#çocuklar sana emanet
Explore tagged Tumblr posts
Text
İMAM ALİ (aleyhisselam)'ın MUCİZESİ
MISIR GAZETELERİ YAZDI:
Yaşanmış gerçek bir Olay...
Mısırda gerçekleşmiş olup Mısır gazetelerinde çıkmıştır.
Öleceğini hisseden bir adam eşine gelip: hanım ben öleceğimi hissediyorum, galiba öleceğim. Bu çocuklar önce İmam ALi (a.s)'a sonra sana emanet ediyorum. Gerçektende yakın bir zaman sonra adam ölüyor. Kadın iki çocuğu ile yaşamaya devam ediyor. Bir müddet geçtikten sonra aynı şekilde ölüm hissi bu kadına da geliyor. Kadın abisinin yanına gidip diyor:
Abi, bana öleceğim hissi geldi, ben öleceğim. Kocam bana, bu çocukları önce İmam ALi (a.s)'a, sonra sana emanet ediyorum demişti. Ben de sana aynı şekilde bu çocuklar önce İmam ALi Efendimize sonra sana emanet ediyorum.
Çok geçmeden kadının dediği gibi oldu ve kadın öldü. Emanet edilen çocukları dayıları evine götürüp bakmaya başladı. Bir müddet sonra bu adamın karısı kocasına diyor ki:
"Ben artık bu çocuklara bakmak istemiyorum, götür başkaları baksın."
Adam diyor ki:
"Bu çocuklar bize kardeşimden emanet, kime götüreceğim?"
Git annelerinin mezarının yanında bir çukur aç, o çukura bırak. Adam karısına uyarak sabahleyin birisi 6 yaşında diğeri 5 - 6 aylık olan çocukları alıp annelerinin mezarının yanına götürüyor, yanına bir çukur açıp çocukları o çukurun içine koyuyor. Çocuklara diyor ki: Siz burada bekleyin, akşam işim bittiğinde ben gelip sizi alacağım. Adam gidiyor ve bir daha da gelmiyor.
Günler geçiyor, mezarlık bekçisinin arkadaşı ziyarete geliyor, beraber yemek yiyorlar. Gece karanlık olduktan sonra rüzgarın etkisi ile mezarlıktan çocukların sesi geliyor. Mezarlık bekçisinin arkadaşı bu sesin ne olduğunu soruyor. Mezarlık bekçisi diyor ki: Bu sesi günlerdir her gece duyuyorum, fakat korkumdan gidip ne olduğuna bakamıyorum. Mezarlık
bekçisinin arkadaşı diyor ki: Hadi gidip sesin geldiği yere bakalım. Beraber sesin geldiği yere gidiyorlar. Bakıyorlar ki mezarın yanında bir çukur, içinde iki çocuk. Büyük çocuk küçük kardeşini oynatıp güldürüyor. Mezarlık bekçisi ve arkadaşı çocuğa soruyor: Siz burada ne yapıyorsunuz? Çocuk diyor ki: Bizi buraya dayım bıraktı ve bizi almaya geleceğini söyledi, biz onu bekliyoruz. Mezarlık bekçisi diyor ki: Ben sizin sesinizi 15 gündür duyuyorum, siz
15 gündür buradamısınız? Çocuk diyor ki:
Evet buradayız.
Bekçi ve arkadaşı soruyor: "Peki siz 15 gündür ne yiyip ne içiyorsunuz? "
Çocuk diyor ki: "Her gün beyaz ata binmiş birisi geliyor bizimle oturup sohbet ediyor küçük kardeşimle oynuyor ve bize korkmayın ben sizin yanınızdayım diyor."
Peki bu bebeği kim doyuruyor?
Çocuk diyor ki: "O gelen kişinin elinde bir kılıç var, annemin mezarına vurup kalk diyor. Mezar açılıyor, annem mezardan çıkıp kardeşimi emziriyor. Anneme tekrar yat diyor ve annem mezara yatıyor, mezar kapanıyor."
Adamlar çocuğa soruyorlar: "Kimdir bu gelen kişi, size adını söyledimi?"
Çocuk:
"Evet, gelen kişi dedi ki,
beni sorarlarsa deyin ki, ben ALi bin Ebi Talib yetimlerin babasıyım."
Cemalettin Yaldır
Yetimlerin Babası Mevlam Ali bin Ebi Talibe Sonsuz Selam Olsun.
17 notes
·
View notes
Text
youtube
RABBİM 🥀🥀
Sana şikâyette bulunuyorum... Sana şikâyette bulunuyorum... Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı Sana şikâyet ediyorum. Sen mustazafların Rabbisin... Sen bizim Rabbimizsin...
ALLAH'IM!
Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına, sana şikâyette bulunuyorum. Sana şikâyette bulunuyorum…
Gücümüz dağıldı... Birliğimiz bozuldu... Yollarımız ayrıldı... Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini sana şikâyet ediyorum..." 🥀🥀
Biz bir ümmet değil miyiz?... Sevgilin olan EFENDİMsav. bu dünyadan senin yanına göç ederken bizi birbirimize, ümmeti ümmete emanet etmedi mi?... ümmet bir vücut gibi olmalı demedi mi?... Biz bunu da anlamadık Allah’ım. Tefrikaya düştük. Bölündük, parçalandık, binpâre olduk, Şii olduk, Sünni olduk, Tarikatçı olduk, Selefi olduk, Arap olduk, Türk olduk, Kürt olduk. Ama bir türlü ümmet olamadık affet bizi Allah’ım, affet
4 notes
·
View notes
Text
ey değerli, ey ulu, ey yüce adam! babaların babası! kan bağıyla değil, can bağıyla ata'm!
selam. bir mektup yazdım sana, duyar mısın bilmem, onu okuyacağım.
ne haber? bugün seninle biraz dertleşmeye geldim. bilmediğin şeyler var, onları anlatacağım sana. yurdundan haberler getirdim, yalnızca iyi haberlerle gelmek isterdim fakat kötülükler yakamızı bırakmıyor sevgili baba.
ben nereden başlayacağımı bilmiyorum, ama sen biliyor musun? bu topraklarda senin çocukların bir can savaşı veriyor hala.
biliyor musun? gece uyurken yatağımızın altındaki canavarın varlığı tedirgin ediyor bizi. yorganı battaniyeyi hala atamıyoruz üzerimizden, saklanıyoruz altına.
biliyorsun, ne badireler atlattık bugüne kadar, ne acılar çektik ama ne çok da güldük huzurla.
bu ülkenin topraklarına huzur getirdin sen baba, ama biliyor musun? o huzur yavaşça kayıp gidiyor ellerimizden.
biliyor musun? misafirperverliğimiz suistimal ediliyor.
biliyor musun? kadınlar, çocuklar, hayvanlar, bitkiler ve daha nicesi zarar görüyor senin yokluğunda.
biliyor musun? bildiğimiz kadarıyla sadece bu yıl, bugüne kadar, 333 kadın öldü baba, öldürdüler onları, aldılar yaşama haklarını ellerinden.
biliyor musun? bildiğimiz kadarıyla dokuz koca hastanede yeni doğmuş bebeklere göz diktiler. onca yavru öldü, öldürüldüler.
biliyor musun? kurban gidenler artık sadece küçükbaş hayvanlar değil, küçücük yavru kuşlar kurban ediliyor baba. küçücük çocukların kanatlarını kırıyorlar, rituel adı altında kurban gidiyor bu çocuklar.
biliyor musun? bir köpeğin bir insandan daha çekici olduğunu savunan bir kesim var ve bu kesim tamamen ademoğlundan oluşuyor. bir insan bile ne kadar çekici olursa olsun böyle korkunç bir olay yaşamaması gerekirken, ademoğlu başını boş bulduğu masum sokak hayvanlarına yaşatıyor bu korkunçluğu.
biliyor musun? biz türklerin yurdunda türk olduğumuzu söylemek bile suç sayılıyor. oysa biz türk olduğumuzu söylerken kanımızı değil, canımızı savunuyoruz. türkiye cumhuriyeti vatandaşı türk'ten başka ne olabilir ki?
biliyor musun? bir dönem türkiye cumhuriyeti ibaresini bile kaldırmaya çalıştı bu kişiler. izin vermedik baba, gönlünü ferah tut, izin vermedik.
ama biliyor musun? bu milletin meclisine bir terörist sokmak niyetine girdi bu hainler.
biliyor musun? ülkenin en yeşilini küle çevirdiler.
