#çünkü her yer taş duvar
Explore tagged Tumblr posts
Text
Pirinç dekopaj kağıtları, farklı pirinç dekopaj desenleri, metrelik pirinç dekopaj seçenekleri ve uygun pirinç dekopaj fiyatları ile her türlü el sanatları projesine mükemmel bir şekilde uyum sağlar ve her tür yüzeyde kolayca uygulanabilir.
Dekopaj sanatı, yaratıcı projelerle ev dekorasyonunu kişiselleştirmek isteyenler için harika bir seçenektir. Dekopaj kağıdı satışı yapan mağazalar, genellikle farklı dekopaj malzemeleri ve dekopaj yapma malzemeleri sunar. Bu malzemeler arasında dekopaj kağıdı, yapıştırıcı, fırçalar ve vernik gibi ürünler yer alır. Dekopaj kağıdı temalı tasarımlar ise, projelere şıklık katarak, farklı desenler ve renk seçenekleriyle kullanıcılara geniş bir yelpaze sunar. Dekopaj uygulama sırasında, doğru malzemelerin seçilmesi ve uygulama tekniğinin doğru yapılması önemlidir.
Dekopaj ile ne yapılır sorusunun cevabı oldukça geniştir. Dekopajlı mobilya yaparak eski eşyaları şık ve modern bir şekilde yenileyebilirsiniz. Dekopaj kağıdı ile masa süsleme, duvar süsleme ve taş boyama gibi uygulamalar da oldukça popülerdir. Hobi olarak başlayanlar, dekopaj sanatı öğrenme süreciyle hızla yeni teknikler öğrenebilir ve projelerindeki becerilerini geliştirebilirler. Ayrıca, dekopaj kağıdı temalı ürünler kullanarak, günlük yaşamda kullanılacak şık objeler de tasarlayabilirsiniz. Dekopaj hobi olarak evde yapılabilecek uygulamalardan biri, dekoratif bir tabak veya duvar panosu hazırlamaktır.
Dekopaj kağıdı çeşitleri çok geniştir ve her biri farklı desenler ve temalar sunar. Dekopaj kağıdı temaları ve desenleri çiçekler, vintage figürler, geometrik desenler veya doğa temalı figürlerden oluşabilir. Dekopaj kağıdı ile tablo yapımı veya çerçeve süsleme gibi projeler, ev dekorasyonuna zarif bir dokunuş katmanın mükemmel yollarıdır. Dekopaj kağıdı ile hediye kutusu süsleme ve seramik süsleme gibi yaratıcı fikirler, hediye vermeyi çok daha anlamlı hale getirebilir.
Dekopaj kağıdı satın alırken nelere dikkat edilmelidir? Kağıdın kalitesi, desenlerin netliği ve kullanım amacına uygunluğu önemli faktörlerdir. Ayrıca, dekopaj kağıdı ve yapıştırıcı nasıl kullanılır? sorusuna gelince, uygun bir dekopaj tutkalı ile kağıdın yüzeye nazikçe yapıştırılması gerekir. Kağıdın düzgün yerleşmesini sağlamak için dikkatli ve nazik bir şekilde uygulanmalıdır. Dekopaj kağıdı seti almak, özellikle yeni başlayanlar için faydalı olabilir çünkü bu setler genellikle gerekli tüm malzemeleri içerir.
Dekopaj kağıdı fiyatları 2024 yılı itibariyle değişkenlik gösterebilir. Fiyatlar, kullanılan malzemenin kalitesine ve kağıdın desenine göre farklılık gösterir. Dekopaj kağıdı modelleri ve fiyatları konusunda pek çok seçenek bulunmaktadır. Dekopaj kağıdı teknikleri ve tüyolar öğrenerek, daha profesyonel sonuçlar elde edebilirsiniz. Özellikle dekopaj kağıdı ile eski mobilya yenileme gibi projelerde, doğru teknikleri kullanmak çok önemlidir. Ayrıca, dekopaj kağıdı ile yazlık dekorasyonu yaparken doğal renkler ve açık desenler kullanmak, yaz temasına uygun bir atmosfer yaratır.
Dekopaj kağıdı ile çerçeve yapımı, kişisel fotoğraflar için şık ve özel bir sunum sağlar. Dekopaj kağıdı temalı ürünler ve dekopaj hobi alanında yapılabilecek projeler, evde yaratıcı ve estetik çözümler üretmek için harika bir fırsattır. Dekopaj kağıdı kullanımı ve püf noktaları ile projelerinizi kolayca tamamlayabilir, hem dekoratif hem de işlevsel ürünler elde edebilirsiniz.
1 note
·
View note
Text
Doğal Mermer ve Mermer Fiyatları Hakkında Bilgiler
Mermer, doğada uzun yıllar boyunca yüksek basınç ve sıcaklık altında oluşan bir taş türüdür. Bu taş, kireçtaşı ve dolomitin başkalaşımı sonucu meydana gelir ve yoğun bir kristal yapıya sahiptir. Mermerin en belirgin özelliklerinden biri yüzeyindeki parlak ve pürüzsüz dokusudur. Renk ve desen çeşitliliği, mermerin doğadaki oluşum sürecine ve içerdiği minerallere bağlı olarak farklılık gösterir. Örneğin, beyaz mermer saflığın simgesi olarak bilinirken, siyah ve gri tonlardaki mermerler ise daha sofistike bir görünüm sunar. Bu özellikler, onu dekoratif ve mimari projelerde sıkça tercih edilen bir malzeme haline getirmiştir. Özellikle yapı sektörü ve iç mekan tasarımlarında mermer estetik açıdan sunduğu katkılar oldukça değerlidir.
Mermer, dayanıklılığı ve doğal güzelliğiyle yüzyıllardır binalardan heykellere kadar birçok alanda kullanılmıştır. Roma ve Yunan döneminden bu yana tarihi yapılar ve anıtlarda karşımıza çıkan bu taş, lüks ve kaliteyi temsil eder. Modern mimaride ise mermerin kullanımı, hem iç hem de dış mekanlarda yaygındır. Zemin döşemelerinde, tezgah üstlerinde ve duvar kaplamalarında tercih edilmesinin yanı sıra mermer, dekoratif objeler ve sanat eserlerinde de sıklıkla kullanılır.
Mermer malzemesinin tercih edilmesinde sadece estetik unsurlar değil, aynı zamanda dayanıklılık da önemlidir. Bu nedenle uzun ömürlü ve şık bir çözüm arayan mimarlar ve tasarımcılar için ideal bir seçimdir. Ayrıca doğal bir taş olması sebebiyle çevre dostu bir materyaldir. Bu özellikler, mermerin modern tasarımlarda yeniden popüler hale gelmesine katkı sağlamaktadır.
Mermer Fiyatları
Mermer fiyatları, birçok faktöre bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Öncelikle, mermerin kalitesi ve türü fiyatlandırmayı etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Doğal olarak oluşan her mermerin, içeriğindeki mineraller ve oluşum süreci farklıdır. Bu da mermerin renk, doku ve dayanıklılık açısından değişiklik göstermesine neden olur. Örneğin, nadir bulunan ve desenleri daha belirgin olan mermerler genellikle daha yüksek fiyatlara satılmaktadır. Buna karşın, daha yaygın olan ve desenleri daha sade olan mermer çeşitleri daha uygun fiyatlı olabilir. Mermer fiyatları konusunda etkili olan diğer bir faktör ise taşın büyüklüğü ve işlenme sürecidir. Büyük plakalar halinde kesilen ve özel işlemlerden geçen mermerler, daha yüksek maliyetli olabilir.
Aynı zamanda mermerin çıkarıldığı bölge de fiyatları etkileyen unsurlar arasında yer alır. Bazı mermer ocakları, taşın nadir bulunması ve zorlu koşullarda çıkarılması nedeniyle fiyatları yukarı çekebilir. Mermer fiyatları konusunda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, ürünün işlenmesi ve montajıdır. İşlenmiş mermer, ham mermerden daha maliyetlidir çünkü yüzey işlemleri, kesim teknikleri ve parlatma süreçleri ek masraflar yaratır. Ayrıca, mermerin kullanılacağı alana göre farklı uygulama yöntemleri de fiyatları değiştirebilir. Örneğin, zemin döşemeleri için kullanılan mermer ile mutfak tezgahı için kullanılan mermerin fiyatları farklı olabilir.
0 notes
Text
Mermer ve Mermer Fiyatları Hakkında Bilgilendirme
Mermer, doğada oluşan ve inşaat sektöründe sıkça kullanılan bir doğal taş çeşididir. Bu taşın temel yapısı kireçtaşının yüksek basınç ve sıcaklık altında yeniden kristalleşmesi sonucu oluşur. Sert yapısı ve estetik görünümü, mermeri hem iç hem de dış mekanlarda tercih edilen bir malzeme haline getirir. Tarih boyunca sanat ve mimaride önemli bir yer tutan mermer, günümüzde de hem lüks yaşam alanlarının oluşturulmasında hem de endüstriyel kullanımlarda tercih edilmektedir. Özellikle dayanıklılığı ve zamansız estetik görünümü, onu birçok mimar ve tasarımcı için vazgeçilmez kılmaktadır.
Mermerin doğal dokusu ve renk çeşitliliği, her projenin kendine özgü bir karakter kazanmasını sağlar. Beyazdan siyaha, yeşilden kırmızıya kadar geniş bir renk yelpazesine sahip olan mermer, bu çeşitliliği sayesinde çok farklı tarzlara hitap edebilir. İç mekanlarda zemin, duvar ve mutfak tezgahlarında kullanıldığı gibi, dış mekanlarda da teras ve bahçe uygulamalarında tercih edilir. Mermer, sadece estetik bir seçim değil, aynı zamanda uzun ömürlü ve dayanıklı bir materyaldir. Zamanla aşınmaz, hatta kullanım ömrü boyunca daha da güzelleşir.
Doğal taş olması nedeniyle mermer, her parçasının benzersiz olduğu bir malzemedir. Bu özelliği, özellikle büyük projelerde ve lüks yapılarda sıkça tercih edilmesini sağlar. Eğer siz de evinizde veya iş yerinizde doğal ve şık bir görünüm yaratmak istiyorsanız, mermer mükemmel bir tercih olacaktır. Hem iç mekan tasarımlarında hem de dış cephelerde kullanıldığında mekana zarif ve sofistike bir hava katar.
Mermer Fiyatları
Mermer fiyatları, taşın kalitesine, renk ve desen çeşitliliğine, çıkarıldığı bölgeye ve işlenme sürecine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Genel olarak, kaliteli ve nadir bulunan mermer türleri, daha uygun fiyatlı türlere göre yüksek maliyetli olabilir. Fiyatlandırmada bir diğer önemli etken de taşın boyutu ve projede kullanılacak miktardır. Büyük projelerde, genellikle daha büyük ebatlarda mermer tercih edilirken, küçük projelerde daha ince plakalar kullanılabilir. Ayrıca, işlenmiş mermerin fiyatı, ham mermer fiyatlarına kıyasla daha yüksek olabilir, çünkü işlenme süreci taşın nihai görünümünü ve dayanıklılığını artırır.
Mermer fiyatları hakkında net bir bilgi edinmek için öncelikle kullanılacak mermerin türü ve miktarı belirlenmelidir. Mermerin çıkarıldığı bölge de fiyat üzerinde etkili olabilir. Örneğin, İtalya'dan gelen Carrara mermeri, dünya genelinde oldukça popüler ve pahalı bir türdür. Aynı şekilde, Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde çıkarılan farklı mermer türleri de yerel ve uluslararası pazarda rağbet görmektedir. Ancak, her bütçeye uygun bir mermer seçeneği bulmak mümkündür. Projeye en uygun mermer seçimi, estetik ve maliyet dengesine göre yapılmalıdır.
Mermer alırken fiyatları belirleyen unsurların başında taşın dayanıklılığı, desenleri ve renginin nadirliği gelir. Her projenin ihtiyacı farklı olduğu için mermer fiyatlarında esneklik söz konusu olabilir. Bu nedenle, projeniz için en uygun mermer fiyatları hakkında araştırma yapmak ve profesyonel destek almak önemlidir. Sonuçta, mermer sadece uzun ömürlü değil, aynı zamanda değeri yüksek bir yatırım olarak da öne çıkmaktadır. Mekanınıza lüks ve zarafet katmak istiyorsanız, doğru mermer seçimi ile hem estetik hem de ekonomik açıdan kazanç sağlayabilirsiniz.
0 notes
Text
Mermerin Özellikleri ve Fiyatlandırması Üzerine
Mermer, doğal yapısı ve estetik görünümü nedeniyle yüzyıllardır yapı sektöründe yaygın olarak kullanılan bir malzemedir. Göz alıcı desenleri ve dayanıklılığı ile iç mekanlarda sıklıkla tercih edilen bu taş, hem dekoratif hem de fonksiyonel açıdan oldukça değerlidir. Peki, mermerin özellikleri nelerdir ve mermer fiyatlarını belirleyen faktörler nelerdir?
Mermer Nedir?
Mermer, kireçtaşı ve dolomit gibi karbonatlı kayaçların yüksek basınç ve sıcaklık altında başkalaşıma uğraması sonucu oluşan metamorfik bir kayaçtır. Yüzeyindeki göz alıcı desenler, bu süreçte farklı minerallerin birleşimiyle meydana gelir. Bu desenler, mermerin estetik değerini artırırken her bir bloğun benzersiz olmasını sağlar. Mermerin renk ve desen çeşitliliği, bulunduğu coğrafyadaki mineral yapısına bağlı olarak değişiklik gösterir. Örneğin, Türkiye'de çıkarılan beyaz mermer, dünya çapında ünlüdür ve birçok projede tercih edilir. Bu doğal taş, hem zemin kaplaması hem de duvar kaplaması olarak kullanıldığı gibi, mutfak tezgahları ve banyo lavabolarında da sıkça görülür. Ayrıca, mermerin dayanıklılığı ve ısıya karşı direnci, bu malzemeyi özellikle mutfak ve banyo gibi alanlarda ideal kılar.
Mermerin oluşum süreci ve özellikleri, bu malzemenin kullanım amacına uygun olarak seçilmesini gerektirir. Örneğin, daha sert ve dayanıklı olan mermer türleri, zemin kaplamalarında tercih edilirken, daha yumuşak ve ince dokulu olanlar heykel yapımında kullanılır. Bu farklı kullanım alanları, mermerin çok yönlü bir malzeme olduğunu gösterir. Mermerin estetik ve fonksiyonel özellikleri bir araya geldiğinde, bu malzeme birçok mimari ve tasarım projesinde öne çıkar. Eğer mermer kullanmayı düşünüyorsanız, bu doğal taşın özelliklerini ve bakım gereksinimlerini dikkate almanız önemlidir. Ayrıca, farklı mermer türleri ve renkleri hakkında bilgi sahibi olmak, doğru seçim yapmanıza yardımcı olacaktır. Mermer, doğal yapısıyla ve estetik görünümüyle hem iç hem de dış mekanlarda tercih edilen vazgeçilmez bir yapı malzemesidir.
Mermer Fiyatları
Mermer fiyatları, çeşitli faktörlere bağlı olarak değişiklik gösterir. Bunların başında mermerin cinsi, kalitesi, çıkartıldığı yer ve işleme maliyetleri gelir. Örneğin, beyaz mermerin fiyatı, diğer renklere göre genellikle daha yüksektir. Çünkü beyaz mermer nadir bulunur ve estetik açıdan daha fazla talep görür. Ayrıca, mermerin çıkarıldığı bölgenin ulaşım ve lojistik maliyetleri de fiyat üzerinde belirleyici rol oynar. Bir başka etken de mermerin işlenme şeklidir. Mermer bloklarının dilimlenmesi, parlatılması ve şekillendirilmesi maliyetli işlemler olduğundan, bu süreçler fiyatlara yansır. Bu nedenle, özellikle büyük ebatlı ve özel işlenmiş mermerler, standart boyutlardaki mermerlere göre daha pahalı olabilir.
Mermerin kullanılacağı alan da fiyat üzerinde etkilidir. Örneğin, iç mekanlarda kullanılacak ince ve hassas dokulu mermerler, dış mekanlarda kullanılacak dayanıklı mermerlere göre farklı fiyatlandırılır. Ayrıca, mimari projelerde özel kesim ve tasarım gerektiren mermerlerin fiyatları da standart ürünlerden daha yüksek olabilir. Mermer fiyatları konusunda bir diğer önemli nokta ise, mermerin kalitesidir. Kalite, mermerin yapısındaki homojenlik, desenlerin düzenliliği ve yüzey pürüzsüzlüğü gibi kriterlere göre belirlenir. Yüksek kaliteli mermerler, hem dayanıklılık hem de estetik açıdan daha üstündür ve bu da fiyatlara doğrudan yansır. Mermer satın alırken, ihtiyaçlarınıza ve bütçenize uygun seçenekleri değerlendirmek önemlidir. Unutmayın, doğru mermer seçimi uzun vadede memnuniyet sağlar.
Mermer fiyatlarını etkileyen tüm bu faktörleri göz önünde bulundurduğunuzda, fiyat araştırması yaparken dikkatli olmanız gerektiğini görebilirsiniz. Özetle, mermer fiyatları belirlenirken mermerin türü, kalitesi, çıkarıldığı bölge ve işleme maliyetleri gibi birçok değişken dikkate alınır. Bu nedenle, mermer satın alırken bu kriterleri göz önünde bulundurmanız ve bütçenize uygun seçimler yapmanız önemlidir. Doğru bilgiye sahip olmak, hem ekonomik hem de estetik açıdan tatmin edici bir sonuç elde etmenize yardımcı olacaktır.
0 notes
Text
Ayrılık Düğünü
✍🏻 Hayrettin Geçkin
https://www.gundemarsivi.com/ayrilik-dugunu/
https://www.gundemarsivi.com/ayrilik-dugunu/
Yaranı saklayacak başka yer bulmalısın. Gülüşlerinde söndürmelisin acını. Keskin bir bıçak gibi bak uzaklara. Çünkü uzaklara bakmak hep iyi geldi sana. Gitmediğin yerlerin, çıkmadığın adaların kokusunu sana ulaştıracak esintilere aralık bırakmayı unutma, pencereni açık tut. Hiçbir şey olmamış gibi kendine doğru yürümeni sürdürmene bak. Dik tut başını. Dünyayı parmağında oynatıyormuş gibi yap. Sessizliğe düğümlen istersen bir süreliğine. Birikmen gerekiyor çünkü. Birikmen kendine…
Ağaçlara, böceklere; taşa, toprağa; kuşlara ve çiçeklere şiir yazmak için, için içine sığmamalı bundan böyle de. Ağaçlar, böcekler, taş, toprak, kuşlar ve çiçekler her dildendir biliyorsun. Börtü böcek, kelebekler… Dinleri, ulusları yok onların… Irk ve sınıf ayrımı da yok aralarında. Çocukları onlardan ayırma(ma)lısın. Derinlik, incelik, şiir ve insan bilgisi işte burada.
İnsanı insana taşımak gerek. Aşka, şiire, özgürlüğe insanı… Bu iş hiç bitmesin. Senden sonra bile… Çünkü bu, insanı insan yapan maya. Oluşmak için bir ömür çok az. Bunu daha önce de konuşmuştuk seninle. Bu yüzden Aşk Bilgisi, Düş Bilgisi, Gelecek Bilgisi çalışmalısın zaman buldukça.
Sık sık başa dön. Kendini ve geleceği anımsa. Çocukluğuna yaklaşmaktan çekinme. Yabancısı olduğun kentler listesinden sor nerde olduğunu, nerelerde yaşadığını, neler yaşadığını…
Gökyüzünü ayakta karşıla ne zaman karşına çıkarsa. Ayı, yıldızları… Anımsa dağlara karşı seviştiğin günleri. Saçlarının rüzgâr olduğu günleri anımsa. Sakallarının mavi çıktığı günleri ve ayaklarına kapandığı günleri yağmurların…
Kendine diye çıktığın yolculukları bir düşün… Ne uzunmuş değil mi insanın kendinden kendine yolculuğu! Bitti bitecek ömür kadar işte. Ama böyle ayaz, böyle avaz kalmanın nedenini anladın sonunda. Böyle naçar, böyle sol başına… İyi ki kahramanların yok. Bağlandığın bir din, inanç, düşünce tam olarak… Bunu varsıllık say kendine.
İnsan yanlışlarının ve doğrularının toplamı kadar. Bildiklerini unuttukça artar bu toplam, azalır cahiller gibi cesur davrandıkça. İstersen tartıya çık. Ama gerekmez. Çünkü kanıtlayacağın hiçbir şey yok kimseye.
Senin ayrım noktan sendin. Hem herkesten biri oldun, hem herkesten farklı. Üstelik sen yollara yazgılıydın. Yolun kendisine… Bu yüzden birçok yalnızlık edindin. Yollarda inandın başkalarının yaşam hakkını savunmadan insan olunamayacağına. Kurdun / kuşun hakkını savunmadan insan olunamayacağına, yollarda… İşin olmadı yükselen alçak değerlerin hiçbiriyle.
“Karşılığında bir şey bekliyorsan, yaptığın hiçbir şey iyilik sayılmaz,” diye uyardın kendini. “Ancak ahlaksızlığa yaklaştırır,” diye… “Öyle olacaksa git namaz kıl, dua et, daha iyi,” diye de pekiştirdin bu dediklerini. Haklıydın! Haklısın! Zarar görmeyi göze almayanların kendisine bile yapacağı iyilik yok aslında. İnsan ve doğa sever olmak, adil, demokratik ve özgürlükçü bir gelecek istemek lafla olmaz. Böyle bir dünyayı kendin için istemeden başkalarına sunamazsın. Devrim olmazsan, devrim yapamazsın.
Neyse laf uzun. Fazla zaman da yok. Bir süre ovalarla yürümelisin bana kalırsa… Bir süre ırmaklarla… Dağların sazağına bırakmalısın yüreğini. Sessizliğine taşın toprağın… Kendini arar gibi kaybolmaya çıktığını söyle kurt / kuş, kim önüne çıkarsa. Hiçbir şeyi sokma sonrayla ve sonsuzla arana.
Her şeyin başlangıcı söz. Aşk ile, düş ile… Sözleri kaza kaza ilerle kendi sırrına. Yeni kendine ulaştığında orada dur. Çünkü artık duvar yok önünde.
Kendinden başkasına boyun eğmediğinden iyice emin ol! Emredeceğin ve itaat edeceğin kimse kalmayıncaya kadar yonttuğundan kendini… Bir çiçeğe yürür gibi yap bunları… Ama su ol önce. Bir günlük ömrün kalmış olsa bile onu sonsuzmuş gibi yaşa.
Yaralarından ne çok şiir aktığını biliyorum. Yaşanır bir dünyaya doğru çevirdiğini de her birinin yönünü. Kardeşliğine ve sonsuz senfonisine yeryüzünün… Bunu küçümseme. Bir sabah uyandığında çiçek açtığını görebilirsin yaranda. Acın, ağrın dinmiş olabilir. Tersi olursa olgunlukla karşıla. “Bana tanımlanmış hayat bu kadar,” diye anlayış göster. Yoksa incinir dünya. Her yere, her şeye gülümse. Her şeyi ve herkesi bir kez daha bağışla.
