#Ama onların hepsi beni tanıyor
Explore tagged Tumblr posts
ikdlin · 4 months ago
Text
Bugün o kadar çok kişi tarafından öpüldüm sevildim ki aklım şaştı
0 notes
kosul123 · 4 months ago
Text
SUUDİ ARABİSTAN'DA OTURAN BİR YEMEN’LİNİN ANLATTIĞI İLGİNÇ BİR OLAY ;
Kefilim beni aldı, malının zekatını dağıtmak için fakir köylerin bulunduğu güney hattına götürdü.
Dağıtılacak zekat parası zarfların içine konulmuştu. Ve her bir zarfta 5000 riyal vardı. Köyün birinden çıkıp Cidde
- Cezan hattına doğru giderken yolda yaşlı ama dinç ve sağlığı yerinde, 70 - 75 yaşlarında bir adamın yürüdüğünü gördük.
Arkadaşım:
- Bu adam bu vakitte bu çölde ne yapıyor? dedi.
Şoför:
- Kesinlikle Yemenli bir kaçaktır. dedi.
Durduk ve adama selam verdik.
- Neredensin?
- Yemen'den..
- Nereye gidiyorsun?
- Kabe'yi özledim!..
- Ziyaret için iznin var mı?
- Yok vallahi, izin almadım.
- Niçin izin almadın?
- 2000 riyal ödemem gerekiyor; bende ise sadece 200 riyal var. 100 riyal araba parası versem geri 100 riyalim kalıyor.
Arkadaşım:
- Tamam amca. Ne kadardır yürüyorsun? dedi.
- 6 gündür. dedi.
- Yemek yedin mi?
- Hayır, oruçluyum.
Arkadaşım:
- Buraya kadar en az 5 polis kontrol noktası geçtin. oralardan nasıl geçtin? dedi..
- Vallahi ben onların yanından geçerken hiç kimse bana bir şey sormadı.
Ben, çalışmak için mi geldin? diye sordum.
- Hayır. Vallahi Kabe'yi özledim. Umre yapmak için Mekke'ye gidiyorum.
Arkadaşım:
- Sen bu yolda yürürken polis devriyeleri seni iyi yakalamadı!?..
- Yarım saat önce yaklaşık 3 km geride bir devriye beni tuttu ve buraya 1km uzaktaki şubeye götürdü. Bana nereye gittiğimi sordular. Onlara Kabe'ye gitmek istediğime yemin ettim ve beni bıraktılar. Dedim ki kendi kendime 'Subhanellah, Rabbim seni bu yere bir an önce ulaştırmak ve işini kolaylaştırmak için güvenlik görevlilerini gönderdi.'
Arkadaşım kalktı ve ona iki zarf verdi.
- Al; bu zekat parası..
Adam zarfları aldı ve:
- Allah razı olsun. dedi.
Tabi adam içinde ne kadar olduğunu bilmiyordu.
- Suudi parasını tanıyor musun? dedim.
- Evet
- İyi, zarfları aç ve parayı kemerine koy kaybolmasın..
Zarfları açtı ve içinde 10000 riyal olduğunu görünce:
- Bunun hepsi benim mi!? diye sordu.
- Evet senin dedik.
Adam bayılarak arabanın üzerine düştü. Arabadan indik ve adama su serptik. Kendine gelince bağırarak:
- Bunun hepsi benim mi? bunun hepsi benim mi? diyordu.
Oturdu ve çok derinden ağlamaya başladı. Arkadaşım onu biraz ileri götürelim dedi. Bizimle arabaya bindi ve biraz dinlendikten sonra; niye bu kadar ağladığını sordum:
- Benim Yemen'de bir evim var. Evimin yanında da bir parça arazim vardı. orayı Allah rızası için hibe ettim. Ben ve ailem orada taş ve çamurdan bir cami inşa ettik. inşaatı bitti ancak içini donatacak bir kaç basit eşyaların alınması kalmıştı. Düşünüp duruyordum bu caminin tefrişatını nasıl yapacağım diye...
Hepimiz ağladık..
Peygamberimiz (S.A.V.)'in sözü aklıma geldi.
" Kimin derdi ahiret olursa dünya ayağına gelir" Ve yine bir Hadisi şerifte: " Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya boyun eğerek onun peşinden gelir. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına fakirliği koyar, işlerini darmadağınık eder. Neticede dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez."
Bu sırada arkadaşıma ona biraz daha vermesi için işaret ettim. Arkadaşım ona iki zarf daha verdi ve miktar 20000 riyal oldu.
Adam arabadan inmeden önce kekeleyerek dua ediyor ve ağlıyordu.
Ve yine sevgili Peygamberimiz (S.A.V)'in sözü aklıma geldi:
" Siz gerçekten hakkıyla Allah'a tevekkül edebilseydiniz. Allah, sabah aç gidip akşam tok dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı." Okuduysanız okudum yazın hatta mümkünse paylaşın.
2 notes · View notes
lovelyyfluff · 5 months ago
Text
Başarısızlar | 4 - Rastlantı
Tumblr media
Eichi: Selam. Hepiniz buradasınız, başarısızlar♪
Eichi: Mm? Hayır, biriniz eksik. Dakik olmayan insanları sevmem, vaktim oldukça değerli.
Eichi: Eh, size "başarısızlar" denmesinin bir sebebi var ne de olsa. Hehe.
Tumblr media
Hiiro: ......!
Eichi: Ah, lütfen bana öyle korkunç bakışlar atma.
Eichi: Bana dost canlısı davranacağınızı sanmıyorum, özellikle konuşmanızı kötü haberler getirerek böldüğüm için.
Eichi: Fakat içiniz rahat olsun. Ben düşman değilim.
Hiiro: (...? Bu da ne? İlginç!)
Hiiro: (Daha şimdi şeytani birinin yaklaştığını sezmiştim. Ama odaya girince bir şey hissetmedim.)
Hiiro: (Güçlü mü yoksa zayıf biri mi çözemedim.)
Hiiro: (...Hayır, bu his ondan gelmiyor. Başka biri olmalı, ama nerede? Tavanda mı?)
Tumblr media
Tatsumi: Haha. Galiba tavanda saklanan birisi var.
Hiiro: Sende mi aynısını hissettin? Aa, adın Kazehaya'ydı, değil mi?
Tatsumi: Tatsumi desen yeterli.
Tatsumi: Evet, bende hissettim. Belki de biraz çekingen biridir ve saklanmayı tercih ediyordur. Gözle görünmeyen şeyleri sezmekte yetenekliyimdir.
Tumblr media
Aira: D-Dursanıza! Ne diye tavana bakıp aranızda fısıldaşıyorsunuz?! Çok kaba! Karşınızda kim olduğunun farkında mısınız?!
Aira: Ehehe, gerçekten de o! Eichi Tenshouin, canlı ve karşımda duruyor...!
Eichi: Önemi yok. İstediğinizi yapabilirsiniz. Sizi bu dünyada kısıtlayan bir şey yok.
Eichi: Bende şahsen sizi kısıtlamak istemem, çünkü idolleri gerçekten seviyorum.
Eichi: Sen de dahil, Aira Shiratori.
Aira: A-Adımı biliyor musun?! Ç-Çok onur duydum!♪
Hiiro: Um—Aira, bu soluk tenli kişiyi tanıyor musun? Arkadaşsanız beni de onunla tanıştırır mısın? Dostumun dostu benim de dostumdur!
Tumblr media
Aira: Yok yok! O kadar da değil! Bu beyefendi ES'in en yetenekli idollerinden biri—fine grubundan Eichi Tenshouin!
Aira: Yeni kurulan ama bilinen STAR PRO'nun temsilcisi. Tüm ajansın patronu gibi bir şey!
Aira: Aynı zamanda zengin ve dünya çapında ünlü bir holding olan Tenshouin Kuruluşunun mirasçısı...!
Aira: Offf, böyle ayaküstü anlatamam ki! Bana beş dakika ver, sana detaylı bir özet çıkaracağım!
Aira: Hem son zamanlarda televizyonda çeşitli şov ve etkinliklere katılıyor, dünyanın her yerinde hayranı vardır.
Aira: Nasıl onu tanımazsın, Hiro?!
Hiiro: Um—utanarak söylüyorum ki hiç bilmiyorum. Bazı haberlerin dünyanın etrafına yayılması uzun sürüyor, ama bunu bahane etmemeliyim.
Tumblr media
Eichi: Haha. Şimdiden iyi geçinmeye başlamışsınız. Sevindim♪
Eichi: Birlik olan güçlü olur. İnsanlar sosyal varlıklar olduğu sürece, her dönem birbirinden güçlü topluluklar ortaya çıkacaktır.
Eichi: Fakat hayat mangadaki hikayelere benzemez. Kimse "arkadaşlığın gücüyle" istediğini elde edemez.
Tatsumi: Katılıyorum. Hz. İsa da dostluğun öneminden bahsetmiştir.
Eichi: Oh-ho, bu ilk tanışmamız değil, Kazehaya. Seni tekrar burada gördüğüme sevindim. Nasılsın?
Tatsumi: Evet. Bir süredir görüşemiyoruz, Eichi. Hastalık hariç yaralandığım için hastanedeydim, şimdi ciddi bir durumum yok.
Aira: K-Kazehaya-senpai! Eichi Tenshouin ile tanışıyor musunuz?! İnanılmaz!♪
Eichi: Hehe. Sağlığım pek yerinde olmadığından sıkça hastanede karşılaşıyorduk.
Eichi: Yine de idol olarak beraber çalışma şansımız olmadı.
Eichi: Yani Tatsumi Kazehaya'nın Reimei Akademisi'ndeki devrimde elde ettiği başarıları pek bilmiyorum.
Eichi: Ama kendisinin eşsiz bir birey olduğunun farkındayım.
Tatsumi: Hiç de bile. Onların hepsi abartılı söylentiler, umarım ciddiye almıyorsundur. Gördüğün gibi gayet normal bir insanım.
Tatsumi: Ayrıca... lafını bölmek istemem fakat şuradaki sandalyeye oturabilir miyim? Yakın zamanda hastaneden taburcu olduğum için dikkatli davranmam gerekiyor.
Tatsumi: Fazla oturmadan durunca ayağım acımaya başlıyor.
Aira: Ah, çok üzgünüm! Daha düşünceli olmalıydım, Kazehaya! Hemen bir sandalye çekiyorum...
Aira: Wah-hyahhhhh!!
Tumblr media
Hiiro: Aira, iyi misin? Takıldın mı?! Sakin ol!
Hiiro: Sorun ne? Bir süredir tuhaf davranıyorsun.
Aira: Uff, nasıl bu kadar normal davranabiliyorsun, Hiro? Reimei Akademisi ve Yumenosaki Akademisi'nde devir yaratan insanlarla aynı odadayız... Tüm fanların hayali bu!
← Önceki bölüm ◆ Sonraki bölüm →
0 notes
tumitutscanlation · 4 years ago
Text
Heavenly Blessing – 198. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 198: Cehennemdeki Adam Yağmur Altında Bambu Bir Şapka Alıyor
Sözleri söylediği anda, tüm kalabalık sessizleşmişti, çünkü yaralarına tuz basmıştı. Geçen iki gün boyunca, Xie Lian’a yardım eden tek bir kişi bile olmamıştı. Bu su tüccarı ise en azından istemişti, sadece karar verememişti, ama diğerleri ona doğru tek bir bakış bile atmamışlardı!
Birisi homurdandı. “O zaman şimdi ne yapacağız? Eğer bunu yapmazsak, o zaman neden başka bir yol bulmuyoruz??”
Kalabalık tekrar kızışmaya başlamıştı, bazıları kendilerini öne atmaya bile çalışıyordu, ve tam bu sırada başka bir ses vahşice yükseldi.
“BU CURCUNAYI KİM ÇIKARTIYOR? ERKEK OLAN ÖNE ÇIKSIN, BU ATANIN BİR BIÇAĞI VAR!”
Başlarını kaldırdıkları zaman, Xie Lian gökyüzünden ilk düştüğü gün kılıcı çekmek isteyen tombul aşçıyı gördüler. Bir şey onu kışkırtmış gibiydi ve kükredi. “Bu küçük dostum haklı! Eğer geçen gün beni bir sürü kişi tutmasaydı, neredeyse o kılıcı çıkartıyordum! Ve şimdi, nasıl ben daha kımıldamadan, hepiniz bağrışmaya başladınız? ZAVALLILAR! Buna değer misiniz sanıyorsunuz? Gerçi, her gün bu kadar utanmaz insanı bir arada görmüyorum!”
