#Şimdi ise Konuşmaya devam ediyorum!¡
Explore tagged Tumblr posts
Text
"Kelebeklerin bile çocuklardan daha uzun süre yaşadığı bir coğrafyada, size hangi şiiri yazayım?"🥀
#free palestine#gaza#filistin özgür olana dek!🇵🇸#Kısa bir ara vermiştim#Şimdi ise Konuşmaya devam ediyorum!¡#ayşenur ezgi eygi
64 notes
·
View notes
Text
Episode 3:The Killer
10.07.2021
Jiyoo Jiwoo'ya yardım ederek baygın Eun Ae'yi içeri taşıdı.Jiwoo rahat bir nefes alıp ona baktı.
"Sen burada ne yapıyordun?"
Jiyoo ona baktı.
"Belki Yoon Donghoon'un ölümü hakkındaki soruşturmayı tekrar başlatabiliriz diye evi incelemeye gelmiştim.Peki sen?"
"Ben...de.Ben de aynı şey için gelmiştim"
Jiyoo başını olumlu anlamda sallayıp elindeki fotoğrafı ona verdi.
"Yoon Donghoon'un kızları ve karısı.Karısı ölmüş,kızlarından Jiwoo'nun da öldüğü biliniyor ama diğer kızdan haber yok"
"Öldü"
"Ne?"
"Donghoon kızına söylemiş"
"Sen nereden biliyorsun bunu?"
"Boşversene hadi Pildo'ya söyle de Taeju ile buraya gelsin.Eun Ae'nin ölmek üzere olduğunu söylesin Taeju koşa koşa gelir"
Jiyoo iç çekip banyoya geçti ve Pildo'yu aradı.
"Telefonu Taeju'ya ver"
Pildo telefonu Taeju'ya uzattı.
"Bekletmeye devam edecekseniz gideceğim polis Yoon"
"Aynı şekilde sen de bizi bekletmezsen iyi olur.Sevgilin burada ve durumu pek iyi görünmüyor"
"Ne saçmalıyorsunuz?"
"Kim Eun Ae ölmek üzere diyorum.Eğer onu hemen kurtarmak istiyorsan Pildo ile gel şimdi telefonu ona ver"
"Onun başına bir şey gelirse sizi yaşatmam!Ölmek için yalvarırsınız!"
Pildo onun elinden telefonu aldı.
"Nereye geliyoruz?"
"Konum atacağım"
Jiyoo telefonu kapatıp konumu paylaştı ve salona geri döndü.
Liber Otel
Mujin gözlerinde öfke ile sevgilisine baktı.
"Ben seni korumak isterken neden sürekli bir şeyleri batırıyorsun Hana? Başına bela almak hoşuna mı gidiyor?!!!"
"Beni korumak mı?!Sen beni korumuyorsun Mujin!!!Senin yüzünden vicdan azabı çekiyorum!!"
"Nankörün tekisin!Sana bu hayatı ben verdim Hana!!Bu kadar iyi yaşamanın tek sebebi benim!!"
"İyi yaşamıyorum ki ben!Hayatım iğrenç!Ölmek istememin tek sebebi sensin!6 yıldır senin için çalışıyorum!!!Hayatımı sana adadım ne için peki?!Bir hiç uğruna!"
Mujin duyduğu sözler ile ondan uzaklaştı.Hana ise konuşmaya devam etti.
"Hayatımı mahvettin sen!Keşke o gün seninle hiç tanışmasaydım!!Ben senin gel diyince gelecek git diyince gidecek oyuncağın değilim Mujin.Vücudumda bir sürü bıçak ve kurşun izi var!Ne için peki?Sen ve lanet çeten için!!!Hiçbirine değmezmiş.Keşke en başından beni manipüle edip kullanacağını bilseydim...belki bir ihtimal bir aptal gibi sana aşık olmazdım"
Mujin sıkıntı içinde ağlayan kadına baktı.
"Bitti mi konuşman?"
Hana sinirle ona baktı.
"Evin ve arabanın anahtarını ver.Yarın bir istifa mektubu yazıp masama bırakırsın.Kendi başına ne kadar süre hayatta kalacaksın merak ediyorum"
Hana çantasından çıkardığı anahtarları onun önüne fırlattı.
"Pisliğin tekisin Choi Mujin.Senden nefret ediyorum"
Mujin sırıtarak ona baktı.
"Gidebilirsin"
Hana sinirle asansöre bindi.Asansörün kapısı kapanır kapanmaz Mujin sandalyeye tekme attı.Ne olursa olsun Hana ona dönecekti.Dönmeliydi.
Yoon Donghoon'un Eski Evi
Jiyoo şiddetle çalınan kapıyı açtı.Taeju onu boğazından tutup sertçe duvara yasladı ve boğazını sıktı.Jiyoo onu itmeye çalışırken Pildo onu çekti.Taeju içeri koşup yerde yatan Eun Ae'nin yanında diz çöküp elinden tuttu.Jiyoo öksürerek içeri girdi.Pildo onun kulağına fısıldadı.
"Hye Jin nerede?"
Jiyoo ona bakıp fısıldadı.
"Gitti"
Taeju ayağa kalkıp Jiyoo'ya vuracakken Pildo sevgilisinin önüne geçip onu korudu.
"Sakinleş ve bize her şeyi anlat"
"Size hiçbir şey anlatmayacağım!Sevgilimi alıp buradan gideceğim!"
Taeju Eun Ae'yi kucakladığında Pildo Jiyoo'ya baktı.Jiyoo gülümsedi.
"Sensin değil mi?"
Taeju ona baktı.
"Seninle uğraşamam polis bozuntusu defol"
Taeju kapının önündeyken Jiyoo konuştu.
"Yoon Donghoon'un katili sensin"
Taeju iç çekti.
"Bunu asla bilemeyeceksin"
Taeju evden çıkınca Pildo sevgilisine baktı.
"Neden gitmesine izin verdin?"
"Emin olmam gerekiyordu."
"Peki artık emin misin?"
Jiyoo ona bakıp gülümsedi.
"Evet"
Sahil kenarı
Jiwoo arabanın yanında duran Mi Yoon'un yanına gitti.Mi Yoon ona bakıp gülümsedi.
"Geldin"
"Bana her şeyi anlat lütfen Mi Yoon"
Mi Yoon iç çekip yürümeye başladı.Jiwoo da onunla beraber yürüyordu.Mi Yoon konuşmaya başladı.
"5 yıldır babanın katilini arıyorsun Jiwoo.Peki bu 5 yılda eline hiçbir ipucu geçti mi?"
"Hayır.Geçmedi"
"O zaman sana en büyük ipucunu vereyim.Az önce babanın katilinin yanındaydın"
Jiwoo durdu ve kaşlarını çattı.
"Eun Ae mi?Babamın katili o mu?"
Mi Yoon omuz silkti.
"Bunu kendin bulman gerekiyor Jiwoo."
Jiwoo yutkundu ve koşarak oradan uzaklaştı.Mi Yoon onun arkasından bakıp sırıttı.Rahatlama ile cebinden bir sigara çıkarttı ve sigarasını yaktı.
Jiwoo ağlayarak koşmaya devam etti.Nereye gittiğini bilmiyordu.Tek istediği babasına gitmekti.Son bir kez babasına sarılıp,ölmeden önce ona söylediği şeyler için özür dilemek istedi.Yalnızca mutlu bir hayat yaşamak istemişti.Babası ile deniz kenarında bir evde huzurlu bir şekilde yaşamak..şimdi ise her şey berbat bir hâl almıştı.Artık kimsesi yoktu.Çok güvendiği Choi Mujin dışında.Jiwoo dengesini kaybedip dizlerinin üzerine düştü ve hıçkırarak ağlamaya başladı.Yağan yağmur onu ıslatıyordu.Jiwoo'nun ise umrunda olan tek şey babasının katiliydi
2 notes
·
View notes
Text
Genç adam o gün hiç istemediği bir şeyi yapmak üzereydi. En yakın arkadaşı ve sevgilisi onu kahve içmeye davet etmişti. Tamam onları tanıyordu fakat sevgilisinin arkadaşı da gelecekti ve onu hiç tanımıyordu. Genç adamı asıl rahatsız eden ise buydu çünkü kendisi yeterince utangaç ve içe dönük biriydi. Sosyalleşmeye ise hiç mi hiç istekli değildi. Davetlerine de evet demişti bir kere geri dönemezdi. Yol boyu bu kara bulutlarla yürüdü genç adam. Dışarıdan gören biri onun bir yakınını kaybettiğini falan bile sanabilirdi. Müzik dinlemeye çalıştı iyi olacağını sadece kahve içip geleceğini kendine telkin ediyordu sürekli. O kara bulutların daha da artacağından habersiz bir şekilde yolunu tamamladı. Kafeye vardı. Kafeye girer girmez gözleri arkadaşını aradı. Onu gördüğünde başıyla selamladı ve masaya doğru ilerledi. İlerledikçe içini kötü bir his kapladı. Kalp atışları hızlandı. Genç adam bu hisse hiç anlam veremedi. Utangaçtı tamam, tanışmak da istemiyordu ama bedeninin verdiği bu tepki biraz fazla değil miydi?
Bedeninin verdiği tepkiyi, içindeki o kötü hissin sebebini masaya varınca anladı. Tanışmak istemediği o kişi; yıllardır unutmak için çabaladığı, onu farketsin diye binbir takla attığı, bir gülüşünde hayat bulup bir gözyaşında dünyasının yıkıldığı gizli sevgilisiydi. O düşünceleriyle bile kirletmek istemediği, her gördüğünde huzura kavuştuğu, uzaktan sevdiği kadınıydı.
Onu tam unuttum hayatıma devam ediyorum derken karşısında görmek genç adamı yıkmıştı. Şoka girmişti. Zihni çalışmayı durdurmuş bedeni amansız bir titremeye tutulmuştu. Kalbi ise dört nala koşuyordu.
Zihni çalışmaya başladı ama kadını için:
Nasıl da güzelleşmiş. Hayat ona uğramamış gibi. Yıllar herkesten bir şey götürürken ona katmış. Şiirler yazdığım, bakarken utandığım o güzel yüzü hiç değişmemiş. Gülüşü hala aynı. Hala dudağının kenarında çiçekler açıyor.
Genç adam bunları düşündü gördüğü kısacık zamanda. Sevgisi ilk günkü gibi tazeydi. Hala aynı saflıkta seviyordu.
Arkadaşının sesiyle kendine geldi. Genç adam ile genç kadını tanıştırmak için konuşuyordu. Bilmiyordu ki bu hayatta kadını genç adamdan daha iyi tanıyan kimse yoktu. Genç kadın hala bihaberdi genç adamdan. Tanımıyordu onu hem de hiç. Aynı okulda okumuşlardı. Aynı sıraları kullanmışlardı. Genç adam da bu sıralarda tutulmuştu zaten kadına. Ancak genç kadın onu o kadar görmemişti ki aynı okulda okuduklarını bile bilmiyordu belli ki. Bu yüzden arkadaşı susunca genç kadın elini uzattı. Yıllardır sıcaklığını duymayı beklediği o narin eller şimdi onun tutması için uzatılıyordu. Bedenini kontrol etmeye çalışarak o da elini uzattı narin ele doğru. Tokalaştılar. Çok sıradan bir olay gibi gözüküyordu, genç adamın içinde yaşananları bilmeyenler için.
Buradaydı. Yıllardır oturmak istediği koltukta oturuyordu: Onun yanında!
Bir yandan kendine de kızıyordu. Hani unutmuştun onu? Bitirmiştin içinde? Ne bu hareketler peki?
Genç adamın zihni susmuyordu ki kalbi bu anın heyecanıyla çarpsın.
Masada konuşulanları dinlemeye çalıştı. Anladığı kadarıyla O arkadaşının sevgilisinin en yakın arkadaşıymış. Arkadaşı, sevgilisi arkadaşını çağırınca onu da çağırmak istemiş. Masadakiler genç adamdan bihaber bir şekilde konuşmaya devam ederken o haykırmak istiyordu yıllardır içinde yaşattığı aşkını. Onları dinleyemiyordu bile. Tek düşündüğü kadındı. Onun güzelliğiydi. Bir daha onun tarafından görünmez kılınmak istemeyişiydi.
O an aklına hiç yapmayacağı bir şeyi yapmak geldi. Bu kez aklını dinlemeden sadece kalbini dinlemek istiyordu. Zaten yıllardır aklını dinlediği için güzel kadını kaybetmişti. Bu sefer bunu yapmayacaktı. Bir anda masadan kalktı hızla kafede bulunan sahneye doğru ilerledi. Orada bulunan sanatçılardan ve orkestradan bir şarkı söylemek istediğini dile getirdi. Her şey o kadar hızlı oldu ki. Mikrofon ayarlandı orkestra hazırdı. Ve o aşkını haykırmaya başladı. Kimse onu durduramadı. O durmak istemedi. Kalbi konuşuyordu, tüm dünya sustu…
1 note
·
View note
Text
Bu çığlıktan tüm yeraltına yankı uyandıran korkunç bir ses çıktı. Styks ışıklar saçarak parlıyordu. Thanatos Nyzelos’un diğer yanından Styks’e dehşet içinde bakıyordu.
“Durdur şunu Styks! Bana karşı gelemezsin!” Ölüm adeta haykırıyordu fakat sesi Styks’in çığlığının yankılarında kaybolmuştu.
Büyük, soluk mavi bir ışık huzmesi avuç içlerinde büyüyüp melezin solgun tenine renk getirdi.
Nyzelos’un nerdeyse yok olmaya başlamış ruhu zaman geriye doğru akmışçasına toplanıp aralık ağzından ve gözlerinden içeri doğru aktı.
Çığlığın yankıları azalmaya başladı ve Tanrıça Nyzelos’un göğsüne yığıldı. Saçlarındaki tüm beyazlık yok olmuş, koyu kahve rengine dönmüştü. Yarı tanrı dehşet içinde kalktı ve göğsünde çıplak yatan kadına çatık kaşları ve kocaman açılmış gözleriyle baktı. Olayı anlaması uzun sürmedi.
Onun Styks olduğunu anlamaması için salak olması gerekirdi, sırtından kapüşonlu siyah pelerinini çıkartıp Tanrıçanın vücudunu sıkıca sararak kucağına aldı, daha güçlü hissediyordu. Derisinde oluşmuş yaralardan eser yoktu. Ama eğer bunun yüzünden Styks'e zarar gelecekse bu güçten ölesiye nefret edecekti.
Onu taht odasına, onlara yardım edebilecek tek kişi olduğunu düşündüğü babasına taşırken Ölüm tanrısı Thanatos ile göz göze gelince Tanrının bakışları umutsuzdu. Fakat buna belirli sebeplerden dolayı, şaşırmamak gerekirdi.
Çünkü ölüm tüm umutsuzlukların sonucuydu, gerçek son çaresiydi.
Taht odasına girince Babasını her zamankinden çok daha sinirli buldu. Daha o ağzını açmadan Karanlık dumanlar çıkartarak kükreyen babasının dehşeti karşısında korkuyla diz çöktü. Tanrıçaya sıkıca sarılmıştı.
"BUNU NASIL YAPABİLİR !" Hades adeta gürlüyordu.
"KADERE NASIL KARŞI GELİRSİN STYKS! BİR ÖLÜMLÜYE AŞIK OLDUĞUN YETMEZ GİBİ, TANRISAL GÜCÜNÜ ONU DİRİLTMEDE KULLANDIN, EN ÖNEMLİ AMACINI İHMAL ETTİN! KENDİN UĞRUNA MİLYARLARCA RUHU SERBEST BIRAKACAKTIN NEREDEYSE!" tahtından kalkmış, sinirli bir şekilde volta atıyordu.
Melezin kucağında hareketlenen Tanrıça ayaklarını yere basıp pelerinini üstünden attı ve hafifçe eğilip selam verdikten sonra, Buz kadar soğuk bir sesle konuşmaya başladı.
"Hades. Kadere karşı gelmedim. Kehanet tam da bundan bahsediyor. Ruhlar serbest kalmadı, onları hâlâ kontrol edebiliyorum." Gözlerini Hades’ten kaçırıp vücuduna ufak bir bakış atmıştı. Mavi alevli meşalelerin ışığı simsiyah teninde parlıyordu.
"Styks! Bir ölümlü, melez dahi olsa ona ölüm konusunda yardım edemezsin!" Hades’i kimse uzun süredir böylesine sinirli görmemişti. “Bu bana karşı gelmektir!”
"İşte tam bu yüzden beni cezalandıracaksın Hades, ben bu cezaya razıyım." Styks'in gözünde ne bir şüphe ne bir korku vardı.
Birden ikisi de araya giren Nyzelos’a döndü
"Benim suçumdu! Styks! Baba? Cezayı bana ver! Beni öldür! Yalvarırım Lordum!" melezin sesi ağlamaklıydı, yalvarışlarında yaramaz bir çocuğun utancı vardı.
"Bir tanrıça olarak sana yardım etmem affedilmez." İç çekip kahramana hüzünle baktı. Olacakları biliyordu.
Sabrı tükendiği halde koyu renkli uzun sakalını tutarak ikisine bakan Baş Tanrı, kehaneti aklından geçirerek en uygun cezayı düşünmek için elini kaldırmıştı, bunun üstüne ortama hâkim olan sessizlik içinde Styks kendini inceliyordu. Yeniden bedene sahip olmak ona garip gelmişti, üstelik daha genç bir vücudu vardı. 30 yaşlarında hoş bir kadındı şimdi. Bir tanrıça olduğu için istediği şekilde biçimlenebiliyordu, fakat eski bedeni yaşça daha büyüktü. Balık etli denebilir bir kilosu vardı. Boyu ise 180 civarındaydı.
Onlara sonsuz gibi gelen bir süreden sonra Hades Ayağa kalkmıştı.
"İkinizin de benim için önemli yeri var. Styks, seninle dostluğumuz büyük savaşa kadar dayanır. Sana merhamet ediyorum. " Bir nefes aldı, kaşları çatık ve yüzünde ince bir endişe vardı.
"Cezan şudur ki Styks, Seni affediyorum ama artık bir ölümsüz olamazsın. Bunu onu diriltirken zaten biliyordun. Ölümlü olacaksın. Ve sen oğlum, ölümlü Kalbini Styks ile paylaşacaksın. Yani yarı tanrılara mahsus olan uzun ömrünün yarısını Tanrıçaya vermen demek oluyor bu." diye devam edip sözünü bitirdiği zaman kehaneti düşündü.
Karanlığın çocuğu dönülmez sözün nehrinde yanacak, Gümüş Ayaklı aşkına Kral tarafından hayatı bağışlanacak ve umutsuzluk ile hayallerin ta kendisine bağlanacak.
Buna yalnızca kafasını sallayarak karşılık verdi ikisi de,
Styks düşünceliydi ve Nyzelos için, bu cezalar hiç sorun olmazdı. En azından o öyle düşünüyordu.
Zaten kalbini manevi olarak şimdiye kadar hep ona saklamıştı. Bunu fiilen de yapması onun için hiçbir şey değiştirmezdi.
Hades siyahın en göz alıcı halini gösteren kemiklerden yapılmış asasını ikisine kaldırdı.
İkisi de bayılarak yere düştü ve kırmızı siyah bir parlaklık melezin göğsünün sol yanında belirdi, büyüyerek ikiye bölündü ve bir yarısı Tanrıçanın sağ göğsünün üstüne gitti. Işık tenlerinde derinlere giderken tamamen yok oldu.
