#şeyh hacı ahmed el kadiri
Explore tagged Tumblr posts
Text
EŞREFOĞLU ABDULLAH RUMİ HAZRETLERİ
Eşrefoğlu Rumi'nin adı Abdullah; babasının adı ise Ahmed Eşref'tir. Mısır'dan Suriye'nin Hama şehrine, oradan Anadolu'ya göç ederek önce Manisa'ya, ardından da İznik'e yerleşen, aslen Mekkeli ve Hz. Peygamber (sav) neslinden geldiği rivayet edilen bir ailenin çocuğudur. Hicri 779 yılında (M. 1377) İznik'te dünyaya gelen Eşrefoğlu'nun çocukluk yılları burada geçmiştir. İlköğrenimini tamamladıktan sonra zahiri ilimleri, Bursa Sultan Mehmed Medresesi'nde tahsil etmiştir. Gördüğü bir rüya üzerine, gönlünde tasavvufa karşı bir meyil olur ve bu nedenle medreseden ayrılır. Abdal Mehmed adlı bir meczuba gönlünden geçen düşünceyi anlatınca, o da kendisine Emir Sultan'a (ö. 833/1429) gitmesini tavsiye eder. Bu tavsiye üzerine Eşrefoğlu, kendisini irşat etmesi için Emir Sultan'a müracaat eder, ancak o, yaşlılığını ileri sürerek Eşrefoğlu'nu Hacı Bayram-ı Veli'ye gönderir.
Eşrefoğlu Ankara'ya gider ve Hacı Bayram-ı Veli Dergahı'nda on bir yıl kadar hizmetlerde bulunur. Hacı Bayram-ı Veli, bu kabiliyetli dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirdikten sonra, Eşrefoğlu'nu dergaha imam olarak görevlendirir ve kızı Hayrunnisa ile evlendirerek kendisine damat yapar. Ardından icazet verip, şeyh olduğunu sembolize eden alem ve seccade ile, Bayramiyye tarikatını temsil etmek üzere, doğum yeri İznik'e halife olarak gönderir. Eşrefoğlu Hazretleri İznik'e dönünce, ulaşmış olduğu halin zevkiyle yetinmeyerek, tasavvuf yolunda daha çok ilerlemeyi ve içindeki susuzluğu dindirmeyi arzu eder, tekrar Hacı Bayram-ı Veli Dergahı'nın kapısını çalar. Hacı Bayram-ı Veli Hz de, “Hama'da şeref-mekin olan, Abdülkadir Geylani'nin neslinden Şeyh Hüseyin'den feyzin mukadderdir" diyerek kendisine Hama'ya gitmesini tavsiye eder.
Hama'ya gider ve Hüseyin el-Hamevi'ye intisap ederek onun müridi olur. Hüseyin el-Hamevi, kendisini derhal halvete sokar ve kırk günlük çilesini tamamlattıktan sonra halvetten çıkarıp Kadiriyye icazeti verir. "Rumi, sende yine Hacı Bayram biraderimizin sikkesi dursun; ancak sen de sikke sahibi oldun. Var tepesinde olan pulu terklerinin içine kat ki, yedi terk olsun" der ve "Bir memlekette iki padişah olmaz; git, seni vatanına halife tayin ettim!" diyerek kendisine, irşad hizmetinde bulunması için memleketine dönmesini söyler. Eşrefoğlu İznik'e döndükten sonra, burada kurduğu dergahta irşad hizmetlerine başlar ve tarikatı kısa sürede yayılır. Eşrefoğlu Hazretleri, İznik’e yerleştikten sonra kurduğu dergâhında irşada başladı, tarikatı kısa zamanda yayıldı. Talebelerine ders vermeye, Kâdirî yolunu yaymaya, insanları gurur, kibir, kendini beğenme gibi kalb hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi. Bu şekilde gayretli çalışmaları çevreden işitilmeye başladı. Bursa’dan, İstanbul’dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek istiyenler çoğaldı. 874 yılında (1469-70) muhtemelen 100 yaşlarında İznik’te vefat etti. Daha sonraları camiye çevrilen dergâhın hazîresine defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir. Allah şefaatine nail eylesin, amin.
Eşrefiyye, 15. yüzyılda Anadolu'da Eşrefoğlu Hazretleri tarafından kurulan bir Kadiriyye koludur. Kadiriyye, Abdülkadir Geylani Hazretlerine (ö. 561/1165-66) nispet edilen İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarikatıdır. Hama'da bulunan Abdülkadir Geylâni hazretlerinin beşinci kuşaktan torunu Hüseyin ei-Hamevi'ye intisap etmiş, Kadiriyye tarikatından da icazet alarak İznik'e dönmüş ve Osmanlı topraklarındaki ilk Kadiri dergahını kurmuştur. Kadiri tarikatının "pir-i sani"si olarak kabul edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, gönlüne Eşrefoğlu'nun muhabbeti düşünce, tebdll-i kıyatetle İznik'e gelip kendisine derviş olmak istemiş; ancak o, "Padişahım, varın siz adaleti kendinize pişe (meslek) edinin; cemi-i enbiya ve evliyanın himmeti sizinle beraberdir!" diyerek, padişahı İstanbul'a dönmeye ikna etmiştir.
1 note
·
View note
Text
@SeyhiMeczub ŞEYHİ MECZUB MUHAMMED SAİD SEYFEDDİNİN (Kds.) KISACA HAL TERCÜMESİ Doğumu: 1289 (Tahminen) : Cizre Vefatı: 1331: Cizre Musulda beş büyük peygamber yatar. Evvelden beri söylenen bir söz vardır. Musul enbiya, Cizre evliya diyarıdır. Hakikaten insanların ikinci atası ULULAZİM Peygamber Hazreti NUH'un da yattığı Cizre'de, Hazreti Resulün (A.S.) mübarek zürriyeti ile seyyidlik ve yine burada yerleşmiş ensar ile eshab zürriyetinin fazla oluşundan daima büyük derecede evliyanın mevcud olduğu ecdatlarımızdan beri bilinen bir hakikattır. Dünyaca tanınmış divan sahibi ŞEYH AHMEDİ CİZERİ (Meşhur melayı Cizeri) Hazreti Muhammedil GAVS, Şeyh ABDURRAHMAN GLİ, Şeyhi Züraf ŞEYH MUHAMMED BUSERİ (Kesik baş) Seyyid Muhammedi Kutup Allah sırlarını Ali etsin gibi zatlar Cizre içinde olup, etrafında da büyük evliya, zamanlarında ilahi aşk ve hakikat çırasını yakmışlardır. En çok Nakşi Kadiri ve Rufai tarikatlarının kibar evliyasiyle dolu Cizre, aynı zamanda Medreseleriyle meşhur ulema merkezi idi. Tarikat ve ilim sancağının yükseldiği 20.nci asrın başında, bir taraftan da aşiretlerden kurulmuş HAMİDİYE alayı ve diğer aşiretlerin mücadeleli rekabetleri daimi talim, cirit, atış ve debdebeleri gibi zıt kutupların mevcut olduğu zamanda doğan Hazreti ŞEYH SAİD SEYFEDDİN (Şeyhi Meczub) güneşi hepsinin üstünde parlıyarak görülmemiş bir hal ve zaman husule getirmiştir. Bütün tekkeler sükut ederek ona yönelmiş, Medreseler 193.s: boşalarak ona koşmuşlar, meşhur eşkiyalar, ağalar işlerini evlerini terk ederek süluke girmişler, büyük bir transit ve ticaret merkezi olan Cizre on binden fazla nüfusu ile feyz ve cezbede Müstağnak kalarak dükkanlar ve çarşı kapanmış ALLAH ve RESUL aşkına griftar olan gönüller dünya alış verişinden aylarca kesilmiştir. Alimler kitaplarda okumadıkları bu garip ve acaib hale zorla teslim olmuşlardır. O zaman Cizrede mevcut Yahudi ve Hırıstiyanlar bile bu garip hal ve irşada hayretlerini saklamıyarak inanınız ki dünyada böyle bir insan zor yetişmiştir. Biz yarım saat sonra da şeyhin geçtiği sokaklardan geçerken feyz ve nur kokusunu duyuyoruz. O hepimizin şeyhidir derlerdi. Hazreti Şeyh, Cizre'nin en tanınmış ailesindendir. Dedesi Hacı Ali CİHANGİR, zamanında Bağdat, Musul, Trabzon, Halep, Şam, İstanbul arasında yegane YÜN, MAZİ, YAĞ, KOYUN toptan tüccarı olup odalar