biliyor musun? bağımsızlığımızı alıp hiç ettiler baba.
biliyor musun? eğitimimiz bile yarım bizim, sanki okumayalım diye uğraşıyor gibiler.
biliyor musun? gücümüz de yarım, halk bir başına bırakılmış kendi kendine hayatı idame ettirmeye çalışıyor.
biliyor musun? yer yerinden oynuyor bu ülkede. halk evine bile giremezken başımızı sokacak bir deliği bile çok görüyorlar bize. nasrettin hoca misali "parayı veren düdüğü çalar" diyorlar.
ve biliyor musun? bütün bunlar allah'ın bir sınavıymış bize, öyle diyorlar.
biliyor musun? daha çok 'biliyor musun'larım var sana ama ne mecalim, ne de gücüm var bunları sormaya.
biliyor musun baba? biz çok yorulduk.
ve biliyor musun? biz ölüyoruz.
ama deniyoruz da.
hayatta kalmak için canımızı dişimize takıp koruyoruz kendimizi ama henüz karşılık veremedik onlara. bize güveniyorsun, biliyorum, hepimiz biliyoruz. gönlün rahat olsun, onlara bırakmayız emanetini.
sen ki bize emanet etmişsin koca vatanı, uğruna ölmeyenin kalıbına tükürür bu millet. senin çocuğun değil miyiz? tabii gideceğiz senin izinden. kimse bizi bu yoldan döndüremez.
ama sen biliyor musun? babamızın adını ağzımıza almamız bile korkutuyor onları. bizi susturmaya çalışıyorlar baba. yanına gelmemiz, bayrak açmamız bile kudretli bizim çünkü biliyorlar onlar da, sen varsın arkamızda. burada, tam bu mezarın önünde ben senin geride bıraktığın bütün çocukların adına duruyorum baba, seni çok özlüyoruz.
ama biliyor musun? unutturmaya çalışıyorlar seni. büsbütün yasaksın sen bize. ant içemiyoruz, laikliğimizi rahat rahat haykıramıyoruz dört bir tarafa. dönümlerce bir pamuk tarlası bıraktın sen bize ama biz onu işleyemiyoruz.
yine de bu yakında sona erecek baba. çocukların mirasını eline alacak, güven bana.
haykıracak dört bir yana "bu emanet benimdir!" diye.
senin için rahat olsun, sen gönlünü ferah tut, türk gençliği yanında.
her birimiz şöyle haykıracağız kendi adımıza:
türküm! doğruyum! çalışkanım!
ilkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir!
ülküm; yükselmek, ileri gitmektir!
ey büyük atatürk!
açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, durmadan yürüyeceğime ant içerim!
varlığım türk varlığına armağan olsun!
ne mutlu türk'üm diyene!
çünkü senin de dediğin gibi, hepimizin bu naçiz vücudu elbet bir gün toprak olacak, ancak türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak.
türkiye laiktir ve laik kalacak.
senin yolundan dönen ise hiç olacak.
boş ver ismimi; ben yalnızca kurtardığın vatanı gözeten bir türk genci ve aynı zamanda bir cumhuriyet kadınıyım.
30 Ekim 2024
1 note
·
View note
Text
Sonra bir akşam üstü göçe zorladım kalbimi, kabullendim çocukluğumu ve sokaklarımı yabancılaştıran o garip duyguyu. Eski-yeni diye iki ayrıldım. Yeni, eskiden hiçbir zerreyi kabul etmiyor; eski, beni terketmiyordu.. Yavaş yavaş soğudum eskiden, yalnızlaştırdım, öteledim.. Ama gitmedi hiç bir yere, hala da benimle. Ne zaman kafamı yastığa koysam anımsatır kendini, bir kaç kare, bir kaç güdümlü çağrışım, kağıtların canını yakan bir kaç isim. Ne zaman Sezen çalsa, ah Sezen.. Tortularımı havalandıyor, bulanık bir adama uzanıyorum ne zaman Sezen notalarının başına demirden dökülmüş bir komutan gibi geçip hücum emri verse.. Psikastenimi kabullenmek zorundayım, tamamlanacağımı sanmıyorum artık ama yardım almalıyım. Ne yıldızlara, ne şarkılara, ne de kağıtlara konuşmayı öğretemiyorum..
Gri bir firara yardım ettim, siyaha ya da beyaza taraf değilim. Önümden çocuklar geçti beklerken, kız çocukları daha çok, erkek çocukları daha utangaç geçti. Peşlerinden bir baloncu, bir simitçi geçti. Anahtarlarını kaybeden bir gardiyan geçti.. Sayım var sayım ! (Bana hatırlat) Sana emanet bu harfler, imla kurallarımın en ateşli savunucusu koyu kurşun kalemim, sınırları kırılgan çay tabağı izmarit ülkem, ağzıma dolan kan, dişlerimi yerinden söken bu iç boran sana emanet. Nerede bir Ahmet Kaya şarkısı duysan, usulca oraya bırak beni ve git..
#aşk#bahar#edebiyat#şiir#kitap#şiir sokakta#gece#1duygusalhikayem#books#editorial design#flowers#hasret#papatya#vintage#playlist#spotify#türkiye#mutsuzluk#yalnızlık#postlarım#blog yazısı#anlamlı yazılar#edebi sözler#yazılarım#keşfedilmemiş#Spotify#aşka dair#kendi kalbine yazar#özlü sözler#siyah kadar yalniz
1 note
·
View note
Photo
10 notes
·
View notes
Photo
Sinema Özeti, Çocuklar Sana Emanet - Kendisine Musallat Olan Kötü Bir Varlıkla Mücadele Eden Kerem'in Hikayesi..., Dram, Gizem ve Gerilim Filmleri
https://www.artmusicchannel.com/2020/03/sinema-ozeti-cocuklar-sana-emanet.html
#Çocuklar Sana Emanet#Çocuklar Sana Emanet konusu#Çocuklar Sana Emanet özeti#Çocuklar Sana Emanet film#Çocuklar Sana Emanet sinema#Çocuklar Sana Emanet afişler#Çocuklar Sana Emanet poster#Çocuklar Sana Emanet oyuncular#Çocuklar Sana Emanet movie#türk gerilim filmleri#türk filmleri#türk dram#türk gizem filmleri
0 notes
Text
ANNEM CANIM ANNEM
Genç adam uzun bir süreden sonra köyüne dönmüş, anasıyla hasret gideriyordu.
Yer sofrasında kahvaltı yapıp güzelce karnını doyurduktan sonra pencerenin önündeki sedire oturdu. Karşısındaki camiyi izlerken çocukluğuna ait bir hatıra gözlerinde canlandı. Annesıne dönüp:
- Ana, benim namaza nasıl alıştığımı biliyor musun, diye sordu.
Annesi sofrayı toplarken öylece bıraktı ve oğlunun yanına yanaşıp, gözlerine bakarak, soruya soruyla cevap verdi:
- Nasıl?!
Oğlu, uzaklardan haber alıyormuşcasına gözlerini kıstı ve derin derin camiye doğru tekrar baktı. Kendisini can kulağıyla dinlemeye hazır annesine yöneldi ve başladı anlatmaya:
"Bir cuma günüydü. Ben o zamanlar 8-9 yaşlarında filandım. Selâ verilmiş, erkekler camiye doğru gidiyordu. Sen geldin ve bana: "Ah oğlum, baban hayatta olsaydı o senin elinden tutar camiye götürürdü. Seni bana emanet bıraktı, rahmetli oldu gitti. Hem onu hem de beni sevindirmek ister misin" dedin.
Ben de senin o yalvaran gözlerini ve şefkat dolu hâlini görünce "isterim ana" dedim. "O zaman hadi hazırlan, evin erkeği olarak cuma namazına git" dedin.
Ben, daha önce evde seninle beraber ara sıra namaz kılmış olsam da camiye hiç gitmemiştim. Önce çekindim. Sonra sana dayanamadım "evin erkeği" sözü de hoşuma gitmişti hani ve abdestimi alıp camiye gittim.
En arka saftaydım. Tam bilemediğim için cemaat ne yaparsa onu yaptım.
Camiden çıkarken bakkal Hasan Dayı beni gördü ve başımı okşayarak "aferin sana küçük adam, cumaya mı geldin sen" dedi.
Onun da beni böyle "adam gibi" görmesine ayrıca sevindim ve gururla "evet, Hasan Dayı, evimizin erkeğiyim ben, cumaya geldim" dedim.