Uyandıklarında melez, Tanrıçanın elini tutup kaldırdı. Zırhı düzelmişti Styks'e verdiği pelerin de sırtında idi, Styks'in üstünde de siyah ipekten peplos ve kapüşonlu bir pelerin vardı.
Yer altının kralına selam verdiler ve taht odasından çıkıp yeryüzüne giden merdivenlere yürüdüler, hiç konuşmuyorlardı. Fakat ne demek istediklerini bakışlarından anlayabiliyorlardı. Nyzelos Merdivenlerin önünde durdu ve Styks’e baktı. Styks Nyzelos’un gözlerine baktı, bu denli yakından görmek ne güzeldi onu… Yüzünü kavrayan soğuk ellerine tezat sıcak dudaklarını dudaklarında hissettiği zaman gözlerini kapattı. Bu işten geri dönüş yoktu.
Dışarı çıktıklarında karanlık, bulutlu bir hava vardı. Eski bir mezarlığın içindeki lahit onların çıkış kapısı olarak açılmıştı. Uzakta şehir ışıkları parlıyor, hafif nemli havanın toprakla karışık kokusu ve serinliği hissediliyordu.
"Bu çok güzel. Hep böyle midir?" Styks büyülenmiş bir şekilde etrafa bakıyordu fakat sesi yorgundu. Yeryüzünü en son insanların yaratılışından önce görmüştü. Bu yüzden insan yapıları, binaları, ışıklar onu büyülemişti.
"Yalnızca geceleri... Sanırım yağmur başlıyor. " Kızı belinden çekip yürümeye başlamıştı
Bölüm Bir "Yeniden Canlanma" (μετενσάρκωση)
Hades bir kehanet'in kendi oğlu ile ilgili olmasına oldukça şaşırmıştı. Çünkü yıllardır bir melez oğlu olmamıştı. Oysa ki bu kehanet açıkça onun oğlundan söz ediyordu ;
"Karanlığın çocuğu dönülmez sözün nehrinde yanacak, Gümüş Ayaklı aşkına Kral tarafından hayatı bağışlanacak ve umutsuzluk ve hayallerin ta kendisine bağlanacak."
Styks(Stiks) yıllar önce, Yeraltı dünyasında kimse ile konuşmadığı halde onun oğlu ile konuşmuş, arkadaş olmuştu.
Persephone(Persefoni)'ye göre, Styks Hades'in oğlu gittikten sonra asla eskisi gibi olmamıştı . Kehanette bahsedilen Dönülmez Sözün Nehri kesinlikle Styks idi. Buna şüphe yoktu. Karanlığın Çocuğu ise kendi oğlu Nyzelos(Nizelos) olmalı idi.
Yıllar önce Kuzey rüzgarının tanrısı Boreas'ın sarayında bir buzdan heykele dönüşmüş olan melez oğlundan ümidi keseli çok olmuştu. Fakat Boreas, buza dönüştürdüğü herkesi affetmiş, eski formlarına döndürmüştü. Rüzgârın nereye savrulacağını kimse bilemezdi. Nyzelos geliyor olmalıydı. Hades’in asıl endişesi ise, Styks’te yanacak herkesin sonunun ölüm olmasıydı.
Styks’in suları damarlarındaki kan gibi akardı. Bu suların büyük çoğunluğu öldükten sonra bedenlerinden ayrılmış ruhlardan oluşurdu. Styks bu ruhların hayatlarının tüm tecrübelerini, isteklerini, düşüncelerini bünyesinde barındırıyordu.
Bu yüzden de her zaman dışarda ne dönüp bittiğinden kabaca haberi olurdu. Herkesin hayallerinden de nefretlerinden de haberi olurdu. Fakat onu heyecanlandıran bir şey duymayalı yıllar, asırlar geçmişti belki.
Bugün durum farklıydı ama. Şimdiye kadar tanıştığı en özel ölümlü, Nyzelos, geri dönüyordu.
Yıllar önce, tanrı Boreas ve kar tanrıçası Khione yüzünden onu kaybetmişti. O en yakın dostu, en iyi anlaştığı ölümlüydü. Daha ilerisini kendine dahi itiraf edememişti. Çünkü bunun bir rezillik olduğu aşikardı. Styks, Titan Pallas ile evliydi ve yüzyıllardır görüşmüyor olsalar dahi ölümlü biriyle yaşadığı yasak aşk tam bir skandal ortaya çıkarırdı. Pallas pek sakin bir titan olarak bilinmezdi ve intikam tanrıçasıyla arası iyiydi.
Artık Nyzelos yıllar öncesinde kalmış bir hoş anıdan ibaretti sadece. İlk gittiği zaman Styks birdenbire en yakın dostunu kaybetmişti. O kadar sinirlenmişti ki, bedensel formuna dönerek Nyzelos'un intikamını almak, Boreas'ın sarayında terör estirmek istemişti. Fakat Thanatos onun bu kadar süre sonra bedensel formuna dönmesinin karışıklık çıkaracağını, hele ki evli bir tanrıçanın sıradan bir ölümlü uğruna bir Tanrının krallığına saldırmasının savaş dahi çıkarabileceğini söyleyince vazgeçmişti. Tanrılar da tıpkı insanlar gibi savaşmaya bahane arıyordu.
Thanatos Nyzelos konusunda sürekli Styks'e bir şeyler ima eder, sanki Styks ile onun arasında arkadaşlıktan daha özel bir şeyler olduğunu söylemeye çalışırdı. Styks böyle bir şeyi kendine dahi itiraf etmediği gibi, buna şiddetle karşı çıkar ve bir ölümlü gibi yanaklarının kıpkırmızı olmayacağı için sevinirdi. Nyzelos'un geri döndüğünden haberi vardı. Fakat Kehaneti henüz duymamıştı.
Siyah kadifeden bir pelerin giymiş olan Thanatos nehrin yanına geldi ve başlığını, çıkık alnını örten kısım açılacak şekilde geriye sıyırdı. Nehre anlatacakları vardı.
"Kehaneti duymuş olmalısın Styks." Dedi Ölüm tanrısı, yumuşak bir merakla. Simsiyah teninde nehrin mavi ışıltısı yansıyordu.
"Yeni bir Kehanet daha mı? Hepsi savaş getiren saçmalıklardan ibaret, Thanatos." Styks’in sesi boşlukta yüzlerce ağızdan yankılanan bir fısıltı gibiydi.
"Bu kehanette sen de varsın ve… Nyzelos da var. Hala saçmalık olduğunu düşünüyor musun?"
Styks ikisinin isminin aynı cümlede geçmesinden duyduğu rahatsızlık yetmez gibi şimdi de tüm tanrıların duyacağı bir cümlede isimlerinin geçmesine birkaç lanet savurduktan sonra sesinden bir şey anlaşılmamasına özen göstererek konuştu.
"Biraz açık konuşur musun, Ne kehaneti?"
"Yeni bir Kehanet. Tam da Nyzelos'un döndüğü zamanda ortaya çıktı, Kehanet'in başı şöyle;
Ölüm tanrısı Thanatos, sesini temizleyerek antik Yunan dilindeki kehaneti söylemeye başladı
"Karanlığın çocuğu dönülmez sözün nehrinde yanacak, Gümüş Ayaklı aşkına Kral tarafından hayatı bağışlanacak ve umutsuzluk ve hayallerin ta kendisine bağlanacak." Hades senden ve onda-...
Konuşmasını bölen şey, aniden bir saniyeden bile kısa ve kesik bir korku çığlığı atan Styks'in dehşet dolu sesi oldu. Sonra yanlış bir şey yapmış gibi hemen sesini düzene sokan Styks sesindeki titrekliği olabildiğince saklamaya çalışarak konuşmaya başladı
"Hades bizimle ilgili olduğuna emin mi?" Bu sorduğu soruda boş bir ümit vardı zira kendisi de gayet açıkça anlayabiliyordu bu dili.
Thanatos’un beyaz gözleri ona döndü. Ölüm tanrısı, gelişinin verdiği hüzne alışkın bir şekilde nehre baktı ve iç çekti. “Maalesef, Dünyadaki dönülmez sözün tek Nehri sensin.”
"Ben Onu yakamam, bunu yapamam Thanatos! Anlamıyorsun. " Sesi, daha fazla içinde tutmak istemediği duyguların bastırılmasına direniyorken, çaresizlikle titriyordu.
"Anlıyorum Styks. Uzun yıllardır farkındayım. Melez gittiğinden beri sende bir hal var. Bunun ne olduğuna dair az çok fikrim var. Birilerini kaybetmek, Ölüm'ün en çok anlayacağı duygudur. Özellikle değer verdiğin birilerini. "
Styks ona susarak karşılık verince, Thanatos hüzünle başını indirdi ve siyah kadifeden pelerinini arkasında sürüyerek gözden kayboldu.
Styks hüznünü yaklaşık bir saat yalnızca yaşadıktan sonra kemik merdivenlerden tanıdık bir simanın inmesi ile heyecanlandı ve biraz dalgalandı.
Karanlık kıyafetler içindeki esmer genç yaklaştı. Keskin yüz hatları birçok ölümsüzden dahi kusursuzdu, kirli sakalı, üst dudağını ve daha kalın olan alt dudağını çevreliyordu. Uzun kıvrık kirpikleri, iri ve hüzünlü ela gözlerini çevreleyen düz ve koyu kaşları ile hiç de uyumsuz durmuyordu. Koyu renkli iri dalgalı saçları, şekilli çenesinin hemen altına dökülüyordu. Teninde karamel rengi bir parıltı vardı, üstünde ise yıllar evvel yaptığı simsiyah Styngia demirinden şövalye zırhı... Attığı her yavaş adımda metalin çıkardığı çınlama yeraltında hafifçe yankılanıyordu.
Bir buz heykel halinde onu 130 yıl izlemek Styks'e göre oldukça kolaydı. Khione'den içten içe nefret etmek ile birlikte ona hak vermiyor değildi.
Bu düşüncelerinden sıyrılması, ona meleklerin sesinden daha huzur verici gelen melezin sesi ile oldu
"Styks... Uyanık mısın?" sesi nazik, yumuşak ve heyecanlıydı.
"E-Evet. Dönmüşsün, Nyzelos. Hoş geldin." Kendine hakim olamayıp kekelemişti çünkü onu sonsuza dek kaybettiğini düşünüyordu, oysa şimdi kanlı, canlı bir şekilde karşısındaydı yarı tanrı.
"Styks, her şeyi gördüm."
"Seni bir daha göremeyeceğim sanmıştım." Sesinde fazla endişe hissettirmek istemeden, temkinli konuşmaya çalışıyordu.
"Bunu onlara ödeteceğim Styks, bana yardım etmen lazım."
"Şey, Nyz.."
"Tanrıçam, bunun ve öbür esirlere yaptıklarının cezasını çekmeleri gerekiyor!"
"Ama bilmen gereken şu ki.."
"Nemesis(İntikam tanrıçası) benimle konuştu. Babamla görüşmem gerek, geri dönerim. "
Melezin kafası karıştığı gibi, nefret ve intikam duyguları da gözlerini karartmıştı. Bu durum Styks'in kehanet hakkında daha da endişelenmesine sebep oluyordu. İçinden geçen ruhların ağıtlarına katlanacak sabrı yoktu. Derin bir nefes gibi hepsinin hayallerini içine çekti, Ölümlülerin, yemesi, içmesi, nefes alması gibiydi adeta. Styks, nefretle, hayallerle ve ruhların dünyaya dair kalan umutlarıyla güçleniyordu. Az önce Nyzelos'un içindeki nefreti öyle yoğun hissetmişti ki, çekip almamak için kendini tutması halsiz düşmesini sağlamıştı. İçinden geçen ruhların çığlıklarını ve af dileyip yalvarmalarını önlemek için derin bir nefes daha çekti onlardan. Gerçek bir bedene sahip olmayalı asırlar geçmişti. Lakin yakında bunu yapması gerekeceğini biliyordu.
6 notes
·
View notes
Text
ben, kendim ve geçen zaman*
“Yirmi yaş dolaylarında öyle bir an vardır ki; yaşamın geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı, ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir.”
Yirmi yedi yaşındayım-an itibariyle- ve yukarıdaki sözü ilk okuduğumda yirmi dört yaşındaydım -o günü hiç unutmuyorum-, şimdi dönüp geriye baktığımda bunun bana hissettirdiği şeyin bir anlık bir duraksamadan daha fazlası olduğunu görebiliyorum. Kaç yıl önceydi hatırlamıyorum. Bir fotoğrafla karşılaşmıştım. "Her öykü bir imge ile başlar" diyor Umberto Eco, katılıyorum ona.
Sanırım benimki de yukarıda paylaştığım fotoğraf ve onun arkasındaki fikir. Bunun tüm düşünce dünyamı ve içimde hep var olan keşfetme arzumu tetiklediğini söyleyebilirim.
Onun devamı olan fotoğraflar ise Francis Alÿs'in 'Paradox of Praxis' için tam dokuz saat boyunca ittiği bir buz kütlesi. Ne yapmaya çalışıyordu? En başında yüklediğim anlam çok farklı olsa da sonradan bambaşka bir hal aldı. Kişinin çabasının ve zamanının saçma bir kullanımı olarak görülse de, şehir merkezinin etrafında buz kütlesini itme eylemi, Mexico City'nin sıradan sakinlerinin yaşam koşullarını iyileştirmek için katlandıkları hayal kırıklığını sembolize etmek için yapılmıştı. En başlarında benim de hayal kırıklığımı ilişkilendirdiğim bir şey iken sonradan kendime ve ideallerime yönelttiğim bir sorgulama aracı oldu. Son iki yıldır her şeyin bu kadar üst üste gelmesi ve benim "duraksamamın" sadece yaşadığım şeylerle ilişkili olmadığını ifade etmeye çalışıyorum. Önce yaşananlar birikir, sonra acılar devreye girer, farkındalık ve sancılı bir kabulleniş hali. Sonrası ise çorap söküğü misali birbiri ardına sıralanan kelimeler. Aslında içten içe hissettiğim; o anlam arayışı, belirsizlik, kendine ve hayallerine yüklediğin anlamın altında ezilmek diyebilirim. Küçük bir çocuğun konuşmaya başlama süreci gibi. Kelime dağarcığına duyduklarını ekledikten bir süre sonra ağzından ilk kelimenin çıkması gibi. Emeklemeye başlamadan önce düşüp düşüp kalkmaya çalışmak gibi. Bunları neden yazıyorum ben de bilmiyorum ama şu an bunları yazıp kendimle, yeni yaşımla ve geçen zamanla yüzleşmem gerektiğini düşünüyorum. Son iki yıldır kendimi daha iyi tanımaya çalışıyorum ve sanırım bu konuda çok iyi değilim çünkü ben ve kendimin ilişkisi oldukça fırtınalı. “ben kimim, neler yapmak istiyorum, kim olmak istiyorum, kendimle alakalı aldığım bu kararlar ileride beni mutlu edecek mi?...” gibi sorulara cevap ararken ve dahası bazen kendi kendimi yanıtlarken bu konularda dürüst davranıp davranmadığım, olaylara duygusal yaklaşıp yaklaşmadığım konusunda bile şüphelerim var. İşte bu yüzden bazen kendimden bunalıyorum, kavga edip küsüyorum ve kendimi keşfetmeyi bırakıp boş işlerle uğraşmaya devam ediyorum.
Ben ile takılmak çok eğlenceli değil biliyorum ama bu sefer farklı bir yol deneyeceğim. Kendimi bunaltmadan, beklentiye girmeden, yavaş yavaş içimdeki seslere kulak vereceğim, kendi ritmimi bulmaya çalışacağım yani. Bence bunu başarabilirim, yani en azından bunu 'umut' etmek istiyorum. Ama unutmadan; "sometimes making something leads to nothing."
ben, kendim ve geçen zaman*
kelimeler birbiri ardına sıralanırken,
her şey gözlerimin önünden geçerken,
nasıl olur bilmem; sadece susup izlemeye başlarım insanları.
nasıl koşup durduklarını, telaşlarını, kırgınlıklarını,
pişmanlıklarını, hep acele edişlerini,
kaçırdıklarını, hırslarını, endişelerini.
yorulurum kimi zaman, sadece koşmak isterim.
nefesim kesilene dek.
koştukça arkamda bıraktığım yüklerin her adımımı nasıl kolaylaştırdığını fark ederek.
kimi zaman çocukları sevmek isterim.
bu dünyada hala masumiyetin var olduğunu görmek için.
kimi zaman gökyüzünü izlemek isterim, maviyi pek sevdiğimden. kimi zaman -hatta çoğu zaman- deniz kenarında olmak isterim. ciğerlerimi deniz kokusuyla doldurarak.
kimi zamansa, kağıdı kalemi elime alıp akışına bırakmak isterim.
tıpkı şu an olduğu gibi.
Ahmet Kaya da olmasa ne dinlerdim böyle zamanlarda, kim bilir. O halde; "Kederli bir akşam; susmuşuz, durgunuz hepsi bu."
Neyse uzun lafın kısası bu yeni yaşımın ilk gecesinde kendimi dansa davet ediyorum ve zihnimde bu ayın ilk dansı için duygusal bir şarkı çalıp dans pistini ben ve kendime bırakıyorum.
Sevgilerle,
06.03.2022
26 notes
·
View notes
Text
Bungou Stray Dogs: Dazai, Chuuya, 15 Yaş -Sonuç
Bu bölümün çevirisinde payı olan @laumma ‘a çok teşekkür ederim.
Wattpad Linki
Dazai mafya karargahındaki bir yeraltı geçidinde yürüyordu.
Uzun, beyaz ve kasvetli bir koridordu. Bu koridoru dekore eden tek şey aralıklı sıralanmış yangın söndürücüler ve floresan lambalardı. Geçit, eskiden düşman saldırılarına karşı acil tahliye geçidi olarak kullanılıyordu.
Dazai sol bacağını yaralamıştı ve koltuk değnekleri kullanıyordu. Hemen yanında beyaz ceketiyle Mori ve elinde oyuncak bebek taşıyan küçük bir çocuk vardı.
“—Ve bir sonraki işin bu.” Dedi Mori.
“Hmm. Demek bu çocuk yetenekli... Hey —bize birazcık yeteneğini göstersen problem etmeyiz hani.”
Dazai yanında yürüyen çocukla konuştu. Çocuk beş-altı yaşlarında görünüyordu. Dazai’nin seslenmelerine tepki vermedi, elinde bebeğiyle yoluna baktı.
“Demedim mi? Bu çocuk yeteneğini kendi iradesiyle kullanamıyor. Bu yüzden yeteneği nedir tam anlamıyla bilemiyorum.” Mori bunları söylerken elini çocuğun kafasına koydu. “İlgilendiğim bir hastanede çocuğun, odasındaki başka bir çocuğu yaraladığını duyduğumdan gözetimim altına aldım. Söylentilere göre çocuk, arkadaşlarını parmağını bile kıpırdatmadan ciddi şekilde yaralayabiliyormuş. Bir şey yaşanırsa tehlikeli olabilir. İşte bu yüzden, çocuğun yeteneğinin asıl halini görebilmemiz için senin etkisizleştirme yeteneğini kullanmanı istiyorum.”
Dazai kabaca küçük çocuğa baktı.
“Kyuusaku!” Çocuk bir anda hevesli sesiyle konuştu. “Hehe, ben Kyuusaku. Hey, oynayalım mı? Oynayalım mı?” dedi.
Dazai aldırış etmeden yanıtladı.
“Evet, büyüdüğün zaman oynarız tabi.”
