reincar-nate
reincar-nate
nate
33 posts
it matters where you are.
Don't wanna be here? Send us removal request.
reincar-nate · 19 days ago
Text
tek günlük masal [binbir gece masalları yan hikaye/ birinci gün]
[oğlanı isteyebiliyom]
lewis hamilton omegalardan nefret ediyordu.
bir kere çok duygusallardı. babaannesi alexander ve anneannesi zak dışında ailede omega olmamasına rağmen, ikisini gözlemlemek yeterli tecrübeyi edinmesine yetmişti. anlattıklarına göre alexander'ın eşi aaron dede 2. dünya savaşı sırasında iş için ingiltere'ye oldukça talihsiz bir zamanda gidip geri dönememişti. o günden beri akıl sağlığı oldukça şüpheli durumda olan alexander, evin her köşesine aaron'ın üniformalı kıyafetiyle çekildiği bir resmini asmış ve evine uğrayıp resmi sorma gafletine düşen herkese eşinin savaşta ne kahramanlıklar gösterip şehit düştüğünü anlatır olmuştu. aslında lewis'in babası, aaron dedenin öldüğüne bile pek inanmıyordu. alexander'la evlendikleri günden beri theodosia adında bir kızdan bahsedip duruyormuş, alexander'ı, alexander'ın onu sevdiği gibi sevmediği belliymiş.
ingiltere'ye ne işi için gittiğini bize hiçbir zaman söylemedi, demişti babası bir keresinde. ama evden çıkmadan önce cüzdanına tanımadığım genç, hoş bir kadının resmini koyduğunu gördüğümü hatırlıyorum.
alexander, eşinin her gece rüyalarının arasında başka birinin adını fısıldadığının farkında olmasına rağmen aaron'ı çok sevmişti, ve görünüşe göre hâlâ daha da seviyordu. dünürü zak'le bir araya gelip torunlarına yelek örerlerken eşiyle geçirdikleri azıcık mutlu zamanı anlatıp duruyor, zak nine de onu her seferinde gözyaşları içinde dinliyordu.
sonuç olarak küçüklüğünden beri tüm bu aile dramasına birince elden şahit olan lewis'in kafasının içine oldukça spesifik bir omega tiplemesi kazınmıştı: omegalar aptal ve duygusaldır. alfaların neden omegalarla evlenmek için bu derece istekli olduğunu anlayamıyordu. mantıklı tek bir açıklaması vardı. asıl amaç onlarla birlikte olmak değildi. aaron dededen ten rengi dışında miras aldığı bir başka şeydi bu. yanlış kişiyle evlenme hüneri.
tam da bu yüzden, o gün verstappen konağında oturmuş, müstakbel kayınpederiyle sohbetini seviyeli tutmaya çalışıyordu.
uzun zaman sonra saçlarını örmüştü. urfa sıcağında örgülerin bakımı çok zahmetli olduğundan, kıvır kıvır uzun saçlarını at kuyruğu yapardı. ama verstappenlerden oğlan istemek kolay değildi. önceki gün jos bey aramış, gelirken sahip olduğu mülklerin detaylı tapu belgelerini, diplomasını, iş sigortasını getirmesini ve başlık parası için de mümkün olduğunca cömert bir miktar belirlemesini istemişti. lewis'in paradan yana sorunu yoktu. alexander nine urfa'nın toprak zengini ailelerinden birinin yaşça en büyük varisiydi ve yalnızca iki çocuğu olduğundan lewis'in babasına, dolayısıyla tek alfa oğlu lewis'e, hatırı sayılır ölçüde arazi bırakmıştı (aaron dedenin ölmesine kimsenin itirazı yoktu bu yüzden, yoksa hem daha çok ortakçı çıkar, hem de burr'lere de pay ayırmak gerekirdi.).
yerden kahverengi bond çantayı alıp verstappenlerin salonunun ortasındaki son derece avangart, altın varaklı sehpanın üzerine bıraktı. şifreyi, sarı saçları ve mavi gözleriyle hepsi birbirine benzeyen verstappen sülalesine, özellikle de tam karşısında oturan müstakbel kayınpederi jos'a bakarak girdi ve kapağı kaldırdı. jos bir bombaya uzanır gibi ağır ağır çantayı önüne çekerken bacak bacak üstüne attı. "inşallah getirdiklerimi oğlunuza layık bulursunuz, babacığım," dedi gülümseyerek.
jos tek kaşını kaldırdı. ondan bile keskin hatlara sahip kardeşi mika kolunu sıkarak onu uyarmasaydı kötü bir şey diyecekti belli ki. lewis yılışık hâlinden hoşlanmadıklarını görebiliyor ve bunu çok eğlenceli buluyordu. mika ve jos kardeşler kağıtları aç kurtlar gibi karıştırırken başını dik tutarak sessizce izledi.
ne var ki verstappen konağından oğlan isteyeceğini duyan aile büyüklerinin pek çoğunun da onu uyardığı üzere, fazla paranoyaklardı. kağıtları okuyor, rakamların sonundaki sıfır sayısına inanamayıp tekrar okuyor, her şeyi önce birbirlerine, sonra yanlarında oturan diğer yaşlı benzerlerine gösterip teyit ediyorlar ve fısıltılar hâlinde topluca tekrar inanamıyorlardı.
oldukça uzun dakikalar sonunda aile büyüklerinden ayrı, lewis'in kurulduğu sedire daha yakın oturan oğlan rahatsızca kıpırdandı. "enişte," diye başladı, lewis'e doğru eğilerek. jos'a hepsinden daha çok benziyordu, mavi gözlerinde mesafeli bir ifade, uzun, sapsarı kirpiklerinde iddialı bir kıvrım vardı. "babamlar o kağıtları daha çok okur. istersen kahve ikram edelim."