Aşçı iri bir adamdı, sesi yüksek ve netti, ve öfkesinin doruğunda elinde bir kasap bıçağıyla, mutfağından yeni çıkmış gibi görünüyordu. En yüksek sesle şikayet edenler anında suspus olmuşlardı. Birkaç gün önce neler yaşandığını bilmeyenler de vardı ve bir süre sorguladıktan sonra, hepsi şok olmuşlardı.
“Olamaz? Kimse yardım etmeye çalışmadı mı?”
“Evet, iki gün boyunca onu öyleye yatmaya mı bıraktınız? Oturmasına falan bile yardım etmediniz mi?”
Konuştukça, diğerleri daha da utanıyorlardı ve karşı çıktılar. “Siz olsanız yardım edermişsiniz gibi konuşmayın, her şey olup bittikten sonra tatlı lafları herkes eder. Unutmayın, yukarıdaki hayaletimsi şeyler bir kez indiğinde, hiç birimizin kaçacak yeri olmayacak!”
“Heh, o zaman haberin olsun, eğer ben orada olsaydım, kesinlikle kılıcı çekip çıkartırdım!”
“Elbette, her şey olup bittikten sonra böyle konuşması kolay…”
“DURUN! Ne diye kavga ediyorsunuz? Kılıcı çekip çekmemek artık problem değil!”
Onlar tartışırken her iki taraftan gürültülü ve azılı sesler yükseliyordu, bir kavga patlak vermek üzereydi ve yağmur da yavaşça dinmişti. Ancak, siyah bulutlar gittikçe yoğunlaşıyordu, baskı o kadar güçlüydü ki, aşağıdaki yüzlerce insanı boğmak üzereydi. Aniden, kalabalıktan bir çığlık yükseldi ve pek çok parmak gökyüzünü işaret etti.
“GELİYOR!!!”
Xie Lian da başını kaldırdı. Siyah bulutlarda dönüp duran insan yüzleri aniden çalkalanmaya başlamışlardı ve kayan siyah yıldızlar gibi arkalarında uzun ‘kuyruk’larını sürükleyerek hızla aşağıya düşüyorlardı.
İnsan Yüzü Hastalığı geliyordu!
Kalabalık taş kesilmiş, benliklerini kaybetmişlerdi; kimisi kaçtı, kimisi saklanmak için evine gitti ve aynı zamanda da siyah kılıcı tutmak için geride kalanlar da vardı. Ancak yere atılan siyah kılıç kim bilir ne zamandır kayıptı ve elleri boş dönmüşlerdi.
Xie Lian öncesinde insanları tepkisi nedeniyle şok olmuş ve ancak şimdi bunu fark ediyordu. Haykırdı. “Kılıç nerede? KİM ALDI??”
Kimsenin cevap verecek vakti yoktu, sonuçta her yöne kaçışmaya başlamışlardı. Ancak düşmekte olan kindar ruhlardan nasıl daha hızlı hareket edebilirlerdi? Kısa bir süre sonra her yerden yaşayanların haykırışları ve çığlıkları yükseldi, ve kindar ruhların ulumaları!
Kindar ruhlar yaşayanlara yetiştikten sonra, kalın siyah bir duman gibi süzülüyor, pes etmez ve yapışkan bir halde her bir delikten sızıyor, yavaşça onların bedenlerine karışıyordu. Xie Lian onları uzaklaştırmak için durmadan savaştı, ama çok fazlaydılar, ve tek başına hepsiyle mücadele edemezdi. Hayaletler tarafından kovalanırken önündeki sayısız kişinin ağlamasını ve haykırışlarını çaresiz bir şekilde izledi, küçük tüccar ve karısı, ve tombul aşçı da yere yatmış siyah duman karmaşasıyla boğuşuyordu. Tüm bu zaman boyunca Yüzü Olmayan Beyaz yanında durmuş, durmadan alay ediyor ve her şeyi izliyordu.
Xie Lian hem öfkeli hem endişeliydi, ve kalbini sertleştirerek, kindar ruhlarla en çok dolu olan yere kükredi. “HEY –!”
Onların uyanışındaki deha oydu sonuçta, ve onun çağrısını yaratıklar doğal olarak fark etmişlerdi. Xie Lian kollarını ardına dek açtı.
“BANA GELİN!”
Çoktan yaşayanlarla sarılmış kindar ruhlar tereddüt ettiler, gidip gitmemek konusunda kararsızlardı, ama hala havada duran kindar ruhlar hemen yön değiştirerek doğrudan Xie Lian’a uçtular.
Başarılı!
Xie Lian’ın kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki duracak gibiydi. Neler olacağını, kendisinin başına ne geleceğini de bilmiyordu. Ama beynine hücum eden bütün kanıyla elinden gelen her şeyi yaptı. İntikamla yansa, her yeri morarana dek dayak yese bile yine de geri çekilmeyeceğini hissediyordu; eğer yüz binlerce ölünün ruhu daha gelse, yine de yenilmeyecekti!
Kendime acımamı ve kendimi yok etmemi mi izlemek istiyorsun?
EH, YAPMAYACAĞIM!!!
ASLA YAPMAYACAĞIM!!!
Yerden göklere dek her yeri sarmış olan siyah gelgit Xie Lian’ı sardı ve kindar ruhlar bedenine girerken inlediler. Bir anda, Xie Lian sanki tüm bedeni donmuş gibi hissetti ve titredi. Kısa bir süre sonra bir ikincisi geldi, sonra bir üçüncüsü…
Yaratıklar keskin haleleriyle bıçaklar gibiydiler, onu deliyor, bedenine geçiyorlardı ve her seferinde ondan geriye kalan bir parça sıcaklığı götürüyorlardı ve Xie Lian’ın yüzü gittikçe soluyordu. Yine de kararlılığını korudu ve geri çekilmedi.
Daha sadece birkaç yüz tanesi gelmişti, sadece kısa bir süreliğine durmuştu ve çok daha fazlası gelecekti. Tüm gökyüzünü kaplayan siyah bulutların hepsi onlardı!
Xie Lian gözlerini kapattı, kindar ruhların yanan öfkesini kendi gücüyle almaya hazırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde, bir sonraki kindar ruhlar hiç gelmedi. Kafası karışmış bir halde gözlerini açtı ve şaşırarak, etrafındaki siyah gelgitin yok olduğunu fark etti.
Hepsi siyah bir maddeye bürünmüşlerdi zaten ve şimdi başka bir yöne doğru emiliyorlardı!
Donakalan Xie Lian başını kaldırarak baktı. Uzun caddenin sonunda siyah cübbeli bir savaşçı duruyordu ve elinde uzun siyah kılıç vardı.
Wuming?
Xie Lian ona İnsan Yüzü Hastalığını yaymadan önce gitmesini emretmişti, burada şimdi ne işi vardı?
Xie Lian neler olduğunu veya siyah cübbeli savaşçının burada ne yaptığını anlayamıyordu, ama bir an donakaldıktan sonra hemen ona doğru koştu. Bağırdı. “BEKLE! NE YAPIYORSUN? ONA DOKUNMA! KILICI BANA GERİ VER!”
Siyah cübbeli savaşçı sesini duymuş gibiydi ve hafifçe başını kaldırdı. Xie Lian onun gerçek yüzünü göremiyordu, tek gördüğü maskedeki çizili gülümsemeydi. Ancak, içinde tuhaf bir his vardı.
Siyah cübbeli savaşçının maskesinin altında sahiden de gülümsediğini hissediyordu.
Ancak, geçici bir histi. Ezici kara işkence ve çığlık atan gelgit bir araya gelerek bir fırtına yaratmıştı ve toplanıyorlardı, siyah cübbeli savaşçıyı bir anda yutmuşlardı.
O anda, Xie Lian içini parçalayan, kanını donduran bir çığlık duydu.
Bu sesi daha önce duyduğunu hissediyordu. Bu sesi daha önce duymuş olmalıydı!
Acı verici. O kadar acı vericiydi ki, sanki aynı ıstırabı çekiyorlardı; o kadar acı vericiydi ki, ölümden beter bir kaderdi; o kadar acı vericiydi ki, hem kalbi hem bedeni eziliyormuş gibi hissediyordu; o kadar acı vericiydi ki, dizlerinin üzerine çöktü, başına sarılarak o da bağırmaya başladı.
“AAAAAAAAAAHHHHHHHHHHHHHH!!!!!!”
Kalbindeki ıstırap verici acı patlaması geldiği hızla kaybolmuştu ve bilinmeyen bir süre geçtikten sonra, etrafını yavaşça bir sessizlik kapladı. Xie Lian da yavaş yavaş başına sardığı ellerini indirdi.
Sersemlemiş bir halde başını kaldırdı ve etrafına baktı. Etrafı insanlarla kaplanmıştı, çoğu bilincini kaybetmişti. Ama onları saran kindar ruhlar yok olmuşlardı.
Sahne aklını karıştırdı. İnsan Yüzü Hastalığına ne olmuştu? Kindar ruhlar nereye gitmişti? Kendisine ne olmuştu?
Kara işkenceden geriye de hiçbir iz kalmamıştı. Siyah cübbeli isimsiz hayaletin durduğu yeri tek hatırlatan şey yere düşmüş siyah kılıçtı. Ve, kılıcın hemen ucunda, küçük beyaz bir çiçek vardı.
Xie Lian tökezleyerek ayağa kalktı ve oraya gitti, çiçeği ve kılıcı aldı.
Yüzüne dokundu, kollarına baktı ve vücudunda farklı hissettiren hiçbir yer bulamadı, güçlü bir laneti üstlendiğini gösteren hiçbir şey yoktu. Şaşkın bir halde dururken, aniden arkasından bir ses yükseldi.
Yumuşak bir şekilde. “Ah.” Dedi.
Xie Lian arkasını döndü ve Yüzü Olmayan Beyaz’ı gördü, kollarını bağlamış ve ellerini kol yenlerine gizlemişti, geniş kol yenleri rüzgarda dans ediyordu.
Xie Lian henüz neler olduğunu kavrayamamıştı ama içine kötü bir his doğdu.
Yüzü Olmayan Beyaz ona baktı ve kıkırdamaya başladı. Kötü his gittikçe güçleniyordu ve Xie Lian kaşlarını çattı.
“Sen neye gülüyorsun?”
Yüzü Olmayan Beyaz karşılığında ona bir soru sordu. “Hala neler olduğunu anlayamadın mı?”
“Ne?” Diye sordu Xie Lian.
“O hayaleti tanıyor musun?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz.
“…Savaş meydanında ölmüş bir, bir ruh.” Xie Lian denedi.
“Evet.” Diye cevapladı Yüzü Olmayan Beyaz. “Ama aynı zamanda, o senin bu dünyadaki son inananındı. Şimdi ise yok.”
…İnananı mı?
Bu dünyada sahiden ona inanan bir kişi kalmış mıydı?
Xie Lian’ın zorla birkaç kelime söyleyebilmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekmişti.
Kekeleyerek konuştu. “Ne, demek, artık yok?”
Yüzü Olmayan Beyaz tembelce cevapladı. “Ruhu parçalandı.”
Xie Lian bunu kabullenmekte güçlük çekiyordu. “Ruhu nasıl parçalanabilir??”
“Çünkü laneti senin yerine o aldı. Çağırdığın ölülerin ruhları onu yok etti, geriye bir parça bile bırakmadılar.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.
“…”
Çağırdığı ölülerin ruhları mı?
Laneti onun yerine mi almıştı?!
Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Ah evet, sahi. Ayrıca onunla ilk kez de karşılaşmıyorsun.”
Xie Lian sersemlemiş bir halde onu izledi. Yüzü Olmayan Beyaz eğlenmişe benziyordu.
“O hayalet hep seni takip ediyordu. İlk başlarda onun derin bir kin güttüğünü düşünmüştüm, bu nedenle yakalayarak sorguladım. Cevaplarının o kadar ilginç olacağını hiç tahmin etmezdim. Hayalet Festivalinde, fener gecesinde, gezen hayalet alevi ruhu. Hala hatırlıyor musun?”
Xie Lian mırıldandı. “Hayalet Festivali? Fener gecesi? Gezen hayalet alevi ruhu?”
Yüzü Olmayan Beyaz tembel bir şekilde ipucu verdi. “Bu hayalet, hayattayken, senin emrinde bir askerdi. Öldükten sonra, ölü ruhu seni takip etti. Senin için savaşta öldü; sen yüz kılıç tarafından deşilince vahşi bir hayalete dönüştü; ama yine senin yüzünden, İnsan Yüzü Hastalığının serbest bırakılmasıyla ruhu paramparça oldu.”
Xie Lian belli belirsiz bir şeyler hatırlar gibiydi ama daha önce bu inananın yüzünü hiç görmemişti, adını bile bilmiyordu, nasıl hatırlayabilirdi? Ne kadar hatırlayabilirdi?
“Belki de sahiden burada Ekselanslarına inananlar vardır…”
Evet. Vardı.