Hasan Dayı: "Gel sana şeker vereyim, hakettin sen" dedi.
Beraber bakkala girdik ve ordan bana bir şeker verirken "Bundan sonra her "cuma namazını" kıldığında gel, şekerini al" dedi.
Ben de çok sevindim ve ertesi haftaki cumayı iple çektim. Sen daha bir şey demeden hazırlanıp cumaya gittim. Çıkışta da bakkala. Hasan Dayı hiç bir şey demeden gülerek şekerimi verdi.
Böyle bir kaç hafta geçince Hasan Dayı dedi ki "Ne zaman camide namaz kılarsan şekerin hazır."
Ben önce öğle namazını camide kılmaya başladım. Sonra ikindi, akşam derken artık neredeyse her namaz vaktinde camideydim sonra bakkalın önünde.
Hatta bazen kazandığım şekerleri arkadaşlarımla da paylaşıyordum.
Öyle böyle derken bir de baktım, namaz benim için artık bir alışkanlık olmuş.
Biraz büyüyünce de şeker almaya hem utandım hem de artık almak istemedim. Caminin hocasını dinleye dinleye bir şeylerin de farkına varmış, ibadetin Allah için yapılması gerektiğini anlamıştım zaten" dedi ve kendisine şefkatle bakan anasına, bu anısını anlatmanın hazzını yaşadı.
Anası yavaşça yanından kalktı, yarım bıraktığı işi tamamlamak ister gibi sofradan tabak çanakları aldı odadan çıkacakken geri döndü, oğluna dedi ki:
-Ah benim güzel oğlum! O şekerlerin parasını bakkal Hasan Dayıya kim veriyordu?! Hiç dikkat etmedin mi, diğer çocuklar da camiye gidiyordu ama sadece "sen" bedava şeker alıyordun!
Genç adam, uykudan uyanır gibi oldu. Yüzü şekilden şekile girdi. Önce şaşkın ve müteredid sonra ağlamaklı oldu. Gözlerinin içi ışıldayınca, dudaklarına bir tebessüm dalgası yayıldı. Başını camiye çevirdi, sonra hemen önündeki bakkal dükkanına kaydı.
Kafasını iki yana salladı. Annesinin elini öpmek ve boynuna sarılmak için yerinden kalktı...
Kimbilir, hangimizin annesi veya hangimiz, çocuklarımıza güzel şeyler aşılamak için böyle işbirliği yapıyoruz da çocukların ruhu duymuyor.
Kimi bakkalla, kimi komşu kadınla veya amcayla, kimi bir arkadaşla, kimi abi-ablayla, kimi başka bir akrabayla, kimi öğretmen, kimi hocayla....
Kimi de Allah'la! Ve hangi evlat anne-baba duası hürmetine bulunduğu yerdeki imkân ve fırsatlara sahip de, kerameti kendinden veya başkasından zannediyor!
Allahü zül-Celal hazretleri, ana-baba duası almayı, onların gölgelerinden nasiplenmeyi, ana-babaya dua etmeyi ve onlara karşı "şefkat kanatlarını" indirmeyi nasip etsin.
"Ey Rabbimiz! Bize; dünyada ve ahirette iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azabından koru. Hesap günü;
beni, anne-babamı, ve mü'minleri bağışla!" Âmin!
SUNA İLHAN
17 notes
·
View notes
Text
İki üç gündür Alime'nin programı için kıyafet arıyorduk. En nihayetinde bir takım bulduk sonra onu bir bluzla kombin ettik. Hasılı sıkıcı ve yorucu bir zamandı. Hele de çarşıları mağazaları sevmeyenler için bu durum iyice can sıkıcı olabiliyor. Bir de Kuveyt'te iseniz işler daha da yorucu hale geliyor.
Neyse efendim en sonunda işi tatlıya bağladık. Bayramda da giyebileği bir kıyafet aldık. Bizim kızın bu kadar seveceğini ise hiç düşünmemiştim. Dünden beri üstünden çıkarmıyor. Gidiyor aynaya bakıyor, dönüyor, oturuyor, kalkıyor. İşte yani çocuk.
Neydi efendim, çocuklar yemekten büyümez giymekten büyür.
Sabah böyle fırıl fırıl dönerken evde "Allahım! Yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelleştir." Diye dua etti. Benim de duyacağım şekilde.
Evet daha evvel yine bir gün saçlarını taramış aynaya bakarken, güzel kızım Rabbim çok yaratmış değil, ne güzel tezyin etmiş, süslemiş. Peygamberimiz de (ASM)böyle aynaya bakar, saçını yağlar, bakım yapar "Allahım! Yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelleştir." Diye dua edermiş. Biz de aynaya bakınca öyle dua edelim olur mu demiştim.
🖋️
Ne güzel bir dua. İnsana şerefini ve haddini bildiren. Güzelliğin senin dilemenle değil Allah'ın takdiri ile lutfedildi. Seni Allah madden ve manen eşrefi mahlukat kıldı. Yaratılışın ne ahenkli ve sanatlı. Sana bahşedilen güzellikleri ise Allah emanet etti.
Ve sen bunun bilincinde olarak hareket etmekle kalmayıp, asıl güzelliğin ahlak güzelliği olduğunu unutmamalısın. Ahlakı edebi öncelemelisin. Dünyayı değil ahireti tercih etmelisin. Kendi beğenilerin ve arzularına göre değil, başkalarının güzellik kriterleri ile değil seni yaratan Rabbinin kriterleri ile hareket etmelisin.
Böyle olursa yaratılış güzelliğini muhafaza edebilir, zahir ve batınındaki ahengi korulabilirsin.
Aksi halde ya heva ve hevesinin kurbanı, yahut başkalarının bozuk para gibi harcadığı bir meta olursun. Hasaret ve mahsuniyet peşini bırakmaz.
Öyle işte en gönül. Duan hayatın olsun, olsun ki hep seni güzele, iyiye, doğruya götürsün.
Ve's selam...
#ayna #dekor #dekoraj #nizampaj #dua #hadislerledualar #ahlak #suret #siret #oyunabirazara #dünya #ahiret #güzellik #kalite #sevgi #merhamet #incelik
10 notes
·
View notes
Text
Sevgili İrem,
Bugün Akademi'deki altmış ikinci günüm ve ben sana bu satırları, diğer mektuplarımda da olduğu gibi odamdaki penceremin kenarından yazıyorum. Soyhan'daki evimde odamın penceresinden dışarı baktığımda, uzaktan da olsa evinizin bahçesindeki ışıklandırmalarını görür ve ne yaptığını merak eder ama yine de seni aramaz ya da sana bir mesaj atmazdım. Yabaniydim ve bunu seviyordum sanırım, bir mesaj ya da bir telefon uzaklıkta olmanın sana; değerini şimdi anlıyor, kendime kızıyorum. Bugün kendime kızdığım konular bir hayli fazla. Öncelikle, burada olsan benimle gurur duyardın biliyorum çünkü Pars bu kez yanlış telaffuzuma gülmedi, hatta Emile de öğlen yemeğinde bizimleydi ve o bile dalga geçmedi benimle. Sanırım öğreniyorum Fransızcayı. Söktüm sayılır bana kalırsa. Yani en azından derdimi anlatacak kadar... Hani öyle derler ya. Derlermiş yani. Sen bilirdin böyle günümüzde kullanılan popüler kalıpları. Bana Alacakaranlık'ı okuttuğun ve seninle kitaplar hakkında tartıştığımız o sonbahar gününü öyle çok özlüyorum ki. Bugünkü pişmanlıklarımdan bir diğeri de bu işte; seninle konuşabileceğimiz onlarca konu varken susmuş olmam, hep saklamam ve konuşmak istediğimde bile sessiz kalmam. Dostluğunu özlüyorum İrem. Bir dostu kaybetmek, bir arkadaşı... Bir aile ferdini kaybetmekle eş değer. Benim ailem yoktu, sen yanımdaydın. Bir aileye yakın hissettiren tek kişiydin sen. Şimdi benim bir evim var ama sen yoksun. Ve ben buna sebep olarak kendi bencilliğimden başka bir şeyi göremiyorum.