dolusu mecidiyeler ile isim almış büyük servete sahipti. Ahireti için de öyle muttaki, hayırsever bir zattı. Yüksek medeni yaşayışı Şam'dan getirtmiş özel ahçısı olup, Cizreye de ilk defa lamba ve madeni kömür sobasını yine o getirmiştir. Oğullarından Hazreti Şeyhin pederi Hüseyin Mazlum Efendi, kerem sahavet ve bütün insani duygularda bir örnekti. Zengin ve fakir Cizre'de hiç kimse menfaat ve nimetinden ayrı kalmamıştır. Camilere gelen binlerce garip şeyh dervişlere bile senelerce devam eden sofralar göndererek bu muazzam serveti Allah yolunda seve seve harcamıştır. Bizzat kız kardeşinden işittim: Son zamanlarında fakirliğe duçar olmuş, gözlerinin görmesi de çok zaif olmuştu. (Uzun bir zaman belediye reisliğini de yapmıştı.) Bir gün evinde hiç bir yiyecekte yokken, hasta olarak ta günlerden beri yatmakta idi. Bir ilaç parası için de hiç kimseye zerre kadar bu yokluğunu belirtmemiştir. Eski dostlarından birisi onu ziyaret etti. Ve giderken döşeğin altına onüç mecidiye koydu. 194.s: Fakat hemen ziyaretine gelen diğer bir hemşerisi, bu sene hayat çok pahalıdır. Çoluk çocuk nafakası çok zorlaştı diye konuşunca, Hüseyin Efendi ona: Şuraya bir müslüman bir şey koydu, al kendine götür, diyerek hiç el sürmediği onüç mecidiyeyi ona verdi. Bu ailenin bütün fertleri beşeriyet üstü bir yaradılışa sahipti. Haklarında: "Eğer Allahu Teâlâ beşer suretinde melek göndereydi Hacı Ali Cihangir Zürriyeti gibi olurdu," derlerdi. Hazreti Şeyhin annesi Seyyid Halime, mevcut sahih şeceresiyle Hazreti İmamı Hüseyin neslinden olup, vilayeti apaşikar, ibadet, takva ve özelliği ile nadir görülmüş islam hatunlarındandır. Hazreti Şeyhin amcası Müdderris Molla Muhammed Beşir, Cizrenin büyük alim, imamı ve hatibi idi. Hazreti Şeyh çocukluğunu ve taze gençliğini ilim tahsili ile geçirmiştir. Çok mütenasip narin vücudu billur gibi gerdanı, beyaz inci rengine, müstesna güzel yüzünde kırmızı gül gibi yanakları, kalem kaşlar altında ÇOK siyah iri gözleriyle Hazreti Yusuf gibi güzelliğe meşhur olmuştu. Bidayetinden beri güzel ahlakı cesaret cömertlik, sadakat, dostluğundaki ciddiyet ve samimiyetle herkesin kalbinde yer etmiş ona dost olmakla saadet neşesine girerlerdi. İLK HAL VE MÜJDE: Hazreti Şeyh anlatmış: Bir sabah tenha bir saatte mescide girdim. Birdenbire büyük bir feyz ile kendimden geçerek düştüm. Mihrapta enbiyalar şahı Hazreti Resulün (A.S.) oturmuş ve bana nazar ettiğini gördüm. Bu saadet meclisine büyük evliyanın birer birer gelerek Hazreti Resulü ziyaret ettikten sonra, beni istediler. Hazreti Resul (A.S.) her isteği sükutle karşılıyordu. Hatta içlerinden bir zat YA RESULELLAH benim mıntıkamdadır diyerek ikinci sefer 195.s: istediyse de vermedi. Hayatta ve gerekse de dünyasını değiştirmiş büyük evliyadan divan tamamen dolmuştu. En son çok acaib bir güzelliğe sahip haşmetli bir zat gelince Hazreti Resul işte sahibi geldi diye buyurdular. O zat Hazreti Resulü en kamil bir edep ve yakınlıkla ziyaret etti. Verilen Resul emri üzerine Hazreti Resulün sağ tarafına ve en yakın yerde oturdu. Bu zat Şah Muhammed Ali Hüsameddin idi. Hazreti Resul (A.S.) emir buyurdu: - Ali! Evladım SAİDİ sana emanet ettim. - Ya Resulüllah emriniz başım üstüne. Emanetinizi kabul ettim. Sonra bana dönerek: - Oğlum Said Ben TAVİLEDE otururum. Beni görmeye gel diye söyledi. Saadet meclisi dağılıp Muhammed Said Hazretleri kendisine geldiğinde kalbi ve ruhu tamamen değişmiş, İlahi aşka gark olmuştu. Hemen eve gelerek ufak bir odaya kapanır, feryat ve gözyaşlarının dinmesi artık gayri mümkündü. Akrabalar alimler toplanarak ne istediklerini sorarlar. Bir tek kelime ile onlara hitap eder: Beni Tavilede Şah Muhammed Ali'ye gönderiniz der. Onlar da Tavileyi ve bu şeyhi işitmedik. Bu fevkalade hal başka bir şeydir, derler. Doktor getirirler, türlü türlü çarelere baş vururlarsa da derdinden henüz anlıyanı yok. Ayları, mevsimleri, hatta yılları, bu odada tek başına figan ve gözyaşlarıyle geçirir. Son zamanlarında hiç bir kelime bile konuşmaz olur. Müthiş sıcaklar, dondurucu soğuklar, ona tesir etmemiş ağlıyan annesinin elinden ancak bir parça ekmek almakla geçinirdi. Hiç konuşmadan bir kağıt üzerine yazdığı: "BENİ TAVİLEYE ŞAH ALİ'YE" gönderiniz yazısını annesine vererek başka hiç bir beşerle komşumazdı. Kaçmasın diye üzerine kapı kapatılmış, mecnun diye alınırdı. Bir kaç defa fırsat bularak tavileye doğru kaçmış, fakat evin haberi olunca büyük bir kalabalık ile yakalıyarak geri getirmişlerdir. 196.s: Bu hali üç seneye yakın devam etti. Apaşikar vilayetiyle meşhur ŞEYH MUSTAFA SEBLAĞI Cizreye geldi. (Bu zat Hazreti Mevlana Halidin baş halifesi Hazreti Şeyh Osman Siraceddinin halifesi olup, büyük veli olan Hazreti Mevlananın hanegahında çok hizmet etmiştir). Kendisine Muhammed Said ile görüşmesini rica ettiler. Odasına gidip yalnız kalınca manen meseleyi anladı. Amcasına dedi ki: Size büyük saadet ve müjdeler olsun ki, Saidin durumu bir mecnuniyet değildir. İlahi çok büyük bir saadetin eseridir. Onu Tavilede ÇOK büyük şeyh olan Hazreti Şah Ali Hüsameddine gönderiniz. Nihayet Allah'ın lütfuyla vuslet zamanı yaklaşır. Muhammed Saide hizmet ve refakat edecek Hacı AHMED KEBABÇI ismindeki birisi, dicle nehri üzerinde bağlanan KELEK denen bir vasıta ile Musula haraket ettiler. Musuldan Süleymaniyeye vardığında, Hazreti ŞEYH OSMAN SİRACEDDİN halifesi ŞEYH EMİN HAL, onları karşılar, tekkeye otururlar. Fakat Muhammed Said hala konuşmuyor. Halife gözlerini kapıyarak Hazreti Şah Ali'den konuşması için izin ister. Fakat daha gözlerini açmadan yani ilk keşif Hazreti Muhammed Saide açılarak, Hacı Ahmed bize bir çay yap, demekle ilk konuşmayı yapar. Halife ile sohbet ederler. Halife de ona hayran olmuş hiç olmazsa bir kaç gün misafiri kalmasını rica ederse de, Hazreti Said der ki: "Hazreti Şah bırakmıyor," biraz sonra da Hazreti Şah Ali'nin gönderdiği biri meclise gelerek Hazreti Şahın selamını tebliğ ile emanetimi geciktirmeden göndersin dediğini halifeye söyler. Ve Saidi alıp Tavileye götürür. Rivayete göre Tavilede Hazreti Şah, Muhammed Saide bir hücre tahsis ettirmiş Said gelince bu hücreye misafir alırlar. İlahi bir huzur, haşmet, vekar ve ibadet mevkii olan Tavilede herkes sükut üzere çalışırken (Manevi çalışma, ibadet, sohbet, zikir gibi) sabahleyin hücresinden fırlayan Said mest ve bihoş olarak Hazreti Şahın bulunduğu özel hücresinin karşısında kasideler