Sadece o vardı!
Yüzü Olmayan Beyaz başka bir şeylerde söylemiş gibiydi, ama Xie Lian o kadar sersemlemişti ki hiçbir şey duymuyordu ta ki, en sonunda Yüzü Olmayan Beyaz tekrar konuşana dek. “Senin gibi bir tanrı sahiden acınası ve gülünç. Ve senin inananın olduğuna göre o daha bile acınası ve gülünç, öyle ki tahayyül edilemez.”
“…”
Öncesinde Xie Lian’la dalga geçerken, Xie Lian hiçbir tepki vermemişti ama bu yaratığın onun inananını aşağıladığını ve acınası olduğunu söylediğini duyunca, sanki Xie Lian saplanan bir kılıçla uyandırılmış gibiydi. Kontrol edilemez bir öfke içinde gürledi.
Öne atıldı ama kolayca tutulmuştu, Yüzü Olmayan Beyaz soğuk bir şekilde konuştu. “Bana karşı kazanamazsın. Bu gerçeği anlayana dek sana daha kaç kez söylemem gerekecek?”
Xie Lian en başından beri ona karşı kazanmak istememişti zaten, ve kazansa da fark etmezdi. Sadece onu yorulana dek dövmek istiyordu.
Öfkeyle haykırdı. “SEN NE BİLİRSİN! NE CÜRETLE ONUNLA ALAY EDİYORSUN!!!”
Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Bir fiyaskonun takipçisiyle neden alay etmeye cüret edemeyeyim? Aptalsın ve senin inananın senden daha aptal. Beni dinle! Eğer beni mağlup etmek istiyorsan, o zaman benim öğretilerime kulak vermelisin. Yoksa, bana karşı kazanmayı hayal dahi edemezsin!”
Xie Lian elindeki her şeyiyle ona bağırmak istiyordu ama nefes almakta bile güçlük çekiyordu. Yüzü Olmayan Beyaz elini çevirdi ve açtı, elinde bir diğer ağlayan-gülen maske belirdi.
“Şimdi, baştan başlayalım!”
Tam maskeyi Xie Lian’ın yüzüne bastırıyordu ki beklenmedik bir şekilde, tam bu sırada, bir gümbürtü koptu.
Ufukta bir ışık çaktı ve fırtınalar gürledi, ve tuhaf bir ışık bulut katmanlarının arasında çaktı. Yüzü Olmayan Beyaz tedirgin olmuştu ve durdu.
“Bu ne? Bir Cennet Musibeti mi?..”
Bir an duraksadıktan sonra, düşünceyi reddetti. “Hayır, değil!”
Değildi.
Bir Cennet Musibetiydi, ama, sadece o değildi!
Bir adamın sesi tüm gökyüzünü doldurdu. “Eğer o sana karşı galip gelemiyorsa, peki ya ben?”
Xie Lian başını kaldırdı.
Kim bilir ne zamandır, beyaz bir zırh giymiş ve merhametli bir haleyle parlayan genç bir savaş tanrısı uzun sokağın sonunda duruyordu. Bedenini ince bir beyaz ruhani ışık sarmıştı ve adım adım ilerlerken elinde bir kılıç vardı, bu kasvetli, karanlık dünyada ışıktan bir yol açıyordu.
Xie Lian gözleri ardına dek açıldı.
Jun Wu!
Yağmur dinip, gökyüzü açıldıktan sonra, Xie Lian yanmış toprakta oturdu ve nefesini toplamaya çalıştı.
Jun Wu kılıcını kınına koydu ve yanına geldi. “Xian Le. Aramıza tekrar hoş geldin.”
Yorgun bir ifadesi vardı, yüzünde hala Yüzü Olmayan Beyaz tarafından bırakılan kandan izler bulunuyordu. Onlar dışında, Jun Wu’nun her yeri sayısız yarayla kaplıydı, kimisi büyük kimisi küçüktü. Aslında ciddi yaralardı, ama Yüzü Olmayan Beyaz’ın yaraları daha hayatiydi, öyle ki bedeni parçalanmış ve yok olmuştu, ondan geriye sadece ağlayan-gülen maske kalmıştı.
Onun ‘aramıza tekrar hoş geldin’ dediğini duyunca Xie Lian şaşırmıştı. Boynuna dokundu ve ancak o zaman lanetli kelepçenin kaybolduğunu fark etti.
Jun Wu gülümsedi. “Tahmin ettiğim gibi, yanılmıyordum. Geri dönüşün tahmin ettiğimden çok daha kısa sürdü.”
Xie Lian yavaşça bu bilgiyi sindirdi. Ardından yüzünde küçük bir gülümseme belirdi, ama acıydı da.
Nefesini topladıktan sonra konuştu. “Lordum, senden bir şey diliyorum.”
“İzin verildi.” Dedi Jun Wu.
“Ne olduğunu sormayacak mısın?” Dedi Xie Lian.
“Her şekilde, Üst Cennete dönüşün için bir hediye isteyeceksin, bu yüzden de bu benim sana geri dönüş hediyem olabilir.”
Xie Lian’ın dudaklarının ucu kıvrıldı ve ayağa kalktı, doğrudan Jun Wu’nun gözlerinin içine bakıyordu.
Tüm saygısıyla konuştu. “O zaman, dilerim Lordum beni bir kez daha ölümlü diyara sürgün eder.”
Bunu duyunca Jun Wu’nun gülümsemesi sordu. “Neden?”
Xie Lian içten bir şekilde açıkladı. “Bir suç işledim. İkinci İnsan Yüzü Salgınını ben serbest bıraktım. Her ne kadar sonuçları çok ciddiymiş gibi görünmese de.”
Sonuçta sadece isimsiz bir hayalet yok olmuştu ve belki bu dünyada, o isimsiz hayaleti kimse umursamıyordu. Bu nedenle de sonuçları çok ciddi görünmüyor olabilirdi.
Jun Wu yavaşça konuştu. “Eğer hata yaptığını biliyorsan, o zaman sorun kalmamıştır.”
Ancak Xie Lian başını iki yana salladı. “Bilmek yetmiyor. Eğer bir hata yaptıysam, o zaman cezasını çeken de ben olmalıydım, ama, ben bir yanlış yaptım, benim yerime cezalandırılan kişi…”
Başını kaldırdı. “Bu yüzden, ceza olarak, dilerim Lordum bana lanetli bir kelepçe verir, hayır, iki lanetli kelepçe. Birisi ruhani güçlerimi mühürlemek, diğeri ise şans ve talihimi yok etmek için.”
Jun Wu hafifçe kaşlarını çattı. “Tüm şans ve talihini yok etmek mi istiyorsun? O zaman sahiden inanılmaz şanssız olacak ve sahiden Talihsizlik Tanrısı olmayacak mısın?”
Geçmişte, Xie Lian kendisine Talihsizlik Tanrısı denmesini sahiden çok umursardı, ve hemen karşılık verirdi, bunu müthiş bir aşağılama olarak görüyordu. Ancak, artık böyle şeyleri umursamıyordu.
“Eğer Talihsizlik Tanrısı olacaksam, öyle olsun. Ben olmadığımı bildiğim sürece sorun değil.”
Talihi bir kez kapandıktan sonra, doğal olarak diğer talihsiz insanların yanına gidecekti, böylece de bir tür kefaret ödeyecekti.
“Oldukça utanç verici olur.” Diye hatırlattı Jun Wu.
“Fark etmez.” Dedi Xie Lian. “Ve dürüst olmam gerekirse, şimdiye kadar… neredeyse alıştım gibi.”
Her ne kadar alışmak istediği bir şey olmasa da, bir kez alıştıktan sonra, sahiden artık ona zarar veremezmiş gibi geliyordu.
Jun Wu onu izledi. “Xian Le, anlaman gerek, ruhani güçlerin olmadan, artık bir tanrı olmayacaksın.”
Xie Lian iç çekti. “Lordum, bunu herkesten daha iyi anlıyorum.”
Bir an duraksadıktan sonra konuştu, biraz utanmış ve biraz da ümitsizdi. “İnsanlar bir tanrı olduğumu söylüyor ve böylece ruhani güçlerim oluyor. Ama aslında, ben… sandıkları tanrı değilim ve diledikleri gibi yenilmez olamam.
“Bir tanrı bu kadar başarısız olabilir mi? Kendi insanlarımı korumayı diledim, ama cesetleri ıssız köşelere dağıldı; onların intikamını almak istedim, ama son saniyede durdum ve bu düşünceyi terk ettim. Yüzü Olmayan Beyaz benim bir ‘fiyasko’ olmam konusunda yanılmıyordu.
“Eğer artık bir tanrı değilsem, o zaman öyle olsun.”
Jun Wu dikkatle ona baktı ve uzun bir süre sonra konuştu. “Xian Le büyüdün.”
Bu Xie Lian’ın büyüklerinden duyması gereken bir sözdü. Ne yazık ki, ebeveynlerinin söylemeye fırsatı olmamıştı.
Bir an sonra Jun Wu konuştu. “Seçtiğin yol buysa, o zaman, pekala. Ancak, seni ölümlü diyara sürmek için bir nedene ihtiyacım var.”
Çocuk oyuncağı gibi bir cennet mensubunu öylece sürgüne gönderemezdi; cenneti ne sanıyordu?
Bu konuda ise Xie Lian’ın bir fikri vardı ve konuştu. “Lordum, sanki elimizde kalan her şeyimizle dövüşmemiş gibiyiz?”
Jun Wu hemen ne demek istediğini anlamıştı ve gülümsedi. “Xian Le, yaralıyım.”
“Ben de öyle.” Dedi Xie Lian. “Öyleyse eşitiz.”
Jun Wu başını salladı. “Öyleyse, seni durduramayacağım.”
Xie Lian gülümsedi, gözleri olasılıkların getirdiği heyecanla parlıyordu. “Ben de öyle.”
Ekselansları Veliaht Prens bir kez daha sürülmüştü.
Olağanüstü ve muhteşem bir ikinci Cennet Musibetinin ardından, Xian Le’nin Veliaht Prensi, öfkeli ve zalim bir şekilde cennete geri dönmüş ve daha beş dakika bile geçmeden Semavi İmparator tarafından bir kez daha aşağıya atılmıştı. Cennet mensuplarının hiçbiri bu adamın aklından neler geçtiğini anlayamıyordu???
Ama Xie Lian da diğer cennet mensuplarının ne düşündüğünü anlayamıyordu.
Sahiden bu kadar mı merak ediyorlardı? Günlerdir onu izliyor, onu izlemek için ölümlü kılığına giriyor, onu izlemek için hayvan kılığına giriyorlardı, günlerdir onu takip ediyorlardı! Erişkin bir adamın tuğla taşımasını izlemek sahiden bu kadar mı ilginçti???
O tam bunları merak ederken, arkasındaki ustabaşı ona bağırdı.
“ÇAYLAK, SEN, EVET SEN, SENİNLE KONUŞUYORUM! İŞİNİN BAŞINA GERİ DÖN VE TEMBELLİK ETMEYİ BIRAK!”
Xie Lian aceleyle doğruldu ve yüksek sesle cevap verdi. “AH!”
Ardından eski püskü sukamışından yelpazeyi aldı alevleri yellemeye başladı. Önünde birkaç tuğlanın üzerine kurulmuş küçük bir ocak vardı ve ocağın üzerinde pişmekte olan pirinçle fokurdayan bir büyük bir kazan.
Burası toprağı ve çamuru kazdığı bir inşa alanıydı. Ancak, tuğlalar çoktan taşınmıştı. Çok uzak olmayan bir yerde iki yeni yapılmış tapınak vardı ve onun şu anki görevi yemek pişirmekti. Yemeği karıştırdı ve karıştırdı, o tam elinden gelen her şeyi yaparken, iki araba iki büyük ilahi heykeli taşıyarak geldi. Xie Lian farkında olmadan tencereye bir şeyler atarken, işinin orta yerinde heykellere gizlice baktı.
İki ilahi heykel, saygın tapınaklarına taşınıyorlardı. Soldaki tapınağın salonundan kutlama sesleri yükseldi.
“General Xuan Zhen harika! General Xuan Zhen cömert ve nazik!”
Xie Lian konuşamadı.
‘Cömert ve nazik’ kelimeleriyle Mu Qing’i övmek, bu insanların aklı başında mıydı?
Ama görünüşe göre kendince sebepleri vardı. Sonuçta, herkes Mu Qing’in Xian Le’nin başkentinde kalan inatçı kindar ruhları temizleyerek yükseldiğini biliyordu, bu yüzden de ‘cömert ve nazik’ kelimeleri o kadar da mantıksız değildi. Her şekilde, Xian Le’nin eski başkenti ona minnettardı.