***
Aynı koridorda, iki farklı kişinin ayak sesleri yankılanıyordu.
“Toplantının özeti burada.”dedi uzun boylu, geleneksel Japon kıyafeti giymiş bir kadın. Tokayla tutturulmuş ateş kızılı saçları vardı. “Sormak istediğin bir şey var mı çocuk?”
“Bana çocuk demeyi keser misin?” dedi Chuuya. “Yine de bir sorum olacak. Beni bu toplantıya niye getiriyorsun Ane-san(1)?”
“Bana ‘Ane-san’ deme. Daha o kadar yaşlanmadım.” Geleneksel Japon kıyafetleri giymiş kadın Chuuya’ya baktı. “Tecrübe edin diye seni toplantıya yanımda getiriyorum. Toplantı bir mafyanın paravan şirketiyle (2) yapılacak. Mori-dono’nun son eklemesine göre, bir ticaret şirketinin başkanıymış. Görüşmenin ortasında çay ikram edilmesinin anlaşmanın kabul edilip edilmeyeceğinde etkisi vardır. Mafyaya katılmadan önceki dönemindeki gibi her şeyi ortaklarımızın kafasını kırarak çözüme ulaştıramayacağımızı şimdiden anlamalısın.”
“Anlıyorum...” Chuuya anlayışlı bir bakışla başını kaşıdı. “Ama ya benim gibi birisi o adamlarla otururken saygısız davranırsa... ya sinirlenirlerse ne yapmalıyım?”
“Öyle bir şey olursa biz hallederiz.” Japon kıyafetli kadın kibarca elbisesinin koluyla ağzını örterek kahkahasını gizledi. “Hem bu kadar kolay etkileneceklerse erkenden öldürülmeleri daha iyi olur.”
“...Şaka mı yaptın şimdi?” Chuuya rahatsız bir yüzle sordu.
***
Ve koridorda sesler daha da yakından duyuluyordu.
“Hey, Mori-san, bu çocuk kız mı erkek mi?”
“Hazır konusunu açmışken... sormadım. Sonra belgelere bakarım.”
Ve koridorda sesler daha da yakından duyuluyordu.
“Bu arada çocuk, kafandaki siyah şapkayı dün takmıyordun. Nerden buldun?”
“Oh, bu mu? Şey...”
***
Bir gün, bir zamanlar, bir koridorda…
İki çocuk aynı anda konuştu.
Ne tarihe geçmiş ne de insanların akıllarına kazınmış, sıradan bir olaydı…
“...Ah!!”
“Ahh! Sensin!”
İki oğlanın bağırışları koridoru doldurdu.
Yetişkinler ise şaşkın bakışlarla ikisini izliyordu.
“Chuuya! Bu organizasyona niçin katıldığını zannediyorsun?” Dazai kızgın bir tonla Chuuya’ya çıkışıyordu. “Sen benim köpeğimsin, anladın mı?! Eğer ayağım kaşınıyor dersem kaşıyacaksın! Eğer soba(3) yemek istersem soba dükkanı sahibini ayağıma getireceksin! Eğer tiyatro izlemek istersem bana tek kişilik gösteri yapacaksın! İşin bu! Neden doğrudan Kouyou-san’dan emir alıyorsun?! Hiç zorluk çekmeden rütbeni mi yükselteceksin? Daha çok gençsin, git biraz köle işleriyle uğraş!”
“Neyden bahsettiğini bilmiyorum entrikacı piç! Mafyaya kendi irademle katıldım, ne senin ne astınım ne de köpeğin! Hilelerini bilmiyor muyum sanıyorsun?!” Chuuya kaybettiği oyundan bahsediyordu. “Daha sonrasında makineye baktım, birisi konsola su sızdırmış. Bu yüzden oynamam daha zordu! O maç geçerli sayılmaz!”
“Huh? Kaybetmeyi kaldıramıyor musun Chuuya? Hile yaptığımın kanıtları nerede? Hakkındaki son gelişmeleri hiç beklemeden tüm organizasyona ‘ Chuuya’nın yenilgisini inkar etmesinde bu hafta’ başlıklı makalede paylaştığımı biliyor muydun?”
“Seninle kim işbirliği yapar çok merak ediyorum... Bekle bi’dakka! Giriş yaptığımda tüm organizasyonun beni kıkırdayarak karşılamasının sebebi senin yüzünden miydi?!”
İki oğlan bağrışıyor ve birbirlerine küfrediyorlardı.
Yetişkinler ise çaresizce izliyorlardı.
“Bu ikisinin aynı organizasyona katılmasına izin vermek iyi bir fikir miydi gerçekten?” Geleneksel kıyafetli kadın Mori’ye sordu.
“Sorun yok, Kouyou-san.” Dedi Mori gülümseyerek. “Aynı organizasyonda oldukları için sorun yok zaten.”
Mori, Chuuya’nın tuttuğu şapkaya bakıyordu.
Chuuya’ya resmi olarak mafyaya katıldığı gün verdiği siyah bir şapkaydı.
***
“Bu şapkanın olayı ne?”
Birkaç gün öncesinde, mafya karargâhının en üst katında, Chuuya bir şapkaya bakmaktaydı.
“İşe alımının sembolü.” Mori karşındaki Chuuya’ya gülümsedi. “Normalde mafyada, seni mafyaya kim aldıysa sorumluluğunu üstlenir ve seninle ilgilenir. Bunun sembolü olarak, mafyaya alan kişinin yeni gelen üyeye bir giysi alıp vermesi gelenektir. Dazai-kun’a siyah ceketi vermiştim ve bu da senin için.”
“Verdiğiniz şapka eski.” Chuuya şapkayı çevirip inceledi. “Kötü değil ama... Dazai’nin giydiği ceket gayet yeniydi. Neden ikinci el dükkanından bir şey alan ben oluyorum? Bütçe sorununuz mu var?”
“Onu ikinci elciden almadım.” Mori alaycı bir gülümsemeyle konuştu. “Bu şapka, Randou-kun’a aitti.”
Chuuya aniden anladığını gösteren bir bakış attı. Sonra, şapkayı sıkıca tuttu ve ona bir kez daha baktı.
“Randou-kun’un tüm eşyalarını atıp yakmadan önce her şeyin üzerinden geçtim.” Dedi Mori ofis masasında otururken. “Ölümünden iki ay öncesine kadar, ajan olarak gittiği son görevi araştırıyormuş. Muhtemelen hafızası yavaştan geri gelmeye başlıyordu. Araştırmasının bir kaydını bırakmış: Nasıl bir gizli tesise sızdığı, ortaklarının nerelerde oldukları ve ordunun ‘Arahabaki’ denilen yaşam formunun tuttuğu araştırma raporları elimde.”
Chuuya, yalnızca yüzüne bakarak gerçek niyetlerini anlayabiliyormuşçasına Mori’ye baktı. Ama Mori, sanki ormanın derinliklerinde dağılamayan bir sis gibi yüzündeki gülümsemeyle konuşmaya devam etti.
“Tüm gerçekleri öğrenemedi ama birkaç yeni bilgi toplayabilmiş. Anlaşılan gizlice girdiği askeri araştırma tesisinde yaşayan formlarla yetenekleri birleştiriyorlarmış. Tabiri caizse insan eliyle yetenekli yaratma deneyleri yapılıyormuş.”
“Ordunun... İnsan yapımı yeteneklileri mi?”
“Ve bir şey daha var. ‘Arahabaki’ ismini sekiz yıl önce patlamaya tanık olmuş insanlar vermiş. Normalde Arahabaki tesiste başka bir isimle anılıyormuş: 258-A numaralı prototip.”
Chuuya’nın gözlerini fal taşı gibi açtı.
Chuuya’nın tepkisini ölçtükten biraz sonra, Mori, belgelerin olduğu zarfı ofis masasından çıkardı.
“Randou-kun topladığı veriler.” Mori, Chuuya’ya dosyayı gösterdi. “Ayrıca içinde başka pek çok ilgi çekici bilgi de yazılı tabi.”
“Bu dosyada... Gerçek mi...” Chuuya farkında olmadan elini uzattı. “Arahabaki... Benim gerçek kimliğim...”
Ama Chuuya zarfı tutamadan Mori hızlıca geri çekti.
Chuuya, şüpheyle Mori’ye baktı.
“Özür dilerim ama bu dosya organizasyona ihanet eden bir çalışanın gizli eşyası.” Mori her zamanki gülümsemesiyle konuştu. “Normalde yakılması gerekiyordu bu yüzden her isteyen okuyamaz. Sadece yöneticiler ve daha üst kademedekilerin görme hakkı var.”
Chuuya hafifçe kımıldadı, sessizce Mori’ye baktı.
Aralarında gergin birkaç saniye geçti.
“Demek yönetici olana kadar belgeyi okuyamayacağım, huh? Bu tedbirleri organizasyona ihanet etmemden endişelendiğin için mi aldın?”
“Hiçbir şeyden endişelenmedim.” Mori bir öğretmen gibi gülümsedi. “Endişelenmesi gereken sensin.”
“Ne?”
“Dazai-kun hakkında endişelen demek istiyorum. Bana göre ikiniz de göze çarpıyorsunuz ve ne kadar yararlı olduğunuza bakarsak eşit sayılırsınız. Ancak, direkt patrondan emir alan Dazai-kun’un daha çabuk yönetici olmasını beklemez misin? Eğer bu belgelere senden önce erişirse ne yapar hiç düşündün mü? Sence de bakman için sana vermek yerine onları okuyup yakmaz mı?”
Chuuya’nın yüzü aniden bembeyaz kesildi.
Eğer böyle bir şey olursa- Chuuya şimdiden Dazai’den belgeler hakkında bilgi almak için ne tür acılara katlanacağını tahmin edebiliyordu.
“Bir elması yalnızca başka bir elmas parlatabilir.” Dedi Mori memnuniyet dolu bir gülümsemeyle. “Eğer ikiniz de mafyaya çok çalışıp hizmet ederseniz organizasyon güvende kalacaktır. Önceki patronu, korku ve şiddete güvenmeden de geçebileceğimizi kanıtlamak istiyorum.”
Chuuya, Mori’nin konuşmasını dile getirilmemiş bir hatırayla dinledi.
“Ben...” Chuuya bir çocuğun sesine benzer kelimeleri zar zor söyledi. Yavaşça sırtındaki yaraya dokundu. “Koyunların lideri olmam karşılığında aldığım tek şey, arkadaşlarımın endişeleri ve grubun bana olan bağlılığıydı. Bu saatten sonra organizasyonuna katılmak ve emirlerine itaat etmekten üzülmüyorum. Ama bana tek bir şeyi söyleyebilir misin? Lider olmak ne demektir?”
Çocuğun ciddi bakışlarından sonra Mori’nin gülümsemesi aniden kayboldu.
Gözlerini kapadı, sonra yeniden açtı. Daha önce kimsenin görmediği samimi bir duruşla soruyu cevapladı.
“Lider, organizasyonun başındaki kişidir ama aynı zamanda organizasyonun kölesidir. Organizasyonun çıkarları ve ayakta kalması için her türlüğü çirkinliği memnuniyetle yaparım. Çalışanlarımı yetiştiririm, onlara pozisyonlar veririm ve gerekirse onları kullanıp bir kenara atarım. Organizasyonuma fayda sağlayacaksa insanlık dışı her davranışı yapmayı göze alırım. Lider olmanın anlamı budur.”
Mori, şehir manzarasına bakmak için bakışlarını pencereye çevirdi.
“Hepsi bu değerli şehri korumak için.”
Chuuya pür dikkat dinledi. Yüzünde sanki yeni doğmuş gibi masum bir ifade vardı.
“Bu... benim kaçırdığım noktaydı.”
Chuuya başını eğdi, dizini kırdı. Bir askerin keskin, itaatkar sesiyle konuştu.
“Öyleyse bütün bu kanı size adıyorum patron. Desteklediğiniz bu organizasyonu köleniz olarak koruyacağım, bütün düşmanlarınızı köleniz olarak öldüreceğim ve Liman Mafyasını hafife alan kim varsa yerçekimiyle ezeceğim.”
Mori yerde diz çökmüş çocuğu sakince izledi.
Yüzündeki gülümseme daha önceki gülümsemelerinden farklıydı- genelde insanların mutluyken yüzünde beliren biraz gizemli, derin bir gülümsemeydi. Ve tek bir şey söyledi.
“Sabırsızlıkla bekliyorum.”
***
Nakahara Chuuya ve eski mafya Dazai Osamu’nun organizasyona nasıl katıldıklarının hikayesi bu kadardı.
Sonrasında yeni patron Mori liderliğinde Liman Mafyası şehirdeki etkisini büyük ölçüde genişletti. Ekonomik temellerini attılar, hükümetle marifet gerektiren bir ilişki kurdular ve yargının karışması zor bir sistem yarattılar.
Bir yıl sonra bu olaydan daha büyük bir felaket- Yokohama’nın tüm suç organizasyonlarının karıştığı, “Ejderha Başı Çatışması” olarak bilinen büyük çaplı bir çatışma yaşandı. Liman Mafyası, Yokohama tarihindeki en kötü yeraltı çatışması denilen bu çatışmadan ufak zararlarla sağ çıkabildi. Yorgun yeraltı toplumunda mafya, eskisine oranla çok daha geniş bölgelerde hüküm sağlayabildi.
Ayrıca o sıralarda hatırı sayılır miktarda organizasyona hizmet eden Chuuya’nın sözü geçen yönetici pozisyonuna gelemeden Randou’nun ardında bıraktığı belgelere ulaşma şansı oldu.
Gerçek kimliği, araştırma tesisi için yapılan plan ve Dazai ile Chuuya’nın bu planları örtbas etme eylemleriyle ilişkin ayrı bir rapor tutulacaktır.
Yukarıda bahsedilenler “Arahabaki Felaketi” ile alakalı tüm hikayedir.
Bu rapor İç İşleri Bakanlığı ve Dokuzuncu Gizli Kaynak Hizmetlerinin yetkisi altındadır. Raporu okunması ya da yetkisi olmayan personellerin teslim alması katiyen yasaktır.
Rapor bitmiştir.
Kayıt No. I-41-90-3
<Arahabaki Olayı sırasında Liman Mafyası yeteneklilerinin detaylı eylemleri>
Yazan:
İçişleri Bakanlığı, Özel Yetenekler Departmanı asistan üyesi Sakaguchi Ango.
***
<Ek Belge>
Kayıt No. I-41-93-1
Yazan:
-------
Dosya: Çok Gizli
***
Gece ne kadar karanlık olursa olsun Liman Mafyası asla uyumaz.
Yokohama’nın dipsiz karanlığındaki şeytanların şehri, Liman Mafyası merkez üssünün üst katındaydı.
Mafyanın sayısız milis kuvvetleri arasından yalnızca seçkin sadakatleri ve yetenekleriyle öne çıkanlar bu katın bekçiliğini yapabiliyordu. Üst kat, patronun ofisinin bulunduğu mafya bölgelerinde ‘özel’ sayılan kattı. Değersiz bakışların, önemsiz insanların mafya istemediği sürece içeri girmesi yasaktı.
İki mafya bekçisi kapıyı koruyordu.
Patron ofisinde olmadığından boş odayı koruyan yalnızca ikisiydi. Yine de yüzlerinde tedbirli bir ifade vardı. Nerede olurlarsa olsunlar ya da ne yaparlarsa yapsınlar uyanır uyanmaz istikrarsız duygulara görevlerini yaparlarken yer yoktu.
Durgun gecede bir kere bile konuşmamış ya da boğazlarını temizlememişlerdi.
Bekçiler kısık bir ses duydu.
Güm sesiydi. Sivrisinek sesinden daha kısıktı, o kadar kısıktı ki kendi nefes alış veriş sesleriyle karıştırabilirlerdi. Bekçiler sesin nereden çıktığını bilmiyordu ama saatlerce sessizlikte durup da böylesine sıra dışı bir sesi duymamaları mümkün değildi.
Refleks olarak silahını kaldırdı, kulaklarıyla dikkatle dinledi.
“Neydi o?”
“Duymadın mı?”
Kısaca iş arkadaşını bilgilendirdikten sonra bekçiler tüm duyularıyla çevrelerine odaklandı.
Çok geçmeden güm sesini yine duydular. Sonra kağıt sayfasının çevrilmesi sesi duyuldu. Bu sefer sesi kesin duyduklarından emindiler.
İş arkadaşı silahına tutundu.
Üst kat mafya bekçileri dışında tamamen tenhaydı. En ufak meltemin bile giremeyeceği şeklinde tasarlanmıştı bu yüzden ses duyulması pek mümkün değildi.
Önlerinde bir koridor ve arkalarında ofis vardı. Koridor boştu yani…
“Ofisten mi geliyor…?”
Bekçilerin bedenleri sesin duyulmasıyla gerildi.
Tek bir el hareketi ve işaret ettiği bakışıyla iş arkadaşı kapıyı açmasını söyledi. İş arkadaşı bileğinden ofisin anahtarını çıkardı ve üç farklı anahtar deliğine anahtarı yerleştirerek tek tek açtı.
Sonra kapıyı tekmeleyerek açtı.
Odanın içinde uzun boylu birisi vardı. Uzun bacaklı genç adam, ay ışığının tam ortasında duruyordu. Elinde birkaç belgeyi tutuyordu. Genç adam bakışlarını yavaşça tuttuğu belgelerden adamlara çevirdi.
“Geciktiniz.” Dedi.
“Kıpırdama! Kimsin ve nasıl içeri girdin?!”
Bekçi elinde silahıyla bağırdı.
“Nasıl mı? Ne garip soru. Normal birisi gibi arkanızdaki kapıdan geçerek girdim baylar.”
Bekçinin yüzü sinirle gerildi.
Böyle bir şeyin olması mümkün değildi.
Kapıyı korumaya odaklanmışlardı. Bir saniyelerini bile kaçırmamışlardı. İnsanı bırak yanlarından karınca bile geçse fark ederlerdi.
Genç adam sakince gülümsedi.
Solgun ay ışığında gölgede kalan adam uzun, heykel kadar zarifti ve yaptığı her hareket sihir gibiydi. Giydiği gecenin denizi rengi yüksek kalite takımda en ufak bir kırışıklık yoktu. Filmden çıkmış bir aktöre ya da antik Avrupa’dan gösterişli bir tanrıya benziyordu.
“Belgeleri okumaya geldim, o kadar.” Dedi genç adam elindeki kağıtları kaldırırken. Belgeler Mori’nin Chuuya’ya gösterdiği belgeler –Randou’nun ‘Arahabaki’ hakkında topladığı araştırma raporlarıydı. “Oldukça ilginçti. Özellikle şu kısım: Randou’nun eski ortağı, istihbarat ajanı Paul Verlaine, ölmeden önde Randou’ya ihanet etti. Düşündüğüm gibi çoğu şeyi unutmuş. Ne de olsa hayattayım.”
“Belgeleri yerine koy! Karşı koyarsan ateş ederiz!”
Bekçi, silahını dikkatle doğrulturken konuştu.
Sonra giysisinin astarından güvenlik odasına içeri giren birisinin olduğunu haber veren düğmeye bastı.
Normalde koca binayı alarm sesi kaplardı ve tüm geçitlere giden yolları silahlı adamlar kuşatırdı.
Ama hiçbir şey olmadı.
“Ahh, özür dilerim. Bir şeylerin olacağını beklediğini biliyorum ancak hiçbir şey olmayacak. Gözetim odasındaki tüm görevliler az önce tatile çıktı. Oldukça uzun bir tatile hem de.”
