#şiirin sokakta
Explore tagged Tumblr posts
kontvortex · 3 months ago
Text
salkımsaçak üşürsün begonya; fırtına. esen sokakta
çamur büyür kaldırımda ... hırçınlığınla bileyli kör bıçak...
Sırtımda ayrılığın hançeri :geçmiş acısını sırtlandım
mevsim emzirir gözyaşımı... Menekşe yağışı isyanım …
yıldız serpili yakamoza... kadife sesin örtülü vücuduma
gövdem paramparça....saçılır boynundaki tabuta.
medcezirde deniz çekilir ...nasıl darmadağınım ölmeden anlatamam...
mürekkep sızılı kağıda bıçakla; alfabenin harfi pelte pelte kan...
ölü şair mezarlığı saçların; mürekkepli şiirin kanaması durmaz...
cenderede kızılca yenilgimi ,hiçbir bandaj kurutmaz..
Kuş sesi renginde rıhtım; kanatlı kar kuşlarıyla..
Ey sarkan sarmaşık: rüzgarın ıslığıyla uğulda ….
barutla kurşunun çiftleştiği an; yangınına yalaz taşır kanadım …
yalazla öpüşür kuş avazı ... ölüsü ışıklarda yanar
Sarıyı giy ruhuna : sarının adını kandile çıkar
Dikenlitel çekili sınırında : uçurum gerillası var
fırtına koparan saçlarının aşkına! varsın hiçliğin çarpsın kulağıma!...
mendirek yosunla sevişir kıyıda … dağılmadır unutulmuş bir adam
Artık mecalsizim limanda..nasıl darmadağınım ölmeden anlatamam.!.
youtube
2 notes · View notes
yurekbali · 1 year ago
Text
Tumblr media
BEHÇET NECATİGİL (1916-1979) 1916’da İstanbul’da doğduğunda (o gün onunla dünyaya gelen çocuklar arasında) “Yüzü yüzüne en çok benzeyen çocuk!” diye bir kayıt düştüğü söylenir babasının, Takvim-i Ragıp’ın bir kıyısına. Gözleri (o pek azınızın usunda olan gözleri) biraz odanın, biraz da dışarısının karanlığını kuşanır. Vücudu İstanbul’un o eski sokaklarının, evlerinin esmerliğini alınca bildiğimiz o sureti çıkar. Evlerin dip odalarında gider gelir. 1930’larda bu durgun çocuk, hem okula gidiyor, hem annesiyle sokakta top oynayan çocuklara bakıyordur (Kabataşlı anneler o zamanlar çocuklarıyla pencerelerden ayrılmazlardı). Gider üstünü değişir: İlk basılı şiirini okuyordur çünkü (Varlık, Ekim 1935). 1940-1943. Kars’ı Zonguldak’ı görür. - Öğretmenim! diyorlardır çocuklar. Askerken ilk ata bindiği söylenir (görenler beyaz bir at diyorlar). Artık otlar, karıncalar, devedikenleri, hanımböcekleri, Pan’ın teneffüsü, çalılar, kuşlar, ikindi vakitleri okşamaktadır yüzünü. Kapalı Çarşı diye on bir heceli bir sözcüğü hecelediğinden mi? Öyle olmalı: İlk gözağrısı (1945). Biliyoruz kırları severdi en çok. Ve sıradan böcekleri. Ama birden yere yüzükoyun uzanıp “tabiatla haşir neşir” olmak yetmiştir. Gökleri, yıldızları geç bir kalem, der, Beşiktaş’ta, Barbaros meydanında dolaşırken (Çevre, 1951). Ve yavaş yavaş evlerle savaşa başlamıştır artık, düştüğünden yüzü. ‘Şayet aşk’ dese de... İlk arkadaşlıklar (o zaman Abasıyanık 1906, Külebi 1917, Akbal 1923, Birsel 1919, Dağlarca 1914, Aksal 1920, Tirali 1925 midir?). Daha çocukken, “Savrulan karlara bakacağım,” diye tutturmuştur. Ama Fikret gibi evlere kapanmaktır en iyisi (her gün üç paket cıgara ve çocukluğu). İnerse Beşiktaş’a iner artık. Elinde filesi. Yaşlılığında birçoğumuz gibi gözlüğü hep yanında dururdu. Şiiri mi? Şiiri yükseklik korkusunun şiiridir. 1955’lerde duvarlarda gergef işi bir levhanın önünde yazacaktır (annesinin elinden çıkmış). Araf’lar açıklanmalıdır çünkü (1958). Dar Çağ’la hesaplaşmış bir dergâha (sevgili içine) yazılacaktır. Kitaplarda mı ölmek istiyordur? Yeryüzü -neden söylememeli- birden yeryüzü olmaktan çıkmıştır. Hem ne zamandır ellerini cebine soksa cıgaralar, akşamüstleri, kâğıtlar, ıssız kırlara bakan Pan, aşkın hiçlikleri, Panik (ki Divançe diye bir kitaba girecektir) sağır duvarlar, şiirlere üşenmelerimiz, kurşunkalemler, bir teyel. Ve Yaz Dönemi. Ve En/Cam ve Zebra. En çok sevdiği çiçek mi? Gecesefaları elbet. Okurken biraz önüne bakardı (ölümlerde, aşklarda). Bir çilehane özlemi mi? Bir Eski Toprak’lı. Uzatmalı bir nefer. Çünkü nice yollar gidilmiştir (çokken bir şiirin tarihinde ve bankalar gibi bir bilanço yapılmalıdır Aktif-pasif görünmelidir). Bu hınçla sarılır Beyler’e (1978), çünkü ta gerilerden (bir geri hizmetten) Necatî Fâriğiz edemeyiz kimseye tâpû beyler diyordur. Hiç bıyık bırakmış mıdır? Hayır. Ama sakalı hep uzamıştır. Şiirleri (İlhan Berk’e göre) en çok üstüne başına benzeyendi. Çocukluğunun sağlık raporlarında hızlı atıyordu kalbi deniyor. Biliyoruz hep bir ayraç bırakmıştır şiirlerde bir gün dolduralım diye biz. Sunu Bir gün öldü. Gidip geldiği sokaklar, bir kırlangıç, bir kâğıt, bir ıstampa, bir kalem/alkol yanmasında/bir fotokopi, bir kumsaati, yarım kalmış bir şiir, bir patika, cenazesinde bulundu mu? bilmiyorum. Bir bulut bir süre onu izlemiş. Geçerken parmağını kaldırmış bir çocuk. Bir deniz parçası, bir ağaç büyümesini bir an bırakmıştır. Masası uzun zaman kendine gelememiştir. O gün gök açıkmış diyorlar. - İlhan Berk, Behçet Necatigil (1916-1979) (Deniz Eskisi) (Aşk Tahtı / 1976-1982 / Toplu Şiirler II) - Görsel: Behçet Necatigil (Kalender Dergisi, Sayı:6, Mart-Nisan 2019, İki Aylık Edebiyat Dergisi)
18 notes · View notes
mesutbahtiyarolacak · 5 months ago
Text
PALYAÇO (*)
Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde,
kaç kilo çekerdi yalnızlık,
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının..
Belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
Her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
Hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize.
Kim sevmezdi çiçekleri filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi.
Bunu palyaço söyledi,
Palyaço söyledi, ben yazdım
Yazdım, yazmasam ağlayacaktım.
Herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
Sırf bu yüzden mi ağladım
Alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz.
Biraz birazdım her şeyden
Dün biraz sinirlenmiştim mesela
Yarın bir kadını seveceğim biraz
Biraz biraz kör oldum bügünlerde.
Ama rakı kadehlerini boşaltmayın
Eksilmesin hiçbir şey
Hiçbir şeyden dahi olsa
Kalsın biraz.