Sağdaki tapınağın salonundan, yenilmeyi reddeden haykırışlar yükseldi ve onlar da bağırdı.
“General Nan Yang harika! General Nan Yang cesur ve kudretli!”
Xie Lian başını salladı. İşte buna hiçbir itirazı yoktu. Sadece, bu övgü kadınlarla yüz yüze geldiği zaman pek geçerli olmayabilirdi.
Her iki taraftaki inananlar da tüm güçleriyle bağırıyorlardı, onlar kazanmak için her şeylerini verirken, Xie Lian’ın kulaklarını sağır edeceklerdi. İç çekti, düşünmeden alnını ovaladı, neden böyle yapıyorlardı?
Eğer birbirlerinden bu kadar nefret ediyorlarsa, bu sorunlarını birbirlerinin dibine tapınak kurmayarak çözemezler miydi?
Cevabı ise – elbette hayır’dı! Bu bölge fengshui’yle dolup taşan bir alan olduğu için, iki cennet mensubunun inananları da böyle enfes bir toprağı asla birbirlerini görmemek için terk etmeyeceklerdi; elbette diğerinin inananlarını çalmak ve birbirlerini tiksindirmek için ellerinden geleni yapacaklardı.
İki tarafın bağırmaktan kavga etmeye geçmeleri çok uzun sürmemişti. Kenarda, Xie Lian zamanlamalarının oldukça iyi olduğunu düşündü ve tencereye vurdu, yüksek sesle bağırıyordu.
“MİLLET, KAVGA ETMEYİ BIRAKIN! YEMEK HAZIR!”
Tartışmanın en hararetli yerinde, o kimin umurundaydı? Xie Lian başını iki yana salladı ve tencereyi açtı ve koku millerce öteden duyuldu. Şimdi başarmıştı işte. Kalabalık anında durdu ve bağırmaya başladılar.
“…HASİKTİR… BU KOKU NE??”
“KİM BOK PİŞİRİYOR??”
“VE BU ŞEY TENCERE DİBİ GİBİ KOKUYOR?!”
Xie Lian karşı çıktı. “NE! Bu gizli, kıymetli bir kraliyet tarifidir…”
Ustabaşı eliyle burnunu kapatarak yanına geldi, yüzü yeşile dönmüştü ve haykırdı, ayaklarını yere vuruyordu. “SAÇMALIK, NE GİZLİ, KIYMETLİ TARİFİ? NE KRALLIĞI?! SEN? DEFOL GİT BURADAN! İNSANLARI TİKSİNDİRİYORSUN!”
Xie Lian uzlaştı. “Tamam, peki, gidiyorum. Ama, lütfen bana ödemeyi yapar mısın…”
Ustabaşı öfkeyle haykırdı. “ÖDEMEDEN BAHSETMEYE NASIL CÜRET EDERSİN?! Neden bana, HAH! SEN! GELDİĞİNDEN BERİ! NE KADAR ÇOK HASARA YOL AÇTIN?? HA? Yağmur yağdığı zaman, şimşek çaktığı zaman, hepsi senin üzerine geliyor! Atlar ateş aldı ÜÇ KEZ! VE ÜÇ KEZ DE DEVRİLDİLER! Sen Talihsizlik Tanrısı gibisin! VE GELMİŞ BENDEN ÖDEME İSTİYORSUN! DEFOL GİT BURADAN! EĞER GERİ GELECEK OLURSAN AĞZINI BURNUNU KIRARIM!”
“Tamam, öyle demene gerek yoktu.” Dedi Xie Lian. “O şeylerin benim için geldiğini sen de fark etmişsin, ve her seferinde başka kimsenin zarar görmediğini, bu yüzden bence sadece ödemeden kaçmak istiyorsun?..”
O sözlerini bitiremeden ustabaşı ve birkaç işçi daha tencereden süzülen kokuya dayanamayarak kaçmaya başladılar, Xie Lian’ı toz duman içinde bırakmışlardı.
“DURUN??” Diye seslendi Xie Lian.
Etrafına baktı, ve kavga eden iki tarafın da kokudan kaçmış olduğunu gördü. Xie Lian’ın dili tutulmuştu.
Kendi kendine mırıldandı. “Eğer yemeyecektiyseniz, neden bu kadar büyük bir kazan kaynattınız? Sırf paranız var diye neden israf ediyorsunuz?”
Başını iki yana sallayan Xie Lian düşünüp taşındı, ardından iki büyük kase pirinç aldı, birisini Nan Yang Tapınağına diğerini ise Xuan Zhen Tapınağına sundu. En sonunda her şeyin yerine geldiğini hissederek ellerini birleştirdi, tümüyle tatmin olmuştu.
Eşyalarını almak için tekrar dışarıya çıktı, yerdeki şilteyi ciddiyetle sardı ve kılıçla bağlayarak her ikisini de sırtında taşımaya başladı. Bileğine sarılı olan beyaz ipek sargı gizlice ona sokuldu ve Xie Lian onu okşadı, başındaki bambu şapkayı düzeltti.
“Tamam. Ödeme. Ben de gösteri yapmaya giderim.”
Hala özel bir numarası vardı sonuçta – göğüste kaya kırma!
Patikadan ilerlerken Xie Lian aniden yolun kenarında küçük, minicik bir kırmızı çiçek fark etti, oldukça değerliydi. Eğildi ve nazikçe yapraklarına dokundu, oldukça neşeli hissediyordu.
Onunla konuştu. “Umarım bir gün tekrar karşılaşırız.”
O uzaklaştıktan sonra bile, küçük, minicik kırmızı çiçek hala rüzgarda dans ediyordu.
Dördüncü Kitabın Sonu
Çevirmen: Nynaeve
286 notes · View notes
koyusiyahli · 7 years ago
Text
düşmanımız kim?
öfke ve kinin kime duyulmasını unuttuğumuzdan beri utanılacak haldeyiz. bugün Kudüs nasıl ellerimizden kayıp gittiyse yarın Medine de Mekke de öyle gidecek şüphemiz mi var? Peki ne ara bu hale geldik şöyle bir bakalım.
Tumblr media
düşmanımızı tanıyor muyuz. tanımadan savaşmak bizi mağlubiyete götürecektir. Çünkü düşman ben onu tanımadan benim her alanımı işgal etmiştir. O hedefi uğruna uykusuz kalmış bense tatil planları yapmışımdır. O güçlenmek için daima okumuş beni araştırmış, bense cahilliğimle kala kalmışımdır. ‘’ arkadaşına öfkeni söyle geçsin, düşmanına öfkeni söyle artsın’’ kim bilir benim ona öfke duymam gerektiğimden dahi haberim yoktur humanizm beni bu noktaya getirmiştir. çünkü benim gündemim o ona ne demiş, onun tasarımını kim çalmış aaa o öylemiymiş miş miş... ten ibaret maalesef. islamın dertlerinden banane bu sistem beni bencilliğe itti. Herkes kendine!eğer  Filistinin davası birtek Filistinin ise, bütün ümmetin bedelini onlar ödüyor vay bizim halimize! eğer benim de davam ise burada benim rolüm ne?
Tumblr media
alanım islam akaidi ve kelam olduğundan ötürü islam dini ve diğer dinler arasındaki kutsiyeti hakkında her sene farklı dökümanlar, ansiklopediler, ve tefsirlerden bilgileri güzel bir şekilde toplayıp öğrencilerime ve çevreme aktarmaya çalıştım inşallah faydalı oluyoruzdur. Yahudileri araştırırken müslümanlığımdan o kadar utandım ki işte o zaman ne kadar uyanık olmamız gerektiğinin farkına vardım diyebilirim.size maddeler halinde bunları sunmaya çalışacağım.
Tumblr media
*ilk olarak yahudi sinsi, uyanık ve inatçıdır. Asla vazgeçmez fakat bir o kadar da korkaktır. bilgilidir ve çok çabalar sonu ne olursa olsun mücadelesini sürdürür. en önemlisi merhametsiz ve ırkçıdır. Bu dine musevi veya israiloğulları denilir. Kendi içinde ırk mı din mi olduğu pek belli değildir.Yahudilikte ırk ve din birbirine girmiştir.
1-Allah inancı antropomorfik(biçimcilik) bir inançtır ; tanrı uyur, dinlenir,güreşir, kıskançtır. ezeli ve ebedi olması başka bir varlık tarafından yaratılmamış olması islamdaki Allah inancı gibidir.
2-peygamber onlar için milli bir karakterdir. bizdeki gibi hayatı örnek alınan bir şahsiyet değildir. Zengin peygamberleri daha öncelikli tutarlar. ve peygamberlerini öldürmeyi haklı bir pay olarak görürler.
3-yahudi olunmaz yahudi doğulur yahudilik de soy anneden devam eder. Bu yüzden bir kadın istediği kadar okumuş, kariyer sahibi olmuş olsun anne olduktan sonra çocuklarını yahudilik ve diğer tüm din ve ırklara düşman olarak yetiştirmekle görevlidir. O diplomalarının hiçbir önemi yoktur(!)
4-kutsal günleri cumartesi yemez içmez gezmez alışveriş yapmazlar. Din adamlarına haham denir. Haham olmak en az 25 yıllarına mal olur çünkü tevratı ezberlemek zorundadırlar ve ibranice oldukça zor bir dildir.
5-yahudiler domuz eti ve şüpheli ürünler yemez ‘’kosher’’ samgası olan ürünleri alırlar hatta bir Müslüman yurt dışına gidince güvenilir yemek yemek isterse gidip yahudi reyonundan yiyeceğini alır.!) onlar da yiyecekler bir tek gıda bakanlığından değil, din adamının onayından da geçer.
6-efendimiz zamanında Müslüman olanı çok azdır. efendimiz onlardan 10 tanesi bana iman etseydi (10 din adamı kastedilir) hepsi iman ederdi ve yahudiliğin sonu gelmiş olurdu buyurur. dediğimiz gibi ırkçıdır ve asla islam’a dair tek bir şeyi kabul etmez ama inanır. Efendimiz doğduğu gece vay yahudinin haline diyerek dizlerini dövmüşlerdir çünkü son peygamber onlardan değil, araplardan gelmiştir. Rasulullah efendimizin hadislerini bizler gibi kulak arkası etmemişlerdir. “Müslümanlar ile Yahudiler büyük bir savaş yapmadan kıyamet kopmaz. O savaşta Müslümanlar Yahudileri mağlub edecektirler. Öyle ki Yahudiler taşların ve ağaçların arkasına saklanacak ama ağaç ve taş dile gelerek ‘Ya Müslim! Ey Allah (c.c.) kulu! Gel, bak benim arkamda Yahudi var, buraya gizlendi, benim arkamda, gel onu cezalandır’ diyecek. Sadece ‘gargat’ ağacı bunu söylemeyecek çünkü o Yahudi ağacıdır.”Onun için bugün İsrail’de durmadan gargat ağacı ekiyorlar. Çünkü bu savaşın çıkacağını biliyorlar ve büyük Yahudi imparatorluğunu kurmak için çalışıyorlar. duydukları bir hadisle müslümanın amel ettiğinden daha çok amel ediyorlar!
7-yahudiler evinde televizyon bulundurmaz çocuklarını doğdukları ilk günden itibaren islama düşman bir şekilde yetiştirirler. çocukların en fazla zihinlerinin açık olduğu saat sabah saati olduğu için okullarda o saatte tevrat okuturlar (türkiye de dene bakalım!!) ve karma eğitim yoktur. Üniversiteye kadar da olmaz zihinlerini bulandırmalarına müsaade etmezler. çocuk değil adeta asker yetiştirirler!!
Siyonizm Nedir?
 Siyonizm  bir nevi Yahûdî idealidir. Siyon protokollerinin 15. maddesinde, dünya Yahûdî  krallığı kuruluncaya kadar, bütün memleketlerde temâyüz etmiş kişiler elde  edilerek, siyonizm hizmet için kullanılmalıdır deniliyor.
Yahûdîler, bukalemun gibi, bulundukları yerin  rengini alırlar. Rusya'da bolşevik bir ihtilâlci, Amerika'da zengin bir  bankerdir. Diğer memleketlerde kapitalistinden komünistine kadar her renge  girer.
Siyonistler, dünyayı, iktisadi, ticârî ablûkaya  almak, ihracat ve ithalâtı elinde tutmak için çalışırlar. Siyonistler,  ideallerini gerçekleştirebilmek için protokoller hazırlamışlardır. Bunlardan  ba'zıları şunlardır:
1- Gençleri  ahlâksızlığa teşvik etmek,
2- Âile  kudsiyetini yıkmak,
3- San'at  anlayışını düşürmek, müstehcen kalıba dökmek,
4- Mukaddesâta  olan hürmeti tahrip etmek,
5- Lüks  ve zararlı modayı teşvik etmek,
6- İnsanları,  fâidesiz eğlence ve oyunlar ile oyalamak,
7- Sapık  nazariyeler ileri sürerek islâmiyeti yok etmeye çalışmak,
8- Cemiyeti  sınıflara ayırmak ve aralarına husûmet sokmak,
9- Grev  ve lokavtları körüklemek,
10- Mâli  istikrarı bozmak.