konuşurken lewis onu dikkatle inceledi. bildiği kadarıyla adı max'dı, jos ve christian'ın en küçük oğlu. işler yolunda giderse çok yakında eşi olacak abisinin ondan daha güzel olmasını umdu. "çok iyi olur," dedi biraz gerinerek. "dilimiz damağımız kurudu, mardin'in sıcağı urfa'dan bile ağırmış."
max ayaklanırken başını salladı. "doğrudur enişte. hemen hazırlamalarını söylüyorum." ve hızlı adımlarla salondan çıktı. kapıyı aralık bırakmıştı. lewis dikkatli bakınca tıpkı salon gibi sarı beyaz tonlarında, bolca altın varak ve kristal detayıyla düzenlenmiş koridoru görebiliyordu. dışı basit taştan bir evin içini hangi gerizekalının böyle yaptırdığını merak etmesine gerek bile yoktu. verstappen'ler gibi ev de sapsarıydı. çoğu mardin'linin aksine bunlar almanya görmüş bir aileydi. evdeki o başarısız avrupai denemeler hissediliyordu. acaba müstakbel eşi de böyle miydi? sarı, başarısız, avrupai. ve aptal.
kapı ardına kadar açılınca lewis o tarafa döndü tekrar. içeri önce max girdi. boyu abisinden daha uzun olduğu için, eşinin yüzünü elinde kocaman bir kahve tepsisiyle salonun ortasına gelene dek göremedi. beklediği gibi sarıydı, evet, ama oldukça başarılı bir sarıydı. yanakları gençlik baharıyla canlı ve dolgundu, üstlerine utangaç bir kırmızılık yayılmıştı. bukleleri kelimenin tam anlamıyla dalgalıydı, yüzünün etrafına ve ensesine dökülüyorlardı, bir tanesi burnunun keskin kavisine doğru kıvrılmıştı. bembeyaz, daracık, kenarları altın işlemeli bir yelek ve altına da aynı el ve kumaştan çıktığı belli kocaman bir şalvar giymişti. bileklerinde sıkılaşan şalvarın altındaki sarı çarıkları, lewis'in aklına nedensizce tinkerbell'i getirdi. bacak bacak üstüne atıp, müstakbel eşinin odanın içinde kuğu gibi salınışını izledi.
tepsiyi tutan parmaklarının eklemleri beyazlamıştı, uzun kirpiklerinin altındaki gözlerini yerden hiç ayırmıyordu. max onu içeri buyur ettikten sonra kendi köşesine dönüp lewis'e yandan, meraklı bir bakış attı ve göz göze geldiler, çünkü lewis eşine olan ilgisini çoktan yitirmiş, gözlerini onun güzelliğinden çekip almıştı. bu kadardı işte, günün sonunda bir omegaydı, lewis'in pek de ilgisini çekmiyordu. hatta kimsenin ilgisini çekmiyordu belli ki, kahve ikram etmeye çalışan çocuğu umursayan yoktu, fincanlarını almak için uzanmıyorlardı bile. herkes lewis'in kağıtlarıyla uğraşmakla çok meşguldü, ayrıca lewis başlık parasını sormaya hazırlandıklarını görebiliyordu. nico güç bela kocaman tepsiyi belinin kıvrımına yaslayıp fincanları verstappen'lerin önündeki sehpalara kendi elleriyle yerleştirmeye koyuldu. sonra döndü, lewis'e ilerlerken adımları dikkatli ve ağırdı, tepsisinde ikram ettiği kahve kadar daha fincan vardı. lewis sedire daha rahat yaslandı ve o ilgili, insanın ruhuna işleyen gözleriyle nico'yu süzdü.
sonunda nico gözlerini kaldırdı. bir karşılık beklemiyor olmalıydı, lewis'le bakışları buluşunca irkilerek başını çevirdi. teni öyle solgundu ki utancı yanaklarından kulaklarına yürüdü hızlıca. diğerlerinden ayrıca, tepsinin ucunda duran fincanı tabağından kavradı, lewis'in önüne bırakırken elleri titriyordu.
yüzüne yeterince nazik gözüktüğünü umduğu bir tebessüm yerleştirip teşekkür etmek için başını kaldırdı adam. ama nico ona bakmıyordu. mavi gözleri merakla lewis'in tek başına oturduğu kocaman sediri inceledi, ardından çok büyük bir kalabalık bekliyorlarmış gibi sedirin bitişiğine sıralanmış boş sandalyelere. verstappenlerin karşısında, koca salonda lewis'ten ve sedirin kıvrımında oturarak ona eşlik eden max'dan başka kimse yoktu. gözlerinden bir hayal kırıklığı ifadesi geçti, tepside kalan kahvelerin dumanı tüterken omuzları çöktü. "yalnız geleceğinizi bilmiyordum," diye mırıldandı. lewis'e bakmıyordu, sesli konuştuğunun farkında değildi.
lewis cevap vermeden önce onu bir an daha süzdü. "babana bildirmiştim," dedi dikkatini çekmek için normalden biraz daha vurgulu bir tonda. nico başını anında ona çevirdi. gözleri şaşkınlıkla kocaman açılmıştı, lewis başını yana eğip gülümseyinceye kadar öyle kalakaldı. "afiyet olsun," dedi telaşla, çıkmak için dönüp giderken.