okuyarak 197.s: dönmeye başlar. Tam ondört gün bu sermest hali devam eder ki, bütün hanekan halkı hayretler içinde kalmışlardır. Hala da Hazreti Şahın huzuruna çıkamamış ve Hazreti Şahı görememiştir. Ondördüncü günün sabahı Hazreti Şah hücresinden çıkınca, Muhammed Said dayanamıyarak kendisinden çok geçmiş bir halde yere düşer. Hazreti Şah Ali buyurur: Said'in bu haline çok mu teaccüp ediyorsunuz? Allahu Teâlâ ruhlarımızı beraber yanyana halk etmiştir. Diyerek elinin şehadet parmakların�� birleştirerek işaret ettiler. İlkin ona Hazreti Fahri alemin kudsi ruhunun bereketiyle biraz nazar ettim. O ise bu nazarı tam aldı. Geçtiği bütün çölleri, dağları ve vadileri hep Hazreti fahri alemin bereketiyle doldurarak bana geldi. El pençe divan durmuş yüzlerce hulafa, mürid ve mahsuplar bu rahmet aleminden mest olmuş, fakat Muhammed Said o gün de beşeri gözlerle şahıne bakamamıştı. Tavilede üç ay kadar kaldıktan sonra, Hazreti Şah onu Cizreye halife olarak tayin etti. Ve Cizreye döndü. Bir sabah tavileden o şahın verdiği bir nazar ile yine sermest olarak evindeki hücresinden çıkarak mescide gelir. Büyük ve ağır cezbenin tesiriyle sokağa çıkar, fakat onu her gören de cezbesine kapılır, peşine takılarak kaside ve salavat ile sokaklara düşerler. Pederim bu ilk çıkış gününün şahidi olarak bana anlattığı: Pederim (Yani benim dedem oluyor) hacı Hasan'ın misafirhanesinde ensarı şeyhlerden HACI ABDULAZİZ, Şeyh Abdulvehhab, Müftü ve şeyhin amcası molla Muhammed beşir ve bir cemaat oturuyorlarıdı. Dışardan salavatı şerife seslerini işittik. Ben oniki yaşlarında idim, hemen dışarı çıktım. Ne göreyim. Şeyh Said Hazretleri başı açık, saçları omuzuna kadar dökülmüş, o kara gözler fincan gibi açılmış kendinden hiç haberi yokmuşcasına 198.s: mest, elinde bir kamçı, arkasında da otuz - kırk kişi kadar caddeden geliyordu. Ben koşarak misafir salonuna gelip baba Şeyh Saiddir, dememle beraber o da kapıda hazır oldu. YA ALİ HÜSAMEDDİN diyerek bir şahin gibi salonun üst tarafında bulunan pederim hacı Hasan'ın yanında durdu. Meclise bir göz gezdirdi. Elindeki kamçıyı Şeyh Abdülaziz ensariye salladı. Ve rüzgar gibi çıktı. Şeyh Abdülaziz de derhal cezbeye kapılarak bihoş olup arkasına takılanlardan oldu. Meclis bir müddet neye uğradığını bilmiyordu. Biraz sonra aklı başına gelen amcası molla M. Beşir hıçkırıkla ağlıyarak ne yazık ki mahvolduk. Said elimizden gitti, diyordu. Bu Rahmani cezbe gittikçe arttı. Hazreti Şeyh sabah, akşam ve bazen de gece yarısı meczub olarak, bir ata binerek elinde kama ile Cizrenin sokaklarını büyük bir cemaatle geçiyor, YA KALBUSELLİ ALENNEBİYİLHAD! meşhur kasideyi hep beraber okuyorlar. Geçtiği yerlerde herkes, çarşıda olsun, evde olsun, Şeyhi gören yahut sesini duyanlar hemen cezbeye tutuluyordu. Çarşının arka tarafından geçerken sakal traşı olan mele Hadi, usturanın altından fırlıyarak sakalı yarı traşlı, yarı sabunlu olarak Şeyhin arkasına takılıyor. İnadiyle benliğiyle meşhur gençler reisi Abdi ağa bu nasıl şeydir? Kalbinden geçirmiş fakat Hazreti Şeyh cemaatiyle geçerken, bu sırada evinden çıkarken Şeyhi görünce baş aşağı yuvarlanarak saatlerce cezbede kalıyor. Hülasa görülmemiş ve işitilmemiş bir feyz ve acaib kerametler ile bütün Cizre o cezbenin tesiri altında kalarak bir zaman çarşı kapanıyor, ağalar süluke giriyor. Başka şeyhlerde bir mürid ve halife kalmadan hepsi ona tabi oluyor. Bu arada Cizre kazasının da etrafı ve muhiti manevi tasarrufu ile istila ediliyor. 199.s: Bu haliyle yüzlerce kişi büyük keşfe mazhar olmuş, ��mmü bir köylü olan sofi ALİ HAYYİÇ, bülbül gibi farsça konuşarak acaib kerametler ihzar ederek "ene Şemsi tebrizi" diyor. Her müridin hali bambaşkadır. Çünkü Şeyhin bir nazarı her şeye kafidir. Başka şeyh yanından ilk olarak hazreti Şeyh Saidin hatme-i şerifine gelen Şeyh ABDÜLAZİZ Emine besse'ye Hazreti Şeyh bir teveccühle Hazreti fahri alemin nuru ile sermest ve mustağrak etmiş şifahen de buyurdu ki: Vallahi ölünceye kadar da mezarda da, hatta haşirde bile nazarın nuru için de kalacaksın ve öyle de oldu. Çok büyük bir vilayetle gitti. Bir Cuma günü Cizrenin büyük camisi, şeyh, alim ve mü'minler ile doludur. Hazreti Şeyh o cezbe saltanatiyle geliyor. Yüz aslan heybetiyle mimbere çıkıyor. Nazariyle herkesi sermest etmiş cemaat alemi de değişmiştir. Sağ tarafa dönüyor, yüksek sesle Şeyhlerimden başka ayağım bütün evliyanın boynu üzerindedir. Ya Hu... demesiyle bütün cemaat o feyizli söz ve nazar altında eğiliyor. Yüzlerce gül esans şişesi sanki patlamış kesif nur kokusu her tarafı kaplamıştır. Sonra sol tarafa dönerek aynı sözü tekrar ederek onları da aynı hale getiriyor (Malum ola ki Hazreti Gavsı Geylaniden başka kimse bu sözü söyliyememiştir). Bu ağır cezbe hali üç sene kadar devam ediyor. İkinci sefer Tavileye gidip Hazreti Şah Ali'yi ziyaret edip gelince, artık o coşmuş ilahi deniz sükut bulmuş, tarikatı aliyenin bütün hal ve esrarının kemaline ermiş, sünneti seniyeyi bütün teferruatiyle uyanıklık içinde yaparak, sohbetiyle irşada başlamıştır. (O kadar sünneti seniyeye bağlı idi ki, çayı dahi üç içimde içerdi). ŞEYH REŞİD isminde bir halifesi Şam'da, şeyh İsmail halifesi Diyarbakırı tam irşadiyle kaplamış el'an dahi kudsi bereket ve aşk devam etmektedir. Cizrede çok halifeler büyük derecelere yükselmiş, bunların en büyüğü ve sonra Hazreti Şah Muhammed 200.s: Ali'nin büyük halifeleri sırasında üstün yer almış olan divanından ve sohbetlerinden nakil ettiğimiz Seyyid Muhammed Kadri Hazretleri bu bereketin varisi olmuştur. Şeyhi Meczub Hazretlerinin tarikat ve ilmi sohbeti irşadın tamamına kafi geldiği gibi, inatçılar için de cebri tasarrufununu bir kaç tanesinden bahsedeceğim. Buyurmuştur ki: En katı kalplere dahi, istersem bir nazarda vilayet vermek zor bir şey değildir. 