Müstehcen neşriyat yapan yayınlar, bilerek veya  bilmiyerek Siyonizme âlet oluyorlar
Tumblr media
Tevrat’ı tahrif ederek Yahudi Siyonist inançlarını kaleme aldığı Kabala adlı kitabı yazan adam diyor ki: “Ey İsrailoğulları! Siz Allah’ı dahi yendiniz. Sizin önünüzde kim durabilir.” İşte Siyonist inanç budur. “En yaman düşman Yahudidir” diyor Allah, Peygamber Efendimiz’e. Neden? Çünkü bu, Kabala kitabında Siyonizm’in amentüsü diye geçer. Bunlar şu maddelerden ibarettir: “Biz üstün ırkız. İnsanlar iki kısımdır. Yahudiler ve Yahudi olmayanlar. Diğerleri maymundurlar. Onlar maymun olarak yaratıldı, sonra Tanrı onları insana çevirdi ki Yahudilere hizmet etsinler. Bütün insanlar Yahudilerin hizmetkârıdır.” Amentünün birinci maddesi budur. İkinci maddesi “Bu üstünlüğü gerçekleştirmek ve dünyaya yaymak için şu dört şeyi yapmak gerekir:
1-      Dünyada dağınık halde bulunan Yahudileri Kudüs’te toplamalıyız.
2-      Büyük Yahudi İmparatorluğu kurmalıyız.
3-      Mescidi Aksa’nın yerine Süleyman Mabedini inşa etmeliyiz.
Böylece yeryüzünü bekledikleri Mesih için hazır hale getirmek arzusundalar. Mesih derken onlar Hazreti İsa’yı kastetmiyor. Süleyman Mabedine gelip, Hazreti Davud’un tahtına oturacak olan Mesihlerini bekliyorlar. Ama unuttukları ve dikkatten kaçırdıkları bir şey var. Hiçbir insanın kaderden kaçamadığı gibi hiçbir millet de kaderinden kaçamaz.
maalesef üzülerek söylemeliyim ki bugün  Dünyada Osmanlı hakkında en çok araştırma yapanlar ne yazık ki Yahudilerdir, Japonlardır, Amerikalılardır. Osmanlılar hakkında en az araştırma yapan, merak eden ise, onların tarihi ve kültürel mirasına sahip olan, onların torunları olan bizleriz. 
şimdi düşmanını tanıyan bir ümmet elbette savaşmasını bilmelidir peki benim savaşım nedir? kalemim iyiyse kalemim, sözüm iyiyse sözümdür. müslüman uyanık olmak zorundadır gündeminde kudüs kalmalıdır. bir mesaj atmak bir imza kampanyasına katılmaktan büyük bir şey yapsak isyor isek onun yaptığını almayacağım! açlıktan ölmem nefsimi törpülersem islam alemine de kendime de faydam olmuş olur. bugün dualarımız huzur-u ilahiye ulaşmıyorsa helal gıda eksikliğimdendir. çocuklarınıza yahudinin felaketini anlatın. Kadın erkek omuz omuza verilen mitinglerde çiğnenen Allahın emridir şeytanın fitnesidir. siz almayarak, karalayarak ve duayla savaşın. Çünkü islamın muazaffer olduğunu görmeden ölmek bizim hakkımız değildir! selam ve dua ile..
kaynak: islam ansiklobedisi, islam ve ihsan, her müslümanın ortak davası kudüs (yusuf el kardevi) filistin dramı ( kadir mısıroğlu), yahudilik, hristiyanlık ve islam (osman nuri topbaş) yahudilik belgeseli, akaid, saim klavuz 
274 notes · View notes
istandistmag · 6 years ago
Text
Nebil Özgentürk “Babamın Berber Dükkanı Beni Belgeselci Yaptı”
“BABAMIN BERBER DÜKKANI BENİ BELGESELCİ YAPTI”
Bu kaçıncı röportajım, saymadım bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki; bazı isimler var, sohbet hiç bitmesin istiyorum. Sanki tüm yaşanmışlıklarını, biriktirdiklerini eleyip, sadeleştirip, hayatın formülünü bir çırpıda vereceklermiş gibi hissettiriyorlar. Nebil Özgentürk de o isimlerden biri. 600’den fazla yaşamın röntgenini çekti, urlarını buldu, kendine has renkleri olan hikayeleri, sarıya çalan içli anlatımıyla, renkli ekrandan bizlerle paylaştı. Torunlarımızın açıp bakabileceği, belgelerin altına imzasını attı. Ayın 30 gününün, en 20 gününü il il dolaşarak geçiren Nebil Özgentürk’ü yakalayabildiğim, kısa bir zaman dilimine sığdırmaya çalıştım. Olduğu kadar… Kısacası, kıymetini bilelim derim bu adamların. Her şeye kolayca ulaştığımız, bugün yapılanın yarın bir değerinin olmadığı günümüz düzeninde; mevzuları derinine zorlayan, okuyan, biriktiren, anlatan, gün yüzüne çıkarmak için çalışan, kendini adayanlardan elimizde çok da kalmadı…
Bir insanın hangi bilinçaltı duygusu, o insanı belgeselci olmaya iter?
Bu mesele benim dünyamda şöyle başladı. Babam geç okuma yazma öğrenmiş bir insan. Okuma yazmayı askerlikte öğrenmiş. Sanki intikam alırcasına yıllar boyunca kitap okumuş. Ve sonra bize, önceki yıllarda okuduğu kitapları, keyifle paylaştı. Hem biraz sınav yapar gibi hem de bir köy endüstrisi öğretmeni gibi. Bir de berberlik yaptığı için çok insan tanıyor. Adana gibi yerde; Orhan Kemal’den, Yaşar Kemal’e, Abidin Dino’ya, Hacı Ömer Sabancı’ya dönemin adamları babamın makinesinden geçtiler. Hepsi başını babama teslim etti. Böylece, bütün bu berber muhabbetleri, sivil toplumcu olması, eğitimci olması, kendi semtine okul yaptırmak için çaba sarf etmesi, onun fazla okutmaya ve eğitime meraklı olmasını anlatan şeyler. Bütün çocuklarını Avrupalar’da okutmak istedi. Bütün bu operasyonda ben, anlatıcılık diye bir şeyi babamda gördüm. Galiba eve gelen giden o edebiyatçı insanların, biraz da abim sayesinde aşina olduğum; Atıf Yılmaz’dan, Yılmaz Güney’e, Türkan Şoray’dan, Can Yücel’e kadar edebiyat ve sinema insanlarının bizim ev çevresinde olmaları benim başka bir meslek yapma şansımı ortadan kaldırdı. İşletme Fakültesi mezunuyum ama gönlüm hep şiirde, yazıda, anlatımda oldu. Babamdan da aldığım bu anlatıcılık refleksiyle yıllar sonra anlatıcı olarak var oldum.
Dönüm noktanız…
Ama asıl dönüm noktası muhabir olmam. Her alanda muhabirlik yaptım. Körfez’de, Romanya’da, Libya’da, Abhazya’da, Irak’da ben hep gazeteciydim. Bunlar da insana büyük tecrübe sağlıyor. Arkasından bizim Günaydın gazetesi iflas etti. Sabah gazetesine transfer oldum. Sağ olsunlar Zafer Mutlu, Selahattin Duman, Ekrem Çatay, Fatih Gedikoğlu benim için çok önemli isimler. Bir de Zülfi Livaneli var. Orada büyük bir şans yakaladım ve tam sayfa belgesel tadında portre yazılar yazmaya başladım. Ekrem Çatay, – Atv Genel Müdürü – bu portre yazılarını belgesel yapalım dedi ve mevzu alıp başını gitti. Ama ben kurbağa belselcisi değilim. Türkiye’nin hikayesini anlatıp, dertli, acı çeken insanların, acı çeken edebiyatçıların, sansüre uğrayan sinemacıların, cezaevine giren şairlerin hikayelerini anlatarak, bir Türkiye hikayesi anlatmayı da görev edindim.
Sayısız belgesele imza attınız. Belgeselin hammaddesi, yürünen hayat yolunun renkli, belki de biraz inişli çıkışlı olmasıdır. Günümüzde belgeseli çekilecek kadar hayatında renk barındırmış isim bulmakta zorlanıyor olacağınızı düşünüyorum.
Var askında. Mesela Tarkan ve Cem Yılmaz, yeni dünyanın yarattığı efsaneler. Yeni kuşak arasında kendilerine has çizgileri var. Toplumun ortak beğenisini kazanmış iki isim. Belgesellere konu olmuş efsane isimler kadar olgun birer meyve olmayabilirler ama iyi denilebilecek meyveler.
Kesinlikle alanında çok başarılı iki isimden bahsediyorsunuz ama benim kastettiğim şu; bir ismin belgesele konu olabilmesi için kozasını yırtarak bir şeyden bambaşka bir şeye evrilmesi, tırnak içinde biraz da mücadelelerle yoğurulması gerekiyormuş gibi geliyor. İlla maddi mücadelelerden bahsetmiyorum. Statüsel, kimliksel, toplumsal başkaldırışlara da sahip olmalılarmış gibi geliyor.
Yoksunluk ve yoksulluk bir başarı ivmesi kazandırır. Sırça köşklerde yaşayan çocuklarda büyük sanat yetenekleri görmedim kusura bakmasınlar. Mesela Mehmet Ali Birand, ayağı aksak olduğu ve yoksulluk da çektiği için belki de bu duruma intikam olsun diye ben iyi sunacağım, iyi bir televizyoncu olacağım diyerek kozasını yırtmaya çalıştı. Kozasını yırtmaya çalıştı, 40 tane ameliyat oldu dizinden. Cem Yılmaz da tezgahtarlık yapan bir adamın oğlu ve Cem o zaman babasının çalıştığı mağazadan tanıdığı bir adamın, küçük bir ricasıyla, bir mizah dergisinde çalışmaya başlıyor ve o mizah dergisinde, komiklikler yaparak, dikkat çekerek, sahne çıkıp beceri göstererek, Türkiye’nin en çok güldüğü adam oluyor. Bence bu bir kozayı yırtma hikayesidir. Tarkan, Çınarcık’ta bir barda sahne alırken, dünyada dinlenen bir adam haline geldiyse, bu da bir kozayı yırtma hikayesidir. Ama sana şu konuda katılabilirim; eskiyle kıyaslarsak, insanların, protest bir duruş sergileme cesareti yok. Parasını kazananın, susmayı tercih ettiği zamanları yaşıyoruz.
Ümidiniz var mı?
Yaşar Abi’den (Kemal) bir cümle gelsin o zaman. “Umutsuzlar, umut yaratan insanlardır.”
Belgesel çekerken, insanların hayatına balıklama, derinlemesine dalıyorsunuz. Sizi çok etkisi altında bırakan, tokatlayan kimlerin hayatları oldu?
Atilla İlhan. Lise 3. sınıftayken bile başına gelenlerden sonra, böyle nasıl kahramanlaşabildiğine insan şaşırıyor. Bir de Tarık Akan’ın dönüşümüne çok büyük saygım var. Bir insanın, bu ülkenin prensiyken, beyaz salonların adamıyken, birden bire Yol filminin Seyit Ali’sine, son 20 yılımızın toplumsal filmlerinin büyük karakterine dönüşmesi çok etkileyici. Düşünsenize, inanılmaz yakışıklı, bütün kızlar pervane ama o tüm bunları elinin tersiyle itip, 45 yaşında bambaşka bir adam oluyor. Aslında kazanabileceği paraları reddedip, 3 senede bir çekilecek, toplumsal filmlere yöneliyor. Bu beni çok etkiledi. Tarık Abi güzel yaşadı ve bir halk kahramanı gibi gömüldü. Atilla abi de öyle… Nazım şiiri yazdığı için sevgilisine, okuldan atılan, hapse atılan, tımarhaneye tıkılan, liseyi 10 yıl sonra bitiren ve 28 sene sonra devletin televizyonunda, gel Nazım programı yap denilen, Türk bayrağı ile gömülen bir adam. Çok ilginç bir hayat hikayesi… Latife Hanım belgeseli de benim için çok değerlidir mesela… Belgeselini çekmek bana nasip oldu. 28 sene aynı evde yaşamış yeğenleri konuştu. Latife Hanım’a saygı duymamak mümkün değil. Boşandığı 1925 yılından, öldüğü 1975 yılına kadar tek bir cümle konuşmadı. 1000 yıl evli kaldığı kişi Mustafa Kemal Atatürk. Sonuçta çok büyük paralar teklif eden yabancı kanallara direnip, konuşmayan kadın, saygı duyulasıdır. Sessizce bu dünyadan göçüp, gitti. Çektiğim belgesellerin listesine baktıkça, inanılmaz hayat hikayeleri barındırıyor bu ülke. Bazen idol, bazen ibret ama hepsi inanılmaz.