Giderken yüzünü öyle bir daldır ki sözcüklere, onların da içi içine sığmasın, yeni anlamlar arasın her biri kendine.
“Bunlar tamam,” diyorsan bir acı, bir acı daha soy kendine ve bütün zamanlarla paylaş.
Unutma sen benim kimimdin, kimimsin… Ne de olsa bu yaşa kadar yurt olduk birbirimize.
Başlangıçlar güzeldir. Bu yolculuk ayrılığa neden olacaksa dünya ile aranda, bir düğüne dönüşsün bence. Ayrılık düğünü… Nasıl da hoş geliyor kulağa.
Arkandan ne diyeceğimi merak ediyorsun belki: Onun başka bir havası vardı diyeceğim. Gidilmemiş yerlere benziyordu adımları. Saçları rüzgâr, göğüsleri çağla bir kıza aşık gibi yürüyüşü kalmış aklımda. Acılardan sevinçli şarkılar yapmak için şiire bulaştı. Kendini bir esintiye bırakarak gitti. Sözcüklerden başka kimsesi yoktu. Otlara, böceklere karıştı. Aklı fikri tohum gürültülerindeydi zaten. Hayatı ölümden korkmayacak kadar seviyordu. Yarın güzel olacaklar satardı düş fiyatına. Yüzünde aşk izi vardı.
Diyeceğim ki soğuk havalarda gülüşlerini düşürmeden yaşadı. Diyeceğim ki üstü başı yaşanası bir dünya kokuyordu. Gül hızında geçip gitti aramızdan. Diyeceğim ki sizleri ve dünyayı selamladı son kez.
Hayrettin Geçkin
#hayrettingeckin #gundemarsivi #edebiyat #ölüm #ömür #hayat #yaşam #sevgi #veda #ayrılık #doğasevgisi #engüzelsözler #insanınkendineolanyolculuğu #anılar #hoşçakal
0 notes
Text
Mermere Dair Her Şey: Siyah, Beyaz ve Gri Mermerin Karşılaştırması
Siyah mermer, beyaz mermer ve gri mermer doğal taş dünyasının en popüler ve zarif seçeneklerinden bazılarıdır. Bu üç tür mermer, iç mekan ve dış mekan tasarımlarında benzersiz bir görünüm sunmak için kullanılır. Estetik açıdan etkileyici olmalarının yanı sıra, bu mermer türleri dayanıklılıklarıyla da dikkat çeker.
Siyah mermer, güçlü ve sofistike bir ifadeye sahiptir. Derin siyah tonları ve beyaz damarlarıyla muhteşem bir kontrast yaratır. Siyah mermer, modern iç mekanlara şıklık katarken aynı zamanda klasik tarzlara da uyum sağlar. Mutfak tezgahları, banyo lavaboları ve zemin kaplamaları gibi farklı uygulamalarda kullanılabilir. Siyah mermer ayrıca heykellerde ve sanat eserlerinde de yaygın olarak tercih edilir.
Beyaz mermer, saf ve sakin bir görünüm sunar. Temiz beyaz tonları ve hafif desenleriyle aydınlık bir atmosfer yaratır. Beyaz mermer genellikle lüks ve zarif mekanlarda tercih edilir. İç mekan zeminlerinden duvar kaplamalarına, banyo dekorasyonundan şöminelere kadar çeşitli alanlarda kullanılabilir. Beyaz mermerin sade ve sofistike görüntüsü, minimalist tasarımları tamamlamak için ideal bir seçenektir.
Gri mermer ise modern ve çağdaş mekanlara mükemmel uyum sağlar. Gri tonları ve beyaz damarlarıyla dikkat çeken bu mermer, sofistike bir dokunuş sunar. İç mekanlarda zemin kaplamaları, tezgahlar ve duvar panelleri olarak kullanılabilir. Gri mermer, minimal ve endüstriyel tarza sahip mekanlara da ilgi çekici bir kontrast oluşturur.
Siyah mermer, beyaz mermer ve gri mermer, her biri kendine özgü bir estetiğe ve dayanıklılığa sahip olan doğal taşlardır. Bu mermer türlerini etkileyici iç mekan ve dış mekan tasarımlarında kullanarak yaşam alanlarınıza benzersiz bir dokunuş katmanız mümkün. Siyah, beyaz ve gri renkleri bir araya getirerek, göz alıcı ve dayanıklı mermer yüzeylerle ev veya iş yerinizde unutulmaz bir atmosfer yaratabilirsiniz.
Mermer: Doğal Taşın Anlatılmayan Hikayesi
Doğanın bir armağanı olan mermer, tarih boyunca insanlığın yaratıcılığına ilham veren ve yapıların zarafetini vurgulayan özel bir doğal taştır. Adeta yer altında derin bir serüven yaşayan mermer, benzersiz desenleri, çeşitliliği ve dayanıklılığıyla dikkat çeker.
Mermerin kökeni, binlerce yıl öncesine dayanır. Milyonlarca yıl süren jeolojik süreçler sonucunda, kalsiyum karbonatın oluşumu ve kayaların sıcaklık ve basınç altında değişimiyle ortaya çıkar. Bu doğal işlemler, mermerin eşsiz desenlerini ve renklerini oluşturur. Her mermer bloğu, zamana meydan okuyan doğal bir sanat eseri gibidir.
Mermer, mimari ve iç dekorasyonda yaygın olarak kullanılan bir malzemedir. Çünkü sadece dayanıklı değil, aynı zamanda estetik açıdan da göz alıcıdır. Mermerin zarif dokusu ve çekici desenleri, herhangi bir mekânda sofistike bir hissiyat yaratır. İster bir lüks otelin avizesi olsun, isterse evinizin tezgahı, mermer her zaman dikkat çeken bir seçenek olmuştur.
Ayrıca, mermerin dayanıklılığı ve kolayca temizlenebilir olması da onu cazip kılan özelliklerden biridir. Doğal taşın sağlamlığı, uzun yıllar boyunca etkileyici görünümünü korumasını sağlar. Bu yüzden mermer, dış mekânlardan iç mekânlara kadar pek çok farklı projede tercih edilir.
Mermer, sadece yapı malzemelerinde değil, aynı zamanda heykel sanatında da önemli bir rol oynamıştır. Ünlü heykeltıraşlar, mermerin yoğunluğunu ve işlenebilirliğini kullanarak eşsiz eserler yaratmışlardır. Michelangelo'nun "Davut" heykeli veya Antik Yunanistan'daki Parthenon tapınağındaki süslemeler gibi pek çok ünlü eser, mermerin büyüleyici gücünü sergilemektedir.
mermer doğal taşların en değerli ve estetik olanlarından biridir. Onun anlatılmayan hikayesi, derinliklerde yaşanan jeolojik süreçlerle başlar ve insanlık tarihindeki yaratıcılık ve zarafetle devam eder. Mermerin eşsiz desenleri ve dayanıklılığı, mimari ve heykel sanatında ilham kaynağı olmuştur. Bu nedenle, mermer her zaman insanları baştan çıkaran bir doğal taş olarak varlığını sürdürecektir.
0 notes
Text
Ne yani, sonbahar mı gelmiş?
8 notes
·
View notes
Text
sanırım kendimde en sevdiğim yerim gözlerim. hayatımın belli bir döneminde balık gibi bakıyorsun/ boş bakıyorsun cümlelerini çok sık duydum. bence de öyle bakıyordum çünkü olduğum ortam kendimi ait hissettiğim bir yer değildi. çok konuşuyorlardı ve ben sadece dinliyordum. bir süre sonra kendimi çok hissisiz ve boş hissetmeye başladım. insanlar dinleyici birini, üstelik ön yargısız birini bulunca tüm hayatlarını, tüm ilişkilerini anlatmaya başlıyor. dinledikçe kendimi ağlama duvarı gibi hissetmeye başladım. hissiz, hareketsiz, boş, bomboş. bir noktada artık bir şeyler hissetmek istedim. acı ya da tatlı, herhangi bir his. bu yüzden çokça hata yaptım. bunlar çoğu insanın hayatında normal şeyler olabilir ama benim yapıma uymayan şeylerdi. çok pişman olduğum anlar oldu. şimdi düşününce yaşanması gerekiyormuş ve iyi ki de yaşanmış diyorum. kendimi hiç tanımıyormuşum. hatalarım sayesinde tanıdım. sandığım kadar iyi biri değilmişim mesela. ya da sessiz, sakin biri de değilmişim. her şey o bir noktaya dayanana kadarmış. tüm bunlar yavaş yavaş bakışlarımı değiştirdi. duruşum değişti. taş duvar yıkıldı. hâlâ balık gibi bakıyorum onu inkar edemem ama bu boş bir balığın bakışı değil artık.
10 notes
·
View notes
Note
Tpn 2. Sezon hakkındaki düşüncen ne 🤡 daha 5 bölüm çıkmış olmasına rağmen bu kadar saçma bir hale getireceklerini düşünmezdim benim için tamamen bir hayal kırıklığı
*boğazını temizler*
The Promised Neverland 2. Sezon Neden Çöp?
Tpn benim üç yıldır takip ettiğim, okuduğum en iyi seri diyebileceğim manga. Türü Gerilim/Psikolojik. İç karmaşa, akıl oyunları ve zihin savaşı hikayenin genelini oluşturuyor. Mangayı okuyanlar bilir ki bu seri fazlasıyla diyalog ağırlıklı. Tek bir sahnede karakterin aklından geçen yüzlerce şeyi okuyoruz. Çünkü bir Shounen mangası olmasına rağmen Tpn'de savaşlar fiziksel değil zihinsel. Akıl savaşı. Bu yüzden karakterlerin düşündüğü her şey önemli; geri dönüşler, simgelemeler, ihtimaller, akıllarından geçen her şey. Mangada bu tür akıl oyunları okumak fazlasıyla zevkliydi benim için. Ancak pek sevgili anime stüdyosu Cloverworks, anime uyarlamasında içsel konuşmaların gereksiz olduğuna kanaat getirmiş. Bu yüzden ta ilk sezondan itibaren anime, Mangadakinin yarısı kadar güçlü savaşlar sunamadı izleyiciye. Diyalog ağırlıklı bir psikoloji mangasına yapabilecekleri en kötü şey içsel konuşmaları çıkarmak olurdu, ve bunu yaptılar. Bu sebeple anime zaten baştan beri manga kadar iyi değildi. İlk sezon mangaya kıyasla zayıftı, atlanan kısımlar sebebiyle kurguda delikler oluşmuştu. Ancak yine de ilk sezon güzeldi, dramını da gerilimini de iyi verdiğini düşünüyorum. Her ne kadar manga kadar olmasa da, izletiyordu, ağlatıyordu.
2019 Mart ayında ilk sezon bitti ve ikinci sezonun geleceğini duyurdular. Her şey buradan sonra boklaşmaya başladı. Önce tarih olarak Ocak 2020 denildi, sonra Ekim 2020, en son Ocak 2021'e kadar ertelediler. Kısaca biz bu sezonu iki yıldır bekliyorduk. Bu kadar beklettiklerine göre harika bir şey geliyor herhalde falan diye düşündük, yanıldık.
The Promised Neverland 2. Sezonda olması beklenen şeyler:
Sözü Edilen Orman Arcı: Ormanda yaşadıkları birkaç gün, Mujika ve Sonju'nun gelişi, onlardan yemek yapmayı, avlanmayı, ilaç yapmayı ve Şeytan toplumunun genelini öğrenmeleri, B06-32'ye varış
Buraya kadarki kısım animede yine aceleye getirilmiş olsa da düzgün sayılabilecek şekilde verildi, tamam.
Tek problem, Arcın sonunda bahsi geçmesi gereken Yedi Duvar'dan bahsedilmemiş olmasıydı. Yedi Duvar hikayenin devamında önemli yeri olan bir arc ve o arcın yaşanması için Mujika'nın Emma'ya "Yedi Duvar'ı bul." demesi gerekiyordu. Animede bu yaşanmadı. Ve bu fazlasıyla saçmaydı açıkçası.
Ancak daha sonra, asıl en saçma, en geri zekalıca olan şey oldu:
B06-32'de olması gereken Yuugo debut
Gerçekleşmedi. Girdiklerinde oda boştu.
Ve Yuugo animeye sonradan da dahil olmadı. Koca karakteri, manganın en önemli karakterlerinden biri olan bu adamı hikayeden çıkardılar.
Şimdi neden bunun fazlasıyla salakça bir karar olduğundan bahsedelim.
Yuugo bu manganın fan kitlesi tarafından en sevilen karakterlerden biri.
Popülerlik testlerinde ilk 10'dan asla düşümüyor. Fandom ona bayılıyor.
Mangadaki sayılı mizah kaynaklarından biri. Onun gidişiyle sıkıcı havayı dağıtacak olan bir sürü komik sahne yok olmuş oldu.
Çiftlik sistemlerini anlamak için önemli bir taş olacaktı.
Manganın işlediği en büyük karakter gelişimlerinden birine sahipti. Psikolojik analizleri o kadar mükemmel yapılmıştı ki. Depresyonu, atakları, yalnızlıktan delirmesi, hepsi manganın psikoloji boyutunda ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtıydı ve düzgün işlenseydi üzerine analiz makaleleri yazılacak bir karakter olurdu.
Çocukların o dünyada hayatta kalmasının en büyük sebeplerinden biri bu adamın savaş becerileriydi. Onları koruyordu. Ok atmayı yeni öğrenmiş bir avuç bebenin tek başına hayatta kalmasının bir mantığı yok.
Yuugo onlara savaşmayı öğretecekti. Silah kullanmayı öğretecekti.
Yuugo onlara kaybettikleri aile sevgisini ve güven hissini verecekti.
Arc finalinde olacaklar serinin en dramatik olayları arasındaydı ve okuyan herkesi salya sümük ağlatmıştı. Animede bunların hiçbiri yaşanmayacak.
Peki hikayede böyle köklü bir değişiklik yapıp koca karakteri çıkardıklarında anime nereye vardı?
Öncelikle Yuugo ile birlikte koca bir arc olan ve mangada yaklaşık 30 bölüm kaplayan Altın Havuz savaşını animede atladılar. Altın Havuz'la birlikte gelmesi gereken onlarca karakter, harika savaşlar, dram, aksiyon, gerilim; hepsi çöpe atıldı.
Üstelik Altın Havuz'un eşsiz bir estetiği vardı. Bu konuda saatlerce konuşabilirim. Her taraf rengarenkti ama çocuklar ölüyordu. Arkada neşeli bir müzik çalıyordu ama etraf kan gölüydü. Rengarenk kıyafetler giyiyorlardı ama ellerinde tüfekler vardı. Tezatlardan doğan harika bir havası vardı arcın. Üstelik bu havayı siyah beyaz bir mangada bile hissettirebilmişti bize. Animede o kadar harika olurdu ki tüm bunlar. Görmeyi çok istemiştik, hevesimiz kursağımızda kaldı...
Animede ne mi oldu? Altın Havuz sonrası geçen iki yılın sonunda olması gereken patlama sığınağa vardıklarından bir iki gün sonra oldu. Olay: Peşlerindeki askeri birlik Minerva'nın sığınağını buluyor ve tesisi havaya uçuruyorlar. Çocuklar arka geçitten kaçıyor.
Mantık hataları: B06-32 sığınağı şifreli kalemle zar zor bulunabilen bir yer. Çölün ortasında, yer altında. Mangada askerlerin orayı bulması yıllar sürmüştü, uzun süre yaşadılar o sığınakta. Askeri birlik orayı nasıl bu kadar çabuk bulmuş olabilir? Bulması bu kadar kolay olsaydı Minerva sığınağı oraya yapmazdı. Düşmanın bakış açısından düşünelim; kaçak çocuklar arıyorsun, ilk bakacağın yer çölün ortası mı olur? Neden orada olsunlar ki? Görünürde yemek yok, su yok. Kaçak ararken son bakılacak yerdir orası. Zaten o yüzden sığınak orada. İki günde Minerva'nın süper gizli sığınağını bulup patlattılar. Bunun senaryosunu kim yazıyor Allah aşkına ;-;
Peki sonra ne oluyor? Arka geçitten kaçıyorlar ve kendilerine yaşayacak başka bir yer bulmaya gidiyorlar. Sonrasında bir yıllık bir time-skip, ve bum, buradayız:
Eski bir tapınak. Kırık dökük bir bina. Burada yaşıyorlar. Bu gördüğünüz tapınak bir şeytan şehrinin hemen dibinde, ama terk edilmiş olduğu için kimse girip çıkmıyor.
Burada yaşıyorlar. Evet, şaytan şehrinin dibinde. Ve onları çölün ortasındaki yer altı sığınağında bulan Ratri askeri birlikleri, burada bulamıyor.
Kusura bakmayın bu çok komik. Trajikomik.
Gerçekten. Sadece mangadan sapmış olmalarında değilim, her şey o kadar mantıksız ilerliyor ki.
Mesela bu tapınakta yeni kıyafetleri var ama o kıyafetleri nereden buldular? Kendileri yaptılar diyelim, peki neyden? Bunu soruyorum çünkü animenin kurgusuna göre şu an sefil haldeler. Yemek bulamıyorlar, açlıktan ölmek üzereler.
Peki neden yemek bulamıyorlar? Emma avlanmayı biliyor. Diğerleri de az buçuk ok atabiliyor. Ormanlarda meyve sebze de toplayabilirler, yemek yapmayı da biliyorlar. Bu çocuklar neden aç?? Neden kir pas içindeler? Kıyafetlerini yıkamayı biliyorlar. Kolayca bir göl bulabilirler. Neden sefil haldeler? Her şey o kadar saçma ki.
Son bölümde çatıdan çatıya atlıyorlardı mesela. Yuugo yok, Altın Havuz Savaşı hiç yaşanmadı, peki bu veletler böyle atlayıp zıplatmayı nereden öğrendi? Hikayeye göre son bir yılda karınlarını bile doyuramadılar. Ne ara akrobat oldu bunlar?
Ve her şeyden öte, artık bu animeden tamamen ümidi kesmiş olmamın sebebi: Emma'nın karakterini yanlış lanse ediyorlar. Son bölümde Emma şunları söyledi, "Kendimden nefret ediyorum. Hiçbir şey beceremiyorum. Gidip diğerlerini kurtarmam lazım ama yapabilir miyim bilmiyorum."
Emma. Emma ve umutsuz konuşmak? Emma ve kendinden nefret etmek? Emma ve depresyon? Emma ve dram kasmak?
Bu, açık söylüyorum, bu karaktere yapılmış bir saygısızlık.
İlk sezonda da vardı, ama görmezden gelmeye çalışmıştım. Ama artık çizgiyi aştılar çünkü bu karakteri aslıdna o kadar farklı gösteriyorlar ki. Emma çok güçlü. Emma çok zeki. Ve hepsinden önemlisi Emma çok sakin ve düzenli bir zihne sahip. Mangada Yedi Duvar denen bir yer vardı, oraya ulaşmak için kendi zihninizdeki en büyük korkularınız ve endişelerinizin somutlaşıp karşınıza dikildiği bir boyutu aşmanız gerekiyor. Oraya Emma ve Ray birlikte gitti ve Ray geçemedi, Yedi Duvar'ı sadece Emma geçebildi. Bu bile onun hakkında bize çok fazla şey söylüyor. Emma basit prensipleri olan biri. Ne istediğini biliyor, kendi gücünün farkında. Elindekilerle istediği şeye ulaşmak için ne yapabileceğini düşünüyor ve onu yapıyor. Basit, ama zor bir düşünme şekli. Onda bu var. Yani Emma morali bozulup yelkenleri suya indirecek bir insan değil. Emma kendinden nefret edecek, umutsuzluğa kapışacak bir insan değil. Emma şeytan dünyasındaki yaşayan tüm insanların lideri, koruyucusu. Emma animede gösterilen kişi değil, o çok daha güçlü biri. Anime onu basitleştiriyor. İyi olduğu her konuyu çöpe atıyor, savaş yeteneklerini de zekasını da plan becerisini de liderliğini de her şeyini silip sadece salak ama şirin bir kıza dönüştürüyorlar onu. Bu, bir anime yapılabilecek en iğrenç şey. Ana karakterini basitleştirmek. Sırf kız diye onu klasik kalıplara uydurmaya çalışmak. Bu çok şerefsizce. Bu gerçekten, gerçekten çok aptalca. Stüdyonun bu karakteri harcadığına inanamıyorum.
Son bölümde Norman geri geldi. Mangaya göre iki yıl sonra olması gereken bir şeydi bu yine.
Bu kadar erken yaşta geldiğine göre sanırım animede Norman'ın büyüyüp soykırım yaptığı kısımları alsa göremeyeceğiz. Başkent Savaşı Arcı da büyük ihtimalle çıkarılacak. Bu da serinin final savaşına, Norman'ın karakter gelişimine, her bölüm beni salya sümük ağlatan dram sahnelerine ve dünyanın en duygusal manga arcına veda ediyoruz demek.
Toparlamam gerekirse, animenin şu anki gidişatına göre bir sürü arc, bir sürü savaş, bir sürü karakter, bir sürü önemli sahne atlanacak ve bodoslama finale gidecekler. Karakterler yanlış lanse ediliyor, serinin yarısını kesmelerinin yerini doldurmak için bölümler gereksiz sahnelerle uzatılmaya çalışılıyor, canım manganın içine ediliyor. Bu ikinci sezon fiyaskonun daniskası ve bu sezon yüzünden efsanelerle yarışacak potansiyeli olan bu hikaye unutulup giden bir anime olarak kalacak. Şu saatten sonra beklentim sıfır, zaten animenin içine ettiler ve devamında olacak saçmalıkları az çok tahmin edebiliyorum.
Kısaca, The Promised Neverland 2. Sezon çöptür.
Mangayı okuyunuz.
#The Promised Neverland#Yakusoku no Neverland#Tpn#Ynn#Anime Yorumu#?#Analiz#İçimi döküyorum takmayın#Çok sinirliyim#Bu anonu günlerdir bekletiyorum çünkü cevap veremeyecek kadar moralim bozuk#Güzelim animenin içine sıçtılar#Allah belanı versin Cloverworks
20 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 163. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 163: Gizemli Baş Rahibin Kafa Karıştırıcı Bilmecesi
Xie Lian’ın kalbi hızla atmaya başladı ve hatta parmakları bile hafifçe titriyordu. Ancak kendine hakim oldu ve hiç ses çıkartmadı, sadece başını biraz kaldırarak Hua Cheng’in kulağına fısıldadı. “…San Lang, kımıldama. Oradaki ses benim ustamınkine benziyor. Fark edilmememiz gerek…”
Her ne kadar çok benzese de, emin olamazdı, sonuçta sesleri birbirine benzeyen insanlar hiç yok değildi. Ayrıca, Baş Rahibi yüz yıllardır görmemişti, bu yüzden pekala yanlışta hatırlayabilirdi. Eğer fevri bir harekette bulunmaz ve olayları sadece sakince gözlemleyebilirlerse belki bir şeyler öğrenebilirlerdi. Hua Cheng de başını hafifçe eğdi, beline sarılmıştı. “Pekala… sen de hareket etme.”
