Tumgik
#çok da yapıyorlar böyle
cokuntu · 1 year
Text
bugün gratiste bi kadın bir şeyler (ç)almış çıkmış alarm çalınca geri içeri girmiş bırakmış yarabandı falan almış oradakiler de ilk başta İranlı sanmış kadını
1 note · View note
nevzatboyraz44 · 3 months
Text
Suriyeliler bizim neyimiz olur?
Kör parmağım gözüne menfur bir provokasyon radikal bir biçimde ‘içyüzümüzü’ görmemizi sağladı dersek hiç de abartmış olmayız.
Ne acıdır ki böyle bir netice doğurdu mezkûr iç savaş provası…
Bundan sonrasında yazacaklarıma burun kıvıracak olanlar kadar, bütünüyle karşı çıkanlar da olacaktır. Hatta sosyal medyadaki meşhur tabirle “linç” yemem işten bile değil.
Lakin bu böyledir diye bir kalem erbabı olarak şahitlikten kaçacak değilim.
Bunu, inancıma ve şahsiyetime karşı bir vazife addediyorum.
Yanılgıya düşmüş iyi niyetli insanların kanaatlerinde müspet bir değişime vesile olmak, bu yazının hedefine varması için yeterlidir.
Evet, gelelim “içyüzümüze” dair gördüğümüz yakıcı gerçeklere…
Suriyelilerle ilgili yapılan dezenformasyon ve antipropaganda öyle boyutlara varmış ki, çok makul ve aklı başında diye nitelenebilecek insanlar bile bu propagandanın etkisi altına girmiş durumdalar.
Yakından tanıdığım ve samimiyetinden şüphe etmediğim bir arkadaşın “Artık gitmeliler” demesi üzerine farkına vardım bu gerçeğin.
“Sana ne zararı var Suriyelilerin?” diye soracak oldum.
Önce durdu ve sonra kem kümler eşliğinde “işlenen suçlar”, “yük oluyorlar”, “yerlilerin iş bulması zorlaştı” gibi aslı astarı olmayan birtakım gerekçeler ileri sürdü.
Peki, bu gerekten böyle mi?
Tabii ki hayır!
Şaşırdınız mı bu cevaba?...
Öyleyse istatistiki veriler ve piyasa gerçekleri ışığında anlatayım izninizle…  
Suriyeli mültecilerin suç işleme oranları, Türkiye’de ülkenin yerli nüfusuna kıyasla çok daha düşük. Öyle ki bu, Türkiye’nin uluslararası karşılaştırmalardaki oranını bile aşağıya çekiyor.
Yani Suriyelilerin ‘bir suç makinası’ gibi takdim edilmesi insafsızlıktan öte bir şey…
“Suriyeliler hastanede sıra beklemiyorlar, seçimlerde oy kullanıyorlar, vergi vermiyorlar, üniversitelere sınavsız giriyorlar” gibi külliyen yalan olan uydurmalar bir yana başta sağlık giderleri olmak üzere göçmenlere yapılan yardım ve desteklerin önemli bir kısmı Avrupa Birliği Sivil Koruma ve İnsani Yardım Ofisi (ECHO) tarafından sağlandığı için ‘yük oluyorlar’ iddiası da mesnetsiz...
Bu, Türkiye’nin bu insanlara destek ve yardım yapmadığı anlamına elbette ki gelmiyor lakin iddia edildiği gibi bir durum da kesinlikle söz konusu değildir.
İş bulma meselesine gelince.
Hakikat şu ki Suriyeliler, çoğunlukla yerli halkın yapmaya tenezzül etmedikleri işleri çok daha ucuz bir bedelle yapıyorlar.
Bir iş adamının bu yöndeki tanıklığı aynen şöyle:
“Pandemiyle başlayan ve savaşla devam eden kriz sürecinde eğer Suriyeliler olmasaydı tekstil sektörü batardı…”
Bununla birlikte şöyle bir husus daha var;
Türkiye’de gerek zorunlu eğitim nedeniyle ve gerekse de beğenmeme nedeniyle ‘çıraklık’ ve ‘kalfalık’ alanında zannedilenden çok daha fazla bir gerileme yaşandı.
Özellikle de zanaat erbabı yok olma aşamasında.
Suriyeliler bu alana da canlılık kazandırarak önemli bir boşluğu dolduruyorlar.
Bütün bunlara, zengin Suriyelilerin öz kaynaklarını Türkiye’ye aktararak sıkıntılı süreçlerde ‘sıcak para’ girişi sağladıkları gerçeğini de eklediğimizde, şikâyet edilen hususların dedikodudan öte bir anlam taşımadığı ortaya çıkıyor.
Bu husustaki en büyük sorunumuz, ırkçılar ve bunlardan etkilenen insanların gösterdikleri haksız reaksiyondur maalesef.
Mütedeyyin insanların bile aynı anafora düştüğü bu zorlu süreçte;
“En zor günlerinde Suriyeli muhacirlere ensar olmanın onurunu göğsümüzde bir şeref madalyası olarak iftiharla taşıyacağız. Buna gölge düşürecek, 13 yıldır ülkemizin şefkat şemsiyesi altında olan mazlumları sıkıntıya sokacak hiçbir eyleme girişmeyiz.” diyen Erdoğan’dan başka, bu mazlum halkı savunan neredeyse hiç kimse kalmadı…
Şaka yapmıyorum, başta Göç İdaresi olmak üzere birçok kurum ve bürokrasinin kahir ekseriyeti, bu faşist terörün etkisinde ve zulme varacak her türlü zorluğu dayatmada tereddüt göstermiyorlar. 
Netice itibarıyla, gelişmeler bu hızla devam ederse masum çocukların bile maruz kaldığı travmatik hadiseler bizi sadece insaniyet sınavında değil, maddi anlamda da kaybedeceğimiz bir noktaya taşıyacaktır.   
Şu bir gerçek ki gazetemizin genel yayın yönetmeni Merve Şebnem Oruç Hanımefendi’nin de sıklıkla ifade ettiği gibi; “Nasıl başlarsa başlasın, her zaman nasıl bittiğiyle hatırlanırsın!”
Diriliş Postası
Yazar : Nihat NASIR 08.07.2024 08:04
43 notes · View notes
ikiodabirkafa · 4 months
Text
Hastanın salağı gerçekten çok yoruyor. Glaukom damlalarını gözü kuruduğu için günde beş kere damlatanı mı dersin, hastalık sanki başkasınınmış gibi şekeri tavan gezip sonra sonuçlarını beğenmeyip bana kızanı mı dersin…
Bugün bi hasta sevk ile bize gelmiş anjiyo için, daha önce biz bir kere görmemişiz yani geçmişi hakkında hiçbir fikrim yok. Bana diyor ki şu ilacı alerji yaptı diye 3 haftadır damlatmıyorum… E düdük makarnası ben bu ilacı değiştireyim değiştirmesine de senin kendi göz doktorun var, iki hafta önce onun yanındaymışsın ki sevk vermiş bize gelmişsin. Ona söylesene bu şikayetini? Ona niye sormadın diyorum, konusu açılmadı diyor şasdjfa Tamam diğer doktorun da hatası var burada, compliance sıkıntısı olan hastalarda sıkboğaz etmek gerekiyor ilaç kullanımı düzenli mi diye ama kafana göre ilacı bırakıp reaksiyon gösterdiğinde doktora gitmezsen doktor ne kadar yardımcı olabilir ki? Ki ilacın da bilinen yan etkisinden başka bir şey söylemedi, damlattıktan sonra üç dakika gözü yanıyormuş sonra geçiyormuş. Gayet normal aslında.
Bir hastanın da gelini ile kavga ettik dün adşsfişads Kayınpederinin gözüne girecek ya… Adamda dAMD son safhada, deneysel birkaç tedavi (ki her yerde ve her hastaya da uygulanan yaygınlaşmış bir durumda değil henüz, hence “deneysel”) dışında artık yapılabilecek bir şeyin olmadığı noktada. Neymiş bizim bakımımız altında adamın görmesi gittikçe azalmış. Ya sabır diyip gelini bırakıp adama anlattım usulca. Adam da “e ben bunları zaten biliyorum” dedi asşdfkasşasdjfş Kadının yüzüne bakmadan hastayı muayene edip devam ettim ama aynadan gördüğüm kadarıyla kıpkırmızı kesilmişti.
Ha bazen hastalar kontrole geliyor, belki üçüncü kontrolü belki dördüncü, hastalığı hakkında en ufak bir fikri yok. Kullandığı damlaları geçici bir şey sanıyor ya da hastalığı olduğunu bile bilmiyor, koruyucu damla sanıyor damlattığını (ki olayın özünde öyle ama yine de teşhis konulmuş diye damla reçete ediliyor). Kalkıp bir allan kulu açıklamamış ne olup bittiğini. Bu sefer de dönüp asistanlarla kavga ediyorum. Kıdemlilerle şurada iki hafta sonra görüşmem var diye muhabbetini ulu orta açmak istemiyorum ama onlarda da suç var. Teşhisi koymuş tedaviyi vermiş odadan çıkmış. İki dakika ağzını açıp anlatmamış hastaya ne olup bittiğini. Hastaları böyle karanlıkta bırakmak çok büyük hata bence. Ondan sonra olayın ciddiyetini anlamıyorlar, ya da aslında gerekenden daha fazla evham yapıyorlar kör olacaklar diye. Ki göz de öyle bir organ ki hayat kalitesini komple etkiliyor. Evham yapmamak elde değil.