En çok konuşulan belgeseliniz hangisi oldu?
Arzu Okay. Kırmızı noktalı filmlerin, erotik yıldızı Arzu Okay, ağır erkek tiplerin sokaktaki baskısından dolayı intihar etmek üzereyken, ertesi gün, ben unutturacağım kendimi diyor ve tezgahtar oluyor. Tezgahtarlıktan, tezgah kuruyor. O tezgah 380 kişinin çalıştığı bir yer oluyor. Oradan ihracatçılığa, ihracat rekortmenliğine ve Paris’te bir büyük işletmeye dönüşüyor. Nebil Özgentürk 2000 yılında onu buluyor ve belgesel haftalarca konuşuluyor. Belgesel tarihinde ilk defa ilk 5’e girdik. Belki de “Bir Yudum İnsan” ın önünü açıyor.
Para sizin için ne kadar önemli?
Para hayatıma devam edebilecek kadar önemli. 3 çocuğum var. Onların eğitimlerini sağlayabilecek kadar önemli. Bir evde barınmamı sağlayabilecek kadar önemli. İstediğimi yiyebilecek kadar önemli. Kendime küçük de olsa molalar verebilecek kadar önemli. Ama bir yalı, bir yat kadar önemli değil.
Sizin hiç istemediğiniz ama hatra binaen yaptığınız bir iş oldu mu?
Yok, olmadı. Ben televizyonda çok özgürdüm. Kendimi sansürletecek hale getirmemeye çalıştım. Kendi küçük köşelerimi belirledim ve derdimi anlattım. Belgesellerimi ve tanıtım filmlerimi birbirinden ayırarak değerlendirmeli. Bu nokta, altını çizmem gereken bir konudur.
Kaç belgeseliniz var?
600’ü aşkın belgesel, 1200’ü aşkın program çektim.
İçinizde kalan ve yapmadan ölmek istemiyorum dediğiniz bir iş var mı?
Yaşarken, Elia Kazan’ı kaçırdım. New York’ta yan masamda oturuyordu. Bir Kayserili Rum çocuğudur Elia Kazan. Marilyn Borande’yi sinemaya kazandırmış olan isimdir. Belgeselini yapma şansım varken, bir dizi talihsizlik sonucu yapamadığım ve içimde kalan bir iştir. Şimdi yapmayı arzu ettiğim, bir belgesel yöntemi var. Dökü drama dediğimiz bir yöntemin sinemalara girmesini istiyorum. Müslüm bir sinema filmi değil mi? Müslüm sinema filminin donelerini biraz da, benim belgeselim sunmuştur. İsteğim, bir belgeseli, dökü drama mantığıyla sinemalar sunmak. Yani bir oyuncunun, onu canlandırması taktiğiyle… Öyle bir hayal kurmalıyım ki; bir belgeselcinin, sinema zaferi gibi olmalı. Mesela; insanları gişelere gidip, “Orhan Kemal belgeseline bir bilet” dediklerini hayal ediyorum.
İstanbul dediğimde, bir belgeselcinin gözünün önüne ne geliyor?
İstanbul’un henüz, hala yıpranmamış sokaklarına bayılıyorum. Cumbalı evleri olan, yaşanmışlıkları olan, eski İstanbul semtlerine bayılıyorum. Bu yıpranmamışlığı en çok Adalar’da yaşayabiliyoruz. Adalar bana muhteşem bir İstanbul duygusu verir. Özellikle Heybeliada. Sanırım en iyi koruyabildiğimiz yer Adalar. İstanbul’a muazzam bağlandığım yerler var. Mesela; Boğaz hattı. Boğaz, dünyada örneği olmayan bir coğrafya. Böyle bir manzara olamaz. Boğaz’a bakıp, aşık olmayan yoktur. Kuzguncuk gibi mahalle kültürünün ve eski dokunun korunduğu semtleri çok severim. İstanbul çok kaba bir yer oldu. Ama bu kabalığa rağmen, bozulmayan çok güzel insanların da yaşadığını biliyorum.
Adanalısınız. Adana denilince haliyle kebap geliyor aklımıza ama geniş bir mutfağı olduğunu biliyorum.
Evet, Adana denilince akla kebap geliyor ama inanılmaz yemeklerimiz var. Mesela, Adana’da ‘Kınalı Eller’ diye bir sivil hareket var. Bu hareket içerisinde 35 – 45 yaş arasında değişen kadınlar Türkmen böreği, analıkızlı, içli köfte gibi yerel yemekleri, annelerimizin, ninelerimizin yaptığı gibi yapıyorlar. Bunlar 18 kişilik bir kadın grubu. Dertleri, Adana’ya gelen hemen kebapçıya koşmasın, yöresel diğer yemekleri de tatsınlar ve bu lezzetler yaşasın. Bu kadınlar yemekleri satıp, kadınlara destek oluyorlar, evlilik çağına gelmiş ihtiyacı olan kızlara çeyiz alıyorlar vs. Ben de onları çok destekliyorum.
Çok kültürün birarada yaşadığı bir yer Adana. Bu mutfak kültürüne nasıl yansımış?
Gerçekten Adana, Antakya mutfağı sokak lezzetleriyle dolu. Benim annemin içli köftesinde, nohutlu ekşili bamyasında, analıkızlı köftesinde şu kök yatar; Ermeni kadının nefesi, Süryani annenin bakışı, Yahudi teyzenin hamur mahareti, Arap alevisi kadının ruhu, Kürt kadınının coşkusu, Türkmen kadının süsü veya sunumu diye devam eder. Çok uzun yıllardır birlikte yaşıyorlar. Ellerinin lezzeti birbirine geçmiş bu kadınların… Kültür alışverişi, lezzet yaratmış.
Elinizin lezzetiyle ilgili nasıl yorumlar alıyorsunuz?
Yaptıkları beğenilince, insan daha fazla şey yapmak istiyor. İçimde, yemek yapmayı becerebilen bir kadın dolaşıyor. Ev yemeklerini iyi yaparım. 18 yaşımdan beri yemek yapıyorum. En son doğum günüme 70 kişi geldi. Damak tadı gelişmiş, kül yutmayacak 70 kişiye yemek yaptım. Yemeklerimin süsü püsü yoktur ama lezzeti vardır. Yemek yaparak stres atıyorum. Eşim de vitesi boşa aldı. Evde mutfak işi bende.
İkizleriniz kaç yaşında oldu?
30. Onlar hiç yemek yapmayı bilmezler, yumurta dahi kıramazlar. Eşimle ayrıldığımızda kendimi ifade etme biçimi olarak, çocuklara, siz oturun ben size yemek yapayım dedim. Bu bir duygu veya özür. Sizi büyütemedim ya da ayda iki kez görüşüyoruz ama yemekle baba-oğul ilişkimizin aşka dönüştüğünü hissediyorum. Baba çok güzel olmuş dedikleri zaman çok keyif alıyorum.
Yemeğin birleştirici bir yanı var.
Olmaz mı? Ben zaten çok kalabalık bir ailede yetiştim. 9 kardeştik. Babamla annemin 50.  evlilik yıl dönümlerini kutladık. 62 çekirdek üye vardı. Bu da, bu arada 92 yılındaydı. O sofra babamın da hissettiği önerdiği bir şeydir. Babam eve gelirdi, başköşede otururdu, etrafında çocukları torunları gelinleri olurdu.
Röportaj: Zeynep Rana AYBAR
Fotoğraf: FİLMEKS / Furkan BULUN
Mekan: Electrolux Profesyonel, Taksim
The post Nebil Özgentürk “Babamın Berber Dükkanı Beni Belgeselci Yaptı” appeared first on İstanbul'a dair en güncel haber sitesi.
from WordPress https://istandist.com/nebil-ozgenturk-babamin-berber-dukkani-beni-belgeselci-yapti/
0 notes
kuslarmeclisinedogru-blog · 7 years ago
Text
26.10.2017
Sen de yolda mısın? diye sordu, 
Bir yerlerdeyim ama... yolda değilsem neredeyim? Burada ne işim var öyleyse? Ben neredeyim bilmiyorum. 
Ne yoğun bir gündü. 
Sabah Fıratla kahvaltı ettikten sonra dostumuz Ebuburak ile buluşmaya Mardin kuyumcular çarşısına doğru yol aldık. İşte şimdi ‘eski şehrin’ asıl yüzünü gördük. Bana çok Kudüs’ü hatırlattı. Ama daha terkedilmişini. Bilmediğim bir dil ile insanlar birbirleriyle selamlaşıyor, küçük dükkanlar, esnaf ve şehri asıl ayakta tutan, ona yaşam veren tüm bireylerin barındığı yer. Birbirleriyle bağlı bir sürü dar sokak, merdivenler, gizli kiliseler, camiler, eşekler, meyve sebzeler... Çocuklar top oynuyorlar, koyun postu satan bir adamcağız, herkes birbirini tanıyor ve selamlaşıyor. 
Ebuburak ile Fırat çok dertleşti önce. Hasret giderdiler elbette. Onların da başka bir dili var. Aşk’ta Mevlana’nın eşi, Şems geldiğinde onların ilişkisine imreniyor, aralarındaki iletişime, yakınlaşmalarına, hayatı paylaşıp konuşmalarına. Ya işte kadınların edebiyatta çok başına gelen bir şey değil mi bu? En son Mother!’da da buna benzer bir hikaye anlatılmıyor mu? Eşine ve evine bakan hatun bir anda ikinci plana atılıyor, çaresiz kalıyor. Tamamen aynı değil, ama en azından bu iki karakter ile bir kere daha özleşmiş buldum kendimi. 
Dahası, onların dili hem kendilerine özel, hem de korkuyorum ki o kadar yüksekten uçuyorlar, ben onlara varamayacağım. Onların seviyesine gelebilecek miyim ki? Birşeyleri bırakmaktan bahsetmiştim, belki ben de bıraktıkça hafifleyeceğim, ve de onlara katılacağım. 
Çok çay, çok kahve, çok sigara ve sohbetten sonra, arabaya atladık ve Dara’ya gittik. Dara, Mardin’in yaklaşık 30 km uzaklarında bulunan antik kent. 7. yüzyıl’da arap istilasına uğramış, sonra da Osmanlılara geçmiş. Öncesinde Romalılar ve Perslerin mücadelesine tanıklık ettiğini tahmin ediyorlar, fakat kimsenin tam bildiği bir tarih yok. Çok geniş bir alana sahip ve de dünyanın ilk su barajına ait olduğunu düşündükleri kalıntılara sahip. 
Araçla gelinen yollar temizlenmiş, yenilenmiş. Fırat 2009′da geldiğinde yol bile olmadığından bahsetti. 
Epey geniş bir mezarlık alanına sahip. Kaya mezarlıkları. Taşlar kazınarak yapılmış. O kadar büyüleyici ki içlerine girip oturmak. Bir sığınak gibi biraz da. Dara’da yaşayan ve güvenlik görevlisi olan bir adamcağız o küçükken daha yeni kazı çalışmalarının yapılmaya başlandığından bahsetti. Ve aslında Dara’nın çoğu hala toprak altında keşvedilmeyi bekliyor. Dara köyü ise tam bu kalıntıların üstüne yerleşmiş... İneğiyle, piliciyle, güzeller güzeli çocuklarıyla... Bir alana geldik, sarnıç’da olmuş, kilise’de, zindan da... Yerleşimin ve insanların ihtiyacına göre kendisini çok farklı şeylere adapte etmiş devasa bir mekan. Oradaki kızlardan bir tanesi koşturarak yanımıza geldi, size buranın tarihini anlatayım mı? Başladılar belli ki ezberlerinde olan bilgileri lıkır lıkır anlatmaya. Zaman zaman kopuk ve anlamı olmayan cümleler, kulak dolgunluğu işte. Ama nasıl güzeller. İki tanesi, biri orada biri burada koşuşturuyor. Bu arada bu zindan/sarnıç/kilise hayatımda hiç eşi benzerini görmediğim bir görkeme sahip. Daracık bir ağızdan bir saraya iniyorsun. Heralde 30-40 m bir tavan, merdivenler merdivenler, kolonlar, küçük odalar... Tanımlayamıyorum çünkü ben hala sindiremedim bu deneyimi. Ve bu iki mezapotamya güzelleri, bu sarnıcın üstünde büyümüş. 
