açık sorayım ama o siyah olmak ister diye korkuyorum gri olması da beni yoruyor ne yapacağımı bilmiyoru.
Gerçek mana bir ışık görsem konuşayım diyorum ama hep duvar var gibi geliyor karşımda.
Sabahlara kadar hüngür hüngür ağlamak istiyorum.
Kendimle çelişkiler ile yaşıyorum.
Yoruldum düşünmekten düşünülmemekten…
Acaba konuşsam ne der var olmak ister mi? Sanki cevabını biliyorum o yüzden erteliyor gibi hissediyorum. Ama şunun da farkındayım ilk defa gri bir rengin olmasını istemiyorum hayatımda.
Hayatım boyunca çok yoruldum var gibi yoklar o yüzden ya olsun hayatımda anlamı ile yada arada kalmayıp tüm bağları koparsın. Hiç yoktan ben düzelene kadar. Tabi böyle şeyler düzeltebiliyor ise.
Kıskanç biri olduğumu biliyordum ama bu kadar olacağımı tahmin etmemiştim olmayan şeyden ya oluraysa kıskandım. Benimle ilgilenmez iken başkası ile ilgilenme ihtimali ve bunu görme ihtimali bile beni kırdı. Eskiden düşünürdüm seviyor isem o mutlu olsun yeter diye düşünürdüm ama öyle değilmiş hoşlandıklarımı zaten sevmediğimi biliyordum o yüzden kıskançlık çok hissetmezdim. Mutluluğu ile mutlu olurdum. Ama şimdi benle mutlu değilse mutlu olsun ama ben görmeyim başkası ile mutlu olma ihtimali başkasına gözümün önünde çok ilgili davranma ihtimali bile nefes alışımı zorlaştırıyor.
Aşık değilim biliyorum ama sevdiğimi biliyorum bende kendime rağmen hayatımda olmasını istiyorum. Aile olma ihtimalimiz bile mutlu ediyor. Kimse ile aile oluruz diye düşünmez iken onunla Kurmadığım hayallerimi kurma isteği doluyor içimde.
Ve ilerde nolur bilmiyorum ama şimdi onu bir başkası ile düşünmek bile sinirlerimi bozuyor. Bana karşı iyi gibi davranması ama ilgisiz olması canımı yakıyor.
Ne yapacağımı bilmiyorum bir süre uzak kalmaya çalışacağım baktım olmayacak açık şekilde konuşasın var ama yüz yüze bunu yapabileceğimi düşünmüyorum cesaretli olduğumu düşünürdüm ama onun karşısında cesaret kalmıyor.
Ben başkası bana yapsa tabiri caiz ise canına okuyacağım şeyleri o yapınca sustuğumu fark ediyorum.
Ve ben benlikten çıkıyorum. Kırgınım ve kırgınlığımı anlamayan bir adama kargınım. Belkide ben konuşana ve rest çekene kadar da fark etmeyecek bir adama. Ve kendimi hazırlıyorum aslında benden çıkmasına çünkü içten içe biliyorum aslında o bir siyah benim zorumla grileşiyor. Ve ben yoruluyorum. Zoruma gidiyor ama yapabileceğim hiç bir şey yok. Sadece el mahkum bekliyorum. Bi ihtimale unut doğuruyorum.
Bazen diyorum hiç mi fark etmiyor.
Tamam kabul ona davranışlarımın çoğunu başka arkadaşlarımla da yaparım sadece arkadaşlarımla hatta daha fazla trip atar koşarım ama ona gelince yapmayı çok istiyorum beni kırma demek istiyorum farkında olmadan beni üzme demek istiyorum ama bazen konuşurken öyle şeyler diyor ki insan karşındakini kırmamak için bile öyle demez araya beni de katar ana yok. O sadece o. Ne kadar dayanırım bilmiyorum ama nur iki hafta daha bekleyeceğim daha sonrasında yapabileceğimi sanmıyorum. Arkadaşlarımda her renge varım ama ona gelince ya hayatımda anlamlı bir şekilde olsun yada olmasın diyorum arada kalmak sadece beni üzüyor beyazım ol demek istiyorum ama bani siyah ile karşılayacak diye deli gibi korkuyorum. Çabalamaktan boşa küre çektiğimi hissetmekten çok yoruldum takıntılı olmaya başlayacağım diye çok korkuyorum. Göz görmeyince gönül katlanır alışır diye düşünüyorum eğer bir süre daha böyle muallakta olursam konuşacağım yüz yüze yapamasamda yazacağım. Ya var ol sevdiğim sevenim ol yada bırak beni seni unutana kadar görüşmeyelim belki bir gün unutur gülerek hatırlayacağım seni başkasıyla görürsem senin için mutlu olup sevindiğim günler gelir ise işte o zaman seninle tekrar arkadaş olalım diyesim geliyor.
Çünkü şu an sadece benim ol istiyorum bencilce kodlanıyorum benimle ilgilen istiyorum. Bana değer ver bana bunu iliklerime kadar hissettir istiyorum. Biliyorum bencilce ama şu an sadece bencil olmak istiyorum.
2 notes · View notes
duskutuphanesi0-1 · 22 days ago
Text
Her sabah uyanıyorum, ama bir türlü kendimi bulamıyorum. Her şey silik, her şey uzak. Gözlerimi kapatıp seni düşündüğümde, bir zamanlar her şeyin ne kadar gerçek olduğunu hatırlıyorum. Ama şimdi, her şey bulanık. Hangi anı hatırlamalıyım? O gülümsemeni mi, yoksa sesini duyduğumda hissettiğim o huzuru mu? Ama artık her şey o kadar yabancı ki, ne kadar geri gitmeye çalışsam da, seninle geçirdiğimiz zamanlar kayboluyor. Sanki bir yalanmış gibi, bir masaldan farksız
O kadar uzun süre seni bekledim ki, şimdi beklemekten yoruldum. Beklemek, bir şeyin değişeceğini düşünmek ama hiçbir şeyin değişmediğini görmek. Gözlerimdeki bu yorgunluk, belki de seni kaybetmenin acısından. O kadar çok şey söyledim sana, ama şimdi bu kelimeler bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Seninle konuştuğumda her şey güzel, ama sonrasında yalnız kaldığımda ne kadar boş olduğunu fark ediyorum. Şimdi, yalnız kalınca içimde sadece seni arıyorum. Ama ne yazık ki, sen artık burada değilsin.
Bunu kabul etmek zor, kabul etmek istemiyorum. Bir zamanlar her şeyin seninle olacağını hayal ettim. Geleceğimizi düşündüm, ve hep seninle olduğumuzu. Ama sonra bir gün, her şey sona erdi. Sanki bir anda her şey yok oldu. Hangi kelimelerle anlatabilirim ki seni kaybetmenin acısını? Hiçbir kelime yetmiyor. Seninle her şeyin anlamı vardı. Şimdi, senin olmadığın her şey sadece boşluk. Boşlukla kalmak, zaman zaman bir uçurumun kenarında olmak gibi. Ama düşmek istemiyorum, çünkü seninle bir zamanlar burada olmak çok güzeldi. Şimdi, sadece bir hatıra kaldı.
Beni sevdiğini söylediğin o anları hatırlıyorum. Ama o sözlerin ne kadar gerçek olduğunu sorguluyorum. Sevmenin acısı, sevdiğini sandığın birinin seni terk etmesiyle her geçen gün büyüyor. Beni sevmedin, değil mi? Belki de hiç sevmedin. Belki de senin için her şey sadece bir oyundu. Ama ben bunu kabul etmek istemiyorum. İçimde, hala seni seviyorum, hala seninle olduğum o günleri yaşıyorum. Ama zaman geçtikçe, her şey daha da silikleşiyor. Her şeyin anlamı kayboluyor.
Bazen seni hatırladıkça, içimdeki bu acı daha da derinleşiyor. Geceleri seni düşünmek, aslında seni kaybetmekten daha acı veriyor. Seninle geçirdiğimiz zamanlar, bir zamanlar ne kadar gerçekti, değil mi? Ama şimdi her şey bir yalan gibi. Ve ben, her geçen gün biraz daha kayboluyorum. İçimde bir boşluk var, her geçen gün biraz daha büyüyen. Ne kadar doldurmaya çalışsam da, hiç bir şey işe yaramıyor. Seninle olan her şeyin anısı, ne kadar silmeye çalışsam da, hep benimle kalıyor.
Bir zamanlar her şeyin senin etrafında döndüğünü düşünüyordum. Ama şimdi, senin etrafımda olmamanın ne kadar boş olduğunu fark ediyorum. Bütün o hayaller, seninle kurduğum her şey, bir zamanlar bana aitken, şimdi seninle ilgili bir hatıra olmaktan öteye geçemiyor. Ve ben, o hatıraları kaybettikçe seni daha çok seviyorum. Seni sevmenin acısı, bazen gerçekten dayanılmaz oluyor. Ama yine de, seni seviyorum. Ve belki de bu sevgi, hiç bitmeyecek. Her gün biraz daha büyüyecek, ama hiçbir zaman geçmeyecek...
______
Sensiz bir gün daha..
1 note · View note
bornovaliyim · 1 year ago
Text
yalnız, nihilist, melankolik, arsız aşık ve post-travmatik
insanların arasında bir ruh gibiyim, hiç kimsenin beni gram anlamadığını, umurunda olmadığını ve ömrümün sonuna kadar şu kafatasının içinde sebepsizce boğula boğula gebereceğimi biliyorum. insanları kandırarak öne çıkabilirim belki, böyle bir derdim olursa. ki olsa da alper aynı şekilde ölecek, olmasa da.özünde yapayalnız bir şekilde. aslında o kadar anlamı yok ki hiçbir şeyin, eksideyiz. anlamı olmayışının zararı var insana. dünya güllük gülistanlık değil, asla da olmadı. hiçbir şey hiç kimseyi bu günlere getirmedi, zorlukların insanı bir sikim yaptığı inancı kişiyi rahatlatmak ve buhrandan uzaklaştırmak için bir telkin sadece.
ne kadar çabuk ölürsem o kadar iyi aslında, ama ben hala güçlü kalma mastürbasyonunda (döngüsünde) bir korkağım.ucuz tutkularım intihardan uzaklaştırıyor beni.
melankoli melankoli elma dersem çık armut dersem çıkma
muz dersem anasını siktiğim dünyasını benimle birlikte yok et
elma:
-
merhaba sevgili izleyen(ler), yayınımız bugün alperin beyninden gerçekleşiyor. kemerlerinizi sıkı bağlayın. ilk görüntü, alperin ZAYIF, ACINASI, AŞAĞILANMA VE UTANÇ DOLU anlarından sizlere yansıtılıyor. alperin sevgilisinin üvey abisi tarafından bir mal gibi kullanıldığı, bir sikmediğini bıraktığı ve sevgilisinin bu sırada kahkahalar attığı, ve alperin HİÇBİR SİKİM anlamadığı ve yapmadığı o anlar gelsin!
(sahne oynar)
HAHAHA, ne ŞOV ama sayın izleyenler! (seyirciler hep bir ağızdan güler ve kahkahalar uzun bir süre dinmez) işte ben İŞE YARAMAZ diye buna derim! (gülmeye devam ederler)
sıradaki şovumuz... (bu şekilde alperin çocukken annesinden terlikle dayak yediği, babasının korkusuyla titrediği, ortaokulda ve lisede sevdiği ya da sevgili olduğu, ya yakın ya da uzaktan arkadaşlarıyla öpüştüğü ya da flörtleştiği, abisi tarafından istismara uğradığı ve uğruna dayak yerken çenesini kırmasına sebep olan kızın arkadaşına yanladığı ve alperi dövenlerin üstünlüğü ballandıra ballandıra anlata anlata alperi yerin dibine soktuğu ve daha birçok sahne geçer)
GÜLMEKTEN öldük sevgili izleyenler, bu çocuk gerçekten de tam bir fiyasko! tanrı yardımcısı olsun diyoruz ve bugünlük yayınımızı burada sonlandırıyoruz. bu UTANÇ dolu adamın travmatik yayını belki birkaç saat sonra, belki yarın tekrar sizler için yayında olacak. beklemede kalın- dememe bile gerek yok, kalacağınızı biliyorum. bu kadar komik ve acınası bir yayını asla kaçırmayacağınızı biliyorum!