Umursamıyorum yılgınlığımı filan
Çünkü sessizce yaşanmalı her şey
Bir devrim sessizce olmalı mesela
Ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun.
Bir palyaço neden yalan söylesin ki
Ben palyaço olsaydım söylemezdim
Marangoz olsaydım da söylemezdim
Ben insan olsaydım yalan söylemezdim!
Hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
Kaç kilo çeker ki bir palyaço
Hem neden yüzüme vuruyorsunuz
Bir çirkin ördek yavrusu olduğumu.
Gocunmam ki ben, ben gocunmam
Bir palyaço ne kadar gocunmazsa
O kadar, o kadar gocunmam işte.
Rakı doldurun! Eksilmesin.
Bitmedi, yazacağım daha
Yazmazsam ağlayacağım çünkü
Alçakça olacak biraz.
Hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
Her sokakta biraz daha eksilirdik
Bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
Bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
”Duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
Sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
Sokaklar daha bir puslu
Palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
Ve ben daha bir alçak olurdum
Ağlardım biraz.
hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
Hatta kuyruğuma basma diyorum
Acıyor, tırmalarım,
Diyorum.
Kahrol, kahrol!
Diyorum.
Geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
Korktum birden, kusacak gibi oldum
”Olur öyle” dedi palyaço,
”Herkes alçaktır biraz”
”Otur ulan!” dedim, bağırdım ona
Ben bazen bağırırım biraz.
"Rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
Ben bazen eksilirim biraz
Aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
Bunu sonradan öğrendim.
Ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
Herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
Bunu da sonradan öğrendim.
Örneğin;
Geçen gün bir kadınla seviştim
Biraz değil, çok seviştim.
Ya işte öyle palyaço
Diyorum ki,
Bunu da yeni öğrendim
Sevişmek de eksilmekmiş biraz.
Kim sevmezdi ki kuşların ötüşlerini filan
"Ben sevmezdim" dedim, "yalan"dedi
Bunu palyaço söyledi
Palyaço söyledi, ben yazdım
Yazmasam, alçak olacaktım
Hem ben roman da yazdım biraz.
Bazen diyorum ki, palyaço,
Sen olmasan ben ne yaparım
Alçakça eksilirim belki biraz
Her yağmur yağışında yerin dibine girerim
Hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
Ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi.
Biraz biraz anlıyorum ki,
Yüzler, eller, o terli vücutlar filan
Her şey plastikmiş biraz.
Haydi sirtaki yapalım palyaço
Rakı doldur, yine eksildik biraz...
Turgut Uyar
(1927 - 1985)
(*) İnternette Turgut Uyar adıyla paylaşılan bu şiirin Turgut Uyar'a ait olmadığı şairin oğlu Hayri Turgut Uyar tarafından açıklanmıştır.
5 notes · View notes
eszpek · 1 month ago
Text
perec'in deneysel matrisleri | 144 harflik çeviri ve adaptasyonlar
        Blogumdaki 01 ve 02 numaralı yenidenyazım ve değerlendirme örneklerini Perec’in oyununun bütün kaidelerine uyarak uzun bir çalışma sonucu Türkçe’de gerçekleştirmiştim. İlgili kuralları takip ederek siz de deneyebilirsiniz. Aşağıda göreceğiniz örnekler ise Perec’in oyununu henüz fark etmeden önce, editörümün benden talep ettiği 144 harfli çeviri görevine dahil. Bu çevirileri yaptıktan sonra matrisin gerçek anlamını çözebildim ve hepimiz epey şaşırdık. Akabinde başarıp başaramayacağımı kestiremesem de matris kurallarına tam uyan yenidenyazımlara ve tanımlama yazısına giriştim. Oldu. Aşağıdaki çeviri ve adaptasyon işlerini de; metne dair madalyonun öteki yüzünü teşkil ettikleri, değerli derecede deneysel çaba gerektirdikleri ve Perec’in matris kurallarına uygun düzdüğü şiirin anlamını da işitebilmemiz için aşağıda paylaşıyorum. İlgili metinler önceki yazımda tanımladığım kurallar listesinin sadece “a” ve “b” şerhlerine uymaktadır. Yani Fransızca’da 144 harf ile yazılmış bir metni, anlamını muhafaza etmeye çalışarak 144 harfle Türkçeleştirdim. Yanı sıra orijinal metinden esinlenilen başka anlam kapılarını da barındıran, kendi şiir dilimi ve sözcelemimi yansıtmayı denediğim, yine 144 harf olma kaidesine uyan adaptasyonlar da denedim.
(İlgili çeviri ve yeniden yazımlar Karşı Sanat'taki Disiplinlerarası Şiir sergimizde sergilenmiştir.)
01
MÜPHEM KAYNAŞMADI ÖLÜMLE
Çeviri:
Müphem; kaynaşmadı ölümle.
dal için’e:
esinliyor mu hala seni?
gürlüyor mu?
yüce şuânı ayırıyor mu mecrasından?
boş lakırdı, kara özsu; -beyhude çaba-
besliyor mu tuhaf,
toy tohumunu?
M Ü P H E M K A Y N A Ş
M A D I Ö L Ü M L E D A
L İ Ç İ N E E S İ N L İ
Y O R M U H A L A S E N
İ G Ü R L Ü Y O R M U Y
Ü C E Ş U A N I A Y I R
 I Y O R M U M E C R A S
I N D A N B O Ş L A K I
R D I K A R A Ö Z S U B
E Y H U D E Ç A B A B E
S L İ Y O R M U T U H A
F T O Y T O H U M U N U
Adaptasyon:
öncü kapanışın örtüleri..
dönerim:
laik mucizeler &
Pius’un platonik ayetlerindense;
kamerî yolun kürüne.
odağı sarsıp;
(atıl yaralar, kof) ?
olabilir miyim, tuhaflığımızın belası ?
Ö N C Ü K A P A N I Ş I
N Ö R T Ü L E R İ D Ö N
E R İ M L A İ K M U C İ
Z E L E R P İ U S U N P
L A T O N İ K A Y E T L
E R İ N D E N S E K A M
E R İ Y O L U N K Ü R Ü
N E O D A Ğ I S A R S I
P A T I L Y A R A L A R
K O F O L A B İ L İ R M
İ Y İ M T U H A F L I Ğ
I M I Z I N B E L A S I
02
AYRIM, BİLDİR BİZE
Çeviri:
Ayrım
Bildir bize ayrım; nerede biter ulu tariz,
çöker haraplık yarışı
umut havzasında.
Çıkmaz sokakta:
-altın hile mabedinin düştüğü-
ölüsoytarının kârı azalır.
Kabuklu hale...
A Y R I M B İ L D İ R B
İ Z E A Y R I M N E R E
D E B İ T E R U L U T A
R İ Z Ç Ö K E R H A R A
P L I K Y A R I Ş I U MU
T  H A V Z A S I N D A Ç
I K M A Z S O K A K T A
A L T I N H İ L E M A B
E D İ N İ N D Ü Ş T Ü Ğ
Ü Ö L Ü S O Y T A R I N
I N K A R I A Z A L I R
KA B U K L U H A L E
Adaptasyon:
özü yar:
adsız.
kes-ilişiğimizdeki / pası sil
melun, tekbaşına çivile metruğu
yerlileştir cüzamı ya da ırgalat;
seni Klon Soytarı.
doğrucu ıskalar / olası çıkarını
parıldar; hale.