Her katın kapılarını açıp kapatan elektronik anahtarların bulunduğu anahtarlık, genç adamın ayaklarına düştü. Anahtarlığın üzerindeki kanı gördükten sonra bekçiler aniden farkına vardı.
Gardiyanlar çoktan öldürülmüştü.
“Aslında olay çıkartmadan gelip gitmek istemiştim. Hiçbir şekilde kavgaya karışmak istemiyordum. Yalnızca en yakın arkadaşımın hayatının kaydı yazan bu belgelere bakmaya ve soyunma odasındaki bu şapkayı almaya geldim.
Göz açıp kapayıncaya kadar genç adamın ellerinde siyah bir şapka belirdi.
Mori’nin Chuuya’ya verdiği siyah şapkaydı.
“Son uyarımdır, teslim ol. Yoksa beş saniye içinde ateş edeceğiz.”
Bekçi bunları söylemesine rağmen bu konuşmada birisini öldürmek için çoktan hazırdı.
Normalde işgalciyi öldürmek son çareydi. Mafyanın yöntemi, mümkünse işgalcinin hayatta yakalanması ve amaçlarının ne olduğunu, elebaşının kim olduğunu konuşturulmasıydı. Ancak şu an karşılarında duran kişi farklıydı. Mafyanın karanlığından bile canlı çıkmış, karanlıktan daha dipsiz, seçkin birisiydi. Muhtemelen yetenek kullanıcısıydı yani sıradan savaş kuramları ona karşı işe yaramazdı.
Ne yapacaklarını tahmin edebilen tek yetenekli ölecekti.
Bu yüzden “Beş saniye içinde ateş edeceğiz” diye uyardı. Bu uyarı mafya arasında gizli bir iletişim şekliydi. Birisi “Beş saniye içinde ateş edeceğim” derse bir saniyenin geçmesini bile beklemeden hemen vururlardı.
Silahı ateş et.
Bekçi iş arkadaşının ateş etmesi için sessizce dua etti.
Ama kimse kimseyi vurmadı.
Bekçi ne halt yediğini merak ederek iş arkadaşına baktı.
Mafya elinde silahıyla titreyerek duruyordu.
Silahı boynundan yukarıya kaldıramamıştı.
“Ne…?”
Bekçi şaşkınlıkla ağzını açtı.
Kafasında tehlike çanları çalmaya başlayınca silahının tetiğini çekmeye çalıştı.
Tetiği çekemedi.
Tetikteki parmağı kesildi ve yere düştü.
Ardından silahın namlusu ve takım elbisesi…
Bilekleri ve omuzları kesilip yere düşmüştü. Gövdeleri, sırtları, çeneleri ve kafaları parçalara ayrılarak yere düştü. Yalnızca uyluklarındaki bacakları hiçbir şey olmamış gibi ayakta durmaya devam etti.
Çığlık atacak zamanları bile olmadan aniden öldüler.
“Sonunda. Ay ışığında böylesine sessiz bir geceye silah sesleri yakışmıyordu.”
Genç adam rahatlamışçasına gülümsedi.
Belge yığınını masaya geri koydu ve odanın ortasından pencereye yürümeye başladı.
Pencerenin dışındaki solgun aya baktı.
“Acaba bu şehirde hangi deliklere girdin Arahabaki –Nakahara Chuuya.” Dedi genç adam pencereden dışarısını seyrederken. “Ortağımı, daha doğrusu eski ortağımı, benim adıma öldürdüğün için teşekkür ederim. Güçlenmiş gibisin. Buluşma vaktimiz geldi sayılır.”
Elini pencereye bastırdı.
Pencere, güçlendirilmiş lamine camdan yapılmıştı. Isıya ve şok dalgalarına dirençli cam yalnızca bir keskin nişancının mermilerine değil, tanksavar silahlara karşı bile patronu korumak uğruna dirençliydi.
“Arahabaki, her nefesinde afetlere sebep olan felaketin kalbi. Yapayalnızsın. Bu dünyada seni anlayabilecek kimse yok. Ne tanrı ne de insansın bu yüzden arada bir yerlerde bana gelmediğin sürece kendi kollarında ölene dek sürüneceksin.”
Genç adam bacaklarından birisini hafifçe kıvırdı ve dışarıya itti.
Teknik olarak tekme atmıştı. Ancak bacağını bir tekme olamayacak kadar yavaş itmişti ve tüy döken kuş kadar sessizdi. Sanki ayaklarıyla havaya bir çizgi çekmiş gibiydi.
Tekmesi güçlendirilmiş camı ufak parçalara ayırdı.
Birkaç santimetre kalınlığındaki güçlendirilmiş cam kırılarak yere yağmur gibi döküldü.
“Uzun zamandır bekliyordum. Ama en azından…” Genç adamın gözleri ayın sönük ışığında titredi. “…tanışma vaktimiz geldi, Nakahara Chuuya –kardeşim.”
Konuşmasını bitirir bitirmez genç adam kafasında siyah şapkayla gizlice camdan atladı.
Bedeni dünyanın karanlığına karıştı ve gözden kayboldu.
Geride yalnızca gece melteminin sesi duyuluyordu.
Gecenin perdesi, toplanan kalabalığın gölgeleri… Yokohama geceleri uzun ve derindi ve kimse dibi göremezdi.
Storm Bringer’da devam edecek.
Çevirmen Notları:
Ane-san: Abla
Paravan Şirket: Yasa dışı bir iş yapılmak istenildiği zaman kurulmakta olan bir şirket türüdür.
Soba: Noodle’a benzer Japonya’da popüler bir tür erişte
74 notes
·
View notes
Text
BİR YALNIZLIK ŞARKISI
Hani anlatmak istediğiniz şeyler vardır ama nereden başlayacağınızı bilemezsiniz ya, hah tam öyleyim şu an. Birçok şey geçer aklınızdan, belki hepsi aynı anlama geliyor. Zor, ifade etmesi oldukça güç. En azından şimdiki halet-i ruhiyem bunu kaldırmıyor.
İlk başta sorunun nedenini tam göremediğimden annemi benimle ilgilenmemekle suçladım, sürekli komşularıyla dışarı çıkıp eve ikindi vakitlerinde gelmesinden yakındım. "Ben sadece seninle bir şeyler yapmak istiyorum, anne. Yanımızda komşular varken değil!"
"İyi ki kedimiz var, yoksa bu pandemi sürecini atlatmak oldukça zor olurdu." Yalan sayılmaz aslında sorunun nedenini tam kavrayamasam da kediyle oynamak, onu izlemek, yemeğini vermek beni oyaladı. Bu sorunu geçici bir süre unutturdu sanırım.
Arkadaşlarım... Onlara da bir şey demem yanlış olur, malum günler herkes dikkat etmeye çalışıyor.
Suçu virüse bulmak istiyorum, her ne nedenle çıkmış olsa da toplumlarda büyük bir değişime yol açtığı yadsınamaz bir gerçek. Şimdiden dizide, filmde insanların sarıldığını görmek çok tuhafıma gittiğini itiraf ediyorum. Maskeye o kadar alışmışım ki!
Ailesine düşkün insanlar hep ailesinin bir arada olduğu günleri iple çekerdi-bir zamanlar- e şimdi herkes evde de n'oluyor? Sabah kahvaltılarına önceden olsa katılanlar şimdi ona bile katılmıyor. Tek sebep olarak belki geçersiz bir örnek oldu ancak üzerine bir düşünmek lazım. Acaba 1 yıl önce daha mı beraberdik?
Sorunumu henüz fark ettim: Yalnızlık.
Evdeki herkes bir yolunu bulmuş, çevresinde insanlar var. Ben ise şimdi bakınca saçma sapan şeylerle kendimi avutmaya çalışmışım. Whatsapp ya da telegram gruplarında, discord kanallarında... Konuşmaya çalışmışım, bir şeylerden bahsetmeye çalışmışım, muhabbet etmeye... Yeni dank etti, sanal ortamla avutmaya çalışmışım yalnızlığımı.
Kendi yaşlarıma yakın bir kardeşim olsun ilk defa istedim. Geçen ay mecburi nedenlerle dayımlara gittik. Dayım ve yengem çalışıyor ve 4 kuzenim evde arkadaş gibi takılıyorlar, başkasına ihtiyaçları yok. Yeri geliyor sinirleniyorlar birbirlerine yeri geliyor şaka yapıyorlar. Evde bir kardeşim olup onu tatlı tatlı sinirlendirmeyi, ona muziplik yapmayı, sadece ikimizin çevirdiği dolaplar olmasını, günlük okuduğumuz sayfa sayılarını yarıştırmayı ne kadar çok isterdim.
Kardeşlerde yaş farkı çok olunca iletişimde bayağı sıkıntılar olduğuna kanaat getirdim, kişilik yapısının da çok büyük etkisi var tabii. yine de maksimum 5 olmalı bence. Bu hiç buranın konusu değilse de bugün hiç bir şey silmek istemiyorum.
Arkadaşlarımla yeniden hal hatır sormak, muhabbet etmek, dertleşmek istiyorum. Herkes öyle ki samimiyeti aradan çıkaran mı dersin, hatırlatmayla mesaj atan mı dersin. Buradan şu çıkar ki insanları bağlayan şey ortammış, ortak dertlermiş, ortak faydalarmış. Fazla sert geldi cümlelerim hala onlara konduramıyorum. Onlarla konuşunca güzel cevaplar aldığımı sanıyorum. Bilmiyorum 2 yıl sonra nereye gider bu yolun sonu.
Başta bahsetmek istediğim konu tamamen başka bir şeydi ama yazmaya başladıkça o kadar dallanıp budaklanıyor ki. Her paragraf başka birini doğuruyor. Keskin bir viraj alarak devam ediyorum.
Bu bireysellik denen mevzu, son zamanlarda iyice yaygınlaştı. Her ne kadar buna karşıyım diye geçinen bazı insanlar bir dostu kendisinden bir ricada bulunsa telefonda on numara cevaplar veriyor ama kapatınca suratını ekşitip, "nerden çıktı bu yaaa" demekten geri kalmıyor. Buna şahit olunca da insanlardan bir şey istemek son çare kalıyor gözümde. Yani her şeyi kendi başıma, kendi içimde halletmeye çalışmak. İşte tam bu düşüncenin bireysellik için ilk adım niteliğinde olduğuna kanaat getirdim.
/*Virüsün de etkileri göz ardı edilemez bireysellik konusunda, pek tabii.*/
Her paragrafta varmak istediğim sonuçtan biraz daha uzaklaşıyorum, nereye bağlayacağımı unutuyorum ama, bu da böyle bir yazı olsun.
Elhamdülillah, bir sıkıntım olduğunda ve paylaştığımda kulak veren bir ailem var. Problemlerimde yanımda oldukları için onlara teşekkürlerimi iletiyorum. Bana soruyor abim çok dolu olup yazmaya koyulunca, "Neden bize anlatmıyorsun?" Abim be, insanlar hatalarını kabullenmezler, olumsuz eleştiri duymak hiddetlendirir hemen haklı çıkaracak bir gerekçe ararlar. Sonra, anlatsam da yapabileceğiniz ne var ki? Hele bu konuda. Sağ olasın, var olasın. Annemmm, sen de. Henüz çok şey yaşamadım ama (yaşasam da olumsuz şeyleri unutuyorum zaten :) ) yanımda duruşunuz bile yeter.
Bu da bir sınav diyorum kendime. Geçen bir hadis-i-şerife rastladım. Bir kez daha ele alınan konu dünyadan ne malımızın ne ailemizin bizimle beraber sonsuzluk yolculuğuna devam etmeyecek olup yalnız amellerimizin bizimle olacağıydı. Aynen de öyle, bu dünyadaki sıkıntılar da kendisi gibi kısa vadeli. Allah'ın izniyle bu sıkıntılarımızın üstesinden gelebilelim. Kimsenin derdini küçümseyemem, büyütemem de. Kimine basit olan kimine güç, kimi o yollardan dönerken kimi daha yeni geçiyor. Bu yolda Kuran ne güzel rehber, peygamberimiz (sav) ne güzel örnek, ashabı ne güzel timsal. (Allah onlardan razı olsun inşallah)
2 notes
·
View notes
Text
Köşe başında evsiz bir adamla karşılaştım. Kendisi evsizler arasında en sefil görüntüye sahip olan kişi olabilirdi, çünkü yırtık olmayan bir kıyafeti, pisliğin uğramadığı vücut hattı kalmamıştı, yine de gülücükler saçıyordu etrafına. Diğer insanların bu adamın gülücüklerine cevabı hep olumsuz yöndeydi. Kimisi adımlarını sıklaştırır, kimisi ise yüzünü ekşiterek bakardı evsiz adama. Ben bu adamın neden bu hâlde olduğunu merak ediyordum. Yan sokaktaki pastaneden aldığım poğaçaların tekini kendisine ikram ettim, böylelikle birkaç soru sorabileceğimi düşündüm kendisine. Poğaçayı öyle iştahlı yedi ki, o an diğer iki poğaçanın benim değil de onun boğazından geçeceğinin farkına vardım. Onları da ikram ettim kendisine, onları da yedi afiyetle, ben aç kaldım ama yansıtmadım ona, gerçi ben sadece birkaç saat aç kalacaktım, kendisi ise kim bilir kaç yıldır tam anlamıyla doyurmuyordu karnını. İnsanların kimi zaman sadece birkaç saatlik düştükleri durumun bir başkalarının hayatını yıllardır meşgul ettiğinin farkına varınca, o durumun bana hissettirdiklerini de ilk anki gibi hissetmemeye başlıyorum, çünkü biliyorum ki başkaları yıllardır savaşıyor, ben ise sadece birkaç saatlik sürecek olan bu basit harpten kesinlikle sağ çıkarım. Bu düşüncelerin ardından son poğaçayı da midesine indiren amcayla konuşmaya başladık.
"Amca seni birkaç aydır görüyorum, napiyorsun, necisin sen?"
"Bir şey yapmıyorum oğlum, buralarda yaşamaya çalışıyorum işte, bak şurada uyuyorum, bir de köpeğim var, ben ne yersem o da yer aynısını."
"E köpek nerelerde amca, burada yok."
"Gündüzleri gider o, bilir çünkü benim kendi karnımı doğru düzgün doyuramadığımı, yiyecek bir şeyler bulur kendisine, hava çökünce de gelir buraya tekrardan."
"Ya geri gelmezse?"
"Hiç gelmemezlik yapmadı ki, valla eski karımdan daha sadık çıktı kendisi."
"Eski mi? Neden ayrıldınız ki?"
"Öldü çünkü, evlendikten 6 ay sonra."
"Ölmüş amca rahmetli, isteyerek bırakmamış ki seni."
" Nereden biliyorsun? Belki isteyerek ölmüştür. Bırakmak istemiştir beni."
" Bırakmak istese ayrılırdı amcacım, neden kadın kendi hayatını sonlandırsın?"
"Benim de hayatımı sonlandırmak için, görmüyor musun halimi? Oldukça başarılı oldu işte. O gün ben fabrikadaydım. Birkaç saate evde olacaktım. Tandırda ekmek yapıyormuş o da , o sıra ayağı kayıp düşmüş, yanarak can vermiş, komşular çığlıklarına koşmuş ama çok geçmiş. Ben eve vardığımda aldım haberi, o an çok şaşırdım çünkü ben taze ekmekleri ve karımı sofrada hayal etmiştim işten dönerken, karnım da çok açtı."
Ben adamı dinlerken, işe geç kaldığımı fark ettim, ama değerdi. Kimi anların günlük hayatımızdaki standart sorumluluklarımızdan daha fazla yer kaplayacağını düşünürüm, en azından birkaç saatliğine. O sırada amca derin bir iç çekti. Biraz boşluğa baktıktan sonra devam etti.
"O gece aç yattım yatağa, uyku da tutmadı. O günden bu yana da karnım bir nebze açtır, asla tam anlamıyla doymaz."
"Sigaran var mı oğlum?"
"Buyur, iki tane al."
Amcayı anlamıyordum, eşinin kendisini cezalandırmak amacıyla canına kıydığını söylüyordu. Ne tür bir insan evliliklerinin ilk aylarında bir başkasını cezalandırmak için ateşler içerisine atlar? Anlam veremiyordum.
"Amca, sorumu maruz gör ama, neden böyle düşüncelere sahipsin sen? Kadın belli ki kaza yüzünden hayatından olmuş."
"Kaza ile öldüğünü düşünmüyorum ben."
" Yapma amca, insanlar her gün kazalar yüzünden can veriyor."
"Bunu kabullenemem, bunu kabul edersem, yaradana ters düşerim. Biz çok güzel bir çifttik. Cahildik, çok şey bilmezdik belki ama kimseye zarar vermeden yaşardık köyde. Kimselere zararı dokunmayan birisi, kasıtlı bir şekilde yapmadıysa bunu eğer, yaradandan ötürü değil midir sence de?
"Kader amcacım, vakti dolmuş."
" Hassiktir oradan, ne vakti dolması, bilerek öldürdü işte kendisini, yoksa hayatta olurdu, ben de burada olmazdım. Dışarıda suça meyilli binlerce insan var, her gün bir başkasının canına kıymayı kendilerine amaç ediniyorlar." Onlar dışarıda iken, benim eşimin mezarda olması sence doğru mu? "
Ne diyeceğimi bilemedim. Amca, eşinin bilerek kendisini öldürdüğünü dile getiriyordu, aksi bir durum varsa eğer, Allah'ın neden suçsuz olan eşinin canını bu kadar erken aldığını aklına getirmemek amacıyla bunu düşünmekteydi sanırım.
" Amca bilmiyorum, ne diyeceğimi, söylediklerinden bir anlam çıkaramıyorum.
"Çakmağı tekrar uzatır mısın?"
"Tabii."
Sigarasının yarısına geldikten sonra devam etti.
"Neden anlamak istemiyorsun, belli ki o aylar içerisinde hatam oldu, ya da insan ya belki de benden soğudu, bıraktı kendisini alevler içine.
" Ama amca eğer senden soğuduysa neden bırakıp gitmesin seni, bir insan için ölünür mü, sen böyle düşünme, kaza ile olmuştur kesin."
"Dedim ya oğlum, bu düşünceden koparsam Allah'a ters düşerim diye, bu halime de şükür ediyorum, bak nefes alıyoruz. Ben rahmetlinin kendi isteği ile canına kıydığına inanıyorum. İnsan masumsa, yeni evlendiyse, çok güzelse ve 19'unda can veriyorsa, bu yaradandan dolayı olmamalı oğlum, buna kendimi inandıramam."
Amca tam bir şey diyecekken ben, devam etti.
" O köpeğin gelip gelmeyeceğini sordun ya bana, ben her gün onu gelmeyecekmiş gibi beklerim. Bir araba altında kalır belki, ya da zehirli et verirler hayvana. Çünkü hayvan masum, onun aklı da yok kendini atamaz alevlerin içine veya araba altına. Benim halimi görüyorsun, ne bir kıyafetim var ne de giyecek ayakkabım. İnsanlar yıllardır bana farklıymışım gibi bakmakta ve ben onlara hak veriyorum. Çoktan soyutladım kendimi ben, karımı kaybettiğim gün, her şey farklı gelişti benim için. Allah'tan her gün bekledim, canımı alsın diye, sonunda pes ettim, olmadı çünkü, çok istedim olmadı. Bizim ayrı kalmamız gerekliymiş, bunu asla istemedim, ondan ayrılınca her şeyi boşverdim, üstelik yirmiydim biliyor musun? Şimdi ne evim var ne bir gelir kaynağım, acı bir hikayem var, arkasında da genç ve ölü bir yâr , onun ötesinde de düşünmekten aklını yitirmiş ben, tüm insanlar tarafından hor görülen ben.