Burada da meslektaşlarım varsa nolur siz de dikkat edin hasta aydınlatma kısmına da. Makina gibi hasta bakmak değil önemli olan. İnsanların kendileriyle ilgili olan biteni anlamaya hakkı var.
32 notes · View notes
sillagen · 7 months
Text
Tumblr media Tumblr media
İstanbul'u gezmeye gittiğimizde hikaye olarak bunu atmıştım. Neyse bunu hatırlayan orta yaş tanıdıklar akıllarına geldikçe bana böyle yapıyorlar ( sol foto ) Böyle tanıdıkların çok olduğu yerde espri yaparsam bazen anlamayıp anneme soruyorlar. Annem "valla ben de çoğu zaman ne demek istiyor anlamıyorum" diyordu :D sonra da tam dengimi yani sizlerin olduğu sitede aktifliği buldum elhamdülillah xjjxjdjx
21 notes · View notes
Text
Tabusuz Karım! (3) (Çetin 52 Y., Adana)
O gece üçümüz birlikte yatmış ve ben sabaha kadar sadece Yeliz'i sikmiştim. Karım ise arada sırada yarağımı ve Yeliz'in amını yalamış, bunun dışında kendisine elletmemişti. Sabah kahvaltıdan sonra ben Yeliz'i evlerine bıraktım. Yeliz arabadan inmeden sordum, "Neden teyzen ne isterse yapıyorsunuz?" dedim. "Boş ver o konuyu! Önemli olan sen benim erkeğimsin artık, ben sana aitim artık! Bundan sonra yaşamımda sadece sen, teyzem ve annem olacak!" dedi. "Annen mi?" dedim. "Evet annem! Neyse, ben iniyorum!" dedi ve dudaklarımdan öptü, indi evine gitti.
Ben geri döndüm, ama aklım karma karışıktı. Şimdi kafamda iki soru vardı cevap isteyen, biri Yeliz'e sorduğum, ikincisi ise karımın Yeliz'i bana sunarken, 'Yetmiyor!' dediği neydi? Eve girdiğimde karım halen yatıyordu. Hiç ses etmedim yanına sokuldum. Uyumak istiyordum, Yeliz iliklerime kadar beni emmiş bitirmişti, hiç karımla sikişecek halim yoktu. Kaç saat uyudum bilmiyorum, karım beni uyandırdı. Gözlerimi açtığımda beni öpüyordu. Bana ilk söylediği söz şu oldu, "Unutma, bu gün ben ne dersem, ne istersem o olacak!" dedi. "Evet, ama kafamda sorular var!" dedim. "Sor bakalım, bizim aramızda soru ve sorun olmamalı!" dedi. "Peki ozaman! Neden herkes sen ne dersen onu yapıyor?" dedim.
"Kocam öldüğünde bana büyük servet bıraktı, telafuz edemeyeceğim miktarda para ve gayrımenkul. Kocamın ölümünden birkaç yıl sonra da eniştem ablamı terkedip gidince, ablam Yeliz'le ortada perişan kaldı. Ben baktım onlara, Yeliz'i ben okuttum. Ve ablamla nerdeyse 10 yıldır, karı koca gibi lezbiyen ilişkisi yaşadık. Bundan 5-6 ay önce, ablamla sevişirken, ben ablamı domaltmış, vibratörle ablamı götten sikerken, Yeliz bizi yakaladı. Yeliz'i karşıma aldım konuştum, (Bak Yeliz, annenin de her kadın gibi cinsel ihtiyaçları var. Bu yaştan sonra annen elin adamlarına muhtaç mı olsun? Hadi ben çocuksuzum, kafama göre bir erkek bulursam evlenirim. Ama annen, sen varsın diye evlenmek istemedi, seni düşündü hep, senin için erkeklerden feragat etti. Biz de olayı bu şekilde çözümledik, bunun için bizi suçlama!) diye ikna ettim.
Bu olaydan sonra bir gün Yeliz benim vücuduma hayran olduğunu, kıskanılacak güzelliğim olduğunu, dokunmak istediğini söyledi. Ben de ona çok tatlı olduğunu söyledim ve dudağına öpücük kondurdum. Daha sonra Yeliz benimle ara sıra öpüşüp, yüzeysel sevişti. Seninle de evleneceğimiz kesinleşince, Yeliz'e söyledim, (Ben çocuk istiyorum, benim yerime sen doğur çocuğu!) dedim, o da kabul etti. Tabii bunun yanısıra, onların parasal tüm ihtiyaçlarını da fazlasıyla karşılıyorum. Bundan dolayı ben ne istersem yapıyorlar!" dedi. "Okey! Şimdi de ikinci soruma yanıt ver: Yetmiyor demiştin, ne yetmiyor?" dedim. "O sorunun cevabını bu gece yaşayacaksın ve göreceksin, birlikte yaşayacağız!" dedi. "Neden şimdi değil?" dedim. "Hayır, akşam kafaları çekelim biraz, dışarı yemeğe gideriz, gelince de yaşarız!" dedi. "Okey!" dedim, ama akşamı zor ettim.
Akşam olduğunda karım, "Geceye başlamaya hazır mısın?" dedi. "Evet!" dedim. "Gel o zaman!" dedi, beni yatak odasına götürüyordu. Kapıda birden durdu ve "Unutma, bu saatten sonra kadınımsın, kadınsın, erkek değilsin, oturduğumuz masada bile kadın gibi davranacaksın bana!" dedi. "Nasıl olacak ki?" dedim. "Sen yaparsın!" dedi ve içeri girdik. Yatağın üstünde, yeni, kullanılmamış harika bir jartiyer takım vardı. "Soyun!" dedi ve bana jartiyeri, tanga külodu elleriyle giydirdi. Ben konuşmuyor, onu izliyordum. Çorapları giydirdi, pantolonumu giydirdi ve üstüme de bir badi giydirdi, "Tamam, sen çık, salona geç, ben geliyorum!" dedi.
Birkaç dakika sonra karım geldi, tam bir erkek gibi giyinmişti. Yoktu böyle birşey, müthiş değişmişti. Bana, "Hadi karıcığım, çıkalım!" dedi ve çıktık. O ne derse yapıyordum, ama gecenin sonunu merak ediyordum. Arabayı ben kullanıyordum, karım kalçalarımı okşuyor, beni bu gece dünyanın en mutlu kadını yapacağını söylüyordu. Ben de ona, "Harikasın erkeğim, kocacığım!" dedikçe, karım beni daha çok arzuluyor, fakat kendini frenliyordu. Sahilde, sakin sessiz bir retoranta geldik, denize sıfırdı. Hava çok güzeldi. Uzak bir yere oturduk, zaten fazla kalabalık değildi. Oturunca ben hemen ayaklarıma baktım, alttan jartiyerin çorabı görünüyor mu diye, neyse ki fazla belli olmuyordu. İçkilerimizi ve yiyeceklerimizi söyledik. Ben şef garsona, biz çağırmadan kimsenin bizi rahatsız etmemesini rica ettim, o da, "Tamam efendim!" dedi ve gitti. Masada ben bir kadın edasıyla, karım da tam bir erkek gibi oturuyordu. İki saat kadar oturduk, yedik içtik. Kaç duble rakı içtik hatırlamıyorum, ama kafalarımız çok iyi oldu. Garsona işaret ederek hesabı istedim. Karım, "Ben ödeyeceğim, benim masamda kadın para ödemez, ödeyemez!" dedi. "Tamam kocacığım!" dedim. Garson hesabı getirdiğinde karım ödedi, kalktık evimize geldik.
Sanırım ben artık karımı çözmüştüm, ne istediğini biliyordum. İçeri girer girmez karıma, "Kocacığım birer duble viski içelim mi?" dedim. Ben kendimi olaya kaptırmıştım, alkolün de etkisi büyüktü bunda. "İyi olur karıcığım!" dedi. Viskileri doldurdum getirdim. Karım oturduğu yerden kalktı ve, "Hadi fahişem, buzumuzu, sodamızı ve çerezimizi de getir, hizmet et kocana!" diyerek yatak odasına gitti. Ne dediyse yaptım, karımı beklemeye başladım. Geldi ve "Unutmadan, nasıl ben sana yapıyorsam, sabah uyandığımızda bana kahve yapacaksın ve yatakta benimle sabah kahvesi içeceksin!" dedi. "Tamam kocacığım!" dedim. "Şimdi git, yatağın üstüne koyduklarımı giy ve gel!" dedi. "Tamam!" dedim. Gittiğimde yatağın üzerinde, içime giydiğim jartiyerin üst kısmı, yani büstüyeri ve kadınların göğüslerini dolgun göstermesi için sütyenlerine koydukları silikondan yapılma iki tane kesecik vardı. Bir de çok kısa, kalçalarıma kadar anca gelen bir gecelik vardı. Onları giyindim. Silikon kesecikleri de büstüyerin içine koydum. Göğüslerim bayağı dolgun olmuştu, aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Ben neler yapıyordum, tam kadın gibi görünüyordum. Ama olsun, neticede karımın karşısına çıkacaktım bu halde.