1- Salih şeyhlerden Meydinli Molla Emin anlatmış: Uzun zamandan beri hilvethanemde efkar ve ezkarla meşgul idim. Daha evvel Cizrede bir şeyhin baş açık meczub olarak gezdiği anlatılmış ve kalben öyle nasıl şeyh olur diye hakkında iyi düşünememiştim. Bir Cuma akşamı zikir nurunun içinde mustağrak olmuştum. Havada bir halka güzel kuşların gitmekte olduğu, halka için de hepsinin büyüğü ve zülfleri olan bir büyük kuş, halkadan ayrılarak yanıma geldi. İkaz edici lisanla, - Sana ne oldu ki Hazreti Şeyh Said hakkında kalbinden iyi şeyler geçirmedin? Dünya ve ahirette hiç kimsenin kurtaramıyacağı bir darbe ile seni mahvedecektir. Biz affın için çok rica ettik. Ancak gelip benim müridim olursa affedeceğim, dedi. - Siz kimsiniz diye sorunca, - Biz Hazreti Mevlana Halidin halifeleriyiz. Bu gece Hazreti Resulün başkanlığında hayatta ve dünyasını değişmiş bütün evliya davetli olup, Şeyh Said Hazretlerine Hazreti Resul bizzat kutbaniyet hırkası giydirecektir. Biz de o merasime gidiyoruz. Ben şeyh Salihi Sipkiyim. Bu işaretten sonra feryatla uyandım, hemen Cizrenin yolunu tutarak gelip şeyh hazretine mürid oldum. (Bilahare halife olup hazreti şeyhin vasiyeti üzere Mübarek cesedini yıkamıştır.) Yine bir gün Hazreti Şeyh seferden dönerken Meydin köyüne bir kaç dervişle gelir. Akşam olduğu için mescidin damına 201.s: çıkarlar, başka şeyhe tabi bu köy kalkı ileri geri konuşarak, hürmetsizlik gösterirler. Hazreti Şeyh dediklerini duyuyor. Yanındaki dervişe tahta merdiveni dama çek der ve köye nazar eder. Bütün köy cezbeye gelerek figan ve rica ile mescidin etrafında dönerler. Eman ve yalvarıştan sonra, Hazreti Şeyh onları af eder. Herkes gelip tövbe ederek yeni bir ilahi şevk ve aşka gark oluyordu. Alkolik, şişesi hiç cebinden eksik olmayan birisi de Hazreti şeyhe gelir, der ki: - Şeyhim her şeye tövbe edeceğimi, yalnız içkiden ayrılamıyorum. Artık bu elimde olmayan bir şey olmuştur. - Şeyhim her şeye tövbe edeceğimi, yalnız içkiden ayrılamıyorum. Artık bu elimde olmayan bir şey olmuştur. - Hazreti Şeyh der ki: Her gunahtan tövbe ederek yapmamaya azmet. İçkiyi de içemiyeceksin. - Kendimi tutamıyorum. - İçebilirsen iç. Bunu bir müsaade tahmin eden alkolik tövbe alır. Öğleden sonra da Hıristiyan mahallesindeki meyhaneye gider. İsteği üzerine kendisine içki getirirler. Kadehi eline alınca, kadehin içinde Hazreti Şeyhin kamasının ucunu görür. Meyhaneciyi çağırarak, şişeyi ve kadehi değiştirir, gözlerini oğuşturur.(Yani rüya değildir diye) fakat üç kere değiştirdiği kadehte Hazreti Şeyhin kamasının ucunu görünce bir korku da hasıl olur ve hemen camiye Hazreti Şeyhin yanına gelir. Hazreti Şeyh der ki üç kere yetmez miydi? Bir daha da değiştirseydin. Bir kama ile seni iki parça ederdim. Artık o mürid ömrünün sonuna kadar tövbesi üzerine doğru yolda gitti. Tarikatın çok sadıkı ve hizmet edene, ve Hazreti Şahın da hil'atiyle halife olmuş Diyarbakırlı Kelekçi SOFİ Mehmedden bizzat dinledim: Bir gün bir kaç derviş ile Hazreti Şeyhe refakat ederek Cizreden iki gün mesafede sarp dağlar arasında bulunan bir yere 202.s: doğru gidiyoruz. Derşev geldik. İlmi ve kemali iyi bir şeyh vardı. Şeyhi Meczubu büyük bir hürmet ve mahviyetle karşıladı. O gece sohbet ettiler. Bu mıntıkadan sonraki eşkiyaların hiç kimseyi tanımadıklarını ilmen ve tarikaten hiç bir suretle bunlara tesir etmenin mümkün olmadığını beyan ederek Hazreti Şeyhin o tarafa irşada gitmemesini rica etti. Sabahleyin de Hazreti Şeyh atına binerek o tarafa hareket ederken Hazreti Şeyhi uzun müddet yaya olarak uğurladı. Ayrılacağı zaman hürmetle dedi ki: - Şeyhim Allah bilir ki siz kalbimde çok sevilisiniz. Kanaatıma göre de değil zamanın, belki dünyanın en büyük şeyhlerindensiniz. Fakat bu eşkiya herifler Allah, Resul, din diye bir şey bilmiyecek kadar zalim ve edepsizdirler. Size karşı da büyük bir hürmetsizlik yaparlar diye korkuyorum. Hazreti Şeyh bu tarafa gitmesin, dedi. - Merak etme, Allah'ın kudreti her şeyin üstündedir, buyurdu. Biz yola devam ettik. Öğleden sonra bir dereye doğru iniyoruz; henüz kimseyi görmüyoruz. Hazreti Şeyh Ya Ali Hüsameddin, Ya Hu diyerek kamayı salladı ve nazar verdi. Bir kaç dakika sonra kulağımıza bazı salavatlar sesleri geldi. Fakat başaramıyorlardı. Ufak tepeyi aşınca dere kenarında AMER denen meşhur eşkiya geçecek, kervanları soymak üzere çetesiyle pusuda bekliyordu. Daha şeyhi bile görmeden o nazar ile halleri değişmişti. Hazreti Şeyhi görünce o da atına bindi ve adamlariyle şeyhi karşılamaya geldi. Öyle cüsseli kahraman bir adam ki, buğdayı parmakları arasında un gibi ufalatırdı. Fakat daha yirmi-otuz adım mesafeye yaklaşınca Hazreti Şeyh YA HU diye nazar verdi. Ne görelim, o koca adam attan fırlayarak yere sırtüstü düşmüş bir şahin gibi Hazreti Şeyh hemen üzerinde hazır olup bir ayağını eşkiyanın göğsü üzerine koymuş ve kamayı çekerek. 203.s: - Söyle bakalım ne zamana kadar Hazreti Muhammed ümmetinin yolunu keseceksin? - Çok mecalsiz ve ölü gibi olmuş o kahraman eşkiya. - Tövbe ya Şeyh tövbe beni affet. Bu işten vazgeçeceğim, diyordu. Hazreti Şeyh onları bırakıp köylerine geldi. Onlar da derede yıkandılar ve hepsi gelip Hazreti Şeyhi ziyaret ederek divanında el pençe durdular. Vakit ikindi zamanına yaklaşmıştı. Herkes apaşikar gördü ki iki beyaz güvercin gibi çok güzel iki kuş gökten gelerek Hazreti Şeyhin omuzlarına kondu. Bu duruma bütün cemaat şaşırmıştı. Hazreti Şeyh sordu: - Amer bunlar nedir? - Güvercin diyoruz. - Yum gözlerini, güvercin olup olmadığını anlarsın. Gözlerini yumunca Hazreti Şeyh kalbine nazar verdi. İrkildi, titreyerek ve ağlayarak söyledi: - Şeyhim bunlar güvercin değil, insandırlar. Ama ne insandırlar? Meleklerden hurilerden daha güzel insandırlar. - Tanıyor musun? - Toprak başıma olsun ki bütün ömrüm günah ve isyanla geçmiştir. Bunlarla münasebetim nedir ki, tanıyayım? - Biri Hazreti Şahı Nakşibend ve biri Hazreti Gavsı Geylanidir. Hazreti Şeyhin böyle cebri tasarruf ile irşadları çok olup, bu kadarla iktifa edeceğiz. Hazreti Şeyhin ayrıca divanı da mevcuttur. Bu divan da çok kıymetli olup, tarikatı aliyyede rütbelerle kazanmış ikiyüz bir (201) lakabı vardır. Kutbeddin, Taceddin, Seyfeddin, Gıyaseddin, gibi. Yine divanında der ki: Aşkın piri benim. Her kim mustağrak ise benim denizimden mustağraktır. Siz ya Bahril istiğrak diye benden istimdad ediniz. Ve son olarak da ismini Ya aşıkı Resulüllah olarak bildirir. 