12 notes
·
View notes
Text
Gözlerim kapanıyor, başımı yastığın üzerine bıraktığım andan itibaren gerçek dünyadan düşler dünyasına geçiş yapmam sadece birkaç dakikamı alıyor. Uyumadan hemen öncesinde dinlediğim müzik bilinç altıma işlemiş, yağmur sesleri somutlaşarak hoş bir görüntü canlandırıyor ilk başta zihnimde, ardından bedenimin büyük bir boşluğa girmiş gibi bir hisse bürünmesi ile düşüncelerim beni kocaman bir ormanın içerisine bırakıyor. ⠀
Yeşil, yemyeşil bir yer. Sanırsın masallar tamamen gerçek olmuş ve kendini yaşatıyormuş gibi görünüyor ama rüya aleminde olduğumun da bir o kadar farkındayım. Bunu teyit etmek adına içime çektiğim derin nefeste beklediğimin aksine hayalimde ki büyük çınar ağaçlarının rahatlatıcı ıslak kokusu doluyor burnuma. Upuzun bir koruluktayım, yol sonsuzluğa doğru ilerliyor; ufuk çizgisi bembeyaz bulutlarla süslenmiş, tüm ihtişamıyla güneşin parlaklığını yansıtıyor etrafına. Upuzun bir koruluktayım, yumuşak toprağın üzerinde ileriye doğru attığım her bir adımda topuklu ayakkabımın altından çan çiçekleri büyüyor, mor renginde yaprakları görüş açıma girdikleri andan itibaren beni etkisi altına alıyor. Yolum devam ediyor, kovuklara yuva yapan kuşların ötüşü çalınıyor istemsizce kulağıma. Şarkı mı söylüyorlar emin değilim, ama melodisi huzur verici. ⠀
Dikkatimi çeken minik bir serçe beliriyor aşağılarda kalmış kısa ve ince bir dalın üzerinde, diğerinin aksine sesini çıkartmadan gözlerini üzerime dikmiş hareketlerimi izliyormuş gibi bir hisse kapılmama neden oluyor; onu merak ederek yolumdan şaşıyorum. Sanki bilinçli bir şekilde bakıyor bana, o bakışlara kanıyorum. Serçenin arkasında bambaşka bir yol var, başımı çevirerek sonu parlak çiçekli koruluğa bakıyorum yine de, gözlerimi alacak derecede bir güzelliğe sahip ama ben karar değiştirerek küçük yoldan gitmeyi tercih ediyorum. Çünkü koruluk minik bir serçeye sahip değil, ama bu yol sahip. Anlamadığım bir çekim duygusu ile doluyum kalbinin hızlı çarpışı kulaklarıma kadar ulaşan bu minik canlıya. Hayır, yönümü değiştirdikten sonra bir daha geriye ne varmış diye hiç bakmıyorum.
Üç-dört adım ve ağacın hemen yanındayım, serçenin tüyleri uzaktan kendini belli etmiyordu ama şimdi gümüş rengini ayırt etmekte asla zorlanmıyorum. Serçe gümüş renginde mi olur? Benim serçem oluyormuş, ne zamandan itibaren benim serçem olduğu belirsiz. Ona gümüş adını veriyorum, artık minik serçemin bir ismi var; onu çoktan sahiplenmişim çünkü benden korkmayacak kadar alışık bana, nasılını sorgulama ihtiyacı duymuyorum. Anlaşılan rüyamda gerçekte olduğum kadar meraklı değilim. Önemli değil, o sırada bu da aklıma gelmiyor çünkü.
Yağmur sesleri kulaklarımı doldurarak diğer kuşların ötüşünü duymama engel oluyor, buna kısa bir an üzülüyorum çünkü kuş seslerini severim ve serçe hâlâ benim için ötmedi. Anlaşılan sadece birilerini izlemekten hoşlanıyor. Ellerimi iki yana açarak su damlalarının avucumun içine düşmesini bekliyorum, beklentim gerçekleşmiyor çünkü tüm o seslere rağmen ben tamamen kupkuruyum. Geriye dönerek koruluğun uzandığı yola baktığımda ağaçların tepelerinde kara bulutların belirdiğine şahit oluyorum, garip çünkü aramızda sadece birkaç adımlık mesafe var. Çan çiçeklerinin süslediği zengin toprak çoktan çamur içinde kalmış, ıslanmak her ne kadar beni etkilemiyor olsa da ayakkabılarımın yağmurdan nasibini almalarını engelleyemiyorum. ⠀⠀
Eğilerek bileklerime kadar dolanmış iplerin bağcıklarını çözdükten sonra parmak uçlarımda yere basarken ellerimde iki pabuçla doğruluyor ve görüntülerine bakmak için kollarımı havaya kaldırıyorum. Beyaz ayakkabılarım artık siyah. Önemli değil çünkü serçe bana yürümek için herhangi bir şeye ihtiyaç duymadığımı fısıldıyor, onu dinleyerek ayakkabıları yağmura doğru fırlatıyor ve yere düşüp etraflarına sıçratıkları çamura bakmadan ağacın kenarına ilişiyorum. İnce dala parmağımı uzattığım anda serçe elimin üzerine atlıyor. Mutlu oldum, demek ki benimle beraber gezmeyi istiyor, bu isteğine uyarak ağır adımlarımla küçük yolda ilerlemeye başlıyorum. Koruluk kadar güzel görünmüyor ama tarifsiz bir rahatlama yaşamama neden oluyor, mutluluğu bulmak için en güzeline sahip olmam gerekiyormuş.
Konuşamadığı halde onu nasıl anlayabildiğim hakkında hiçbir fikrim yok, telapati yolu ile mi anlaşıyoruz acaba? Rüyalarda belki de konuşmaya ihtiyaç duymuyoruzdur, bunu anlamak adına parmaklarımın üzerinde gezinen küçük kuşa bakarak ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum. Sonra ise soruyorum, 'tüylerin neden gümüş renginde?' Düşüncelerim kafamın içerisinde dolaştığı andan itibaren dikkatlice bakışlarımı üzerinden ayırmıyorum, serçe kafasını yana yatırıp bir gözünü kapatarak diğerini açık tutuyor ve kanatlarını hafifçe gerdirerek kuyruğunu sallıyor, hmm. ⠀
Telapati işinin faydasız belli ki. Küçük yolu yavaş adımlarım ile yürümeye başlıyorum, yerde sayamayacağım kadar çok çakıl taşı olmasına rağmen ayağımı bastığım hiç bir seferde herhangi bir ağrıyı hissetmiyorum. Rüyalarda acıyı fark edemiyor muyduk acaba? Bunu özel olarak test etmeyi isterdim ama yolun ilerisinde gördüğüm su birikintisi dikkatimi çekiyor. En derinlerinde yüzen küçük balıkları dâhi görebileceğim kadar berrak ve temiz su kaynağı, karşısına geçtiğimde yansımamı bana göründüğüm gibi göstermekten çekinmiyor. Fakat ters giden bir şeyler var; yeni fark ediyorum ki kurduğum hayalde küt saçlı bir kızım, ayrıca gözlerimin rengi yeşil ve bildiğimin aksine fazlasıyla beyaz tenli gözüküyorum. Karşımda ki kız bana hiç benzemiyor. Kaşlarım çatılarak serçeye döndüğümde bakışlarıma sessizliği ile karşılık veriyor, yine ve yine bunu yapması sinir bozucu olsa da moralimin bozulduğunu hissetmiyorum. Kolum fazlasıyla ağrıdı, parmağımda ki serçenin omzuma geçmesini sağladıktan sonra kulağımın çok yakınlarına 'suya gir.' nâmeleri fısıldanıyor. Sorgulamıyorum.
Derin bir nefes alıyorum, fazlasıyla derin; bütün oksijeni içime çekmek istercesine, göğüs kafesimde ki hava karşılaştığım son nefesmişçesine...
Gökyüzü kırmızının en koyu tonları arasında gelip gidiyor, belki de güneş atmosfer tabakasını en sonunda yaktı ve ışıltısı bütün dünyayı kızıllığının hakimiyeti altına aldı. Nedenini merak etmiyorum, dedim ya rüyamda ki ben meraklı değil, birazcık sıkıcı sayılabilir.
Önce sağ ayağım ve ardından sol ayağım, yavaş yavaş parmaklarımda suyun soğukluğunu hissederken devam ederek seviyesinin yükselmesine izin veriyorum. Küçük su birinkintisi tahmin ettiğimden daha derin gibi görünüyor çünkü artık başıma kadar tamamen içinde olmama rağmen aşağılara uzanmaya devam ediyor, burada farklı bir alem yaşanıyor gibi. Eğer nereden geldiğimi bilmiyor olsaydım kendimi okyanusun dibinde sanabilirdim. Baş parmaklarım ayaklarımın altında ki kumun içine gömülmek için fazlasıyla heyecanlı, tenimi ılık bir karıncalanma hissi sardığında zorlanmadan gözlerimi etrafımda gezdirebiliyorum. Neler gördüğümü anlatayım; rengarenk mercanlar sırayla arka arkaya dizilmiş ve aralarından küçüklü büyüklü balıklar peş peşe yüzüyorlar, boyut farkı ile onlara galip gelen siyah beyaz çizgilerini üzerinde taşımaktan fazlasıyla memnun zebra balığı yaramaz çocuklar gibi aralarına girerek kaçışmalarına neden oluyor ve sanki bundan haz duyuyor gibi yeniden ve yeniden tekrarlıyor, az ilerilerinde birbirlerine dolanmış sarmaşıklar tüm bu olanlardan etkilenmiş gibi sağa sola savrularak boyunlarını eğiyor. ⠀
Manzara büyüleyici ama zihnimi onlardan çok daha fazla doldurmayı başaran bir düşünce var, başımı çevirerek minik dostumu aradığımda olması gerektiği gibi yerinde bulamıyorum, omuzlarım boş çünkü ben suya girmeye çalışırken kanatlanarak yükseklere uçalı çok olmuş. ⠀
O an kimse bana ne yapmam gerektiğini söylemiyor ve boşluktaymışım gibi bir düşünce ile olduğum yere çökerek ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Tek başımayım ve suyun altındayım, bu zamana kadar boğulmuş olmam gerektiği farkındalığı ile bilmediğim bir süredir nefes almaya devam ediyor oluşum artık şaşırdığım bir konu değil. Her an her şey olabilir.
Bir başkası olsa burada sonsuza kadar kalmayı dileyebilir ama ben istemiyorum çünkü artık yalnız kaldım ve serçenin yokluğundan hoşlanmıyorum. Geriye doğru yönelerek yavaşça başımı sudan çıkartırken onun havada süzülen kanatlarından kopan bir parça tüy önüme düşüveriyor.
"Neden geri döndün?"
"Aşağıda ki parlaklığı fark ettiğini biliyorum, onu takip etmeliydin."
"Neden bu küçücük yolda kalmayı istiyorsun? Devam etmen gerekiyor."
Gagası kapanıp açılarak kelimeleri hiddetle dışarı savururken benim aklım hâlâ ötüşünü duymamış oluşumda, onca şeyi yapabilmesine rağmen sesini sakınıyor olduğu gerçeği ağırıma gitti sanırım. Gitmemi mi istiyor? Tekrardan kaybolmasını istemiyorum, gitmeyeceğim. Yanına ulaşmak istediğimde geriye uçuyor ama hızlanarak kuru toprağa ulaşmayı başarıyorum, yeniden eskisi gibiyim, saçlarım ise normale dönen elbisemin aksine yere su damlatacak derece de ıslanmış. Ellerimi gözümün önüne düşen tutamlarımı yanlara ittirmek için kullanıyorum, şu an Gümüş'ün bulunduğu görüş alanımı kısıtlayacak hiçbir şeyi istemiyorum. ⠀
"Suyun altına giremiyorsun, orada olmamın bir anlamı yok."
Serçe bana karşı yine cevapsız, elimle ileride ki büyük ağacın oyulmuş karanlık gövdesini işaret ediyorum.
"Uzaklaşmama gerek yok, orada yaşayabilirim."
İçerisinde sayısız odanın bulunduğu geniş bir evin olduğunu düşlüyorum, belki gerçekleşir.
"Suyu buradan içer ve yemeğimi ise ormandan temin ederim."
Amaçsız bir inadım söz konusu, minik serçeyi kaybetmek istemiyorum. Nedenini bilmiyorum, rüyam o yönde ilerliyor sadece; kararları benim verip vermediğim hakkında bir fikrim bile yok aslında, kendi hayatımı dış gözlerle izliyorum bir yandan. Üçüncü kişiyim şu anda, ama gariptir ki birinci kişiden görüyor dünyayı gözlerim. Gümüş sessizleşiyor ve başını yana yatırarak tekrar gözlerime anlamsız bir bakış atıveriyor, sanırım onu bu hali ile daha çok seviyorum; gitmemi istediğini söylemesi hoşuma gitmemişti, ama şimdi duruşunu istediğim gibi yorumlamakta özgürüm. Bence o da beni sevdi, yanında kalmamı istiyor, hem ona sahip de çıkarım, minicik bir bedeni var avuçlarımın arasında kaybolan, patır patır yere basan ayakları ile çok sevimli ve bir o kadar savunulmaya muhtaç. Asıl muhtaç olan ben olmama rağmen bu düşünceler ile kendimi avutmaktan mutlu oluyorum, karar verilmiştir artık yeni evime bakıyorum.
Ağacın kovuğu istediğim gibi sayısız odaya sahip kocaman bir ev çıkmıyor elbette, rüyalarımda bile sınırlarla karşılaşıyorum işe bakarmısınız? Her neyse, yine de içine sığabileceğim kadar büyük ve ilginç bir şekilde sıcacık. Daha fazla evimde hissedemezdim herhalde diye düşünüyorum, kabullenmişim burada sonsuza kadar kalacağım düşüncesini. Kendime bir köşe seçerek içeri yerleştiğimde dostum da benimle birlikte kanat çırparak giriyor ve yeni fark ettiğim küçük ayrıntıya doğru uçuyor. ⠀
Biraz yukarıda çalılıkların toplanarak oluşturulmuş olduğu yuvanın ortasına kurulduğunda acele ile ayağa kalkıyor ve oraya yürüyorum. Kanatlarını açmış ve yuvanın içerisini doldurmaya çalışıyor, gülümsüyorum çünkü altında ki üç minik yumurtayı fark ediyorum; o bir anneymiş. Parmaklarımı içine doğru uzattığımda yana doğru kayıyor, zarar vermeyeceğimden emin, emin olması gerekiyor. ⠀
İşaret parmağımla bana en yakın olan yumurtanın kabuğuna hafifçe baskı yapıyorum, ilk defa böylesine bir şey ile karşılaştığımdan dolayı heyecanlıyım. İçlerinden minik yavrular çıkabileceğine inanmak tuhaf bir mucize gibi geliyor, doğa baştan aşağıya bir mucize oysa ki. ⠀
Fakat beklemediğim bi şekilde kabuk çatlıyor ve ben korkarak geri çekiliyorum, serçenin ötüşünü duyabiliyorum işte bu sefer. Bütün kovukta yankılanıyor sesi, içerisinde onlarca duyguyu barındırıyor. Korkum sönüp giderken bunun benim hatam olmadığın farkına vararak tekrar yaklaştığımda, diğer kabuklarda yavaş yavaş çatırdamaya başlıyorlar önlerinde onlara liderlik eden hafif yamuk yumurtanın ardından. Bekliyorum, ve bekliyorum. Gümüş de ben kadar sabırsız, hissedebiliyorum. Minik bir baş görüyorum en sonunda, serçe parmağım kadar ya var ya da yok. Kalbimin sesini kulaklarımda duymaya başlarken gördüğüm kömür karası nokta kadar gözler beni vurmayı başarıyor işte. Onlar Gümüş'e ait değil mi? Muhteşem görünüyorlar, emin değilim ama sanırım gözlerim doldu. Böylesine bir âna şahit olduğum için mutluyum, mutluluğumun sonsuz olmasını diliyorum o sırada parmaklarımı çapraz yapıp gözlerimi kapatarak.
Ama dileğimin kabul olup olmadığını bilmiyorum, açıkçası sonrasında o kovukta neler yaşandığından da habersizim. Zaman ve mekan kavramları birbirine karışarak gözlerimin gördüğü görüntüler birbirine dolanalı çok olmuş ve ben artık orada değil, yumuşak çarşaflar üzerinde başım yastığıma bırakılmış, gözlerim tavana sabitlenmiş bir şekilde yatağımdayım.
Neden mi?
Çünkü az önce uyandım.
2 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing - 87. Bölüm
Bölüm 87: Görkemli Figür, Kutsal Harabeyi Durdurma Gayreti
Xie Lian inanılmaz öfkeliydi. Kalbine sapladığı kılıcı çekti ve tam tekrar saplamak üzereydi ki kılıçta hiç kan olmadığını fark etti. Hemen anladı ve kılıcının yönünü değiştirerek beyaz giysili gencin kafasını kesti. Hareketleri çok hızlı olmuştu ve baş ile beden ayrıldığında her ikisi de buruşarak deri yığınlarına dönüşmüştü.
Bu beden boş bir kabuktu!
Sahte beden kullanan bu yaratıkla iki kez karşılaşmıştı ve bir kez bile gerçek halini görememişti. Her ne kadar şaşırmamış olsa da, Xie Lian yine de kızgın bir içerlemeyle doluydu, kılıcı öfkesini yumuşak ve gevşek bedenden çıkarttı, kılıcın keskin halesi deri yığınlarını parçaladı ama yine de rahatlayamamıştı. Feng Xin daha fazla izleyemeyecekti, onu durdurmaya çalıştı. “Ekselansları! Sadece bir kabuk.”
Yine de, o kabuk tamamen Xie Lian’ın genç hali gibi görünüyordu, bu nedenle Xie Lian acımasız bir şekilde kendisini kesiyormuş gibiydi, acı verici bir görüntüydü. Xie Lian birkaç uzun nefes aldı, kılıcı bir kenara fırlattı ve yere oturdu. “BİLİYORUM! AMA BENİM YÜZÜMÜ KULLANMAYA CÜRET ETTİĞİNE İNANAMIYORUM!”
İliklerine dek öfkeyle dolmuştu ve diğer ikisi de yanına oturdular, sessizlerdi. Bir an sonra Feng Xin konuştu. “Ekselansları, daha iyi misin? Bu saçmalık yüzünden kendini üzme, seninle sadece oynuyor.”
Ancak Xie Lian. “Hayır, şaka olamayacak şeyler söyledi, sadece…”
Feng Xin şok olmuştu. “Sana sahiden laneti kaldırmanın yolunu mu söyledi?”
Xie Lian’ın sağ eli kendi saçına gitti. “Bana İnsan Yüzü Hastalığını nasıl iyileştireceğimi söylemedi, bana söylediği şey… İnsan Yüzü Hastalığı lanetini nasıl yapabileceğimdi!”
Diğer ikisi donakalmıştı. “Ne?”
Xie Lian başını salladı, etrafına baktı ve yine de BeiZi Tepesinde kalmanın iyi olmayacağını hissetti, önce oradan gitmeliydiler. Ne bakışlarını kaçıran askerleri ne de hastaların ağlamalarını ve inlemelerini duymak istiyordu, bu yüzden saraydaki yıllardır boş olan veliaht prens yatak odalarına geri döndü.