Salona kapısına gittiğimde, karım beni görünce ayağa kalktı ve uzun bir ıslık çaldı, "Vay kahpe vayy! Sen ne güzel olmuşsun orospu! Dizlerinin üzerine çök ve emekleyerek buraya gel!" dedi ve oturdu koltuğa. Dört ayak emekleyerek önüne kadar gittim. "Fermuarımı aç!" dedi. Önüne diz çöktüm ve yavaş yavaş karımın fermuarını açarken elime bir sertlik geldi. Dayanamadım, karımın pantolonunu indirdim. Olamazdı, belden bağlamalı vibratörü takmıştı yine. "Hadi fahişem, yala yarağımı!" dedi. Yalamaya başladım. Vibratörü yarak yalar gibi yalıyordum. Karım çıldırıyordu, ilk kez bir erkekle böyle birşey yaşadığını, çok mutlu olduğunu söyledi. Ayağa kalktı, beni de kaldırdı ve üzerimdekileri yavaş yavaş soydu.
Sonra, "Dayanamıyorum karıcığım!" diyerek beni domalttı ve göt deliğimi yalamaya başladı. Daha sonra deliğime bolca krem sürdü. Vibratörü de kremledikten sonra, "Kadınım olmaya hazır mısın?" dedi. "Evet kocacığım!" deyince, içime yavaş yavaş girmeye başladı. Hem şaşıyordum kendime, hem de yavaş yavaş hoşuma gidiyordu bu yaptığımız. Karım bu işi iyi biliyordu, canımı fazla yakmadan beni tam iki saat evin her yerinde sikti. Yorulmuştuk, halimiz kalmamıştı. Birlikte banyo yaptık. Banyodan önce karım çıktı. Birkaç dakika sonra da ben çıktım. Askılı bir gecelik yatağın üzerinde duruyordu, "Bunları giy ve bunlarla yanımda yat!" dedi. Dediğini yaptım...
Ertesi sabah karımdan önce uyandım ve sade birer kahve yaptım, karımı uyandırdım. Karım beni gecelikle ve tanga ile görünce çok sevindi. Yanına uzandım ve birlikte kahvelerimizi içtik. Karım bana hep 'Karıcığım!' diyordu. Karımla yaşadıklarım beni mutlu etmişti. Şunu da özellikle belirtmek isterim ki, daha önce götümü hiç kimseye elletmedim! İlk kez olmuştu bu, hem de bir kadının bana sahip olması, beni başka dünyalara götürmüştü. 40 yıl düşünsem, karımın bu kadar uçuk seks yapacağı aklımın ucundan geçmezdi.
Saat 13:00 gibi yataktan kalktık. Karım dudaklarımı öperek, "Beni çok mutlu ettin! Şu anda yapmak istediğin ne varsa söyle, derhal yerine getireyim!" dedi. O anda aklıma Yeliz geldi (zaten aklımdan hiç çıkmıyordu!). Yeliz'le sevişmek istediğimi söyledim. Karım hemen ablasını aradı ve "Abla, Yeliz'le birlikte gelin hemen!" dedi. Aradan yarım saat geçti, Yeliz ve annesi birlikte geldiler. İçeri girer girmez Yeliz dudaklarıma yapıştı, "Erkeğim, kocacığım, hadi içime dölünü akıt, çocuğumuzun temeli sağlam olsun!" dedi. Yeliz'le oracıkta sevişmeye başladık. Yeliz hemen önüme çöktü, şortumu indirdi ve yarağımı yalayıp emerek demir gibi yaptı. Karımın direktifiyle ablası da önüme diz çöktü ve o da yalamaya başladı. Anne kız harikaydılar! Karım ise çok mutlu şekilde bizi seyrediyordu. Baldızım birden önümden arkama geçti ve göt deliğimi yalamaya başladı. O anda Yeliz de önümde domaldı, "Hadi erkeğim yerleştir amıma, dölünü içimde istiyorum!" dedi. Ben Yeliz'in amcığına geçirdim ve git gellerime başladım. İnlete inlete sikiyordum Yeliz'i. 10-15 dakika sonra Yeliz orgazm olmuş, "Hadi erkeğimi sen de boşal!" diyordu. Ben zaten zor dayanıyordum ki, Yeliz öyle deyince birden amcığına patladım. Yeliz içine boşalmamın zevkini yaşıyordu...
Yelizin amcığından çıktığımda yarağım halen kazık gibiydi. Bunu gören baldız hemen yarağıma yumuldu, biraz yaladı, emdi ve "Götümü sik enişte!" diyerek önümde domaldı. Yarağım hemen iner diye korkuyordum, ama öyle olmadı, baldızın götünü en az 20-25 dakika siktim ve götünün içine boşaldım. Bu sırada Yeliz duş almış gelmişti. Karım, "Hadi siz de duşunuzu alın, ben de kahve yapayım!" dedi. Baldızla girdik banyoya, duşumuzu aldık çıktık.
Karım kahveleri getirdi. Oturduk kahvelerimizi içerken karım ablasına, "Biz kocamla İstanbul'a gidiyoruz, haftaya uçuyoruz!" dedi. Benim hiç bir şeyden haberim yoktu, karım kafasında neler planlıyordu bilmiyordum. Kahvelerimizi içtikten sonra Yeliz ve annesi gittiler. Karıma sordum, "İstanbul'a gitme işi nerden çıktı?" diye. "İstanbul'da yaşayacaklarımız var! Sen benim dünyamsın, aşkımsın, içimdeki yaşamak istediğim ne varsa, kırılmamış tüm prangaları seninle kıracağım!" dedi. "Anlat, neler onlar?" dedim. "İstanbul'da bir travestiyi sikmeni istiyorum!" dedi. Karım yine çok şaşırtmıştı beni, travestilerle karımın ne işi olabilirdi. Bu arada, karımla tanışmadan önceleri, travesti sikme fikrini çok düşünmüştüm, ama hiç cesaret edememiştim. Karıma sordum, "Var mı tanıdığın travesti?" diye. "Var!" dedi. "Peki daha önce travestilerle birşeyler yaşadın mı?" dedim. "Hayır, sadece netten arkadaşız! Nette sohbet esnasında ona, (Eğer bir gün evlenirsem, seni kocama siktirmek ve ben de seyretmek isterim!) dedim, o da kabul etti!" dedi.
Sohbetimiz devam ederken karım kalktı ve "Hadi karıcığım, viskilerimizi hazırla, ben geliyorum şimdi!" dedi ve yatak odasına geçti. Ben viskileri hazırladım getirdim, iki dakika sonra karım geldi ve "Yatağın üzerine birşeyler koydum, onları giy gel aşkım!" dedi. Gittim, tanga bir külot, güzel dantelli kırmızı bir sütyen, kırmızı puanlı ama çok kısa mini bir etek, üstüne giymem için de askılı bir badi ve göğüslere koymam için yine silikon kesecikleri vardı.
Hepsini giydim geldim. Karım, "Gel aşkım, otur yanıma!" diyerek beni yanına oturttu ve "Benimle hep böyle ol, ama dışarıya hep erkek ol, sikici ol, dilediğince sik onları, kökle onlara, fakat bana da hep götten ver, olur mu sevgilim!" dedi ve dudaklarıma yapıştı, öpmüyordu dudaklarımı, yiyordu adeta. Karım harika bir kadındı, sanki sırf seks için yaratılmıştı, her türlü fantaziyi yaşamama müsade ediyordu. O gece yine sabaha kadar seviştik, fakat hep siken o oldu. Doğrusu ben de hep zevk aldım, çünkü karım bu işi profesyonelce yapıyordu. Yani bir erkek bu kadar güzel sikemezdi...
[Çetin]
90 notes · View notes
isimsizyildiz · 2 months
Text
Ben yine minik bir bilgiyle geldim. Çok sevdiğim şeylerden biri de tabloların hikayesi. Aslında bu yazı tam olarak bu amaca hitap etmese de anlatacağım olayın bir tabloyla da ilişkisi var.
Bugüne dek dünyanın birçok yerinde kafası delinmiş iskeletler bulunmuş. Kafatasındaki bu delikler tıpta trepanasyon diye geçiyor yani kafatasının herhangi bir yerine delik açma işlemi. Bunu beyne ve koruyucu katmanlarına hiç zarar vermeden yapıyorlar. Aslında düşünülünce bu kadar titizlik isteyen cerrahi bir ameliyatı yapmak o dönemler için çok zor, ama yapmışlar. İşlemlerin %60 ında da başarılı olup tedavisi yapılan kişi hayatına devam edebiliyormuş. Bu da kafatasında birden fazla delik olan bedenlerin sayısına bağlı bir yüzde. Peki neden? Bunun için 2 sebep var. İlki gerçekten tedavi amaçlı(sinüzit, epilepsi gibi), ikincisi de akıl hastalarının tedavisi ya da kötü ruhları vücuttan atmak için kullanmışlar.