Ö Z Ü Y A R A D S I Z K
E S İ L İ Ş İ Ğ İ M İ Z
D E K İ P A S I S İ L M
E L U N T E K B A Ş I N
A Ç İ V İ L E M E T R U
Ğ U Y E R L İ L E Ş T İ
R C Ü Z A M I Y A D A I
R G A L A T S E N İ K L
O N S O Y T A R I D O Ğ
R U C U I S K A L A R O
L A S I Ç I K A R I N I
P A R I L D A R H A L E
0 notes
gundemarsivi · 4 months ago
Text
Tumblr media
Genç Bir Arkadaşa Mektup, İlkay’a
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/genc-bir-arkadasa-mektup-ilkaya/
Kuşlara çekinmeden uçabilecekleri bir gökyüzü ısmarlayayım derken sana yazacağım mektubu biraz geciktirmişim. İhtiyarlığıma veya düşbazlığıma ver ve kusuruma bakma. Mektup dediğim de bir iç dökme işte.
Bildiğinden başka bir şey bilmeyen insanlar arasında şiire karışıp yaşamak bir çıkış belki İlkay. Bir kaçış ya da. Seninle bu çıkışı ya da kaçışı konuşmak istiyorum ne zamandır. Yazma nedenim bu. Daha çok bir iç dökme, bir iç konuşma, tanık olmanı istediğim.
Aslını sorarsan kendimi arar gibi kaybolduğum zamandan beri bunları konuşabileceğim birilerini hep aradım. Baltalardan kaçan bir orman gibi aradım. İnsanı aramaya kendimden başlayalı müzmin bir huya dönüştü bu arayışlarım. İyiden iyiye bir yolcuyum artık. Üstelik yolum suyunkinden uzun. Ama bunun için bana acıma.
Bunca arayışların ve yolculukların arasında ne zaman bir gül ıslık çalsa sokakta oluyorum. Orada sonsuz azınlıklara karışıyorum ve bu ruhuma iyi geliyor İlkay. Kitapların arkasına geçip oradan dünyaya karşı çıkmak ya da dünyadan yana olmak da iyi geliyor ruhuma.
Şimdiye kadar aldığım yaralar önemli, toplamıma bir hayli katkısı var çünkü. Zoru seçip kendime sarılmam bu yüzden olabilir mi? Şiire sığınmam ya da… Düşlerimi yorumlarken bunları düşündüğüm oluyor. Kendimi düş yorumcusu sandığım anlar da eksik değil. Bunlar olurken bir delikten dünyanın bütün acıları kalbime sızıyor. Bir türlü önüne geçemiyorum. O sızılardır benim şiirlerim işte. Sevinçli ve umutlu bir şarkıya dönüştüklerinde mutluluğun tadına dokunuyorum bir yanımla sanki. Ya da bana öyle geliyor.
Bazen kendime saçma sapan sorular sorduğum oluyor: Eriyip su olmayı düşünmeli mi şair? Dünyanın her bir parçasına karışmak için başka yolu var mı? Tepelerde kütle halinde duranlar vicdandan kalelere dönüşebilir mi? Asıl zirvenin aşağılarda olduğunu bir şair kimden öğrenir? Sahi bir şair vicdandan kale olmak zorunda mı aynı zamanda? Verili olanla hesaplaşmak mıdır şairin işi? Ya da şairin ve şiirin işi ne? Elinden tutacak olan bildikleri midir yoksa unuttukları mı bir şairin? Bir dil bilgisi, bir yol bilgisi olmadan; itaatsizliği seçmeden geleceğe sağlam halkalar atmaya kalktığında telaşa ve yanlışa düşmez mi? Her şeyin kirlendiği, kirletildiği, insanları yalan makineleriyle kontrol altına alıp etkisizleştirdikleri bir dönemde şiir yazmasak ne yaparız? Kuşların, böceklerin, çiçeklerin imdadına nasıl koşarız şiir yazmasak? Cesedi kıya vuran bir bebeği yaşatmak için fidan diksek yeşerir mi şiir olmayınca? Zeytinin gözyaşlarını silebilir miyiz binlercesi, on binlercesi kıyıma uğradığında? İda’da Cerattepe’de, Soma’da ve her yerde ağaç kırımlarına karşı nasıl durulur? Bizim cephanemiz şiir midir yoksa?
Bir şey daha: Bir şiir savaşa karşı çıkabilir mi? Bu soruyu bana savaşta bütün yakınlarını kaybeden bir çocuk sordu. Bir kent gibi sustum karşısında ancak. Külden bir kent gibi.
Bugünlerde sözcüklerin huysuzlukları da üstünde! Ne yapabilirim ki? Olmuyor! Bir türlü yazamıyorum. Bari aç karnıma bir iki şiir okuyayım diyorum, fakat yorgun olduğumu hissediyorum. Bazen dilimi dişlerimle koparıp tükürmek istiyorum. Ustanın, “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” sözü elimden tutup kaldırmasa işim zor. Ama geçici bir durum. Böyle hallerde şiir üzerine düşünüyorum. Daha fazla kitabın kapağını aralıyorum. Hiç de fena değil ilkay. Ne dersin?
Bu arada daha önce sen bana, “Şiir üzerine ne düşünüyorsun, şiirle şairin bağı nasıl olmalı” şeklinde bir soru mu sormuştun ?” Ya da öyle mi anımsıyorum! Hazır böyle bir mektup yazmışken fikrimi de söyleyeyim buna ilişkin:
Şiire, şiirden önce insan gerek İlkay. Şiirin duyguya, düşlere, duyarlıklara ihtiyacı var. Gülüşlerle sulanmak ister dizeler. Gidilmemiş yerlerin, yaşanmamış aşkların, kurulmamış dünyaların özlemiyle… Şiirin ruhudur çünkü bunlar. Acıyı bal eylemenin başka bir yolu da yok bence.
Şiir yazarak kendimi keşfettim, sakın bunu basite alma. Çok şükür, şiir sayesinde yeryüzünde yalnızca kendimi algılama kolaylığına düşmüyorum. Eğer öyle olmasaymış farkına varmadan nasıl bir hapishaneyle kuşatılmış yaşardım kim bilir! Verili olanla yetinir pek fazla da merak etmezdim üstümüzden olup bitenleri. Açık söyleyeyim başkalarının acılarına kayıtsız kalmadımsa bunu şiire borçluyum. Kendi acılarımla başa çıkamazdım yoksa.
“Nasıl bir şiir yazmalı ki doğrulsun insan / düşe kalka adımlasın yolları kendine doğru, kendine ulaşsın?” Bugünlerde bunları düşünüyorum. Çıldırmış olabilir miyim? Belki de! Bu sabah ülkemizden ve yeryüzünün çeşitli yerlerinden geleceğe iyi duygular taşıyan şiirler okudum. Onların eşliğinde dünyayı kokladım. Gitmekte ve gelmekte olana dokunmaya çalıştım. Ben şiir okuyunca sanki yanmış yıkılmış evlerini bacaları yeniden tütüyor, kesilen ağaçların yerine herkes fidan dikiyor. Gökyüzüne ektiğim çiçekler silahlardan önce davranıp kana bulanmasını önlüyor dünyanın… Aşk kazanıyor, barış kazanıyor. Öyle gözüküyor ki şiirle yürüyecek yolum var daha. Yaş alacak ve yaş aldıkça arınacak yolum. Laf aramızda yaşlandım da aslında.
Taşlardaki sessizliği kana kana dinlemek büyülüyor beni… Bunun için bir orman gibi sussam istiyorum her seferinde. Yolculuğum sırasında kör bir dervişe yol sorduğumu daha önce de söylemiştim sanıyorum. Ölülerin tuttuğu günlükten harita yaptığımı da kendime… Renklerin sesini ezberledim İlkay. Aşkın hiç halinden suç haline geçerken lazım oluyor çünkü. Uçurumlarla sevişmek istiyorum ama kollarım yetişmiyor. Bunun için de bana üzülme. İyi şiirler yazarak telafi edebilirim bu eksikliğimi. Biliyorum ki yaşam şiirle yenilenir. Dünya şiirle kabuk değiştirir.