-
ne bir yolum var, ne de varacağım bir nokta. insanlardan bir beklentim de yok. ben ne olduğumu biliyorum ve ne olabileceğimi kestirebiliyorum, hiçbir şey heyecanlandırmıyor beni. ki doğrusu da bu eminim. sonsuza dek kafamın içinde boğulup toza karışacağımı biliyorum, tadını çıkaracağım bir şey de yok artık. iyisi mi ben veda edeyim, bala göte şu hayata doğmuş bir sperme beynimle daha çok ıstırap etmeyeyim.
iyi geceler sevgili izleyenler ve yaşamayı bilmeyenler. kimi suçlarsanız suçlayın, olduğunuz kişiyi en nihayetinde siz seçtiniz. onu ya da bunu suçlayın, fark etmez. ne biri öldü kaldı, ne siz eski sizsiniz artık. kurban zihniyetine girmeyin, varolan acınıza dahasını eklemek için davetiye çıkarmayın. sizi ne kadar güçlü o bu şu sikim yaparsa yapsın bence gerçekten hiçbir şey ifade etmiyor.
0 notes
ritassass · 2 years ago
Text
bunu kimin okuyacağını düşünerek yazıyorum, bilmiyorum. bugün 21. yaşımın ilk günü. bunu aslında dün yazmak isterdim ama bazı yaşamsal kaygilardan ancak şimdi fırsat bulabildim. 20 bana iyi mi gelmişti bilmiyorum. kendimi daha büyümüş hissettiğim, bir şeylerin sorumluluğunu aldığım, söylediğim lafların arkasında durdugum ve işime gelmeyen bir şey olduğunda her zaman kacip gidemeyecegimi, gitmemem gerektiğini öğrendim. ilk kez kendi parami kazandım, bu insana bir yandan güçlü ve özgürlügümsü bi his veriyormuş. bir şeyleri daha az kafama takmaya başladım, kendim için bir şeyleri harcamaktan korkmuyorum. kendimi o harcanan şeye değer olarak görmem gerektiğini öğrendim. değersizlik duygusu öyle işlemişti ki içime aşması zor ama güzel oldu. öyle ya da böyle insan 20'den sonra bi noktada ister istemez büyüdüğünü hissetmeye basliyor. artik 15 yasinda degilsin, ergen değilsin, ergenliğinin ortasında değilsin. yaptigin hareketlerin söylediğin sözlerin arkasına siginabilecegin bir şeye sahip değilsin. 20. yaşımda çok tuhaf tesadüfler beni buldu. geçmişte bırakmayı istediğim şeyler hiç ummadığım yerlerde karsima cikti. garip hissettim ama uzun sürmedi. insan gerçekten ölene kadar sorumluymuş gönül bağı kurduğu her şeyden, her temastan. bunları da kabul ederek yasamayi öğrenmek gerekiyor. bazı eski fotoğraflarıma bakarken bakmak istemediğimi, o beni görmek istemedigimi fark ediyorum. özellikle de kirpiklerimin olmadığı fotoğrafları. o halimden utanıyor muyum bilmiyorum ama o fotoğraflar bunun yaşanmış olduğunu her defasında gösteriyor. ben o hale geldim, o raddeyi gördüm, tahammülüm bitti, tükendim. hâlâ düşününce boğazımda bir düğüm olusmasina neden oluyor ya buna üzülüyorum. geçti demek bana hep erkenmis gibi gelir, ama geçti. geçti. bir şeyi istiyorsan, bir şeyi arıyorsan direkt aradığın şey olarak veya daha başka bir şekilde karşına çıkıyormuş bunu gördüm. insan ne istediğine, ne umduğuna gerçekten özen göstermeli. hicbir şey lutfedilerek çıkmıyor karsimiza. niyetler, istekler, inançlar, ihtiyaçlar. hiçbir şeyin yeri boş kalmıyor, evren boşluk kabul etmiyor. bir insanla ilişkin bittiyse bitmiştir, geri dönüşler, tekrar aramalar, mesajlar, düzeltmeye çalışmalar yersizdir. bir şey olacaksa zaten olacaktır sen ne dersen de ne yaparsan yap bu sonucu değiştirmeyecektir. sevgi, sevilmek elbette çok güzel şeyler ama her zaman seni bulmayacak. hayatta hep olmasını umduğun o müthiş arkadaş grubunu da bulamayabilirsin ama bunlar senin hep alışkın oldugun şeylerdi. sen aynı yolu her gün aynı saatte aynı şarkıları yürüyerek dinlemiş insansın. sen tek başına yillarini, günlerini geçirmis insansın. yıllarca doğum günün kimse tarafından hatırlanmadi tıpkı bu doğum gününde olduğu gibi. sen bunlara alışıksın. o yüzden yorma daha fazla kendini böyle şeylere. günün sonunda yine sen, yol ve sarkilar kalacak zaten. umarım 21 güzel gelir, umarım bu yıl hissettigin başarı hissinin kat ve katını bu yıl hissedersin. umarım bu kadar yalnız kalmazsın demek isterdim ama ne fark eder ki. bu yıl geride bırakmayı düşündüğün her şeyi geride birak ve yeni insanlar için alan aç kendine lütfen. lütfen bir daha yıllarca konustugun ama hayatına hicbir katkisi olmayan o insanlara yazma. onlar hayatında değil, olmayacak. olsalardı zaten olurlardı ama bak yoklar. anla. geride kaldı, bitti. kendine saygın olsun ve bırak. lütfen iyi gel 21. lütfen.
15 notes · View notes
estellamila · 3 years ago
Text
Selam zonzirellalarım, sanal dostilerim. Kıyametin kopmasına bir hafta kalmış gibi hissettiren hayat şartlarına, sıcaklara rağmen umarım iyisinizdir.
Umarım iyisinizdir. Kendime de içimden böyle söyleyip duruyorum umarım iyiyimdir, iyi olurum, olacağım diye. Ama pek de kâr etmiyor sanırım. Üç aydır ne yapıyorsam içinde debelenip durduğum belirsizlik çukurundan birazcık da olsa başımı kaldırıp nefes alabilmek için yapıyorum. Şunu fark ettim ki ben bugüne kadar hiç boşta kalmamışım. Lise, üniversite ardından pat master geldi, bir sonraki aşamayı bilmediğim bir dönem olmamıştı hayatımda hiç. Boş bir söz aslında gelecek bizim için neler hazırlıyor tam olarak asla emin olamayız, sadece elimizden gelenin en iyisini yapabiliriz, işe yararsa ne âlâ yaramazsa düşüp kalkıp tekrar deneriz, denemeliyiz. Ama boşluktan kalkmak çok zormuş.
İyi ki daha öncesinde boş kalmamışım çünkü bana hiç iyi gelmiyor, halbuki aylarca bu boş günlerin ferahlatıcı hayalini kurmuştum. O günlere gelebildim, ölmedim yeey! Üç ay önceki halimi düşününce bu bile tek başına kocaman bir başarı benim için aslında. Hem zaten neden sadece hayatta kalabilmek yeterli olmuyor ki? Çok kızgınım atalarımıza ne vardı yani yerleşik hayata geçecek bir şeyleri sahiplenme yanılgısına kapılacak? Aslında hiçbir şeye sahip olduğumuz yok. Gerçekten bir haftaya kıyamet kopacakmış gibi hissediyorum, o yüzden ne yapsam boş geliyor ne yapsam kıyamete kaç gün kaldı ya ne zaman bitiyor kardeşim hani dünyanın sonuna doğmuştuk diyorum içimden kdkfksks Sonra da devam edesim gelmiyor.
Bir nebze doğru dünyanın sonuna doğduğumuz gerçeği, insanlığın kendi elleriyle hazırladığı bir sona. Tüm diğer etkenleri geriye bırakınca aslında tek ilgilenmek istediğim konu bu, çünkü bence şu an hepimiz tüm insanlar, devletler, şirketler iklim değişikliği için ellerinden gelenin en iyisini yapmalı. Belki de bitkilere sevdam da buradan geliyor veya tam tersi. Dilim şişmiş yine benim djfksks neyse
Önceden buraya yazmasam bile bilgisayara telefona bir şeyler yazardım içimi dökmek için. Geç olsun güç olmasın demek isterdim ama hem geç hem de güç geliyor her şey. Kendi hayatıma geç kalmışım sanki beni hayalini kurduğum hayata götürecek olan bir trenin gelip gidişini komada gibi izlemişim de üzerine de o göz göre göre kaçırdığım trenin son tren olduğunu öğrenmişim gibi bir his.
İşin aslının böyle olmadığını biliyorum, daha yirmi beş yaşındayım yakın zamanda ölür müyüm bilmem ama eğer yaşarsam hayatımı rayına koymak için aslında vaktim var, ama tembellikten mi yorgunluktan mı yoksa havuz başında mankenlikten mi djfksks bilmiyorum ama elimden hiçbir şey gelmiyor ve gelmeyecek gibi hissediyorum. Belki de oyuna başlamadan yenilgiyi kabullenmek kolayıma geliyor, çabalamazsam başarısız olmam gibi saçma bir düşünce ile. Halbuki tam tersi çabalamayınca direkt başarısız oluyorsun. Çok yoruldum, bu boşluğun içinde debelenip durmaktan, biri beni uzaya fırlatmış da bir nefeslik oksijen aramak için debelenirken boğuluyormuşum gibi.
Evde de her şey karman çorman. Kendimi buraya zaten hiç ait hissedememiştim ama şimdi üzerimden atmakta çok zorlandığım daha beter bir yabancılık var üzerimde. Annemin depresif hâli beni çok üzüyor. Ve kendimi gözlemleyince onun depresif hâlinin benim depresif hâlimle birleşip büyüdüğünü hissediyorum, depresyonlarımız birbirini cesaretlendiriyormuş gibi sjfkskdks. Onun hayattan ve kendinden vazgeçmiş, zamanının çoğunu dizi ve filmlerle kendini uyuşturarak geçirdiğini görmek beni çok üzüyor. İkimiz de kendi sis bulutlarımızın içinde zamanımızın dolmasını bekliyor gibiyiz. Sürekli iç çekiyoruz, bir şey yokken bile gözlerimiz dolabiliyor, aslında bir şey yokken demek çok saçma ikimizin de kendine ait kocaman dertleri var şimdilik ikimizin de elinden pek bir şey gelmiyor ya da biz öyle olduğuna inanarak çabalamaya çalışmaktan kendimizi vazgeçiriyoruz.
En son ne zaman gerçekten tam anlamıyla kendimi iyi hissettim hatırlayamıyorum bile. Bir daha kendimi gerçekten iyi hissettiğimde takvime not alacağım mesela en son milattan önce 3948 yılında iyi hissettim gibi skkfkska
16 notes · View notes
otadam · 2 years ago
Text
oyunu bencilce oynadığında her şey aleyhine çalışır insanın: aşkta ısrar edemez ya da şefkat talep edemezsin.
sonunda vermeye razı olduğunu almakla yetinmek zorundasın ki genellikle, hiçtir elde ettiğin..
Dönüp bakınca kaybettiğin ve kazandığın arasında fark kalmamıştır.
insan aldığı kadarını veriyor, verdiği kadarını alıyor, artık cümleyi nasıl okursan..
Saçmasapan cümlelerin kuruldu��u saatlerde girmiş bulunmaktayız ki, her insan da bu saat farklı olabiliyor, benim ki de 23:40 işte, vardiya öncesi işçi hareketliğini, servisin yanaşması, soyunma odalarına giriş gibi düşünün.
gece yarısından sonra çok daha fazla saçmalarım ki bu saçmalarım cümlesini biraz daha kurarsam anlamını yitirecek, deneyin göreceksiniz, herhangi bir sikindirik cümleyi birden değil ondan fazla tekrar edince berbat bir hal alıyor, ben denedim öyle oldu.
ben de 5ten sonra oluyor bu, demek ki çok tahammülüm kalmamış artık.
her neyse ne diyordum ben ?
gerçi bu yazının bir amacı yok, bir süre sonra bırakıp,ayyaş gece gece yazmış birşeyler kıvamında düşünceleriniz olacak ki, bu sizin sorununuz ben siz okuyun diye yazmıyorum bunları zaten, kendim istediğim için yazıyorum, çünkü bir süre sonra yazmayı bırakacağım burada, temelli bir bırakış olacak, bırakış ne demek hem, bırakmak olacak desem de olurdu ama bırakış dedim.
eskiden leman okurdum, uzun süre devam ettim bu duruma bu arada leman bir dergi oluyor, z kusağından biri buraya kadar okudu ise bilmiyor olabilir,
dergi de hangi yazar cizer tutarsa hemen ona yeni bir dergi çıkardılar.
benim favorim bahadırdı, kafasını seviyorum, güzelde çizer, neyse bahadıra buradan selam göndersem sallamaz, zaten ben de göndermem selam filan.
arasıra saçmasapan çizgi filmler izliyorum, netflix hesabım olmadığı için netten bulup bakıyorum, he-man serisini yeniden çekmişler sanırım, garip olmuş bana göre, yeni versiyonu gölgelerin gücüne gidebilir, olmamış yani.
güç yüzüklerini izledim bir ara,o ne sikik dizi öyle bir halta benzemiyor, hiç beklediğim gibi de çıkmadı.
hala finalini izlemediğim birkaç dizi var ki izlemeyi de düşünmüyorum,
Bir de asla izlemediğim ama tüm konusunu bildiğim bir film var ki şu yaşamda es kazara maganda kurşunu veyahut herhangi bir aksiyonla ölmezsem, ölmeden önce tek başıma izleyeceğim bir film.
size bu saatte bunlarla niye geliyorum ?
sen buraya kadar okuyup ne anladın ?
sanırım hiçbirşey anlamadın bir şey ayrı yazılır bilerek bölmedim onu gerçi bir çok şey ayrı yazılıyor ama tdk bu saatte görevde değildir.
az önce sorduğumu birazdan yine soracağım ki umarım hala devam etmiyor olursun.
mesajın içine bir mesaj gizledim, 140+ ıq sahibi isen kesin çözersin, buradan şunu çıkarma, 140 ıq sahiplerinin çözeceği bir bir mesaj bıraktı isen senin ki kaç ? bana gelişi 85 ama benbiraz geliştirdim onu zamanla şimdi 95 filandır, ortamala gorilden birkaç tık uzak işte, sonuçta onlar işaret dili biliyor ben bilmiyorum. bak konu ne kadar saçma ilerlemeye başladı, gerçi bu mesajı çok tutmam burada..
yaşamın be insanlığın garip bir döngüsü var, biraz dikkatli bakınca çözüyorsun, ben çözemedim ama var birşey ona eminim.
yazının başında ikinci kadehti bu kısıma gelene kadar 5. oldu.