204.s: Menem Seyfi Rabbani Menem kerrarı sani Menem seki dergahi Hüsameddini Osmani. Madde aleminde hulusla yapılan bir işin manevi alemde karşılığını ve bu kitabın da değerini gösterir bir hakikatten bahsedelim. Seyyid Muhammed Kadri (Kds.) sohbetlerinde açıkladılar: Bir gece mana aleminde gıpta edilecek, çok güzel yüksek bir makamda yüzleri çok nurlu mesut bir er ile hanımını gördüm, sordum. - Cenabı Hak bu güzel mevkii ve büyük saadeti neden dolayı size ihsan etmiştir. - Bana Hasan ağa derler. Bu da refikamdır. Dünyadaki amelimizin karşılığı bu mevki ile hiç münasebet almazdı. Hatta ağalık işinin gafleti ve vebali malumdur. Bir gün Cizrede Hacı Naif ağaya misafir geldim divanhanesinin karşısında camii ve merkadi şerifi bulunan Şeyhi Meczub Hazretlerine nasılsa sohbet ederek, herkes büyük bir sitayişle onu övdüler. Ben de sordum: - Bu zatın geride kalmış kitapları, eserleri yok mudur? - Mecliste bulunan şeyhin yakın akrabalarından Ahmed Zeri ismindeki şahıs gidip şeyhin el yazısı ile yazılmış eserini bana getirdi (tercümesini yaptığımız İhsan Yolu kitabı idi) arapça bilmediğim için kitabı okuyamadım. Yalnız ondan onbeş mecidiyeye satın aldıktan sonra dedim ki: - Bu kitabı Hazreti Şeyhin merkadi şerifine kendim ve ailem için vakıf ediyorum. Din kardeşlerimiz bu vakıftan istifade etsinler. Kitabı Ahmed Zeriye teslim ettim. Ben ve refikam öldüğümüzde Allahu Teâlâ Hazretleri bunun hatırı için ikimizin bütün günahlarını af ederek bu güzel makamı ihsan etmiştir. 205.s: Bu sohbeti yapan Hazreti Seyyid Kadri bu kitabı asla görmemiştir. Çünkü kitap elli seneden beri kayıp olup birisi tarafından kimseye gösterilmeden saklanmıştı. Elhamdülillah yine Hazreti Ustadın kerametiyle bu kitabı bulmak, almak ve tercüme etmek hizmetinin saadeti bize nasip oldu. Kitap elimize geçince kabında: "Bu Hasan ağa ve ailesinin vakfı olup, Hazreti Şeyhin akrabalarından Ahmed Zeriye teslim edilerek, din kardeşlerimizin istifadesi için Merkadi şerife hediye edildi." Yazısının mevcut olduğunu gördük, isteyene de gösterebiliriz. Şeyhi Meczub Hazretlerinin büyüklüğü ve vefası hakkında bizzat Sultan Seyyid Muhammed Kadri'den dinledim. Buyurdu ki: Şeyhi Meczubun vefatından seneler sonra idi. Bir gün hücremde Hazreti Şah Hüsameddin'in rabıtası ile meşgul iken, basiretimle Cizre'den bir cenazenin mezarlığa götürüldüğünü gördüm. Ölü mezara konulup telkin de verildikten sonra halk döndü. Ayak ve başucunda iki siyah melek hazır olup, suale başladılar. Ölü simsiyah ve telkinden habersizdi. Su akıntısı içinde dikili bir kamış gibi müthiş korkudan hem titriyor hem de bütün vücudu gidip geliyordu. Simsiyahtı, sual meleklerine cevap verecek hali yoktu. Bu çok zor duruma acıyan Hazreti Şeyhi Meczubun mübarek kudsi ruhu arşı aladan yeşil büyük bir nur olarak ölünün baş ucuna aktı. Onu takiben yüz güneşten parlak Hazreti Şah Hüsameddin'in kudsi ruhu da Şeyhi Meczubun ruhu üzerine aktı. O güneş gibi nur coşuyor ve dalgalar halinde ölüye çarpıyordu. Çarpan yerler beyazlaşıyordu. Bu suretle bütün vücudu beyazlaştı. Kalbi çalışmaya başladı. Telkini aynen okuyarak sual meleklerine cevap verdi. Hücremde rabıtamda hazır Hazreti Şahtan bunun ne işlemi vardı ki bu hale düşmüş diye sordum. Hazreti Şah buyurdu ki: 206.s: Bu bakkal başıdır. Dükkanına gelen köylünün mallarını karıştırır, haklarını eksik verirdi. Bir zamanlar, Şeyhi Meczubun meclisine gitmiş, ona muhabbet etmişti. Şeyhin vefa ve himmeti onu bu dar halinde bırakmadı. Bizde Şeyh ile beraberiz (Ustad Hazretleri bana ölünün adını söylemişse de ben açıklamadım.) Halen Cizre'de bakkal olan Mehmed Ali adındaki kişi, bütün Cizrenin bildiği ve halen de hayatta yüzlerce kişinin şahid olduğu olayını bizzat bana anlattı. Altı yaşında idim. Sokakta oynuyordum. Şeyhi Meczub Hazretinin camisine geldim. Kuyudan su çekmek istedim. İpi biraz çektikten sonra ip çıkrık ile demiri arasında düştü. İpi çıkarmak için kuyunun ön tarafına korkuluk olsun diye konmuş büyük taşın üstüne çıktım, elimi çıkrığa atarken dengemi kaybederek kuyunun içine düştüm, boğazıma kadar suya battım, sonra ayağım daha yüksek bir yer bularak biraz daha yükseldim, bir parça toprak da benimle düşerek başımı kırmıştı. Camide hiç kimse yok. Ben bağırıyor ve ağlıyorum. Nurlu bir zat hazır oldu. Oğlum korkma dedi, ben kendimi kuyunun dışında gördüm. Amca siz kimsiniz dedim. Ben Şeyh Saidim, dedi. Bütün elbiselerim sudan çıkmış ıslaklığı ile başım kırılmış olarak ağlıya ağlıya eve geldim. Bütün halk duydu. Bazıları ne oldu diye bana olayı tekrar ettiriyorlar. Şeyhin rengini soruyorlar ben anlattıkça para veriyorlardı. Cismen hazır olup, çocuğu kuyudan çıkartan Şeyhi Meczubun dünyasını değişmesi yirmi yıl olmuştu. Son zamanlarda, camisinde ders veren takva salih bir zat olan Molla Abdurrahim, pederime söylemişti. Ben Şeyhi Meczubu iki sefer cismen zahiri gözlerle camisinde gördüm. Bir kere camiye geldim. Hazreti Şeyh beyaz gülün yanında idi. Yavaş yavaş yürüyerek turbeye girdi. Bir kere de turbenin kapısında duruyordu. Ben cami avlusuna girince içeri girdiler. 207.s: Hazreti Ustad Seyyid Muhammed Kadri der ki: Türbe-i şerif daima Hazreti Resulün yeşil nuru ile doludur. Bazen kubbenin dış tarafına bile taşar. Siz türbenin sokağından dahi geçerken türbe dış duvarının karşısındaki duvar kenarından geçiniz. Hazreti Şeyhi Meczub Muhammed Said Seyfeddin bir gece rüyada ben fakirine şöyle göründü: Hazreti Şahı Pir, Şahı Nakşibend ve Gavsı Geylani'nin kudsi ruhları tamamen başı ve omuzlarında toplanmış, ilahi mestliği ve güzelliği cennet, melek ve binlerce hur ile kıyas edilemezdi. Binlerce sene anlatması mümkün olsa, yine ondan bir zerre anlatılamazdı. Kısacası diyebilirim ki Allah'ın cemal nurunu akseden (yansıtan) bir ayina idi. Divanından bir mısra: Nûra cemala lemyezel, mecrûh kirim ji roja ezel Allah'ın cemal nuru beni ezel gününde yaralamıştır. 492.s:
3 notes
·
View notes
Photo
‘Nefsin isteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve nefse zor gelen şeyleri ona yaptırmak’ şeklinde târif edilen riyâzet konusu üzerinde sûfîler detaylı bir şekilde durmuşlardır. Mânevî hassâsiyetlere sâhip maddî bir bedene ulaşma arzusu sûfîlerin bu konuda hedefleri olmuştur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de ifâde edildiği gibi nefs dâimâ kötülüğü emretmektedir1 ve sûfîler de nefsin bu tasallutundan kurtulup en azından ‘nefs-i mutmainne’2 makâmına ulaşmış bir hâl ile yaratıcılarına kavuşmayı arzulamaktadırlar. Bir dönüşüm ve değişimin sembolü olan riyâzet sürecinde sâlikin/dervişin nelere dikkat etmesi gerektiği, meselâ beslenmesi, konuşması, uyuması ve ibâdet yoğunluğu gibi konular farklı tarîkatlarda farklı miktarlar/oranlar dile getirilerek uygulanmıştır. Hepsinin temelde hedeflediği husus ise Hz. Peygamber’in (sav) tavsiye ettiği yeme, konuşma ve uyuma ile alâkalı âdâblara riâyet ederek rûhu canlı hâle getirerek nefsi rûhun emrine verebilmektir.3 Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de