Şimdi benim asıl bahsetmek istediğim kısım yani ikinciye değinen Hieronymus Bosch’un Delilik Taşı adlı tablosu. Delilik taşı insanların beyinlerinin içinde olan ve akıl hastası olmasına sebep olan taş olarak bilinmektedir. Ve o dönemdeki insanlar eğer bu taşı çıkarırlarsa kişinin normal bir akıl sağlığına kavuşacağına inanıyor.(Karşılığında da çok değerli eşyalar talep ediyorlarmış..) Ama bu pek de kişinin hür iradesiyle olmuyor çünkü sokaktan ‘delileri’ yakalayıp oturtuyorlar o koltuğa. Neyse o dönemin sorunlarının yanında çok küçük meseleler bunlar.
Ben bu tablodaki sembollere biraz değinmek istiyorum. Mesela doktor rolündeki adamın hunisi yanı şarlatanın teki olması. Aynı zamanda da bir sahtekar çünkü taş yerine bir çiçek çıkarıyor. Bu adamla birlikte olaya eşlik eden kadın ve kafasındaki kutsal kitap, insan aptallığının tasviri olarak kabul edilmiştir. Resmin çerçeve kısmında da altınla bezenmiş bir yazı var: “Taşı kesip al usta. Ben Lubbert Das.” Bu da kim diyor olabilirsiniz ki ben de demiştim. Das 15.yy. hollanda edebiyatında geçen ve aptallıklarıyla insanların eğlence malzemesi olan bir kişi. Yani bu kişinin sözlerini taşıyacak bir eylemden ne beklenir ki zaten. Ben olayı şöyle bağlamak istiyorum bu koltuğa oturup da kafalarını deldiği her kişi bizim şuan teşhis koyabildiğimiz ruhsal bozuklukları olan insanlar değil. Boş yere çığlık atsalar, garip hareketler yapsalar, bir yerlerinde bir aksaklık olsa da onlar deli ve belalı olarak kabul ediyorlar. Ama asıl böyle düşünüp bu uygulamaya geçen kişilerin akli sağlığından şüphenilmeliydi bence. 
Tumblr media
8 notes · View notes
emirproy · 3 months
Text
Çok mutluyum. 💙🤍
Her şeyi dökmek istiyorum eksiksiz bir şekilde...
Buraya geleli tam 45 gün oldu. Sürekli en başa geri dönüp aradaki farka bakıyorum ve kalbim tekliyo' sürekli. Geleceğim hafta ailemi sürekli arayıp 'biliyor musunuz, o kadar güzel ve pürüzsüz hissediyorum ki uzun zaman sonra ilk defa ruhumu bu kadar pak görüyorum. İyileşiyorum, yenileniyorum' derdim sürekli. 13 Mayıs'ta geldim buraya ve geldiğimden beri her şey harika ilerliyor. Arada minik pürüzler oluyor ama hemen yok ediyorum her şeyi. Kullandığım antidepresanlar biraz dengemi sarsıyor olsa da etrafımdaki herkes o kadar anlayışlı ve sakin ki sürekli yardımcı olmak için her şeyi yapıyorlar. İşten başlamak istiyorum. Her şey harika ve inanılmaz güzel ilerliyor. Çalıştığım alanlarda sürekli in charge oluyorum. Ve çalıştığım herkes bana sürekli teşekkür ediyor ya da çoğu imreniyor ama bu asla ego sebebi değil benim için. 21 yaşındasın ama bu kadar profesyonel ve donanımlı olmayı nasıl becerebiliyorsun, bu kadar güzel ingilizce konuşmayı nerden öğrendin, 21 yaşında olmana rağmen koca restourantları yönetmeyi nasıl böyle becerebiliyorsun gibi cümleler sürekli duyuyorum uzun zamandır ama en çok bu hafta içinde bunlar beni çok mutlu etti. Çünkü o kadar çok sebebim var ki. İşler yolunda ve her şey mükemmel. Şimdi sırada o var.
Mert'ten bahsetmek istiyorum kısaca. Ben buraya ilk geldiğimde tanıdığım ilk kişilerden biriydi. Bir maç günü ikimiz de Fenerbahçe forması giymiştik ve o şekilde tanışmıştık ama bu tanışıklık ileri seviyeye gitmedi normal bir şekilde selamlaşmalarla geçiyordu. İnstagram'dan birbirimizi eklemiştik veeee TAM 8 GÜN ÖNCE İSE ÖYLE ŞEYLER OLDU Kİ. İŞTE MUCİZE...
19 Haziran Çarşamba. 20:00'da çıkmıştım işten ve çok yorgundum. Geldiğim gibi odama inip direkt duş alıp yatağıma geçip film izlemek istiyordum. Sonra Instagram'da gezinirken Mert'in bi' iş ilanı story'sini gördüm. Ben de şakadan işletmek için buyrun yazdım. Sonra iş arıyo' musunuz evet hangi otel vs derken numara atıp cv bırakır mısınız yazdı ama hâlâ işlendiğinin farkında değildi ben de sadece eğleniyordum. En sonunda fark etti aa kanka sen misin diyince ikimiz de haykırdık sonra numaramı ekle dedi ve direkt aradı. Napıyosun nasılsın muhabbetinden sonra sana bir konuda ihtiyacım var dedi ben de ne konuda diye sorunca seni biriyle tanıştırmak istiyorum dedi. Kız mı erkek mi diye sordum ve kız dedi ama hayatımdaki herkes bilir ben böyle şeyleri pek sevmem. O yüzden hayır gelmek istemiyorum dedim. Sonra resmen yalvardı kanka nolur gel bak eğer ortamı sevmezsen kalkar gidersin lütfen diyince o kadar ısrara daha fazla karşı gelemeyip tamam dedim. Saat 00:30 gibi geleceklerdi ve daha saat 22:00 falan. Ben de biraz uzandım unutmuştum bile olayı sonra Mert aradı hadi gel bekliyoruz falan diyince ben de birazdan geliyorum dedim. Aslında hiç gidesim yoktu ama tamam demiştim bir kere. Yukarı yaklaşık bi' 15-20 dakika sonra çıktım ve oturduğu yeri gördüm ama gözüm Emre'ye takıldı. Emre çok kötü görünüyordu ve onu kötü görmek beni de kötü yapıyor her zaman. Hatta ikimiz dün sabah 6'da beraber atak geçirdik dnsnbsbnsbssbsbs
Emre'yi o halde görünce her şeyi unuttum ve direkt onunla ilgilenmeye başladım. Mert sürekli arıyordu hadi gel hadi gel falan diye kusura bakma gelmiyorum Emre hiç iyi değil belki başka zaman otururuz dedim. Sonra Emre'yi lojmanın dış tarafına götürüp dökül dedim. Yaklaşık 30 dakika falan konuştuktan sonra birazcık rahatlattım ve kantinin iç kısmına gittiğimizde oturmaya başladık. Bir anda Mert ve arkadaşlarını hemen karşımda gördüm. Mert çağırdı hadi gel dedi ve ben de Emre'ye daha önce söylemiştim tabiiki gidicem bilgin olsun ama geri gelicem dedim.
Masaya geldim selam verip tanıştık önce. Buketle tanıştım önce Mert'in sevgilisi sonra PROY.
Sadece bu otelin lojmanında bile defalarca bu teklifi aldım ama hiçbirine evet demezken ilk defa evet dedim ve PROY'LA tanıştım.. o kadar akıcı muhabbet ettik ki Buket ve Mert'le muhtemelen 2-3 cümle falan kurdum. Çok ilgimi çekti. Duruşu, bakışı, gözündeki gözlüğünün ona kattığı aura, konuşma biçimi her şeyi. O kadar ilgimi çekti ki arkamdaki bütün sesleri susturup sadece ona odaklanıyordum. Tabii o gece her şey çok güzel başladı ama kötü bitti çünkü hemen arkamdaki masadaki arkadaşlarım salak saçma hareketler yaptığı için ben sürekli PROY'UN sözünü kesmek zorunda kalıyordum. Ya arka masaya gidip birilerini sikip kesicektim ya da siktir olup gidecektim. Kimsenin kalbini kırmamak için PROY'DAN Özür dileyerek gitmem lazım dedim ve lojmanın dışına gidip yaklaşık 2 saat boyunca sinirimden ağladım. O gece kötü bitti ve sonraki gün de görüşmedik yani zaten ortada her hangi bir şey yoktu. Ondan sonraki gün Mert geldi akşam işin var mı vs derken beraber oturalım mı dedi ve o akşam da birlikte oturduk kantinin içinde. Saatlerce muhabbet ettik sonra yine dağıldık ama bakışları çok güzeldi ve beni sürekli etkileyebiliyordu. Daha doğrusu ben içine düşmek istiyordum yoksa ben izin vermediğim sürece hiçbir kız beni etkileyemez. Zaten herkes bilir ben kızlarla tanışmayı da oturmayı da sevmiyorum. İşte her şeyin başlayacağı gün. PROY'LA yalnız kalmam gerekiyordu ve bi' adım atacaktım. Akşam erken geldim yine ve saat 01:00 gibi lojmana geldi. Tam odaya gidecekken döndürdüm ve işin yoksa gel dedim geldi ve aşağıdaki markete gidip kahve alıp oturup bi' güzel konuştuk. Hiçbir şekilde detay vermek istemiyorum ama gece sarılmayla bitti. Hayatım mükemmel ilerliyorken PROY her şeyiyle daha fazla renk kattı hayatıma. Arkadaşlarım yenge diyor ama dedirtmiyorum hiçbirine. Zaten o da itiraz etmiyor ama öyle işte.