"e benim kahvem?" diye seslendi max arkasından, önündeki boş sehpayı göstererek. nico ona omzunun üzerinden kötü bir bakış attı. max söylenerek kalktı ve abisinin peşi sıra salondan çıktı.
lewis yalnız gelmesine neden içerlediğini anlayabiliyordu. mardin'de de, urfa'da olduğu gibi tantanalı düğünler meşhurdu. gelin ne kadar önemli bir aileye gidiyorsa o kadar gürültü çıkarılır, gelin o kadar süslenirdi. koskoca urfa'lı lewis, urfa'dan buraya kalkıp kendi başına gelmiş, anne babasını dahi çağırmamıştı. üstelik ilk görüşmede oğlanı isteme niyetini jos'la telefonda konuşurlarken gayet net açık etmiş, nico'yu bir kereliğine görme zahmetine bile girmemişti. bu, kötü şöhretli metresiyle evlenmeye çalışan bir adamın tavrından başka bir şey değildi. böyle yaparak nico'nun omegalık onurunu da zedeliyordu. ama kendi ailesi bile nico'ya böyle davrandığı için onu azarlamıyorsa, omegalarla arası zaten çok iyi olmayan lewis'in umursayacak hâli yoktu.
max salona kendi kahve fincanıyla döndü. diğer elinde de sade soda vardı. lewis'in yakınındaki yerine kurulurken, "ee max," diye başladı lewis. "iki kardeş misiniz?"
genç adam sade sodadan bir yudum aldı. "yok," dedi. "üç kardeşiz, en büyüğümüz var bir de."
lewis'in gözleri tuhaf bir ilgiyle parladı. "öyle mi? kendisiyle tanışmak isterdim."
max sinir bozucu bir anıyı hatırlamış gibi suratını buruşturdu. "kusura bakma enişte. abim gelenek göreneği anca işine gelince önemser. zaten nico'yla da araları biraz bozuk bu aralar."
"hadi ya," dedi lewis kahvesini dudaklarına götürmeden önce. anında max gibi yüzünü buruşturdu. tuzluydu. tuzlu kahve içecek kadar hevesli değildi evlenmeye. kahveyi kenara bıraktı ve boğazını temizleyip su kadehine uzandı. "neden bozuk araları?"
max omuzlarını silkti. "her zamanki şeyler işte. kıskançlık." sır verir gibi lewis'e doğru eğilip sesini alçalttı. "abim kendisi yaşça büyük olmasına rağmen nico daha önce evleniyor diye tavır yapıyor."
"anlıyorum." lewis çok iyi anlıyordu. muhtemelen max'dan bile daha iyi anlıyordu.
sonunda verstappen ahalisi burunlarını kağıt yığınından kaldırdılar. jos boğazını temizledi ve ellerini kavuşturarak lewis'e baktı. max'a korkunç derecede benziyordu bu hâliyle. "tanıştığımıza tekrar çok onur duydum, hamilton bey," diye başladı söze. ilk tanıştıklarında onur duyduğundan falan bahsetmediği için lewis alayla gülümsedi. o gün daha çok esmer tenine yan yan bakmakla yetinmişti. "başlık parasından konuşalım mı artık?"
"konuşalım demek isterdim ancak müstakbel eşimin de burada olmasını tercih ederim."
jos'un gözleri sehpanın üstünde soğuyan tuzlu kahveyle lewis arasında gidip geldi. "öyle diyorsanız," dedi sonunda memnuniyetsizlik akan bir suratla. nico'yu çağırması için tekrar max'ı gönderdiler.
aslında lewis de bunu eşinin sarı saçının, mavi gözünün hatırına istememişti. omegalarla ilgili deneyimlediği bir başka şey de minnettar olacakları yeterince şey başlarına kakılınca oldukça uysallaştıklarıydı. nico'nun, onu hanesine getirmek için ne badireler atlattığını görmesini istiyordu.
"beni mi çağırmıştınız babacığım?" dedi nico, max'ın peşi sıra salona girince.
"geç otur şöyle," dedi jos da, oğlunun suratına bakma ihtiyacı duymadan. nico sandalyelere yönelince onaylamaz bir ses çıkardı. "hayır, eşinin yanına otur."
jos'un herhangi bir şüpheye yer bırakmayan eşin ifadesi odanın içinde asılı kaldı ve bir an kimse kıpırdamadı. lewis'in sedirinin kenarına tünerken nico'nun omuzları kaskatıydı. jos hevesle lewis'e döndü. "artık konuşabilir miyiz?"
"tabii ki," dedi lewis de. sonra nico'ya döndü. "başlık parası olarak ne istersin?"
verstappenlerin tamamı, başta nico olmak üzere, dumura uğramıştı. sarışının gözleri lewis'e çevrilmeden önce soğumuş tuzlu kahvenin üstünde oyalandı. "ben… bilmiyorum," diyebildi sonunda. "babamla konuşmanız daha münasip olmaz mı?"
"belli ki hamilton bey mardin'imizin adetlerine pek hâkim değil." jos kollarını göğsünde kavuşturup ters ters baktı.
"aksine, oldukça iyi bilirim gelenek göreneği." lewis sarışını izlemeyi sürdürüyordu. o utangaç, ilgili gözlerin üstüne çevrilmesi için tuhaf bir arzu duydu. "omegaların gösterişe düşkünlüğünü de bilirim. bırakın da oğlunuz kendi seçimini yapsın. bir omeganın zevklerine güvenmiyorsanız, neye güveneceksiniz ki?" lewis yalan söylemiyordu. alexander ninesinin takdir ettiği bir tek özelliği varsa, o da iş mal mülke gelince takındığı özgüvenli havaydı.
ama lewis'in beklediğinin aksine bütün aile, oğlanın zevklerine güvenmiyorlarmış gibi endişeli gözlerle nico'ya döndü. genç adam oturduğu yerde utançla iki büklüm oldu. yardımcı olmak için "playstation," diye fısıldadı max yan taraftan.