nefsini arındıran kimsenin yâni nefsini rûhunun emrine veren kimsenin temizlenip kurtulabileceği ifâde edilmiştir.4 Riyâzetle nefsini dize getiren birçok isim bu sürecin önemini vurgulamıştır. Örneğin Feridüddin Attar, ‘On iki yıl riyâzetle meşgûl oldum. Ve uzun yıllar riyâzetim sürdü. Nefsimle savaşı netîce itibâriyle kazandım ve nefsin cenâze namazını kılarak onun tasallutlarından kurtuldum’5 demiştir. Peşpeşe kırk erbain çıkaran Abdülehad Nûrî-i Sivasî6 ve kırk yıl riyâzetle ömrünü geçiren Abdülkâdir-i Geylanî de, riyâzet netîcesinde toprağa giren bir tohumun çürüyüp yeşillenmesi veya kozası içerisindeki bir tırtılın netîcede rengârenk bir kelebeğe dönüşmesi gibi dervişin de riyâzet netîcesinde ilâhî lütuflara ulaşabileceğini vurgulamışlardır. Erzurumlu İbrahim Hakkı ise talebesi Avnikli Molla Halil’e ‘Ve daḫî riyâzet ve tehzīb-i aḫlāḳ itmege cidd ü cehd idesin. Yanī nefis muḳtezāsın virmeyüp açlıġa ve ṣusuzluġa ve uyḳusuzluġa ve sāir mekkāre-i bedeniyyeye taḥammül ḳılasın. Zīrā abdal abdāl olmadılar. İllā ki cū ve seher ve uzletle olmışlardur. Beyt: Riyāżet-i āb [u] hevā ṣafāsını bulsun Göŋül küdūretini hep cilā idersin sen’ tavsiyesinde bulunmuştur.7 Hacı Bektaş-ı Velî, Horasan’dan Anadolu’ya gelişi esnâsında uğradığı yerlerde halvete girip çile çıkarmış, Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî altmış üç yaşından sonra yeraltında kendine bir mezar kazdırıp ömrünün sonuna kadar burada çile ile meşgûl olmuş ve İmam Gazâlî içerisine düştüğü entelektüel krizden halvetle yâni riyâzet uygulamalarıyla kurtulmuştur.8 Sûfîlerin düşünce sistemine göre dünyâ lezzetinden/zevkinden Allah rızâsı için vazgeçen kimseye Allah Teâlâ daha kıymetli nimetlerin kapısını aralamakta ve onları rabbânî ilimlerle desteklemektedir.9 Mutasavvıfların bedenleriyle ilgili bu egzersizleri sâdece Allah rızâsı içindir10 ve netîcede ‘firâset’ ve ‘keşf’ denilen nimetlere kavuşma durumu söz konusudur.11 Sûfîler, keşfin ve gaybî tecrübelerin korunmuş olmadığını da ifâde etmiş ve istikâmeti tesis için Kur’ân ve Sünnet’e uymanın şart olduğunu belirtmişlerdir.12 RİYÂZET UYGULAMASININ FORMÜLÜ: ‘Kıllet-i Taâm, Kıllet-i Menâm ve Kıllet-i Kelâm’ Tasavvuf yolunda sâlikin/tâlibin, özelde belli bir süre genelde ise bütün hayâtını kuşatacak riyâzet sürecinde bir kontrol mekanizması geliştirebilmesi, bir başka ifâdeyle nefsine dur diyebilme alışkanlığı kazanabilmesi için çeşitli antrenmanlarla nefsinin terbiye edilebileceği vurgulanmıştır. Sûfîler nefisle mücâhedeyi/mücâdeleyi ifâde eden bu süreci ‘cihâd-ı ekber’ olarak görmüşlerdir.13 Sürecin önemini bu tesbitleriyle ortaya koyan sûfîler, bu süreçte sâlikin az yeme, az konuşma ve az uyuma ile ibâdetlere yoğunlaşmasını tavsiye etmişlerdir. Bu süreçte tefekkür ve tezekkür süreçlerini ihmâl etmemesini sâlike tavsiye eden sûfîler, bununla sâlikin kulluk şuurunun zirve noktasına ulaşmasını hedeflemişlerdir. İbrahim b. Edhem, sâlikin bu süreçte şu hususlara riâyet etmesi gerektiğini dile getirmiştir: ‘Sâlik ilk olarak nimet kapısını kapatıp şiddet ve sıkıntı kapısını açmalıdır. İkinci olarak izzet (şan ve şöhret) kapısını kapatıp zillet kapısını açmalıdır. Üçüncü olarak rahatlık kapısını kapatıp cehd ve gayret kapısını açmalıdır. Dördüncü olarak uyku kapısını kapatıp uykusuzluk kapısını, beşinci olarak zenginlik kapısını kapatıp fakirlik kapısını, altıncı olarak ise emel (tûl-ı emel) kapısını kapatıp ölüme hazır olma kapısını açmalıdır.’14 ‘İnsanoğlu karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter’15 hadîs-i şerîfi gereğince sûfîlerin genel olarak az yemelerinin yanısıra uzlet/halvet süreçlerinde karınlarını doyurma konusunda daha da az miktarla yetindiklerine şâhit oluruz. İşrakî felsefenin önemli temsilcilerinden birisi olarak kabûl edilen Şeyh Sühreverdî’nin haftada bir gün yemek yemesi sûfîlerin bu konudaki tavrını yansıtan dikkat çekici bir örnektir.16 Hz. Mevlânâ’nın oruç tutmaktan renginin sarardığı ve ağzının suyundaki tadın midesine ulaşmaması için helile çiğnediği nakledilmiştir.17 Hz. Mevlânâ’nın ilk hocası Seyyid Burhâneddin Muhakkik-ı Tirmizî ise açlığın önemini şu cümlelerle dile getirmiştir: ‘Oruçtaki riyâzetler hepsinden de daha büyüktür. Geri kalan öteki riyâzetler buna nisbetle bir oyuncaktır. Burada, oruç husûsunda anlatılması îcâb eden şeyler var. Ama yavaş yavaş, hem de nefsin duymaması için hırsızlamaca anlatmak gerek. Her gün yenmesi âdet olan yemekten bir dirhemceğiz yahut biraz daha fazla, azar azar yiyeceği kısmakla mide boşalır, riyâzet meydana gelir. (Böylece) Allah için, hakkıyla savaşın hükmüne uyulmuş olur.’18 Uykuyu büyük ölçüde terkedip sâdece bedenin galebe çaldığı durumlarda uykuya teslîm olunması gerektiğini belirten sûfîlere göre uyuyarak Mevlâ’yı bulmak mümkün değildir. Sûfîlerin bu konudaki genel tavrını Nakşi Ali Akkirmânî’nin şu ifâdelerinde görmekteyiz: ‘Yatup hayvân gibi tâ subh olunca Görünmez Hak nûru zâhid yatana.’19 Seriyyü’s-Sakatî ise bu konuda şu tesbitleriyle görüşlerini ifâde etmiştir: ‘Sûfî, hasta insanlar gibi yemek yer, suya batan kimseler gibi uyur ve mahcup kişiler gibi konuşur.’20 Şihabüddin es-Sivasî ise halvet/uzlet içerisinde bir anlayışı yaşam tarzı hâline getirmesi gereken tâlibe/sâlike bu süreçte şu hususlara riâyet etmesi gerektiğini söylemiştir: ‘a- Sâlik, bedeninin tamâmını guslü gerektiren şeylerden, âzâları hadesi gidermeyi gerektiren hususlardan ve nefsi isyân içeren günahlardan temizlemelidir. b- Halvete devâm edilmeli. c- Tâlib, Allâh’ı zikretmenin dışında konuşmayı terketmeli. d- Sâlik, sürekli oruç tutmalı. e –Tâlib, kalp huzûruyla güçlü bir şekilde dil ile Allah Teâlâ’yı zikre devâm etmeli. f- Sâlik, Allâh’a teslîm olmalı. g – Sâlik, bu süreçte kalbine gelen düşüncelere asla değer vermemeli. h- Tâlib, uykuyu terketmeli. k- Sâlik, helâlinden yemeyi azaltmalıdır.’21 Netîce olarak ifâde etmemiz gerekirse sûfîler, mânevî inşâ için maddî boyutta hassas dengeler gözetilerek hareket edilmesi gerektiği fikrinden hareketle riyâzet uygulamalarına önem vermişlerdir. Onlara göre, Allah Teâlâ kişinin/sâlikin/tâlibin halktan uzak kaldığı ölçüde açılacak gönlünü nurlarıyla ödüllendirilecektir. Yine sûfîlere göre sâlik, ilâhî lütuflara ulaşacağı bu riyâzet süreçlerini ibâdet, zikir, tefekkür, az yeme, az uyku, az konuşma ve ilmî faaliyetlerle daha etkili bir şekilde değerlendirmelidir. Bu usûlle birçok insanın