Yaşıyorum ben İrem, buluşmadık yani seninle öteki tarafta. Ben ölmek istemiştim halbuki, gitmek isteyen bendim... Senin ne haddineydi? Ama sen de haklısın, kızacak yüzüm yok. Baban... Sonra ben... Her şey ağır geldi değil mi o sıcacık kalbine de soğudu göğsünde? Ben, sevdiğim birini kaybettim sandım senden önce; kollarında huzur bulduğum, gözlerinde gördüğüm denizin kıyısında dinlendiğim birini. Canım söküldü içeride, canımı söktüler sandım; yaşadığıma şaşırdım. Kıymık oldu battı canıma. Canımı yaktı beni sağ bıraktı İrem. Öyle yaptı sandım. Ben o gün öldüm de öldüm, sonra nefes aldığım başka bir hayata uyandım. Bana ruhsuz diyordun ya hani, dalga geçiyordun benimle. Sırf etkilenmeyeceğimi bildiğinden içmeye çıkmıştık hani, tam da o akşam tanışmıştım kollarında huzur bulduğum o kişiyle... Şimdi gülüyorum biliyor musun? Çok gülüyorum hem de. Kahkahalar atıyorum. Görsen tanımazsın beni. Keşke görsen de tanımasan, o bile kâfi. Ben senin... Fırçalar ve kremlerle yüzümü boyayışını çok özledim İrem. Aptalca konuşsam, sürme şu boyaları desem yüzüme de sen beklememi söylesen; şaheser desen yine... Biz seninle yine sahilde buluşsak, açsak bir örtü; tarçınlı üzümü kek ve şarap ile... Çekiştirsek babanı. Baban yok ama şimdi ya da buluştun mu onunla orada bilmiyorum ama... Ben yanına gelmeyi çok istiyorum İrem. Her gün, sabah kalkıyorum ve yapmam gerekenleri yapıyorum ama akşam başımı yastığa koyduğumda, yanına gelmeyi çok istiyorum. Hâlâ çok istiyorum. Ama bu dünyayı senin için, kardeşin için, annen için, çocukluğum ve diğer tüm çocuklar için çok daha iyi bir yer kılma şansım var. Ve ben de artık işimi şansa bırakmıyorum, ipleri kendi elime alıyorum.
Rahat uyu yerinde. Kardeşin bana emanet İrem. Çocukça attığın kahkahalar, yaptığın şakalar ve beni minnettar bıraktığın tüm o anılar da öyle; hafızamın, hiç unutmayacağım bir köşesinde, benimle... Bir gün anlatabileceğim, küçük bir bebeğim olursa senden bahsedeceğim ona. Bak diyeceğim fotoğraflarımızı göstereceğim senin zorla çektiğin, benim surat astığım ya da utançtan garip davrandığım... Bu İrem Teyzeniz'di. Annenizin yüzünü hep güldürür, bağıra çağıra şarkılar söyler, kafası bozulunca temizliğe sarar ve en çok da yakışıklıları kesmekten hoşlanırdı. Artık, Naz bu aptallığı yapmasaydı nasıl olurdu diye düşünmeden uyuyabiliyorum ama konusunu açmıyorum. Zaten o gitti. Zaten o da iyi değil, ben gördüm bunu İrem. Sen onu sevmezdin çünkü biz aynı adamı sevdik ama ben onun da canının çok yandığını gördüm. Bir yanım idam istiyor onun için, gerçekten! Ama diğer yanım... Acıyor. O yanım yalnızca acımayı biliyor zaten. Ben de Naz'ı kendi hâline bıraktım. Zaten gitti o. Dur.
Yazmıştım bunu. Abimin adını öğrendim bugün. Pars söyledi. Farsça, biliyor musun? Ben de kütüphanede ne kadar Farsça kitap varsa toplayıp karıştırdım. Bir deyim öğrendim: "Vernem Nidahen." "Birini öldürüp mezarının üzerine çiçekler dikmek," demekmiş. Hani diyorum ya sana çok değiştim ben, farklı biriyim artık diye; beni öldürmüşler aslında İrem, öldürmüş yani... O kişi. Kollarında huzur bulduğum. Dört duvarıma çatı olan. Sonra çiçekler dikmiş mezara, ben çiçek açmışım sanki. Sen de çiçek olup açar mısın İrem, gelsem en güzel çiçekleri diksem mezarına?
N'olursun ol. En kısa zamanda, bulduğum ilk boşlukta geleceğim çünkü ben yanına. En güzel çiçekleri dikeceğim mezarına ama sen çiçek açtıracaksın onları. Açtıracaksın değil mi İrem? Çünkü ben ölü çiçekler görmekten bıktım, yoruldum, çok korktum İrem. Çiçek ol İrem, n'olursun. Çiçek ol. Işıltılı hayatını bir kenara bırakarak o sınıfın arka köşesindeki sessiz, garip, soğuk nevale, siyahlar içindeki kızla arkadaş olduğun için teşekkürler. Sen benim hayatımı kurtardın. Senin arkadaşlığın benim yoluma ışık oldu, sen benim karanlık anılarımı kahkahalarınla aydınlattın ve ben bunun için her zaman minnettar olacağım.
Sevgilerle, O köşedeki sessiz, garip, soğuk nevale, siyahlar içindeki kız.
3 notes
·
View notes
Text
Hatırlıyor musun 15 Nisan Pazartesi günü çıkmaya başlamıştık bugün tam 1 yıl 16 gün geçti üstümüzden ve ayrıyız birbirimizden sebebini bilmediğimiz bir nedenden dolayı her zaman olduğu gibi bu gecede aklıma girdin seni düşündüm eski bizi düşündüm hep kavga eden fakat birbirini çok seven bizi. küçük çocuklar gibiydik hep küsüp barışıyorduk şu an küsüz ama olsun ben seni hep sevdim seviyorum bana karşı kırgınsındır belki ama bunları isteyerek yapmadım öyle olması gerekiyormuş belkide bilemeyiz hayat bu sonuçta her zaman her istediğimiz olmuyor
İçimde ukte olarak ne kaldı biliyor musun papatyam elini tutup beraber gökyüzüne bakarak hayal kurmayı isterdim seninle geçmişimizi unutup geleceğimize dönük hayaller kurmaktı ama olmadı nasip değilmiş keşke şu an yanımda olsaydın sana söyleyebilseydim içimdekileri başımı koysaydım avucuna anlatabilseydim her şeyimi güvenini kırmış bu akılsız başım öyle demiş bu akılsız başın sevdiği kadın güvenini kırdığım için özür dilerim beni benden alan gözlerine bakarak sana kadınım demeyi o kadar çok isterdim ki olmadı şunu bilmeni isterim seni her zaman bir annenin çocuğuna olan masum ve saf sevgisi gibi sevdim halada seviyorum mor orkide almıştım sana ona bakarak benimle konuşuyorsundur belki orkidemize sahip çıktın inşallah öyle temenni ediyorum her neyse şu an mutlusundur inşallah sana söyleyecek o kadar çok şeyim varki neyse kısa keseyim kafanı şişirmeyeyim daha fazla
Allah’a emanet ol Bayramın mübarek olsun
3 notes
·
View notes
Text
Siyah Ruj
Ciğerlerime Ankara ayazı doldurdum, biraz da nikotin. Gençlik Parkı`ndaki lunaparka gidiyorum şimdi. Ben her pazar günü, öğleden sonra evsiz çocuklarla gondola biniyorum. Biyolojik olarak anne olamayacağımı öğrendiğim gün, kendimi evsiz çocuklara, kanser hastalarına ve delilere adamaya karar verdim. Annem, “otuzundan sonra şaşırdın iyice” diyor; keşke daha önceleri şaşırabilseydim…
Niye gondola bindiğimizi merak edeceksiniz belki, çocukların seçimi tamamen. Atlıkarınca, dönme dolap, çarpışan arabalar cazip gelmiyor çocuklara. “Abla, gondolda ayaklarımız yerden kesiliyor ya, yaşamak güzel be abla!” diyorlar. On iki kişilik bir gruptan oluşuyor bu çocuklar ve her pazar günü, üç ayrı çocukla lunaparkta buluşuyorum. Bir ay içinde, yüreğime bir sürü çocuğun mutluluğu doluyor…