"cumhuriyet altını, uygun mudur?" dedi nico yavaşça, uzun bir düşünme süresinin sonunda.
jos sinek kovalar gibi kollarını salladı. max 'playstation bile daha pahalı,' diye homurdandı nefesinin altındamn. salonun aralık kapısından bir güm sesi geldi. belli ki kapıyı dinleyen evin omega hizmetlileri bile bu fikir karşısında sarsılmıştı. nico utançla önüne dönüp parmaklarıyla oynamaya başladı. lewis ona dikkatle baktı. onu böyle görmekten hoşlanmamıştı.
"nico," dedi sakince. "uğurlu bir sayın var mı?"
nico'nun cevap vermesi çok sürmedi. "6. 6'yı severim."
"ben de 44'ü severim." lewis sarışının beklenti dolu ailesine döndü. "44 cumhuriyet altını ve urfa'daki arazilerimin 6'da birini başlık parası olarak sunuyorum."
jos ve mika birbirlerinin kollarına yapıştılar. sedirin bir ucuna kıvrılmış christian boğazına takılan su yüzünden pat pat göğsüne vurdu öksürükleri arasında. "nasıl yani-" diyecek oldu jos.
lewis elini kaldırıp onu kesti. "cumhuriyet altınları sizin. ama tarlayı nico'nun üstüne yapacağım."
belli ki bu kadarı bile kâfiydi. olan bitenin hızına yetişemeyen nico şaşkınca lewis'e bakmayı sürdürürken ailesi deli danalar gibi bağırarak ayağa fırladı. "lewis oğlum," dedi christian eşinden önce davranarak. "ailemize katılarak bizi nasıl mesut ettin bilemezsin."
bence bilebilirim, diye geçirdi lewis içinden ama sessizce gülümsemekle yetindi. herkesin gönlünü almayı başardığına göre artık asıl işine bakabilirdi, şimdiden çok yorulmuştu ve daha akşam urfa'ya kadar bir dünya yol gidecekti. "önemli meseleleri hallettiysek eğer artık bizim mesut olduğumuz kısma gelebilir miyiz?" dedi ayağa kalkarken. nico, bir omega olarak küçüklüğünden beri ona tembihlendiği şekilde, saygısızlık etmemek için onunla ayağa kalktı. lewis takım elbisesinin arka cebine uzandı ve ufak, kırmızı kadife kaplı bir kutu çıkardı.
"ne-" dedi nico, kutuya ısıran bir böcek gibi endişeyle bakarak. elini kolunu ne yapacağını bilmiyormuş gibi göğsünde toparlamış, parmaklarını sımsıkı birbirine kenetleyerek öyle kalmıştı. "çok ani olmadı mı? yalnızca başlık parasını netleştirmek için geldiğinizi sanıyordum."
lewis yalnızca o sebepten gelmemiş ve bunu jos'a da vaktinde bildirmişti. verstappenler ya gerçekten nico'yu umursamıyorlardı, ya da omegalar gerçekten aptaldı. "babana nişan için geleceğimi söylemiştim."
"nişan mı?!" nico yıkılmış görünüyordu. "isteme değil yani, nişan? anlamıyorum, bütün bunları düğün günü yapmamız gerekmiyor mu?"
christian, verstappenlerin sarı kafaları arasından sıyrılıp oğlunun koluna girdi. yüzünde neredeyse sinsi bir sırıtış vardı. o ifade lewis'i irkiltti, kendi ailesinde görmeye alışık olduğu şeyler değildi bunlar. "lewis oğlumuz uzaktan geldiği ve acele dönmesi gerektiği için böyle yapalım dedik. şimdi evlenin, düğününüzü müsait bir zaman yaparız, yavrum, e mi?"
oğlu hayal kırıklığı ve öfke dolu bir suratla ağzını açınca bu kez jos elini kaldırarak onu kesti. "lewis'e böyle davranman hiç hoş değil, nico. 44 cumhuriyet altını diyor, bu adam senin için daha ne yapsın?"
"düğün," dedi nico. "basit de olsa bir düğün istiyorum. kıyafetimi kendi ellerimle diktim, bohçalarımı kendi ellerimle hazırladım. hamilton bey burada kalacak diye kaç günlük ikramı bile ben kendi başıma yaptım. tek istediğim-"
"yeter!" verstappenlerin yığıldığı sedirin kenarından bir ses yükseldi. kuvvetli değildi, oldukça yaşlı, buruşuk suratlı bir adama aitti ancak hepsini susturmuştu. frans dede haftalar sonra ilk kez konuşuyordu. "bana bak, nico," dedi ailede bir omegayı eş olarak almış, dolayısıyla bu konuda en deneyimli olduğuna inanan alfalardan biri olarak. "böyle adamı bu zamanda zor bulursun. öpüp başına koyacağına lafını ettiğin şeylere bak. biz seni böyle mi yetiştirdik?"
nico'nun gözlerindeki böyle yetiştirdiniz! diyen ifadeyi görmek için lewis'in ona göz ucuyla bakması yetti. sarışın, dudaklarını dişledi hırsla ve öfkeyle kalkan çenesi yavaş yavaş yere eğildi. lewis'e döndüğünde günün daha erken saatlerinde gözlerinde parlayan ışık yok olmuştu. hâlâ onun yanında büyük bir utanç hissederek, titreyen elini uzattı. lewis uzun, biçimli parmaklarını gerip kocaman avucunu davetkarca açtı. aklı başka şeylerle çok meşgul olmasına rağmen, nico'nun hâline acımadan edemiyordu. ona baktığında bu ucube ailenin en bahtsız çocuğu olduğunu ve muhtemelen bütün hayatı boyunca kendi düğününden başka hiçbir şey arzulamadığını görmeme ihtimali yoktu. ve şimdi lewis bunu ondan çekip alıyordu.
nico'nun parmakları, lewis'in avucunun içine çok kırılgan ve tereddütle kondu. kadife kutunun kapağını açarken, yüzüklerden ufak olanı oğlanın parmağına geçirirken bile başını kaldırıp eşine bakmadı.