Seni seviyorum PROY'💙
Dancing in the moonlight💙
Tumblr media Tumblr media
Moon,night,dark u&me💙🤍
11 notes · View notes
Text
Annem komşularımıza her uğradığında elinde çikolata ya da şeker ya da lolipopla dönüyor sana gönderdiler diyor niye böyle bişi yapıyorlar bilmiyorum ama halimden çok memnunum
8 notes · View notes
Text
Ailem ve çevremdeki diğer insanlar beni ömrüm boyunca karanlık bir yalnızlığa mahkum ettiler. Ailem evden dışarı çıkmam ve sosyalleşmem konusunda hep korumacıydı. Beni hep baskıladılar ve bu baskı o kadar yoğundu ki zaten zor elde ettiğim arkadaşlıklarım bir de onların onayından geçmeliydi. Senelerce dışarı çıkıp sokakta oynayamadım. Çocukluğumda bisiklet sürmeyi bile öğrenemedim. Tek sosyal ortamım okuldu. Okuldaki arkadaşlarım ise ilk günden beri benimle dalga geçmek, zorbalamak ve dışlamak konusunda bir hayli heveslilerdi. Tehditlerle korkutarak ödev yaptırırlardı. Neredeyse her gün eve ağlayarak gelen ve ''Neden böyle yapıyorlar ki? Ben onları seviyorum, arkadaş olmak istiyorum.'' diye ağlayan bir çocuk düşünün. Bu yapılanlar insanlarla iletişime geçmek ve yeni insanlar tanımaya çok hevesli, hayatın daha çok başında olan o küçük çocuğu iyice içine kapattı. Kaçışı kitaplarda buldu o çocuk. Bu sefer de her farklının yaşadığı gibi o da arkadaşları tarafından küçük yaşına rağmen kalın kitaplar okuduğu için dalgalara maruz kaldı. Bunlarla da kalmadı ve bu çocuk büyüdükçe bu sefer de dış görünüşü ve fiziksel özellikleri sebebiyle arkadaş ortamlarından dışlandı, dalga konusu oldu. Tabi bu durum sınav zamanlarında geçerli değildi. Sınav zamanı çocuk kraldı. Ders anlatır, kopya verirdi. Sınavlar bitince ise aynı tarife devam. Çocuğu yalnızlığa mahkum edenler ise hiç utanmadan olmayan vicdanlarını rahatlatmak için bir yalana inandılar. ''O zaten yalnızlığı seviyor, yalnızlığa alışkın, bunu kendisi istiyor.'' dediler. Bir de üstüne beni asosyal ve soğuk olmakla suçladılar. Oysa ben hep sıcakkanlı ve sosyal biri olmaya çalıştım. Bir insanı dipsiz bir kuyuya atıp sonra da ''Tamam biz yaptık bir hata. Seni kuyuya attık ama sonrasında sorumluluğumuz yok. Sen çıkmak istemedin kuyudan. Aslında sevdin de orayı.'' demek ne kadar doğru? Evet aileme beni neden bu kadar baskıladınız dediğimde aldığım cevap buydu. Hayatım boyunca en büyük korkum yalnız kalmaktı. Hala da öyle. Beni önce yalnızlığa mahkum ettiler sonra da yalnızım diye suçladılar. Hep suçlandığım, yargılandığım, baskılandığım, ciddiye alınmadığım için kendi yalnızlığıma çekilmekten başka çarem olmadığını anlamadılar. Aslında anladılar ama anlamazdan gelmek her zaman daha kolaydı. Ben insanlar tarafından yalnızlığa mahkum edilen milyonlardan sadece biriyim. Ben yalnızlığa mahkum edilen adamım.
19 notes · View notes
se-a-ser · 6 months
Text
DOĞU dizisinin 2. sezonunu seyrettim
gerçek hayatta Doğu Demirkol'un babası ateist bir doktor, annesi dindar bir ev hanımı. dizi de Doğu'nun gerçek hayatını ve anne babasının bu durumundan dolayı yaşadığı çelişkileri anlatıyor
sesli güldüren, gözleri yaşartacak derecede komik
GİBİ güzel bir dizi ama bir yerden sonra klişe komediden kaçayım derken tuhaf bir hal alıyor. bazen tiyatral bir tatsızlık oluyor. Doğu bu yönden çok daha iyi
ilk sezonun 7. bölümü mesela Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı'ndaki dini diyalogdan bile daha iyi
2. sezon da çok iyi ama birincisi o kadar iyi ki biraz altında kalıyor
Doğu Demirkol'u tanımamızı sağlayan "cemaatçi abi" de 2. sezonda var. mesela tek başına o video bile başka bir seviye
karakter olarak dizideki Doğu hepimizin (en azından benim için) olmak istediği karakter. tabi bunun imkansız olduğunu bildiğimden böyle insanlar çevremde olsun bari isterim
gösterilerine ve hatta TED konuşmasına dahi "selamün aleyküm" diyerek çıkması bile bazı kesimlerin üstünü çizmesi için yeterli. o da bunun farkındadır ama belki de inadına devam ettiriyor
ülkemizde komedi diyince bir tarafta sulu sulu tipler, bir tarafta öyle olmamak için tadı tuzu olmayan Ali Atay tarzı işler var. bunlar arasında Ata Demirer ve Doğu Demirkol tam da olması gereken işler yapıyorlar
12 notes · View notes
yazan-kalem-siyah06 · 9 months
Text
Tumblr media
İMÂM ŞAFİÎ (R.ÂLEYH)’DEN ÖĞÜTLER
Dört şey bedeni kuvvetlendirir:
1. Et yemek.
2. Güzel kokular sürünmek.
3. Cinsî münasebette bulunmadan yıkanmak.
4. Keten elbise giymek.
Dört şey bedeni zayıflatır:
1. Fazla cinsî münasebette bulunmak.
2. Fazla düşünmek.
3. Aç karnına çok su içmek.
4. Çok ekşi yemek.
Dört şey gözün nûrunu azaltır:
1. Pisliğe bakmak.
2. Asılmış insanın ölüsüne bakmak.
3. Kadının fercine bakmak.
4. Otururken arkasını kıbleye çevirmek.
Dört türlü uyuma şekli vardır:
1. Sırtüstü uyumak; peygamberler uykusudur. Onlar, göklere bakarak bunların yaratılışı üzerine düşünürler.
2. Sağ omuz üzerine yatmak, âlimler ve âbidlerin uykusudur.
3. Sol omuz üzerine yatmak, padişahların uykusudur. Hazmı kolaylaştırır.
4. Yüzüstü yatmak, bu da şeytanlar uykusudur.
Dört şey aklı çoğaltır:
1. Fazla ve lüzumsuz konuşmamak.
2. Misvâk kullanmak.
3. Sâlihlerle berâber olmak
4. Âlimler ile düşüp kalkmak.
Dört şey ibâdet sayılır:
1. Dâima abdestli gezmek.
2. Çok secde etmek.
3. Camilere devam etmek.
4. Çokça Kur’ân okumak.
(İmâm Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-din, c.2, s.53)
BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?
İslâm’ın sünnetlerinden biri de herkesin içinde hiç kimseyi yüzüne karşı ayıplamamak, gücendirmemek, azarlamamaktır. Zîra Resûlullâh (s.a.v.) bu gibi hallerde: “Bu insanların hâli nedir, niye böyle yapıyorlar!” buyururdu. Yine bir hadîs-i şerîfte: “Tevbe ettiği halde bir günâh işleyen müslümânı daha önce işlediği günâhtan ötürü kötüleyen kimse, aynı hatâya düşmeden ölmez” (Tirmizî) buyurulmuştur
Tumblr media
8 notes · View notes
keemlenyekun · 11 months
Text
Değişik
Günler ve aylar kovalıyor yılları. "Farkında bile değiliz" diye klişeleri kullananlar mutludur. Basit ve sade hayat yaşayanlar mutlu olur.
Güncellenelim. Ayrıntıya sonra gireriz sayın defter.