Konuşurken savururum sözcükleri bir o yana, bir bu yana. Benden müşteri hizmetleri yetkilisi gibi konuşmamı bekliyor babam. “Kızım, özenli seç sözcüklerini” diyor. “Salla” diyorum babama ben de! Bilirsiniz müşteri hizmetleri yetkililerini; probleminizi çözmez çoğu ve sorarlar üzerine, “size yardımcı olabileceğimiz başka bir konu var mı?” Ben bir kanser hastası tanıdım. “Dualarımız seninle” demişler ona bir iki kez, “sen atlatırsın, güçlüsün” demişler bir iki kez, “bir ihtiyacın olursa haberimiz olsun” demişler bir iki kez ve sonrasında ne aramışlar, ne sormuşlar. Ben bunların hiçbirini demedim; elinden tuttum, ağrılı zamanlarında bağrıma bastım, canı yandığı için sitem ettiğinde, küfrettiğinde iki kırlangıç beliriverdi gözlerimde. Kırlangıç olup incitilmeyeceğimiz bir yere gidiyorduk, vardı öyle bir yer. O yerde canımız yanmıyordu ve huzurluyduk. Ben birçok kanser hastasına masallar anlattım biliyor musunuz; masallarımla uyudular ve size bahsettiğim kanser hastası dostum, birkaç gün önce sonsuz bir uykuya dalarken, tam da o bahsettiğim yere varmıştık masalın sonunda. Cenazesindeydim ben de. Ağlayan birçok insan vardı ve hastalığında dostumun, birkaç sözcükle onun yanında olduğundan öyle emindiler ki. Üzgünüm baba, sevmiyorum sözcükleri. Ben, sözcüklerin değil, dokunuşların kadınıyım; öpüp koklamaların, içselleştirmelerin, duyumsamaların kadını…
Bir deli vardı bizim mahallede. Seksen üç yaşında ve adını soranlara “Fidel” diyen bir güzellikti kendisi. Saat isterdi herkesten ve kimin saati bozuksa, eskimişse, gözden çıkartılmışsa, Fidel`e vermek isterdi saatini. Kızardı, bağırırdı böyle yapanlara Fidel. Bir komşumuz, sırf sevap kazanmak amacıyla yeni bir saat aldı ona ve o saat de kabul edilmedi. Aklıma bir şey geldi birdenbire; onu gördüğümde, “Fidel” dedim, “kendi üretimim bir saatin olsun ister misin?” Gülümsedi bana. “Sahi mi?” dedi. “Sahi tabi” dedim, “ver elini.” Uzattı elini bana ve ısırarak saat yaptım koluna; nasıl sevindi bir görseydiniz. “Seksen üç yaşındayım ve devrim olduğunda ancak bu kadar mutlu olabilirdim” dedi. Paltosunun cebinden bir kol saati çıkarttı ve tutuşturdu elime “Alamam” dedim, “dedemden babama, babamdan da bana emanet bu saat; benden sana küçük bir hatıra olsun” dedi. “Yapma Fidel, bu çok kıymetli bir hatıra” dedim. “Bir sen varsın delilerden anlayan” dedi. Bana söylenen en güzel sözdü, “bir sen varsın delilerden anlayan…” Çok oldu öleli, çok özlüyorum onu…
Ciğerlerime Ankara ayazı doldurdum, biraz da nikotin. Gençlik Parkı`ndaki lunaparka gidiyorum şimdi. Beni bekleyen çocuklar var, onlar istedi siyah ruj sürmemi. “Niye siyah olsun rujum?” diye sordum. Biri diğerine dedi ki, “neydi be bizi anlatan o edebiyat?” Çocuklar birbirine sordular hep. Biri dedi, “hah, hatırladım, Kızılay,`da, Yüksel Caddesi`nde gitar çalan bir abiden duymuştum, biz aykırıya, ayrıntıya, ayrıksıya, azınlığa tutkunuz”. “Edip Cansever bu” dedim gülümseyerek. Dediler ki bana, “abla, sen de bizim gibi aykırısın.” Aykırı olan kadınlar siyah ruj sürmeliymişler, bunu da çocuklardan öğrendim. Ayda bir gün, bir saat kadar vakit geçirmemiz, sohbet etmemiz, başlarının okşanması iyi geliyor onlara da, bana da. Çok alıştık birbirimize. Bir akşam, beni uyudukları yere götürecekler. Kartonların üzerinde uyuyorlarmış. İkna ettim onları, bana da karton ayarlayacaklar ve beraber uyuyacağız bir kez olsun. Masallar anlatacağım onlara, iyi insanlar olacak masallarda. Kanser hastasıyken soluveren dostlarım olacak, Fidel olacak, sözcüklerle değil, ruhuyla seven can'lar olacak yalnızca…
Yine ağlıyorum işte; başımın üzerinden iki kırlangıç geçiverdi tam da şu anda. Biyolojik olarak anne olamayacağımı öğrendiğim gün, kendimi evsiz çocuklara, kanser hastalarına ve delilere adamaya karar verdim. Annem, “otuzundan sonra şaşırdın iyice” diyor; keşke daha önceleri şaşırabilseydim…
Ergür Altan
123 notes
·
View notes
Text
VERA
hiç söylenmemiş sözler söylemeliyim
el değmemiş,duru sözler sevdiğim için
sevdiğim! şehir giysilerini kıskanır
ve bu yüzden bürünür geceyi
güneş gözlerinden beslenir
ve saçlarını kollar görmek için.
sensizken şehrim,
boş meydanlarında yürüdüm
kalın puntolarla iri laflar ettim
öfkemi saldım iri dişli postallar üzerine.
sevdiğim! vera.. hangi çocuğu okşadın,
ellerinle gülden kokular..
dilinde aşk nameleri,
söylesene vera hangi çocuğun adını andın.
sahi vera en son ne zaman görmüştük sena’yı?
hatırlasana deli kız sana emanet etmişti o bombaları
sevdiğim bak umut kan pıhtısı rengine döndü
ki sen vera, filistin’den geçerken
sakın eteklerini toplama
biraz kan bulaşmış halde çık karşıma
ve sakın unutma
o ilk çocuğumuzdur
asırlardır dillerde olan leyla’dır,
meryem’in suskunluğunda can bulan
gözleri vardı züleyha’nın
henüz düşmeden kirli kelimeler diyarına
bilir misin vera bu kaçıncı çocuk?
bu kaçıncı kertik yüreğe atılan?
eskisi gibi değil.. artık daha da sancılı
sevdiğim özgürlük meydanları budalalardan
geçilmiyorsa
bil ki bu şehirde çocuklar ölüyor
asırlardan uzak ellerini vera..
ellerini bulur ellerim
bir grozni kuşatmasında
dağları görüyor musun vera?
her bir dağa bir çocuğumuzun adını koymuşlar
berat’ım, emin’im, murat’ım
hani omuz omuza vermiştik ya bir namaz kıyamında
hani beraber açmıştık orucumuzu
kimi marmara’da kimi yıldız’da
koş vera koş
ülkemin sürgün yerlerine koş
ağlama deli kız ben ağlarım
seni böyle görmemeli
her okul kapısında türkümüzü söyleyen kızlarımız
ve annelere de söyle ağlamasınlar
ve sakın onlara ölüler demesinler
söylesene vera
çocuklara sıkılan hangi kurşun kahpece değildir?
öfkemiz taş doğursun vera taş!
yüreğimizi söksün yerinden
bak her tarafta sapanlı ebabiller
ebrehe’nin tankları kan kusturur
şimdi firavunu boğan kızıldeniz’i
ağlama duvarının dibinde görürüm
ki asa değil musa’nın elindeki
çağın sökülmüş kalbidir
bir şubat gecesi kaybettik esrarımızı vera
kendimizi odalarımızda bulduk
postallı korkularımızla
söylesene sevdiğim hangi rengini çaldılar
gökyüzünden
bak zulüm çin seddi’ni aştı
sevdiğim içimizdeki musalardan ne haber vardır?
ibrahimlerden,yusuflardan
yoksa musa’yı kızıldeniz’de yalnız mı bıraktık?
ellerimizle mi verdik ibrahim’i nemrutlara
şimdi hangi kuyudan gelmede yusuf’un sesi?
ki unutma vera
filistin’de yeni doğan çocuklar ilkin annelerinin
göğsüne
sonra da yerdeki taşlara uzanırlar
neredesin eyy ismail’in boğazındaki merhamet?
içimizdeki bu sızıyı kaldır
ya ebabilleri gönder
ya bizi de oraya aldır
ve her taraftan bana yönelir
seni arayan sesim
vera benim.. vera benim..
Numan Arıman
#tumblr#tumblr yazıları#tumblrsözler#aşk#sözler#kitaptansözler#aşka dair#kitapalintisi#müzik#edebiyat
3 notes
·
View notes
Text
TEKSAS CHEROKE YERLİSİ AMİNE ASSİLMİ..