maddenin esâretinden âzâde kılınıp mânâ âlemlerinin güvenli limanlarına ulaştırılmasına vesîle olan sûfîlerin bu hâllerinden günümüz insanının da çıkaracağı birçok ders olduğu kanaatindeyiz. Kişisel ve toplumsal anlamda gerçek bir huzur hâline ulaşmak isteniyorsa maddeye değil mânâya, sırf aklın değil kalbin de hoşnutluğunu ifâde eden îmâna, dünyevî beklentiler değil uhrevî hesaplar üzerine inşâ edilen bir anlayışın ifâdesi olan riyâzet sürecine ve bu süreçte Allâh’ın lütfettiği güzelliklere bir kez daha dikkatler çevrilmelidir.22 Çalışmamızı Eşrefoğlu Rûmî’nin sûfîlerin riyâzetle ilgili görüşlerini özetleyen şu çarpıcı ifâdeleriyle noktalayalım: Nefsi zindan eylegil dâim riyâzethânede Kim halâs olup gidesin sen dahi ol hânede Tak riyâzet zencirin boynuna nefsin aşk ile Tâ ki nefsin devlerin getiresin îmâne de Bend edip nefsi bırak açlık susuzluk çâhına Zikr kılıcın ele al gir yola merdâne de Evliyâ vü enbiyâ Hak yola böyle girdiler Nefslerin kahrettiler kıydılar hem câne de Çünkü câne kıydılar küllî hevesden geçtiler Lâ mekândan da ileri gittiler seyrânede Bend edip salmaz isen nefsi riyâzet çâhına Sen anın bendindesin hiç düşmegil gümâne de Kim ki nefsi bağlayıp kılmadı kendüye mutî Nefse firkatte giriftâr oldu ol şeytâne de23 Dipnotlar: [1] Yusuf 12/53. 2 Fecr 89/27. 3 Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 2004, s.11, 22. 4 Şems 91/9. 5 Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Çeviren: Süleyman Uludağ, Mavi Yay., İstanbul 2002, s.177. 6 Abdülehad Nûrî, Mir’âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’ş-Şühûd, Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmud Ef., Böl., nr., 2341, vr. 2a. 7 Ekrem Bektaş, ‘Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan Talebesi Molla Halil’e Öğütler’, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: VI, Sayı: XV (Aralık 2013), s.111. 8 Komisyon, Tasavvuf El Kitabı, Editör: Kadir Özköse, Grafiker Yay., İstanbul 2013, s.233. 9 Aziz Nesefi, Hakikatlerin Özü, Çeviren: M. Murat Tamar, İstanbul 1997, s.103. 10 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yay., İstanbul 2006, s.205-206. 12 İbn Haldun, Mukaddime, Çeviren: Z. Kadiri Ugan, İstanbul 1990, c.I, s.271-273. 13 Muhammed Halim Şarkpuri, İmam-ı Rabbani, Konya 1978, Çeviren: Ali Genceli, s. I0. 14 Kuşeyrî, Risale, s.193. 15 Kuşeyrî, Risale, s.194. 16 Tirmizî, Zühd 47. 17 Molla Câmî, Nefâhâtü’l-Üns, Tercüme: Lâmiî Çelebi, Marifet Yay., İstanbul 1980, s.659; Yusuf Ziya Yörükan, Şihabeddîn Sühreverdî ve Nur Heykelleri, Çeviren: A. Kamil Cihan, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 119-120. 18 Mustafa Kaval, ‘Mesnevî’deki Nefis Kavramının Freud ve Din Psikolojisi Bağlamında Değerlendirilmesi,’ Kırgız-Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Akademik Bakış Dergisi, Sayı: XXXVI, (Mayıs – Haziran 2013), s.9. 19 Seyyid Burhanettin Tirmizî, Maârif, Konya Mevlânâ Müzesi, Nu: 2118, s. 50. 20 Nakşî Ali Akkirmânî, Dîvân, (haz. Hikmet Atik), Ankara 2003, s. 149. 21 el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi Ehli‟t-Tasavvuf, (tah. Mahmud Emin en-Nevevi), el-Mektebetu‟l-Ezheriyyetuli‟t-Turas, Kahire 1992, s. 28. Bu konuda geniş bilgi için bkz., Öncel Demirbaş, ‘Riyâzet Eğitimi İle Gerçekleşen Mânevî Olgunluk’, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c: XI, Sayı: I, s.79 -90. 22 Şihâbüddin Sivasî, Risâletü’n-necât min şerri’s-sıfât, Süleymaniye Şehit Ali Paşa, No: 1391, 88b- 100a. 23 Zafer Erginli, ‘İç Dünyadan Hayata: Tasavvuf Günümüz İnsanına Ne Söylüyor?’, II. Bursa Tasavvuf Sempozyumu (Sempozyum Bildirileri), Bursa 2003, s. 91-110.
6 notes
·
View notes
Text
"Allah Teala Hazretleri diyor ki: Ben, kulumun benim hakkımda yaptığı zanna göreyim. O, beni zikretti mi onunla beraberim. Eğer o beni nefsinde zikrederse ben de onu onunkinden daha hayırlı bir cemaat içerisinde zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım, o bana bir zira' yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim." [Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da'avat 142, (3598)]
5 notes
·
View notes
Text
Would the companions (Ashab) of Prophet Muhammad(SAW) hold the hand of Prophet and make Tawbah(Repentance) ?
Sahabeler Peygamber Efendimiz (S.A.V) ‘in elini tutup Tevbe Eder miydi ?
5 notes
·
View notes
Text
Derman arardım derdime derdim bana derman imiş..
4 notes
·
View notes
Text
HAYIR VE ŞER, İKİ MEYVEDİR
Hayrı ve şerri iki cins meyve gör. Bunların kökü, bittiği yer aynı… Aynı ağacın iki
ayrı dalında yetişirler. Fakat biri tatlı, biri acı… Bir dalda beldeler, iklimler,
küreler bulunur. İşte bu dal da meyve yüklüdür. Ve bu meyve acıdır. Bundan
uzaklaş, her şeyi ile ondan uzak ol…
Tatlı ağaca yanaş. Onun yetiştiricisi ve hâdimi[1] ol…
Bu dalları ve meyvelerini iyi tanı. Her ikisini iyi bil. Fakat, sabret ve onun
yetişmesini bekle… Ve kuvvetli ol.
Sakın ve çok çekin!.. Acı ve tatsız meyveli dala yanaşma. Ondan yediğin an helak
olursun, onun acısı seni helak eder.
Daima dikkatli, ölçülü olmalısın. Elinde ölçü olarak Allah’ın (CC) Peygamber’inin
(AS) emri olmalı. Bu ölçüler elinde olmadan meyveleri ayırt etmek senin için kolay
olmaz. Yoluna böyle devam ettikçe, rahat, huzur ve emniyet içinde olursun.
Şunu iyi bil ki bütün bu kötülükler, o acı meyveden doğar. Onu terkettiğin an
felaket ve beladan uzak kalırsın.
Her iki meyveyi de önüne koy ve bak. Şekilleri aynı, tatları ayrıdır. Çok kere
bilmeden veya ölçüsüzlük yüzünden bir uçuruma düşersin. Ona el atar, hata
edersin. Ve onu bu hatanın mükafatı (!) yersin.
Belki bir an için sana lezzet verir. Şehevi arzularını tahrik eder, hoşlanırsın. Fakat
yapacağı felaketi takdir edemezsin, dimağını bozar. Manevi teneffüs cihazını
berbat eder. Bütün acılığı damarlarına yayılır. Vücudun bütün parçalarını kaplar.
Sonra yapacağı felaketler saymakla bitmez ki… Bu durumda belki bir an kendine
gelir, ağzındaki acıyı gidermek için su alırsın, ama çaresiz… Hiçbir fayda vermez.
Çünkü o zehir vücuduna yayılmıştır…
Eğer ölçüleri iyi kullanıp tatlı meyvayı yeseydin, durum böyle olmazdı. Her halinde
iyilik görünür ve bütün varlığın hoşlukta toplanırdı…
Hal malum… İkinci bir iş yapman lazım. Bu muhakkak bilinmelidir ki, ikinci sefer el
atacağın acı meyva olmamalı. Eğer bir daha düşersen kalkman zor olur. Az önce
anlattıklarım, birer birer felaket halinde başına çöker, kurtulamazsın.