Burası nasıl bulundu biliyor musun? diye soruyor bana, anlat bakalım. Dedesinin dedesinin tavuğu bir yerlere gidip yumurtluyormuş, dedesinin dedesi de onun peşinden gitmiş ve burayı bulmuş. Zaten bu gezide ne bulunmuşsa tavuklar, koyunlar bulmuş. Ya çobanlar bulmuş ya çiftçiler. Hayvanlarda enerjiye geliyorlar işte. 
Ve bu iki güzeller güzeli kız o kadar rahatlar ki orada...örnek nasıl versem bilemedim, sanki analarının karnında gibiler, sanki oyun parkındalar, oraya tırmanıyorlar, şurdan atlıyorlar, karanlık hiç ışık almayan köşelere saklanıp birbirlerini korkutuyorlar...Onlar gibi büyümek nasıl olurdu diye çok düşündüm. 
Küçükken bizim de bir ‘bahçe’miz vardı. Bu ‘bahçe’de inekler, koyunlar, keçiler, köpekler vardı. Mandalina ağaçları, ve papatyalar. Her haftasonu tuttururdum dedeme beni bahçeye götür diye. Sabahtan gidip akşam olana dek orada hayvanların arasında koşuşturur, kendi kendime yeni yerler keşveder saklanır, birşeyler bulur ya da sadece gezinirdim. O kadar keyifle yapardım ki bunu. Emir’i de alıp yanıma tüm günümüzü orada özgürce geçirirdik. O zamanları düşündüm, bu güzel kızların da özgürlüklerini düşündüm. 
En büyüğü (ki sonradan farkettim ki ikizi de varmış) kolumdaki Bak Hele Bak Yusuf Konak’ın bana hediye ettiği bileziklerden birini beğendi, iki kere bunu dile getirdi. Ben de çıkardım verdim ona, bu da bana hediye geldi dedim, ona çok iyi bak. Bu sefer öbürüne de başka bir bilezik verdim. Sonra da öbürüne. Yusuf Konak iyi ki bize bol hediye vermiş bu bileziklerden, hepsini oradaki kızlara dağıttım, ve hepsi de birbirinden farklı olduğu için kimse ötekininkini istemedi. O kızların enerjisine, güzelliklerine, özgürlüklerine bayıldım. 
Hiç dönmek istemeyerek ayrıldık onlardan, birer ayran içtikten sonra, önce Ebuburak bizi Süryani bir ailenin yanına götürdü, onların yaptığı şaraplardan tattık, aldık. Sonra da keyifli bir akşam yemeği yedik birlikte. Benim için güveçte sebze hazırladılar, humus ve şarap ve sıcacık pide. Beni çok mutlu etti. 
Çok şey konuştuk, çok şey paylaştık. Yoldan, yolculuktan bahsettik. Niyetlerden, açık kapılardan. Yolun, yolcuyu korumasından. Aktarmak çok zor, ama zamanla kendini gösterecek her şey diye umuyorum. İyi ki yapmışız diyorum.
0 notes
tumitutscanlation · 6 years ago
Text
Heavenly Blessing - 27. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 27: Oyalanan HuaLian, Günahkarın Çukurunda Akşam Vakti
Baş Rahibe yere indiği gibi söze girdi. “Ke Mo neler oluyor?”
O konuştuğu anda Xie Lian sesinin hayal ettiğinden oldukça farklı olduğunu düşündü. Her ne kadar soğuk olsa da inceydi, surat asmış bir çocuğun şikayet etmesi gibiydi, kulağa hiçte etkileyici ve güçlüymüş gibi gelmiyordu. Eğer kulakları bu kadar keskin olmasaydı ne dediğini duyamayabilirdi bile.
Ke Mo kükredi. “Ne mi oluyor?? Hepsi öldü!!!”
Baş Rahibe sordu. “Hepsi nasıl ölür?”
“Sen onları ittin ve bu terkedilmiş cehenneme onları mahkum ettin diye oldu hepsi!”
Baş Rahibe. “O kim? Burada başka birisi daha var.”
Çukurun dibinde aslında ‘iki’ kişi daha vardı ancak San Lang ne nefes alıyordu ne kalbi atıyordu, bu yüzden Baş Rahibe onun varlığını fark etmemişti. Ayrıca duvarın üstünde tam bir kaos yaşanmıştı, kimin çukura düştüğünü, kimin kaçtığını takip etmek imkansızdı, bu yüzden de Baş Rahibe sadece Xie Lian olduğunu sanıyordu.
“Askerlerimi onlar öldürdü, mutlu oldun mu şimdi? Ölmesini istediğin herkes en sonunda öldü!”
Baş Rahibe sessiz kaldı. Aniden ince bir ışık yandı ve elinde bir avuç meşalesi tutan küçük, siyahlı kızı aydınlattı.
Kız on beş, belki on altı yaşlarında görünüyordu. Gözlerinin altı kararmış, çirkin değil ama mutsuzdu, alnı ve yanaklarındaki yaralar ışığın altında açık ve net görünüyordu. Avuç meşalesini tutan eli titriyor, alevlerin çırpınmasına neden oluyordu. Eğer biraz önce kesinleşmiş olmasa, kimse bu solgun küçük kızın BanYue’nin Baş Rahibesi olduğunu düşünmezdi.
Elindeki alevler onu ve çevresini aydınlatıyordu. Ayağının hemen yanındaki BanYue askerlerinin zırhlı cesetlerinden bir yığın vardı.
Xie Lian gizlice yanına bakmaktan kendini alamadı.
Baş Rahibenin avuç meşalesi çok küçüktü, bütün bir çukuru aydınlatmıyordu bu yüzden hala karanlıktaydılar. Ama minik ışığı kullanarak Xie Lian yanındaki kişinin kırmızılara bürünmüş olduğunu hayal meyal görebiliyordu. Net değildi ve o da emin değildi ama yine de bir parça yanındakini ayırt edebiliyordu. San Lang zaten ondan uzundu, ama şimdi, öncesinden daha uzun görünüyordu.
Xie Lian gözlerini kaldırdı, boynuna geldiğinde bir an duraksadıktan sonra yukarıya doğru devam etti ve zarif çeneye geldiğinde durdu.
San Lang’ın yüzünün üst kısmı hala gölgelerle saklanmıştı, ama Xie Lian alt yarısının öncekinden açıkça farklı olduğunu düşündü. Hala yakışıklıydı ama çizgileri çok daha belirgindi.
İzlendiğini hisseden San Lang başını eğdi ve dudakları hafifçe yukarı doğru kıvrıldı.
Bu küçük değişim tuhaf bir şekilde büyüleyiciydi. İkisi zaten yan yana duruyorlardı, ama eğer Xie Lian San Lang’ın tüm yüzünü iyice görebilmek istiyorsa daha da yaklaşmalıydı ve farkında bile olmadan bir adım daha atmıştı ki uzaktan Ke Mo’nun inlemeleri duyuldu, önündeki kanlı sahneyi görünce şok olmuş gibiydi. Xie Lian başını onlara doğru çevirdi ve generalin ağıtına rağmen Baş Rahibenin ifadesinin katı kaldığını fark etti, kız sadece. “İyi. En sonunda özgürler.” Dedi.
Ke Mo mateminin ortasında bu sözleri duyunca tekrar öfkelenmişti. “İyi mi? Ne iyi?? Ne diyorsun sen?!”
Öfkesi hiçte sahte görünmüyordu, Baş Rahibeden sahiden nefret ediyor olmalıydı. Baş Rahibe. “Azat edildiler.” Ardından hala karanlıkla örtülmüş olan Xie Lian’a döndü. “Onları öldüren sen misin?” sözleri mükemmel bir Han lehçesiyle söylemişti ve sesinde bir parça bile saygısızlık yoktu. *ÇN: Han Lehçesi: Merkez Ovalar’da kullanılan lehçe.
Xie Lian. “Olanlar… bir kazaydı.”
Baş Rahibe tekrar sordu. “Sen kimsin?”
“Ben bir Cennet Mensubuyum. Yanımdaki ise arkadaşım.”
Ke Mo onların ne konuştuğunu bilmese de dövüşmediklerini anlayabiliyordu. “Siz ne konuşuyorsunuz?”
Baş Rahibe Xie Lian’a baktı, ardından San Lang’a hızlıca bir bakış attıktan sonra gözlerini çevirdi. “Daha önce hiçbir Cennet Mensubu bizi ziyarete gelmemişti. Bu yeri çoktan terk ettiğinizi düşünüyordum.”
Xie Lian Baş Rahibeyle savaşmaları gerekeceğini düşünmüştü, ama onu böylesine ümitsiz ve dövüşme isteğinden yoksun bulacağı hiç aklına gelmemişti. Kız tekrar konuştu. “Gitmek istiyor musunuz?”
Tuhaf bir konuşmaydı, ama Xie Lian yine de barışçıl bir halde cevapladı. “İstiyoruz, ama çukurun çevresinde bir rün olduğu için dışarı çıkamıyoruz.”
Bunu duyunca Baş Rahibe duvarlardan birine yürüdü ve elini kaldırarak bir şey çizdi, ardından tekrar döndü. “Oldu. Serbestsiniz.”
“…”
Fazla kolay olmuştu.
Xie Lian söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu. Tam bu sırada yukarıdan bir ses duyuldu, “AŞAĞIDA KİMSE VAR MI?”
Fu Yao’nun sesiydi.
Xie Lian, San Lang’ın hemen yanından ‘hıh’ladığını duydu ve hemen başını kaldırdı. Çukura bakan bir adamın gölgesini görebiliyordu, Xie Lian da bağırdı. “FU YAO! AŞAĞIDAYIM!”
Xie Lian el salladı ve Fu Yao karşılık olarak tekrar bağırdı. “Sahiden orada mısın? Çukurun dibinde?”
“Ee… bir sürü şey oldu. Neden aşağıya gelip kendin görmüyorsun?”
Fu Yao da muhtemelen aşağı yukarı aynı şeyi düşünüyordu. Çukurun içine devasa bir ateş topu üfledi. Bir anda Günahkar’ın Çukuru gün kadar aydınlık olmuştu ve Xie Lian en sonunda ne tür bir yerde bulunduğunu açık bir şekilde görebilmişti.
Etrafındaki her yer yığılmış kanlı ceset dağlarıyla doluydu; kararmış yüzleri ve uzuvlarıyla akan siyah kanları parlak zırhlarını kirleten sayısız BanYue askerinin cesedi üst üste dizilmiş. Xie Lian’ın durduğu köşe, tüm Günahkar’ın Çukurundaki ölü beden olmayan tek yerdi.
Bunların hepsi bir anda, çukura atladıktan sonra San Lang tarafından yapılmıştı.
Xie Lian dönerek yanındaki genç adama tekrar baktı.
Önceden yarı karanlıkta baktığında San Lang’ın daha uzun ve belirgin bir biçimde farklı olduğunu düşünmüştü, ama şimdi, ateşin parlak ışığı altında yanında durmakta olan tanıdığı, yakışıklı genç adamdı. Xie Lian’ın ona baktığını fark edince sırıttı. Xie Lian başını eğerek botlarını ve bileğini kontrol etti ama onlar da öncesiyle aynıydı, uygun olmayan hiçbir şey yoktu, ama yine de anlamıştı. Fu Yao’nun gelmesiyle en iyisi saklanmasıydı, yoksa daha büyük sorunları olacaktı. O tam bunları düşünürken Fu Yao da atlamış ve çukurun dibine ulaşmıştı.
Xie Lian. “Siz tüccarlarla ilgilenmiyor muydunuz?”
Daha çukura yeni inmiş olan Fu Yao, henüz kanının pis kokusuna alışamamıştı. Elini yüzüne doğru sallarken ifadesiz bir şekilde cevap verdi. “Sizi altı saat bekledik, yine de gelmeyince bir şeyler olduğunu anladık. Beklemeleri için bir çember çizdim ve kontrol etmeye geldim.”
‘Çember’le kastettiği koruyucu bir rün olmalıydı, ama yine de Xie Lian kaşlarını çattı. “Çember uzun süre dayanmaz. Sen uzaklaşınca, onları arkada bıraktığını düşünerek çemberden çıkarlarsa ne olacak?”
Fu Yao omuz silkti. “Eceline susamış bir adamı sekiz at bile durduramaz; inatçı insanları ben de durduramam, yani hiçbir şey olmaz. Oradaki ikisi kim?”
Fu Yao gergindi, bilinmeyen ikiliye karşı onları savunmaya her an hazırdı, ancak kısa bir süre sonra hayretler içerisinde Ke Mo’nun çoktan yerden kalkamayacak kadar ağır bir şekilde yaralanmış olduğunu ve BanYue’nin Baş Rahibesinin başını eğmiş, sessiz bir halde durduğunu fark etti.