Fark ettin mi ikinci diyorum 5.ci yazıyorum niye 2 kullanmadım ?
140 ıq ? ayıktın mı ? şifreyi çözersin eminim.
sonunda bir de şifre yokmuş tamamen trollüyormuşum..
şaka, vardır şifre filan, insanuğraşınca birşey çıkarır zaten, hep öyle yapmıyormuyuz ?
kendi beynimizde inandıklarımıza inanıp insanlara bakıyoruz, çünkü başka birinin zekasını ölçerken kendi zekamız baz.
sırf bu yazıya bir anlam katmak için aslında biri içinyazdım o anlar deyip konuyu kapatabilirim.
belki de öyledir bilemeyiz değil mi ?
hala okuyor musun ?
ben olsam direk son beş satırı okurdum ki bu son beş satırdan bir satır olmayacak.
o yüzden gidip son beş satıra bakma, orada birşey yok, az önce şifrenin bir bölümünü kaçırdın..
bu işi ben iyi yaparım dediğim tek iş iyi yemek ve içmek.
etrafında olan beş kişi senin zekanın ortalamasını verir yazmıştı biri, neye göre analiz etti bilmem.
benim çevrem de 5 kişi yok ne yapacağız ?
50 şarkılık bir playlist hazırlıyorum, uzun yılların bilgi birikimi ve deneyimi ile demeyeceğim, baya dinlediğim keşfettiğim şarkılardan bir liste yapacağım, şarkı isimlerinden akrostiş yaptığımı düşünebilirsiniz..
akrostiş nasıl bir kelime cidden, insan bunun adını zor hatırlıyor,gerçi bunun divan edebiyatı şekli var o daha beter
muvaşşah..
beş kere arka arkaya hızlıca söylebilene helal olsun.
bu mor vampirden ve eski boksörden daha zormuş cidden.
bunlar ne ki ?
hz.google söyler size.
neyse sen hala okuyor musun bunu ?
cidden helal olsun..
bu mesajın sonunda eline geçen tek şey kaybettiğin zaman olacak.
ve sana evrenin gizli mesajı.
42
Ben sana son 5 satırı oku demiştim..
5 notes · View notes
beyazmantoluu · 4 years ago
Text
Bir şeyler yazacağım ama podcastin içeriğinden biraz bahsetmiş gibi olacağım. O yüzden eğer dinlemek isteyen olursa yazımı okumadan dinlemesini tavsiye ederim.
Dışarıya çıktığım zaman çocuklarla konuşmadan eve dönmüyorum. Mutlaka bir şeyler söylüyorum hiçbir şey yapamasam merhaba diyorum. Sonra her ağacı, her çiçeği inceliyorum. Hatta yeni yeni tohum aramaya da başladım. (hayatımda güzel başlangıçlardan biri bu ve buna heveslendiren kalbe teşekkür ederim 🌞) sonra onların renginden dokusuna kadar her şeyini heyecanla yanımdakilere anlatıyorum. Onlar da görüyor ama benden de dinlesinler, ben de onlardan dinleyeyim beraber heyecanlanalım istiyorum. (kardeşlerim benimle bu konuda uğraşıyorlar hep 😒 ayy buluta bak ay ağaca bak diyerek dolanıyormuşum. Bunda tuhaf olan neyse :ı) Daha sonra alışveriş yaptığım kişiyle merhabalaşmayı, teşekkür etmeyi, keyifli bir gün dilemeyi seviyorum. Çok şaşırmıştım bir arkadaşım " neden teşekkür ediyorsun parasını verdin, bedava vermedi" demişti. Çok tuhaf değil mi? Sonra bir keresinde yağmur çok yağıyordu. Şemsiyem de yoktu. O gün hatırlıyorum mutluydum. Yağmurdan mı emin değilim. Hemen bir yere girip şemsiye aldım, çıkarken beyefendiye gülümseyerek (biraz içimdeki enerjiyle fazla gülümsemiş olabilirim) teşekkür etmiştim. Şaşkın, sorgular gibi bir gülümseme de onun yüzünde kalmıştı. Sonra kendimi ister istemez kötü hissetmiştim; acaba yanlış mı anlamıştı? Son zamanlarda özellikle çocuklarla olan muhabbetimi sorgulamaya başlamıştım. Çünkü çevremde hiç kimse böyle değil ya da etrafı durup izlediğimde kimse çocuklarla sohbet etmiyor, her ağaca, çiçeğe dokunmuyor, buluta, aya benim kadar heyecanlanmıyor. Ben bunları yapmaktan çevrede ne olup bitiyor görmüyorum bile çoğu zaman. Acaba bu değiştirmem gereken bir özellik mi diye düşünürken (ki neden sorguladığımı daha doğrusu hangi yönüyle sorguladığımı bilmiyorum) bu podcast çıktı karşıma. Dinledikçe şaşırdım çünkü tam olarak içinde bulunduğum durumla ilgiliydi. Podcastte "flörtleşmek" olarak bahsettiği için ben de o şekilde bahsedeceğim. Çocuklarla, çiçeklerle, ağaçlarla, ayla, yanımdaki insanla, dondurma aldığım abiyle flörtleşmek bana inanılmaz enerji veriyor. Eve döndüğümde içim kıpır kıpır oluyor. Yaşadığımı hissediyorum, iliklerime kadar. Buralardaki daha doğru ifadeyle karşılaştığım esnaflara teşekkür ederim ama soğuk ve sessiz bir rica ederim karşılığı alırım. Bu da tüm enerjimi alan bir durum. Fakat dondurmacı bir abi var, Kahramanmaraş'tan gelmiş. Güler yüzlü ve rahatsız etmeyen bir samimiyeti, aynı zamanda nerede durması gerektiğini bilen bir üslubu var. Oradan hep çok enerjik ve mutlu ayrılıyorum. Ne konuşuyorsunuz sanki o kadar diyecek olursanız hiçbir şey. Sadece teşekkür, rica ve iyi günler dilemek. Fakat bunlar içten olunca üstüne karşındaki insanın bunu farklı yönlere çekmeyeceğini bilmek o kadar fark ediyor ki.. Abiyle sohbet etme isteği uyandırıyor bende.
Fakat podcastte dediği gibi biz her şeyi bir noktaya indirmişiz. Bir kısmında örnek verdiği kediyle oynamak mesela bunu dahi ilişkilere bağlayabilen insanlar var. Bu ve hanımefendinin bahsettiği diğer konular beni çok yoruyor. Her ne kadar dışarıdayken bunları artık duymuyor olsam ve ne düşünürler diye hareketlerime dikkat etmesemde aslında bu sorgulama hâlimin bundan kaynaklı olduğunu biliyorum. Dinledikten sonra bu hâlim de kalmadı ve kendime biraz daha yaklaştım.
19 notes · View notes
kur-an-ve-risalei-nur · 4 years ago
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
Evlenirken beklentileriniz neydi?
Ailenizden kurtulmak, anne olma arzusu, yakışıklı bir eş hayali… Yada Leyla ve Mecnun’un aşkı gibi bir aşk mı beklemiştiniz? Zaten evliliği anlatan bir dolu afâki hikaye sizin beklentilerinizi yükseltmişti değil mi?
Evlilik ömür boyu aşk mıydı?
Hep göz göze diz dize geçirilen bir ömür müydü?
Yoksa
meşhur “Tuzlu Kahve” hikayesinde anlatıldığı gibi, karısının tuzlu kahvesini ömür boyu severek içen bir eş mi hayal etmiştiniz?
Evliliğin biraz katlanmak ve taşımak olduğunu belkide hiç düşünmemiştiniz…
Rabbimiz Kur’an’da kadınlar ve erkeklerin birbirine örtü olduğunu buyuruyor.
Bunun anlamına kafa yordunuz mu daha önce? Hani sadece özel konularda mı erkek ve kadın birbirine örtüdür?
Sanki Rabbimiz bizlere:
“Siz kulsunuz, erkek veya kadın ama aciz ve eksiksiniz. Hatasız olamazsınız, mükemmel değilsiniz. Birbirinizin hatalarını örtün, birbirinizi tamamlayın” dermiş gibi geliyor bana.
Bunu içselleştirdiğimiz zaman beklentilerimizi en aza indirmeyi,
kendimizi tam görmemeyi ve karşımızdakini eksikleriyle sevmeyi öğreneceğiz belki.
İnsan mükemmele yani cennete odaklı…
Bu yüzden sancılarımız,
şikayetlerimiz,
elimizde olanla yetinemeyişimiz bu yüzden. Sanıyoruz ki,
herkes bizden daha iyi,
bizden daha mutlu.
Çoğunun sıkıntısı yok sanıyoruz…
Söyleyin bana;
Siz gerçekten sıkıntısız,
sorunsuz bir evlilik gördünüz mü? İnanın ben görmedim.
Çünkü burası imtihan dünyası.
Bir şekilde sınanıyoruz hepimiz.
El ele tutuşan her çiftin mükemmel bir evliliği var zannetmeyin.
Eşine toplum içinde “canım cicim” diyen, araba kapısını eşine açan, ağzı bol laf yapan her erkeği beyefendi ve iyi bir ev erkeği sanmayın.
Her doğum gününde,
evlilik yıl dönümünde elinde çiçekle eve giden adam gerçekten adam gibi bir adam mıdır acaba? Yada bu, adam olabilmenin şartlarından mıdır?
Çok farklı insanları tanıdığım ve pek çok hayat hikayesine direkt veya dolaylı yollarla şahit olduğum için kendimi çok kısmetli buluyorum
buna rağmen evlilik güzel şey…
Kimse mükemmel değil,
hiç bir evlilik kusursuz değil ama evlilik güzel şey doğrusu.
Elbet inişler çıkışlar olacak,
bağırmalar,
küsmeler,
kırılmalar olacak.
Aynı noktada buluşamadığımız,
bir karara varamadığımız zamanlarımız olacak. Fakat yine tüm güzellikleri, sıkıntıları beraber yaşamanın, aynı evi paylaşmanın hazzına varacağız.
Bir olmak,
beraber olmak,
eşi benzeri olmayan bir mutluluktur…
Acele etmeyin ne olur…
Evliliğin ilk yılları hep sancılı geçer ama bunların çoğu zamanla azalır. “Olmaz, yürümez” dediğiniz bir bakarsınız oluvermiş. Her insanın farklı bir karakteri var.
Eşinizin beğenmediğiniz yönleri olsa da , beğendiğiniz tarafları da vardır kesin.
Ve evliliğinizde ne kadar sorun varsa, bilin ki; sizden daha beterleri,
sizin hayatınıza özenen birileri de var… Konuşmak kadar bazen susmak da gerekir. Egoları bırakıp alttan almak, onurunuzu zedelemeden fedakarlıklar yapmak çoğu kez evlilikleri kurtaran faktörlerdendir.
Evlilikler gereksiz yere yıpratılıyor…
En güzel yıllarını,
borç harçla geçiriyor çoğu çift
Gösterişsiz bir yemekle, asgari masrafla bir düğün yapılabilecekken,
kız tarafı istiyor da istiyor… Yok şu model gelinlik,
şu kadar altın,
son model ve eksiksiz eşyalar,
falanca yerde balayı dayatmaları.
Dünya görüşü ne olursa olsun fark etmiyor artık.