"Her şey bir bilgisayar hatası ile başladı. Amine, Kızılderili ailesi olan Cheroke kabilesindendi. 1975 yılında okulda alacağı dersleri seçti. Sonra bir işi çıktı Oklahoma’ya gitti, orada işleri uzun sürdü. İki hafta sonra Teksas’a dönebildi. Döner dönmez okulun yolunu tuttu,
Yanlışlıkla tiyatro dersine kaydedildiğini öğrendi. Ders sonrası hocasına durumu izah etti, Tiyatroda rol almak yerine alternatif ödev verilmesini istedi. Hoca, teklifi olumlu karşıladı ve ondan Ortadoğu kültürünün kıyafetlerini tanıtmasını istedi ve Arap öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir sınıfa gönderdi.
Amine, Müslüman öğrencilerin sınıfta çoğunluk olduğunu görünce “Ben kesinlikle bunlarla çalışmam, asla bu sınıfta oturmam.” dedi.
Ancak kocasının ısrarı ve ikna etmesi üzerine sınıfa devam etti.
“Bu yaratanın bir işareti, belki Arapların hepsini Hıristiyanlaştırmam için bir fırsat.” diye düşündü. Derse devam etti, her fırsatta sınıf arkadaşlarına Hıristiyanlığı anlattı, onların etkilenmesini bekledi ama beklediği etkilenme gerçekleşmedi. Dinleyenler her seferinde, Hz. İsa’yı çok sevdiklerini söylüyor fakat bir türlü Amine’nin istediği noktaya gelmiyorlardı.
Amine, çaresiz İslam’ı araştırmaya yöneldi. Bir gün evine iki Müslüman geldi. Biri orta yaşlı, öteki genç iki hanım. İslam’ı tebliğ ve teklif etmek istiyorlardı. İçlerinde biri şöyle dedi:
“Beş dakikanınız var mı. ? Dilerseniz İslam ile ilgili size merak ettiğiniz şeyleri anlatabiliriz.”
Amine kabul etti, onlara yanlış yolda olduklarını anlatmak niyetindeydi. Beş dakikalığına başlayan konuşma saatlerce sürdü, davetçiler İslam’ı tatlı tatlı anlatıyorlardı. Ayrılırken Kur’an-ı Kerim ve birkaç kitap bırakıp gittiler.
Amine, Kur’an okumaya başladı; Değişim de böylece başlamış oldu.
Değişmeyi ilk fark eden kocası oldu. Amine alkol almamaya, domuz eti yememeye başladı. Kocası, bu durumdan fena rahatsız oldu ve tartışmalar başladı, zamanla tartışmalar şiddetlendi, sonunda Amine evden ayrılmak zorunda kaldı.
İslam’ı araştırmaya devam etti. Kafasında ki sorular birer ikişer cevap buldu. 1977 yılı mayısında şahadet getirip Müslüman oldu. Hayatı bundan sonra daha da zorlaştı. Başını örttüğü için işten atıldı. Babası eline geçirdiği bir tüfekle kızını vurmaya kalktı: “Böyle bir kızım olacağına hiç olmasın.” diyordu. Kız kardeşi, aklını oynattı zannederek onu akıl hastanesine yatırmak istedi. Asıl sınavı çocukları ile ilgili oldu. Eyalet yasalarına göre çocuklar din değiştirene değil, Hıristiyan olan babaya veriliyordu. Son duruşmada hâkim şu teklifi yaptı:
“Kızım, Müslümanlıktan vazgeçtiğini söyle, çocuklarını sana vereyim. !” Düşünmesi için Amine’ye 20 dakika süre verdi. Amine, hayatının en ıstıraplı yirmi dakikasını geçirdi. Sonunda kararını açıkladı:
“Hâkim bey, çocuklarımı o adama değil, Allah’a emanet ediyorum. İslam’dan vazgeçmiyorum. Bir gün çocuklarıma İslam’ın ne olduğunu öğreteceğim.”
Yuvası yıkıldı, ailesi onu reddetti. Müslüman kardeşleri onu yalnız bırakmadılar. Cami yakınlarında bir konteynır ev ayarladılar. Amine hayatını bu evde sürdürmeye başladı. Okudukça öğreniyor ve zenginleşiyordu. Hadis, akaid, fıkıh… İlmi arttıkça anlatmaya başladı ve anlattıkları çevresinde büyük ilgi gördü. Etrafında ki Müslüman hanımların sayısı her geçen gün çoğaldı. Konuşmaları kasetlere alınmaya başladı ve eyalette en çok dinlenen hatip oldu. Kasetler elden ele dolaştı, yüz binlerce kişiye ulaştı. Bu sayede birçok insan İslam ile tanıştı.
Amine, İslam Uluslararası Kadın Birliği’nin kurulmasına öncülük etti ve birlik başkanı oldu. Ülke çapında seminerler verdi, salonlar dolup taştı. Kendisini Müslüman kadınların eğitimine adadı.
Bir gün telefonu çaldı. Kocası arıyordu:
“Amine görüşebilir miyiz. ?”
Amine önce reddetti. Kocası, çocuklarınla görüştüreceğim deyince kabul etmek zorunda kaldı. Çocukları, eşi ile buluştu. Kucaklaşıp ağlaştılar. Çocuklar, annelerini dedelerinin evine gitmeye ikna ettiler. Evde kendisini büyük bir sürpriz bekliyordu. Evde onu annesi, babası, kendisini bir zamanlar akıl hastanesine götürmeye kalkışan kardeşi ve bazı akrabaları bekliyordu. Hepsi Amine’yi uzaktan takip etmişler, kasetlerini dinlemişler ve Müslüman olmuşlardı. Amine böylece ailesine kavuştu.
Yüz yaşını geçmiş olan anne annesi bile Müslüman olmuştu. Teksas’ın hakikati bulmuş bu nur yüzlü annesi 6 Mart 2010 Cuma günü kanser sebebiyle ebedi âleme göçtü. Allah rahmet eylesin!.."
Ali Erkan KAVAKLI
9 notes
·
View notes
Text
Bugün eşimin ellinci ölüm yıl dönümü. Evliliğimizin üçüncü yılında, henüz yirmi yedisinde soluverdi canı bir tanemin. Bir evlat emanet etti bana, oğlumu. Ailem, dostlarım, komşularım birçok kez baskı yaptılar evlenmem için. Evlenmedim. Elli yıldır özlemimdeki sırlı güzelliktir eşim. Can yoldaşımı çok özlüyorum ve ona bir mektup yazdım bugün. Kendimden, oğlumdan, güzel günlerden, hoş hatıralardan bahsettiğim bir mektup. O mektubu paylaşacağım sizinle ve mektubumun bitiminde kaval çalacağım eşimin o güpgüzel ruhuna doğru…
Can Yoldaşım,
Bir haftalığına oğlumuzun yanına gitmiştim İstanbul`a. Bugün döndüm köye. Yolda yazdım sana bu mektubu. Şimdi mezarının başında okumak istiyorum. Biliyorum ki, bütün zamanlardan ve bütün mekanlardan gören ve duyansın beni sen; evimizden, bahçemizden, oğlumuzun yanından , yeryüzünden ve gökyüzünden duyumsayansın ruhumu.
Oğlumuz profesör oldu geçen ay, felsefe profesörü. Benim kadar sen de gurur duymuşsundur eminim. “Babacığım seni her davet edişimde reddediyorsun; ama bu sefer beni kırma lütfen. Üniversitede dersime girmeni çok isterim” dedi. “Peki” dedim, “otururum bir kenarda.” “Hayır babacığım” dedi, “kürsümde sen oturacaksın ve sohbet edeceksin öğrencilerimle. “ Şaşırdım. “Oğlum, ne konuşabilirim ki öğrencilerinle?” dedim. “Felsefe üzerine elbette” dedi, “onlar soracak, sen cevaplayacaksın.” Kızdım. Dedim, “senin gibi tahsilli değilim ben, aklım ermez senin ilmine. “ “Kıracak mısın yine oğlunu?” dedi sitemle. Sana baktım, senin duvardaki fotoğraflarına, -hele kucağında oğlumuzun olduğu fotoğrafa-. Seslendin o fotoğraftan bana, “git Derviş`im” dedin, “benim hatırıma, oğlumuzun hatırına git canım benim.” Yıllardır köyünden çıkıp ilçeye bile gitmeyen ben, oğlumuzun yolladığı biletle, on saatlik yola, İstanbul`a gittim.