Kayalar ve toprak her yönden onları eziyor, bedenlerini birbirlerine sımsıkı yapışmaya zorluyordu, yüzleri birbirlerininkine sürtünürken, kulakları sıcaktı. Her ne kadar uygun bir zaman olmasa da, bir düşünce Xie Lian’ın zihninde belirdi, Beraber gömülmek, kulağa o kadar da kötü gelmiyor. Tam bu sırada ses aniden tekrar duyuldu. “Peki diğer ikisi? Onlar nereye kaçtı?”
‘Diğer ikisi’? İki kişi daha mı vardı?
Xie Lian yakından dinlemek ve konuştuğu kişinin kim olduğunu öğrenmek istiyordu ama tuhaf olan, ‘Baş Rahip’ – şimdilik ona baş rahip diyecekti – sorusunu sorduktan sonra hiçbir cevap gelmiyordu.
Sahiden de tuhaftı. Bu mesafeden hem Xie Lian hem de Hua Cheng ‘Baş Rahip’in sorusunu duyabiliyorlardı ve sesi de yüksek sayılmazdı, avazı çıkana kadar bağırmıyordu, yani diğer kişi de çok uzakta olamazdı. Eğer cevap veriyorsa en azından bir şeyler duymaları gerekirdi. Ancak duyulan hiçbir şey yoktu.
‘Baş Rahip’ tekrar konuştu. “Çabaları için onlara teşekkür et, ama artık önemsiz meselelerle ilgilenmeye gerek yok, onlardan bir şey çıkmaz. Şu anda çok daha önemli bir işimiz var.”
Neler oluyor?, Xie Lian merak etmişti, Bu apaçık bir cevap aldığını ve birisiyle konuştuğunu gösteriyor?
‘Baş Rahip’ neredeyse kendi kendine konuşur gibiydi veya havayla. Ürpertici bir resim Xie Lian’ın zihninde belirdi ve hemen bu düşünceyi silkeledi, başka bir ihtimal daha olduğunu düşünüyordu, bu da bu kişinin sesini ‘Baş Rahip’ten başka hiç kimsenin duyamıyor olduğuydu.
Zihnindeki şüphe gittikçe güçlendi ve daha da dikkatle dinlemeye başladı, zihninde ‘Baş Rahip’in söylediği sözleri evirip çevirirken ‘Baş Rahip’ ekledi. “Herkes dağın içinde mi? Her şekilde, önce onları Ocak’a götürelim, onlarla teker teker ilgilenmek için bir şeyler düşüneceğim. Ne kadar hızlı olursa o kadar iyi, iki gün içerisinde oraya varmaları gerek.”
Ocak!
Ve o ‘iki gün’ içerinde. Mesafe Kısaltma Rünleri Tong Lu Dağında kullanılamıyordu, nasıl iki gün içerisinde oraya gideceklerd? Ve ‘onlarla ilgilenmek’ de ne oluyordu?
Bir an duraksadıktan sonra ses devam etti. “Diğer ikisini çağır, hep beraber Ocak’a gidelim. Ekselansları Veliaht Prensle yüzleşirken hiçbirimiz eksik olmamalıyız. Şimdilik hala uyanmadı. Eğer uyanırsa… bu kez ne yapacağını kestirmek güç.”
Xie Lian şok oldu. Ondan mı bahsediyorlardı?
Tam bu sırada dağdan patlayıcı bir ses yükseldi. Xie Lian, ‘Baş Rahip’nin sorguladığını duydu. “Neler oluyor?”
Dağın içinde, o da sormak için Hua Cheng’e sordu. “Neler oluyor?”
“Dışarıda bir şey oldu.” Diye fısıldadı Hua Cheng.
Xie Lian daha cevap verememişti ki Hua Cheng alnını onunkine yasladı. Xie Lian’ın sağ gözünde, diğer taraftaki Yin Yu ve Quan Yi Zhen’in bulunduğu mağara bir kez daha belirdi. Ve biraz önceki sesin kaynağı. Yin Yu en sonunda Quan Yi Zhen’i taş duvardan çıkartmış, çalışkan bir şekilde yere indirmiş ve rahat bir nefes vermişti. Ancak beklenmedik bir şekilde bilinçsiz Quan Yi Zhen aniden ayağa fırlamış ve Yin Yu’nun yüzündeki maskeyi çıkartmıştı!
Quan Yi Zhen aslında biraz önce sadece bayılmış taklidi yapıyordu!
Xie Lian şimdi tekrar düşününce, Quan Yi Zhen Yin Yu’nun düşünürken volta atma alışkanlığına oldukça aşina olmalıydı, konuşma tarzına, vururken ki gücüne de ve belki Yin Yu küreği ona doğru attığı anda, çoktan maskenin altındaki yüzü biliyordu. Sadece Quan Yi Zhen gibi birisinin böyle bir aldatmaca yapması oldukça şaşırtıcıydı. Her ne kadar basit bir numara olsa da, yapan kişi Quan Yi Zhen olunca sanki yer yerinden oynamış gibi geliyordu, bu yüzden de hiç kimse tahmin etmemişti.
Maskenin altındaki dehşete düşmüş ve belli belirsiz solgun yüzlü Yin Yu, elbette şaşkınlıktan dona kalmıştı. Quan Yi Zhen ise ölümüne heyecanlıydı, kanla kaplanmış kafasıyla zıplıyordu. “SHIXIONG!”
Yin Yu ise sanki inanılmaz korkunç bir şey görmüş gibi görünüyordu, dudakları büzüldü, ardından aniden başını kollarının arasına aldı. “BİRİSİYLE KARIŞTIRDIN!”
Bağırdıktan sonra fırladı. Koşarken onu durdurmak için arkasındakine yıldırım gönderdi. “BANA YAKLAŞMA! BENİ TAKİP ETME!”
Quan Yi Zhen de arkasından fırladı, yıldırımı tümüyle görmezden gelmişti, sadece bağırdı. “SHIXIONG! BENİM!”
Yin Yu heyecandan konuşuverdi. “LANET OLSUN, SEN OLDUĞUN İÇİN KORKUYORUM YA ZATEN! BENİ TAKİP ETME!”
İkisi tüm yol boyunca koşup dövüştüler, dağın yıldırımlardan yıkılmasına neden oluyorlardı. Kenardaki Baş Rahip ise şaşkındı. “Orada ne yapıyorlar? Bu sesler de ne?”
Hala onunla konuşan kimse yoktu ama Baş Rahip cevabını almış gibiydi. “Anlıyorum. Zamane gençleri fazla enerjik. Ben önden gidiyorum. Ocak’a yaklaştığın zaman beraber devam edelim.”
Gidecekti. Bunu duyunca Hua Cheng Xie Lian’ın kulaklarını tekrar örttü ve Xie Lian gözlerini kapattı. Bir an sonra her yerden vahşi titremeler duyuldu ve bedenlerinin yapıştığı taş duvar en sonunda parçalandı. İkisi beraber zıpladılar, ayakları tekrar yere bastığı zaman bir kez daha taze hava soludular. Ancak dışarısı da boş bir mağaraydı; ne Baş Rahip vardı ne de gizemli ikinci kişi, bedenleri tümüyle ortadan kaybolmuştu.
Xie Lian ve Hua Cheng bakıştılar. Yakalamak için acele etmişlerdi ve daha mağaranın sınırından ayrılmamışlardı ki koşturan siyah cübbeli bir adama denk geldiler. Yin Yu’ydu bu. Toprak Ustası küreğini salladı ve ikisine doğru delirmiş gibi koştu. “CHENGZHU!!! Ekselansları!!!”
Hemen arkasından, aldığı darbeler yüzünden kanla kaplanmış olan Quan Yi Zhen de geldi. Hua Cheng başını kaldırmaya tenezzül etmedi ve sadece parmağını şıklattı. BUM sesi yükseldi ve Quan Yi Zhen hemen korunmak için kollarını kaldırdı ancak Hua Cheng’in kullandığı hamleyi yumruklarıyla savuşturamazdı. Duman dağıldıktan sonra Quan Yi Zhen’in durduğu yerde büyük, yuvarlak gözlü, oldukça masum görünen bir daruma bebeği vardı. Ancak o zaman Yin Yu delirmiş koşusuna bir son verdi, yaklaşırken terini sildi. “Çok minnettarım Chengzhu.”
“Gerçekten korkmana gerek var mıydı?” Diye sordu Hua Cheng.
Yin Yu hala biraz sarsılmış haldeydi ve acı bir şekilde gülümsedi. “Gerçeği söylemek gerekirse, şu anda ne zaman Ekselansları Qi Ying’i görsem, sadece olabileceği kadar uzağa kaçmak istiyorum.”
Xie Lian bunu duyunca aslında komik buldu ama sempati duymaktan da kendini alamadı. Görünüşe göre Quan Yi Zhen’in ‘kişiliği’ Yin Yu’nun kalbinde acı bir gölgeydi. Daruma bebeği hala yerdeydi, kocaman gözleriyle kimse ona dikkat etmeden bir ileri bir geri sallanıyordu. Xie Lian ona acıdı ve tam gidip alacaktı ki yerler aniden sarsıldı, onun bedeni de sarsıntı nedeniyle devrildi, neredeyse daruma bebeğinden daha çok sallanıyordu. Hızla kendisini sabitledi. “Neler oluyor? Deprem mi?”
Her ne kadar Xie Lian’ın yardıma ihtiyacı olmasa da, Hua Cheng yine de kolunu tutarak ona destek oldu ve Yin Yu’ya döndü. “Tünel aç ve gidip bir bak.”
Yin Yu hemen kendisine geldi ve onayladı. “Derhal!”
Ardından Toprak Ustası küreğini kaptı, hızlı ve kısa öz bir şekilde tüneli kazdı. Güneş ışığı içeriye sızdı; Yin Yu bakınca yüzü şaşkınlıkla dolmuştu. Xie Lian sordu. “Ekselansları Yin Yu, bu deprem mi yoksa dağ mı devriliyor?”
“İkisi de değil!” Diye cevapladı Yin Yu. “Dağ ruhu… koşuyor!”
Koşuyor mu? Xie Lian ve Hua Cheng bakıştı, ikisi de dışarıya bakmak için koştu.
Sahiden koşuyordu! Dağın dışarısında, tüm doğa, manzaralar hızla geride kalıyorlardı, neredeyse renkli rüzgarlar gibiydiler. Görünüşe göre, sanki çok hızlı bir atın sırtındaydılar veya delirmiş gibi koşan bir devin omuzlarında!
Tepeler, nehirler, yeşil alanlar, orman, hepsi yol açmak için ezen bu dağ ruhunun ayaklarının altında çiğnenmişlerdi. Açılan delikten rüzgarlar esiyordu ve saçlarıyla kurdeleler rüzgarda dans etmekteydi. Yin Yu belirtti. “Koşma hızına bakılırsa, muhtemelen Ocak’a varması sadece iki gün sürecek…”
İki gün mü? Bunu duyunca Xie Lian bir anda anladı.
Şaşmamalıydı! ‘Diğer kişi’nin cevaplarını duyamamalarına şaşmamalıydı ve Baş Rahibin diğerlerini iki gün içerisinde Ocak’a getirmesini istemesine de.
Çünkü o sırada ‘Baş Rahip’ başka bir kişiyle konuşmuyordu, bu dağın ruhuna hitap ediyordu!
Hua Cheng de anlamış olmalıydı. “İyi. Onun gücünü kullandığımız için artık yavaş yürümemize gerek kalmayacak. Oraya vardığımız zaman taş duvardaki kişi bir kez daha kendisini gösterecek. O zaman ne istediğini öğreniriz.”
Xie Lian ise oldukça kasvetli görünüyordu. Hua Cheng fark etti ve sordu. “Gege sorun ne?”
“Henüz uyanmadı, derken ne demek istedi?” Diye sordu Xie Lian.
Biraz öncesinde ses ‘şimdilik hala uyanmadı. Eğer uyanırsa… bu kez ne yapacağını kestirmek güç.’ demişti, Xie Lian ekledi. “Eğer o sahiden benim ustamsa ve benden bahsediyorsa, tüm bunlar ne anlama geliyor?”
“Gege, şimdilik buna kafa yorma.” Dedi Hua Cheng. “İlk olarak, o adam senin ustan olmayabilir; ikincisi, ‘veliaht prens’ sen olmayabilirsin.”
“Ama ya bensem?” Xie Lian ısrar etti. “Temelsiz birkaç çıkarımda bulundum, beni dinleyip mantıklı olup olmadıklarını söyleyebilir misin?”
“Pekala. Gege, söyle hadi.” Dedi Hua Cheng.
Xie Lian bildirdi. “O adamın ustam olduğunu varsayıyorum, üç dağ ise: Yaşlılık, Hastalık ve Ölüm, Doğum yok. Dağ ruhlarıyla iletişim kurabiliyor. Kendisi bir insan, ama onunla konuşan kişi dağ ruhu. Konuşmalarında ‘diğer ikisi’nden bahsettiler ve onlar da diğer iki dağ ruhu olabilir. Dört kişiler. Düşündüm ki, üç dağ ruhu da insan benliği barındırıyor? Veya belki de, ilk başta insandan dönüştüler, ve Baş Rahip kayıp ‘Doğum’du!”
Gittikçe daha çok düşünüyordu, nefes alıp verişi hızlanmıştı ve devam etti. “Tong Lu Dağı bir zamanlar Wu Yong Krallığının bir parçasıydı. ‘Doğum, Yaşlılık, Hastalık, Ölüm’ bir dörtlü; tesadüfen, Wu Yong’un Veliaht Prensinin de dört Koruyucu Tanrısı vardı; ve aynı zamanda ben büyürken Xian Le’de de dört Baş Rahip vardı! Krallıklarda normalde bu kadar çok sayıda Baş Rahip olur mu? Geçmişte hiç düşünmezdim, ama şimdi sayılarının çok fazla olduğunu fark ediyorum. Sence tesadüf mü? Veya bunların altında daha derin bir anlam mı gizli?”
Hua Cheng cevapladı. “Başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Belki de sadece öyle denk gelmiştir. Dört Meşhur Masal da dört tane değil mi? Dört Musibet olmadığı için birisi zorla terfi ettirildi ayrıca.”
Ancak Xie Lian hala kendi düşünce dizini takip etmekteydi. “Haklısın, eğer benim dört ustam Wu Yong’un Veliaht Prensinin dört Koruyucu Tanrısı olsaydılar, neden Xian Le’ye Baş Rahip olmak için gelsinler ki? Neden beni eğitmeye gelsinler? Kendim hakkında farkında olmadığım bir şey mi var? Yoksa, ben aslında…”
Ele geçirilmiş gibi bir şey söyleyecekti ki Hua Cheng onu omuzlarından tuttu, ikna edici bir şekilde konuşuyordu. “Mümkün değil! Sana yemin ederim, sen sensin. Başka hiç kimse değilsin. Güven bana. Bu kadar derin düşünme ve olmayan şeyler hayal etme.”
Ebeveynleri dışında, Xie Lian’ın en yakın ve samimi olduğu kişi Baş Rahipti. Her ne kadar Baş Rahip onu sık sık azletse ve Xie Lian’ın konumu bildiği için mesafeli davransa da, yine de, iyi bir öğretmendi. Aniden tanıdığını sandığın bir kişinin başka birisi olabileceğini öğrenmek kolay kabul edilebilir bir şey değildi. Hua Cheng sesini yumuşattı. “Pekala gege. Dikkatle düşün, Xian Le’nin Baş Rahibi nereden gelmişti?”
Xie Lian mırıldandı. “…Emin değilim.”
Sahiden, ustasının nereden geldiğini hatırlayamıyordu. Bir an düşündükten sonra, Xie Lian tekrar konuştu. “Baş Rahip, ben doğmadan önce de Baş Rahipti, tek bildiğim adının Mei Nianqing olduğu, ama elbette sahte bir isimdi. Geçmişte de böyle düşünürdüm; Baş Rahip inanılmaz birisi, nasıl hiç yükselmedi? Eğer biraz önceki oysa, o zaman bu dünyada geçirdiği zaman, benimkinden bile daha fazla.”
“Her seferinde tek bir sorunu çözeceğiz.” Dedi Hua Cheng. “Unutma, eğer bir şey olursa, ben buradayım. Hep yanında olacağım.”
Xie Lian ona baktı, donakalmış ve konuşamıyordu. Bir an sonra yüzünde küçük bir gülümseme belirdi.
Yin Yu’nun varlığı normalde zaten silikti ve tüm bu zaman boyunca konuşmadığı için de onu direk olarak unutmuşlardı. Ancak şimdi söze girmişti. “Chengzhu, diğerlerini bulamamız gerekiyor mu?”
Onlar çıkmışlardı, ancak Pei Ming ve diğerlerinin hangi köşede dağ ruhu tarafından sindirildiğini kim bilirdi? Xie Lian hızla cevapladı. “Evet! Hadi onları bulalım. Lütfen bekle Ekselansları Yin Yu.”
“Ekselansları, bana Ekselansları demenize gerek yok… ben artık Üst Cennetten bir cennet mensubu değilim.” Dedi Yin Yu.
Xie Lian gülümsedi. “O zaman sen de bana adımla hitap edebilirsin, bu kadar nazik olmana gerek yok. Ben de uzun zamandır veliaht prens değilim.”
Yin Yu, Xie Lian’ın arkasında durmakta olan Hua Cheng’e bir bakış attı ve hızla cevapladı. “Ben… cüret edemem. Hitap edemem. Etmemeliyim.”
“Neden endişendin böyle?” Dedi Xie Lian ve birkaç adım attı, Quan Yi Zhen’in daruma bebeğini almaya hazırdı ki aniden gökten bir kişi düştü ve hemen önüne indi, kemiklerin kırılma çıtırtısı havada yankılandı.
Çevirmen: Nynaeve
132 notes
·
View notes
Text
Bohumil Hrabal, Gürültülü Yalnızlık (Prilis Hlucna Samota) B. II
Otuz beş yıldır atık kâğıt presliyorum, bütün bu zaman boyunca mahzenime öyle çok güzel kitap boşaltıldı ki üç ambarım olsaydı üçü de dolardı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, bir gün presime bir sepet dolusu kitap boşaltıldı; ilk şoku atlatınca o biblo gibi kitaplardan birini açtım, Prusya kraliyet kütüphanesinin damgasını taşıyordu. Ertesi gün baştan aşağı deri ciltli kitaplardan bir ırmak aktı mahzenimin tavanından, kitap sırtlarının ve başlıkların yaldızı ortalığı ışılldatıyordu… bunun üzerine koşarak yukarı çıktım, iki adamla karşılaştım; sonunda bana, Nove Straseci yakınlarında bir ambar olduğunu ve samanların arasında insanın gözlerini yuvalarından dışarı uğratacak kadar çok kitap bulunduğunu itiraf ettiler. Ordunun kütüphanecisiyle birlikte Nove Straseci’ye gittim. Tarlaların arasında bir değil üç ambar göründü, Prusya kraliyet kütüphanesinin kitaplarıyla ağzına kadar doluydu üçü de. Önce ah ne güzel, oh ne müthiş deyip durduk, sonra meseleyi tartıştık ve bir hafta boyunca askerî araçlar bu kitapları Prag’a, Dışişleri bakanlığının bir bölümüne taşıdı, daha sonra, çalkantılı zamanlar biraz geçtiğinde, geldiği yere gönderilecekti kitaplar. Ama birisi bu gizli yeri ihbar etti, kütüphane savaş ganimeti ilan edildi, kamyonlar tekrar yola koyulup bu sırtı yaldızlı, tamamı deri kaplı kitapları gara götürdü, orada sağnak yağmur altında, açık vagonlarda bir hafta bekledi kitaplar… Son kamyon geldiğinde, kurum ve matbaa mürekkebiyle karışık yaldızlı bir su sızıyordu vagonlardan; bense, bir sokak lambasına dayanmış, gördüklerim yüzünden taş kesilmiştim; son vagon da ıslak günışığında yok olup gittiği zaman, yüzümdeki gözyaşları yağmura karışıyordu. Gardan çıkan bir zabıta memuru gördüm, ellerimi çapraz yapıp ona uzattım, kelepçeleri bileğime geçirmesi için yalvardım, zira bir suç işlemiştim, insanlığa karşı bir suç. Sonunda memur beni karakola götürdü, alay etmekle kalmayıp üstüne üstlük kodese tıkmakla tehdit ettiler. Uzun yıllar sonra koskoca kütüphaneleri yüklemeye alıştım, şatoların ve burjuva malikânelerinin deri ciltli ve marokenli güzel kitaplarını… vagonlar dolusu kitap yüklüyordum, otuz vagon tamam olunca tren İsviçre ya da Avusturya’ya doğru sarsılarak yola koyuluyordu, oralarda kilosu bir kurona satılıyordu kitaplar, kimse şaşırmıyordu buna, kimse gözyaşı dökmüyordu, ben bile: bu paha biçilemez koleksiyonları kilosu bir kurona İsviçre’ye ya da Avusturya’ya götüren trenleri izlerken gülümsüyordum. Felakete gözümü kırpmadan soğukkanlılıkla bakacak, duygularımı bastıracak gücü çoktan bulmuştum kendimde, işte o zaman yıkımdaki güzelliği kavramaya başladım. Daha pek çok vagon, pek çok tren yükledim, onlar da kilosu bir kuron eden yükleriyle batıya doğru yola çıktı! Bir sütuna yaslanmış, gözlerim son vagona asılı kırmızı fenere dikilmiş, manzarayı seyrediyordum, Fransız askerlerine bakan Leonardo da Vinci gibiydim, ustanın at heykelini hedef seçip paramparça havaya uçuran o askerlere böyle bakmıştı Da Vinci; tıpkı şimdi benim olduğum gibi öylece durmuş, o dehşet verici sahne karşısında tam bir serinkanlılıkla beklemişti, çünkü göklerin insanca bir yanı olmadığını biliyordu ve düşünen bir insanın daha fazla insan olmadığını.