Kapıyı kapattıktan sonra Xie Lian biraz rahatlamıştı ve oturdu, ciddi bir sesle konuşmaya başladı. “İnsanların üzerinde büyüyen o ‘yüzler’in hepsi Yong An’ın ölü ruhları. Bir kısmı savaşta ölenler, ama büyük kısmı kuraklıkta yitenler.”
Mu Qing şaşırmamıştı. “Yong An’dan hiç kimsenin İnsan Yüzü Hastalığından etkilenmemesine şaşmamalı; elbette kendi insanlarına saldırmazlar.”
Feng Xin kaşlarını çattı. “Kuraklıkta yitenleri kraliyet kentindekiler öldürmedi, arada kin bile olsa, yine de saldırmak için ne sebepleri var?”
Xie Lian iç geçirdi. “Öyle olsa bile, bir insan öldükten sonra bir sersemlik dönemi olduğunu biliyoruz.”
Bir insan öldüğünde, ruhlarının sanki yeni doğmuş gibi çok az bilinçli, yarı yarıya idrak edebilen, kim olduğunu, nerede olduğunu, ne yaptığını bilmediği bir dönem olurdu ve bu dönem kişiye bağlı olarak uzun veya kısa sürebilirdi. Bu döneme ‘Sersemlik Dönemi’ denirdi.
Bu şartlar altında, ailesi veya sevdikleri ruha yol gösterebilir veya etki altına alabilirdi. Bilinen ‘Ruhu Yedinci Günde Çağırma’ geleneği de bu temele dayanıyordu. *ÇN: Ölülerin ruhlarının altıncı geceden yedinci sabaha dek evlerine geri döneceklerine dair yaygın bir inanış.
Xie Lian devam etti. “Bana… Yong An askerlerinin kraliyet kentine karşı yoğun bir nefret ve düşmanlık beslediğini söyledi ve aileleri, eşleri, çocukları, yakınlarının çoğunun kuraklıkta öldüğünü.
“Ölülerin ruhları farkında olmadan ailelerinin duygularından etkilenir ve bu yüzden bu askerlerin güçlü iradelerini kullanarak ruhlara nefret işlemiş ve yaşayanların etinde barınmaları, barındıkları bedende besinler için savaşmaları için baskı yapmış.
“Ve işe yaramış, çünkü sersemlik dönemindeki ruhlar sürekli tek bir düşünceyle telkin edilmiş: eğer onlar olmasaydı, yaşayabilirdiniz.”
Feng Xin. “Bu ne boktan bir inanış, kim yaşamayı hak eder ve kim ölmeyi hak eder??”
Xie Lian yüzünü örttü. “Lang Ying kazara oğlunun bedenini kraliyet kentine gömdü ve onun laneti için bir fitil oldu. Bana deva vermesini istedim, ama onca konuşmadan sonra, bana tek söylediği lanetin nasıl yapıldığının detaylı bir açıklamasıydı. Kahretsin!”
Bir lanet nasıl yapıldığı bilinerek kaldırılamazdı. Feng Xin küfretti. “Seninle oynuyor. Kahretsin. Sikeyim!”
Mu Qing ise başka görüşteydi. “Seninle oynamıyordu. Sana söyledi.”
Xie Lian ve Feng Xin’den birisi yukarı baktı ve diğeri başını çevirdi. “Neyi?”
Mu Qing cevapladı. “Laneti kaldırmanın yolunu!”
Sanki bir sır keşfetmiş gibi gözleri parlamıştı. “Yong An’ın laneti Xian Le’ye karşı nefret besledikleri için işe yarıyor. Xian Le de onlardan daha az nefret etmiyor!”
Xie Lian’ın gözleri irileşti, nefesleri tekledi. Mu Qing ekledi. “Sana laneti nasıl yapabileceğini anlattığı için, o zaman göze göz, sen de aynı laneti yapabilir ve Yong An’lıları İnsan Yüzü Hastalığıyla lanetleyebilirsin! Düşün, lanet sadece yaşayan insanlar varsa işliyor. Bir kez hastalığa yakalandıklarında, onunla uğraşmak tüm vakitlerini alacak ve belki uzun vadede onlardan kimse kalmayacak, böylece lanet kendi kendine çözülecek!”
Xie Lian hiç böyle düşünmemişti. Açıklamasını dinledikten sonra Xie Lian bir süreliğine sersemlemişti. Bir an sonra ise doğrudan konuştu. “Asla olmaz!”
“Neden?” Mu Qing ısrar etti. “Unutma, ilk lanetleyen onlardı.”
Xie Lian anında ayaklandı. “Hayır demek hayır demektir. Ayrıca yanılıyorsun. Ve Yong An askerlerinin de Xian Le askerleri gibi lanetten etkilenmesi zor olacaktır. Neden diye sorma, ben–”
Mu Qing lafını kesti. “Sadece sivilleri bile etkilese yeter! Kraliyet kenti gibi tam bir ilk yardım kaynakları veya insanları yok, insan yüzü hastalığı patlak verdiği anda çok daha hızlı yayılır ve karşılık vermelerine imkan olmaz! Lanetlerinin durması için, sivillerinin güvenliğini arkalarından tehdit etmek ve onları teslim olmaya zorlamak aynı şey, tükenmiş kaynaklarla kraliyet kentine rakip olamazlar!”
Xie Lian fikri hemen reddetti. “Kesinlikle olmaz! Kraliyet kentindeki masum sivillere saldırdıklarında onlara ne demiştik unutma: Alçak. Eğer biz de aynı şeyi yaparsak alçak insanlar olmaz mıyız? Onlardan ne farkımız kalır?”
Mu Qing heyecanını dindirdi. “Ekselansları, seni nasıl insanların ölmen için Şefkat Diyarına çektiğini unutma. Onlar ‘masum’ siviller dedikleriniz.”
Sözleri bittiği anda Xie Lian tereddüde düşmüştü.
Doğrusu, bu konuyu önemsememesi imkansızdı. Ancak yine de cevapladı. “Haklısın, kesinlikle onlardı. Ama öne çıkanlar en tutkulu olanlardır, bu yüzden gözler sadece o insanları görür. Ama gerçekte, sivillerin çok büyük bir kısmı hiçbir şey bilmiyor. BeiZi Tepesine git, o zaman anlarsın. Çoğu neden savaştıklarını bile bilmiyor. Yemek neredeyse oraya gidiyorlar; sadece hayatta kalmak istiyorlar. Mu Qing, bana şu anda önerdiğin şey masum insanları kurtarmak için başka masum insanları öldürmek. Ben…”
İç çekti. “Başka bir yol düşünmeme izin ver.”
Mu Qing’in ses tonu daha küstah bir hal alıyor ve hatta biraz dalga geçiyordu. “Düşman sivillerinin ne durumda olduğunu görmek için neden BeiZi Tepesine gideyim? Lütfen. Ekselansları, başkalarını önemsiyorsun, ama hiç kendini düşünmüyorsun, çok kötü değil mi?”
Xie Lian umutsuzdu ve başını eğdi, ama zihnine bacak kesildiği halde hala kıvranmaya devam eden yüzlerin görüntüsü doldu. Uzunca bir süre tereddüdün ardından, en sonunda yine de başını iki yana salladı. “Her şeyi göz önünde bulundurunca, bu başkalarını önemsemek olmuyor. Kendimizi düşünsek bile, lanet çift ucu keskin bir bıçak; hem başkalarına hem bize zarar verir. Başkalarını lanetlemek için, lanetleyen kişinin kalbinin zehirle dolu olması gerek ve ölenler de huzura kavuşamazlar. Zaten yaşarken yeterince acı çektiler ve ölümde bile canavara dönüşerek başka insanların etinden beslenmeleri gerek. Bugün o adamın bacağındaki şeyleri gördün. Yaşamak için çaresizce çırpınan o ‘yüzler’in, hastalıktan etkilenenlerden ne farkı vardı? Bir lanet elbet günün birinde geri teper ve sonu kimse için hayırlı bitmez.”
Sürekli reddedilen Mu Qing sabrını kaybediyordu. “ONLAR KÖTÜ SONLARINA ULAŞAMADAN, BİZ ÇOKTAN YOK OLACAĞIZ! ÜÇÜNCÜ BİR YOL BULAMADIN VE İKİNCİ BİR KAP SU YOK. UYAN, EKSELANSLARI! ZAMAN TÜKENİYOR.”
Xie Lian başının yandığını hissedebiliyordu ve gözlerini kapattı. “…artık konuşma. Biraz daha düşünmeme izin ver.”
“…”
En sonunda Mu Qing daha fazla dayanamadı ve alçak sesle lanet etti. “Sen sahiden… tereddüt eden sensin, şimdi çözüm senin ellerinde, reddeden yine sensin. Sen sahiden… sinir bozucusun. Şu haline bak, sana bakmak bile bir çile. Tapınanların kesin sekiz hayata yetecek kadar kahrolası talihsizlik toplamışlardır!”
İlk başta Feng Xin somurtarak tartışmalarını dinliyordu, ama daha iyi fikirler sunamadığı için dahil olmamıştı. Ama bunları duyunca aniden elini kaldırdı ve ittirdi, bağırıyordu. “BİTTİ Mİ!”
Mu Qing birkaç adım geriledi ve Xie Lian başını kaldırdı. “Feng Xin?”
“EKSELANSLARI, BANA ALDIRMA!” Feng Xin bağırdı, ardından Mu Qing’e döndü. “NEDEN BU KADAR ÖFKELİSİN? SÖYLE BİZE, SENİ KIZDIRAN TAM OLARAK NE? UZUN ZAMANDIR SANA TAHAMMÜL EDİYORUM, AMA BUGÜN ARTIK DAYANAMAYACAĞIM. SANA ARTIK KATLANAMIYORUM. VEKİL GENERALDEN BAŞKA BİR BOK DEĞİLSİN; EKSELANSLARI SANA GÖREV VERMESE KİM BİLİR NEREDE OLURDUN, NEDEN HEP ONDAN DAHA AKILLI, ZEKİ VE GÜ��LÜYMÜŞSÜN GİBİ DAVRANIYORSUN? MADEM O KADAR HARİKASIN NEDEN EKSELANSLARI YERİNE SEN YÜKSELMEDİN?”
“BEN –!” Mu Qing haykırdı.
Xie Lian onu çekti. “Boş ver Feng Xin, Mu Qing sadece şu anki durum nedeniyle huzursuzlanıyor–”
Feng Xin araya girdi. “HUZURSUZMUŞ! EKSELANSLARI, SANA SÖYLÜYORUM, O SADECE SANA DERS VERMEK İÇİN FIRSAT KOLLUYIR; NE KADAR İYİ OLACAĞINI GÖSTERMEK İÇİN HİÇBİR FIRSATI KAÇIRMAZ, ÇÜNKÜ SENDEN DAHA İYİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR! ONUN GİBİ SOĞUK BİRİSİNİN NORMALDE XIAN LE KRALLIĞINI SAHİDEN ÖNEMSEDİĞİNİ GÖRMEZSİN, O ZAMAN NEDEN ŞİMDİ HUZURSUZMUŞ?”
Tekrar Mu Qing’e döndü. “EKSELANSLARINI BİR APTAL OLARAK GÖRDÜĞÜNÜ ANLAMIYORUM SANMA. İĞNELEYİCİ SÖZLERİNE VE GÖZLERİNİ DEVİRMENE TAHAMMÜL EDEBİLİRİM, OLMAMAN GEREKEN BİR YERDE OLMANA DA. GÖSTERİŞ YAPMAK İSTİYORSUN, BU İLK DEFA OLMUYOR, O YÜZDEN TAMAM, GİT VE ŞOVUNU YAP, CENNETİ ŞAŞKINA ÇEVİRECEK KADAR İYİ DEĞİLSİN ZATEN. EKSELANSLARI UMURSAMIYOR BU YÜZDEN BENİM DE SİKİMDE DEĞİL. AMA ARTIK ÇİZGİYİ GEÇTİĞİN İÇİN, BEN DE GERİDE DURMAYACAĞIM. DİNLE: AŞAĞILIK NUMARALAR KULLANMAK İSTEMENE ŞAŞIRMADIM, AMA EKSELANSLARI EKSELANSLARIDIR, NEYE KARAR VERİRSE VERSİN, SAYGI GÖSTERSEN İYİ EDERSİN. ŞUÇLAMAYA ÇALIŞMA VE BİR BOK OLMADIĞINI DA UNUTMA!”
Feng Xin bağırırken Xie Lian onu pek çok kez durdurmaya çalıştı, ama belki çok uzun zamandır kendini tuttuğundan dolayı durdurulamıyordu, her şeyi tek nefeste dökmüştü. Her sözüyle, Mu Qing’in yüzü biraz daha soluyordu. İlk başta sanki karşılık verecekmiş gibi irkilmişti, ama en sonunda durmuştu, konuşmuyordu ve Feng Xin’e ciddi bir şekilde ters ters bakıyordu. Xie Lian öfkelenmişti. “BİTİRDİN Mİ? İKİNİZİ DE KOVMAMI İSTER MİSİNİZ?!”
Feng Xin’in yüzü kıpkırmızıydı, kan açıkça beynine hücum etmişti ve karşı çıkarken boynunu dikleştirdi. “Seni önemsediğim için beni kov. Bir cennet mensubu olmak umurumda değil! Eğer Ekselansları beni atamasa sahiden umurumda olmazdı. Ama eğer beni ölümlü diyara geri tekmelesen ve tekrar insan olsam bile, yine de sana sağdık olacağım Ekselansları. Senin emrinle, ilk öne atılan olurum, ama bir haini sineye çekmeyeceğim! Bu herif, eğer seni bir cennet mensubu olmak için kullanamıyor olsaydı, peşinden bile gelmeyebilirdi. Eminim senin hakkında iyi tek bir şey bile düşünmüyordur. OLDU İŞTE! Bitirdim!”
İlk başta Mu Qing sessizdi, elleriyle ağzını kapatmıştı, ama bunca zaman kendini tuttuktan sonra, artık en sonunda dayanamıyordu ve karşılık verdi. “ONU KULLANIYORUM HA? NE KADAR GÜZEL BİR KONUŞMA, SEN NE BİLİRSİN Kİ!”
Xie Lian delirmek üzereydi. “İKİNİZDE SUSUN!!! ÇENENİZİ KAPATIN!!!”
İkisi de müthiş bir zorlukla sert cevaplarını kendilerine sakladılar. Bu seferki tartışma çok büyüktü ve deyim çalışmak fayda etmezdi. Xie Lian öfkesini geri itti ve kaşlarını çattı. “…ne olursa olsun lanetlemek söz konusu değil.”
Mu Qing dudak büktü ama yine de kabullendi. “Hım. Patron sensin.”
Feng Xin daha kısa konuşmuştu. “Başüstüne.”
Mu Qing yüz ifadesini sildi. “Eğer bir şey olursa Ekselansları tüm sorumlulukları tek başına üstlenecek zaten.”
Feng Xin cıkladı ama hiçbir şey söylemedi. Xie Lian hemen kabullendi. “Elbette. Çoktan kararımı verdim–”
Tam bu sırada, üçü vahşi bir titreme hissetti, bedenleri sallandı ve Xie Lian afallamıştı. “Neler oluyor?”
Feng Xin ilk tepki verendi. “Deprem!”
Deprem zayiat getirirdi. Xie Lian bağırdı. “İNSANLARI KURTARIN!”
Tam onlar dışarıya fırlamak üzereyken, birisi yatağın altından yuvarlandı ve kolunu uzattı. “Kuzen! Kuzen, beni unutma!!! Beni de götür!!”
Onu görünce Xie Lian daha da şaşırmıştı. “Qi Rong, benim odamda ne işin var?!”
Bütün gün Xie Lian’a ait şeyleri aramak ve toplamak dışında yapacak daha iyi bir işi olmayan Qi Rong’un absürt yaşantısını idrak etmesine imkan yoktu. Ayrıca Qi Rong’un ne zamandır onları gizlice dinlediğini de bilmiyordu, ama eldeki acil durum nedeniyle onu sorgulayacak vakti yoktu. Qi Rong’un kolunu tuttu ve koştu, onu boş bir alana gelince bıraktı. Sarayda kaos vardı ve sayısız görevli görkemli binadan koşup kaçarken çığlıklar atılıyordu. Yüksek sesle bağırdı. “YARALANAN VAR MI? SIKIŞAN VAR MI?”
Şanslarına deprem uzun sürmemişti ve sorguladıktan sonra, yaralanan veya ölen olmadığını gördüler. Yine de kalbi sıkışmıştı. Aniden bir başkası çığlık attı ve pek çokları arkasından gökyüzünü işaret ediyorlardı. Xie Lian döndü ve gözbebekleri kasıldı. Sarayın ortasında devasa, görkemli bir pagoda vardı ve yavaşça iniyordu.
Kutsal Pagoda devrilecekti!
Kutsal Pagoda’nın tam adı ‘Kutsal Varlığın Pagoda’sıydı, yüzlerce yıllık bir tarihi vardı ve Xian Le Sarayının simgesiydi. Aynı zamanda kraliyet kentindeki en yüksek binaydı, saray ve kalenin arasında, şehrin tam kalbinde duruyordu. Ünlü bir yer işaretiydi. Eğer bu pagoda düşerse, sayısız kayıplar verilirdi; saray görevlileri ve sarayın dışarısındaki sokaklardan geçmekte olanlar bile daha da delirmiş bir halde kaçmaya başladılar. Bunu görünce Xie Lian’ın sağ eli hemen büyü yapmak için hareketlendi ve TaiCang Dağına doğru bağırdı. “GEL!”
Pagoda yavaşça eğilmeye devam etti ve tam yolun üçte birini geçmişken, herkes bir diğer sarsıntı dalgası hissetti.
Bu titreme de yerden geliyordu ama depremden farklıydı. Titremeler birer birer geliyordu, kendilerine ait bir ritimleri vardı ve gittikçe hızlanıyor, yaklaşıyorlardı. Pagoda biraz daha eğilmiş gibi göründü, insanlar en sonunda titreşimlerin bir şeyin adımları olduğunu fark ettiler.
Bir elinde kılıç, diğerinde çiçek olan, bedeni ışıldayan beş metrelik devasa bir altın heykeldi ve uzun adımlarla sokaktan geçiyordu!
Birisi hemen hayretle bağırdı. “BU KUTSAL KRALİYET KÖŞKÜNÜN XIAN LE TEPESİNDEKİ VELİAHT PRENS HEYKELİ DEĞİL Mİ?”
Kısa süre içerisinde daha fazla insan fark etti. “DOĞRU! ALTIN HEYKEL BU! BAKIN, TAICANG DAĞINDAN GELİYOR!”
Altın heykelin her bir adımı kilometrelerce yol kat ediyordu ama hiç kimseye basmıyordu. Pat-pat, pat-pat, uçarmışçasına saraya adım attı ve düşmekte olan Kutsal Pagoda’yı yakalayarak tahrip edici duruma engel oldu.
Batan güneşin altında, altın ışık parladı, ışıldayan altından şekil her iki elini de kaldırdı ve kudretiyle, neredeyse yığılmak üzere olan devasa pagodayı tüm gücüyle durdurmak için gayret etti. Bir mucizenin resmiydi, şok olmuş sayısız izleyicinin etkilenmiş bir şekilde susmasına neden oldu. Xie Lian yavaşça ellerini indirdi ve ilahi heykele baktı. Yakışıklı, sakin yaldızlı ifadeyi görünce, zihni şaşkın bir kıvılcımla doldu.