Otogarda karşıladı beni oğlumuz. Nasıl özlemişim bir bilsen. Sımsıkı sarıldım ona. Oğlum annesi koktu, sen koktun o anda. Evinde ağırladı beni, -gelinimiz demeyeceğim kesinlikle- kızım ve torunlarımızla. Daha evine giderken sordum arabada, “öğrencilerin biliyor mu dersine gireceğimi?” “Evet babacığım” dedi. “Nasıl anlattın onlara beni?” dedim. Gülümsedi. “Bir köylüm gelecek ve sizinle felsefe sohbetleri yapacak dedim”. “Niye söylemedin baban olduğumu?” dedim. “Sana torpil geçmelerini istemedim, çatır çatır sorular soracaklar sana!” dedi. Aldı beni bir tedirginlik. “Bilmez misin, cahilim senin yanında oğlum” dedim. “Sen benim yalnızca babam değilsin, hocamsın” dedi oğlumuz. Eve vardığımızda kızımız, torunlarımız hep moral vermeye çalıştı bana. Kızımızı ve torunlarımızı da çok özlemişim. Ah, o tedirginlik işte; gece uyuyamadım, gözlerimi bile yummadım neredeyse.
Oğlumuz kavalımla gelmeni söylemişti. “Olur” demiştim, “kaval çalışımı özlemiştir. “ Ertesi sabah üniversiteye gitmek için hazırlanırken, “kavalını da al babacığım” dedi. “Öğrencilerine kaval mı çalacağım?” dedim. “Sen sustuklarını kavalında dillendirensin” dedi. “Rezil olacağım bugün” dedim. “Hayır babacığım” dedi, “her şey çok güzel olacak…”
Vardık üniversiteye. Beni arkadaşlarıyla tanıştırdı oğlumuz; profesör, doçent, asistan arkadaşlarıyla. Öyle mahcup oldum ki el sıkışırken. Bir şey dediklerinde, sesim titredi konuşurken. Fısıldadı kulağıma oğlumuz, “benim hatırıma ve annemin hatırına” dedi, “lütfen rahat ol babacığım.”
Koluma girdi oğlumuz ve sınıfına geçtik. Gülümseyerek karşıladı bizi gencecik çocuklar. “Size bahsettiğim köylüm” dedi oğlumuz, “Derviş Amcanız bizimle olacak bugün.” “Hoş geldiniz” dediler. “Bugün aranızda oturacağım” dedi oğlumuz, “Derviş Amca kürsüde yer alacak.” Yüzümün kızardığını, hatta yandığını hissettim kürsüye yönelirken. “Önde bir yere otur bari” dedim usulca, “bir şey olursa yardım edersin bana”. Gülümsedi, omzuma dokundu hafifçe ve en arkada bir yere oturdu hınzır!
Ön sıradan bir öğrenci dedi ki kürsüdeki bana, “sizinle felsefe üzerine konuşabileceğimizi, her şeyi sorabileceğimizi söyledi hocamız.” Çekinerek dedim, “vakıf değilim felsefe ilmine, ama bildiğim bir şey olursa söylerim.” Gülümsedi hepsi, içtenlikliydi gülümsemeleri. “Köyde yaşıyormuşsunuz” dedi bir öğrenci, “anlatsanıza köyünüzü”. “Bizim oralarda gökyüzü daha hür” dedim, “yıldızlar daha bol.” “Eminim ki öyledir” dedi bir başka öğrenci, “İstanbul`da gökyüzü bile tutsak.” Bir ferahlık süzüldü ruhuma. “Buğday ekerim ben” dedim. “Bir buğday tanesinde ne görüyorsunuz?” diye sordu biri. “Emeği görürüm “ dedim. “Emeği ekinde gördüm ömrüm boyunca; ekin ektikçe huzur buldum, ekmeğimi kazandım ve ektiğim buğdaylarla hem doydum, hem doyurdum.” “Derviş Amca, sen ne güzel bir insansın” dedi bir başkası. “Sağolasın” dedim, “hepimiz can`ız ve hepimiz güzeliz.” Aynı öğrenci,“sana ironik bir soru sormak isterim” dedi. İronik ne demek bilmiyorum. Dedim içimden “başlıyor bilmediğim yerlerden sorular gelmeye!” “Kaç sorusu olabilir bir kedinin?” dedi. Torunlarım geldi gözümün önüne, “onlar sorsa bu soruyu, ne derdim acaba?” diye düşündüm. Bütün gençler merakla bana bakıyor. Göz gezdirdim sınıfa, dedim ki, “sokak kedisinin sorusu olmaz hiç, ev kedisinin de cevabı...” “Derviş Amca, süpersiniz” dedi biri. “Müthiş cevaptı” dediler. “Ben de bir ironik soru soracağım” dedi bir genç. O kadar tedirgin olmadım bu sefer! “Bir balık mı yaşamımız kuş olmaya hüküm giymiş?” dedi. Torunlarımızı düşündüm yine. Onların her muzır sorusuna, aynı muzırlıkta cevap verişimi. “Kuş olamayacağını anlayınca uçanbalık olmuş bir yaşamımız var belki de” dedim. “Alkışlıyorum sizi” dedi soruyu soran öğrenci. “Helal olsun Derviş Amcaya” diyenler, “harikasınız amcacığım” diyenler… Felsefe akımlarından, düşünürlerden soru sormadılar bana. Biri dedi, “çok güzel kaval çalıyormuşsunuz, bize kaval çalar mısınız?” “Eşimi kaybettikten sonra öğrendim kaval çalmayı” dedim. “Kaval ne ifade ediyor sizin için?” dediler. “Sevgiyi ifade ediyor” dedim; “eşimin sesi, nefesi, ruhu kavalımın tınılarında dolaşıyor her üflediğimde.” “Bize eşinizi anlatır mısınız kaval çalarak?” dedi bir genç. Demedim bir şey. Çıkardım kavalımı kılıfından. Yanı başımda seni gördüm sanki. “Çal Derviş`im” dedin bana, “benim için üfle kavalına bir tanem…” “Gel gör beni aşk neyledi”; ne çok severdik Yunus`un mısralarını değil mi… Onu çalarken öğrenciler de eşlik etti bana…
Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi…
Bitiremeden ezgiyi, gözlerim doldu, nefesim ıslandı… Baktım, çocukların da gözleri dolu dolu olmuş. Yanıma geldiler, “eşini çok sevmişsin Derviş Amca” dediler. “Seviyorum” dedim. “Can olana ölüm yok ki; bedenimiz çürüse de sevgimiz taptaze dolaşacak yeryüzünü, doğayı, evreni…” Sevgiden konuştuk, aşktan, umuttan… “Aşkı tarif etsenize” dediler. “Aşk” dedim, “zemheride bile kelebek olmaya heveslenmektir.” “Kelebeğin ömrü üç günlük” dediler, “üç günlük dünyadayız zaten” dedim. Hiçbiri sırasına dönmedi, hepsi yanımda yöremde. Oğlum geldi en arka sıradan. “Müsaade eder misiniz?” dedi. Çekildiler geçebilmesi için. “Derviş Amcanız benim babamdır, ama babam olduğu kadar hocamdır da. “ Şaşırdılar. “Elinizi öpmek isterim hocam” dedi oğlumuz. “Estağfurullah oğlum” dedim, “ben senin elini öpmeliyim asıl.” Kavradı elimi oğlumuz, öpüverdi saygıyla. Sarıldık birbirimize. “Sizin hocanız bizim de hocamızdır” dedi bir öğrenci. Bir de baktım, hepsi sıraya girmiş elimi öpmek için. Oğlumuz dedi ki, “felsefe, sevgiye ulaşmak için bir köprüdür; babam da bir köprü işte görüyorsunuz.” “Derviş Hocanın üflediği kaval bana çok şeyi sorgulattı birkaç dakika içinde” dedi bir öğrenci. Bana “hoca” denmesi, ah nasıl mutlu etti beni. “Neyi sorguladın?” dedi oğlumuz. “Doğadan ne çok uzak düştüğümüzü sorguladım” dedi, “ne çok hırsımızın, kibrimizin olduğunu sorguladım.” “Derviş Hoca aşmış” dedi bir başkası, “annenizden bahsederken gözleri ışıl ışıl” dedi. “Derviş Hocamın sayesinde profesörüm” dedi oğlumuz. Duygulandım. “Estağfurullah hocam” dedim. “Ama ondan başka bir şey daha öğrendim” dedi. “Karıncayı incitmeyenlerden değil, bir çay kaşığı şekeri karıncadan esirgemeyenlerden olmayı öğrendim. İyi bir insan olmanın ötesinde, can olmayı, can`a kıymet vermeyi öğrendim.” Yanıma sokuldu yine. “Teşekkür ederim babacığım” dedi, “sana ve anneme çok teşekkür ederim…” Bütün öğrenciler alkışladı bizi. Oğlumuzla, çocukluğunda, karıncaları doyurmak için, karıncaların yollarına koyduğumuz toz şekerleri anımsadım… “Karıncalar…” dedim. Tutamadım kendimi, h��çkıra hıçkıra ağladım, dakikalarca hem de… Sarıldı bana yine oğlumuz, o sıcacık gençler sarıldılar sımsıkı. Korkarak girdiğim sınıftan sevinç gözyaşları içinde çıktım. Hatıra fotoğrafları çekildik hep beraber. Arabaya binene kadar, hatta araba hareket edip de gözden kayboluncaya kadar alkışladılar bizi ardımız sıra. Beni çok sevdiler karıcığım…