Öncelikle vakıfbankın anlamsız şekilde beni bloke etmesi devam ediyor. Kredi ve kredi kartı gibi hiç bir hizmetinden yararlandırmıyor. Sadece eski maaş hesabım açık. O kadar. Merkezlerinden gelen cevap hep aynı: uygun değil. Hangi karara binaen uygun değilim diye sorun diyorum cevap yok. Bddkya şikayet ettik aynı sonuç. Dur bakalım bir de bankalar birliğine yazalım. Sadece sinir olduğumdan uğraşacağım. Yoksa karta ya da kredi kartına ihtiyacım yok.
Aihmden gelen parayı çatır çatır yedik. Hanıma telefon. Bana sanki 1000 müvekkilim varmışcasına hayvan oğlu hayvan bir renkli yazıcı. Bir kaç mücevherat. Arabama film çektirdim. Cikss oldu. Kartvizit bastırdım. Sonuç olarak elde var sıfır. Ahahahah.
Yine beklenilen aihm kararı çıktı. Tabi ki yalçınkaya kararı. Çok güzel karar. Kime fayda sağladığından bağımsız hukuki anlamda oldukça güzel karar. Ülkemizdeki hukuku sadece saçma bir beka algısı içine yerleştiren hukuk mesleğini icra edenlere (hukukçu demeye dilim varmadı) ders niteliğinde bir karar. En başından beri söylediğimiz durumu özetler bir karar olmuş. Kastı çok iyi incelemiş aihm. Ders verir gibi. Neden kastın olmadığı ve bir terör örgütü kararının olmadığı tarihte terör örgütü üyeliği suçunun kasıtla işlendiği kabul edildi? Bu kadar özetlik bir karar tabi ki değil. Aslında uzun uzun da yazdım. Ama taraf olduğum için hukuki olmuyor yazılar. Bir noktada hakaret etmeden duramıyorum. Ahahahah. Küfür ediyorum. Tutuklayanlara, ihraç edenlere. Süründürenlere. Öyle haram olsunlar falan basit geliyor. Kararı okumadan yorum yapan sayın bakanın cahilliğini ise kararın 177 sayfa oluşuna bağlıyorum. Bu karar çok uzun mesele.
Yüksek lisansta veremediğim 4 ders var. Belki bu derslerin birisinde bu kararı inceleyip bilimsel bir makaleye dönüştürebilirim.
Tabi ki oğlum izin verirse. Şimdi ofisimi evde kurduğum için. Bilgisayarıma her el sürdüğümde oğlum çılgına dönüyor. Baba baba baba deyip klavyeye vuracakmış. Dokunamadığı takdirde basıyor kıyameti. Bu durumda benim çalışmam imkansız durumda tabi ki.
Ve son günlerde zevkten dört köşe olduğum bir haber silsilesi var. Canım sıkıldıkça açıp açıp gülüyorum. Küfürler eşliğinde. Puahahahahahah. Bu haber tabi ki istanbul cbs hskya gönderdiği rüşvet ihbar mektubu. Lan çok komik ya. Ama asıl komik olan rüşvet alan yargıçların varlığı değil. Çünkü bu bilinen bir vakıa idi zaten. Komik olan yargıda birliğin parçalanmış olması. Birbirlerine düşmüş olmaları. Birileri birilerini yine yiyor. Asıl zevkli olan bu. İçimin yağlarının eridiği kısma geldik gibi. Öyle bir zevk. Öyle bir haz. Rüşveti bilmeyen var mıydı ya bu arada. Özellikle uyuşturucu davalarında bir kaç avukatın nasıl işler yaptığını yargı camiasının içerisinde olan herkes çok iyi bilmiyor muydu? Fetö borsası bir zamanların kahraman savcısı batoyu zengin etmiş yeni haber yapıyorlar misal. Yağlar eriyor. Bak buradan da eridi. Puahahahshshsh. Yalnız bunlar birinci elden yaşadıklarımız. İçerdeyken haber yollayanlar vardı misal. 2016nın parasıyla 500 bine mesleğe iade ediyorlar diye. Şerefimizi satmadık allaha şükür. Yargımız canımız yargımız. Asıl sıkıntının tertemiz harika yargıçların sesini korkudan çıkarmıyor oluşu. Cesur olmayan yargıç olmasın bilader. Gitsin başka bir şey olsun. Yok atanma yok bilmem ne korkan adam yargıç olmasın.
Dolmuşuz boşaldık. Bak aklıma geldi yine ya. Başsavcının mektup harika ya. Puahahahahshsh.
Bak şimdi neşemiz yerine gelmişken. Nasıl harika bir futbol ayı yaşadık ya biz. Her allahın günü galatasaray manchester özeti izliyorum ilaç niyetine. Aman allahım. Anti depresanım ya benim bu takım. Depresanım ise samsunspor. Dur onu karıştırma. Belki alman hoca bizi kümede tutar.
Evettt. Kahvaltılık sos yaptık. Köyde eğlendik. Üstüne samsun meydanda boş boş oturdum. Böyle güzel bir ayı geride bıraktık.
Vesselam.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
fikriminelagulu · 5 months
Text
Eğitim sistemi nedir? Ya da doğru eğitim sistemi nasıl olmalıdır? Hani saygıdeğer devlet büyüklerimiz sürekli öğrencilerin iyiliği için çalıştıklarını iddia ediyorlar ya keşke bu çalışmaları biz de görebilseydik. İçinde bulunduğumuz eğitim sistemi o kadar yanlış ki olmaması gereken her şey var. Öncelikle öğretmenler ve öğrenci ilişkileri hakkında konuşmak istiyorum. İşinde başarılı olan bir öğretmen sadece ders anlatmakla yetinmemeli. ��ğrencilerle arasında bir bağ kurmalı. Bu bağ öğrencinin içinde bulunduğu durumu göz temasıyla anlayabilecek kadar güçlü olmalı. Birçok öğretmen derste odak problemi yaşayan, uyumak isteyen, yazı yazmak istemeyen, söz hakkı almak istemeyen öğrencilere bağırıp çağırarak başarısız bir öğrenci olduğunu ima ediyor. Öğretmenin yapması gereken oturup biraz da kendisini sorgulamak. Bu öğrencinin ev ortamı nasıl? Yaşadığı bir olay yüzünden adapte olamıyor olabilir mi? Dersimi sıkıcı bir biçimde dayatarak mı anlatıyorum? Öğrencilere kaba mı davranıyorum? Önyargılı mıyım? Yeterince empati kurabiliyor muyum? Dersimi öğrencilerin de keyifli ve verimli geçirmesi için ne yapabilirim? Sınıf içi ayrışmaları ve olumsuzlukları nasıl giderebilirim? Bu tarz soruları öğretmen düşünmelidir tabi işinde iyi olan bir öğretmen. Eğitim hayatım boyunca öyle öğretmenlere tanık oldum ki inanın bana ben daha iyi öğretmenlik yapabilirim. Birkaç örnek vermek isterim. Bazı öğretmenler o kadar önyargılı ki. Hayatım boyunca neredeyse her ay hastaneye gitmek zorundayım. Bir öğretmen sürekli hasta olduğumu bildiği halde insan sürekli mi hasta olur? Git bir hafta gelme iyileş. Sizinki hastalık değil tembellik. Böyle giderse sizden bir şey olmaz. Bakın öyle öğretmenden bahsediyorum ki siz ağlıyor olsanız gelip size neden ağlıyorsun? Noldu? Derse girmeyecek misin? Derste ağlayan öğrenci istemiyorum. Evet maalesef böyle öğretmenler var. Ve en kötüsü de bilgisi harika olan öğretmenlerin kalpsiz oluşu. Bazı öğretmenlerimiz onların bilmediği şeyleri bizim de bildiğimizi kabul görüyor. Oysa ki onun bilmediği bir şeyi bizim bilmemiz olası bir durum. Bu durumu kabullenemeyen öğretmenlerimiz bizlere ukala öğrenci muamelesi yapıyorlar. Böyle öğretmenler hala varken okula severek gitmemiz pek de mümkün değil sanki. Oysa ki öğretmenler ve öğrenciler birlik beraberlik içerisinde olsa eğitim ve öğretim hayatı çok daha istekli ve verimli geçecektir. Alanında başarılı bir öğretmen öğrencilerini sevmeli ve onlara sahip çıkmalıdır. Öğrenciler arasında olası bir olayda objektif davranmalıdır. Değerlendirmeler tamamen tarafsız olmalıdır. Öğretmen ve öğrenci ilişkisinden bahsettiğimize göre biraz da öğrenciler arasındaki ilişkilerden bahsedilebilirim.