Hemen herkes aynı şeyleri istiyor.
Aleme caka satacağım, üç beş günlük keyif yapacağım diye tonla borcun altına giriliyor. Kız anneleri yangından mal kaçırırmış gibi, ne koparırsan kârdır gibi bir
yaklaşım içine giriyor. Sonra eşlerin birbirine alışma safhaları borç yüzünden,
tatsız düğün hatıraları yüzünden zehir oluyor. Hatta sırf bu yüzden evlilikler boşanmaya kadar gidebiliyor.
Allah’ın rızasını gözeterek attığınız her adımda ALLAH size yardım edecektir.
O’na güvenirseniz kopmayan sağlam bir kulpa yapıştınız demektir.
Böylece aşılmaz sandıklarınız aşılır.
Nice yokuşlar düzlüğe döner biiznillah
Ve her şeye rağmen evlilik,
evsizlikten iyidir diyorum..... Emin olun kimse tam değil,
insanların açamadıkları ne sırları, anlatamadıkları ne dertleri var kimbilir.
Kimi eşinin çok konuşmasından,
kimi çok sessiz oluşundan,
kimi asabiyetinden,
kimi titizliğinden şikayetçi.
Kimi “aileme değer vermiyor”, kimi “beni anlamıyor”, diyor…
Allah kadını ve erkeği farklı yaratmış.
Siz karşınızdakinin sizin gibi düşünmesini, her olaya sizin pencerenizden bakmasını, tepkilerinin sizin ki gibi olmasını beklerseniz, hatayı baştan yapmış olursunuz.
Erkek ve kadının hayat yarışında farklı kulvarlarda koştuğunu ve
pek çok konuda farklı olduğunu idrak etmemiz şart.
Kocanız sizi ölümüne sevsin mi istiyorsunuz?
Ya da sizin için ölmeyi bile göze alır diye mi düşünüyorsunuz?
Evlilik bir peri masalı değil,
ömür boyu süren bir aşk hikayesi değil, dizilerdeki,
romanlardaki,
rüyalardaki gibi değil evlilik…
Kimse eşi için çöllere düşmüyor.
Kimse “aşkım” diye dağları delmiyor.
Ve hiç kimse eşini nefsinden daha fazla sevmiyor…
Yeni evli veya evlenecek olanlarımız lütfen evliliği sadece bir aşk yuvası sanmayalım.
Evlilik biraz da kabullenmektir aslında. 1.5 yıllık evli bir tanıdığım
” İstediğim böyle bir evlilik değildi” demişti. İstediği gibi bir evlilik zaten yoktu ama o bunu fark etmiyordu.
Boşanınca daha mutlu bir evliliği olacağını, süper birini bulacağını sananlar ne kadar yanılıyorlar.
Her şeye rağmen evlilik güzel şey ....
Sevdiklerinizle birlikte harika güzel sohbetler diliyorum...🌺
____________°🌺💞🌸°______________
🎀
82 notes · View notes
perdiolacabeza · 3 years ago
Text
Tumblr media
Bilirsin işte, herkes bazen bir şeyleri kaldıramadığından şikayetçidir. Herkes bazen dibi görür. Kimisi orda ölür kimisi uğraşır tekrar güneşi görür. Cümlede adı geçen, insanları boğan dip benim. Bazen de o dipteyim. Güneş olmayı da denedim. Yine deniyorum. Çünkü uğruna yaşamayı seçtiğim insanlar var. Ağlayarak bazen de sızlayarak ışık olmaya çalışıyorum. Belki bir kişiye bile olsa ufak bir yardımım dokunacak.. Onların orda kalmasına gönlüm razı gelmiyor. Biliyorum çünkü oranın ne denli berbat olduğunu. Oradayım. Çıkamıyorum. Ölümüm olacak belki. Geçen sene bu zamanlar, burdan başka bi yerde öleceğim diye yazmıştım. Henüz şimdiki kadar dipte değildim. Sıkıldım demiştim ya, hakikaten sıkıldım yahu! Adım dahi atasım yok. Onlara ışık olacağım diye zifiri karanlığa büründüm. Kayboluyorum. Kimse fark etmiyor. Bazen bundan nefret ediyorum. Yine o adam geldi aklıma. Çabalamıştı be.. Yaşamak istemişti. Tutunamadı belki de. Kim bilir.. Ya o aklıma kazınan alıntı ne olacak? Her fırsatta kemirip duracak mı beynimin kıvrımlarını? Onların istediği biri olamayacak mıyım? Kendi istediğim gibi biri olayım öyleyse! Hayır canım.. Onu da beceremem ki. İstersen yapardın hani?! Olmuyormuş demek ki.. Pes etmezdin sen! Nerde o kararlı ifaden? Söndü görmüyor musun? Öldürdüler onu. Tabularının altına kaldı. Battıkça battı battıkça batırıldı. Nefes alsa aldığı nefesi yakıştıramadılar bedenine.. Kör dediler, deli dediler.. Aptal mısın da dediler. Kendine gel dediler. Biri de çıkıp yolu göstermedi. Kendini ararken kayboldu yahu! Daha nasıl bir kayıptan söz edecektik? Şimdi sorsan yine canım insanlar diye gireceğim söze. Nefret edemem beni bilirsin. O duyguyla ne yaptıysam anlaşamadım. Hiç kin tutamadım yoldan geçen herhangi birine. Ölmek istiyorum dedikçe ne kadar yaşamak istediğimi göstermek istedim aslında. Kitaplarıma dokunmasınlar istedim. Dünyama adım atmasınlar.. Nihayeti mi? Nihayetinde dünyamın sonuna geldik. Artık oraya ait de hissetmiyorum. Dün gece ağlamıştım. Neden herkes gibi olamıyorum diye. Canıma dokundu yahu! Hiç böyle batmamıştım. Tanırsın beni. Hiç şimdiki kadar mutlu da görünmemiştim.. Söyle şimdi tüm o eleştirdiğim şeylere dönüşüyor muyum dönüşmüyor muyum? Neden herkes gibi olamıyorum? Ya da en azından kendi istediğim gibi olayım! Yok yahu yok.. Bu mekan elverişli değil onun için. Sıkıldım. Şarkılarımdan da sıkıldım. Yazmaktan da sıkılıyorum artık. İfade mi edemiyorum kendimi? Hayır hayır.. Kötü şeyleri düşünmemeliyiz. Unuttun mu? Gitmeyeceğiz. Bırakmayacağız onları.. O defteri dolduracağımız kadar çok anı biriktireceğiz. Yeter mi ömrümüz? Ya da hevesimiz? Bu düşünceler öldürmüştü onu da hatırladın mı? Dostunuzdu. Sizi de mi öldürsün istiyorsunuz? Hayır.. Hayır.. Hayır.. Bir çözümünü bulacağız. Halledeceğiz.. Halledeceğiz be.. Halletmeliyiz. Daha önce halletmiştik. Kelime anlamını mı yitiriyor? Halledeceğiz yine de. Hepsini halledeceğiz. Ya onlar bizi hallederse.. Sil o şarkıyı da. Posterleri de atmalısın belki. O hesabı da kapat. Fazlalıkları at gitsin. Kambur kalacaksın o ağırlığı taşımaya devam edersen. Ya o zaman nasıl halledeceğiz?
4 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years ago
Text
Heavenly Blessing – 175. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 175: On Bin Tanrı Mağarası, On Bininin de Yüzü Aydınlatılıyor
Onun bu kadar alındığını görünce Xie Lian kafa yordu ve yol gösterici bir tavır almaya karar verdi. “Aslında, o kadar da abartılacak bir şey değil…”
Mu Qing dudak büktü. “Haklı olduğumu biliyordum! Eğlendin mi? Benim rol yapmamı izlemek hoşuna gitti mi? HA???”
Artık birbirlerine karşı dürüst oldukları için, yepyeni ama gerçek bir tavırla saldırıyordu. Diğer kenardaki Nan Feng, hayır, Feng Xin de ilk başta utanmış görünmüştü ama artık Mu Qing’i dinlemeye dayanamıyordu. “Laflarına dikkat et!”
Mu Qing solgun yüzlü ve utangaç birisiydi, kanın başına sıçradığını görmek çok kolaydı ve şimdi tüm yüzü kızarmıştı. Başını hızla ona çevirdi. “Neye dikkat edeyim? Seninle de dalga geçtiğini unutma! Ben senin kadar cömert değilim, bunca zaman birisinin eğlendirip sonra şikayet etmeden duramam!”
“Kendinizi rezil etmenizi falan izliyor değildim.” Dedi Xie Lian.
Feng Xin de ekledi. “İnsanları kendin kadar dar fikirli sanma. Bulaştığım boktan işler seni Cennet’in Hapishanesine attığı zaman bile Ekselansları sana yardım etmeye çalıştı…”
“HA! Vay be, çok teşekkürler. Ama benim hapse düşmemin tek sorumlusu senin oğlundu! NE! DÖVÜŞMEK Mİ İSTİYORSUN?! OĞLUN OLMASINDAN KORKMUYORSUN DA BAHSİNİN GEÇMESİNDEN Mİ KORKUYORSUN??”
Oğlunun konusunu açtığı için Feng Xin sahiden ona bir tane geçirmek istiyordu. Ne yazık ki üçü de örümcek ağlarıyla sarılmış durumdaydılar, bu nedenle kılını bile kımıldatamıyordu ve tek yapabilecekleri birbirlerine küfretmekti, tüm nezaket kuralları ve zarafetleri yok olmuştu.
Xie Lian Feng Xin’in yüzünün öfkeden kızarmaya başladığını fark etmişti ve kendisini kaybettiği anda savaş tanrılığını bırakıp sokak ağız dalaşlarına düşeceklerinden korkuyordu. Bu nedenle biraz kımıldandı, birkaç kez döndü ve Mu Qing’in yanına gitti. “Mu Qing, Mu Qing? Biraz dönebilir misin?”
Mu Qing bağırmayı bıraktı ve bir nefes aldı. “Ne istiyorsun?”
“Feng Xin çok uzakta, oraya kadar gidemem, ama bu örümcek ağları dişlerle kesilebildiğine göre deneyip senin ellerini serbest bırakmaya çalışacağım.” Diye açıkladı Xie Lian.
Mu Qing bir an ona ters ters baktı, yüz ifadesi bir anda cenneti izleyen ölü bir balık kadar soğuk hale gelmişti. “Hayır teşekkürler.”
“Sahiden yardım etmek istiyorum.” Dedi Xie Lian çaresiz bir şekilde.
“Ekselansları bin altınlık bir beden taşıyor, yüceliğini böyle bir şeyle lekeleyemem.” Dedi Mu Qing soğuk bir şekilde.
Feng Xin küfretti. “NE SAÇMALIYORSUN SEN! BÖYLE BİR DURUMDA BİLE KİNAYELİ KONUŞMASAN OLMUYOR MU?? SANA YARDIM EDİYOR, SENİ KURTARMAYA ÇALIŞIYOR, SANA NASIL BİR BORCU OLABİLİR HA?!”
Mu Qing başını kaldırdı. “Kim ondan yardım istedi? Xie Lian! Her seferinde böyle şartlarda mı karşılaşmak zorundayız??”
Xie Lian geriledi ve aniden belli belirsiz bir şekilde uzun zaman önce Mu Qing’in ona aynı soruyu sorduğunu hatırladı. O zaman ne cevap vermişti? Hatırlamıyordu.
“Böyle zamanlarda gelmem bir problem mi?”
Mu Qing sırt üstü uzandı. “Her şekilde, senin yardımına ihtiyacım yok.”
“Neden?” Xie Lian sorguladı. “Bazen ayağa kalkmak için başkalarından yardım almamız gerekir.”
“Onunla nefesini tüketme.” Dedi Feng Xin. “Sadece bir gösteriş budalası, senden yardım alırsa utanacağını düşünüyor.”
Mu Qing ve Feng Xin bir yanda birbirlerine düşmüşken, diğer tarafta hayalet kelebek Xie Lian’ın yanında sakince dans etmekteydi, soluk ışığıyla parlıyordu, acele etmiyor ve sakindi. Bu da Xie Lian’ın aklına bir şey gelmesine neden olmuştu, bu yüzden hemen konuyu değiştirdi. “Kavga etmeyi kesin, ikinizde. Eğer başkaları sizi böyle görürse artık komik olmaz. Birazdan birisi bizi almaya gelecek.”
Mu Qing alayla güldü. “Bu cehennemde ne cennet ne dünya sesimizi duyar, bizi kurtarmaya kim gelecek? Tabi bir…”
Sözlerini bitiremeden aklına birisi gelmişti ve düşüncesini sonlandıramadan ansızın durdu.
Feng Xin ise doğrudan sordu. “Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru yanında mı?”