“Sana bir hediye almak istiyorum” dedi oğlumuz. “Üzerindeki montu ver” dedim. “Sana yeni, daha kalın bir mont alayım babacığım” dedi. “Hayır” dedim, “seni her kokladığımda annenin kokusunu da alıyorum ben. Montunu giydikçe hem sen yanımda olacaksın, hem de annen.” Demedi bir şey. Üzerimde oğlunun montu var şimdi. Bir giyside canımdan parçalar, kokular, dokular saklı…
Oğlumuz, yazdığı felsefe kitaplarını, tezlerini, makalelerini koydu çantama. Onun yazdığı kitaplara, emeğinin olduğu dergilere dokunmak, sana dokunmak gibi bir tanem. Oğlumuz bizim emeğimizdi, sevgimizdi, umudumuzdu. Onun felsefeye serpilen emeğini, sevgisini, umudunu okuyacağım her gece ve aşk`ı ,-öz`ümdeki felsefeyi- yollayacağım kavalımın tınılarıyla sana…
Seni sevmek başlı başına bir felsefeymiş can özüm; seninle yan yana geçen zamanlarımız, bitmesini istemediğim felsefe derslerimmiş benim. Ah, o dersler ki aşk`a erdirdi beni. Ah güzel kadın, ah sevgili karıcığım, minnettarım varlığına…
*Yazan: Ergür Altan
2 notes
·
View notes
Text
Bazen bilmediğim bir şarkının melodilerine sığdırıyorum seni. Tekrar tekrar başa sarıyorum ezberliyorum kendimce. Sabahlara kadar mırıldanıyorum sonra, hiç bıkmadan, yorulmadan. Bazen yenik düştüğümü hissediyorum. uyuya kalıyorum. Çok geçmeden sensizlikle kucaklaşıyorum, biliyomusun düşlerimde bile üşüyorum artık..
.
7 notes
·
View notes
Text
Huysuz ve tatlı kadın?
Yakın gözlükleri burnunun üstünde, beyaz saçlarını arkada topuz yapmış, üstünde örgü hırkası, büyük kırmızı koltuğa oturmuş bir nine olarak başlıyorum bu yazıya. Belki insan torunlarım yanımda, belki de kedi torunlarım gırlayarak bu gevezeliğime eşlik edecek. Kurabiye ve süt kokusuyla ahşap sıcaklığını da hissettiyseniz dinlemeye (okumaya?) hazırsınız. Konumuz özel günler. Aklınıza ne geliyorsa. Bayramlar, doğum günleri, yılbaşları… Topluca kutlanan, o gün dilenen dileklerin gerçek olacağına inanılan, insanların büyük anlamlarla yaklaştığı günler… Huysuz bir nine olarak yaşlandıkça sevmemeye başladım ben bu günleri. Sürekli aynı tempoda tüm gün boyunca “kutlama” dileklerinde bulunmak, bunu bir mesai haline getirmek bir noktada yoruyor. Keza sürpriz hediyeler ya da organizasyonlar da öyle. Beklentiye girmek, hayal ettiğini gerçekleştirmek için illa şu günlere ihtiyaç duyulması dünya düzeninin bir oyunu değil de ne! (büyük resmi gördüm yavrularım dağılabiliriz)
Sanırım buradaki tepkim insanların, sanki diğer günleri hayatlarının en boktan günleri gibi yaşayıp bu özel günler için mutluluk beklentisine girmelerine. Bir insanı doğum günü dışında sırf bunu sever diye hediyelerle mutlu etmişliğim varken doğum günü konsepti bana anlamsız geliyor. Büyük sofraların kurulup lezzetli yemeklerin yapıldığı bir tek yılbaşları mı var? Bu konuda daha uzatırım ama sanırım ana fikir anlaşıldı. Mutlulukları belli günlere, büyük olaylara sıkıştırmak yerine beklentisizce, sevdiğimizden, sevildiğimizden yaşayalım. Çok daha kıymetli geliyor bana. Sanırım bir de burada canımı sıkan konu samimiyet meselesi. Sosyal medya çıktı mertlik bozuldu! (diyor gevezeliğini bu mecralardan yapan ninemiz) Nostaljik hisseden bireyler geçmişe özlem duyarken o samimiyeti aramıyorlar mı? “En güzel sofrayı biz kurduk, doğum günü insanı olarak en güzel ben kutlandım bakın bakın!” Ben fazla güzel ya da mutlu şeyler yaşadığımda bunu bir de sosyal medyada paylaşmayı unutuyorum. Bir de zaten bu mutluluk paylaşılacaksa yanımdaki insanlar bana yetiyor. Anlayamıyorum ve mantıklı bir açıklamasını da kendime yapamıyorum.
Mesajlama platformları üzerinden rehberdeki herkese gönderilen klasik kutlama mesajlarına bu yazımda yer vermiyorum. Ama hazzetmediğimi tahmin etmişsinizdir. Gelelim bir de milli bayramlara…
Hatırlar mısınız bir zamanlar Cumhuriyet yürüyüşleri oluyordu. Fener alayları, bayram konserleri… Okullarda çocuklar hazırlanıyor, şiirler okunup oratoryolar yapılıyordu. 23 Nisanları hatırlayın. TRT dünyanın dört bir yanından gelen çocuklarla beraber törenleri yayınlıyordu. Her 10 Kasım’da okulun küçük konferans salonuna toplaşıp Sarı Zeybek izleniyordu. 19 Mayıs’ta büyük stadyumlarda Gençliğin Ata’ya cevabını hep bir ağızdan okurken tüylerimiz diken diken olmuyor muydu? Şu zamanlarda bunların hiçbirinin yeri dolmuyorken sadece yirmi dört saat kalıcı olan bir yerde “kutlu olsun” diye paylaşımlar yapmak, yapmayanları suçlu kılmak -mahalle baskısı diyebilir miyiz- açıkçası yine bana saçmalık geliyor. Bu bayramlar ülkenin hafızası, umudu değil mi? Koca imparatorluğun ardından bir cumhuriyet kurmak o zamanlar için akla hayale sığmazken bunun görüsü ve cesaretiyle geleceğe aydınlık bakmayı hatırlatıyor. Daha sıkı sahipleniyorsun çünkü gelecek nesilsin ve ileriye taşıyacağın sana emanet. Savaşla harap olmuş halkı toparlayıp bir meclis açmak, egemenliği onlara vermek kolay mıydı? Kayıtsız şartsız millete verilen egemenliği bir de çocuklara armağan edilen günle hatırlamak sadece bir fotoğraf paylaşımıyla oluyor mu? Ders kitapları arasına sıkışmış dört beş şıktan doğru olanı seçmeye odaklanan nesiller için “sanal”laşmış dünya geniş ufukları kullanmasını bilene açıyor. Geçmişe duyulan özlem artarken bazı şeyleri yaşatmak zor değil. Mutlulukları, keyifleri senenin özel olmayan herhangi bir gününde yaşamak da değersiz değil.
Anlamsızca ahkam kestiğim, bunu da huysuz tonton bir nineye sığınarak yaptığım yazımın sonuna geldik. Başka dünyalarda buluşalım!
1 note
·
View note