Mektubumu özellikle dağınık tuttum. Bana yazarsan eleştirilerin arasında bu dağınıklığım da olsun mutlaka.
Bu mektubun yanıtı geldiğinde belki de sözcüklerden bir hançer yapıp saplamış olacağım kendime. Ya da kendimi toprağa karıp yeni sözcükler arayacağım. Daha umutlu, daha sevinçli şiirler yazmak için bir işe yarasın ve Tanrı bana yardım etsin diye İlkay.
Yeniden yazıncaya dek. Yeryüzü selam ile.
0 notes
birparcatuhaftk · 5 years ago
Text
Karanlık bir yerde bul beni.Kaybettiğim gün gibi bekliyorum.Üstümde bir başkasının ceketi yinede tanırsın biliyorum.
74 notes · View notes
yorgunherakles · 3 years ago
Quote
kalbini asla vermemiş çalmışlar kalbi eski bir efsanede saklı
ece ayhan - bütün yort savul’lar
31 notes · View notes
tambirsinamist · 4 years ago
Text
yoruldum. belki babam gibi her gün işe gitmiyor, eve gelmeyi zor beklemiyorum. ama yoruldum. annem gibi her yükü omzuma almıyorum belki ya da kendimi bir an önce yatağa atmayı beklemiyorum. ama yoruldum. bir şairin ne zorluklar yazdığı ��iirler yazmıyorum, en güzel şiirin son satırında tıkanmadım hiç. ama yoruldum. bir ressamın eksik kalan resmine boya alamaması kadar çaresiz değilim. ama yoruldum. kışın sokakta kaybolmuş bir kedi gibi yalnız değilim. ama yoruldum. intihar etmeyi düşünmüş bir insana göre kabullenmiş de değilim. ama çok yoruldum.
403 notes · View notes
beyazsiyahiozledi · 3 years ago
Text
505
İlk yazımı 505’e gün önce yazmışım buraya. Bildirim gelince unuttuğum bir zamandan çıkıp geldi. Beyaz siyahı özledi öyle mi? Özlemiş, 505 gün önce. İnceldiği yerden kopan bağlar, kırıldığı yerde kalan kalbim... Bazı cümlelerimi öyle çok seviyorum ki. Kimseyle paylaşasım yok. Bu bencilliğimden midir, kendini beğenen kibrimden midir, gizli tutmaya çalıştığım kişiliğimden midir, kapattığım defterlere saygımdan mıdır? Her neydense ondan dolayı yazılarım daima ve yalnızca bir kişiye açıktır. Beyaz olanın siyahına. Eğer sen mesela, hayatında hiç bir Lucidus’a, Tenebris olmadıysan bu yazıyı ne gör ne duy ne bil. Tenebris isen; ki değilsen kendi kendime yazmak da güzeldi kimse hiç merak etmesin, Aşk Tesadüfleri Sever 2’yi izledin mi? Ben bugün ikinci kere izledim televizyonda verdiler. Bazen keşke diyorum, hiç bir geçmiş anının ağırlığı üstümüze çığ gibi devrilmese de ya da ne bileyim saçma sapan mevzulara dalmadan, serin sularda hâl hatır sorsak. Yani ben bu akşam bu filmi izledim ya, sen bunu bilsen. Ne merak etsen anlatacaklarımı, ne ilgisisiz kalsan. Yollarımız belli değil mi ya hem, bir daha karşılaşmayacağımız kesin. Ben belki tecrübedir doğru çıkar diye uzunca bir süre bekledim. Bir sokakta karşılaşmayı, bir ayrılık acısında teselliyi, bir kadehte sarhoşluğu... Ama olmayan karşılaşmalara, teselli diye yanlışlara ve geçici sarhoşluklara rastlamadığımıza memnunum. Çünkü hiç bir gerçek aşk, bittikten sonra geri başlamamalı. Yani bence öyle. Hem aşk, en güzel bahanesidir şiirin. Hem de benim izlediğim filmlerde ya biri ölür ya da ayrılırlar bilirsin. Neyse ne, bir mektup arkadaşım olsaydı seni seçerdim. Sana güzel yazılıyor.
2 notes · View notes
yurekbali · 2 years ago
Text
Tumblr media
Orhan Veli’nin Bavulu / Haydar Ergülen Hiç görmedim ama Orhan Veli’nin elinde bavuluyla bir fotoğrafı mutlaka vardır. Pardösülü adamın bavulu da vardır. Böyle bir fransız sözü duymadım. Orhan Veli’nin yalnızca fransızca bilmesinden değil, daha çok siyahbeyaz filmlerde ‘dalgacı mahmut’u oynayacak bir tip olmasından geliyor bu fransız yakıştırması. Yoksa beni şu kadar ilgilendirmez, türk olmuş, fransız olmuş; şair olsun, sokaktan geçsin, ıslık çalsın, havada bulut desin, yeter. Üçünün içinde en uzunları Orhan Veli. Uzun uzun yaşamaya, giden gemilerin ardından bakakalmaya, eskiler alıp yıldızlar yapmaya, gökyüzünü boyamaya, Urumeli Hisarı’nda oturmaya, Galata’ya dadanmaya vakti olmasa da, rivayet sanılmasın, sokakları da en uzunboylu yaşayan, gören, seven odur. Behçet Necatigil evlerin şairiyse, Orhan Veli de sokakların şairidir. Necatigil ‘evlerin hâli’ni yazdı, Orhan Veli sokakların hâlini. Sıkça arkakapak yazısı yazmama karşın neredeyse kapak arkalarını hiç okumam derken, Orhan Veli Bütün Şiirleri (yky) kitabını elime alır almaz gördüm ki ustalar onun ‘sokak çocuğu’ olduğu konusunda çoktan fikir birliğine varmışlar. Cemal Süreya “[ş]iire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu” derken, ‘sivil şair’ Ece Ayhan da “Her tümce bir yana, açık havanın ozanıdır Orhan Veli her anlamda. Caddeler genişledi, kitaplar inceldi...” diye sürdürüyor. Biz de ‘buna şiiri sokağa düşürdü’ cümlesini eklesek, sokak herhâlde sevinir. Sokağı sevindirmek, sokağın sevindirmesi, sokakla sevinmek. Şiirin ilk sokağa düşmesi değildi bu. 1940’a, Orhan Veli’ye ve sokak arkadaşları Melih Cevdet Anday ile Oktay Rifat’a gelinceye dek, birkaç kez sokağa düşmüştü şiir. Düşmüştü ama, Necatigil’in “Çoklarından düşüyor da bunca/ Görmüyor gelip geçenler/ Eğilip alıyorum/ Solgun bir gül oluyor dokununca” dediği ‘solgun bir gül’ gibi kalmıştı sokakta şiir ve eğilip alan, yüzüne bakan, okuyan da pek olmuyordu. Kim bilir belki de şiirin sokakta olabileceğine, görülebileceğine ihtimal vermiyordu kimse. Zira o yıllarda şiiri sokağa ilk düşüren ve aslında şiire Orhan Veli’den önce kızıl bir kasket giydiren “bu memleketin en yavuz evladı” Nâzım Hikmet ya mapus damında oluyordu, ya Sovyetler Birliği’nde ya da evsiz, damsız, yurtsuz bir kaçak olarak yıldızların altında... Ve onun sokağında yalnızca işçilerin oturduğu sanılıyordu, oysa Memleketimden İnsan Manzaraları başlığıyla yazdığı destanda tren memleketin bütün mahallelerinden, sokaklarından geçiyordu. Ama işte o kırmızı kasket yok mu, seveni sevmeyeni onu şiirin kafasına geçirince olan oluyordu. Okuyanları sokağa düşürememişti ama olsun evin kapısını aralamış, sokağı göstermişti ya. Bu kadarı bile