Mu Qing şüpheliydi. “Ona bu kadar mı güveniyorsun? Geleceğinden emin misin?”
Xie Lian emindi. “Gelecek.”
Her ne kadar Hua Cheng tüm yol boyunca tuhaf davranmış olsa da, ve birkaç kez de onun sahte Hua Cheng olduğunu düşünmüşse de, içgüdüleri ona bunun imkansız olduğunu söylüyordu.
Mu Qing ekledi. “Gelse bile, bu mağarayı bulabilir mi?”
Feng Xin öneride bulundu. “Neden biraz bağırmıyoruz? Ne kadar çok kişi bağırırsak sesimiz o kadar gider.”
“Gerek yok.” Dedi Xie Lian. “Sadece oturup bekleyeceğiz. Hayır, uzanıp bekleyin. Hua Cheng ve beni bağlayan kırmızı bir ip var…”
Cümlesini tamamlayamadan Feng Xin ve Mu Qing’in yüzlerinin titrediğini gördü, sanki kulaklarına böcek kaçmış gibiydiler.
“…Neyiniz var?” Diye sordu Xie Lian. “Yanlış anlamayın. Bahsettiğim kırmızı ip ‘kaderin kırmızı ipi’ gibi bir şey değil, bir ruhani eşya. Sadece bir ruhani eşya.”
Ancak o zaman yüzleri tekrar normale döndü.
Feng Xin cevapladı. “Ah, anlıyorum.”
Diğer yandan Mu Qing ise şüpheliydi. “Ne tür bir ruhani eşya bu? Ne işe yarıyor?”
“Oldukça faydalı bir şey.” Dedi Xie Lian. “Her ikimizin de ellerine görünmez bir şekilde bağlanmış kırmızı bir ip. Birbirimizi bulmak için kırmızı düğümü kullanabiliyoruz, diğer taraftaki kişi nefes aldığı sürece ip hiç kopmuyor…”
Sözlerini tamamlayamadan, ikisi de daha fazla dinlemeye dayanamayarak lafını kestiler.
“BUNUN ‘KADERİN KIRMIZI İPİ’NDEN NE FARKI VAR? TAM OLARAK AYNI ŞEYLER!”
Xie Lian şaşırdı. “Hayır, hiç sanmıyorum… farklılar!”
“Biraz düşün lütfen, nesi farklı? Tamı tamına aynı şey, değil mi?!” Mu Qing haykırdı.
Xie Lian bir süre düşündü ve bunun doğru olduğunu fark etti! Düşünmeye devam ettikçe bu ruhani eşyanın anlamı ve fonksiyonun ‘kaderin kırmızı ipi’yle oldukça benzer olduğunu anlıyordu. Tam kafa yormaya devam edecekti ki yukarıdan bir ses yükseldi.
“Gege? Aşağıda mısın?”
Sesi duyduğu anda Xie Lian rahatladığını hissetti ve hemen başını kaldırdı. “SAN LANG! BURADAYIM!” Ardından çukurdaki diğer ikisine döndü. “Gördünüz mü? Size gelecek demiştim.”
Onun ne kadar mutlu göründüğü fark edince, hem Feng Xin’in hem Mu Qing’in yüzü karmaşık bir hal almıştı. Hua Cheng başını çukura uzatmamıştı ama hepsi onun çaresiz sesini duyabiliyorlardı. “Gege, sana koşma demiştim. Şimdi ne yapacağız.”
Onun ses tonunu duyunca Xie Lian şaşırdı ve sevinci kursağında kaldı. “Ne? Bu örümcek ağı o kadar güçlü mü? E-Ming kesemez mi?”
Sanki Hua Cheng’in kısık bir sesle “Zor olan ağ değil…” Dediğini duyar gibi olmuştu ama emin değildi.
Kısa bir süre sonra Hua Cheng yumuşak bir sesle konuştu. “E-Ming şu anda iyi bir durumda değil.”
Xie Lian bunu tuhaf bulmuştu, E-Ming en son gördüğünde gayet iyi ve enerjiyle dolu değil miydi? Nasıl şimdi kötüydü?
Hemen yanında Mu Qing homurdandı. “Artık sormana gerek yok. Nasıl E-Ming’i kötü bir durumda olabilir ki? Açık açık bahane üretiyor.”
“Öyle söyleme.” Dedi Xie Lian.
E-Ming’in cezalı olduğunu ve Hua Cheng’in onun dışarıya çıkmasına izin vermediğini düşünmek daha makul geliyordu. Tam aklından bunlar geçerken yukarıda siyah bir gölge belirdi ve bir an sonra kırmızıya bürünmüş bir figür Xie Lian’ın hemen yanına sessizce indi ve elini tutmak üzere uzandı.
Xie Lian bakışlarını ona çevirdi ve aceleyle konuştu. “San Lang, neden sen de atladın? Örümcek ağlarına dikkat et!”
Sahiden de çukurun dibindeki beyaz ipek iplikler saldırıya geçmişlerdi. Hua Cheng başını çevirmeye bile tenezzül etmedi. Öylesine elini salladı ve yüzlerce hayalet kelebek belirerek arkasını korudu, kelebeklerden bir zırh oluşturmuş ve yorulmadan örümcek ağlarıyla savaşıyorlardı. Hua Cheng, Xie Lian’ı saran beyaz ipek bağları kesti ve sol kolunu onun beline doladı, sağ elinde ise kırmızı şemsiye belirdi.
“Hadi gidelim!”
Geride kalan ikili ise onları kurtarmaya hiç niyeti olmadığını fark ettiler ve şaşkına döndüler. “İkiniz bir şey unutmadınız mı?”
Xie Lian daha konuşamadan Hua Cheng arkasını döndü. “Ah, sahi.”
Ardından sımsıkı sarılmış Fang Xin doğrudan eline uçtu. Hua Cheng kılıcı Xie Lian’a uzattı. “Gege, kılıcın.”
“…”
Unuttuğu bu muydu?
Feng Xin ve Mu Qing aynı anda haykırdılar. “HEY!!!”
Hua Cheng Xie Lian’ı daha da yakınına çekti, sağ elini savurarak şemsiyeyi açtı. “Gege, sıkı tutun.”
Ve şemsiye yükselmeye başladı, ikisini yukarıya taşıyordu. Xie Lian söylendiği üzere ona sımsıkı tutundu ve tam yerden altı metre kadar yükselmişlerdi ki diğer ikisinin haykırışları yükseldi ve Xie Lian gülse mi ağlasa mı bilemedi. “Unutmadım!”
Ardından sağ eliyle RuoYe’yi serbest bıraktı. İpek sargı kendisini iki devasa kozaya birkaç kez sardı ve onları da beraberlerinde çukurdan çıkarttı. Yarı yolda Feng Xin seslendi. “BEKLE! Bekle! Geride bir şey bıraktım!”
“Ne?” Dedi Xie Lian.
“Bir kılıç!” Feng Xin haykırdı. “Köşeye düştü!”
Xie Lian aşağıya baktı ve sahiden köşedeki beyaz ipeklerin arasında bir kılıç kabzanın durduğunu gördü. Bu nedenle RuoYe’nin biraz daha uzamasını sağlayarak kılıcı da sardırdı, onu da beraberlerinde getirdi. En sonunda dördü de yüzeye varmışlardı.
RuoYe iki koca kozayı yere bıraktı ve kendisini hemen Xie Lian’ın kollarına doladı, hafifçe titriyordu, sanki beyaz ipeğin kendisine çok benzemesinden ama çok saldırgan ve kötü olmasından korkmuş gibiydi. Xie Lian Fang Xin ile diğer ikisini serbest bırakırken onu sakinleştirdi. Feng Xin ve Mu Qing hareket edebilmeye başladıkları zaman ikisi de ayağa fırladılar ve ağlardan geriye kalanlardan kurtuldular. Xie Lian RuoYe’nin yukarıya çıkardığı kılıcı Feng Xin’e uzattı ama aşağıya baktığı zaman şaşkına dönmüştü. “Bu… HongJing mi? Nan Feng, generalin kılıcı tamir mi etti?”
Farkında olmadan konuşmuştu, ama kelimeler dudaklarından döküldüğü anda ne kadar yanlış olduklarını fark etmişti. Feng Xin ve Mu Qing hala ‘Nan Feng’ ve ‘Fu Yao’ formundaydılar, bu nedenle Xie Lian bir anlığına kimliklerinin ifşa olduğunu unutarak rol yapmaya devam etmişti. Esas amacı düşünceli davranmak olsa da, bu düşünceli davranışın etkisi hiçte olumlu olmamıştı ve her ikisi de tuhaf bir sessizliğe gömüldüler.
Feng Xin yüzünde beliren ifade ve utanmışlık hissini gizleyemiyordu. Gerçek haline büründü ve kılıcı aldı. “…Evet, tamir edildi. Tong Lu Dağında pek çok hayalet var sonuçta, onu kullanmak işleri kolaylaştırıyor.”
Xie Lian hemen yanında durmakta olan HongJing’in parçalanma sebebine baktı ve hafifçe boğazını temizledi. “Zahmet verdiğim için üzgünüm.”
Sonuçta, paramparça olmuş bir kılıcı onarmak hiçte kolay bir iş değildi.
Mu Qing de kendi gerçek görüntüsünü aldı ve geriye kalan örümcek ağlarını uzaklaştırdı. “Tamir olması iyi bir şey. Sonuçta pek çok canavar ve iblis kendisini gizler, bu nedenle kişi eğer aklını kullanamıyorsa tek umudu HongJing’le kandırılmaktan korunmak olur.”
Feng Xin sinirlendi. “Sen kime pasif-agresif halinle aptal diyorsun? Anlayamaz mıyım sanıyorsun?”
Yine başlamışlardı. Xie Lian başını iki yana salladı ve Hua Cheng’e döndü. “San Lang, öncesinde çok hızlı koştum, seni geride bıraktığım için üzgünüm.”
Hua Cheng şemsiyeyi kaldırdı ve cevapladı. “Endişelenme. Gege bir daha öyle kaçmadığı sürece sorun yok.”
Xie Lian sırıttı, ama tam konuşacaktı ki aniden Mu Qing’in Hua Cheng’e doğru baktığını gördü. Bakışları durdu ve onda sabitlendi, yüzünde tuhaf bir ifade vardı.
Bu nedenle Xie Lian yön değiştirdi. “Mu Qing? Sorun ne?”
Sorusunu duyunca Mu Qing hemen kendine geldi ve ona bir bakış attı. “Hiç. Çiçeğe Uzanan Kan Yağmurunu daha önce hiç böyle görmemiştim bu yüzden merak ettim, hepsi bu.”
Xie Lian onun açıklamasına inanmıyordu. Her ne kadar bu sahiden Mu Qing’i Hua Cheng’in gerçek halini ilk görüşü olsa da, Hua Cheng’in on altılı yaşlardaki halini görmemiş değildi, o zaman da çok farklı görünmüyordu. Neden öyle bakmıştı ki?
Dördü mağaradan ayrıldılar ve sadece birkaç adım sonra Feng Xin şaşkına dönmüştü. “…Bu yer de ne böyle?”
Mu Qing de donmuştu. “Neler oluyor?”
İkisi ağlı çukurun içinde hapsolmuşlardı bu nedenle de çevrelerini incelemeye hiç fırsatları olmamıştı. Bu nedenle de dışarıya çıktıkları gibi kendilerini karlı dağın altında, son derece gizemli, hatta uhrevi ilahi heykellerle dolu bir mağarada bulunca çok şaşırmışlardı.
“Burası On Bin Tanrının Mağarası.” Diye açıkladı Xie Lian.
Mu Qing etrafı inceledi ve mırıldandı. “Böyle bir yeri inşa etmek kim bilir kaç yıl, ne kadar kan ve ter aldı. Burası sahiden… sahiden…”
Tanımlamak için bir kelime bulmakta zorlanır gibiydi. Xie Lian onu anlayabiliyordu. Sonuçta kendini geliştirmek ve tanrılara tapınmak için adanmış bir taş mağaraydılar, ve geçmişte ailesi de Xie Lian’ın bu tür mağaralar inşa etmişti. Hangi cennet mensubu böylesine devasa bir On Bin Tanrı Mağarası karşısında şaşırmazdı ki? Böyle bir yerde kendi heykellerine tapınılsaydı, ilahi güçlerinde müthiş bir fark yaratırdı.
Feng Xin şaşkındı. “Bu mağarada hangi tanrıya tapınılıyor? Neden hepsinin yüzleri örtülü?”
“Doğal olarak, buraya gelenlerin görmesine engel olmak için.” Diye cevapladı Xie Lian.
“Bu tuhaf işte.” Dedi Mu Qing. “Heykellerin kafalarını yok edebilecekken neden bunca zahmete girilmiş? Eğer sahiden görmek istersen böyle ince tüller hiçbir engel teşkil etmez.”