Çevirmen: Nynaeve
136 notes
·
View notes
Note
İnanıyorum, huzuru bulacağım. 3-4 ay sonra rahat olacağım, son rahat uykuma kavuşacağım. Umarım bu cümleden çıkardığım anlam yanlıştır. Bir insan ne yaşarsa yaşasın ne olursa olsun hayatına devam etmeli bana göre. Konuşacak , içini dökecek birine ihtiyaç duyarsan, konuşmak istersen iletiden yazabilirim. Umarım hayatın senin istediğin, sana en iyi gelecek şekilde, hislerle dolu geçer. Sevgiler... 🌙
Yorulmadım, yorgunluğu içerledim. Yarınları göremem ki, geçmişte ki anıları izlerken. Bir erkeğin "ağlamak" denilen, 'üzüntünü akıtmak' ifadesi ile bağdaştırılan olayı yaşayamamasının verdiği bir yorgunluk. Gözlerin dolduğu an bakan insanların yargısındayım, saklanmaya yüz tutmuş izlerdeyim. Benim için en iyisi bu; umudu gözyaşlarım ile sildim. Şimdi sadece ayak izlerimi takip ediyorum, anıların dolduğu yollara dönüyorum. O sokaklar, binalar, topraklar, ağaçlar ve daha binlerce detayı yeniden hissediyorum. Soğuk ellerini boğazıma geçirmedi. Siyah sözlerini kulağımdan sesime aktardı. Konuşmaya mühür oldu bu hisler, ses tellerim kurumuş bir sarmaşık oldu. Uyku da çözüm olmayacak, ruhum yine herşeyi taşıyacak. Uyku acımı, yaşlarımı, kırgınlığımı, kaldıramadığım umutlarımı, avuçlarıma bırakamadığım yaşlarımı unutturmadı. Uyku sadece zihnimi uyuşturdu, o bile 2 saat sonra gerçeği kaldıramadı. Ölüm de uzun bir uyku ise gerçek bir kurtuluş yoktur; ruhun herşeyi fark ediyor olacak.
2 notes
·
View notes
Photo
Merhaba! Sana böyle hitap etmek, ne bileyim sanki bir yabancıymışsın gibi, öylesine garip ki. Geride bıraktığım aylarda sana duyduğum birikmiş özlemimle, bir zamanların tüm sıcak ve içten kucaklamasıyla, ismini birinci tekil şahısa ait sahiplenmişlik çekimiyle söyleyerek hitap etmek istiyordum oysaki. Eskiden olduğu gibi... Benim olduğun zamanlardaki gibi... 15 ay oldu. Saydın mı bilmiyorum. Ben saydım... Her ayı, her haftayı, her günü... Gittiğinden beri tam on beş ay oldu. Her gün olduğu gibi, ertesi gün yine buluşacakmışız gibi birbirimizden ayrılışımızın üzerinden on beş koca ay geçti. O belediye otobüsünün koltuğuna yüzüme bakmadan oturuşunun ve benim ardından bakışımın üstünden on beş ay geçti. Seni son kez gördüğümün farkında bile değildim oysaki. Ben nasıl geçirdim bu on beş ayı? Sormadın. Sormazsın. Ben yine de elimden geldiğince anlatacağım. Bu kadarını borçlu olduğunu düşünüyorum bana. Sen gittiğinden beri... Her gün en az bir insana bakıp başımı öne eğdim. Önceden insanları kırmaktan korkardım, her gün en az bir insanın kalbini kırdım. Hiç okumayacağım kitaplar alıp her gün en az bir tanesinin sayfalarına boş gözlerle baktım. Her gün insanlar konuştu ve ben de her gün onları dinliyor gibi yaptım. Her gün çok kez "neden" diye sordum. O günden beri her gün fotoğraflarından kaçırdım gözlerimi. Bir kez bile bakamadım. Silemedim de... Her gün "uyuyabileyim artık" diye yakardım. Nihayet uyuyabildiğimde ise "ne olur bir daha uyanmayayım" diye yalvardım. Her gün birlikte geçtiğimiz en az bir sokakta kokunun izlerini aradım. Her gün yerini yadırgayan bir eşya gibiydim; en az bir kez "neredeyim ben" sorusunu sordum. Hiçbir zaman çok konuşkan biri değildim zaten ama sen gittiğinden bu yana soru sorulmadığı sürece sesi çıkmayan biri oldum. Şimdi bana artık kimselerle konuşmaya değmezmiş gibi geliyor. Her gün herkesin yoluna nasıl devam edebildiğine şaştım. Yolumu kaybettiğimden olacak, hatırlasana "yolum sendin". Her gün yedek bir t-shirt bile almadan otobüse atlayıp başka coğrafyalarda yitip gitmek istedim. Henüz yapamadım. Her gün hayatımdaki hataları hafızamdan silmeye çalışırken bir silgi gibi tükendim. Her gün parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmandan ölesiye korktum. Her günüm hayatlarının belli bir bölümünü birlikte geçirmiş iki insanın gün gelip de hakikaten birbirinden ayrılabileceğini inkar etmekle geçti. İnsanların ayrılınca değil, yeniden kavuşma umutları yitince yıkılacağını öğrendim. İşte o gün hayat son zerresine kadar kocaman bir can sıkıntısına dönüştü. Beni o sonbaharda bir tek sen terk edip gitmiştin ama sanki iki bin beş yüz kişi terk edip gitmiş gibi bir acı oturmuştu göğsümün üstüne. Nefessiz kalmıştım. Kötü bir hastalığa yakalandığımı ve sadece üç aylık ömrüm kaldığını öğrensem ölüm hoş gelirdi sefalar getirirdi. Bu yüzdendir sen gittiğinden beri her gün sağlıksız gıdalarla beslenmelerim. O günden beri... Yani seni son kez gördüğümden beri Turgut'lar vardı her gün sığınmaya çalıştığım, Edip'ler, Behçet'ler, Oğuz'lar, Özdemir'ler, Mahsuni'ler, Zeki'ler... Hepsi de güvenilir, hepsi de hâlden anlayan abiler. Sen gittiğinden bu yana her gün elim gitti telefona. Her gün ellerimle ittim telefonu. Sesini bir kez daha duyabilmek için ömrümü verebilecekken hayatında başka birinin olduğunu duymak korkusu iliklerime kadar işledi her defasında. Ve bu vesileyle senden bir rica... Bir gün cennetten düşme gülüşünü, kollarının sıcaklığını, o tatlı öpüşünü, sabahlara kadar bıkmadan dinlenecek sohbetini, sevdiğin bir şarkıyı dinletirken yaşadığın heyecanı, uykumu alıp almadığımı dert edinmelerini, sağlığım üzerine titremelerini paylaşacağın bir başkası olursa hayatında ne olur benim bundan haberim olmaması için elinden ne geliyorsa yap. Her gün ama her gün bu düşünce ile bin defa nefesim kesildi. Gerçek olduğunu bilmekle başa çıkamam. "Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna." Çok bilinen bir alıntısında böyle diyor Oğuz Atay. Seçilmiş yalnızlık insanı olgunlaştırır. Senden önce de yalnızdım ama bu yalnızlık benim seçtiğim bir şeydi. O zamanlar gücüme gitmiyordu öyle yaşamak. İtilmiş yalnızlık ise en zoru. Çünkü insanı içten içe çürütüyor. Sen her zaman tepeden bakardın, anlam veremezdin, biliyorum ama bir insan kendi seçtiği yalnızlıktan öyle kolay vazgeçmez. Bir insan yalnızlığa alışmış biri tarafından sevilmişse onu asla kaybetmemeli. Çünkü bir daha onun kadar sevenini bulamaz. 4,5 milyar yaşındaki bir pastanın üstüne dikilmiş iki minik mumduk seninle. Çok kez üflediler bize, ısrarla sönmedik. Sen gittiğinden bu yana nerede birlikte yanan, birbirini ısıtmaya çalışan iki mum görsem nefretle bakıyorum onlara. Bir gün sönmeleri için dua ediyorum. Dedim ya mumların kırılmasını umursamıyorum artık. İyi bir insan olarak tanımlardım kendimi. Öyle miydim, artık emin değilim ama umursamıyorum da. Beni sensiz bıraktığın günden sonra bir kutu edindim; sana dair özel günlerde, doğum günlerinde mesela, alacağım hediyeleri saklayabilmek için. İlkini geçen 5 Şubat'ta aldım. Seveceğini düşündüğüm, gördüğünde gözlerini mutlulukla ışıldatacağına inandığım hediyeler alıyorum senin için. Bir gün onları sana sunabileceğim umudunu hep yüreğimde taşıyacağım. Şarkılar, kitaplar, filmler, şiirler öğretmiyorsa da hayat öyle olduğunu söylüyorsa inanmalı insan. Korkumdan her sarılışımda geri ittiğim o telefon bir kez çalsın diye beklerken öğrendim ki herkesin acısı sevgisi kadarmış. Bendekini her gün defalarca tattım sen gittiğinden beri. Her gün o acıyı en az bir damla gözyaşı ile besledim. Dünyanın merkezi sendin her gün. Sokağa çıkmalıyım belki de artık. Çok uzun süredir görüşmediğim dostlarıma yeni adres bırakmalı, odamı havalandırmalı, etrafa saçılmış kitapları toplayıp rafları düzenlemeli, çocuklara dondurma ısmarlamalı, yarım kalmış şiirleri tamamlamalı... Ahmet Telli öyle yapmış aşk bittiğinde. Peki ama ya aşk hiç biter mi? Şarkıda ne diyordu? Kalır adımızla bir sokak duvarında... Çıralı'dan bir fotoğraf geliyor aklıma, bilirsin sen de. Kalır bir odada bir yastık oyasında... Kalır dilimizde yinelenen bir şarkıda... Buruk bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte... Kalır bir sokakta, bir genel telefonda... Kalır bir pazarda, bir kahve kokusunda... Bir çiçekte, bir deniz kıyısında... Aşk hiç biter mi? Hiçbir şey olmamış gibi boşlukta kaybolup gider mi? Gitmez! Bitmez! Hâl böyleyken o pencereyi açık bırakıp, kitapları toplayıp, dostlara adres bırakıp, çocuklara dondurma alıp hayatıma devam edemiyorum işte. "Olursa seninle olsun isterim, olmazsa da başkasını istemem" demiştim ya, bende yalan yok, başkası için atmaz bu yürek. Öyle bir şeye niyetlendiği vakit kendi ellerimde sökerim yerinden. Seni öyle bir yere sakladım ki kalbimde, öylesine güvendesin ki o yerde, merak etme, hiçbir zarar gelmez sana orada, kimse söküp atamaz... Bir keresinde "keşke bu kadar yara almadan önce ayrılsaydık, 1-2 sene sonra, yaralarımız kabuk bağladıktan sonra yeniden birlikte olur, daha mutlu olurduk" demiştin. O vakitler çok üzülmüştüm bu sözüne. Şimdi, içinde bulunduğum şu ruh halinde, bunun bir gün gelip de gerçek olması ihtimalini düşünmeden edemiyorum. "Bizim hikayemiz böyle yarım kalmamalı" diyorum. Umut fakirin değil, benim ekmeğim artık. Bitmesin diye ufak lokmalar halinde tüketiyorum. Çünkü bir gün seninle yeniden birlikte olma umudu benim her şeyim. Başından ne geçerse geçsin, hayatına kimler girerse girsin, bir gün özlersen, seni sımsıkı sarıp sarmalayacak, eskisinden çok daha fazla ve çok daha doğru sevecek beni özlersen bil ki kollarımı kocaman açmış seni bekliyor olacağım. O gün geldiğinde, ki gelmesini umuyorum, tereddüt içine düşme, ne olur. O gün gelene kadar ben senin için olmak zorunda olup da asla olamadığım kadar doğru ve sorumluluk sahibi biri olmak için elimden geleni yapacağım. Unutmadığını düşünüyorum, Ayten Alpman'ın olsa da bizim hep Cem Adrian'dan dinlediğimiz ve benim sürekli senin kulağına fısıldadığım şu şarkının sözleriyle yâd et hep beni. Geldiğin gün yine bunu fısıldayacağım kulağına: "Bir akşam gözünde aşk tüterse, geçmiş günler aklından geçerse, kalbin bomboş ümitler biterse, sen üzülme ben varım. Neler geçti kim bilir başından Sevgi umdun hep başkalarından Ağlama gidenlerin ardından o giderse ben varım. Zaman durdu sanki beklerken seni Ben bir tek sevgiye bağladım kalbimi. Ayrılmam istersen hiç yanından Çağırsan gelirim çok uzaklardan Eskiden korkardım yalnızlıktan korkmam artık sen varsın."
6 notes
·
View notes
Text
Rüya
youtube
Buradayım. Ama burada olmaya devam edebilir miyim? Buraya ait miyim? Aşina bir ses, yüz cevaplamama yardımcı olabilirdi. Bakınıyorum.
Bir isim okunuyor. Bu ismi biliyorum. Fakat ismi bilmem yeterli mi diye endişe ediyorum. Ya yalnızca bir tesadüfse?
İçeri giriyor, bu yüzü tanıyorum. Yüzünün beyazlığı içime yayılıyor, rahatlıyorum.
Arkadaşlarıyla konuşmaya başlıyor. Bıçaklanmış bir perde gibi yırtılıyor kalbimi örten huzur. İsmi, sesi, yüzü o ama konuşması, hareketleri? Aklım karışıyor: O mu değil mi? Tanıdık bir kıpırtı görmek için dikkat kesiliyorum.
Yok.
Yok.
…
Bir yabancı bana selam veriyor.
***
youtube
Ara sokakta kulağıma eğilip bir şeyler söylüyor. Bir fısıltı. Söz değil. Anlamıyorum. Geri çekilip vereceğim tepkiyi bekliyor. “Anlamadım tekrar söyler misin?” diye soruyorum. Anlayışla yeniden eğiliyor. Boyu neredeyse yarılandı. Kulağımda bu sefer dolgun bir ses… ama yine söz değil. Nasıl olur da bu kadar yakından konuşmasına rağmen onu anlayamıyorum? Sanki kulağıma eğilmiyor da kafasını suyun içine sokuyor gibi. Su içinde olan ben olsam, suyun kenarında konuşan o olsa duyabilirdim onu, en derinde bile olsam. Fakat ben dışarıdayım, o ise boğulurcasına konuşuyor.
Yanımda, biliyorum ama konuşurken onu göremiyorum. Niçin karşıma geçip konuşmuyor? Yüzünü bile görmeden, birini nasıl anlayabilirsin ki? Başını gözümün önüne eğiyor. Suratında merak. Mahcup, anlamadım, diyorum. Tebessüm ediyor. Ellerini sol omuzumun üzerinde birleştiriyor. Bir elipsin içinde kalıyorum. Sağ yanımda bacağını iki yana açmış, ayaklarını yere tam basıyor. Kaçış yok, kuşatma altındayım, bu kez onu anlamalıyım. Kulağıma baktığını hissediyorum. Odaklanıp tam boşluğa bağırıyor. Nefesinin kulağıma doluşundan anlıyorum. Coşku dolu, güçlü bir ses. Bir dağa karşı haykırılmış gibi. Ama ne sesin kendisinden ne de yankısından anlamlı bir söz çıkaramıyorum. Karşıma geçmiş bekliyor. Artık anlamamamın imkânsız olduğunu düşünse de şaşkın bir şüphesi de var. Şüphe aslında şaşkın değil, haklı şüphe! Şaşkın olan benim. O ise heyecanlı. Bu kadar hevesli olduğuna göre muhakkak iyi bir şey söylemiş olmalı. Onu kırmak istemiyorum. Anlamış gibi gülümsüyorum. Gergin omuzları aşağı süzülüyor, gülümsüyor.
İdare eder mi? Tebessümlerim?
***
youtube
“İyi misin?”
“Evet, iyiyim.”
“Duyduğum bu ama gördüğüm başka. Seni üzen bir şey var.”
“İyiyim, yani üzgün hissetmiyorum. Hem üzgün olsam ağlardım değil mi? Ben ağlayamıyorum.”
“İzin verirsen bakabilir miyim?”
“…”
T, onun sol gözüne yavaşça dokundu. Göz kapağını yukarıya, başparmağının altındaki derisini aşağıya doğru kibarca gerdirerek gözünü daha da açtı. Sanki gözüne kaçıp onu rahatsız eden neyse üfleyip gönderecekmiş gibi anaç ve kendinden emindi. Huzur veren bir sükûnet yayılıyordu ondan. Sanki koklanabilir bir şeymiş gibi sakinliği, M’yi her nefes alışında yatıştırıyordu.
Narin parmaklarıyla açtığı gözün dikkatlice içine baktı T. M’nin gözünden yansıyanlara. Onun anılarıydı gördüğü, kişisel bir günlük gibi bembeyaz bir sayfanın üzerine yazılmış. Art arda sıralı bir sürü harf; kimi anlamlı kelime ve cümleler oluşturan, kimisi hiçbir şey ifade etmeyen. Yukarıdan aşağıya doğru kaydırmaya başladı T harfleri. “Şişhanede Bir Gün”ün ardından gelen birçok random harften sonra bold bir başlık takıldı gözüne. Burada bir şeyler vardı belli ki. Harfleri kabartan, karartan onları. Buna bakmamız gerek, diyerek anlamsız başlığın üzerine dokundu ve dokunuşuyla çok az harfin bulunduğu yeni bir yüzey açıldı M’nin gözünde.
“Burada anlatamadığın şeyler var. Baksana sayfa bomboş kalmış,” dedi. M’nin, kendisine merakla bakan sağ gözünü görünce, söze dönüştürecek kadar farkında olmadığı hüzünlerinin olduğunu anladı arkadaşının. Gülümseyerek teskin etti onu. Sorgulayan, şaşkın ifadesine karşılık: “Merak etme, senin bir şey söylemene gerek yok. Ben şimdi çözeceğim,” dedi ve göz pınarına işaret parmağıyla bir iki saniye bastırdı. Basınçla birlikte gözündeki beyazlığa bir harf düştü. Düzgün biçimli ama kendisinden öncekiyle beraber bir anlam oluşturmayan ince bir harfti. Bir daha bastırdı, yine sıska bir harf düştü. Düşmeyi bekleyen birçok harfin sabırsız telaşını parmağının altında hissetti T ve M’nin göz pınarına çok kısa aralıklarla art arda basmaya başladı. Harfler patır patır birbiri ardınca düşüyordu, nadiren bir kelime oluşuyor, uyumsuz harfler yan yana diziliyordu. Yine de sorun değildi, hepsi inceydi; kendi içinde cevabını bulduğu, bağımsız, barışık harfleri… Başlığı kabartan sebebi bekleyerek sabırla basmaya devam etti T. Aniden düşen kalın bir harfle içi cız etti. Onu rahatlatmak için basmaya devam etti. Görünür kılmak duyulur kılmaktan daha kesin bir çözümdü, biliyordu. Bastıkça harf kendini yineledi kalın kara z’ler düştü beyaz yüzeye. Sonra yine inceldiler.
Ne ki bu z, diye düşündü M. Fakat sorusunun cevabına denk gelemedi. Anlam olarak tam karşılığını bulamasa da derdinin biçimlenmesi onu rahatlatmıştı.
T gözüne üfleyip “Geçti,” dedi.