O sıralarda bir gün bana annemin ölüm döşeğinde olduğu haberi geldi. Bisikletime atladım, eve döndüm, ama çok susadığım için önce kilere koştum; bir çanak soğuk ayran aldım… kana kana içerken birdenbire bir çift göz gördüm. Öyle çok susamıştım ki ayranı içmeye devam ettim ama gözler yeniden belirdi, tehlikeli derecede yakındılar benim gözlerime, tıpkı geceleyin tünelde bir lokomotifin farları gibi; canlı bir şey kayıp ağzıma giriverdi, kıvıl kıvıl debelenen bir kurbağayı ayağından tutup çektim, bahçeye attım ve ayranımı rahatça içip bitirdim, tıpkı Leonardo gibi. Annem öldüğünde içimdeki her şey ağlıyordu ama akıtacak gözyaşım kalmamıştı. Krematoryum çıkışında hafif bir duman tütüyordu, annem güzelce göğe yükseliyordu… Atık kâğıt depolarında çalışmaya başlayalı on yıl olmuştu: alışkanlık gereği krematoryumun bodrumuna indim, onların insanlarla yaptığını ben kitaplarla yapıyordum. Dört ceset yakılmıştı, annem üçüncüsüydü. Hiç kıpırdamadan insanoğlundan kalan son maddeye, ölügömücünün öğütmek üzere kemikleri almasına, annemden son kalanları madenî bir kutuya koymasına bakıyordum, gözlerimi faltaşı gibi açmıştım, tıpkı, muhteşem yükü İsviçre ya da Avusturya’da kilosu bir kurondan satılacak olan trenin uzaklaştığı zamanki gibi. Aklımda sadece Sandburg’un şu dizeleri vardı: insandan geriye bir kutu kibrit yapmaya yetecek kadar fosfor ve bir idamlığın çivisini dövecek kadar demir kalır sadece.
Bir ay sonra dayımın bahçesine elimde annemin küllerinin bulunduğu kutuyla girdim. Oturduğu makasçı kulübesinden bizi görünce bağırdı dayım: “Ah ablacığım, nihayet geri döndün demek!” Kutuyu şöyle bir tarttı, sağlığında aşağı yukarı yetmiş beş kilo çeken ablasından geriye pek bir ağırlık kalmamıştı! Küllerden en az elli gram eksik olduğunu hesapladı! Sonra kutuyu bir dolabın üzerine yerleştirdi. O yaz bir gün şalgamlarını çapalarken birdenbire ablasının şalgama bayıldığını hatırlamış; konserve açacağıyla kutuyu açıp annemin küllerini şalgamların üzerine serpmiş. Daha sonra yedik o şalgamları. O dönemde, mekanik presimde kitapları preslerken, hurda demir tıkırtıları arasında yirmi atmosfer basıncıyla un ufak ederken insan kemiklerinin çatırdadığını duyardım, sanki presimde ezilen klasiklerin kafatasları ve kemiklerini öğütüyor gibi olurdum, sanki Talmud’daki şu cümle söz konusuydu: “Zeytine benzeriz biz, en iyi tarafımızı ancak ezilince veririz.”
Her balyayı bağlarım, elimden geldiğince sıkarak demir tellerle tuttururum, kitaplar bağlarını koparmaya uğraşır, teller daha güçlüdür, gözümün önüne panayırdaki bir kuvvet cambazının ciğerlerini şişirerek zincirlerini kopardığı görüntüsü gelir, ama benim balyam tellerinin arasında iyice sıkışıp kalmıştır, tıpkı küllerin durduğu kutudaki gibi her şey sakindir balyanın içinde, ben de onu öbür yenik kardeşlerinin yanına götürürüm, balyayı süsleyen reprodüksiyonların görüneceği şekilde koyarım. Bu hafta Rembrandt van Rijn’ın yaklaşık yüz reprodüksiyonunu keşfettim, sünger suratlı ihtiyar sanatçının birbirinin aynı yüz portresi, sonsuzluğun eşiğinde, sanat ve içkinin kılavuzluk ettiği bir adamın görüntüsü; bilinmeyen birinin dışarıdan ittiği son kapının açılışını şimdiden görebiliyorum. Yüzüm o kabarmış börek hamuru, sızıntı yapan duvar ve cüzzamlı görünümünü aldı, aynı ahmak gülümseyiş geldi suratıma, insanoğlunun olaylarının saklı yüzüne bakmaya başlıyorum artık. Bugün bütün balyalarımı ihtiyar Rembrandt van Rijn beyefendinin portresi sarmalıyor, presimin fırın gibi ağzına atık kâğıtları ve açık kitapları tıkıyorum.
Bugün ilk kez fark ettim ki farelere, ailelerine, yuvalarına dikkat etmiyorum artık. Kör yavruları prese atınca, anneleri de peşlerinden atlıyor, yapışıyor yavrularına, dolayısıyla atık kâğıtlarla ve klasiklerle aynı yazgıyı paylaşıyor. Böyle bir mahzende ne çok fare olduğunu bilemezsiniz, iki yüz, belki de beş yüz; küçük dost canlısı hayvancıklar, neredeyse tümü de yarı kör; benimle ortak yanları edebiyata yaşamsal bir gereksinim duymaları, belirgin tercihleri de maroken ciltli Goethe ve Schiller’lerden yana. İşte böyle, mahzenim hep göz kırpmalarla, kemirme sesleriyle dolu, bu fareler kedi yavruları gibi yaramaz, presimin kenarlarına tırmanıyor, silindirin üzerinde pıtı pıtı yürüyorlar, ama yeşil sinyalle birlikte presin tablası hem kâğıtları hem de farecikleri umutsuz bir duruma sokuveriyor, ciyaklamalar hafiflediğinde mahzendeki öbür kardeşleri ciddi bir tavır takınıyor, küçücük arka ayakları üzerinde dikiliyor, o yeni gürültülere merakla kulak kabartıyorlar, ama bir saniye sonra her şeyi unutmuş oluyor ve tekrar kitapları kemirmeye koyuluyorlar, kitap ne kadar eskiyse o kadar çok hoşlarına gidiyor, iyice eskitilmiş peynir gibi, iyice yıllanmış şarap gibi. Yaşamım artık bu küçük farelere bağlı; akşamleyin hortumla kâğıt yığınımı ıslatırım, bile bile mahzenimi havuza çeviririm, fareler sırılsıklam olur ama suyun şiddetiyle yere yapıştıklarında keyifleri kaçmaz hiç, hattâ, daha sonra, kâğıttan barınaklarında saatlerce yalanıp ısınmak için bu banyoyu beklerler bile. Bazen farelerim üzerindeki kontrolümü yitirdiğim olur: derin bir düşünceye gömülür, bira içmeye giderim, meyhanenin tezgâhında olmayacak hayaller kurarım, sonra para ödeme zamanı gelince cüzdanımı çıkarmak için mantomu açarım, hoop, tezgâhın üzerine bir fare sıçrar, ya da ayağa kalkınca iki tanesi de pantalonumdan çıkar, garson kızları delirtir bu durum, sandalyelerin üzerine tırmanır, kulaklarını tıkayıp deliler gibi çığlık çığlığa bağırırlar. Ben gülümserim, ellimi sallar çıkarım, bir sonraki balyamın görüntüsü çoktan kaplamıştır içimi.
Otuz beş yıldır balyalarımı umutsuz bir duruma sokarım; yılları, ayları, günleri çizerim bir bir, presimle birlikte emekliye ayrılabilmeyi umarak, ve her gün çantamda kitap taşırım eve, Holesovice’deki iki katlı dairem kitapların ağırlığından yıkılıyor: kiler ve sundurmada bir sürü kitap var, tuvalet ağzına kadar tıklım tıkış, teldolap da öyle, mutfakta, pencereye ve fırına ulaşacak kadar küçük bir yol kaldı, tuvalette tam oturacak kadar yer var; küvetin bir buçuk metre üstünde, tavana kadar kitaplarla dolu gerçek bir yapı iskelesi kurulmuş durumda, ama temkinsiz bir hareket, yanlış bir devinim, belli belirsiz bir sürünme yeter, iskelenin dikmelerine çarparım, yarım ton kitap üstüme yıkılır, o halde, donum inikken, ezilir kalırım. Oraya bir cilt bile eklenemeyeceği için odamda, ikiz yatakların üst tarafına, tavanlık biçiminde raflar yaptırdım ve şu otuz beş yıl boyunca bulduğum iki ton kitabı dizdim; uykuya daldığımda bu iki ton kitap dev bir karabasan gibi çöküyor rüyalarımın üzerine… Uykuda ansızın dönersem, bağırır ya da kıpırdanırsam, korku içinde, kitapların kaydığını işitirim, şöyle bir değivermek yeter tavanlıktan her şeyin çığ gibi üzerime devrilmesi için, nadir bulunan kitapları üzerime boşaltacak ve beni bit gibi yamyassı edecek bir bereket boynuzu sanki orası. Her gün hamur haline getirdiğim masum farelerin öcünü almak için bu kitapların bir komplo hazırladığı duygusuna kapılırım çoğunlukla. Her kötülük cezasını bulur. Kilometrelerce okunacak şeyle yüklü tavanlığın altında sarhoş, sırtüstü uzanmış yatarken bazı şeyleri, son derece nahoş bazı şeyleri düşünmeye korkarım, örneğin, ceketinin ters çevrilmiş kolunda bir gelincik yakalayan ve tavukları yaraladı diye âdil bir şekilde öldürmeyip de hayvanın kafasına bir çivi çakarak serbest bırakan şu korucuyu düşünmemeye çalışırım. Hayvan avluda ölene kadar uluyarak koşmuş… Bir yıl sonra korucunun oğlu bir beton karma makinasını onarmaya çalışırken elektrik çarpmasından ölmüş. Dün birdenbire kurşun harcamak konusunda cimri davranan ormancının, rastgeldiği bütün kirpileri sivri bir kazığa geçirerek öldürdüğünü hatırladım, ta ki günün birinde karaciğer kanserine yakalanana kadar; adam üç ayda öldü, karnında bir tümör ve beyninde dehşetle. Kitapların bana karşı komplo kurduğunu işittiğimi sandığım zaman, bu tür düşünceler paniğe sürüklüyor beni, öyle dengemi bozuyor ki bu durum, pencerenin yanında bir sandalyede uyumayı tercih ediyorum, önce beni sivrisinek gibi ezip sonra da, tıpkı kafesli bir asansör gibi, yeri delerek mahzene kadar giden kitapların görüntüsünden dehşete düşüyorum. İnsanın yazgısından kaçamadığını görüyorum: mahzende iş üstündeyken kafama kitaplar, şişeler, hokkalar, zımbalar yağar tavandaki açıklıktan, evimde de her akşam kitaplar düşüp öldürecek gibi olur beni, ya da en iyisinden ağır yaralanmaktan kıl payı kurtulurum. Tuvaletin ve odamın tavanına astığım o Damokles’in kılıcı yüzünden çıkıp bira almak zorunda kalırım, o berbat sona karşı tek kalkanımdır bira.
Ayda bir kez dayımı görmeye gider, kocaman bahçesinde emekli olduğumuz zaman presimi koyacak iyi bir yer bulmaya çalışırım. Yanıma presimi almak için para biriktirme fikri benim değil dayımın aklına geldi. Kırk yıl demiryolu görevlisi olarak çalışmış, hemzemin geçitlerdeki bariyerleri indirip kaldırmış ve makasçılık yapmıştı; kırk yıl boyunca, tıpkı benim gibi onun da tek zevki işi olmuştu, emekliye ayrılınca işi olmadan yaşayamazdı. Sınırda kullanılmayan eski bir istasyonun makasını satın alıp bahçesine koydu; eski ateşçi-makinist arkadaşları hurdaların içinden küçücük bir lokomotif bulup çıkardılar. Yüksek fırınlardan maden filizi taşımakta kullanılmış bu küçük Ohrenstein ve Koppel marka lokomotif, lokomotifin rayları ve üç küçük vagonuyla, eski bahçenin ağaçları arasına bir hat kurdular… Cumartesi Pazar günleri makinayı çalıştırıyorlar, haydi ileri! öğleden sonra sıra çocukların; akşamleyin dayımla arkadaşları şarkılar söylüyor, bira içiyor, küçük vagonlarına binip çakırkeyif geziyorlar. Lokomotifin üzerinde ayakta durduklarında, ırmak tanrısı Nil’in heykeli gibi, üzeri küçük adamlarla dolu, uzanmış dev bir Adonis gibi görünüyor tren…
Bir gün kendim ve presim için güzel bir yer seçmeye dayımı ziyarete gitmiştim, akşam oluyordu, bütün farları yakılmış makina, ihtiyar meyva ağaçlarının arasında hızla virajları alırken, dayım makasçı kulübesinde oturmuş, coşkuyla önündeki kolları indirip kaldırıyordu, Ohrenstein ve Koppel marka lokomotifi kadar coşkulu ve çakırkeyfti, yer yer alüminyum bir parçanın madeni parıldıyordu. Çocukların ve emeklilerin çığlıkları, haykırışları arasında ilerledim, kimse beni aralarına katılmaya davet etmedi, kimse bir kadeh ister miyim diye sormadı, aslında bütün ömürleri boyunca sevdikleri işlerinin bir tekrarından başka bir şey olmayan oyunlarına iyice dalmışlardı. Ben Kain gibi, alnımda bir damgayla yürüyordum. Aşağı yukarı bir saat sonra evin yolunu tuttum, davet edilebilirdim hâlâ ama kimse seslenmedi bana, kapıdan çıkarken bir kez daha geri döndüm: fenerlerin ve makasçı kulübesinin ışığında çocukların ve ihtiyarların karaltıları kıpırdıyordu, tren, düdüğünü öttürüp elips biçimindeki hattında sarsıntılı vagonlarıyla yeni bir tur atmak üzere ilerlemeye başladı. Tıpkı bir laternanın şarkısı gibiydi, hep aynı şarkı, ama öyle güzel bir ezgi ki ölene kadar başka bir şey dinlemek istemeyeceğiniz türden! Ama bu arada, kapının yanında dikilirken biliyordum ki dayım beni görüyordu, ağaçların arasında kaybolduğum zaman bile gözlerini üzerimden ayırmamıştı; kumandalardan elini kaldırıp parmaklarını tuhaf tuhaf oynattı, sanki sadece havayı karıştırıyor gibiydi, ben de karanlıkta selamına karşılık verdim, yan yana geçen iki trende giderken birbirimize veda ettiğimiz sanılabilirdi.
Prag’ın kenar mahallelerine geri döndüm, bir sosis aldım ve o sırada büyük bir şok yaşadım: sosisi ağzıma götürmem gerekmemişti, yanan dudaklarımda temasını hissetmek için çenemi eğmem yeterli olmuştu; oysa sosisi bel hizamda tutuyordum… Yere baktım ve gördüğüm şeyden korktum, çünkü sosisin öbür ucu neredeyse pabuçlarıma değiyordu. İki elimle tuttum: sosis normal boydaydı, son yıllarda sıkışıp ezildiğim sonucunu çıkardım. Eve dönünce mutfak kapısının pervazını gizleyen yaklaşık yüz kitabı kenara ittim, pervaza silinmez mürekkeple belli tarihlerde boyumun ne kadar olduğunu işaretlemiştim. Kenara yaslandım, bir kitabı başıma koydum, dönüp duvara değdiği yeri işaretledim, çıplak gözle bakınca sekiz yılda dokuz santimetre kısaldığımı fark ettim. Yatağımın üstündeki kitap sayvanına doğrultunca bakışlarımı, tavanlıktaki iki tonun düşsel ağırlığı altında kısaldığımı anladım.
Türkçesi: Elif Gökteke Tavanarası Yayın: 14 Bohumil Hrabal Estate, Zürich, Switzerland
Kitabın özgün adı: Prilis Hlucna Samota
8 notes
·
View notes
Photo
Herkes çiçekli pencere, bana taş duvar olan insanlar var diyorsan hafız. O insanlar seni yarabandı olarak kullandığında bunu anlamış olmalısın. Çünkü az gülüp, çok ağlamışlardır sana. Sen de diyememişsindir, kime çok gülüyorsanız, gidip ona ağlayın. Bu durumdan elbet kurtulacaksın. Bu insanlar elbette gidecek. Sen sessizliği büründüğün vakit, sessizliğin nedeniyle yüzüne bile bakamayacaklar. Yaralarını sevmeyince insan, yaşamak yıkıntıya dönüşür hafız. İşe yarar bir şeyler yapmalısın bu yüzden hayatta. Başkalarına yarabandı olarak, sadece yaralarını çoğaltıyorsun farkında mısın. Bu işe yarar birşey yaptığının göstergesi değildir. Kıymetini bilmediğin şeyler yüzünden, huysuz bir at gibi yaşamak kafamızda. İş yarar bir şeyler yap, hafız. Git çiçek topla, menekşeler topla daha sonra taşındığın her yer de çiçek aç. Hem yar'a'ların iyileşek. Olmadı bulunduğun yeri güzelleştir. Çünkü bulunduğu yeri güzelleştiremiyen insan, cennet yerine cehennemi yaşamaya devam eder. Neyse, her neyse; konumuz bu değil. Bak hafız bu zaman da insanlar için gözlerini feda edersen, sana diyecekleri tek şey körsün olacaktır #dediadam… - #şiirsokakta #kitap #oku #şiirheryerde #yazar #şiirsokakta_ #şiir #kitaplar #takip #yalnız #aşk #sinema #twitter #sev #followme #film #roman #hayal #edebiyat #fotoğraf https://www.instagram.com/p/CElboAtp9Zy/?igshid=1grjm5f86je15
#dediadam#şiirsokakta#kitap#oku#şiirheryerde#yazar#şiirsokakta_#şiir#kitaplar#takip#yalnız#aşk#sinema#twitter#sev#followme#film#roman#hayal#edebiyat#fotoğraf
1 note
·
View note
Link
Wilusa Tur Şehitlik Turları
Çanakkale Destanına bölgenin en tecrübeli firması olan Wilusa Turizm farkıyla şahit olmaya ve yaşamaya ne dersiniz? Covid-19'a karşı düzenli olarak dezenfekte işlemleri yapılan lüks araçlar ve uzman rehberler eşliğinde günübirlik şehitlik turlarımız veya konaklamalı şehitlik turlarımızla Çanakkale Şehitlikleri sizleri bekliyor! Çanakkale Şehitliklerinde unutulmaz bir tur sizleri bekliyor! Tarihi yarımadaya bir de Wilusa Tur farkıyla bakın.Yerel tecrübeyle Çanakkale Savaşları Tarihi Gelibolu Yarımadası savaş alanları ve savaş alanlarında bulunan şehitlikler ve anıtları gezip, görüp, anlamaya çalışmak üzerine rehber eşliğinde yılın her günü (365 Gün) devam eden günübirlik Çanakkale şehitlik turuna siz de katılın.
Nereleri Göreceğiz?
Namazgah Tabyası
Yüzeyden uzunluğu aşağı yukarı 65 km olan Çanakkale Boğazı’nın Avrupa Kıtası’ndaki topraklarındayız. Yanımızdan ip gibi süzülen boğazın suları Çanakkale’yi ikiye bölüyor. Bir tarafında Avrupa ve bir tarafında Asya Kıtası toprakları.
İşte bu toprakların karşılıklı olarak birbirine en yakın olduğu yer, yani Çanakkale Boğazı’nın en dar kısmı Kilitbahir Kalesi ile Çimenlik Kalesi’nin birbirine baktığı yerdir.. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra boğaz savunmasını güçlendirmek için bu bölgeyi karşışıklı olarak toprakla doldurmuş, Asya kıtasındaki topraklara Çimenlik Kalesi’ni, 1300 metre civarındaki karşı noktaya da Kilitbahir Kalesi’ni inşa ettirmiştir.
Hem boğazın en dar yerinde olması, hem de heybetiyle bizi karşılayan güzeller güzeli Kilitbahir Kalesi’nin biraz ilerisini anlatacağız size. Buranın da Avrupa Kıtası’nda olduğunu hatırlatmak isteriz. Yani Wilusa Turizm ile öyle bir yerden geziye başlıyorsunuz ki…
Namazgah Tabyaları’nı Görmek İçin 5 Neden
*Bir tarafınızda tüm asaletiyle Çanakkale Boğazı *Karşı kıyıda Asya kıtası toprakları, Çanakkale il merkezi *Üzerine bastığımız yerde Avrupa Kıtası toprakları *Yıllara meydan okumuş olan Kilitbahir Kalesi *Çanakkale Boğazı’nın en dar yeri
Bu kadar farklı güzelliğin tek bir kareye sığdırılabileceği muhteşem bir yer burası. Ve üstelik birkaç adım ileride Namazgah Tabyaları da o kareye girebilmek için sırada bekliyor…
Tabya Ne Demektir?
Tabya kelimesini, askeri bir terim olarak hazırlık yapılan, malzemenin yığıldığı yer olarak ifade edebiliriz. Bu bağlamda içinde depo, ambar, cephanelik vs. olan, askerlerin uyuduğu, eğitim gördüğü ve aynı zamanda boğazdan yapılan saldırılara direniş gösteren yerlerdir. Kilitbahir’deki tabyalar, teknolojinin ilerlemesiyle kale içerine teçhizatın yeterli gelmiyordu. Boğaza giren gemiler için risk bu bağlamda azalıyordu. Tüm bu nedenler ışığında boğaz savunmasını güçlendirmek için gerekli yükseklik ve açıda inşa edilmişlerdi.
Namazgah'ın Anlamı Nedir?
Cami gibi kapalı bir alan yerine açık arazide topluca namaz kılınan yerdir. Kıble tarafında mihrap yerine taş ya da benzeri bir yapının bulunduğu sade meydanlardır. Bozcaada Namazgah, Gelibolu Namazgah bunlara örnek olarak verilebilir.
Belki de Namazgah Tabyası, içinde ibadet edilen kutsal mekanlar gibi. Tertemiz ve sade…
Namazgah Tabyaları, 26 tane küçük tepecikten oluşur. Bu tepeciklerin her biri bonet olarak adlandırılır. Bu bonetler yoldan bakıldığında giriş kısımları görülen barınaklar gibidir. Üst kısımları killi toprak veya çimle kaplıdır. Deniz tarafından bakıldığında kıyıda askeri bir alan değil de doğal tepecikler olduğu izlenimini vermek için bu şekilde dizayn edilmişlerdir. İç kısımları kalın taşlar kullanılarak inşa edilmişlerdir. Bonetlerin üzerinde sıkıştırılmış toprak ile çalı kullanıldığı da oluyordu. Böylece düşen mermilerin düşüş hızları, bu şekilde yumuşatılıyordu. Bu da merminin neden olduğu şiddeti azaltan önemli bir faktördü. Genelde bonetlerin zeminlerinde mermiler muhafaza ediliyordu.
İçlerinde odacıklar bulunan bonetlerin iç mimarileri, askerin o zamanki ihtyacına göre farklı amaçlar için değişiklik göstermektedir. Örneğin bir dönem bazı bonetler ağıl olarak kullanılırken, aynı bonet kimi zaman da ihtiyaç durumuna göre malzeme deposu olarak kullanılmıştır.
Namazgah Tabyaları, buraya yaptırılan ilk ve en büyük tabyadır. Ayrıca merkez tabya olma özelliğini taşımaktadır. Çanakkale savaşı sırasında tabyalarda görev yapan bataryaların bağlı olduğu 4. Ağır Topçu Alayı’nın karargah merkezidir. Bu yüzden de her saldırıda hedef olmuş, ağır darbeler almış ancak yeniden ayağa kalkmayı başarmıştır.