iyiydi o günlerde bana kalırsa. Nâzım Hikmet’in araladığı kapıdan “Garip” çıktı, sanırım ilk çıkan da Orhan Veli oldu. Oktay Rifat o sıralarda hazırlık yapıyordu. Evi sokağa, odaları temiz havaya açmaya, tanıştırmaya hazırlanıyordu. Yıllar sonra bu yaptıklarının bir ‘havalandırma’ hareketi olduğunu söyleyecektir. Üç arkadaşın şiirleri nereye yazılmıştır? Sokağa yazılmıştır elbette. Hem sokak dururken şiir başka yere yazılır mı hiç? Dünyanın bütün işçileri ya da ezilenleri henüz birleşemese de, dünyanın bütün şiirleri birleşmiştir. Şimdi coşkuyla, sevinçle söylemenin tam yeridir. Ne diyordu Cemal Süreya, “hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka.” Biz bunu bir sevinç sözü olarak okuyacağımıza, hem kendimizi hem Cemal Abi’yi üzüyorduk. Bence o tam da Nâzım Hikmet’in araladığı, Orhan Veli’nin açtığı sokağın şiirini gördüğü için yazıyordu bunu. Dünyanın bütün şiirlerinin akıp giden bir sokağa dönüştüğünü anladığı ve onun ortasında yaşadığı için yazıyordu. Diyecekler ki, bu solcular da ne kadar tuhaf, bir Gezi bulmuşlar, getirip her şeyi oraya bağlıyorlar! Solcuların tuhaf olduğu doğru, hatta şu cümleyi bile tuhaf bulabilirsiniz. Adını bu yazıda anmak istemediğim, ne sosyalist ne dindar, yalnızca nasipsiz diyebileceğim bir şair, eski zamanların birinde “İkinci Yeni Türk şiirinin en büyük kalkışmasıdır” demişti. Ben şimdi bunu “Gezi, Türk şiirinin en sıkı kalkışmasıdır” olarak çeviriyorum ve şiirin bir sokak hareketi olduğunu söylüyorum. Öyle olmasa Orhan Veli elinde bavuluyla yola düşer miydi? - Haydar Ergülen, Orhan Veli’nin Bavulu (Şairin Bavulu / Portreler) - Görsel: Kaan Bağcı (Orhan Veli)
24 notes · View notes
1skbr · 4 years ago
Quote
akşam üstü vakitleri cinayet öyküleri kafamda melankolik bir şiirin dizeleri sokakta pinekleyip gör içi boş yürekleri başkası değil onlar bizim gibi
no.1
5 notes · View notes
kuzguncuktan · 4 years ago
Text
Satırlarımıza Başlamadan
Eski kaynaklara göre Altın Kiremitli Semt, Evliya Çelebi’ye sorsanız Kuzgun Baba’nın ili, Museviler için Kutsal Topraklardan Önceki Son Durak, Kosinitza, İlya’nın Kasabası… ve İstanbul’un güzel Kuzguncuk’u...
Buraların bugünü hakkında fikir beyan etmeden önce, tarihine bir dalmak gerekir. Bugünün hisleri ancak bunun bilinciyle anlatılabilir.
Geçmişi kayıtlara göre 17. yüzyıla, kimilerine göre daha eskiye dayanan, vadi içindeki bir yerleşke Kuzguncuk. Musevilerin Anadolu’da mesken tuttuğu ilk durak. Ardından Ermeniler,  Rumlar ve Müslümanlar geliyor ve çevresindeki Müslüman mahallelerine komşu, kardeşçe yaşamayı bilen ve İstanbul’a bunu gösteren bir çevre oluşuyor.
Kuzguncuk’ta ziyaret edebileceğiniz yerler arasında iki sinagog, iki Rum kilisesi; bir Ermeni kilisesi ve iki cami var. Bazıları aynı sokakta, hatta bazılarının bahçeleri ortak…
Komşuluğun en güzelinin yaşandığı Kuzguncuk’tan yakın tarih de etkileniyor. Döneminin sükse yapmış dizileri; Perihan Abla, Ekmek Teknesi, Hayat Bilgisi… Adeta semtin yakın tarihine yön vererek günümüzdeki popülaritesi için zemin hazırlıyorlar.
Semtin öyle bir büyüsü var ki burada yüksek binalar yükselmiyor. Kuzguncuk’ta gidilecek yerler ya konaklar ya da tarihe tanıklık etmiş başka yapılardan oluşuyor. Bu yapılara enfes bir Boğaz manzarası, semt halkının canı gibi koruduğu asırlık çınarlar ve tam ortadaki Kuzguncuk Bostanı eklenince ortaya metropolün ortasında bir nefes alma noktası çıkıyor.
Kuzguncuk’un ilk ve en önemli ulaşım aracı Şirket-i Hayriye vapurları. Yani şimdinin Şehir Hatları. Boğaziçi’nin güçlü akıntısı nedeniyle yanaşması en zor, kaptanlara en çok iş çıkaran iskelelerden Kuzguncuk. Ekseriyetle sabah ve akşam saatlerinde seferler düzenlense de şimdilerde sahil şeridini kullanan otobüsler ve elektrikli scooter’lar pek moda. 
Sahil şeridi demişken, Osmanlı’nın görkemli yalılarından da bahsetmek gerekir. Bembeyaz Fethi Ahmet Paşa Yalısı, Boğaz’dan geçenleri güzelliğiyle selamlar. Kuzguncuk’a gelen misafirlerine de yeşiliyle kucak açar…
Şair ve yazarların ilham aldıkları bir yer haline gelmiş bu tarihi semt. Şair Can Yücel, Oktay Rifat, yazar Rıfat Ilgaz, Sevim Burak Kuzguncuk’ta yaşamış sanatçılardan. Bir dönemi onların şiirleri anlatıyor. Elbette Nazım Hikmet Ran’ın Kuzguncuk şiirine değinmeden de olmaz;
Fakat şirin yerdir Kuzguncuk…
Ve her yeri, her anı anlatılmaya değer. 
1 note · View note
impulsive-ly · 4 years ago
Text
efendimiz acemilik
Hep bunu düşünüyorum. Zorlamadan, kendiliğinden düşündürüyor beni. Sanıyorum bu, sanatla falan değil doğruca yaşamanın kendisiyle ilgili. Düşünün, on yıl önce bir şiir yazmışsınız; bazı evrimler, gelişmeler geçirmişsiniz ama bugün de aşağı yukarı o eski yapıda, eski durumda başka şiirler yazıyorsunuz. Dünyada ve zaman içinde durduğunuz yer değişmemiş yani. Yahut eteğinizi bir yere çakmışsanız, siz yürüyorsunuz  sözüm ona, ama ardınızdan bir iplik uzuyor. Sizi o çakıldığınız yere bağlıyor. Diyorum ki insan,  nerede ise orada olmalıdır. Hiçbir dükkânda, hiçbir otelde, hiçbir komşuda bir şeyinizi unutmayınız. Bağlarınızı koparın. Derli toplu, hemen gitmeye hazır, köksüz.
Bir de şu var. Çok değil, on yıl önce, yeni diye, güzel diye sevip baş tacı ettiğimiz şiirlerin, bir deneyin, bugün kaçını sevebileceksiniz. Onlar güçsüz şiirler miydi de bugüne kalamadılar. Sanmam. Günlerinde sevilip sayıldıklarına göre iyi şiirlermiş, yeni şiirlermiş. Şiiri eskiten, kendi yapısındaki öğelerdir. Yahut şiirin bazı gerekleridir. Montaigne, “Beni Paris için en çok korkutan Paris’tir” diyor. Şiir için de öyle. Şiir, günlük olmak zorundadır. Gününde olmalıdır. Daha ileri gideceğim, inanır mısınız, bazen bir şiir yazıyorum, hemen yayınlamazsam, aradan bir iki ay geçerse yayımlamak gelmiyor içimden. Hiç değilse benim için eskimiş sayıyorum. Şiiri sadaka gibi düşünüyorum. Zamanında verilmelidir korkusu, kaybolmak korkusu.