Konuşurken sahiden en yakındaki ilahi heykelin yüzünü görmek üzere hareketlenmişti. Xie Lian daha onu durdurmaya fırsat bulamadan, Mu Qing’in parmaklarının bir santim kenarında gümüş bir bıçağın ucu belirdi.
Bu ani öldürme isteği dördünün etrafındaki havayı bir anda değiştirmişti.
Feng Xin tetikteydi. “Ne yapıyorsun sen?”
Önündeki kılıç karşısında bile Mu Qing korkmuş görünmüyordu. “Eğri kılıcın gayet iyi görünüyor, öncesinde neden ‘iyi değil’ demiştin?”
Hua Cheng hemen arkasındaydı ve tembelce konuştu. “Kimse sana başka insanların bölgesindeki eşyalara kafana göre dokunmaman gerektiğini söylemedi mi?”
“Burası sana ait değil, neyin adaletini arıyorsun?” Mu Qing karşı çıktı.
Hua Cheng düz bir şekilde konuştu. “Gereksiz sorunlar çıkmasını istemiyorum sadece. Tong Lu Dağındayız sonuçta, tüller kaldırılırsa neler olacağını kim bilebilir.”
“Günün birinde Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru gibi küstah bir kişinin gereksiz sorunlara yol açmaktan korkacağını söyleseler hayatta inanmazdım.” Dedi Mu Qing.
Ardından eli aşağıya indi, bu kez de heykelin cübbesine dokunmaya çalışıyordu. E-Ming hemen ardından gitmiş ve bir kez daha onu tehdit ediyordu. “Bu kez sadece heykelin neyden yapıldığını incelemeye çalışıyorum, tülü kaldırmayacağım, neden Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru beni yine durdurmaya çalışıyor?” Mu Qing sorguladı.
Hua Cheng sahte bir şekilde gülümsedi. “Sorun çıkartmana engel oluyorum.”
Xie Lian ikisinin arasına girdi ve konuştu. “Durun, durun. Burada tapınılan tanrının kim olduğunu bilmemize gerek yok. Uzun süre burada oyalanmamalıyız, hadi gidelim. Unutmayın, hala bir görevimiz var.”
Hua Cheng Mu Qing’in eline bakıyordu. “Gege böyle dediyse, o zaman hepimiz ellerimizi çekip yola koyulalım.”
“Mu Qing, geri çekil, olur mu?” Xie Lian neredeyse yalvaracaktı.
Mu Qing ona ters ters baktı. “Delirdin mi sen? Neden önce o geri çekilmiyor? Ya ben geri çekildiğimde o hamle yaparsa?”
Bir cennet mensubu ve hayalet söz konusu olunca, Feng Xin doğal olarak cennet mensubunun tarafını tutmayı seçmişti. “En azından her iki taraf aynı anda geriye çekilmeliler.”
Hua Cheng hiçte geri adım atacakmış gibi görünmeyerek onayladı. “Nasıl istersen.”
İkisinin de geri çekilmeyeceğini fark eden Xie Lian bir elini Mu Qing’in koluna koydu ve nazik bir şekilde teşvik etti. “Mu Qing, bırak hadi. Sonuçta, ilk öne çıkan sendin, bu yüzden ilk geriye çekilen de sen olmalısın, tamam mı? Bunu bana bir iyilik yapıyormuşsun gibi düşünsen? Sana söz veriyorum sen geri çekildiğinde San Lang da sözünü tutacak.”
Mu Qing her ne kadar istekli olmasa da, bir süre tereddütte kaldıktan sonra yavaşça elini indirdi ve böylece tekrar yola koyuldular. En sonunda gerginlik gevşemişti ve Xie Lian da rahat bir nefes almıştı. Bu esnada ise bir diğer çatala ulaşmışlardı ve Hua Cheng’e döndü. “Bu kez hangi taraftan gitmeliyiz sence?”
Hua Cheng öylesine seçmiş gibi göründü. “Bu taraftan.”
Feng Xin ve Mu Qing hemen arkalarındaydı ve görünüşe göre tekrar birbirlerinin boğazına atlamak üzereydiler, ama laf dalaşlarına ara verdiler, Mu Qing buyurdu. “Nasıl seçtiğiniz? Neden bu taraftan?”
Öndeki ikili başlarını çevirdi. “Rasgele seçtik.”
Feng Xin kaşlarını çattı. “Nasıl rasgele seçersiniz? Körlemesine gitmeyelim yoksa başka bir çukura düşeriz.”
Hua Cheng gülümsedi. “Eğer çukura düşsek bile ben Ekselanslarını kurtarmak için bir yol bulurum. İsterseniz takip edin, eğer istemezseniz kendi başınıza gidebilirsiniz. Ama dürüst olmam gerekirse, sizi bir daha kurtarmak istemiyorum.”
“SENİ –!”
Ama Hua Cheng böyle konuşurdu. Yüzünde her ne kadar bir gülümseme olsa da, her ne kadar sesi son derece nazik olsa da, kulağa inanılmaz sahte geliyordu. O sahte gülümsemesi büyüdükçe de, insanlar daha da kadar sinirleniyordu, öyle ki Feng Xin yayına bir ok sürmüştü.
Xie Lian onun sahiden oku bırakmayacağını biliyordu. “Kusura bakma Feng Xin. Ama şu anki durumumuzda hangi yönü seçtiğimiz bir şey değiştirmiyor.”
Hua Cheng içten bir şekilde güldü. “Aah, çok korktum. Sanırım en iyisi sizden uzak durmam olacak.”
Xie Lian’a kaşlarını kaldırdı ve sahiden de biraz uzaklaştı. Xie Lian diğer ikisini geride bırakmaya çalıştığını biliyordu ve gülümseyerek başını iki yana salladı, peşinden gitmeye hazırdı ki aniden Mu Qing uzandı ve onu tutarak durdurdu. Xie Lian arkasına baktı, şaşkındı. “Mu Qing? Sorun ne?”
Ancak beklenmedik bir şekilde Mu Qing cevap vermedi. Xie Lian’ı tuttu de doğrudan diğer yola doğru koştu, bağırdı. “ŞİMDİ!”
Önlerindeki Hua Cheng de bir tuhaflık olduğunu fark etmiş ve bakmak için dönmüştü. Ancak Feng Xin çoktan duvara bir yumruk atmış ve kayalar düşerken gürlemeye başlamıştı, yol tamamen kapatılmıştı. İkisi hızla öne çıktılar ve göz açıp kapayıncaya dek kayaları tılsımlarla örtmüşlerdi. Böylece de Hua Cheng ve diğer üçü kaya yığınlarıyla birbirlerinden ayrılmışlardı.
Görünüşe göre ikisi biraz önce arkalarında kavga etmiyor, nasıl saldıracaklarını planlıyorlardı! Xie Lian şaşkına dönmüştü. “Siz ne yapıyorsunuz?”
Kıvranarak Mu Qing’in elinden kurtuldu, arkalarında kalmış Hua Cheng’i kontrol etmek istiyordu ama Feng Xin onu durdurdu. Mu Qing’le birlikte ikisi de birer kolundan tutarak onu sürüklemeye başladılar, koşuyorlardı.
Feng Xin bağırdı. “Hadi çabuk ol, çabuk! Tılsımlar uzun süre dayanmaz!”
Mu Qing azarladı. “Ve ne yaptığımızı sormak zorunda mısın? Ne kadar tuhaf davrandığını fark etmemiş miydin?”
“Nasıl tuhaf?” Diye sordu Xie Lian.
“Bence sahiden inanılmaz aptallaştın. Her tarafı tuhaftı, kör olan sendin!” Diye haykırdı Mu Qing.
Feng Xin kükredi. “KONUŞMAYI KES VE KOŞ!!! SİKTİR, SANIRIM HAYALET KELEBEKLER BİZE YETİŞTİ!”
Mu Qing bağırdı. “MAĞARA GİRİŞİNİ KAPAT!”
Böylece Feng Xin koşarken yumruk attı ve pek çok mağara girişi tümüyle devasa kayalarla yıkıldı. İkisi Xie Lian’ı sürüklediler ve sonsuz uzunluktaki yeraltı koridorlarında koşmaya devam ettiler ve Xie Lian’ın tüm bu olanlardan başı dönmeye başlamıştı.
Bağırdı. “DURUN! DURUN!”
Bu kadar uzun bir süre koştuktan sonra ikisi en sonunda nefeslenmek için durdular.
Fırsattan istifade eden Xie Lian hemen konuştu. “Hayır, demek istediğim, ikiniz neden beni aniden kaçırıyorsunuz? Bir şey mi fark ettiniz?”
Feng Xin’in iki eli de hala dizlerindeydi, soluk soluğa kalmıştı. “Bir daha, anlatsın.”
Mu Qing doğruldu ve Xie Lian’a döndü. “Bu kadar bariz ama göremiyor musun? O inci! İnciyi hatırlıyor musun?”
“Ne incisi?” Dedi Xie Lian.
Mu Qing her kelimeyi vurguladı. “ShangYuan Kutsal Töreninde Tanrıyı Memnun Eden Savaşçı kostümünün bir parçası olan koyu mercan kırmızısı inci küpeler, senin tekini kaybettiğin!”
“…”
Xie Lian uzunca bir süre duraksadı ama hala hatırlayamıyordu, kulak memesini çekiştirdi, kaybolmuş gibiydi. “O zamanki küpelerin koyu mercan kırmızısı mıydı? Birini kayıp mı ettim?”
Mu Qing’in dudaklarının kenarı titredi ve öfkeyle konuştu. “Küpeni çalmakla beni bile suçlamıştın, böyle bir şeyi nasıl unutursun?”
“Sekiz yüz sene geçti sonuçta…” Diye başladı Xie Lian, ama Feng Xin onu susturdu. “Bir şeyler saçmalamayı bırak, kimse seni suçlamadı, kendi kendine bir şeyler hayal eden sendin!”
Xie Lian ellerini salladı. “Kavga etmeyin, kavga etmeyin. Neden bir anda inciden bahsetmeye başladınız?”
“Çünkü inci bulundu!” Diye haykırdı Mu Qing. “Hua Cheng’in saçındaki kırmızı mercanı görmedin mi?”
Xie Lian’ın gözleri ardına dek açıldı. “Yoksa demek istediğin…”
Mu Qing emindi. “Evet!”
“…”
Demek bu yüzden Mu Qing öncesinde Hua Cheng’i gördüğü zaman tuhaf davranmıştı.
Xie Lian sorguladı. “Mercan incinin onda ne işi var? Yanlış hatırlıyor olmayasın?”
Mu Qing sözünü bıçakla kesti. “Bütün bir sene boyunca o küpeyi her yerde aradım ve hiç pes etmedim. Herkes yanlış hatırlayabilir ama ben asla!”
Xie Lian kollarını bağladı ve ellerini kol yenlerine soktu, düşünüyordu, kaşları çatılmıştı. “Yine de yanıldığını düşünüyorum. İncinin onda olmasının hiçbir nedeni olamaz sonuçta? Yüksek kalitedeki incilerin hepsi birbirine benzemez mi? Ayrıca San Lang ender hazineleri toplamayı sever. Binlerce yaşında antikaları bile var.”
Mu Qing başını salladı. “Peki. Tamam. Yanıldığımı mı düşünüyorsun? Peki. O zaman şuna bak.”
Bir kutsal heykelin yanında duruyordu ve konuşurken, aniden heykelin yüzündeki tülü çekti. “Neden heykele bir bakmıyorsun? Bu konuda da mı yanılıyorum yoksa!”
Tül düştüğü anda Xie Lian bir bakış attı ve gözleri ardına dek açıldı.
İlahi heykelin yüzü ne deforme ne de korkunçtu. Neşeli genç bir adamın gülümsemesini taşıyordu, kaşları nazik ve kibardı. Ancak Xie Lian yüzü gördüğü anda iliklerine dek ürpermiş ve tüyleri diken diken olmuştu.
Nasıl şok olmazdı? Bu yüz Xie Lian’ın kendi yüzünün birebir aynısıydı!
Heykele yakından bakmak, tuhaf bir aynadan kendine bakmaya benziyordu ve kibar olması planlanmış o gülümseme bile şimdi rahatsız ediciydi. Xie Lian ürpermekten kendini alamadı. “Bu…”
Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “Bana yine yanıldığımı mı söyleyeceksin?”
Xie Lian büyük bir zahmetle konuşabildi. “…Burada benim bir kutsal heykelimin ne işi var?”
Mu Qing ise. “Bir tane mi? Sadece bir tane değil. Yakından bak.”
Ardından bir diğer kutsal heykelin tülünü açtı. Bu yüz de hiç şüphesiz Xie Lian’a aitti!
Beş altı tane daha kutsal heykeli açtı, hepsi de birebir aynıydı!