"durun!" diye bağırdı jos aniden bir şey hatırlayarak. nico umutla ona döndü. "nikah memuru ve imam yok."
"ben çağırmıştım, birazdan burada olurlar." nico hüsranla elini geri çekmeye kalkınca lewis avucunu kapayıp onu kıstırdı. "yalnızca işleri hızlandırıyordum. akşama kalmadan yola çıkmalıyız." derken alt kattan çıkıp gelen bir hizmetçi nefes nefese merdivenlerin başında belirdi ve tam da lewis'in bahsettiği misafirlerin gelişini haber etti. böylece salonu yeniden kaos doldurdu. yeni gelini bir an önce yolcu etmek istiyorlardı. bir de başlık parasını. peşin.
"akşam gidiyor musunuz?"
lewis, nico'nun fısıldadığını son anda duyabildi. sesi neredeyse ağlamaklıydı. misafirlere bohça serememek ve kına gecesi yapamamak nasıl bu kadar büyük bir olaya dönüşmüştü, lewis'in aklı almıyordu. insanın hayatından bunlardan başka keyif veren hiç mi bir şey olmazdı?
"beraber gidiyoruz," diye yanıtladı onu ve avucundaki parmaklarını okşadı. "urfa'ya. konağıma."
nico onun gözlerine ilk defa gerçek bir dikkatle baktı. christian, "ben gidip nico'nun bohçaları yükleteyim," diyene kadar da öyle kaldılar.
5 notes · View notes
reincar-nate · 1 month ago
Text
binbir gece masalları [yedinci gece]
[toptan kaçamıyom]
charles kesinlikle mangalı kendi yellemeyi tercih ederdi. max görevi devralarak akıllılık etmişti.
çardak çok küçük, oturanlar fazla şevkliydi. ilgilenmiyormuş gibi yapan ve başını sürekli diğer tarafa doğru çeviren nico'ya karşın, lewis enişte son derece dokunmalı bir günündeydi. durmadan eşinin kolunu bacağını kavrıyor, oturakta daha fazla uzaklaşamasın diye onu göğsüne çekiyor, yüzüne, boynuna ve kulağına eğilip ha gayret bir şeyler anlatıyordu. nico'nun kolları göğsünde sıkı sıkı bağlanmıştı. bir kalkan gibi omuzlarını kaldırmış, ısrarcı eşinin yakınlık çabalarını savuşturuyordu. charles uzun süredir görüşemediklerinden nico'yla iki kelam sohbet etmek istemesine rağmen bu mesafeli hâli yüzünden yaklaşmaya çekiniyordu.
asıl sorun sebastian'dı. gelir gelmez lewis eniştenin yanına, neredeyse kucağına çıkacak kadar dibine oturmuştu. nico'yla aralarında her ne geçiyorsa, sebastian'ın duymama ihtimali yoktu. nico belki biraz da bundan dolayı yüz vermiyordu. çünkü nico'yu bir alfayla böyle bir samimiyet içerisinde görse gözü dönecek enişte, sebastian'a yanındaki devasa boşluğa kayıp biraz uzaklaşmasını söylemeye zahmet bile etmiyordu. sebastian'ın da bahanesi hazırdı. ikisi de alfaydı sonuçta, böyle dip dibe oturmalarında kötü niyet aranmamalıydı. ama konu sebastian abisi olunca, charles suratından kötü niyet aktığını görebiliyordu. nico bir ara yavaşça başını eşine doğru çevirecek oldu. o sırada kolunu masaya yaslamış ikisini izleyen sebastian'la bakışları karşılaşınca gürültülü bir hmp! sesiyle tekrar diğer tarafa döndü.
karşısında oturan olmadığı için manzarası en iyi tarafı carmen, jules ve kimi zapt etmişti. bir sebastian'a, bir kavgalı çifte, bir charles'a bakıp durmadan fısıldaşıyorlardı. yaşı küçük diye aile dramalarından uzak büyütülen kimi için cennetten çok da farklı değildi. carmen, kendi konaklarındaki carlos piramidini anlamak daha kolaymış gibi kimin kim olduğunu aklında tutmakta zorlanıyor, aynı kişileri dönüp dolaşıp jules'a tekrar soruyordu. kimi'yi bu yaşına getirene kadar çok daha çetin soru sınavlarından geçmiş jules da hepsini nazikçe ve detaylıca cevaplandırıyordu.
charles ve carlos, lewis eniştelerin karşısındaki oturaktaydılar. charles'a mı öyle geliyordu yoksa carlos gerçekten de lewis ve sebastian'la tanıştığından beri daha mı koruyucu davranır olmuştu, emin değildi. lewis eniştenin eşine uyguladığı ayarsız el kol hareketlerine bakıp nefesinin altından tövbe estağfurullah çekiyordu. sebastian'ın fıldır fıldır gözlerinden de hoşlanmamıştı. adam bir kardeşiyle eşine, bir carlos'la charles'a bakıyordu ama ne bakmak. boydan bir süzüyor, geri dönüyor sağdan sola inceliyor, yetmiyor öne eğiliyor, dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylüyordu. carlos birkaç kere bir şey mi dediniz? diye araya girmek istediyse de hiç oralı olmamıştı. charles ailesinin biraz hastalıklı bir izlenim oluşturduğunu hissetmeye başlamış ve carlos'u getirdiğine pişman olmuştu. bıkkınlıkla önündeki boş, plastik tabağın kenarlarını yolmaya koyuldu.