Öbürünün bir de macera tarafı var. Orası da çekici. Durmadan yeni uyumlar, yeni alanlar keşfetmek. Uzun zaman romanın, hikâyenin tekelinde kalmış birtakım beşerî davranışları şiire sokmaya çabalamak. Hep yanılmak korkusu, kaybolmak korkusu.
Bilhassa insanla ilgili kalmaya çalışmak, bizi ister istemez uyanık durmaya, değişen çağ ve uygarlık karşısında insanı türlü yönleriyle kavrayabilmek endişesi, insanla uygarlıkla birlikte değişmeye, hiç değilse değişmeye hazırlıklı olmaya zorunlu tutuyor. Bu arada dile alışılmadık mısra yapıları getirmek –benzetmek uygunsa- kulağı arkadan göstermenin de güzel olabileceğini sanmak. Artık kolayca yenileyemeyeceğimiz, eskimiş yaşamımızda yerlerine alıştığımız kelimelere hiç olmazsa yeni düzenler, yeni özler içinde yeni ifade imkânları vermek. Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak daha doğrusu. Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin duvar sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonucu bir çıkmaza varamaz mı? Elbet varabilir. Şu kadar diyeceğim: güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden başaramamıştır. Yazmazsa kimseler bir şey kaybetmiş olmaz.
Bizi durmadan yanıltan, aldatan alışkanlıklarımız oluyor. Yahut bizi tembelliğe götüren. Durmadan alıştığımız biçimlerle, alıştığımız duygulanma, düşünme çevrelerinde yazmak bizi sonunda bıkkınlığa, inanmışlığa, kolaylığa götürür. Daha güzelini Steinbeck şöyle söylüyor: “Alışılmış roman tarzında yazmak istemiyorum.” Alışılmış kişiler sanatçıyı alışılmış özlere zorlar. Bir konuyu alışılmış biçimlere uyduğu için işlemek. Akla karşı günahtır bu? Ben de öyle düşünüyorum. İnsan yeni şeyleri ancak yeni biçimlerde söyleyebilir ya da  insanı yeni biçimler, ister istemez yeni şeyler söylemeye zorlar. Birçok şairimizin kırkından sonra yazmaktan vazgeçmeleri bu yüzdendir. Değişen zaman karşısında yenilgiyi kabullendiklerindendir. Yazılarına artık saygı duymadıklarındandır. Ondan sonra oturur akıl hocalığı ederler. Oysa ben şiirin bir gençlik hevesi değil, daha çok bir olgunluk, bir yaşlılık uğraşı olduğu kanısındayım. Hiç değilse her çağın kendine göre bir şiir vardır sanıyorum. Gençlik yıllarında üç beş fukara aşk şiiri, bir iki kahramanlık manzumesi yazmış, adı iyi kötü şaire çıktıktan sonra susmuş bunca şairimiz var. Bir çoğu yaşıyorlar. Neredeler şimdi? Dünyada ‘şiiriyet’ mi kalmadı? Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi, falan gibi sebeplerle değil, artık çağa uymak gücü kalmadığından, söylenecek şeyleri kalmadığından, yahut şiirle söylenebilecek taze şeyler bulamadıklarından, kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum.
Burada şöyle düşünüyorum. İnsan bu çıkmaza ancak ustalığa yönelmekle düşebilir. Usta olmak için ister istemez bir yön, belirli bir gidişi tutturmak zorundasınız.  Okuyucu sizin bir önceki havanızı bilmeli, alışmalı size. Yani şiirinizde ne okuyacağını aşağı yukarı kestirmeli. Bir taş alıp yontacaksınız. Her gün bir çekiç, her gün bir çekiç, sonunda süslü, özentili bir anıt çıkaracaksınız. Vurduğunuz darbelerin her gün biraz daha yerini bulduğunu bakanlar görecekler. Sonuna doğru “İşte!” diyecekler.
Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız.
Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.
Diyeceksiniz ki; böylece ancak bir azınlığa seslenmiş olacaksınız. Bir kere, bu işin kötü yönleri hiç mi hiç korkutmuyor, ikincisi, sanat bir ceht işidir, eğitim işidir. Tembel kalabalığın keyfine uymak istemiyorum. Sanatçı nasıl uzun çabalamalarla yetişiyorsa okuyucudan da bu gayreti bekler.
Çağımızın insanı gitgide rahatına daha düşkün olmaya başladı. Belki her çağda böyleydi. Ama bugünkü kadar mıydı bilemem? Bunda bilimin, endüstrinin büyük payı var. Herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi. “Yeni Dünya”nın gerçekleşmesi yakın belki de. Birörnek giyimler, birörnek şarkılar, birörnek aşklar. Uçaklar, radyolar, sinemalar durmadan bizi birbirimize benzetmeye çabalıyorlar. Kişiliksiz bir yaşamayı, baş tacı ettik. Gönüllüyüz. Kişiliksiz bir çağın şiiri de ister istemez kişiliksiz olmak zorundadır. Bu kadar yenilenmiş bir çağın şiiri, şiirin kelimeleri ne kadar eski, bir düşündünüz mü? Hâlâ uçağı, hâlâ “Penicilin”i, hâlâ 70 katlı evleri, hâlâ hesap makinelerini, asfaltları, otoları şiire rahatça yerleştiremedik. Bunları kelime olarak düşünce/duygu hayatımıza getirdikleri değişmelerle hâlâ şiire getiremedik. Barlarda kadınlarla saygısızca sevişiyoruz, sokakta açık saçık gördüğümüz kadınları hayvanca istiyoruz, ama şiirde âşık olduk mu hâlâ ağlıyoruz.
Bir de bir kenarda sessiz sedasız bir insanoğlu var. Uyamadığı, maddi manevi tüm imkânsızlıkları ile uyamadığı değişmenin farkında önünden iyice kavrayamadığı bir şeyler akıp gidiyor. Durmuş da eskiye hasret mi çekiyor. Hayır. Kendisi ile çekişiyor. Ağır aksak yaşamasının hesabını vermeye çalışıyor. Dünyadan bildik tanıdık şeyler yakalamaya çalışıyor kısacası.
Mesele, bir şiir meselesi değildir. Yaşama meselesidir. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımızda olmayan mesele, şiirimizde de olamaz.
Evet, değişmek. Anlamlı bir yaşama için değişmek. Bu bir ölüm kalım meselesidir. Ne dersiniz?
Sonsuz ve Öbürü, İstanbul, 1985, s.154-158 Turgut Uyar
1 note · View note
umaynrsl · 5 years ago
Text
Güzellik
Tonlarca insan hayatlarındaki heyecansızlıktan yakınıyor. Bugün elimi yıkarken, musluğu kapatırken, elimi kurulayıp, benim olmayan diş fırçalarına bakarken aklıma geldi; bunun sebebi yine kendimiziz. 
Bu yazacağım şey bireyin kendini mutluluğunu kendi geliştirmesi veya mutluluk veya günlük heyecanlar terapisi tarzı bir zırva değil. Sıkılmakta, heyecan bulamamakta çok haklıyız aslında. Çünkü her gün gördüğümüz, ve yalnızca gördüğümüz değil, kullandığımız ve günlük hayatımızda o fonksiyon olmadan pürüsüz bir şekilde ilerleyemeyeceğimiz her şey aynı. Havlu, diş fırçası, televizyon, masa, kalem, otobüs yolculuğu, dikkat yazısı, dur işareti, yaya yolu, pencerem, penceren, hepsi esasında aynı. Aynılıklarını yine “ah hepimiz yıldız tozuyuz”a da bağlamayacağım. Aynılıkları, hepsinin varolma biçimine dayanıyor; insanın beşeri dünyasında beşeri varlıklar olmalarından, kendimiz için ürettiğimiz toplumsal baloncuğun içinde hijyen, ulaşım, iletişim-vari “gereklilik”leri kolaylaştırmalarından kaynaklanıyor. 