Alanda 16 tane top mekanizması olmasına rağmen, Çanakkale’de ancak 2 tanesi kullanılabilmiştir. Çünkü kalan 14 tane top mekanizmasının düşman gemilerini vurabilmesi için gerekli olan menzili, ne yazık ki yeterli uzunlukta değildir.
Tabyanın kesin olarak yapılış tarihi belli değildir. Ancak kapılardan birinin üzerinde 2. Abdulhamid tuğralı ve 1389 yani 1892 tarihli bir kitabe bulunmuştur. Bu bağlamda tabyaların son halinin 2. Abdulhamid döneminden kaldığını söylemek mümkün.
Bugun tüm ihtişamıyla bizi karşılayan Namazgah Tabyaları ziyarete açıktır. Burada bonetlerden bir tanesi müze haline getirilmiştir. Wilusa Turizm’in şehitlik içerisine yaptığı gezilerde Namazgah Tabyaları panoramik olarak görülebilmektedir.
Çanakkale Şehitler Abidesi
Gelibolu Yarımadası’nın belki den en güzel yerinde inşa edilmiştir. Eskihisarlık denen bu yer, Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi’nin neredeyse birleştiği yerdedir.
1915 Çanakkale savunmasının temel sembollerinden biridir. Yapılış amacı da Türk gücünü sanat yoluyla göstermektir belki de. Bu yüzden bir proje yarışması yapıldı. Projeyi de Feridun Kip, İsmail Utkular ve Doğan Erginbaş’tan oluşan ekip kazandı. Ancak anıtın yapımını hayata geçirmek hiç kolay olmadığı için temel atma işlemi ancak 1954 yılında yapılabilmiştir. 1960 yılında ziyarete açılan anıt, muhteşem bir mimariye sahip.
Karşıdan bakıldığı zaman ‘’Mehmetçik’’ kelimesinin ‘’M’’ harfini görüyoruz. Ayrıca klasik Roma’da sıklıkla uygulanan ‘’Zafer Takı’’ mimarisinin bir başka formudur. Tüm bunların yanında anıtımız Anadolu’nun birçok farklı noktasından buraya gelerek, vatan savunmasında canlarını veren şehitlerimizin gökyüzüne yükselişini de sembolize etmektedir.
Şehitler Abidesi, dört büyük ayak üzerine inşa edilmiştir. Bu ayakların her birinde rölyefler bulunmaktadır. Bu rölyeflerin deniz tarafına bakan dört tanesi deniz savaşlarını, kara tarafına bakan dört tanesi de kara savaşlarını vurgulamaktadır.41.7 metrelik anıt, bugün Türk zaferinin muhteşem bir sembolü olarak kayıtlara geçmiştir.
Bulunduğu konum nedeniyle anıt hem Çanakkale Boğazı’ndan hem de Anadolu’dan geçen herkes tarafından görülebilmektedir. Bu arada dünya üzerinde savaşta ölenler için yapılmış belki de en görkemli anıttır. Bu bağlamda da Gelibolu Yarımadası’nın en çok ziyaret edilen yerlerinden birisidir.
Şehitler Abidesi’ni ziyarete gideceğimiz zaman göreceklerimiz anıt ile sınırlı değildir.
Abide Alanında Görülecek Yedi Nokta
- Neredeyse gökyüzüne ulaşan heybetli Türk Bayrağı - Çanakkale Savaşı’nın bazı kahramanlarının resmedildiği 45 metrelik duvar - Mustafa Kemal Atatürk’ün 18 Mart 1934 yılında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya okuması için verdiği yazıdan bir bölüm… Bu metin, Atatürk’ün hem insani değerlerini hem de devlet adamlığını ortaya koyan çok önemli bir konuşmadan bir kısımdır… ‘’Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız.Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır.Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.” - Meçhul Asker Anıtı. Çanakkale’den dönerken Avustralyalı bir asker, bir Türk şehidinin başını ülkesine götürmüştür. 2003 yılına kadar Avustralya’da kalan şehidimizin başı, 18 Mart 1013 tarihinde vatan toprağında ebedi yerine nakledilmiştir. - Çanakkale’de şehit olan 60 bin askerimizin isminin tek tek yazılı olduğu ve bu alanın il bazında alfabetik olarak kısımlara ayrıldığı sembolik Türk şehitliği - Sanatçı Metin Yurdanur tarafından yapılan muhteşem ‘’Mustafa Kemal Atatürk’’ anıtı - Sanatçı Tankut Öktem tarafından yapılan ve Türk askerinin centilmenliğini vurgulayan’’ Yaralı Asker’’ anıtı
Şehitler Abidesi’nin inşa edildiği yer, konum açısından da çok değerli bir yerdir. Bir tarafında Seddülbahir cephesi, bir tarafında Bozcaada, bir tarafında yüzlerce yıl önce yaşanmış olan Batı ve Doğu’nun ilk savaşı olan Troia Savaşı’nın yaşandığı yer… Burası her yönüyle, Çanakkale’nin taşıdığı her anlama vurgu yapan göz alıcı bir manzaraya sahiptir.
1915 Çanakkale savaşı sırasında Fransız cephesi olan bölge, aynı zamanda boğazdaki batıklara da ev sahipliği yapmaktadır. İngiliz gazetelerinde ‘’Davud’un sapanı vurdu’’ diye haberi çıkan İngiliz Goliath zırhlısı, Seyid Onbaşı’nın vurduğu ve bu alanda bulunan
İngiliz Ocean zırhlısı, ayrıca Fransız Bouvet Zırhlısı da 1915’in izleri olarak boğazın derinliklerinde, bir çok irili ufaklı batığın arasında yatmaktadır.
Hem kara hem de deniz savaşlarının ağır şiddetine tanıklık etmiş olan bölge, bugün sessiz sakin bir şekilde ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor.
Rumeli Mecidiye Tabyası ve Seyit Onbaşı Heykeli
Rumeli Mecidiye Tabyaları
Namazgah Tabyalarının biraz ilerisinde ve yine Kilitbahir Köyü sınırlarında Rumeli Mecidiye Tabyaları bulunmaktadır. Burası ile özdeşleşen Seyit Onbaşı’nın heykeli, sahilde tüm ziyarteçilerin dikkatini çekmektedir. O’nun görev yaptığı Mecidiye Tabyaları, anıtın karşısındaki Gonca Tepe eteklerinde bulunmaktadır. Burayı görebilmek için yolun içerisindeki yoldan, deniz seviyesinden yaklaşık yirmi metre yukarıda bulunan bonetlere yürümek gereklidir.
Mimar Fevzi Efendi’nin Mezarı
Çanakkale Boğazı manzarasına bakarak yürüdüğümüz yolun devamında ziyaretçileri bir Osmanlı mezarı karşılar. Buradaki tabyaların bakımı için görevlendirilen Fevzi Efendi, boğazdan geçen bir İngiliz gemisine engel olamaz. Bu yüzden idam edilmiştir. Mezarı da daha sonra buradaki yerine taşınmıştır. Mimar ve matematikçi de olan Fevzi Efendi’nin mezarının yanında ise bir şehitliğimiz bulunmaktadır.
18 Mart 1915 günü İngiliz ve Fransız donanmasına ait gemiler, yenilip boğazdan çıkarlarken tabyalara da mermi yağdırmaya devam etmişlerdi. Bu yüzden buraya isabet eden mermiler nedeniyle erlerden ne yazık ki şehit olanlar vardı. 1919 yılında hepsi bir araya getirilerek, Fevzi Efendi’nin mezarının yanındaki alana gömülmüşlerdi. 1966 yılında ise Çanakkale Şehitleri Abidelerine Yardım Cemiyeti de şehitlerimizin yattığı alanı çevrelemişler ve bir kitabe eklemişlerdi. Bu kitabeye göre yatan şehit asker sayımız ise 16’dır.
Mecidiye Tabyaları’nın Özellikleri
Savunma planlarında merkez grubu tabyaları arasında bulunmaktadır. Her saldırıda ilk hedeflerden biri haline gelmiştir. 4. Topçu Alayı, 2. Ağır Topçu Taburu’na bağlı 5. Batarya’yı oluşturan bir askeri merkezdi. 8 adet cephanelik, 7 adet de top yeri mevcuttur. Buranın da kitabesi mevcut değildir. Ancak 2. Abdulhamit döneminde kıyı tabyaları elden geçirilmiş ve güçlendirilmişti. Ziyaret esnasında betondan yapılmış olan makineli tüfek yerleri dikkati çekmektedir. 2. Dünya Savaşı sırasında boğaz savunmasını güçlendirme ihtiyacı doğdu. Bu yüzden Maraşel Fevzi Çakmak, çimento karışımından oluşan malzeme ile yapılan top yerleri inşa ettirdi.
Buradaki bonetler taban alanı dikdörtgen olan yapılardan oluşmaktadır. Üst kısmı ise beşik tonoz örtülüdür. Çatı kısmı toprakla kaplı olduğu için, Namazgah Tabyalarında olduğu gibi doğal görünümlü tepecikler burada da oluşmuştur.
18 Mart 1915’de buradaki komutan Yüzbaşı Hilmi Bey idi. Hilmi Bey, 18 mart günü askerlerine tarihe geçen emrini vermişti. “Şehit ve yaralıların yerine geçecekler atanmıştır. Ben ölürsem üzerime basıp geçin. Yaralanırsam önem vermeyin, ben de size öyle yapacağım. Bu savaşta hiçbir ödül beklemeyin. Bunu vaat etmem ve edemem” diyecek kadar özel bir askerdi. Zaferi kazanmamızın ardından o da sağ kalanların arasındaydı. Bir zafer yemeği sunmak istedi askerlerine. Etli kuru fasulye, bulgur pilavı ve un helvası…
18 Mart 1915 Nerdeyse dakikada 35 merminin düştüğü tabyalarda bazı toplar bile toprak altında kalmıştı. Mermileri taşıyan raylar kırılmış, vagonlar paramparça olmuştu. Mecidiye Tabyaları, bulunduğu konum nedeniyle neredeyse aşağıdaki tüm hareketliliğe şahit olmuştu. Saat 11.00: Seddülbahir yönünden gelen savaş gemileri Triumph, Agamemnon, Lord Nelson, Queen Elizabeth, Inflexible, Prince George görülmeye başlandı. Saat 11.15: Triumph, ilk mermiyi attı. İntepe’deki bataryalar buna karşılık vermeye başladı. Saat 11.45: Queen Elizabeth’in bir mermisi Çanakkale gümrük binası arkasına düşerek yangın çıkardı. Saat 12.20: Çimenlik Kalesi’nin içindeki tabyada bulunan cephaneliğe bir mermi isabet etti Saat 14.00: Bouvet yana yatmaya başladı ve üç dakika sonra battı. Sağ kalanları kurtarmak isteyen gemilere ateş edilmedi. Yani kurtarma çalışmaları engellenmedi. Saat 15.15: Namazgah Tabyası’na mermi düştü. Saat 16.30: Irresistible vuruldu. Saat 18.00’de Bouvet, Ocean, Irresistible batırıldı. Inflexible, Gaulois, Suffren, Agamemnon savaş dışı kaldı.
İşte tüm yoğun dumanın içinde, topları taşıyan raylar kırılmış ve vagonlar paramparça olmuştu. Bu yüzden Seyit Onbaşı o kocaman top mermisini sırtında taşımış ve Ocean zırhlısını vurmayı başarmıştı. Kendisine bu başarısının ardından onbaşılık rütbesi verildi. Bir de soruldu ne istediği. ‘’Çift tayın’’ dedi ama arkadaşlarının yanında mahcup hissetti kendini ve vazgeçti.
Savaştan sonra Seyit evine döndü. Balıkesir’in Havran ilçesinin Çamlık Köyü’ne. Odun kömürü toplayıp satıyordu. 1939’a kadar çalıştı. Ama zatüreye yakalanınca yorgunluğa daha fazla dayanamadı ve hayatını kaybetti…
Sahide gördüğünüz o anıt, işte 18 Mart günü Ocean zırhlısını batıran mütevazi kahraman Seyit Onbaşı’ya ait…
Wilusa Turizm size orada da eşlik edecek.
1453 yılında İstanbul başkent olduktan sonra Çanakkale Boğazı’nın savunmasına büyük önem verilmiş ve boğaz savunmasını güçlendirmek adına farklı dönemlerde kaleler ve tabyalar inşa edilmiştir. Bu savunma merkezlerinden bir tanesi Rumeli Mecidiye Tabyasıdır. Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’u Ege denizi üzerinden gelecek tehlikelere karşı korumak adına, 1896 yılında Sultan II.Abdülhamit tarafından Asaf Paşa’ya yaptırılmıştır. 18 Mart 1915 günü Yüzbaşı Mehmet Hilmi Şanlıtop komutasındaki Rumeli mecidiye tabyası, 6 adet topuyla boğazın savunmasında önemli rol oynamıştır. Çanakkale savaşlarında yaşanan olayların en meşhurunun gerçekleştiği, kahraman Seyit Onbaşının 215 kilogramlık top mermisini kaldırdığı yerdir. 18 Mart 1915 günü, itilaf donanmasının düzenlemiş olduğu saldırı sırasında Seyit Onbaşı’nın görev yaptığı Rumeli mecidiye tabyasına bir mermi isabet etmiş; buradaki askerlerimizin bir kısmını şehit etmiş, bir kısmını ağır yaralamış, bir kısmını da diri diri toprak altına gömmüştür. Yaşanan patlama nedeniyle tabyada bulunan topun da vinç mekanizması hasar görmüştür. Toprak altında kalan askerlerimizden bir tanesi de Havran’lı Seyit Onbaşı’ydı. Niğdeli Ali’nin yardımıyla topraktan çıkınca gördüğü bu manzara karşısında bambaşka bir ruh haline bürünen Seyit Onbaşı, kalbindeki vatan sevgisini iman gücüyle birleştirerek, ağırlıkları 140 190 ve 215 kilogram arasında değişmekte olan top mermilerinden bir tanesini kaldırarak 5 basamaklı topa çıkmış ve mermi ateşlenmiştir. O kutlu üniformayı giyen kahramanların, vatanları tehlike altında iken neleri başarabileceklerinin bir ispatı olan Seyit onbaşımızın yaptığı kahramanlığın daha iyi anlaşılabilmesi için buraya, savaş döneminde kullanılan toplardan bir tane getirilmiştir. Yarımadada görülebilecek en sağlam top buradadır. Kahraman Seyit Onbaşı’mızı ölümsüzleştirmek adına 215 kiloluk mermiyi kaldırışını gösteren bir heykeli yapılmıştır.
Yahya Çavuş Şehitliği
Gelibolu Yarımadası ziyaretlerimizde uğradığımız yerlerden biri de Yahya Çavuş Şehitliği’nin de bulunduğu Ertuğrul Tabyaları’dır. Burası Seddülbahir Köyü ile aynı ismi taşıyan cephede bulunur. İsmini, bulunduğu tepenin altındaki Ertuğrul Koyu’ndan alır. Tepenin ismi ise Gözcü Baba Tepesi olarak adlandırılmaktadır.
Yahya Çavuş Şehitliğinde Göreceğimiz Beş Nokta
- Ziyaret noktasına geldiğimizde sağ tarafımızda Cape Helles yani Helles Burnu Anıtı görülmektedir. Bu anıtın üzerinde İngiliz donanmasına ait gemilerin isimleri, dış duvarında ise ordudaki askerlerin ismi yazılıdır. - Sol tarafa doğru ilerlediğimizde ise karşımızda Ertuğrul Tabyaları bizi selamlar. İkinci Abdulhamit döneminden kalan bu tabyalar, Seddülbahir direnişinde çok önemli bir yere sahiptir. 3 bonet arasında 2 tane top kullanılmış, bunlardan ancak bir tanesinden izler görülebilmektedir. Restorasyon sırasında bulunan içindeki kemik ile bulunan ayakkabı, bu şiddeti gösteren bir örnektir. Tabyalar, 19 Şubat ile 25 Şubat arasında çok sert saldırılara maruz kalmıştır. Bunun nedeni, 18 Mart 1915 tarihinde yapılacak ana saldırı öncesi, direnişin en güçlü olduğu anahtar noktalarından birini ortadan kaldırmaktı. - Dalgalanan Türk bayrağının altında bulunan ‘’Ezineli’’ Yahya Çavuş Şehitliği bulunmaktadır. Şehitliğimizin içinde de heykeltraş Recep Özer’in yaptığı ve yarımadadaki direnişin sembollerinden biri olan Yahya Çavuş anıtı da, çıkartma noktasına bakan siperlerin yanındadır. - Burada ayrıca restore edilmiş olan Türk siperleri bulunmaktadır. Çanakkale Boğazı’nın insanı şaşkına çeviren güzelliği, pırıl pırıl parlayan suları, bir zamanlar kıyametin koptuğu siperlerin tam karşısındadır. - Yine sahile bakan tarafta da 25 Nisan çıkartma harekatını gösteren, cam ile korunmuş maket. Burası bulunduğumuz cephenin anlamak adına, ziyaretçiler açısından oldukça ilgi çekici yerlerden biridir.
Listeye dahil edilmeyen yerler de mevcuttur. Mesela Seddülbahir Kalesi, bu ziyaret noktasından çok net bir şekilde görülebilmektedir. Düşmanın ilk karşılandığı Çanakkale boğazı savunma hattını oluşturmak ve güçlendirmek için 1659 yılında inşa ettirilmiştir.
Ne yazık ki, 3 Kasım 1914 tarihindeki bombalanma sonrasında ilk şehitlerimizi verdiğimiz yer kaledir. Cephaneliğimizin infilak etmesi nedeniyle 5 subay ve 81 erimiz şehit olmuştur. Kale duvarına bitişik bir şekilde bulunan şehitlikte, ebedi yerlerinde yatmaktadırlar.
Aşağıya doğru baktığımızda ise, çıkartma noktasında yabancı bir mezarlık göze çarpmaktadır. Tam olarak ismi ‘’V Beach Mezarlığı’’ dır. Seddülbahir cephesinde ölen İngiliz askerleri için inşa edilmiştir.
Alanda tabyalara bakan tarafta ise ortada duran, tek bir mezar dikkati çekmektedir. ‘’Er Halil İbrahim’’ … Çanakkale savaşlarının belki de en şiddetli kısmı, bu bölge ile sahilin ilerisinde yaşanmıştı. 5 kilometrelik sahil oldukça zorluydu. Burası İngiliz 29. Tümen’in saldırıya geçtiği yerdi. Cephede hem saldırılar hem de savunma çok güçlüydü. Hatta Teke Koyu’na çıkmayı başarabilen altı İngiliz askerine, İngiltere’nin en yüksek nişanı olan Victoria Cross verilmişti. Bölgeye saldıran İngiliz kuvvetlerinin hedefi, sahili veya tabyaları elde tutmak değildi. Birkaç kilometre yakınlıkta olan Alçıtepe Köyü’ne ulaşmak, öncelikli hedefti. Ancak yoğun savunma karşısında, dünyanın en modern teknolojisine sahip olan İngiltere, bir avuç Türk askerini aşıp, hedefine ilerleyemedi.
25 Nisan 1915. Çıkarma harekatının ilk günü.
Yoğun bombalama sonrası, sayısı neredeyse bini bulan düşman birlikleri kıyıya doğru gelmeye çalışıyordu. 2000 asker de kıyıya yakın River Clyde isimli gemide bekliyorlardı. Bu gemiyi aynı anda daha fazla askeri kıyıya çıkartabilmek için gözden çıkartmışlar ve kıyıya oturtmaya karar vermişlerdi. Bu kadar sayıya rağmen Türk askerleri hem Ertuğrul Tabyaları hem de kaleden hiç durmadan ateşe devam ediyordu. Bu arada gemi de askerlerini boşaltmaya başlamıştı. Ama onlar da Türk ateşinden kaçamamışlardı. Kaçmayı başarabilenler de kum yığınlarının arkasında tıkanıp kalmıştı.
Bölgenin kahramanları 26. Alay 3. Tabur 10. Bölük askerleriydi. Hiç durmadan ateş ederek inanılmaz bir direniş göstermişlerdi. Burada bölük komutanı Yüzbaşı Hüseyin bey ağır yaralandığı için, Yahya Çavuş komutayı eline aldı. Bir avuç Türk askeri saatlerce mücadeleye devam ettiler. Takviye birlik yoktu. Zira aynı saatlerde Tüm Gelibolu Yarımadası beş ayrı yerden başlatılan düşman saldırısı ile baş etmeye çalışıyordu.
Saatler sonra burası İngiliz birliklerinin eline geçti. Hedefleri olan Alçıtepe Köyü’ne ulaşamamış, sahil bandında kalmışlardı. Bu da Türk askerlerine zaman kazandırmıştı.
1915’de karargah binasının olduğu yer, bugün Yahya Çavuş sembolik şehitliğidir. Oraya ismini veren Türk kahramanı Yahya Çavuş bacağından yaralanmıştı. Bu haliyle Alçıtepe Köyü’ndeki karargaha kadar ulaşıp, hayatta kalmayı başarmıştı. Balkan Savaşı sırasında bir daha düşmanla savaşırken geri çekilmeyeceği sözünü veren Yahya Çavuş, 4 Haziran 1915 tarihinde, gene Gelibolu Yarımadası’ndaki 3.Kirte taarruzu sırasında ağır olarak yaralandı. Ne yazık ki bir gün sonra şehitlik mertebesine ulaştı… Ziyaret noktamıza adını veren Yahya Çavuş, Çanakkale’nin Ezine ilçesinden gelerek savaşa katılmış bir kahramandı. Bizler burayı ziyaret ettiğimizde onun adının verildiği sembolik şehitliği de görmüş oluyoruz.
Bu arada Ertuğrul Tabyaları’nın da olduğu bu alandan gördüğümüz güzelim manzara, bir zamanlar çok şiddetli saldırılar yaşamış olan bölgenin dumanlar altındaki görüntüsü ile tezatlık oluşturmakta olduğunu da mutlaka eklemek gerekiyor.
Zira İngiliz savaş uçaklarının raporu vardı. Sahil en az kırk metre içeriye kadar cesetlerin kanı nedeniyle renk değiştirmişti…
Şahindere Şehitliği
Soğanlıdere Vadisinde boğaz manzarasını arkamızda bırakarak Şahindere’ye ulaşıyoruz. Çınarlıdere’nin hemen üzerinde, yeşillikler arasında bir yer burası. Kalabalık grupların olmadığı saatlere denk gelindiğinde sessizlik, yıllar önceki ortamı sunuyor sanki bize. Burası bir tedavi merkezi. Çanakkale savaşı sırasında getirilen yaralı askerler burada tedaviye alınıyordu. Ancak tedavileri yapılamayan, ya da tedaviye cevap vermeyen isimleri tespit edilmiş yaklaşık 2000 askerimiz de burada yatıyor. Yani burası hem bir sargı yeri, hem de şehitlerimizin mezar yerlerini görebileceğimiz gerçek bir şehitlik…
Sargıyeri ve Bazı Tedaviler
Sargıyeri, acil durumlarda tedavilerin yapılabilmesi için kurulan geçici tedavi merkezlerine verilen isimdir. Çanakkale’de savaş sırasında askerlerimizin bu ihtiyacını karşılamak için geçici tedavi merkezleri kurulmuştu. Buralarda sadece cephede yaralan askerler değil, tifüs, sıtma, dizanteri ve kolera gibi hastalıklar ile boğuşan askerler de tedavi edilmeye çalışılıyordu.