"n'oldu meleğim? bir moralsizsin bugün."
charles başını kaldırıp eşine baktı. carlos kolunu masaya dayamış, sırtını hem lewis'lerin hem carmen'lerin meraklı gözlerinden uzak kalacakları şekilde onlara dönmüştü. charles kısa sürecek de olsa mahremiyetten memnun olarak gülümsedi. evleneli çok olmamıştı ama carlos'la konuşurken artık daha rahattı. carlos'un kızmayacağını, eleştirmeyeceğini, alay etmeyeceğini biliyor ve normalde anne babasıyla ya da konaktaki büyüklerle konuşurken kılı kırk yarıp seçtiği kelimelere ihtiyaç duymuyordu. carlos'la konuşmuyordu, sohbet ediyordu. jules ve son zamanlarda carmen dışında kimseyle gerçek bir sohbet etmemişti. yoğun bir duygu dalgası geçti üzerinden. karnında kelebekler uçuran, heyecana benzettiği bu duygu, heyecanın aksine elini kolunu güçten düşürmüyor, başını döndürmüyordu. zihni berrak, istekleri ve hevesleri gönlünde sağlamdı. uzanıp elini eşinin göğsüne yaslarken, nişanlandığı haberini alan uzak akrabalarından sıklıkla duyduğu bir kelime aklında belirdi. o zamanlar çok utanç verici ve aptalca bulmuştu ama şimdi anlıyordu. charles elinden geldiğince cilveli bir şekilde ona doğru eğilip konuştuklarının aralarında kalmasını sağladı.
"sebastian abinin geleceğini bilmiyordum, beni biraz telaşlandırdı." eli yukarı tırmandı. carlos'un üstten açık birkaç düğmesiyle, sonra da gömleğinin yakasıyla oynadı. dudak bükerek eşinin suratına baktı tekrar.
carlos gülümseyince koyu renkli kaşları gevşedi ve gözleri kısıldı. o da eğilip aralarındaki görünmez, ufak baloncuğa fısıldadı. "sebastian abin deccal gibi bir şey mi?"
charles onun ilgilenmesinden büyük bir tatmin duyarak diğer elini de yakasına atıverdi. hatta neredeyse boynuna dolayacaktı ama aile büyüklerinin bakışları altında o kadarı da fazla olduğundan kendini tuttu. "deccal, sebastian abim gibi olmaya çalışıyor," dedi seslerinin onlara ulaşmadığından emin olmak için hafifçe kenara kayıp etrafı kolaçan ederken. ne var ki sebastian tam karşısında, kollarını göğsünde kavuşturmuş onları izliyordu. lewis ve nico'dan ekmek çıkmamıştı belli ki. hâlâ sadece kendi aralarında elleşiyorlardı, lewis enişte elleşiyordu daha doğrusu. charles sebastian'ın delici mavi gözleriyle karşılaşınca irkilip sustu. duysa da duymasa da, korkunç baktığından devam edecek gücü tükenmişti. saç baş kavga etmek istemiyordu. zaten kavga etseler sebastian'a karşı hiç şansı olmadığı bir gerçekti.
gürültüyle boğazını temizleyerek eşine, artık susmaları gerektiğinin sinyalini vermeye çalıştı. carlos bir an daha yüzüne baktıktan sonra keyfi kaçmış gibi geri çekildi. charles kararından anında pişman olmuştu. şimdi sebastian'ın bakışlarıyla arasında hiçbir engel bulunmuyordu ve carlos'la uygunsuz şeyler konuştukları izlenimi oluşturmuştu. sebastian'ın özenle alınmış, incecik kaşlarından biri mükemmel bir kıvrımla kalktı. charles kendini gülümsemeye zorladı. "ee seb abi," dedi ellerini abartılı şekilde sallayarak etraflarındaki taşı toprağı göstererek. "görüşmeyeli nasılsın?"
aynı mükemmel kıvrım bu kez de dudağının kenarında belirdi. masaya yaslanarak charles'a dikti gözlerini. "eşinle senden iyi olmayalım, canım. asıl havadisler sende, sen anlat. aranız nasıl?"
carlos ortamda açıkça bulunmasına rağmen görmezden gelinmekten hoşlanmayarak oturuşunu değiştirip biraz doğruldu. "gayet iyiyiz, çok şükür. muhabbetimiz, keyfimiz yerinde," diye cevaplarken soruyu, charles eşinin sesini bilerek biraz kalınlaştırdığı izlenimine kapıldı. iki alfanın bulunduğu bir masada üstünlük kurmak ister gibiydi. yanaklarına kaynağı belirsiz bir kızıllık yayılınca elinin tersiyle bastırarak sakinleşmeye çalıştı.
sebastian, carlos'a şöyle bir baktı. yüzünde mimik oynamıyordu. sonra tekrar charles'a dönüp, "aile saadetiniz iyidir umarım?" dedi.
soruyu çoktan cevaplamış olan carlos dumura uğramıştı. tam ağzını açıp iki kötü kelam etmek üzereyken charles atılıp koluna yapıştı. "gayet iyiyiz," diye tekrarladı eşinin sözlerini. sebastian'a laf edecek olursa carlos'un pek şansı olmadığını biliyordu, sebastian hiçbir lafın altında kalmazdı. hatta şu anda oldukça sakin ve cana yakın bile sayılırdı tavırları. çok geçmeden sebebini öğrendi.