Okullarda çoğu zaman yanlış disiplin sistemine bağlı olarak birçok sorun meydana geliyor. Örneğin öğrenciler arası gruplaşmalar, dışlanmalar, zorbalıklar bunların başlıcaları. Gruplaşmaların önüne geçmek bir hayli zor olsa da zorbalığı minimuma indirmek oldukça kolay. Öncelikle öğrencilere zorbalık kavramı hakkında anlaşılır ve güvenli bir anlatım yapılmalı. Daha sonra bu konuda görevli olan rehberlik öğretmenlerine büyük görev düşmektedir. İşini uzmanlıkla yapan rehberlik öğretmenlerinin bulunduğu bir okulda zorbalık minimum düzeyde olacaktır ve buna dayalı olarak öğrenciler okuldan daha çok verim alacaktır. Öğretmenler ve öğrenciler arasında bir güven olmalıdır. Böylece zorbalık gören öğrenci çekinmeden anlatabilmelidir. Sorunu hakkıyla çözebilecek bir rehber öğretmen gerekirse velileri de okula çağırabilir. En başta da dediğim gibi olaylar tarafsız ve objektif değerlendirilmelidir. Zorbalığı yapan öğrenciler uyarılmalı devamı olduğu süreçte disiplin kurulu tarafından cezalandırılmalıdır. Cezasız kalan her suçun devamı mutlaka gelecektir. Zorbalığa uğrayan öğrencilere takma kafana, cevap verme, karşılık verme onlar susarlar gibi acizce cümleler kurmak yerine zorbalığın önüne geçmek için çözümler aramalıdır. Neticede eline bir kupa kahve alıp o masaya oturmakla olmuyor öğretmenlik. Çözümü öğrenciler arıyorsa bir okulda öğretmenler kendilerini sorgulamalıdır. Bir öğrenci okula gelmek istemiyorsa bu sebeplerden ötürü öğrencinin güvenli hissedeceği bir ortam yaratmalıdırlar.
Biraz da ödevler hakkında konuşalım. Birçok öğretmen ödevlerinin eksik yapıldığını görünce sinirleniyor. Çünkü tek işlediğimiz ders onun dersiymiş gibi düşünüyor. Verilen tek ödev onun dersindenmiş gibi davranıyor. Pekala madem ki biz bütün ödevleri yapmak zorundayız öğrenci olarak neden öğretmenler sınavları okumayı haftalar sonra bitiriyor? Öğretmenlere bu soruyu soran öğrencinin muhtemel sonu disiplindir ama ben söyleyeyim cevabını. Onların girdiği tek sınıf biz değiliz peki bize verilen ödevleri tek siz mi veriyorsunuz? Lütfen genelleme olarak algılanmasın. Elbette ki işini tamamen layığıyla yapan birçok öğretmen var ancak kurunun yanında yaş da yanıyor ifadesi bu olsa gerek. Demem o ki istisnalar dışında birçok öğretmen işini severek değil para kazanmak için yapıyorlar. İşte bu yüzden birçok konuda geride kalıyoruz. Öğrencilerin fikirleri de göz önünde bulundurularak bir şeyler yapılmalıdır. Okullar sadece ders verilen bir yer değildir. Sosyalleşmek için önemlidir. Fiziksel aktiviteler için önemlidir. İdeal okullarda fiziksel aktivite yapılabilecek alanlar olmalıdır. Etkinlikler düzenlenmelidir. Sınav sistemine gelecek olursak her öğrenci kendi başarılı olduğu alanda ilerlemeli ve sınavlara bu alanlardan girmelidir. Matematik sevmeyen bir öğrenciye sınavda matematikten sorumlu tutarsanız o öğrenci başarılı olduğu alanı da kaybedecektir. Üniversite sınavları öğrencinin başarılı olduğu alan üzerine yapılmalıdır. Böylece hem eğitim sistemi ilerleyecektir hem de ülke ileriye doğru adımlar atacaktır. Beyin göçü minimum seviyeye ulaşacak ülkede başarılı işini severek yapan bireyler olacaktır.
2 notes · View notes
1sairbisikletle · 6 months
Text
Meursault'la Konuşmalar 23
Bugün spora gittim. Biraz gelişme göstermişim, iyi haber. Hafiften mutlu etti. Akşam gelince başlamam gereken işe başlayıp az biraz ilerledim iftara kadar. Sonra ablam annem ben Çilehane'ye teravihe gittik. Ablam ne zaman direksiyonda ben olsam arkadan direktif veriyor yavaş dur yol ver bekle yavaş ve buna ek olarak gereksiz ani tepkiler. O kadar ani tepkiler ki bir keresinde arabayı zınk diye durdurmuştum korkudan, bir şey oldu sanmıştım. Annem de zaten klasik bir anne olarak sürekli yavaş diyor. Bunu 20'yle 30'la giderken yapıyorlar ve de. Ya ben kaç yıllık şoförüm, çok şükür gayet de iyiyim direksiyonda, ablamla da aramızda iki yıllık fark var. NEDEN bu müdahale aşkı?
Şimdi oturup üzerinde çalıştığım dosyayı bitirmem gerekiyor. Sahurdan sonra da yatmamam gerekecek muhtemelen. Dün başlasaydım böyle olmazdı ama çok geç geldi dosya. Yine de dün başlamalıydım fikrini atamıyorum zihnimden. Başlamadım ve şimdi bitirmeliyim. Aslında 100 sayfalık bir dosya ama iş detaylı. Neyse. Neler bitirdim bunu da bitiririm inşallah.
Her işimin bir koşturmaca olmasından çok yoruldum Meursault. Az biraz durulmak istiyorum ama bir yandan karar mekanizmam bu isteğimin tersine çalışıyor. Kendimle çelişmelerim ve mücadelelerim bitmiyor. Yazdıkça da hafiflemiyor ama yazılmış oluyor işte.
4 notes · View notes
belkidebirharfimben · 7 months
Text
Metin Uca'yı boykot edebildin mi ki İsrail'i de edesin?
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır." 17. Lem'a'dan.
Filistin her gündem olduğunda ardından boykot gelir. Karşı değilim. Yanlış anlaşılmasın. Hatta, Filistin meselesinde değil sadece, genel anlamda 'zaruriyat dışı' her ilişkinin bozulmasını dilerim. Müslümanların iç pazarlarının varolmasını, alışverişlerinin o pazarda dönüp durmasını, böylece İslam içre bir mübarek kapanma yaşamalarını isterim. Zira bugün Batı dalaletinin empozesi en çok ticaret üzerinden olmaktadır. Alınan herşey onları bir parça daha dünyamıza sokmaktadır. Her pazarlığımız giderek Batı'ya daha bağımlı hale getirmektedir. Ekonomimiz dış müdahalelere daha açık bir mahiyet kazanmaktadır. Gelgelelim, 'daha çok kazanmak' diye de bir put vardır ki, ahirzamanda karşısında durmak zordur. Bu zamanda müslüman da çok çok çok... kazanmak ister. Öyle çok kazanmak isteyen de Deccal'in çarkına illa bir yerden dahil olur.
Ancak gelgit tavırlı boykotlara da bazı eleştirilerim vardır tabii. Mesela: Bugüne kadar boykottan batan bir firma görmeyişimi garip bulurum. Garip buluşum boykotun başarısını sorgulama anlamındadır. Yoksa küresel şirketlerin batmasının pek de kolay olmadığını bilirim. O şirketlerin dünya üzerinde mal satmadıkları ülke nadirdir. Türkiye'den keseleri sıkılsa başka yerden gevşetmeye yol bulurlar. Zaten Türkiye özelinde de birazcık dişlerini sıkmaları yeter. Bir süre sonra boykotun enerjisi düşer. Almayanlar da ucundan ucundan almaya başlar. Hem zaten Türkiye gibi sosyolojilerde ülkenin en az %40 boykotla pek ilgilenmez. (Çok iyimser bir rakam söylediğimi düşünüyorum.) Bu da Türkiye'de satış yapan firmaların şöyle böyle bir ciro elde etmelerine yeter. Batmadan yollarına devam edebilirler. Peki boykot nihayet ne işe yarar?
İnsanın kişisel takvası dışında şöyle birşeye daha faydası olduğunu düşünüyorum: Boykot dindarların gazını almaya yarıyor. Evet. Aynen böyle. Çünkü müslümanlarda yaşananlara karşı birşey yapma hissi/beklentisi kuvvet kazanıyor. O da mevcut devletlere/hükümetlere bir baskı yapıyor. Bu baskının azaltılması gerekiyor elbette. Zira ortada söylem/diplomasi düzeyi dışında birşey yapmaya niyetlenen görünmüyor. Sorular artarsa cevapsızlık daha da belirginleşir. Böyle olunca dindarlarda biriken kirli(!) kanın hacamat edilmesi lazım geliyor. Boykot bence bizde böyle bir iş de görüyor. Elimize listeler alıp marketlerde "Neyi alayım-almayayım?" diye didinirken yoruluyoruz. Birşey yapmış olduğumuz tatminini de yaşıyoruz. Maşaallah. Halbuki Gazze'de o sırada pek birşey değişmiyor. Şehid sayısı yüz yüz artarak yüzbine doğru koşuyor.