“BanYue’nin Generali, diğeri ise BanYue’nin Baş Rahibesi, onlar…”
Ke Mo aniden havaya sıçradığı için Xie Lian cümlesini tamamlayamadı.
Gücünü toplamak için tüm bu zaman boyunca yerde yatmış ve en sonunda bir kükremeyle doğrularak yumruğunu Baş Rahibeye savurmuştu.
Xie Lian eskiden olsa iri, kuvvetli savaşçının küçük bir kıza saldırması gibi bir şeyin gözlerinin önünde yaşanmasına asla müsaade etmezdi. Ama Ke Mo’nun Baş Rahibeden nefret etmek için her türlü sebebi vardı ve kız da kendini pekala savunabilirdi, ancak savunmamıştı. Bu yüzden de onların kişisel meselelerine dahil olmak Xie Lian’ın haddine değildi.
Ke Mo Baş Rahibeye kükredi. “Akrep yılanların nerde? Hadi! Çağır da beni ölümüne ısırsınlar! Ben de azat edileyim!”
Bez bebek gibi oradan oraya savrulan Baş Rahibe hüzünlü bir şekilde cevap verdi. “Ke Mo, yılanlarım artık beni dinlemiyor.”
“O zaman neden seni öldürmüyorlar?!”
Baş Rahibe fısıldadı. “Özür dilerim Ke Mo.”
“Bizden bu kadar mı nefret ediyorsun?”
Baş Rahibe başını iki yana salladı, Ke Mo daha da sinirlenmişti. “O zaman neden nefret ettiklerinden intikam almıyorsun? Sen Baş Rahibeydin, eğer birisini öldürmek istediğini söyleseydin, biz senin yerine gider öldürürdük! Neden bize ihanet ettin?!”
Ke Mo konuştukça nefretin derinliklerine gömülüyordu, kızın saçlarını kavradı. Fu Yao onun daha da sert bir şekilde saldırmasını ve tamamen tek taraflı olan dövüşü izlerken kaşlarını çattı. “Neden bahsediyor bunlar? Onları durdurmamız gerekmez mi?”
Xie Lian da daha fazla izlemeye dayanamayacaktı, Ke Mo’yu durdurmak için ileri fırladı. “General, bence ikinizin arasında yanlış anlaşılmış pek çok mesele var, lütfen sakinleş!”
Ke Mo. “Başka konuşulacak ne var? Her şey ortada!”
Xie Lian da ona neyin yanlış geldiğini söyleyemiyordu, sadece çok önemli bir parçanın hala eksik olduğunu biliyordu. Aniden Baş Rahibe bileğini yakaladı.
Tutuşu o kadar sıkı ve beklenmedikti ki Xie Lian’ın kalbi sıkıştı, kızın üzerine atlayacağını düşünüyordu. Ama başını eğip ona baktığında Baş Rahibenin yerde yatmış, kaldırdığı başıyla dikkatli bir şekilde onu izlediğini gördü. Koyu gözleri yoğundu, ağzının kenarındaki küçük bir yarayla dudakları titriyordu. Ağzından tek bir kelime çıkmadı, ama bakışları söyleyecek milyonlarca şeyi olduğunu anlatıyordu. Bu hali uzaklardaki bir anıyla iç içe geçti.
Bir an duraksadıktan sonra Xie Lian konuşuverdi. “Sen..?”
Baş Rahibenin de sesi titredi. “…General Hua?”
Bu konuşma çukurdaki herkesi yerine mıhlamıştı.
Fu Yao aceleyle ileri çıktı ve Ke Mo’yu tek yumrukta bayılttı. “Siz birbirinizi tanıyor musunuz?”
Xie Lian ona cevap vermedi. Onun yerine diz çöktü ve Baş Rahibenin omuzlarından tutarak yüzünü inceledi.
Biraz önce çok uzakta olduğu için açık bir şekilde görememişti. Ayrıca iki yüz yıldan fazla zaman geçtiği için kız bu sürede olgunlaşmıştı ve daha pek çok nedenden dolayı onu ilk başta tanıyamamıştı. Ama şimdi incelediğinde anılarındaki yüzün aynısıydı.
Xie Lian inanamadı, uzun bir süre konuşmadı. Ardından iç çekti. “Ban Yue?”
Baş Rahibe kol yenlerini kavradı, kasvetli yüzü bir anda canlanmış ve heyecanla dolmuştu. “Benim. General Hua, be-beni hala hatırlıyor musun?”
“Elbette hatırlıyorum. Ama…” Xie Lian bir süre ona baktı ardından tekrar iç çekti. “Ama kendine ne yaptın böyle?”
Kızın gözleri aniden yaşlarla doldu ve mırıldandı. “Özür dilerim, Yüzbaşım.” Hemen ardından önünde diz çöktü ve alnı yere değecek kadar yere eğildi, kalkmayı reddediyordu.
Xie Lian onu kaldırmaya çalıştı ama başaramadı bu yüzden de kalbinde iç içe geçmiş pek çok duyguyla en sonunda pes ederek elini alnına götürdü, zihninin çalkalandığını hissediyordu ve bu yüzden konuşmak istemiyordu. Ama aralarında geçen kısa diyalogda ‘General’ ve ‘Yüzbaşı’ kelimelerinin geçmesi pek çok şey aydınlanmıştı.
Fu Yao şok olmuştu. “Yüzbaşı? General? SEN Mİ?! Bu nasıl oldu?”
Xie Lian. “…Bunu ben de bilmek isterdim.”
Xie Lian doğrudan cevap vermemişti ama San Lang kenarda ciddi bir şekilde duruyor, ısrar etmiyordu.
Fu Yao ise üsteledi. “O zaman Generalin Mezarı?”
Xie Lian cevapladı. “Benim mezarım.”
“İki yüz yıl önce burada sadece çerçöp topladım dememiş miydin?!?”
Xie Lian tekrar iç çekti, gözleri yere kapanmış olan kızın üzerindeydi. “Bu… uzun bir hikaye.”
Yaklaşık iki yüz yıl kadar önce, Xie Lian bir gün Qing tepesini aşarak bir süreliğine güneyde yaşamaya karar vermişti, bu yüzden de pusulasını almış ve güney yönüne doğru ilerlemeye başlamıştı. Ama yürüdükçe karşısındaki manzara tamamen yanlış olduğu için bir hata yaptığını fark etmişti! Karşısında bol bol ağaç ve yeşillikler, şehirler ve insanlar olması gerekirken, neden yürüdüğü patika böylesine ıssızdı? Ama şüphelerini bir kenara kaldıran Xie Lian inatla yürümeye devam etmiş ve kısa bir süre sonra Gobi Çölüne varmıştı. Xie Lian ancak rüzgarın getirdiği bir avuç kumu yuttuktan sonra pusulasının bozulduğunu ve tam ters istikamete yürüdüğünü fark etmişti!
Elinden gelen bir şey olmadığı için de bu fırsatı kullanarak çöl manzarası görmek niyetiyle yoluna devam etmişti. Sadece rotasını hafifçe değiştirerek kuzeybatıya yönelmişti ve sınıra ulaştığında BanYue Krallığının yakınlarına yerleşmişti.
Xie Lian yavaş yavaş konuştu. “İlk başta sadece hurda topluyordum. Ama sınır karışıktı ve pek çok çatışma yaşanıyordu, sık sık askerler firar ettiği için de ordu genişleyebilmek için önüne gelen herkesi silah altına alıyordu.”
Bu kez San Lang sormuştu. “Sen de orduya mı alındın?”
“Evet.” Diye cevapladı Xie Lian. “Ama aşağı yukarı hala aynı şeyi yapıyordum bu yüzden de umursamadım. Ama birkaç kez haydut kovaladıktan sonra bir şekilde Yüzbaşılığa terfi edildim. İnsanlar beni takdir ediyorlardı bu yüzden General diye hitap etmeye başladılar.”
Fu Yao sorguladı. “O zaman sana neden General Hua dedi?”
Xie Lian ellerini salladı ve ilgisizce. “Hiç. O zamanlar sahte bir isim kullanıyordum. Sanırım ‘Hua Xie’ydi.” *ÇN: Hua, Hua Cheng’deki Hua’yla aynı. Çiçek demek.
İsmi duyunca San Lang’ın ifadesi hafifçe değişti, dudakları titremişti ama hala anlaşılmazdı. Xie Lian buna kafa yormamaya karar vererek devam etti. “Savaşla yıpranmış bir sınırda her zaman öksüzler olur. Boş vakitlerimde bazen onlarla ilgilenirdim. İçlerinden birinin… adı Ban Yue’ydi.”
Xie Lian başını iki yana salladı. “Baş Rahibe derken kullanılan ‘BanYue’nin ülkenin isminden geldiğini sanmıştım, Baş Rahibenin gerçek ismi olduğu ise hiç aklıma gelmemişti.”
Anılarındaki küçük kız Ban Yue her zaman karamsardı, bedeni ve yüzü yara bere doldu, başını kaldırmış ona bakarken çok ufak görünürdü. Han lehçesini akıcı konuşur ve kendi yaşlarındaki merkez ovalı çocuklarla oynardı. Xie Lian onun nereli olduğunu bilmiyordu, ama sonuçta kimsesizdi, bu yüzden onu yanına almıştı. Boş vakitlerinde bazen onlara şarkılar bazen güreşmeyi öğretir, bazen ise sokak gösterilerinde kullandığı ‘Göğüste Taş Kırma’ hareketini gösterirdi. Bu çocuk diğerlerinden daha ufak tefek olduğu içinde onunla ayrıca ilgilenir ve fırsat buldukça ona fazladan yiyecek verirdi, bu yüzden de araları çok iyiydi.
Fu Yao. “Ya sonra?”
“Sonra… anıtta yazanlarla aşağı yukarı aynı şeyler oldu.”
San Lang bir an sessiz kaldıktan sonra dahil oldu. “Anıtta öldüğün yazıyordu.”
Konu anıtta yazanlara geldiğinde Xie Lian’ın cesareti oldukça kırılıyordu.
Anıtlar normalde merhumları övmek ve yaptıkları iyilikleri abartmak için yapılmaz mıydı? Tüm kademe düşüşlerinden bahsetmesinin yanı sıra, bir de neden utanç verici bir biçimde öldüğünü dosdoğru bir şekilde yazmaları gerekiyordu ki? Kum fırtınasından saklanır ve yazıtı çevirirken ölümünün anlatıldığı kısma geldiğinde o kadar hoşnutsuz olmuştu ki eğer yanında San Lang da aynı şeyi okuyor olmasa o kısım yokmuş gibi davranacaktı. Öyle bir şeyi okuyunca diğer insanlar bir yana, kendisi bile gülmek istemişti. Sığınmaya gelmiş insanlardan yorum yapmamalarını ve gülmemelerini istemeye cüret edebiliyor olması bile Xie Lian’ın berbat hissetmesine neden oluyordu.
Xie Lian’ın alnı ovalanmaktan kıpkırmızı olmuştu. “Ah, şey. Ee. Elbette ölmedim. Rol yaptım sadece.”
San Lang hiçbir şey söylemedi ve Fu Yao’nun yüzü kuşkuyla doluydu.
“Ben ölmüş gibi yaptıktan sonra ‘cesedimi’ bir kenara attılar. Merkez Ovalara geri döndüm ve beş, altı yıl içinde iyileştim.”
Gerçeği söylemek gerekirse Xie Lian tam olarak nasıl ‘öldüğünü’ hatırlamıyordu, savaşın ilk olarak nasıl çıktığını da, sadece önemsiz bir mesele yüzünden olduğu aklında kalmıştı. Sahiden dövüşmek istememişti; zafer de bozgun da anlamsız olacaktı. Ama o zamana dek rütbesi çoktan en alt seviyeye inmişti ve kimse onu dinlemiyordu. Savaşın ortasında herkesin gözü kararırdı, bu yüzden ileri çıktığında kılıçlar ve bıçaklar dört bir yanından saldırarak onu delik deşik ediyordu. Ölmüyor olsa da, böyle bir katle dayanamamıştı. Xie Lian içinden ağlayarak ‘olamaz!’ diye geçirirken, sahte ölümünü sunmak için kendisini yere bırakmıştı, ama ‘ölümde’ bile bilincini kaybedene dek ayaklar altında çiğnenmişti. Onu uyandıran şey, cesedi savaştan sonra nehre atıldığı için yuttuğu sulardı. Xie Lian nehrin akıntısıyla ilerlemiş ve bir çöp yığını gibi merkez ovalarda kıyıya vurmuştu. İyileşmesinin ardından en sonunda ilk başta planladığı gibi güneye gitmeye karar vermiş ve BanYue Krallığında yaşananları bir daha düşünmemişti.
Çevirmen: Nynaeve
Not: :’((((
122 notes · View notes