“Burası sahiden On Bin Tanrının Mağarası.” Dedi Mu Qing. “Ama aslında burada sadece tek bir tanrıya tapılıyor!”
Ve o tanrı kendisiydi!
Etrafı kendi yüzleriyle çevrilmişti, Xie Lian gizemli tuhaf bir rüyada gibiydi. Başı o kadar dönüyordu ki bir süreliğine kendine gelemedi ve aniden bir şeyin farkına vardı. “Bekle. Mu Qing. Öncesinde heykelleri görebilmeye fırsatınız olmamıştı, değil mi? Tülü kaldıracaktın ama durdurulmuştun.”
Mu Qing homurdandı. “Heykelin senin olduğunu anlamam için yüzünü görmem gerekmiyor.”
“Nereden anladın peki?” Diye sordu Xie Lian.
Mu Qing ipek tülleri bir top yaparak kenara attı, damarları hafifçe belirginleşmişti. “Nereden mi anladım? Çünkü tüm kıyafetlerin, takıların ve günlük yaşantın eskiden benim sorumluluğumdaydı. Senin için yıkayıp onarıyordum; senin dolabında birbirinin aynısı hiçbir eşya bulunmuyordu, ve bu heykeller inanılmaz detaylı, her şey burada, tümüyle aynı, tümüyle! Elbette kıyafetleri gördüğümde yüzlerin sana ait olduğunu anlayacaktım!”
“…” Xie Lian alnını kapattı ve yol boyunca Hua Cheng’in nasıl tuhaf davrandığını düşündü.
Yanındaki Feng Xin konuştu. “Heykellerin yüzüne bakmamıza izin vermeyişi de bir tuhaflık olduğunu belli ediyordu. Çığ nedeniyle kazara buraya düşmemiz meselesi de muhtemelen bir saçmalıktan ibaret. Burasının ne olduğunu biliyor olmalı.”
Mu Qing ekledi. “Hepsi bu da değil. Bizi örümcek ağlarıyla dolu o çukura atan da o olmalı. Bizi sahiden öldürmeye çalışıyor.”
“Ama… bu heykeller ne için?” Diye merak etti Xie Lian.
Yakından bakınca, her biri heykel sanki canlıymış gibi resmedilmişti, öylesine detaylıydılar ki neredeyse korkutucuydu. Heykeltıraşın ilahi heykeldeki kişiyi ne kadar yakından incelediğini görmek çok kolaydı. Xie Lian geçmişte Xian Le’nin en tanınmış heykeltıraşlarının bile bu kadar muhteşem eserler oraya koyamayacağını düşünüyordu. Heykeltıraşın tüm düşünceleri bu kişi üzerindeydi ve gözleri sadece onu görüyordu.
Üçü aynı yüze sahip heykellerle çevrelenmişlerdi ve Feng Xin şiddetle titredi. “Sahiden… hasiktir… korkunç… çok aşırı gerçekçi.”
Ve çok fazlaydılar da.
“Bence bu heykeller bir tür korkunç bir büyü için gerekiyorlar, onları yok etmemiz gerek.” Dedi Mu Qing.
Ardından birinin parçalamak üzere elini kaldırdı. Xie Lian hemen daldığı düşüncelerden sıyrıldı ve onu durdurdu.
“DUR!”
Mu Qing ona baktı. “Emin misin? Bu büyünün hedefi sensin.”
Xie Lian bir süre düşündü ama nihayetinde konuştu. “Aceleci davranmayalım. Bence kötü bir büyü yapılıyor olma ihtimali oldukça düşük.”
“Bence oldukça yüksek.” Dedi Feng Xin. “Sahiden, hasiktir… bu şeylere bakınca korkmuyor musun?”
Mu Qing Xie Lian’a baktı, ki o da kendisine bakmaktaydı. “Ve bu teorin neye dayanmakta?”
“Hiç.” Dedi Xie Lian. “Ama bu ilahi heykeller oldukça iyi bir şekilde yapılmış, titiz bir şekilde oyulmuş. Hiçbir şey bilmeden onları yok edersek, pişman olabiliriz.”
Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “San Lang… bana bir konuda yalan söylemiş olabilir, ama bence, bana zarar verecek hiçbir şey yapmaz.”
Mu Qing kulaklarına inanamıyordu. “…Zihnini bulandırmak için sana büyü falan mı yaptı? Bence yüzünün ortasına ‘şüpheli’ yazsa bile sen aniden okuma yazmayı unutursun.”
İkisi konuşurlarken, Feng Xin’in yüzü aniden sanki korkunç bir düşmanla karşılaşmış gibi değişti. “DİKKAT ET!”
Xie Lian ve Mu Qing gerildiler. “Ne var?”
“Örümcek ağları yine üzerimize geliyor!” Diye haykırdı Feng Xin.
Sahiden de, avuç meşalesi önlerindeki duvarı aydınlatıyordu ve duvarın üzerinde kalın beyaz iplikler diziliydi. İçlerinden lanet ettikten sonra, kendilerini bir diğer saldırıya hazırladılar. Ancak beklenmedik bir şekilde, sanki çukurdaki saldırgan ipekler onlar değilmiş gibi, bu ipekler ne hareket etti ne saldırdı, sıradan bir iplikten hiçbir farkları yoktu.
Üçü bir süre beklediler, ve Xie Lian konuştu. “Bu ipek ağlar canlı değil gibiler.”
“Eğer canlı değillerse ne işe yarıyorlar?” Diye sorguladı Feng Xin.
Artık Xie Lian’ın da canını sıktıkları için öne çıktı ve bir süre inceledi, ardından onayladı. “Bence bir şeyi koruyorlar.”
Üçü taş duvarın önüne geldiler. Xie Lian çekmeyi denedi ve beyaz ipeklerin büyük bir kısmını yırttı. Beyaz ipek oldukça güçlüydü ve yırtması kolay sayılmazdı, ama imkansız da değildi.
Tüller ilahi heykellerin gerçek yüzünü gizlemişti. Peki taş duvarda ne saklıydı?
Diğer ikisi de ona katılarak ipek ağları yırtmaya başladılar, her biri farklı bir bölgeyi seçmişti. Kısa bir süre sonra Xie Lian’ın tarafındaki taş duvar açılmaya başladı. “Bir duvar resmi!”
Taş duvarın üzerinde, örümcek ağları devasa bir duvar resmini gizliyorlardı. Tüm duvar yüzeyi kalın çizgiler, renkler ve küçük şekillerle sarılıydı. Küçük kısımlara bölünmüşlerdi, her biri farklı bir tarzdaydı; kimisi kaba saba ve vahşiydi, kimisi narin, kimisi seçkin, kimisi ise tuhaftı.
Bir süre inceledikten sonra, Xie Lian konuştu. “…Bunu o çizdi.”
“O mu?” Mu Qing’in sesi yankılandı. “Hua Cheng mi? Emin misin?”
Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Evet. Buradaki kelimeler ve şuradakiler, onun tarafından yazılmış.”
Duvardaki kan kırmızısı küçük şekli işaret etti ve hemen yanında bir sürü dağınık, seçilmez çarpık harf vardı, sanki trans halinde veya acı çekerken yazılmış da yazar kendini ifade eder gibiydi. Harflerden yola çıkarak Xie Lian çizilmiş kan kırmızısı şeklinde Hua Cheng’in kendisi olduğunu çıkartmıştı, ama bilinmeyen bir nedenle kendisini son derece çirkin ve çarpık resmetmişti.
Feng Xin bir bakış attı ve yorum yapmaktan kendisini alamadı. “Bu yazı… o kadar çirkin ki gözlerim kanadı. Ben bile ondan daha güzel yazarım.”
Feng Xin’inkinden daha çirkin bir yazı sahiden kurtarılamayacak bir seviyede demekti. Xie Lian’ın gözleri ise tüm o renkler nedeniyle şaşkına dönmüştü; o kadar çok şey vardı ki nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu, ama bu yazının Hua Cheng’e ait olduğunu kanıtladıktan sonra aniden devasa bir hazineye kavuşmuş gibiydi, öyle ki parmakları hafifçe titriyordu. Tam bu sırada Mu Qing bir şey keşfetmiş gibiydi ve seslendi. “…Ekselansları, çabuk gel. Gel ve bak!”
Ancak o zaman Xie Lian kendine geldi. “Ne var?”
Feng Xin ve Mu Qing’in çoktan dili tutulmuştu, tek yapabilecekleri duvardaki bir yeri işaret etmekti. Duvar resmi oldukça büyüktü ve tam ortasında yüksek bir kale kulesi vardı. Altında bir grup insan gösterişli bir sahnenin önünde toplanmışlardı. Çizgiler oldukça basitti, ancak sadece birkaç çizikle sahnenin aynısı canlandırılmıştı.
Mu Qing resmin merkezini işaret etti ve titreyen bir sesle konuştu. “Demek… o… oydu?”
Xie Lian da onların baktığı yere odaklanmıştı.
Tüm resim renksizdi ve sadece iki şekil renklendirilmişti. En altta küçük bir şekil vardı, bembeyazdı ve ışıldıyor gibi görünüyordu. Ellerini uzatmış gökyüzüne bakıyordu, kaledeki kuleden düşmekte olan diğer küçük şekli yakalamak üzereydi.
Ve bu küçük şekil kırmızısıydı, kan kırmızısı.
Mu Qing mırıldandı. “…O muydu? O muydu? ShangYuan İlahi Geçit Töreninde kuleden düşen o küçük çocuk? Nasıl o olabilir? İnanamıyorum? Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru? O mu???”
Feng Xin delirmiş gibi vurdu ve diğer tarafı işaret etti. “Dahası da var!”
Xie Lian oraya yürüdü ve diğer resme baktı, bakımsız küçük bir mabet vardı ve sunağın üzerindeki ilahi heykel de soluk beyaz bir ışıkla parlıyordu. Bir elinde bir kılıç vardı ve diğer elinde ise aşağıya doğru eğilmiş kırmızı bir şemsiye. En altta ise çirkin küçük kırmızı şekil, ellerini uzatmış heykele çiçek sunuyordu.
Xie Lian aniden başının ağrıdığını hissetti, elini zonklamaya başlayan şakaklarına götürdü ve bakmaya devam etti.
Bir sonraki resim bir savaş meydanını tasvir ediyordu. Büyük askeri birlikler zırhlarını kuşanmış saldırmaya hazırlardı ve gökyüzünde küçük beyaz bir şekil vardı, bir elinde uzun kılıcıyla güçlü ve göz kamaştırıcıydı. Aşağıda ise karanlık birliklerin arasında bir diğer küçük kırmızı şekil vardı, başını kaldırmış, gökyüzündekine bakıyordu.
Xie Lian düşüncelere gömülmüştü ki Feng Xin’in kuşku dolu sesi çınladı. “Bu kırmızılı, hepsi tek bir kişi değil mi? Hepsi o mu??? Bu Hua Cheng mi? Hasiktir… Bunca zamandır seni mi takip ediyordu?!”
Mu Qing de şaşkın görünüyordu. “Sadece takip etmekle kalmıyor, aynı zamanda izliyor. Çok yakından. Hem de çok. Her yerde! Bak, burası ana cadde, Buyou ormanı, bu ne? BeiZi Tepesi mi? Tanrım… heykelleri de yapan o muydu?!”
Feng Xin duvar resimlerine bakarken artık titremeye başlamıştı. “Sikeyim… o kim? Sekiz yüz yıldır seni mi izliyor?! Ve hala, şimdi bile? Hasiktir! Büyülenmiş falan mı? Ne istiyor amacı ne? Normal inananlar bile böyle şeyler yapmaz, ne istiyor bu??”
“Bir tuzak olmalı… olmalı!” Mu Qing haykırdı. “Bakmaya devam edelim, bir yerlerde bir ipucu olmalı!”
Xie Lian çoktan iliklerine dek sarsılmıştı. Duvardaki küçük kan kırmızısı figüre bakıyor, anlamakta güçlük çekiyordu. Unutmadığı ama hiç üzerinde durmadığı pek çok, pek çok anı olduğunu hissediyordu ve zorla zihnine doluşuyorlardı, o kadar çoklardı ki neredeyse nefes alamıyordu. Tam bu sırada diğer taraftaki ikilinin bağırdığını duydu ve Xie Lian kendine geldi. “Ne oldu?”
Feng Xin ve Mu Qing bir taş duvarın önünde durmuş, son derece berbat bir şey görmüş gibi görünüyorlardı. Xie Lian’ın onlara doğru geldiğini görünce ise Feng Xin hızla döndü ve onu durdurdu, geriye itiyordu. “Siktir, BAKMA!”
“? Ne?” Xie Lian şaşkındı. “Ne var? Neden bakmayayım?”