Kıta sargı yerleri ilk müdahaleyi yapıyordu. Yarası ağır olan askerler ise araba durak noktalarına sevk ediliyordu. Buradan da büyük sargı yerlerine gönderiliyorlardı. Şahindere de onlardan biriydi. Ağır yaralıları tedavi etmeye çalışıyor, gerekirse seyyar veya menzil hastanelerine sevk ediyorlardı. Bazı yaralı askerler de memleket hastanelerine sevkediliyordu.
Bu sevkler sırasında vapurlara bindirilen yaralı ve hasta askerler, çevre şehirlere gönderiliyorlardı. Yolculuk sırasında askerlerin beslenmesine gerçekten önem veriliyordu. Et, tavuk ve hatta bolca antep fıstığı da verilen yiyecekler arasındaydı. Bu şekilde bünyeleri güçlendirilmeye çalışılıyor, vapur yolculuğunda askerin daha fazla da sarsılmasının önüne geçilmiş olunuyordu. Sevk işlemi oldukça sancılı geçiyordu. Yollar bozuk ve uzundu. Ayrıca kullanılan araçlar çoğunlukla hayvanların çektiği arabalardı. Sıcak ile beraber, askerin hafif bir kanamalı yarası bile olsa, toz toprak, ter ve kan ile üniforma parçaları deriye yapışıyor; basit bir yaralanma bile asker için çok eziyetli bir tedavi süreci gerektiriyordu.
Tedavi merkezleri seçilirken hem cepheye yakın, mümkün olduğunca ulaşımın kolaylıkla ya da nispeten daha kolay gerçekleştirilebileceği yerler uygun görülmüştü. En önemli kıstaslardan biri de yakında olan bir su kaynağı idi. Çünkü su asker için hayattı. Özellikle yaralı askerlerin tedavi edilmeye çalışıldığı yerlerde çok daha hayati bir öneme sahipti.
Bazen ağır yaralı askerler getirildiğinde, doktorlar onların tedavilerini yapmakta zorlanıyorlardı. Çünkü bir çoğunun ellerindeki malzemeler yetersizdi.
Ayrıca sedyecilerin üzerinde gerçekten çok büyük bir yük olduğunu da eklemek gerekiyor. Cepheden araba durak yerlerine, sargı yerlerine hiç durmada koşturuyorlardı. Hem fiziksel olarak hem de ruhen çok yorulmuşlardı. Yorgunluktan yere yıkıldıkları da oluyordu. Çoğu zaman sessiz ve sakin olan Şahindere Şehitliği içerisinde savaş sırasında kıyamet kopuyordu. Bizim sessizliğini dinlediğimiz şehitlikte, sağlık görevlileri askerlerimizin acı dolu haykırışlarını dinliyordu.
Kan kaybı nedeniyle şoka giren askerler de oluyordu. Bu durumda hastayı sıcak tutmak gerekiyordu. Battaniyelerin yetmediği zamanlar çoktu. Seyyar fırınlarda ısıtılmış taş veya kiremitler, yaralı askerin vücuduna sarılırdı. Böylelikle vücut ısısı korunmaya çalışılırdı. Sonraki aşamada ise tuzlu su verilirdi.
Kişiden kişiye kan verme işlemi de sıklıkla yapılırdı. Ama 1915’deki tekniklerle o kadar acı verici bir işlem uygulanırdı ki, kan veren kişi birkaç gün izinli sayılırdı.
Doktorları en çok endişelendiren konulardan biri vurulmalardı. Özellikle karın vurulmaları. Çoğu askeri kurtaramıyorlardı. Bu yüzden Çanakkale’de karın yaralanmalarından çok asker hayatını kaybetti. Ameliyat edilseler de edilmeseler de askerler ölüyordu. Tüm bunların yanında bir de hastalıklar vardı.
-Bitlenmeden kaynaklanan tifüs. Kıyafetler seyyar fırınlarda ısıtılarak bitlerin ölmesine uğraşılmış, hatta bazı durumlarda karantina uygulamaları da yapılmıştır. Böylelikle salgının yayılmasının da önüne geçebilmek için uğraşılmıştır. -Yetersiz beslenmenin neden olduğu iskorbüt. Bunun için bol miktarda yeşil sebze ve salata tüketilmesi sağlanınca, hastalığa yakalan asker sayısı azaldı. Ama cephe ortamında taze sebze bulabilmek oldukça zorlu bir süreçti. -Savaş alanlarında sıklıkla karşılaşılan bakterilerden kaynaklanan kolera ve genel olarak temiz olmayan su ve gıdaların kullanılmasıyla ortaya çıkan dizanteri. Askerlere killi toprak yedirilerek salgın kontrol altına alınmış ve yayılması engellenmiştir. Bu arada cepheye yeni gelen askerler için aşılama yapmaya da önem verilmişti.
Ayrıca düzenli olarak çeşitli çukurlar kazılarak içleri kireç veya hayvan tezekleri ile doldurularak yakılmıştı. Böylece mikrop imha edilmeye çalışılıyordu. Başarılı da oluyordu.
Tüm bu ilkel metod ve çalışmalara rağmen, yaralı ve hasta askerleri kurtarabilmek için insan üstü bir gayret gösterilmişti. Şahindere gibi bir çok sargı yerinde çukurlar hazır tutulur, askerler şehit olduklarında bekletilmeden gömülürdü. Bu hem salgın hastalıkların önüne geçmek, hem de tedavi gören askerin morali için oldukça önemliydi.
Şehitlik
Şahindere şehitliğine uğradığımız zaman tüm bunları düşünerek, dinleyerek ebedi nekahathaneye uğramak için önümüzdeki uzun merdiveni çıkıyoruz. Önce savaş sırasında gömüldükleri halleriyle muhafaza edilmiş olan şehitlerimizin mütevazi mezarları çıkacak karşımıza. Buraya bakmak, buradan geçmek gerçekten çok hüzünlü…
Şehitlerimizin mezarlarının bizleri selamladığı küçücük yoldan geçerken , kenarda diğerlerinden ayrılmış bir mezar taşı dikkatimizi çekecek. Çoğu İzmir ve çevresindeki genç askerlerden oluşan 10. Tümen ve 30. Alay’dan Teğmen Mustafa Efendi… Mezar taşında tek bir cümle. ‘’Ruhuna gözyaşıyla Fatiha’’ …Biraz ilerideki Alçıtepe Köyü civarında vurulmuş ama kurtarılamamış olan genç askerimizin mezarı burası. Yürümeye devam ettikçe sağda ve solda hiçbir gösterişi olmayan şehit mezarlarımızı görmeye devam ediyoruz. Yolun bittği yerde belki de şehitlerimizin ruhlarının yükselişini simgeleyen bir anıt çıkıyor karşımıza. Burada yatan askerlerimizi isimlerini tek tek okuyabileceğimiz sembolik bir alan.
Yürüyemediğimiz, konuşamadığımız, nefesimizi kesip hüzne boğan bir yerdeyiz. Şahindere Şehitliği’ndeyiz.
Anzak Koyu ve Tören Alanı
25 Nisan 1915 tarihinde, Gelibolu Yarımadası’ndaki çıkarma bölgelerinden biri de Arıburnu sahilidir. Sahilin ilerisi Suvla Koyu, iç kısım ise Anafartalar taarruzunun yapıldığı Anafartalar Ovası’dır. Yarımadanın Ege Denizi tarafına bakan topraklarıdır. Bu sahiden denize doğru bakıldığı zaman ilk dikkati çeken yer, Türkiye’nin en büyük adası olan Gökçeada’dır. Burası savaş sırasında İngiliz üssü olarak kullanılmıştır.
Gökçeada manzarasına eşlik eden, oldukça yüksek bir ada daha bulunmaktadır. O da bugün Yunanistan sınırlarında bulunan Semadirek yani Samotrake Adası’dır. Bu bağlamda Arıburnu sahili oldukça ilgi çeken bir coğrafi bir konuma sahiptir.
ANZAC Ne Demektir?
İngiltere’ye bağlı olarak Gelibolu Yarımadası’na gelmişlerdi. Australia & New Zealand Army Corps yani Avustralya ve Yeni Zellanda Kolordusu ismini taşıyorlardı. Yarımada’ya gelmeden önce Mısır’da eğitim almışlardı. Yazışmalarda kolordunun ismini uzun uzun yazmak yerine daha pratik olacak şekilde baş harflerinin kullanıldığı yeni bir terim ortaya çıkmıştı. ANZAC…
Arıburnu Çıkarması
25 Nisan 1915’de bu sahilde yapılacak olan çıkarmanın yapılacağı sahil aşağı yukarı 1500 metre olarak planlanmıştı. Ama belki eski haritalar, belki gece karanlığı, belki de ihmalkarlıkla çıkmak istedikleri alanın bir mil daha ilerisine ayak basmışlardı. Burası da ortalama 500 metrelik bir sahil şeridiydi. Yani daha ilk adımlarını hatalı atmışlardı. Bunun da bedelini oldukça ağır ödeyeceklerdi.
Üstelik karaya çıkan 1000’in üzerindeki Anzac askerine en yakın Türk birliğindeki asker sayısı toplam 80 kişiydi. Türk askerlerinin ateşi karşısında, belki hayatlarında ilk kez ceset gören Anzac askerleri, mesleği atadan askerlik olan Türk askerleri karşısında büyük panik yaşamışlardı.
Az sayıda bir grup Anzac askeri, programımız sırasında yakınından geçeceğimiz Düztepe’ye kadar ilerlemeyi başarmışlardı. Orada onları karşılayan, sahildeki balıkçı damlarından geri çekilmek zorunda kalan Türk askerleriydi. Burada mermisi biten Türk askerleri geri çekilmek zorunda kalmıştı.
İşte tam o sırada 19. Tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal, çıkarma bölgesini daha rahat görebilmek için araziyi dolaşırken, 261 rakımlı tepede geri çekilen Türk askerlerine rastlamıştı. Onları süngü hücumu almak üzere hemen yere yatırmıştı. Bu arada 57. Piyade Alayı’nı da devreye sokarak, az önce geri çekilmek zorunda kalan Türk askerlerini takip eden Anzac kuvvetlerine taaruz emri vermiştir.
��anakkale’de Akdeniz Sefer Kuvvetleri’ne komuta eden Hamilton (Ian Standish Monteith Hamilton), ‘’gebe dağlar Türk doğuruyor’’ derken, Mustafa Kemal Atatürk askerlere şu sözleri söylemişti.
‘’ Ben size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler, başka komutanlar gelebilir.’’…
Dahi ve vatansever komutan Mustafa Kemal, muhteşem askerleriyle tarihin gidişatını yeniden belirlemişti. En son Balkan Savaşları’nda büyük bir yenilgi alan Türk askeri, bunun acısını Arıburnu’nda, Anafartalar’da, Seddülbahir’de düşmandan çıkartacaktır artık…
Wilusa Turizm’in ziyaretçilerini mutlaka götürdüğü Arıburnu sahilinde, dikkatleri yol kenarında bulunan kitabe çeker. Türkçesinin Şehitler Abide’sinin bulunduğu alanda da yazılı olduğu metin, Mustafa Kemal Atatürk’ün centilmen bakış açısını da gözler önüne sermektedir.
“Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”…
Arıburnu sahilinde bakanlar kurulu kararıyla adı “Anzac Koyu” olan yerde, her sene 25 Nisan tarihinde şafak ayini denilen bir anma töreni gerçekleşmektedir. Bu törene dünyanın bir çok yerinden resmi olarak temsilci katılmaktadır. Ama asıl katılımcılar, 25 Nisan 1915’de buraya ayak basan ve savaş hayatlarının ilk deneyimini bu topraklarda yaşayan “Anzac” torunlarıdır.
Bu bağlamda literatüre de ”Anzac Günü “ denilen bir ifade geçmiştir. Savaştan bir sene sonra, Avustralyalılar, 1916 yılında Londra, Sydney ve Melbourne kentlerinde ilk anma törenlerini gerçekleştirmişlerdir. 1920 yılında ise 25 Nisan Anzac Günü olarak ilan edilmiştir. Özellikle Avustralyalılar, bu ruhu yaşatabilmek ve Gelibolu’yu yeni jenerasyonlarına aktarabilmek için ülkelerindeki bazı yerlere “Atatürk” ismini vermişlerdir. Yeni Zellanda’nın başkentinde ise Atatürk National Park isminde bir milli park bulunmaktadır. Burada Atatürk’ün 1934’de yazdığı metnin (yukarıda belirttiğimiz) ingilizcesi yer almaktadır.
Gelibolu Yarımadası’nda 1915’e aldıkları yenilgi, onları daha milliyetçi bir bakış açısına taşımıştır. Bu yüzden seneler geçmiş olmasına rağmen, her yıl 1915’i andıkları bir tören yapma gelenekleri vardır. 25 Nisan 2000 tarihinden itibaren de her sene düzenli olarak tören alanı dediğimiz bu alanda çıkarma saati olan 05:30’da başlayan bir ayin yapılmaktadır. Başta Avustralya ve Yeni Zellanda olmak üzere, bir çok ülkeden gelen ziyaretçiler, bu programa katılmaktadırlar.
Kanlısırt Kitabesi
Conkbayırı’na giden yol üzerinde sağ tarafta büyük bir kitabe bulunmaktadır. Bu kitabe üzerinde 6/7 Ağustos 1915 Anzac taarruzu hakkında kısa bilgiler bulunmaktadır. Bu kitabeye gelene kadar yol boyunca onlarca siper,anıt ve mezar da net bir şekilde görülebilmektedir. Wilusa Turizm’in deneyimli rehberleri, size gereken hatırlatmaları yapacak, buraları mutlaka gösterecektir.
Savaş sırasında aylarca süren mücadelede iki taraf da çok yorulmuştu. Üstelik sıcak, kara sinek ve ceset kokuları herkesi bezdirmişti. Umutsuzluk herkesi sarmıştı. Bitmeyen bir savaşta, sonu belli olmayan günler, moralleri iyice bozmuştu. Üstelik İngiliz ordusu üzerinde baskı da artıyordu. Dünyanın en modern teçhizatına sahiptiler. Asker problemleri yoktu. Deniz suyunu bile tatlı suya çevirecek bir teçhizatları vardı. Oysa karşılarında Balkan Savaşı’nda aldığı yenilgi ile oldukça sarsılan bir ordu duruyordu. Bu orduyu bir türlü susturmayı başaramamışlardı. Bu bir kısır döngüydü aslında. Başarısız oluyorlardı. İngiltere’den baskı geliyordu. Gene başarısız oluyorlardı. Bir avuç Türk yiğidini bir türlü aşıp, boğaza ilerleyemiyorlardı. Ara ara ilerleseler bile, saldırılar ve Türk savunması nedeniyle kilitlenip kalıyorlardı.
Bu yüzden büyük bir saldırı daha planlandı. Saldırı bölgesi ise Anafartalar olarak belirlendi. 9. İngiliz Kolordusu buradan ilerleyecek ve Anafartalar’a çıkarma yapacaktı.
9. İngiliz Kolordusu’nun başarılı olabilmesi için, Türk ordusunun dikkatini dağıtmak gerekiyordu. Bu nedenle ana saldırı ile aynı anda bir çok yerden tali saldırılar gerçekleşmişti.
Tarih 6 Ağustos 1915. Gelibolu Yarımadası’nın en uzun günlerinden biridir bu tarih. 6 ağustos tarihinde Zığındere’den İngilizler saldırdı. Başarısız oldular ve geri çekildiler. Yassı Tepe’den Fransızlar taarruza geçti. Hedeflerine ulaşamadan geri çekildiler. Aynı tarihte Saros Körfezi’nin kuzeyinden de Yunan gönüllü askerleri saldırıya geçti. Bu saldırı da diğerleri gibi Türk askerleri tarafından durduruldu.
Hatta 7 Ağustos tarihinde Wilusa Turizm’in programlarında mutlaka atıfta bulunduğumuz Mehmet Çavuş Anıtı’nın bulunduğu alana da saldırdılar. Ama Türk savunma sistemini aşamadılar. Hatta buradaki mücadele öylesine sert geçmişti ki, Mel Gibson ve Mark Lee’nin rol aldığı “Gallipoli” filminde bu olaya yer verilmişti.
Ancak Kanlısırt Vadisi’nde durum çok daha karışıktı. Aslında burası 25 Nisan günü Anzac kontrolüne geçmişti. Ama daha sonra efsanevi komutan Şefik Aker’in komuta ettiği 27. Alay, bu bölgeyi geri aldı. Aşağı yukarı 3 km’2lik bir alanda 6 ağustosta başlayan ve 5 gün süren çok şiddetli saldırılar yaşandı.
Siperlerin üstleri toprak ve çam kütükleriyle kapatılmıştı. Türk askerleri şarapnel parçalarından korunmak için böyle bir çözüm bulmuştu. Oysaki, el bombaları hesaba katılmamıştı. Taarruza geçen Anzac birlikleri, Türk siperlerinin içine el bombaları atıyordu. Sonra kısmen parçalanan kütüklerin arasından siper içinde bulunan Türk askerlerine ateş ediyorlardı.
Siperlerin hem altı hem de üstü cehennem gibiydi. El bombasından kaçan, mermiye, mermiden kurtulan yoğun dumana maruz kalıyordu. Gırtlak gırtlağa bir mücadele başladı. Bu arada Anzac askerleri el bombalarını adeta savuruyorlardı. Çünkü ellerinde bolca el bombası vardı. Bu yüzden istedikleri gibi kullanabiliyorlardı…
Cehennemin resmi belki de buydu. 125 rakımlı Kanlısırt ayrıca hem sahili, yani Anzac mevzilerini, hem de Türk mevzilerini gören bir vadiydi. Bu yüzden Anzac kolordusu tüm gücü ile saldırdı. 16. Tümen 47. Alay çok mücadele etti. Olmadı.
47. Alay komutanı Binbaşı Ahmet Tevfik ile 15. Alay komutanı Yarbay İbrahim şehit oldular.
2.280 şehit, 4.750 yaralı…Çoğunun akibeti belli olmayan 134 esir…
Mehmetçiğe Saygı Anıtı
Çanakkale savaşları, dünyanın en kanlı savaşlarından bir tanesi olarak bilinmesine rağmen, kahraman Mehmetçiklerimiz merhametlerini düşman askerlerinden bile esirgememiş, vatanlarını işgale gelen düşmanlarına bile acımasızca davranmamışlar yeri geldiğinde onların yaralılarını dahi taşıyıp karşı tarafa bırakmışlardır. Diğer savaşlarda eşi benzeri görülmeyen bu tarz hadiselerin Çanakkale’de yaşandığının ispatı olarak bu anıt dikilmiş ve düşman komutanlarını dahi saygısına mazhar olan Mehmetçiklerimiz için anıta ‘Mehmetçiğe Saygı Anıtı’ ismi verilmiştir. Bir Türk askerinin yaralı bir İngiliz subayını, İngiliz siperine taşırken ki halinin anlatıldığı anıtın kaidesinde, 1967 yılında ülkemize gelen Avusturalya genel valisi Lord Casey’nin Mehmetçikle ilgili övgü dolu sözleri yazmaktadır.
Conkbayırı’na doğru ilerlerken, bir tarafta Ege Denizi, bir tarafta da Çanakkale Boğazı’nın görüldüğü Albayrak sırtında Mehmetçiğe Saygı Anıtı bulunmaktadır. 1992 tarihinde Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü tarafından yaptırılmıştır. Heykel, bir anlamda Türk askerinin centilmenliğini ifade etmektedir.
Gerçekten de, özellikle karşı tarafın hatıraları incelendiği zaman, Türk askerlerinin yaralılara karşı merhametli davranışları oldukça dikkati çekmektedir. Mesela Bouvet zırhlısı batarken, ona yardım için gelen gemiler, askerleri tahliye etmeye çalışırken Türkler hedef değiştirmiş ve yaralılara yardıma gelenlere saldırmamıştı.
Avustralyalı komutan General Bridge’in cephede vurulup ölmesi ile ilgili çıkan haberlerde de, Türkler’in Bridge’in taşındığı sedye geçene kadar, o yöne hiç ateş etmedikleri ilgili bilgiler yayınlanmıştı. Prof. Dr. Mete Tunçoku’nun “Anzakların Kaleminden Mehmetçik” adlı kitabında benzer bir çok örnek karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak Türkler hakkındaki barbar ifadelerinin yerini, Türklerin centilmenliğini alan örnekler bolca mevcuttur. Yaralıların yanına su bırakan Türk askerleri, esir kamplarında iyi muamele gördüğünü ifade eden yabancı askerlerin anlatımları, bunu sıklıkla vurgulamaktadır. Malta’daki bir hastaneden arkadaşına mektup yazan Avustralyalı Çavuş H.D. Collyer ‘’Türklerin aslında iyi kalpli insanlar olduğunu biliyorum. İşte bunu kanıtlayan hatırladığım üç olay: Bir keresinde 12 yaralı askerimiz, cephede Türk Kızılay ekibi tarafından bulunur. Esir alınmazlar. Yaraları sarılır ve kendilerine: Sizinkiler gelip sizi alırlar, denilip bırakılırlar. Bir başka sefer de Türk askeri yaralı bir askerimizi bulur. Yaralarını temizleyip sarar. Arkadaşları tarafından bulunması gecikebilir endişesiyle de yanına bisküvi ve süt bırakır. Gene bir başka Türk, yaralı bir askerimizin yarasını sarar ve hemen gitmesini söyler.”
General Gouraud ise Fransız ordusunda görev alır ve 1930 yılında Atatürk’e saygı ziyaretinde bulunur. Bu arada gazetecilere de bir savaş hatırasını anlatır. Cephede gezerken bir Türk askeri ile Fransız askerini yerde yaralı görür. Her ikisini de tedavi için oradan aldırır. Fakat daha sonra bu Fransız eri, onun hayatını Türk askerinin kurtardığını, kendi sargısı ile ikisinin de yarasını sardığını söylemiş, hayatta kalmasını o Türk askerine borçlu olduğunu ifade etmiştir.