Kendimize orman, çöl, vadi, her neyse, üzerinde şehirler kurduk, ve bu şehirlerde alanlar oluşturduk, alanlara kurallar, kurallara yasalar, yasalara bunlara uyacak olanlar yerleştirdik. Bunu ben yapmadım, sen de yapmadın, bir başkan da yapmadı, ama bunu bir toplum olarak zamana yaydık, zamanla kendimizi beşeri seçilime tabii tuttuk. Kendi yarattığımız seçilime uymayan kendi türümüzü cezalandırdık. Sigarasını içerde içeni, başka şehirde yaşamak isteyeni, okumayı öğrenmek istemeyeni, daha çok okumak isteyeni, uzvu eksik olanları, inananı ve inanmayanı, oy vereni veya vermeyeni, sanat yapanı ve yapmayanı dahi, hep beraber, cümlemiz, hepimiz ya parayla, ya baskıyla, ya ezmeyle, ya kınamayla, ya hapisle, ya işkenceyle, ya varsaymamakla, ya da yalanla cezalandırdık.
Cezalandırmaya lanetler ettik, küfrettik, saydık sövdük, fakat buradaki sıkıntı cezalandırma sistemimizde değildi, çünkü zaten uyulmayan bir kurala uyulmasının veya uymayan kişinin toplumdan men edilmesinin sağlanabileceği yöntemler esasında bir elin parmağını geçmez. Dışlarsın, öldürürsün, özgürlüğünü elinden alırsın, acı çektirirsin, kayba uğratırsın. Bunların hepsi icabında birinci yöntemin altında toplanabiliyor aslında. Amaç “bir” olan toplumdan bireyi uzaklaştırmak. Dışlamak da bu aslında. Dışarı atmak. Dış yapmak. Kapıdan atmak. İletişimini kesmek. Ölürse, yaşayanların dünyanın dışındadır (ibret avantajı da var tabii), özgürlüğünü elinden almak ulaşım, iletişim, öğrenim gibi “lüks”leri elinden almakla onu toplumdan farklı bir yere koyarsın; veya hapse atarsın, kısa vadede hızlı çözüm. Acı çektirirsin, acıyla düşünemezi varlığı acı olur, diğerleri acı çekmiyordur, uzaklaşır, acıya acıya belki o da ölür. Belki bedeni değil, ama mutlaka kişiliği. Kayba uğratırsın, parasını alırsın, yemek yiyemez, evini alırsın, sokakta yatar, koruması olmaz, donar, saati çalınır; sevdiklerinden uzaklaştırırsın, onlarla beraber içindeki sevgi de ondan uzaklaşır, zavallı olur, üzgün olur, çarktaki dişli olmaz, toplumdan farklı olur. Dışlanmıştır. 
Ama bu cezalandırma sisteminin suçu değil. Uyulması istenen kural olmasa ceza olmazdı. Kuralları kim koydu? E biz koyduk. Biz, sen ben değil; biz. Toplum. Tek beyin. Hasadı artırma çabası. Bireysel hayatta kalma değil, genç nüfusu artırma çabası. İyi bilgi değil, mühendis, doktor artırma çabası. 
Sıkılıyoruz, heyecansızız, çünkü etkileşimde olduğumuz her şey çabasızca içinde bulunduğumuz kolektivizmin parçası. Sen sen ol diye yoksun, sen biri ol diye varsın. Seni kimse sen olduğun için işe almayacak. Çarktaki fonksiyonun kadar değerin var. Kağıtta yazan kronolojik aktivitelerin kadar değerin var. Gece oturup sigaranı içerken aklına gelen öykü kadar değil, akan su zerresinin sesini anlattığın şiirin kadar değil, çizdiğin resim, veya asansördeyken aklına gelen besten kadar değerin yok. Bunları satacaksan, senin bireyliğin yine sattığının ne kadar sattığıyla ölçülecek. 
Yine sıkılıyoruz, çünkü etrafımızdaki her şeyi biz yaptık. Evini sen yaptın. Yemeğini, suyunu, çöpünü, macununu sen yaptın. Aktivitelerin sıkıcı. Cinsellikten zevk alma sebebin yalnızca hormonların. Kimseyi aslında sevmiyorsun, çünkü yanındaki herkes yine insanlığın ürünü. Belki de bu sebeple ormana gittiğimizde, bir dağa çıktığımızda, uzanıp gündüz göğünde bulutlara, gece ise tek tük yıldızlara bakmak bu denli heyecanlandırıyor bizi. Veya beni. Seni de. Çünkü sonunda, orada senin yapmadığın bir şey var. Asla yapamayacağın, hem fiziksel hem düşünsel sınırlarını zorlamayı bile aşacak, algılayamayacağın “oluş”lar var. Ve bu mükemmel bir şey. En büyük heyecan. Evrendeki en güzel şey, senin türünün elinin değmediği şey. Sen ki, kendi türünü dahi kendinden iğrendirebiliyorsun, o zaman ancak yine sen, güzelliğe değmeyerek ancak onu deneyimleyebilirsin. Hiçbir insan gerçek güzellikte değildir; eşin güzel değil, çocuğun güzel değil, en güzel resimler güzeldir, ama gerçek güzellikten yine varoluşları sebebiyle mahrumlardır. 
Gerçekten güzel olan ne vardır biliyor musun? 
Renkler. Birinin gözündeki rengin güzel olması, o gözün güzel olmasını gerektirmez. Renk vardır, renk güzeldir. Renk ışık titreşimidir, sen onu görmesen de vardır.
Yıldızlar güzeldir. Hep güzel ve hep var olacaklar. Senlik, benlik değiller. 
Dağlar güzel. Dağlara bir şey yapamazsın. Onlar toprak, gezegen, madde, cansız, değişmez. Ona bakmak seni heyecanlandırır, çünkü senin sen olman, onun o olması, ölen insanlar, çıkan savaşlar, kaybedilen paralar, üretilen telefonlar, çalıştırılan çocuk işçiler, hiçbiri onun umrunda değil. Şimdiye kadar yaptığı tek şey var olmak ve sonrasında da onu yapacak.
Hayvanlar güzel. Kediler güzel. Kendileri için varlar. Yedikleri hayatta kalmak için, yürüdükleri bir amaç uğruna, miyavlamaları iletişim, seksleri üreme. Var olmaya çalışıyorlar.
Kuşlar güzel. Evrimsel dizaynları güzel. Hafif olmaları, var olanın arasında uçmaları, çıkardıkları sesler, sesleri insanın bozamayacak olması güzel. 
Yaratmak güzel. İnsan dışında bir şeyi üretmek, muazzam güzel.
15 notes · View notes
kaanozer · 6 years ago
Text
Arkadaş: “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”
“Arkadaş Z. Özger’le 1983 yazında, Ankara’da, çok sevdiğim dostum Yasemin Erkan’ın verdiği fotokopi dosya sayesinde tanıştım. 1974 yılında yayımlanmış “Şiirler”in fotokopileri. O yaz boyunca, özellikle İkinci Yeni izlerinin rahatlıkla görülebildiği ilk dönem şiirlerini, bu şiirlerdeki ironiyi sıklıkla konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sanki çok yakın bir tanıdığımız, dostluğumuzun bir parçasıymış gibi adıyla anardık onu, Arkadaş derdik. Adının kendinden şiirli hali, daha sıcak bir bağ kurardı aramızda, o bizim arkadaşımızdı. Hemen ertesi yıl, 1984’ün Nisan’ında şiirler “Sevdadır” adıyla kitaplaştırıldı. Mayıs Yayınları’nın bu kitabını 16 Temmuz 1984’te almışım. Mavi kapağı çoktan soldu, ama her yıl arada bir raftan çıkarır, birkaç şiir okumadan bırakmam.