İyilik timsali olan ağaçtan ve meyveden uzaklaşma. Onu bilmemezlikten gelme. Her
yerde onu ara ve onunla olmaya bak. Ve daima onunla olmaya alış, hak ölçüleri
elden bırakmamaya çabala…
Bir daha hatırlatmak lazım gelirse “hayır ve şer ilâhî birer fiildir.” Bunların faili ,
ilâhi kudret ve yürüten o kuvvettir. NAsıl ki Allah-ü Teala (CC):
- “Allah (CC), sizi ve yaptığınız işleri halk etti.”
Buyurur, Peygamber (SAV) Efendimiz de bu manaya işaret ederek şöyle buyurur:
- “Allah (CC) zalimi de zulmü de yarattı.”
Kulların yaptıkları iş, bizzat ilâhî kudretin eseridir. Yapılan işin ne olacağını Allah
(CC) haber veriyor.
İşte bu durum, Hâlıkla (CC) mahlûk arasındaki farkı gösterir. Allah (CC) yaratır, kul
iradesini kullanarak kesbeder.
Cennet, Allah’ın (CC) sevdiği kullarına bir ihsanıdır, fazlıdır. Oraya bu ihsan ve
fazılla girilir. Ayrıca dereceleri, dünyade yapılan iyi amellerle verilir.
Peygamber (SAV) Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
- “Hiç kimse ameli ile cenneti kazanamaz.”
Buna karşılık Sahabe (RA):
- “Sen de mi ya Rasulallah (SAV)?”
Diye sorunca, cevaben:
- “Evet, ben de; ne var ki Allah (CC) beni rahmetine garketmiştir.”
Buyurdu ve elini başı üzerine koydu. Bu Hadis-i Şerifi Hz. Aişe (RA) rivayet etmiştir.
Sen, ilâhi emre uyduğun, kötü yollardan korktuğun müddet korkma, en doğrulukla
Hakk’a (CC) teslim ol, şerden korunursun. Hayır ve fazilet seni bulur. Din ve dünya
yönünden ilâhi bir muhafaza içinde olursun.
Dünyadaki hâlin şu ilâhi sözle anlatılır:
- “Böylece ondan kötülükleri geri çevirdik; çünkü o, bizim ihlas sahibi
kullarımızdandı.”
Dini bakımdan mahfuz olmak, yina şu ilâhi kelamla anlatılıyor:
- “Siz, Allah’a (CC) iman eder, ona şükredersiniz, neden size azap etsin? Allah (CC)
şükredenleri, iman edenleri bilir.”
Şükreden bir müminin yanında bela ne arar. Çünkü afiyet ona beladan daha
yakındır. O insan, her an iyilik görür ve iyiliği artar. Allah-ü Teala (CC) şöyle
buyuruyor:
- “Eğer şükrederseniz rahatınız artar.”
İman nuru büyüktür; bu nur kıyamet günü cehennem ateşini söndürür. Dünya belası
cehennem ateşi yanında hiçtir. O azim azap ateşini söndüren iman nuru dünya
belasını nasıl yenmez? Kuvvetli bir iman sahibine bela yanaşmaz. Şu var ki; o belalı
insan ilâhi cezbeye kapılan büyük bir veli ola… Elbette o aziz kulun başından bela
eksik olmaz. Çünkü bu hal, onu dünyada kötülüklerden saklar.
Birçok bela çeşitleri vardır. İnsanın dünyevi sefahattan korunması için paradan
yana nasipsiz olur. Şehevi arzuların ölmesi için, bazı zahirde nimet gibi görünen
şeylerden mahrum olur. Halkın, sahte teveccühünden azad olması için, sevgilerini
kazanamaz; çeşitli isimler takar, ondan hoşlanmazlar.
Bu hal dışında bir felaket gibi görülür; fakat değildir. O bilir ki; her önüne gelen
insanla sohbet, onların sahte sevgisini kazanmak, onlarla geceli gündüzlü oturup bir
manevi zarardır.
Manen yükselmeye namzed olan büyük insanlar, sayılan belalara düçardır; fakat
onlar için bu bela değil bir rahmettir.
Bu, zahirde bir bela gibi görünen ilahi rahmet sayesinde kalb temiz olur. Hakk’ın
(CC) tevhidinden başka bir şey kalmaz. Kalb, yalnız marifet-i İlâhiyenin yeri, ilâhi
ilim ve feyzin kaynağıdır. Nura kavuşmak, Hakk’a (CC) ermek ve O’na (CC)
kurbiyetin yolu oradan geçer.
Bu kalb tek şey için yaratılmıştır; ikincisi sığmaz. Ayet;
- “Allah (CC), iki kalbe sahip bir kişi yaratmamıştır.”
Bir kalbde iki sevgi yaşayamaz.
- “Padişahlar bir beldeye girince orayı darmadağın ederler. Eşrafını zelil ederler.”
İşte bu sebeptendir ki; İlâhi sevginin girdiği yerde başkalarının işi kalmaz.
Başkasının sözü geçtiği yerde ise ilâhi feyz olmaz. Kalbinden kötülükleri at;
göreceksin ki, ilâhi feyz her yanını sarmış…
Kalbindeki sevgi, şeytan, nefis ve şahsi arzular olunca senden iyi hareket çıkmaz.
Her hareketin isyan, boş ve lüzumsuz şeyler olur. Çünkü senin efendin şeytan
olmuştur. Ama kalbinde İlâhi sevgi yer tutunca o zaman göreceksin ki, her kötülük
kendiliğinden yok oluyor. Zaten kalb yalnız ilâhi tevhid ve ilâhi marifet için
yaratılmıştır, daha sonra bir şey eklemek icap ederse; Kalb, içinde Allah (CC)
sevgisi yaşadıkça kalb’dir… İlâhi feyzin süre insan için faydalıdır.
İşte anlatılanlar ve hadiseler gösteriyor ki, ilâhi rahmete erişmek için her maddi
varlıktan ve sevgiden kalbi temiz tutmak gerek. Bu temizlik kolay olmaz; bir çok
belalar ve felaketler insanı sarar.
Herhangi bir felaket karşısında insan, azmini kaybetmeyecek. Çünkü o bir nevi
nimettir. İyi düşünülürse, belanın en büyüğü Peygamberlere (AS) ve onların
yakınlarına, daha sonra sırasıyla olmuştur. Bu durumu Peygamber (SAV) Efendimiz
şöyle haber verir:
- “Biz Peygamberler (AS) zümresi, diğer insanlara nazaran belanın en büyüğünü
yüklenmişiz. Daha sonra sırası ile….”
- “Allah’ı (CC) en çok ben bilirim ve O’ndan (CC) en çok korkarım.”
İkinci Hadis-i Şerif’de, büyük bir manaya işaret vardır. Sultana yakınlık hasıl
olunca, o nisbette korku ve çekinme çoğalır. Sebebi: Padişahın gözü önündedir,
hiçbir hareketi onun gözünden kaçmaz. En küçük hatası dahi görülür ve ona göre
ceza çeker.
Burada şöyle bir soru akla gelir:
- “İnsanlar Allah’a (CC) göre tek şahıs hükmündedir. Hiçbir hareket ondan gizli
değildir. O halde: Padişaha yakın olana ayrı ceza verilir şeklindeki cümlenin manası
nedir?”
Biz buna cevap olarak deriz ki:
- “Derece yükseldikçe, rütbe büyüdükçe hatalar gözle görülür; çünkü insan hata
işlemeye daima meyyaldir. Bu halde, verilmiş olan nimetlerin en ufağını dahi
azımsayan, büyük hatalı sayılır. Daima şükretmek her kula vazifedir ama, o seçilmiş
kul için en büyük vazifedir. Bu arada şunu da söylemek caizdir: Bir veli ve bir Allah
(CC) dostu için, azıcık ibadetten yaya kalma büyük bir hatadır; kullukta noksandır.
Allah-ü Teala (CC) bu durumu şöyle anlatır:
- “Ey peygamberlerin hanımları, sizden her hanginiz bir hata yaparsa, diğer
hanımlara nazaran cezası iki misli olur.”
İşte görülüyor ki, derece farkı mevcuttur. Bu sebepten Allah-ü Teala (CC)
Peygamberin (SAV) zevceleri ile diğerlerini ayırıyor. Hal böyle olunca, Allah’ın (CC)
rahmet ve feyzine vasıl olanların ayrı durumunu takdir kolay olur:
Allah-ü Teala (CC) bütün benzerliklerden beridir. Halktan O’na (CC) bir şey
benzemez. İşiten ve gören O’dur (CC). Doğru yola Allah (CC) hidayet eder.
[1] Hizmet edeni.
Futuh'ul Gayb Abdulkadir Geylani ks
2 notes
·
View notes
Video
youtube
(https://www.youtube.com/watch?v=jkMJbusTg84 gönderdi)
3 notes
·
View notes