Mu Qing’in yüzü de karanlıktı. “…Artık bakmayalım. Burada iyi bir şey yok, en hızlı şekilde kaçmamız gerek!”
İkisi de birer koluna girdiler ve tüm yol boyunca koştular. Xie Lian sürüklenirken bir yandan şikayet ediyordu. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Duvar resimlerinin daha hepsine bakmamıştım!!”
Feng Xin koşarken öfkeyle bağırdı. “ARTIK BAKMANA GEREK YOK! O ŞEYLERİ GÖRMEMELİSİN! SİKEYİM BÖYLE İŞİ! TÜM HAYATIM BOYUNCA HİÇ BÖYLE BİR ŞEY GÖRMEDİM! NASIL BİR İNSAN O!!!”
Xie Lian tümüyle şaşkına dönmüştü. “Ne gördünüz? San Lang ne yapmış?”
Mu Qing azarladı. “NE YAPIYORSUN SEN, NEDEN HALA ONA SAN LANG DİYORSUN? KES ŞUNU! YETERİNCE HIZLI ÇIKARTAMADIK SENİ! ARTIK ONUN YANINA BİLE YAKLAŞMA, O NORMAL DEĞİL, DELİRMİŞ, DELİRMİŞ!!!”
Xie Lian daha fazla dinlemeyecekti. “Neden ona böyle küfrediyorsunuz? Hiçbirimiz tümüyle normal değiliz tamam mı?”
“SORMAYI BIRAK!” Feng Xin haykırdı. “ANLAMIYORSUN! O BİZİM GİBİ DEĞİL! DELİRMİŞ! SANA KARŞI, O, O… O…”
“Bana karşı ne!” Xie Lian bilmek istiyordu. “Lütfen beni bırakın. Geri dönmeme ve kendim görmeme izin verin tamam mı?”
Birisi geri dönmek istiyor diğer ikisi ise tüm güçleriyle çekiyorlardı. Üçü bir anlığına hareket edemediler, ardından önlerinden tüyler ürpertici soğuk bir ses yükseldi.
“Başkasının bölgesindeki eşyalara kafanıza göre dokunmayın dememiş miydim?”
Üçü de dondu ve başlarını çevirdiler. Önlerinde kırmızı bir şekil duruyor. Hua Cheng taş duvara yaslanmış, yollarını kapatmıştı ve gülümsüyordu. “Yoksa neler olacağını kestirmek güç olur.”
Yüzü gülümsüyor olsa da, gözlerinde bir parça neşeden iz yoktu, onun yerine karanlık ve bulanıklardı. Bir eli koluna sarılmıştı , boştaki diğer eli ise tembel bir şekilde küçük bir şeyle oynuyordu.
Bu koyu mercan kırmızısı inciydi, saçındaki küçük bukleye sarılmıştı. Mercanın nazik kırmızı ışıltısı parlak ve göz kamaştırıcıydı, tıpkı parmağındaki kırmızı düğüm gibi.
 Çevirmen: Nynaeve
170 notes · View notes
nesrin-c · 5 years ago
Text
KIZI ÖLDÜRMÜŞLER "AMK"..!
Yazarların en önemli silahı iyi bir başlıktır derler…
Doğru da derler…
Hayır..!
Yazarların en önemli silahı insanlıklarıdır..!
Ve o silahı en etkili kullanmanın yöntemi, olduğu gibi yazmaktır…
Bu yazıda sizlere nazik olmayacağım için üzgünüm…
Yazdığım son yazı dahi olsa...
Çünkü kadın ya da erkek fark etmeksizin hepimizin içindeki canavardan bahsetmek, boynumun borcu oldu artık…
Okurken utanmayın…
Kimse de ayıplamaya kalkmasın, nezaketten, naziklikten, edepten bahsetmesin...
Şimdi geriye doğru yaslanın ve aslında bu şerefsizin evlatlarını, katilliğe, tecavüzcülüğe bizim hazırlamış olduğumuz gerçeğinin, yüreğinize ilmik ilmik işlendiğini hissedin…
Tüm kadınları s….k istiyorum..!
Dediğimde kaçınızın aklına “sevmek” geliyor..?
Bence çoğu kimse “ulan ne yazdı bu herif” dedi ilk okuduğunda…
Sevmek dedim…
Evet, sevmek…
En büyük eksiğimiz bu ya zaten…
Allah bir uzuv vermiş, sanırsın bu dünyayı onu daha fazla kullanarak kurtaracağız…
Bu iş daha erken yaşta başlıyor esasında…
Klasikleşmiş bir sünnet sloganı…
“Selahattin çükünü kestirdi..! Savulun ulan genç kızlar..!”
Ulan, Selahattin 6 yaşında, daha, çükünü, işemek için bile zor kullanıyor…
Sevgili baba ve buna müsaade eden sevgili anne…
Evladın o yaşlarda mıknatıs gibi, her duyduğunu kapıyor, kendine anlatıldığı şekilde zihnine yerleştiriyor…
Sen alenen çocuğuna şunu diyorsun…
“Oğlum, start verildi, koşu başladı, kız kulesine bile kerkinsen, erkeksin, hakkın var…”
Geçelim…
Kız kardeşi olan sevgili ağabey…
Nasıl sıkıyorsun değil mi kardeşini dışarı çıkmasın, erkeklerle buluşmasın, yanlış birine bulaşmasın diye…
Peki üç kişi bir araya geldiğinde, “Abi kızda bir göt va öyle götü olan bir sevgilim olsun, 500.000 lira borcum olsun beeee” derken de, namus bekçiliğine devam mı?
O kızın da bir abisi var…
Belki nişanlısı var…
İyi mi kendi kardeşini korumaya çalışırken, başkalarının kardeşinin, kızının bilumum noktalarını umuma açman sevgili ciğersiz?
Geçelim…
Hava zaten soğuk, iki damla düşmüş yere, trafik felç…
Bir araç, direksiyonu önüne kırdı…
Ve uzuvlar devrede…
Ve bu uzuv, öyle bir uzuv olmuş ki artık, erkekler kadar, kadınların da elinde…
“Sen bekle ananı sikiyorum senin şimdi…”
“Seni amına kodumun kaşarı…”
“Kaçma gel kaçma orospu…” (selektör ya da korna ile birlikte)
Şu yukarıda yazanların anlamını bilmeyen var mı..?
Efendim..?
Çocukları hala leylekler getiriyor yani…
Herkes anlamını biliyor değil mi..?
Utanmayın arkadaşlar…
Herkes kibar kibar yazıyor, olmuyor, olmayacak…
En sakin hallerini bildiğim erkekler, kadınlar, bunları “merhaba” der gibi kullanıyor…
Şu sözler, sizinle ilgili bir eylem…
Zorla size sahip olmak, sizi küçük düşürmek, aşağılamak, yok saymak, aciz, güçsüz olduğunuzu anlatmak için…
Erkeğin sizden üstün olduğunu…
Ve sizin üzerinizde kolaylıkla gösterebildiği uzuv gücünü, başka bir erkek üzerinde de manevi olarak kullanabileceğini açıkça söylediği sözler…
Ben mesela, kullanmışsam ki, kullanmamışımdır desem yalan söylerim...
Önce kendimden başlayacağım...
Her kullandığım “kadına yönelik” cümle için, kalben özür diliyorum...
Değişime bir yerden başlanacaksa…
Sevgili babalar…
Erkekliğin bir üstünlük göstergesi olmadığını çocuklarınıza anlatacaksınız..!
Ne olursa olsun, hiçbir zaman, hiçbir şekilde bir kadını taciz etmemesi, zarar vermemesi gerektiğini ve bunu bırakın yapmayı, düşünmenin bile hiçbir bahanesi olamayacağını öğreteceksiniz..!
Çükünü, kızların korkulu rüyası bir canavar olarak değil, Adem Baba ve Havva Anamızın niyetiyle kullanması gerektiğini belleteceksiniz…
Sevgili anneler…
Kızlarınıza edepli olmayı öğrettiğiniz kadar, oğullarınıza da edepten bahsedeceksiniz, ne demek bunu babaya bırakmak, saçmalık..!
Sevgili kadınlar ve erkekler…
Bu yazıyı okuyan herkes…
Evet herkes…
En aristokratınızdan, en taşralısına…
Herkes…
Sen..!
Evet sen..!
Bir cinsin, başka bir cins üzerindeki gücünü gösterdiğini unuttuğunuz küfürleri bırakın…
Kadınları dışarıda gezme saatlerine, mini etek boylarına, topuk yüksekliklerine göre “dereceli orospu” statüsüne sokmayı bırakın…
Koymayın, çıkarmayın, sokmayın…
Bu konularda yorumda bulunmayın…
İncitilmiş, öldürülmüş, dövülmüş, tecavüze uğramış kadınlar için;
ama bu saatte…
ama bu kıyafetle…
ama bu kadar kişiyle…
ama saç rengi sarı…
ama ne işi varmış…
ama orada olmasaymış…
ve bunun gibi ama ile başlayan, şerefsiz, karaktersiz, haysiyetsiz, edep ahlak yoksunu, namussuz, cümleler kullanmayın, kullananları onaylamayın…
“kız gibi…”
“karı kılıklı…”
“karı gibi gülme…”
Benzetmelerini yapmayın…
Babasının kızını düşünüp ereksiyon haline gelmesini, arada tül varsa ve sıcaklığı geçmemişse diyerek, fetva ile “helal” kılanlardan…
Bu fetva zihniyetinde olup, Edirne’de 13 yaşındaki kızını hamile bırakanlardan…
Kars’ın bir köyünde imam olan ve ifadesinde kardeşiyle birçok kez ’birlikte olduğunu’ ancak onun da ses çıkarmadığını söyleyen, buna da “ ne var bunda” diyen yavşaklardan…
Evladınıza “bak kızım” dediğiniz kadar “ bak oğlum” diyemeyenlerden…
Tecavüz edilen kadına, zorla çocuk doğurtturtan ve buna da “bebeğin günahı ne” diyen sapkın devlet adamlarından…
Tecavüzü meşru kılmak için anket yapacak kadar hayvanlaşanlardan…
Olmayın…
Bilmeyenler için;
Kurtuluş savaşı bütün hızıyla devam etmektedir…
Atatürk savaş devam etmesine rağmen, Öğretmenler Kongresine toplar ve konuşmacı olarak da söz alır…
Konuşması biter, lakin esas sözünü söylememiştir…
Salona bakar ve kongreyi organize den Mazhar Müfit Bey’e dönerek, o tarihi cümleleri söyler;
“Mazhar Müfit Bey, kongreye öğretmen hanımefendileri de çağırdığınız için sizi tebrik ederim … Ama hanımefendileri neden ayrı oturttunuz..? Sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türk hanımlarının faziletine mi..? Bir daha böyle bir şey görmeyeceğim..!"
Son bir dokunuş da Can Baba’dan,
Aynen ithaf ediyorum bu gibi düşünenlere;
“kız olmak zor iş can'lar... aşık olsa orospu , terk etse orospu, verse orospu, vermese gizli orospu, öpse orospu, hiç birini yapmasa lezbiyen, bakımlı olsa orospu, gece çıksa orospu, çıkmasa fark etmiyor yine bir şekilde orospu... insan yerine koyup sohbet etse fingirdek, etmese nazlı, telefon numarasını verse en ala kaşar, vermezse uğraştırmayı seven kaşar…
haklısınız beyler;
PEZEVENGE herkes orospu..!”
Yukarıda yazanlara devam ederek, insanların yaşam hakkını ve özgürlüklerini cinsiyete göre ayıran çocuklar yetiştirmek de…
Yaşam hakkını Allah’ın verdiğini ve herkesin eşit olduğunu kavramış çocuklar yetiştirmek de…
Sizin, bizim elimizde…
Eğri zihniyetli anne babadan…
Doğru çocuk çıkmaz…
Değişmesi gereken SENSİN sevgili okur, anne, baba, eş, dost, arkadaş…
Velhasıl işin özü, bu yazı biraz fazla açıktır...
Utanmamız için...
Ve bu yazı hedefin etrafında dönmez, hedefe gider...
Uyanmanız için…
Ve bu yazı,
Hayallerinin baharındayken…
Ya da evlatlarına hasret…
Ya da sevdiği ile hayalleri yarım...
Nefesi yarım...
Umutları yarım...
Dudağında tebessüm yarım...
Koca bir hayatı yarım kalanlara...
Veya son 10 yılda “sadece kadın olduğu için ölen” 7554 masum PINAR GÜLTEKİN’e ithaftır…
Ve bu yazı, son 10 yılda “erkekler doğru yetiştirilmediği için tecavüze uğrayan” 14575 kadınımıza ithaftır…
Aziz hatıralarının önünde saygı ile…
Stefo Seyisoğlu *
Tumblr media
134 notes · View notes