Tam adı Arkadaş Zekai Özger. 8 Ocak 1948 Bursa doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu mezunu. TRT Ankara bürolarında çalışmış.
Ölümüne giden yol hüzünlü. 1970 öncesinde okulunun polislerce basıldığı bir gün, çıkan olaylarda Arkadaş başına ağır darbeler alır. Aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 1973’te sokakta ölü bulunur. Beyin kanamasından öldüğü belirlenir. Arkadaşları, ölümünü okulun basılması sırasında başına aldığı ağır darbelere bağlarlar. İşte böyle bir öykü. Ankara sokaklarında geçen, hüzünlü bir yaşam öyküsü.
Hüzün-ironi ekseninde gidip gelen ilk dönem şiirleri bireyci bulunur kimilerince. Doğrudur. Bu benim için şiirini daha da önemli kılan bir anlayıştır. Yalnız ve sıkışmış, öğrenci odalarında bunalmış, kendi bedeniyle hesaplaşmaktan korkmayan bir gencin, kendisi üstünden bir kuşağı okuması çabası, üstelik bunu içerik ve biçim açısından da maharetli bir şiir kurarak yapması, yaşama şiir penceresinden bakmaya çalışan biri olarak beni hep etkilemiştir. Özellikle “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”nda bu bireyci ve ironik tavrı çok keskindir.
yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben sizde güneş bulunur mu biraz/kaktüs alıcam saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de çok üşüdü güneşten şizofreni olucak çabuk olun lütfen dikenleri solucak yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz
Şiirini kurarken gündelikten yola çıkarak özel bir imge dünyası kurar Arkadaş. “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”ndan aldığım örnekte görüldüğü gibi fiilleri konuşma diliyle yazar kimi zaman, sokağın dilini şiirine taşımaya çalışır, çoğunlukla noktalama işaretlerinden uzak durur. Bu tavrı hem şiirin akışını hızlandırır hem de en hüzünlü içeriğine bile bir sıcaklık ve bir bıyık-altı-gülümsemesi katar.
1967’de başlayan şiir yolculuğunda, dönemin siyasi ruhuyla da bütüneleşerek toplumcu bir çizgiye doğru kayar zamanla. Ancak toplumcu-slogan şiirlerin ve şairlerin aksine, bütün o siyasi atmosfere, yine kendi penceresinden, bireysel algısından, iç dünyasından bakmayı ve ironiyi elden bırakmaz. Zaten son döneminde yine tümüyle kendine döner. Örnek vermek gerekirse “Oyun Mat”daki toplumcu tavır, beni her zaman derinden etkilemiş, harika şiiri “Beyaz Ölüm Kuşları”nda içten ve kişisel bir çığlığa döner. Bu şiirle aynı günlerde yazdığı, “ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde” dediği “Merhaba Canım” ise dönemin ağırlaştırılmış toplumcu şiir söylemine naif ve yenilikçi bir cevap gibidir. (Bu şiiri, elimdeki “Sevdadır” kitabından, imlasıyla ve tıpkı yazımıyla aktarıyorum. Daha sonra şiirin iki dizesinin değişik halini okuduğumu da belirteyim: “hayat trajik bir homoseksüeldir / bence bütün homoseksüeller adonisttir biraz”.)
MERHABA CANIM
ben az konuşan çok yorulan biriyim şarabı helvayla içmeyi severim hiç namaz kılmadım şimdiye kadar annemi ve allahı da çok severim annem de allahı çok sever biz bütün aile zaten biraz allahı da kedileri çok severiz
hayat trajik bir homoseksieldir hayat trajik bir homoseksüeldir çünki bütün sarhoşluklar biraz freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır
siz inanmayın bir gün değişir elbet güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü çünki ben okumuştum muydu neydi biryerlerde tanrılara kadın satıldığını
ah canım aristophones barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde ölümü tanrıya saklıyorum
ve bir gün hiç anlamıyacaksınız güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve bir gün elbette zeki müreni seveceksiniz
(zeki müreni seviniz)
Arkadaş, kendi şiiri üstünden psikanalitik yorumlar yapmaktan korkmaz. Üstelik bunu yaparken şiirle-şair arasına mesafe de koymaz. Her ikisinin öznesi bir olur zamanla. Şiirini, kendi sesiyle okumamızı ve giderek o seste kendi sesimizi duymamızı sağlar. Kendisiyle (ve şairiyle) hesaplaşabilen bir şiirin cesaretidir onu ilgilendiren; toplumsal hesaplaşmanın da bu bireysel yüzleşmeden doğacağı umudunu taşır şiirleriyle. Üstelik kimi zaman, “İğdiş Bedevi”de olduğu gibi, ironisini daha da koyulaştırarak. Bu hüzün-ironi ekseni, içinde korkutucu bir öfke de barındırmaktadır. Örneğin, bir aile-kuşak çatışması merkezinden patlattığı, baba-oğul, anne-oğul, annelik-kadınlık meselesini neşterlediği “Tamirat” şiirinin finalinde bu öfke kendini iyice belli eder:
ben işte bunun için bir burjuva kuklasıyım, korkak ve acemi bir militanım hüzne ve yalnızlığa yakın
gördüm ki bir cuma gecesi ertesi babamın eskimiş bürokrat ayakkabılarının tamiratına nefretle vurduğu örsü ve çekici öfkesini köseleden ayırdığı bıçak açılmış bir gül gibi duruyor önümde
vur gülüm vur gülüm vur gülüm vur sen de burjuva ayakkabılarının altına
artık ne soğuk damarlarımdaki ne sıcak sadece bıçak gülüm sadece bıçak.
“O acemi militan”, Arkadaş Z. Özger, kaldığı yurdun faşistler tarafından basıldığı bir gece aldığı darbelerin bedelini hayatıyla öder. Şiirin bütün o toplumsal söyleme sıkıştırıldığı bir dönemde, cesurca çıkıp “sevişmeyi kendime göre seçicem” diyen şair aslında bireyselden yola çıkarak, toplumsalı kendi arızalarıyla yüzleştirecek kadar da cesur bir şiir kurmuştur. Üstelik bunu yaparken, kimi zaman, aynı dönemde beraber yazdığı-yürüdüğü şair dostları tarafından ötelenmekten de korkmadan.
Arkadaş öldüğünde 25 yaşındaydı. Söyleyeceklerinin çoğunu söyleyemeden öldürüldüğünde…
Şiirimize arkadaş olan adına gelince. O “faslı” da Sina Akyol’dan aktarayım:
Bir gün eve geliyor Arkadaş. Yokum. Gitmek üzereyken, – Yavrum adın ne? – Arkadaş. – Anladım arkadaşısın oğlumun. Ama adın ne? – Arkadaş. – Yavrum tamam… Arkadaşısın. Ama adını söyle de seni falanca aradı diyeyim oğluma. – Vallahi de billahi de adım Arkadaş.
Eve geliyorum ve annemle Arkadaş diye bir adın olup olmayacağı üzerine konuşuyoruz.
Adı Zekai idi. Ama kendi kulağına “Arkadaş” diye üflemişti adını.”
Yekta Kopan
11 notes · View notes
yorgunherakles · 3 years ago
Quote
souzay'in şarkısı "yüreğimde korkunç bir acı" yı dinlerken hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. oysa eskiden alay ederdim bu şarkıyla.
roland barthes - yas günlüğü
40 notes · View notes