"aile saadeti çok önemlidir tabii," dedi sebastian gerinerek kolunu lewis'in arkasına doğru atarken. güya charles'la konuşuyordu ama lafların nereye gittiği belliydi. "şimdi aile içinde huzursuzluk, efendime söyleyeyim, güvensizlik ortamı oluşursa, o ilişki yürümez zaten." son darbeyi vurmak için yan tarafa döndü. "değil mi nico'cuğum?"
nico elektrik çarpmış gibi döndü. yan profilden abisinin daha güzel, hatları daha belirgin, ufak tefek bir kopyası gibiydi. ikisinin de sarı saçları tatlı bukleler hâlinde kulaklarının üstüne dökülüyordu. sebastian biraz daha kıvırcıktı, bir tutamı parmağına dolayıp kardeşine dik dik bakmayı sürdürdü. ikilinin bakışları buluştuğu andan itibaren lewis enişte de gergin bir gülümsemeyle geri çekilmişti. iki verstappen'in etki alanı onu itiyordu, sırtını çardağa vererek boğazını temizledi. birkaç kez yaşlılar gibi dizlerini ovuşturdu. "aslında nico'yla ben-" diye başlamıştı ki nico sabahtan beri ilk kez devasa hasır şapkasını çıkardı ve ağzını açtı.
"lewis'le aile saadetimiz konusunda bir şüphen mi var, abi?"
"yok canım," dedi sebastian, gözlerini yuvarlayıp burnundan gülmese ciddi olabilirdi belki. "lewis'in seni sevdiği çok belli. durmadan dokunmalar, elleşmeler falan. adeta dışarıdakilere sevgisini kanıtlama ihtiyacı duyuyor. gerçekten seven birinin ihtiyaç duymayacağı bir şey gibi, değil mi? hele sen yok musun, sen! öyle başını cilveli cilveli çevirmeler, adamı reddediyormuşsun gibi yapmalar. rolünüzü o kadar iyi oynuyorsunuz ki neredeyse gerçek sanacağım." sebastian bu noktada dursa lafları gene bir nebze toparlanırdı belki. ama durmadı elbette. şok olmuş gibi elini ağzının üstüne bastırdı. gözleri ikisi arasında dolandı durdu ve sonunda, "kız nico? lewis'in bu elleşmeler… yoksa yatak odanızda yeterince elletmiyor musun?"
charles göz ucuyla jules'un atılıp kimi'nin kulaklarını örttüğünü gördü. lewis eniştenin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi açıldı. carlos'un eli sahiplenici bir şekilde eşinin baldırına kapandı. nico bir an dondu, kusursuz bir portre kadar güzel gözüktü, kaşları çatılıp ağzı bir küfrün etrafında şekillenmeden önce. max masaya devasa bir et tabağı bıraktı. "etlerimiz pişti!"
etler bütün dikkati üzerlerine çekince ortamdaki gerilim de dağılmıştı. herkes max'ın iki eliyle ancak kaldırdığı büyüklükteki tabağın ağzına kadar doldurulmuş mangal mahsulüne bakıyordu. tavuk göğüs, kanat, budun yanı sıra kocaman sucuklar, yağlı et parçaları ve köfteler vardı. tabağın etrafına közlenmiş patates, domates, biber ve patlıcan dizilmişti. suları tabağın bombesinde kayıp et yağına karışıyordu. manzaradan etkilenmemiş tek kişi olan charles yavaşça başını kaldırıp nico'ya baktı. sarışın, gözlerinin dolduğunu gizlemek için başını çevirmiş, kucağındaki hasır şapkanın kenarlarını sıkıca kavramış, dudaklarını dişliyordu. masadan görebildiği kadarıyla bacağı gergince, hızlı hızlı inip kalktıkça vücudu titriyordu. dikkatlerin dağılmasından istifade ederek ayağa kalktı. bir eli şortunu aşağı çekiştirip düzeltirken diğeriyle de şapkayı yüzünü iyice gölgeleyecek şekilde başına geçirdi. ne lewis enişte ne sebastian abi onun gittiğinin farkındaydı. hatta lewis mangal tabağına daha iyi bakabilmek için biraz sebastian'a yaslanmıştı. charles ikisini çatık kaşları altından izledi bir an ve sonra nico'nun peşinden gitmek için kalkacak oldu.
"nereye böyle, charlie?" dedi max çardakta nico'nun yeri dışında boş olan tek kısma, yanına otururken. charles, eşiyle max arasında kısılıp kalmıştı. max'a cevap verme zahmetine girmeden eşine dönüp geçme izni isteyecekti ancak kahvaltıdan beri bir şey yememiş olan carlos hevesle tabağını doldurmaya başlamıştı bile. hatta çardakta tabağını doldurmaya başlamamış olan tek kişi charles'tı. max ona yan yan baktı. kendi tabağını halledince onun kenarı didiklenmiş tabağına da el attı. "seni hiç beslememişler kuzen, biraz ye şunlardan da gözün gönlün açılsın."
etin en yağlı, en vıcık, dolayısıyla charles'ın en nefret ettiği kısımları tabağına konurken charles yüzünü buruşturdu. lewis eniştenin sebze dolu tabağına hasretle baktı.
"ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye durdurdu carlos max'ı. "charles et sevmiyor. bunca yıllık kuzenisin hâlâ öğrenemedin mi?"
max gözlerini devirdi. "biliyoruz herhalde. küçükken de yediklerini ağzında biriktirip kimse bakmazken gider tükürürdü. ama şimdi çok zayıf kalmış, beslenmesi gerek."