İslamcı aydınlar hakkında da suizan üretmeye başladım artık. Evet. Çünkü onların da hükümeti çok sıkıştırmaya gönülleri elvermiyor. Erdoğan'la kişisel hukukları olanları bilmem ama çoğusu hükümete yakın organlarda yazıp-çiziyorlar veya bir işler yapıyorlar. Bu da Gazze konusundaki isyanlarının zülf-i yâre dokunmayacak oranda kalmasına dikkat etmelerini sağlıyor gibi duruyor. Buna üzülüyorum. Zira aydınların idare lambası olmak istemiyorum. Cambaza bakarak yaşamak da bir yere kadar. İnsan Gazzelileri görünce ayılmadan yapamıyor. Sahi bu işi sonuna kadar izleyecek miyiz? İzledikten sonra kendimize müslüman diyecek miyiz?
Gazze meselesinin Erdoğan için kritik bir sınav olduğu kanaatine de sahibim. Benim Erdoğancılığımı bilmeyeniniz yok. Son seçim de dahil olmak üzere kendisine desteğimi hep açıktan belirttim. Lakin bu Gazze sınavının altından kalkamadığını kederle görüyorum. Askeri birşey yapmayı gözünün kesmemesini şöyle-böyle anlasam da, ki o da eleştirilebilir, fakat devleti de fiilen topa sokmak istemediğini görerek üzülüyorum. Konuşma? Evet. Konuşuyor. Diplomasi? Evet. Galiba onu da kullanıyor. Fakat 12.000 Gazzeli çocuk da şahittir ki İsrail'e bunun bir zararı dokunmuyor. Lâf herkeste var. Gırla. İsrail'in de karnı lâfa epeyce tok gibi. Nihayetinde bu 'yerinde dayılanma'nın mevzuu hiçbir yere götürmediği dört ayda ortaya çıktı.
Erdoğan bu sınavı atlatamazsa bundan sonraki siyasi hayatına 'herhangi birisi' olarak devam eder. Bir daha seçimlerde aday olacak mı? Bilemem. Belki olacak. Belki olmayacak. Ancak dindarların gözünde Gazze'ye hiçbir müdahalede bulunamamış siyasetçi olarak iz bırakacak. İnsanlar son yaptıklarıyla hatırlanır. 'Ümmetin lideri' söyleminin de sonudur bu. Hayatta hiçbir Gazzeli kalmayana kadar Ankara'dan atarlanmaya devam edeceksek herhalde ümmet de bizim liderliğimizi pek umursamaz artık. Nihayetinde lâfla liderlik olmaz. Lider dediğin elini taşın altına soktuğu kadar liderdir. Sokamıyorsan iddialarının altında ezilirsin.
Bunu söylerken Türkiye sosyolojisinin de çok cesaret verici olduğu iddiasında değilim. Bir kere %40 kafadan gidiyor. Solcular hiçbir zaman müslümanlarla aynı hassasiyetlerin peşine düşmek istemediler. Yine istemeyecekler. Geri kalan %60 içinde de ehl-i keyif olanımız çoktur. Bir aylık cirosu bozulunca "Yemişim Filistin'i!" diye Erdoğan'a parmak sallayacaklar da çoktur. Olabilir ki, Erdoğan'ın kişisel takvası, dindarlığı, yiğitliği, gayreti bu kadar parmağı birden kaldırmayabilir. Zaten ekonomi de iyi gitmiyor. Yeni bir cephe açmak doğru bir tavır mı? Bahse yokum. Zira caiz değil. Ama bir deyim olarak kullanayım yine de: Bahse varım ki: Erdoğan'ın gözü yeni bir cephe açmayı kesmiyor. En azından bu cepheyi yalnız başına açmak istemiyor. Ağababalar aynı topa girsin arzu ediyor. Fakat nerede? Âlem-i İslam'ın da bizden iyi durumda olduğu pek söylenemez. "Yalnız kalacaksak hiiç gaza gelmeyelim!" diye düşünüyor olabilir.
Sonra "Şiilerin oyununa gelmeyelim!" var. Sonra "Türkiye bir tuzağa çekiliyor olabilir!" var. Sonra "Filistin bizim derdimiz mi?" var. Sonra "Önce Araplar düşünsün var..." Var, var, varoğlu var, ama ortada da hergün cesetlerini seyrettiğimiz çocuklar var. Bir de Yemen var. Bombalanmasına rağmen, fakirliğine rağmen, erkek oğlu erkek gibi yapabildiğini yapıyor görünen bir Yemen. Şiiiliği? Şimdi ona bakacak zamanda mıyız Allah aşkına? Gazze'ye yardım eden İspanyol'a "Maşaallah!" çeken gönlümüz belki Yemen'e de "Maşaallah!" çekmeyi öğrenebilmelidir. Fakat onu da selefi kardeşlerimiz istemiyorlar. Ortalık öyle karıştı ki herkes herkese operasyon çekme vaziyetinde. Kim kimden ne et koparabileceğinin derdinde...
Nisâ sûresinin 140. ayetinde kısa bir mealiyle "O, size Kitap'da 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz...' diye indirdi!" buyruluyor. Elbette kâfirlerden uzaklaşmamız lazım. Çünkü şu an yaşadığımız da düpedüz alaydır. İki milyarlık İslam âlemi eşek yerine konulmaktadır. Hatta eşşşş...ekkk yerine konulmaktadır. Ne boykotları, ne tepkileri, ne isyanları dikkate alınmaktadır. İsrail, canı nasıl çekerse öyle, dinlene dinlene, geze geze, gezdire gezdire, istediği sayıda çocuk, kadın, ihtiyar öldürmektedir. Mücahidlerin kahramanca karşı koyuşu dışında bizden yana hiçbir endişesi yoktur. Koskoca Türkiye mesela, anlaşılıyor ki, bir avuç el-Kassam mücahidi kadar keyfini kaçırmamaktadır. Bu bizimle yapılan bir alaydır. Bir küçük görmedir. İstihzadır. Doğrudur. İstihza anında uzaklaşmamızın bir yanı da boykottur. Fakat narin boykottan öteye geçemeyişimiz de sakın gayretimizin boyunu kısaltıyor olmasın?
Aslında yerel olaylardaki tavrımızla Gazze konusundaki tutumumuzun bir ilgisi var gibi. Sözgelimi: Metin Uca'nın ölümüyle tekrar dünyamıza dahil olan tartışmalar... Ateist, deist vs. olduğunu beyan eden, İslam'la imkânı elverdiğince alay eden, fakat nihayetinde cenazeleri yine bizim camilerimizden kaldırılan insanlarla birlikte yaşıyoruz. Onları da, ayet-i kerimenin emrettiği gibi, kendimizden uzaklaştıramıyoruz. Ebubekir Sifil Hoca gibi "Cenazeleri camimize gelmesin..." diyenler de önce kendi cenahından linç yiyor. 'Küçük görülme'nin yükü hep üzerimizde kalıyor. Düşman da bizden emin oluyor. Diyor belki: "Ne kadar ileriye gidersem gideyim yine cenazem bunların camisinden kalkar. Yine beni onaylamış, kabullenmiş, kendilerinden saymış gibi olurlar. Bu kadar duruşları zayıftır bunların..." Eee, İsrail'le ona destek olan Batı da belki aynısını söylüyor: "Ne kadar bize boykot yapsalar da yine eninde sonunda tavolurlar. AB'nin kapısında yatarlar. Mallarımızı alırlar. O kadar duruşları zayıftır bunların..." Eh, kendisiyle istihza edilmesine bu kadar katlanır bir milletten de fazla sert hareketler beklenmez. Zaten ayetin sonu da onu söylüyor sanki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Olmayan bir yanımız kaldı mı sahi? Hak Teala imanımızı muhafaza eylesin. Âmin.
2 notes · View notes
geceninisigi07 · 1 year
Note
Zirveye giden yolda intihara Ebeveynler ilk adımı atmayı öğretir.(səncə nədən)
çok haklı bir şarkı sözü değilmi
bencede çok haklı
ailelerimiz iyiliğimizi isterler ama o baskıcı tavırlar şahsen bizi intihara sürüklüyor
ders çalışmaya bırakırım iki dakika telefona bile elime alırım ancak telefon oyna
rahatlamaya ihtiyacım var dışarı çıkabilirmiyim sen anca gez toz çalışma olur mu derler
anlaşıldı senden bir bok olmayacak gidersin tuvalet temizlersin
daha neler neler var kim bilir
yada şu sen zaten ev işi yapma
yani aileler her konuda baskı yapıyorlar anlıyorum iyiglimizi düşünüyorsunuz ama böyle yapacaksanız düşünmeyin
bu yaptıkları benim için psikolojik şiddet den başka bir şey değil
kırıyorlar bizi
biz onlara yaptığımız göstermemiz yetmiyor doymuyorlar insan oğlu neden doğmaz ki
doktor ol avukat ol iş insanı ol mimar ol
istemiyorum da diyemiyorsun
hayat böyle ilerliyor çoğu kişi de istediklerini ailesi yüzünden yapamadığı için oluyor
çok şey dedim uzun oldu ama
baskı
bizi intihara sürükleyen şey baskı
onlar için zirveye çıkarken çakılıyoruz istediğimizi yaparak zirveye çıksak bu yol bizi intahara sürüklemez
yani bence öyle sizin fikriniz nedir bilemem
bende öğrenci olduğum için okul dan giriş yaptım
15 notes · View notes