Benzer örneklerin sayısı hiç az değildir. Bu bağlamda ‘’ Mehmetçiğe Derin Saygı Anıtı” Türk askerlerinin centilmenliğini sembolize eden şahane bir anıt olarak, Albayrak sırtında ziyaretçilerini beklemektedir…
57.Piyade Alayı Şehitliği
Conkbayırı’na birkaç kilometre kala… Wilusa Turizm’in aracı onlarca gerçek siperin ortasından geçen asfalt yoldan ilerlediği yerde, yolun sağ tarafında bir şehitlik bulunmaktadır. Yarbay Hüseyin Avni’nin mezarıdır orası. 57. Piyade Alay’ının disiplinli ve cesur komutanıdır. Cepheye geldiğinde binbaşı rütbesinde olan Hüseyin Avni Bey, şehit olduğunda yarbay rütbesindedir. Karargahına obüs gelmesi nedeniyle, sonsuz uykusuna uğruna mücadele ettiği topraklarda yatmaktadır.
Avni Bey’in soyadı Arıburnu değildir. Çok karıştırılır. Doğrusu Hüseyin Avni Arıburun’dur. Aslında eski haritalarda Anzac askerlerinin çıktığı alan Arıburnu olarak ifade edilirmiş. Ama Atatürk’ün ev sahipliğini yaptığı ve oğlu Tekin Bey’in de katıldığı bir akşam yemeğinde, Atatürk bu soyadı karışıklığını netleştirmiştir.” Arıburun sahili binlerce kahraman evladın kanıyla temizlenmiş, yani “arı” olmuş, yani tertemiz olmuş mukaddes bir yerdir. Bu şerefli ismi yanlış telaffuz etmeyin” diye uyarmış… Daha sonra hava kuvvetleri komutanımız da olan Tekin Arıburun, efsanevi komutan yarbay Hüseyin Avni Arıburun’un da oğludur. O da babası gibi bir 13 ağustos günü hayatını kaybetmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, bu ülkenin kaderini Çanakkale’de çizmiştir. Sofya’da askeri ateşe iken askerlik görevine dönebilmek için defalarca dilekçeler yazmış, en sonunda “19. Tümen” Komutanlığı’na atanmıştır. Bu yüzden 2 Şubat 1915 tarihinde Tekirdağ’a gelir. Ona tahsis edilen 3 alaydan oluşan tümende ileride değişiklikler olsa da 57. Alay hiç değişmez. Tam Atatürk’ün istediği gibi disiplinli, deneyimli ve cesur askerlerden oluşmuştur. Neredeyse alayda Anadolu’nun her şehrinden askerler vardır. Eceabat’a gelirler. Yarbay Hüseyin Avni Bey, 57. Alay ile Bigalı Köyü’ne geçer.
Mustafa Kemal karargahta kalmaz. Siperleri gezer. Arazide dolaşır. Erlerle konuşur. Öğle yemeklerini onlarla yer. Harita çalışmaları yapar. Çünkü Balkan yenilgisi O’nu çok üzmüştür. Doğduğu şehir olan Selanik, tek bir kurşun atmadan düşmana teslim edilmiştir. Bu olay Mustafa Kemal’in çok gücüne gitmiştir. Bir daha böyle bir şey yaşanmaması için yoğun mücadele vereceği günler başlamak üzeredir.
25 Nisan sabahı…
Top sesleri duyulmaya başlamıştır. 9. Tümen komutanı Halil Sami Bey, kendisinden bir taburluk yardım ister. Bunun yeterli olmayacağını düşünür. Hızlıca karar alarak, Bigalı Köyü’ndeki 57. Piyade Alay’ını harekete geçirir. Zaten Yarbay Hüseyin Avni, alayı çoktan hazır etmiştir. Yaya olarak ilerleyen 57. Alay on dakikalık bir dinlenme sonrasında Conkbayırı’na doğru ilerlemeye başlamıştı.
Yarbay Mustafa Kemal 57. Alay 2. Tabur komutanı Yüzbaşı Ata Efendi’ye taarruz emri verdiğinde, hedef 261 rakımlı tepedir. Conkbayırı’ndan aşağı taarruz başladığında düşman epey şaşkındır. Yedikleri tokat, hiç beklemedikleri bir anda gelmiştir. Çünkü 57. Piyade Alay’ın askerleri Anzac askerlerinin karşısında bir duvar gibi, etten set oluşturmuşlardı.
Alay fırtına gibi esmeye devam etti. Hiç yorulmadan, pes etmeden savaştılar. 57. Piyade Alayı’nın sancağına kırmızı ve yeşil kurdeleli altın ve gümüş imtiyaz madalyaları takıldı. Bir de harp madalyası aldılar.
Galiçya ve Filistin cephelerinde de savaştılar. Ne yazık ki 1918 yılına gelindiğinde, mevcutlarının neredeyse dörtte üçünü kaybetmişlerdi.
O kahraman askerleri anmak için bu şehitliğimizi ziyaret edeceğiz. Ama bir tarafımızda Bombasırtı, bir tarafımızda Kesikdere Şehitliği.
Karşılıklı siperlerin neredeyse en yakın olduğu yerlerden biri olan bu bölgede bulunan Kesikdere Şehitliğimiz, 1115 şehit askerimiz için inşa edilmiştir. Buranın biraz gerisi de Bombasırtı Cephesi’dir.
Mustafa Kemal 14 Mayıs 1915 tarihinde Bombasırtı’nı şöyle ifade etmiştir.
“Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasındaki mesafeniz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak… Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkül ile biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehâdet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazandıran, bu yüksek ruhtur.”
Ve karşımızda aslında sayfalara sığmaz 57. Piyade Alayı Şehitliği
Nejat Dinçel tarafından tasarımı yapılan şehitlik ve anıt 1992 yılında ziyarete açılmıştır. 10 Eylül 1994’de 108 yaşında hayatını kaybeden Çanakkale gazimiz Hüseyin Kaçmaz’ın torunuyla el ele heykeli de hemen girişte ziyaretçileri selamlar. Diğer tarafta ise 45 m2lik rölyef, savaşın ruhunu aktarmaya çalışan bir eserdir. Mutlaka görülmelidir.
Conk Bayırı
Conkbayırı, 268 metre yüksekliğiyle Çanakkale savaşları kuzey cephesinin en önemli tepesidir. Çanak ve cenk sözlerinin birleşimiyle ortaya çıktığına inanılan Conkbayırı tepesi, gerek Çanakkale boğazına gerekse de ege denizine hâkim konumundan ötürü itilaf ordusu askerlerinin mutlaka almak zorunda oldukları bir noktaydı. 25 Nisan 1915 sabahı zayıf gözetleme birliklerimiz karşısında Anzak koyunda karaya çıkan Anzak kuvvetleri bu tepenin yamaçlarına kadar ilerlemeyi başarmışlardı. 25 nisan sabahı Conkbayırı tepesinin yaklaşık 5 kilometre güneyindeki Bigalı köyünde bulunan 19. İhtiyat tümen komutanı olan Yarbay Mustafa Kemal Bey inisiyatif kullanarak, tümene bağlı 57. Alayını Conkbayırına hareket ettirmiş ve bu tepede onlara ‘’size ben taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!’’ emrini vermiştir. Bu emirle harekete geçen 57. Piyade Alayı, Anzak kuvvetlerini Conkbayırı yamaçlarından alarak aşağı doğru püskürtmüştür. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in almış olduğu bu karar ve 57. Alayın başarısı Çanakkale savaşlarının dönüm noktası olmuştur. Conkbayırı tepesi Ağustos ayında da çok kanlı muharebelere sahne olmuştur. 8 ağustos 1915 günü tepenin ege denizine bakan yamaçları yeni Zelandalılar tarafından ele geçirilince, bölgede bulunan bütün kuvvetlerin sorumluluğu kendisine verilen Albay Mustafa Kemal Bey komutasındaki Türk kuvvetleri tarafından bu bölgeden püskürtülmüşlerdir. Conkbayırı taarruzu sırasında, İngiliz gemilerinden açılan top atışlarıyla Conkbayırı tepesi cehennemi bir ateşe maruz kalmış ve binlerce Mehmetçiğimiz şehit olmuştur. Bu bombardıman sırasında bir şarapnel parçası Albay Mustafa Kemal Bey’in göğsüne isabet etmiş ancak orada bulunan cep saati parçalanarak onun hayatını kurtarmıştır. Bu olay Albay Mustafa Kemal Bey’in yüce Türk halkına bağışlandığı an olarak tarihe geçmiştir. Conkbayırı tepesinde, eşsiz doğa manzaralarının yanı sıra, temsili siperler içerinde zaman geçirebilecek ve bu bölgede yaşanan olayların anlatıldığı kitabeleri okuyabileceksiniz.
1 note
·
View note
Text
Devlet Kötülüktür
Biçimlendirilmesi kesintisiz kılınarak, her gün bir kademe daha üstüne arttırılan ol nefret edimi bu topraklardaki yaşam hal ve tahayyülünü zehirlemeye devam ediyor. Bütün bir uzam nefretin behemehal ırkçılığın, var edilmiş yaralara yenilerinin eklendiği bir deney sahası kılınıyor. Bir sahanın yaşamla ilintisi kesintiye uğratılıyor. Deprem felaketi sonrası ortaya saçılanlar, Kürd illerinde yaratılmış, süreğen o vahşet hallerinden sonra dökülenler, kimlikleri ayrıştırmalar, ezel ebet düşman bilinmiş “gayrimüslim” için sarf edilen sözler, sinkaflar, öteki addedilen her kim varsa hepsini hedef almalarla, bu topraklardaki yaşama istenci zehirleniyor. Bu toprağın zehirlenmiş hali yeterli görülmediğinden her gün bir kez daha bambaşka acılar için tasarımlara girişiliyor. Bütünlükte daimi ve bir örnek olmaktan artık ötede sığlığın en doruğunda bir cürüm istenciyle hayatın zehirlenmesi güncelleniyor.
Biçimlendirilmesi, bir tabi yönelimi sabit olmuş şey vahametin iktidarıdır. Biyopolitik bir çürümenin anbean var edildiği yerde hayatiyet ayaklar altına alınırken nefret / ayrımcılık / ırkçılık birbiri ardına devreye sokulur. Çirkinlik, çirkeflik, üstüne eklenmiş olan hiddet ve devletin hayat mefhumunu mütemadiyen gölgelemesinin var ettiği her yeni dönemeçte bu bahisler yeniden hakikat kılınır. Yaşadığımız yerin gerçekliği bu bahislerde “süreğen”dir. Biçimi kesintisiz kılınmış cerahatle birlikte süregelen nefretin her ne halleri var ettiği iş bu menzilde her günün başat görünenidir. Elazığ’da meydana gelen depremin ardından var edilen, sabit kılınmış bir ötekisine karşıtlığın nasıl şekillendirildiği o ilin kimliğine bunca kafa yoran, etnisitesi üstüne aramalara girişen insanlardan bariz olur. İnsanları terör sempatizanı olarak yaftalamaktan kaçınmayan muktedirin, önüne gelen her muhalifi, her bir diğerini bu bağlamda hedefe koymasının tezahürü karşımıza çıkartılır. Bu kadar kolay mıdır hakkın hukukun çiğnenmesi, depremin var ettiği yıkım, zaiyatın gümbürtüsünde ona pek sıra gelmez!
Mezopotamya Ajansı’na bağlanalım: “Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Erkan Baş, Meclis’te düzenlediği basın toplantısı ile gündeme dair değerlendirmelerde bulundu. Baş, konuşmasına Elazığ depreminde yaşamını yitirenleri anarak başladı. Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunu ancak bu gerçeğin çabuk unutulduğunu belirten Baş, “Deprem gibi büyük bir felaketle karşılaştığımızda önceliğin kayıpları azaltma, yaraları sarma çabası olduğuna kuşku yok. Nitekim halkımız da bunun için göz yaşartıcı sahnelere tanık olduğumuz biçimde bütün imkan ve olanaklarını harekete geçiriyor” dedi.
Devletin bu konudaki görev ve sorumluluklarının kaçınılmaz olduğunu belirten Baş, “Yıllardır ödediği vergileri soran yurttaşa hakaretler yağdırmak, yetmeyince üzerine polisi, savcıyı salıp soruşturma açmak AKP iktidarının, Saray iktidarının faşizan uygulamalarıdır. Halkımızı, muhalefeti 'Siyaset yapmayın' diye hizaya getirmeye çalışan iktidar, kendisi ise siyasetin dik alasını yapmakta ve depremi eline geçirdiği bütün olanakları kullanarak bir iktidarın bir siyasi şovuna çevirmektedir” diye konuştu.
Meclis Genel Kurulu’nda görüşülecek olan ve İmar Kanunu’nda değişiklikler öngören kanun teklifini hatırlatan Baş, “AYM’nin kararına rağmen, Ahlat’ta 1071 metrekarelik Saray inşaatı devam ediyor. Eskiden kişiye özel kanunlar çıkartıyorlar diye şikayet ediyorduk, şimdi önce işi yapıyorlar, sonra işe göre kanun çıkartıyorlar. Üstelik bunu memlekette insanlarımız can derdindeyken, bir deprem felaketi yaşanmışken, yeni deprem felaketleri yaşamamak için ne yapmak gerekir diye düzenlemeler yapılması gerektiği tartışılması gerekirken arada derede Meclis Genel Kurulu’nda beyefendi yeni bir Saray yapmak için yasa çıkarmaya çalışıyor. Biz bu yasanın çıkmaması için elimizden geleni yapacağız fakat bu arsızlıkla, bu yüzsüzlükle bu iktidarın sokaklarda gezememesi gerektiğini de burada bir kez daha vurgulamak istiyorum. Yani insanlar can derdindeyken, iktidar Saray derdinde” diye konuştu.”
Nefret ediminin binbir farklı tezahürü var edilmektedir. Hakkaniyetsiz, tahakkümle bütün ve birlikte oluşturulmuş devletli şablonunun her neyi imal ettiği artık daha belirgindir. Erkan Baş tarafından görünür kılınmaya çalışılan ol devletlin her nasıl bu satıhta hayatı yerle yeksan ettiğinin meselesidir. Bir menzilin yaşatmama haline rehineliğinin her nasıl devletli eliyle işlevselleştirildiğini, soruşturulmasına dahi mani olunmasının aslen her neyi var ettiğini bildirir. Bu yerde şu sahada hayata inatla yer bıraktırılmaz. Böyle bir kör karanlıktan hicap dahi duyulmaz. Cerahatin, cüretle sunula gelen şiddetin hemen herkesin gözleri önündeki ayrıştırmanın her nasıl biçimlendirildiği artık giz değildir. Hayatın acı bir ezgi tasavvuruna rehin, devletin karanlığında hemen her türden şiddeti ile sınırlanan, kuşatılan bir hal / tavır / mesel hali açıktadır.
Çürümüşlüğün bir düzlemdeki seyrüseferi deprem gibi bir yıkımın ardından oluşturulan o devletli şablonu ile sıradana pay edilir. Hayat bu sathı mahalde hep ucuzdur. Hakaret, şiddet, göstere göstere yağmanın var edildiği yerde her ne olacaktır yaşam bunu sorgulamaktadır vekil Baş. Düzenin, düzenli / düzensiz var ettiği fecaat sarmalının konu her ne olursa olsun, devletlinin kasası dışında pek de başka bir şeyle ilgilenmediğini bir kez daha millet adına sorgular! Deprem konusunda bile ikircikli davranılan bir yerde tüm o nefret ediminin güncelliği bunca afaki kılınırken, hayat sahiden de ne olacaktır, her ne hallere koyulacaktır, yanıt yoktur! Dahası da vardır; HDP tarafından mecliste verilen ol 'deprem vergileri araştırılsın' önergesi AKP-MHP oylarıyla reddedilir.
Artı Gerçek’te Remzi Budancir’in haberidir: “Malatya’nın Pütürge ilçesine bağlı Hüsükuşağu, diğer adıyla Bölükkaya köyü depremden zarar gören yerleşim yerlerinden biri. Depremden zarar gören köy, 'Alevi köylerine yardım gitmediği' iddiaları ile gündeme gelmişti. Hüsükuşağı köyü Malatya’nın Pütürge ile Elazığ’ın Sivrice ilçeleri arasında yükselen karlı dağların yamacında kurulu. Tamamı Alevi yurttaşların ikamet ettiği köyde evler eski taş evler. Hüsükuşağu Cemevinin önünde bir araya geldiğimiz köy sakinleri, “Alevi köylerine yardım gitmediği” tartışmalarından oldukça rahatsız.
Artı Gerçek’e konuşan Hüsükuşağı köyü sakini Sadettin Anıktar, depremde 138 evin hasar gördüğünü söyledi. Yetkilerin kendilerine “Sakın evlere girmeyin” dediğini aktaran Anıktar, yardımlar ile ilgili şunları dile getirdi: “Sağ olsun, ilgi alakaları yapıyorlar geliyorlar gidiyorlar. Ama daha bugün (pazartesi) ilk bismillah bir kamyon erzak geldi. Antalya belediyesi bize göndermiş. Erzaklardan ihtiyacımız olanı aldık, diğerine dokunmadık. O erzakları Elazığ’a da gönderdik” dedi.
Depremden 3 gün sonra yardım geldiğini belirten köy sakinlerinin ihtiyaçları oldukça fazla. Taş evler hasar gördüğü için girilmiyor. Kar yağışının yoğun olduğu bölgede çadırda yaşamak imkânsız. Hüsükuşağı köyü sakini Fatma Karademir, “Başka bir şey istemiyoruz. Bizim burada kalacak yere ihtiyacımız var. Barınak, bir küçük kulübemiz olsun. Çünkü buranın şartları zordur. Giremeyiz evlere…” dedi. Köy sakini Elena Çakır’da temel ihtiyaçlarının barınma olduğunu söyledi. İnsanların kış şartlarında çok mağdur olacağını belirten Çakır, “Yukarıdaki kesimlere su yok elektrik kesiliyor. İnşallah devlet büyükleri bizi buralarda unutmaz” diyerek barınma ile ilgili sorunların giderilmesini istedi.
Mıko Mezrasında evi bulunanlardan biride Zeki Aslan. Mezrada bulunan evlerinde hasar tespiti yapılmaması üzerine Aslan kolları sıvayarak yaya olarak yola çıktı. Mezrada tek bir evin bile sağlam kalmadığını anlatan Aslan, “Tüm evler yıkılmış durumda. Yıkılan evler arasında bizim evimizde var. Bende yıkılan evlerin fotoğraflarını çekip getirdim, muhtara verdim. Muhtarda bu fotoğrafları hasar tespiti için götürüp yetkililere verdi. Bu şekilde biz kendi köyümüzde hasar tespiti yapmış olduk” diye anlattı.
Kış aylarının kendisini hissettirdiği bölgede halkın temel ihtiyacı barınma. Köyün temel geçim kaynağının hayvancılık olduğunu anlatan köylüler, ahırları kullanamıyor. Bir çok köylünün hayvan yemi enkaz altında kaldı. Köy sakinlerinin talebi sadece kendileri ile alakalı değil. Hayvanları için de yarım istiyorlar. Hava sıcaklığının eksi 14’ü bulduğunu, bölgede hayvanların barınması için de çadıra ihtiyaç olduğunu dile getiriyorlar.”
Köylülerin aksettirdiği, bildirmeye çalıştığı şey bu ülke denilen sahada o ötekisine reva görülen ayrımcılığın ta kendisidir. Nefretle, ötekileştirerek hep ama hep daimi bir ayrımı var ederek, felaketin ortasında dahi böylesi sırf şu yukarıdaki değinilerde olduğu gibi insan ayırarak var edilen cerahatledir bu toprağın meseli. Yardımların iş işten geçtikten sonra çıka geldiği yerde oluşturulan her cerahat bir başka tahayyülü var eder. Yıpranan hayatlar, zedelenmiş olan hayat istencini, başa göçertilen çatıyı, açılan yarayı onarmak yerine bu tahayyüller gibi nicesin var ederek bir menzil gerçek kılınır. Bu kadar dar kapsamlı bir yerde bu kadar acziyet içinde kalınmışken ol büyük deprem söylentileri var edilen İstanbul’da durum nice olur!
Bahadır Özgür’ün Duvar’da Aykut Erdoğdu’yu referans göstererek kaleme aldığı yazısından aktaralım: “Gazeteci Celal Eren Çelik, Elazığ’daki felaket sonrasında gözlerin çevrildiği Kızılay’ın, bir hokus pokusa nasıl alet edildiğini kanıtlayan belgeyi yayınladı. Belgeye göre; Başkentgaz, 2017’de Kızılay’a 8 milyon dolarlık bağış yaptı. Ancak bu cömert bağışın ilginç bir şartı vardı. Paranın 75 bin dolarını Kızılay alacak, kalan 7 milyon 925 bin dolarını da Ensar Vakfı’na yurt inşaatı yapılması için transfer edecekti.
Özel bir şirket, dinci bir vakfa yardım yaparken, esasında gönüllülük üzerine çalışması gereken bir kamu kurumunu ‘yasal payanda’ olarak niye kullanır? Parayı doğrudan aktarma hakkı varken, Kızılay’a neden ‘vergi cenneti’ muamelesi yapılır? Deprem gecesi SMS ile 10 TL isteyen Kızılay, ne için böyle bir ilişkinin içine sürüklenir?
Akla gelebilecek her türlü soruyu tartabilecek bir skandaldır bu. Üzerine ısrarla gidilmesi gereken bir cerahattir. AKP iktidarının 17 yıllık ekonomi politiğinin kalbindeki karanlığı özetleyen, bünyeye saldıran ‘hain hücreyi’ açığa çıkaran bir ilişki ağıdır. Defalarca kesildiği muhtemel ‘hizmet-minnet’ faturalarından gün yüzüne çıkmış bir tanesidir…
Ankara’nın doğalgaz dağıtım tekeli Başkentgaz’ın, 2 yıl içerisinde satılmazsa yüzde 80’ini Özelleştirme İdaresi’nin (Öİ) satacağına dair hüküm, 2007’de 5669 Sayılı Kanun’a eklenir. Melih Gökçek alelacele basına kapalı ihale düzenler ve ihaleyi Global Yatırım-Energaz Ortak Girişimi kazanır. Ama para denkleştirilemez, ihale iptal edilir. 2008’de kurumun değeri 1.6 milyar dolardır. Öİ, devreye girerek yüzde 80’i için ihale açar. İhaleyi Karamehmet-Kazancı ortaklığı kazanır. Yüzde 80 için verilen fiyat 1.2 milyar dolardır. Toplam değer ise bu sefer 1.5 milyar dolara gerilemiştir. Yine para ödenemez ve 2012’de bir ihale daha yapılır; yeterli teklif alınamayınca o da iptal edilir. Belediyenin elindeki yüzde 20’lik hisse Öİ’ye devredilir ve Eylül 2012’de kurumun yüzde 100’ü için açılan ihaleyi, bu sefer Torunlar Gıda kazanır. Verdiği fiyat ne kadar dersiniz? 1 milyar 162 milyon dolar; yani kurumun değeri Torunlar’a gelene kadar aniden erir. Peki bu nasıl olur?