Minnetle gülümsedi M.
youtube
4 notes
·
View notes
Text
Aynalar manzarayı çoğaltır
Artık meşhur oldu ya gerçi. Yine de başlarken altını tekrardan bir çizelim: Newtoncu fizikten Kuantuma geçiş, belirli nedenler/sonuçlardan, gözlemcinin de gözleneni etkilediği (en azından bir iddia olarak) bir alana geçiştir. ‘Çift Yarık Deneyi’ni[1] duymuşsunuzdur. Dalga gibi davranan elektron taneciklerinin gözlemlenmeleriyle birlikte davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Bu deneyin öğrettiği şeylerden birisi de; maddenin, en azından atomaltı düzeyde, o kadar da deterministçe/tekdüze hareket etmediğidir. Yani, fiziksel şartlar aynı olduğunda bile, gözlemcinin nazarıyla eylemin şekli değişebilmektedir.
Gözleyen sadece gözlemlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? (Nazara inanmayanları sarsan bir soru.) Esas müşkül burada yatmaktadır. Fizikçi değilim, fazla malumat veremeyeceğim, ama ‘olasılık hesapları’ dediğimiz şey Kuantumculuğun bu tarafına bakıyor biraz. Yani biz ihtimallere kafa yorarak taneciğin orada tam olarak ne yaptığını, neyi yapmadığını veya ‘neleri birlikte yaptığını’ anlamaya çalışıyoruz. Çünkü, deney izlenince görülecektir ki, tanecik aynı anda hem hepsini yapmakta hem de hiçbirisini yapmamaktadır. Yarıklara giderken tanecik olan tanecik yarıklardan geçerken adeta potansiyeller dalgasına dönüşmektedir.
Kuantum fiziğin sonu değil. Belki ileride çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Belki Kuantumun da bazı şeyleri eksik/yanlış söylüyor olduğunu farkedeceğiz o zaman. Ancak yine de bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sanıldığı kadar kesif olmadığını gösteriyor. Demek: Neden-sonuç ilişkileri de sanıldığı kadar sarsılmaz değil. Yani: Bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Hem arızî olan vücudu anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum’un karşısında varlığımın ne denli ‘rüzgâr önünde yaprak’ bir varlık olduğunu kavrıyorum. Tabii yine de aklımızda tutalım: Bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, ‘tam’ı, hakikate daha yakın manaları anlamamıza yardımcı olabilir.
Aslında olasılık hesapları bilmediğimiz şeyler değil. Hatta, bırakınız matematiği, edebiyatta bile malumumuz birşeydir ihtimaller. Örneğin: Bazen tek cümle bir dalga hareketi yapabiliyor. Her duyanda farklı bir tesir uyandırabiliyor. Bazen aynı kelime, aynı cümle, muhatabın dünyasına göre farklı etkilerde bulunuyor. (Kompozisyon ödevlerindeki çeşitlilikten hatırlarız.) Farklı karşılıklar buluyor. Hatta söyleyenin zekavetine bağlı olarak belagatın da şiddeti artıyor. Aynı cümleyi duyan birçok insan, ihtisas alanlarına göre, cümlenin içinden hakikat devşirebiliyorlar.
Elbette insanî olanın özgü sınırları var. Bir insan tek cümlede kaç mana murad edebilir? Bir, iki, üç… “Oku oğlum baban gibi eşek olma!” derken virgülün yerine göre yaşanan anlam kaymasını veya eşsesli kelimelerle yapılabilen sanatları biliyoruz. Fakat insanın ağzından çıkan yine de insanîdir. Sınırlıdır. Vahy-i ilahîye yetişemez. Esmasında sınır bulunmayan Allah bir kelamında kaç mana murad edebilir?
Cevabını aradığımızda 12. Lem’a bir yönünü gösterir bize. 33. Söz’ün 19. Penceresi ise diğer bir vechini. İkisi de aynı ifadenin tefsiridir. Fakat birisi afakî/dışsal bir ‘yedi sema’ anlatımında bulunur, diğeri bir varlığın katlarını açar gibi daha enfüsî/içsel bir daireye yönelir. Ancak her ikisinde de Bediüzzaman “Yedi sema ancak bu manalardan ibarettir!” inhisarında bulunmaz: “Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz’î mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden herkes rızkını bulur.”
Demek, isimlerine sınır koyulamayan Allah’ın murad ettiği mana sayısı, rızkını arayan mahlukatın sayısıncadır, hatta sonsuzdur. Zâhiri manası genel-geçer, ilk murad olunan, çerçeveyi belirleyen olmakla birlikte; rızkını arayanın nazarı, ihtiyacı ve ihtisası sayısınca da Kur’an bizimle konuşmaya devam eder. Daha özel bir dairede konuşmadır bu. Daha hususidir. Evet. Doğru. Lafzen nüzul bitmiştir. Fakat manaca keşfimiz sürmektedir. Gözlemcilerin değişimi gözlenenin sonsuzluğunu ortaya çıkarır. Aynalar mekanı çoğaltır. Bakış açıları fotoğraflamalarla anları zenginleştirir. Ve biraz da bu yüzden zaman eskirken Kur’an gençleşir. Çünkü Kur’an, zaman ötesi bir makamdan, ezelden gelmiş bir kelamdır.
İlginçtir. Bediüzzaman, kendisine ebced/cifir veya Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde ifade ettiği işarat-ı Kur’aniye meselelerinde itiraz edenlere de Kur’an’ın bu küllî nazarını vurgulayarak cevap verir:
“Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz’î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.”
Yani, ebced/cifir meselesinde veya işarat-ı Kur’aniye mevzuunda yapılan itirazlarla aslında söylenmek istenen, Kur’an’da belirli birilerinin işareten kastedilmediği değil, Cenab-ı Hakkın bütün zamanlara uzanır kasıtlarının, hâşâ, olamayacağıdır. Bu yönlü itirazların arkaplanındaki temel arıza buradadır. Bu tasavvur daralmasındadır. Halbuki “Gayb’ın anahtarları Allah’ın katındadır. Onu yalnız O bilir. Mutlaka Onun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır…” buyuran En’am sûresi, aslında Cenab-ı Hakkın nasıl bir ‘manzar-ı âlâ’dan ve nasıl bütün mahlukatın geçmiş/gelecek bilgisini kuşatarak kelam ettiğinin de delilidir. Yeter ki bu manalara dair tefekkürler, bir usûlle, elbette ehl-ü sünnet ve’l-cemaatin usûlüyle geliştiriliyor olsun. Onlara bağlı kalsın. Sınırlarını aşmasın.
Ben şimdi, tam da bu noktada, derslerinde Kuantumu pek seven, Batı kaynaklarında duyduğu her bilginin âşığı, ama İmam Buharî rahmetullahi aleyhe dahi güvenmez Mustafa İslamoğlu ve benzerlerine birşey sormak istiyorum: Allah bir ayetiyle kaç manayı birden murad edebilir?
Buna nasıl bir sınır çizebildiğinizi cidden merak ediyorum. Çünkü öyle bir rahatlığınız var ki bu konuda, değil mana-i sarihî yönüyle, mana-i işarî yönüyle yapılmış her arayışı sapkınlıkla suçlayabiliyorsunuz. Kur’an’ın hakikati gösterir parmaklarının sayısını kendi parmağınız kadar daraltabiliyorsunuz. Ya ‘mana-i sarihî’ ile ‘mana-i işarî’yi ayıramıyorsunuz yahut da Allah’ı, tek cümlede ancak bir manayı murad edebilir (o da mutlaka sizin anladığınız olmak zorunda), hâşâ, bütün zamanlara/fertlere kuşatıcı kelam edemez gibi bir sınırlılıkta tasavvur ediyorsunuz.
Ortası yok gibi geliyor bana. Zira kelam-ı İlahî’de, hem de gayet de makul manalarla, kendi zamanına işaretler bulunabileceğini; bunun Kur’an’ın hem ihbarat-ı gaybiyesine, hem ezel külliyetinin şanına yakışır olduğunu söyleyen bir âlimi, “Kur’an’da öyle birşey yoktur!” der gibi bir üslupla, hatta “Ayet benim için indi!” demiş gibi yalanlayabiliyorsunuz? Yalanlamak yetmiyor bir de sapkınlıkla suçluyorsunuz. Ayıp değil mi?
Allah azze ve celle, bir kelamda kaç mana, kaç kişi, kaç zaman işaret ettiğini/edebileceğini size mi danışıyor kuzum? Size mi danışıyor ki, bu kadar rahat “Yoktur!” diyebiliyorsunuz? Hem nedir öyle Kuantumdan dem vurup vurup Kur’an okurken Newton’a dahi rahmet söyletmek? Varlıktaki hikmetine ne ara tahdit koyabildiniz ki, kelamındaki kastına aklınızca tahditler koyabiliyorsunuz? Gittiğiniz yolun tehlikesinin farkında bile değilsiniz. Bu yol, öyle tekfire koşan bir yol ki, yakında değil işarî manayı, sarih manayı sizin gibi yorumlamayanları bile reddedeceksiniz. Belki ediyorsunuz da! Siz ne konuşursanız konuşun. Bizim yolumuz ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yoludur. Kur’an’ı anlayışımız da şöyledir: “Lâfzı tazammun eder pek vâsi ihtimâlât, hem vücuh-u kesire ki, herbiri nazar-ı belâğatte müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşrii lâyık görüyor anı.”
[1] Faydalı bir kısa bilgi için: http://www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3w
1 note
·
View note
Text
Kabus
Uyandı. Saat sabaha karşı dörde geliyordu. Hava zifiri karanlıktı. Doğrulup yatağının yanındaki pencereden dışarı baktı. Dolunay parıldıyordu. Kalkıp odasının balkonuna çıkmayı istedi, sigara içecekti. Yataktan kalkamadı.
Tavanı izliyordu, ne kadar zamandır bunu yaptığını merak etti ki aynı saniyede merakı bir kibrit alevi gibi sönüp gitti. Doğruldu. Komodinin üzerindeki sigarasını alıp balkona çıktı. Kendi kendine konuşmaya başladı, çocukluğundan beri ne zaman gece uykusundan uyansa bunu yapardı.
“Sadece kendimle savaşıyorum, bunun hiç anlamı yok. Bir his bu kadar uzun süre hissedilmemeli. Bu soğuk his ruhumu öylesine dondurmuş ki artık nereye dokunsam sıcak, hatta alev sanki. Yakıyor tenimi, etimi. Gözümü karartıp sarılmaya çalışsam da yapamıyorum. Yakıyor göğsümü, yüzümü. Kimseye sarılamıyorum. Hep beceriksiz oldum yardım istemekte. Hatta saldırdım yardım etmeye yeltenene, pişman ettim. Kendi ellerimle yalnız bıraktım kendimi. Şimdi tutup da yalnızlıktan şikayet edemem. Ben inşa ettim bu yalnızlık kalesini. Ben mühürledim kapılarını, hatta yetmedi; yıktım bütün kapıları, duvar ördüm yerlerine. Yedi kat sur döşedim etrafına. Öyle sıkı döşedim ki taşları; bırak bir insanı, gün ışığı bile giremedi içeriye. Kendi karanlığıma hapsoldum. Hayır, şikayet etmeyeceğim. Bunu ben istedim.”
Bu cümleler ağzından sigara dumanıyla karışık döküldü. Yetmedi, içindekini kusamadı, bir sigara daha yakıp konuşmaya başladı.
“Mutsuzluktaki azmimi başka hiçbir şeyde göstermedim bu hayatta. Benim tercihimdi. Baştan başlama şansım olsa yine aynı hayatı yaşardım. Bazı ruhlar böyle doğar, benim için başka yol yoktu, hala yok. Mutsuzluk besliyor ruhumu, acıdan ve öfkeden güç alıyorum. Hayır hayır, bir başkasının acısından bahsetmiyorum, benim içimdeki acıdan ve öfkeden bahsediyorum. Yumruklarımı sıkıp beklemekten bahsediyorum. Hep böyle yaşadım bu hayatı. Bazısı elleri ceplerinde, avare avare geçer bu hayattan; bense bir saniye olsun açmadım yumruklarımı. Sevmedim değil, sevdim elbette. Bir kızı çok sevdim, ancak ruhumdaki karanlık onu benden kopardı. O’na kalsa kendini de karartırdı benimle, ama karanlığım onu almadı, kustu ve duvar ördü. Dışarıda bıraktı. Bazen farklı olmasını ister miydim diye düşünüyorum ancak cevap bulamıyorum. Bu soru karşısında ruhum ikiye ayrılıp iki zıt şey söylüyor. Bir tarafım onunla mutlu bir hayat yaşayabilme ihtimalinin varlığını savunurken; öteki, böylesinin daha iyi olduğunu savunuyor. Biri mutluluğumu küçük bir kadının parmaklarının arasında bulabileceğime inanırken, öteki karanlığımın ne kadar güçlü olduğunu hatırlatıyor. Ben ise bu iki güçlü savunma karşısında çaresiz kalıyorum. Hiçbir şey yapmamaya devam ediyorum. Kayboluyorum.”
Konuşmaya dalmış olacak ki sigarasını içmeyi unutmuş. Bir tane daha yaktı ancak bu kez konuşmadı. Aynı sinirli yüz ifadesiyle, çatık kaşları ve sıktığı dişleriyle sigarasını içti, bitirdi, söndürdü. Tekrar yatağına döndü. Ağzı kupkuruydu, umursamadı. Birazdan uykuya dalacağını, kabus göreceğini, korkarak hatta sıçrayarak uyanacağını biliyordu. Buna alışmıştı. Kabullendi ve biraz olsun dinlenebilmek amacıyla uykuya kapadı gözlerini.
Yarım saat olmamıştı ki kabusla uyandı. Geri uyudu. Sonra bir daha aynısı oldu, ve bir daha, ve bir daha. Her gece olduğu gibi uyanana dek kabuslar devam etti.
Alarm sesiyle uyandı, en kalın maskesini taktı yüzüne ve güne başladı.
1 note
·
View note
Text
SİL BAŞTAN
HİKAYE_BÖLÜM :1
Yıllar önce olan, hala aklıma geldikçe zihnimi darmaduman eden o anıları benden teker teker anlatmamı istediler. İstediler ama bir şeyi gözlerinden kaçırmışlardı o zamanları kelimelerle ifade ettikçe o cümleler kalbimi parçalayıp delecekti. Çok uzun bir sure anlatmakla anlatmamak arasında kararsız kaldım ve saatlerce düşünmeye başladım .Bir an içimden bir ses tüm acılara rağmen bunu yapmalısın dedi ve elimin telefona gitmesiyle
_teklifinizi kabul ediyorum , yarın sizi evimde bekliyorum
demem bir oldu .
Ertesi gün kuşluk vakti kapım çalındı. Kapıyı açtığımda hikayemi merakla dinlemek için gelmiş gözlerinden ışık parlayan dört tane genç kız duruyordu karşımda. Onları içeriye buyur ettikten sonra ben meşe ağacından yapılmış o büyük kitaplığın köşesinde bulunan tekli koltukta otururken dört genç kızda papatyaların olduğu bahçeye bakan pencerenin yanındaki dörtlü koltukta oturuyorlardı. Tanışma faslına geçmiştik bana İstanbul üniversitesinde okuduklarını , çıkardıkları Mücadele dergisinde bu ay ki konuklarının ben olmamı istediklerini anlattılar ve devamında eğer hocalarının yazdıkları makalenin konusunu beğenirse bu hikayeyi kitaba dönüştürmek için bütün maddi manevi desteği vereceğini söylediğini bildirdiler.Daha sonra içlerinden esmer tenli biraz haşin bakışlı olan kız istediklerinin maddiyat olmadığı anlatmak istercesine , Hale Hanim bizim asıl istediğimiz sizin hayat hikayenizi milyonlara ulaştırmak ve bizim gibi daha yolun çok başında olan genç kızların hayatını bir nebze de olsa ışık olmak dedi.
Sanki bu kelime kalbime dokunmuştu. Ve anlatmam gerektiğine gerçekten inandım. Biraz duraksayıp bir kaç yudum çayımdan içtikten sonra, sessizce Allah'ım sen bizi utandırma deyip başladım.
Sanki her şeyin başladığı o anlardı . Ailemi gözümün görmediği ;aklımın , kalbimin etkisinde olup boş bir hayalin peşinden koşmaya kesin karar verdiğim o aksam .
Bütün gücümle babama bağırıyordum ' artık yetişkin biri olduğumu her istediğini yaptırdığı dünkü çocuk olmadığımı tekrarlıyordum.
Annem olacakları anladığından olsa gerek her cümlesinde tamam kızım sakinleş yavrum diyordu. Ben ise isteseniz de istemeseniz de ben o adamla evleneceğim diye bağırmaya devam ediyordum ben devam ettikçe babamda benden hiç geri kalmadan bana kızmaya devam ediyordu .Bağrışmaların ardından saatler geçmiş ben ve babam biraz da olsa sakinleşmiştik , kimsenin dudakları kıpırdamıyordu , sürekli gıcırdayan kapı bile bugün yerini sukuta teslim etmişti . Bu sessizliği bozacak olan yine ben olacaktım tüm cesaretimi topladım ve baba dedim , son kez de olsa merhamet bekler gibi .Sesime karşılık yanıt yoktu ,duvara toslayan ses dalgalarımı gördükçe ,beslediğim son merhamet beklentimi de toprağa gömmeye karar vermiştim artık.
Ağlamaklı olan sesimi düzeltip konuşmaya başladım ' yarın nikahım var , ben evleniyorum buraya bunları söylemek için gelmiştim ama biraz zor oldu . Eğer kızınıza karşı biraz sevgi besliyorsanız gelirsiniz nikaha ama sevgi yerine gururunuz ağır basarsa bu son görüşmemiz olur .
dedim ve kapının kulpuna son dokunuşum oldu akşam.
Özenle beslenip büyütülen bir çiçek daha kopartılmıştı topraktan , solmak üzere atılmıştı sokaklara .Şimdi tüm bu olanların tek sorumlusu kim ; tüm asiliğime ve yanlış adamı seçmiş olan ben miydim yoksa sevgisini göstermekten her zaman kaçan babam miydi. Babam sevgisini göstermemiş olabilirdi ben illa o sevgiyi sokakta mi aramalıydım. Evlendikten bir kaç ay sonra beynimi en çok kemiren sorulardan biri olmuştur bu soru . Şimdi neredeyse her gittiğim seminerde söylüyorum babalara , kızınızı sevin kucaklayıp öpün onu sevginize aç bırakmayın diye .
Nikahımız kıyılmış biz Toprak'la evlenmiştik .Nikahtan bir kaç saat sonra telefon geldi annemden
.Sürekli ağlıyor ve telefonda ne dediği belli olmuyordu kız kardeşim aldı telefonu eline ve nefret kusarcasına ' senin yüzünden babam kalp krizi geçirdi , hastaneye kaldırdık .Şimdi mutlu musun ha söyle sene , o her şeyi feda ettiğin adamla mutlu musun söyle sene
Gözlerimden boncuk boncuk yaşlar boşalıyordu ,yutkunmakta güçlük çekiyordum bu kadar sözün arkasına sadece hangi hastane desiniz diyebildim .
Hastaneye geldiğimizde annem yere otura kalmış bir şekilde kafasını ellerinin arasına saklamış ağlıyordu. Bir kaç dakika sonra doktor çıktı hasta odasından , gözlerini kaçırır ne diyeceğini bilemeyen ifadesi ile bir kaç dakika sessiz kaldı ve sonrasında hepimizin hayatına malolacak o cümlenin kelimelerini döktü ağzından
-Hastayı kaybettik...
Bölüm 1 SON Devam Edecek...
5 notes
·
View notes