Ankara’da yaklaşık 2 milyar metreküp kullanımı bulunan 27 serbest tüketici, gazlarını BOTAŞ’tan doğrudan alırken, 2011’de bir değişiklik yapılarak, bu abonelerin artık Başkentgaz’dan alacağı belirtilir. Böylece kurumun geliri yükseltilir. Ayrıca sadece Ankara merkezde gaz satma hakkı olan şirkete, bütün ilçelerde de satma hakkı tanınır. Yine çıkarılan özel bir kanunla da şirketin belediyeden alacağı 352 milyon dolar, özelleştirme gelirine mahsup edilir. Böylece özelleştirme bedeli, 352 milyon dolar daha düşürülür. Şirket neredeyse üçte bir fiyatına, Recep Tayyip Erdoğan’ın imam hatipten arkadaşı, Erzincan’da bakkal dükkanı ile ticarete atılıp, inşaat rantıyla büyüyen Aziz Torun’un olur.*
xxx
Torunlar Gıda’nın pek çok ilde gökdeleni, AVM’leri, lüks konutları bulunur. Ancak 10 işçinin asansör faciasıyla yaşamını yitirdiği İstanbul Mecidiyeköy’deki Torun Center vakası, işlerin nasıl yürütüldüğünün aynası gibidir.
Malum, Ali Sami Yen Stadı arazisi, Seyrantepe’deki stat karşılığında TOKİ tarafından alınır. Nisan 2010’da yapılan ilk ihaleyi 416 milyon 500 bin lirayla Nurol-Aşçıoğlu grubu kazanır. 15 dakika süren ihalede TOKİ, verilen teklifi ‘yetersiz’ buldu ve iptal eder. Mayıs 2010’da düzenlenen ikinci ihaleye Aşçıoğlu tek başına girer ve 461.5 milyon liralık teklif vererek proje yapma hakkını kazanır. Aşçıoğlu Ekim 2010’da projede Torunlar ve Kapıcıoğlu ile ortak olur. Ortaklıkta hisse yapısı Torunlar’ın yüzde 65, Aşçıoğlu’nun yüzde 30 ve Kapıcıoğlu’nun yüzde 5’tir. Daha sonra Aşçıoğlu hisselerinin tamamını Torunlar’a devreder. Kapıcıoğlu da projeden ayrılınca, Torunlar tek başına kalır. 2015 yılında ise, aslında gelir ortaklığı ile yapılması gereken projede tapunun Torunlar’a devredildiği ortaya çıkar. TOKİ, “Biz 2013’te 520 milyon doları iş bitmeden peşin aldık. Bu nedenle projeden çekildik” der. İlginç şekilde parayı aldıktan sonra değil, asansör faciasının ardından devir yapılmıştır. Ve olay ruhsat için Şişli Belediyesi’ne başvurulmasıyla ortaya çıkar.
Koruma altındaki Likör Fabrikası’yla beraber deprem toplanma alanını da yutan ihaledeki tuhaflıklardan işçi cinayetlerine, tapu oyunlarına uzanan sorunların nasıl ‘çözüldüğü’ ciddi soru işaretidir. Lakin o sorunun yanıtını da Mall Of İstanbul vakasında buluruz…
xxx
Şimdi soralım: Yıllardır Torunlar’ın karşılaştığı her sorun, niye böyle kuşku tohumları eken uygulamalarla çözülüyor? Sahnede neden Torunlar’ı değil de, daima onun yardımına koşan siyasetçileri, bürokratları, kamu kurumlarını görüyoruz?
Bu soruların yanıtı, üzerindeki zarfa ‘yüce gönüllülük’ pulu yapıştırılmış o 8 milyon doların da neyin karşılığı olduğunun yanıtını verir. Kızılay vakası, en az Susurluk kazası kadar ciddi bir skandaldır. Görünen ip çekilebilirse, ardından 17 yılın karanlığı gelir…”
Banu Güven Deutsche Welle Türkçe servisinde devam ettirir; “Türkiye'de iktidarın kendisini her düzlemde nasıl konsolide ettiğini, Kızılay gibi afet ve acil durumlarda devreye girmesi gereken kuruluşların da nasıl paravan olarak kullanıldığını gösteriyor.
Başkentgaz "Vergiden kaçırma başka, biz vergiden kaçındık” gibi bir terimle kendini temize çıkarmaya çalışsa da hakikatin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var.
Ankaralılar evlerine gelen doğal gaz faturalarına her baktığında bu hakikati hatırlayacak. Ne var ki; şeffaflığın olmadığı, kurumların hesap vermediği, soru soranın soruşturmayla sindirilmek istendiği ülkelerde bu kirli ilişkiler ağının bozulması zor.
Doğalgaz faturalarıyla beraber sosyal eşitsizliğin faturasının kabarması iktidarın kaderini bu kez belirleyecek mi, onu da bir sonraki seçimde göreceğiz.”
Bir istenç, basit bir tahayyül değil her nasıl dip ve uzaktan değil göstere göstere ayrım ve yıkımın var edildiğinin bir başka bariz örneği Kızılay’ın yardım olarak topladığı iddia edilen ayni / nakdi yardımları akıbetlerinin karanlık kılınması bir bildirendir. Bütün, bariz ve belirgin kılınan şey nefret bu safhada bizatihi yağmacılıktır. Bir halka, en zor anında dahi bunca kötülüğü reva görenlerin elleriyle bir ülke bırakılmaz, geri koyulmaz. Televizyon ekranlarında örtbası, sanal alemde ifşası devam olunan şey bu ülkenin hakkı, sıradanın arttırdığı şeye bile tenezzül olunan bir yeri gösterir. Yağmanın ta kendisi o nefreti simgeleştirir. Düşmanın yapmayacağı şeyi bile isteye yapanların ellerinde bir ülke bırakılmıştır, var edilmiştir.
Bir tuhaflıklar silsilesi içerisinde hayatın çarçur edilmesi kesintisiz kılınıyor. Depremden sonra yaratılan ortamdan, gün aşırı bir şeylere konuşma zorunluluğu hisseden o baş amir tarafından bu sırada türetilmiş olan nefret ve hiddete, ekonomik darboğaz içerisinde rehin kalmış bir halkın her gün daha fazla ezilmesinden bir tuhaf düzende her gün yine yeniden eksikli konuluyor. Bir sahanın yaşamla ilintisi kesintiye uğratılıyor. Düzen kendi yıkımını her gün biçim değiştirerek var ederken, sıradan için hayatın ezberlenmiş kodları, köşeleri dahi artık geriye bırakılmıyor. Erk, muktedir, iktidar eliyle yağmasından talanına, dilsel ve ırksal ayrıştırmalardan, demokrasi varmış gibi yapılırken oluşturulan insan haklarının tam tekmil çiğnenmesine bütün ve belirgin bir düş kırımı menzili var ediliyor. Hiç ama hiçbir zaman hesap verilmemiş bir düzlemde, bir kez daha ama son kez değil sıradanın ol hayattaki varlığı, sesi ve sözü her günümüze düşürülen devletli gölgesinin rehini biliniyor hep böyle söyleniyor. Rezillikler silsilesi, hizaya çekme gayretleri, ayrımcılık, nefret illa ki ötekisine karşı kurulan tezgahlar / düzenlemelerle birlikte bir cennet denilen / bilinin yer cehennemin ta kendisi kılınıyor. Dönüyoruz, dolaşıyoruz ve yeniden anlıyoruz ki ol muktedir olma halleri insanı zehirliyor. Erk, muktedir ve iktidar olanlar, bu kümelere dahil olanlar, buralardan beslenenler binlerce kez olduğu gibi yeniden riya / yalan ve arkası kesilmez bir hiddetle hayatı çalıyor. Hayatın üstünde tepiniyor. Parçalanmışlıkla, bölük börçük kılınmış umutlarla, her gün daha da karanlığı ile bir ülke gerçek kılınıyor. Bu kadar açık, böyle kolay mıdır her şey... sahiden... kolayca... öyle... Devlet kötülüğün ta kendisiyken, hala mı her şey uzakta / ötede olandır.... sahiden... kolayca... öyle....
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: Desenler - Olivier BONHOMME v/ Behance
#devlet102#şiddet#nefret söylemi#yağma#yıkım#talan#deprem#elazığ#malatya#çürüme#hakkaniyet#insan hakları#iktidar nedir?#devlet nedir?#düzen#kokuşmuşluk#yıkıcılık#ahlaksızlık#kızılay#rant#yağma düzeni#söz hakkı#insan#olmak#mesel#meram#arzihal#haklarımız#müşterekler#sözcükler
2 notes
·
View notes
Text
7. Sınıf Türkçe 2. Dönem 2. Yazılı Soruları Ve Cevapları
1. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde “anlamak” sözcüğü “birinin duygu ve düşüncelerini sezebilmek” anlamında kullanılmıştır?
A) Ders çalışmadan geldiğinden konuyu anlamadı.
B) Bu makinenin nasıl çalıştığını sonunda anladı.
C) Davranışından bana kırgın olduğunu anladım.
D) Şiir yazma işinden ne yazık ki anlamıyorsun.
2. Acı, insanı yakan bir ateştir. Onu söndürmek için zaman
denizinden çok su taşımak gerekir. Çünkü zaman, acıların üzerine örtülen bir toz bulutudur
Aşağıdakilerden hangisi bu parçadaki altı çizili cümleyle aynı anlamdadır?
A) Acılar her zaman yakıcıdır.
B) Acılar, zaman geçtikçe unutulur.
C) Yaşanan her acı, insanı olgunlaştırır.
D) Acı, paylaşıldıkça etkisini yitiren bir ateştir.
3. Aşağıdaki parçaların hangisinde anlatım üçüncü kişi
ağzından yapılmıştır?
A) Karaya çıktığım gün eylülün otuzuydu. Aradan on gün geçtikten sonra, tarihi şaşıracağımı anladım. Bir çare bulmak lazımdı.
B) Etrafı çitlerle çevrili bir bahçedeyiz. Yemyeşil elma ağaçlarında kırmızı elma ağaçları var. Elmalardan birer tane koparıp tadına bakıyoruz.
C) Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın tepesine doğru gittiklerini görürdüm, içim cız ederdi.
D) Ayakkabıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Şaşarak eğlenerek seyrediyordu.
4. Çoğu insan yeryüzünün dörtte üçünü denizlerin, dörtte birini de karaların kapladığını söyler. Ancak işin aslı bence öyle değil… Çünkü denizlerin altı da kara olduğu için aslında yeryüzünün tamamı yani dörtte dördü karalarla kaplıdır. Karalar bir kâse gibidir ve denizleri belli bölgelerde içine alır.
Yukarıdaki parçada kullanılan anlatım biçimi aşağıdakilerden hangisidir?
A) Öyküleme B) Betimleme
C) Açıklama D) Tartışma
(1) Babam, bizi erkenden kaldırır ve koşmak için Gençlik Parkı’na götürürdü. (2) Biz de o karda kışta hiç üşenmeden babamla birlikte parka giderdik. (3) Yarım saat koşturduktan sonra birer sıcak simit alır ve eve gelirdik. (4) İşte benim düzenli olarak spor yapma alışkanlığı kazanmamın altında bu gerçek yatmaktadır.
5. Bu parçada numaralanmış cümlelerin hangisinde amaç sonuç ilişkisi vardır?
A) 1 B) 2 C) 3 D) 4
1. Ardından hazırlanan malzemeler, hamur teknesine belirlenen ölçüye göre konur ve karıştırılır.
2. Yeterince bekleyip kabaran hamurlardan isteğe göre çeşitli ekmekler yapılır.
3. Ekmek yapmak için önce un, su, maya, tuz gibi malzemeler hazırlanır.
4. Hamur kıvama gelinceye kadar yoğrulur ve kabarmaya bırakılır.
5. Yuvarlak, oval ya da uzun biçimde olan bu ekmekler, bir kürekle fırına bırakılır ve üstü kızarınca fırından çıkarılır.
6. Resimdeki usta, ekmek yapabilmek için numaralanmış cümleleri hangi sırayla uygulamalıdır?
A) 5 – 3 – 4 – 2 – 1 B) 1 – 3 – 4 – 2 – 5
C) 4 – 1 – 3 – 2 – 5 D) 3 – 1 – 4 – 2 – 5
7. Aşağıdaki atasözlerinden hangisinin anlamı “Anne ve babaları bir olduğu hâlde kardeşlerin nitelikleri birbirlerine benzemez.” anlamındadır?
A) Her damardan kan alınmaz.
B) Tek taş duvar olmaz.
C) Beş parmağın beşi de bir değil.
D) Üzüm üzüme baka baka kararır.
8. Evimize misafir geldi mi, seviniriz. Çaylar, kekler, pastalar…
Sonra geç televizyonun karşısına, hep beraber seyret. Odada çıt çıkmaz. Ne oldu ki şimdi? Herkes evinde de seyrederdi zaten televizyonu. Sadece mekân değişikliği mi oldu misafirlik? Hani güzelim sohbetler, şen kahkahalar?
Parçanın yazarı aşağıdakilerin hangisinden yakınmaktadır?
A) Misafirlikte sohbet edilmeyip televizyon izlenmesinden
B) Televizyonun günümüzde tek eğlence kaynağı olarak görülmesinden
C) Gelen misafirin ev sahibini eskisi gibi sevindirmemesinden
D) Televizyonda çıkan programların dostlukları olumsuz etkilemesinden
9. Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava ayrı toprak
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Fakat içimde şarkı bitti.
Yukarıdaki dizelerin hangi ikisinde kurallı birleşik fiil kullanılmıştır?
A) 1 ve 2 B) 1 ve 3
C) 2 ve 4 D) 3 ve 4
10. Geceli gündüzlü, meşgul olduğum bir şey varsa o da kitap okumaktır. Yedi yaşındayken Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Şah İsmail gibi kitaplardan oluşan bir koleksiyonum vardı. Bir iki sene sonra tiyatro kitaplarına, daha sonra romanlara, şiir ve edebiyat kitaplarına sarıldım. Daha yedi sekiz yaşlarındayken, Ferhat ile Şirin’leri, Âşık Kerem’leri okuyup ağlardım. Çünkü okuduğum kitaplar beni çok etkilerdi.
Bu parçanın yazarı için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Okuduklarının etkisiyle yazı yazmaya başladığı
B) Farklı türlerde kitap okuduğu
C) Okuduğu kitapların etkisinde kaldığı
D) Kitap okumaya küçük yaşta başladığı
11. “Sen sen ol, gönül verme içinin tellerini titretmeyen metinlere.”
Altı çizili kelime grubunun cümleye kattığı anlam aşağıdakilerden hangisinde vardır?
A) Okuduğum her sayfadan ayrı bir şey öğreniyordum.
B) İnsanı duygulandırmayan şiirin pek bir anlamı yoktur.
C) Başladığı kitabı bir an önce bitirmek istiyordu.
D) Her okuyuşta şiirden ayrı bir anlam çıkarıyordu.
12. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde “güzel” kelimesi ötekilerden farklı görevde kullanılmıştır?
A) Yaz kış yeşilliğini yitirmeyen çam korusu
penceremden ne güzel görünür.
B) Uzaklardan gelen o tatlı, o güzel sesin etkisiyle bir an durakladı.
C) Güldüğü zaman, ışıltıyla parlayan güzel dişleri ortaya çıkıyordu.
D) Sarışın, mavi gözlü çocuğun güzel bir yüzü vardı.
13. (1) Para gerçek zenginlik değildir. (2) O, sadece
ihtiyaçların giderilmesine vasıta olduğu için değerlidir. (3)Bir çözüm ortasında hararetten yanan bir insan için birkaç damla soğuk su önemlidir. (4) Hatta bir torba altından çok daha değerlidir.
Numaralanmış cümlelerin hangisinde ek fiilin olumsuzu kullanılmıştır?
A) 1 B) 2 C) 3 D) 4
14. Aşağıdaki cümlelerden hangisi “-dı” ekiyle tamamlanırsa “terk edilmiş alışkanlık” anlamı kazanır?
A) Kuzenine doğum gününde bir yavru köpek alacak...
B) İşlerini bitirmenin neşesiyle koşar adımlarla yürüyor...
C) Ne sabırlı bir insan olduğunu geldiği ilk günlerde belli etmiş...
D) Arkadaşlarıyla köyün girişinde buluşur, nehir boyunca uzun bir yürüyüşe çıkar...
15. “ Gelemedik” sözcüğü için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
A) Yapısı bakımından bileşik eylemdir.
B) Bileşik zamanlı eylemdir.
C) Yeterlik anlamı taşır.
D) I. çoğul kişi çekimlidir.
16. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde yer-yör zarfı kullanılmamıştır?
A) Birazdan yukarı çıkıp geleceğini söyledi.
B) Bunca yol gittikten sonra geri dönmeyi düşündü.
C) İleriye yönelik hayal bile kurmak istemiyordu.
D) İçeri girmekle hata yaptığını söyledi.
17. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde büyük harflerin
kullanımıyla ilgili bir yanlışlık yapılmıştır?
A) Uzaydan Dünya'yı görmek isterdim.
B) Bu derste Anadolu'nun Güney'ini göreceğiz.
C) Her yıl nisan ayında Kırşehir'e gider.
D) Siz Sinekli Bakkal romanını okudunuz mu?
18. 15 Eylül 2014
Bugün okuldaki ilk günümdü. Sınıfa girerken o kadar heyecanlıydım ki neredeyse kalbim duracaktı. Öğretmenlerin ve arkadaşlarımın yardımları sayesinde ilk günümü hiç zorlanmadan geçirdim. Yarını iple çekiyorum
Yukarıdaki parça hangi yazı türüne örnek olabilir?
A) Anı B) Günlük C) Otobiyografi D) Deneme
19. Halı dokuyanlar kilimlerine desen-desen, nakış
nakış işlemişlerdir yaşayışlarını, sevinçlerini, üzüntülerini… Çeşitli bitkilerden değişik renklerde kök boyalar elde etmişlerdir.
Bu parçada geçen noktalama işaretlerinden
Hangisi İşlevine uygun olarak kullanılmamıştır?
A) Kısa Çizgi (-) B) Virgül (,)
C) Üç Nokta (…) D) Nokta (.)
20. “Bizim kasabanın etrafındaki tepeleri iki hafta sonra ağaçlandırıyorlar.”
Bu cümledeki altı çizili kelimenin yerine, aşağıdakilerden hangisi getirildiğinde cümlenin zaman anlamı düzelmiş olur?
A) ağaçlandıracaklar
B) ağaçlandırmışlar
C) ağaçlandırsalar
D) ağaçlandırdılar
2 notes
·
View notes
Text
Katliamda Aşk
"Sizin tavsiyelerinize ihtiyacımız yok!" diye bağırıyordu yaşlı adam. Bağırdığı genç surat tükürüğe boğulmuştu ancak yaşlı adamın dediklerini duyuyor gibi görünmüyordu. Çünkü büyük bir kalabalığın içinde ezilen bir diyalog kurma çabasından öteye gitmezdi. Bir sorun çıkacağı belliydi zaten. Her zaman bir sorun çıkar.
Askerlerin meydandaki kızgın kalabalığı sakinleştirme çabaları yetersiz kaldıkça artan gerilimi hissediyor olmam beni buradan iten bir güçtü. Bu insan güruhunun içinde adımlarımı rahat atamıyordum. Omzum birilerine çarpıyor, kulağımda bağırışmalar çınlıyor ve çevremdeki hava her saniye azalıyordu. Buradan çıkmam, Champ de Mars'tan hemen ayrılmam gerekiyordu.
"3. sınıfın bu kadar radikal olmamasının nedeni devrimi kendilerine almak!" diye bağırıyordu delikanlının biri. Meydanda bulduğu bir yükseltiye çıkmıştı ve herkesten bir baş yukarıdaydı.
Halk parkının bu denli acı çektiği başka bir gün yoktur. "Krala ihtiyacımız yok!" sloganları duyuldu az gerimde. Jakobenler'in işgal ettiği bu meydanda, onlara karşı direnen askerlerin sabrı da taşıyordu. Bir grubun meydanın ortasında toplandığını ve eskimiş, dört ayaklı bir masanın üzerinde imza topladıklarını gördüm. O insan yığınına karışmayacak ve doğruca yürüyecektim. Bu kargaşadan uzakta olma gerekliliği artık içimde karşı konulamaz bir iç güdüye dönüşmüştü.
"Biz kendi cumhuriyetimizi kurmalıyız! Millet meclisi radikal değil!" Kadınların bağırışmaları daha tizdi ve akılda kalıcıydı. Ses tonlarında açlığın ve sefaletin getirdiği öfke de yatıyor, bunu duyanlara aktarıyordu. Göğsümün sıkıştığını hissedebiliyordum. İnsanların arasından geçmek, duvar üzerinde sürekli yer değiştiren kapıları açıp içinden geçmeye benziyordu. Bastığım taş zemini hissedemez olmuştum. Gökyüzü bana yeterince hava ve açıklık sağlayamıyor, git gide kapanıyordu.
Yanımdan geçen gençlerin kasalarla taş taşıdıklarını gördüm. Askeri grupların çabalarının boşa çıktığının resmidir bu. Üstelik benim gittiğim yönde gitmişlerdi ve benden hızlılardı. Yönümde ilerlemekte ısrar ettim.
Kalabalıktan az da olsa sıyrılıp açıklığa gelebilmiştim. Buradan askerlerin insanları ittiklerini görebiliyordum. Havada uçan taşların asker gruplarına çarptıklarına da şahit oldum. Meydanın ötesinde ki silah seslerini duyana kadar her şey net bir biçimde görülüyordu.
Bulunduğum yerin tam köşesindeki bir grup asker havaya ateş açtı ve çevresindeki Jakoben grubunun dağılmasını istedi. Çılgına dönmüş Jakobenlerin yağdırdıkları taşlardan nasibini almayan askerler, üzerilerine yürüdü. Onların yürümesiyle benim bulunduğum yere gelmeleri, topluluğun etrafımda birleşmesi, askerlerin silahlarını doğrultmaları saniyelerle ölçülürdü. Büyük bir gürültü ve yoğun bir duman. Kulağımda yankılanan boğuk sesler.
Yere yığıldım. Karnımda ve göğsümde büyük bir acı. Benle beraber yere yığılan insanları seçebildim. Yanıma düşen genç bir kadın, yüzüstü düşmüştü ve mavi gözleri bana bakıyordu. Uzun siyah saçları taş zeminde dağılmıştı ve bir kısmı alnından dudaklarına inmişti. Gözünü hiç kırpmadan bana baktı. Dudaklarının titremesinden, bir şeyler söylemek istediği anlaşılıyordu. Gülümsemişti. Ardından benim dudaklarımın da titrediğini hissettim. Üşüyordum. Sanırım o da üşüyordu.
Gözlerinin mavi rengi solmaya başladı. Vücudunun rengi silindi. Gözlerim fazla göremez olmuştu ama tamamen kapanmadan, karanlık beni içine çekmeden önce gördüğüm son yüzdü, o kadının yüzü. Tanrım! Ne kadar da güzel bir kadındı. Bu yaşadığım, son kez aşık olmaktı.
1 note
·
View note