"kardeş," dedi carlos, sebastian'la konuşurken kullandığından daha kalın bir sesle. charles'ın önünden uzanıp max'ın tabağı tutan elini yakaladı. "ben bilmiyor muyum eşimle ilgilenmeyi? sana mı kaldı benim charles'ımı beslemek?" göğsü charles'a çarpacak şekilde daha da yaklaştı. charles onun kalp atışlarını kulağının üstünde duyabiliyordu. max'la aralarından çekilmeye gayret ederek ona sokuldu. "alnımda gavat mı yazıyor benim, hm?"
masada derin bir sessizlik oldu. charles göz ucuyla jules ve carmen'in şok içinde bakakaldıkların görebiliyordu. max yavaşça tabağı yerine bıraktı. "buyur," dedi sofrayı göstererek. "madem gavat değilsin, doldur tabağını."
carlos nefesinin altından bir şeyler homurdana homurdana közlenmiş sebzelerin güzellerinden seçmeye çalışırken charles onun yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. bakarsa öpmek isterdi çünkü ve karşısında lewis enişte otururken öyle bir şey yapması uygun düşmezdi. yalnızca sessiz bir "teşekkür ederim," mırıltısıyla yetindi. carlos tabağı önüne bırakırken ona biraz fazla eğildi, kirli sakallarını kulağının üzerinde hissedebiliyordu. nefesi tenine çarpınca sıcak havaya rağmen ürperdi. özgürce dışarı çıkabildiği nadir zamanlardan olan aile mangalını çok sevmesine karşın, charles'ın o an istediği tek şey konağa, odalarına dönmek ve baş başa kalmaktı.
charles yüce gönüllülük yaptı ve eşinin dibinde, kucağında oturma isteğine ve tabağındaki sebzeleri henüz bitirmemiş olmasına rağmen carmen, lewis enişte ve max arasındaki muhabbet çok koyulaştığından gittiğini fark etmeyeceklerini umarak eşinden geçmek için izin istedi. carlos ona garip garip bakarken geri dönüp açıklama yapacak vakti yoktu. nico öfkeyle kalkıp gittiğinden beri dönmemişti ve başka hiç kimse onu umursuyor gibi gözükmüyordu. dumanı yeni yeni dağılan, gürültülü mangal alanını geride bırakarak ağaçların arasına karıştı. bunca yıllık kuzeni olarak nico'yu az çok tanıyorsa nereye gittiğine dair bir tahmini vardı.
haklıydı da. nico mangal alanından bir ağaç korusuyla ayrılan ufak bir yamaca oturmuştu. sırtı ağaca yaslıydı, yüzünü yukarı çevirmiş, gözlerini yummuştu. charles'ın en iyi güneş alan yeri araması yetmişti, yüzünü güneşe çevirmekten daha rahatlatıcı bulduğu bir şey yoktu nico'nun ve böyle yaptığında da güneş mi daha parlak gözükürdü, nico mu, charles asla karar veremezdi. sessizce yaklaşıp yanına oturdu. çimenler sıcacık, arkalarında uzanan ağacın gövdesi kudretliydi. nico gibi bacaklarını hafif eğimli yamaçtan aşağı uzattı. başını omzuna yasladığında kuzeninin kirpikleri titredi ve güzel gözleri sonunda açıldı.
charles onun güzelliğinden oldum olası büyülenmiş ve özellikle de ergenliğe yeni adım attığı zamanlarda ona baktıkça karnının derinlerinde kıvranan bir kıskançlık hissetmişti. charles'ın yüzü hiçbir zaman onunki kadar pürüzsüz olmazdı. birbirlerinde yatıya kaldıkları zamanlardan bildiği üzere yeni uyandığında bile saçları yumuşacık ve dalga dalga gözükmezdi. giydiği her kıyafeti büyük bir zarafetle taşımazdı. ne var ki nico gözlerini açıp ona baktığında, charles kendi kıskançlığının bir yansımasını görür gibi oldu.
"eşin ne kadar da tatlı biri," dedi nico yavaşça.
"öyledir," dedi charles da, çok benzer bir hayatı paylaşan başka bir omegayla konuşurken o kadar da utanmadığını fark ederek. "lewis enişte de harika."
nico sessiz kaldı. yamaçtan sarkıttığı ayaklarını sağa sola oynattı çocuk gibi. sonunda dizlerini göğsüne çekti, başını da dizlerine yaslayarak iki büklüm oldu. "sana iyi davranıyor mu?"
paylaştıkları pek çok özel anı ve şefkatli kelimeyi hatırlayarak "evet," diye cevapladı.
"seni seviyor mu?"
charles ne demek istediğini anlayamayarak kuzenine döndü. "bana iyi davranıyor dedim ya-"
"hayır," diye kesti onu nico. "lewis de bana iyi davranıyor. ama beni sevmediğini biliyorum."
onun gözlemlediği kadarıyla açık, basit bir gerçeği belirtti charles. "lewis enişte seni seviyor."
nico suratına oldukça yorgun gözlerle baktı. "bak, charlie," diye başladı sarışın, yüzünü tekrar güneşe dönerek. "dışarıdan nasıl gözüktüğünü biliyorum. evdeyken öyle değil, yalnız kaldığımızda öyle değil. beni o kadar görmezden geldiği oluyor ki, bazı günler acaba en başında onunla evlenmek için ta başka şehirden kalkıp kapısına giden ben miydim diye şüpheye düşüyorum."
duyduklarını sindirmek biraz zaman almıştı. charles kuzeninin söylediklerini kafasında bir yerlere oturtmaya çalışırken bunların, evlenmeden önce kendisinin de endişe ettiği konular olduğunu fark etti. ama carlos ona asla böyle hissettirmemişti. teselli vermekte iyi olmadığından ne diyeceğini bilemedi. "onunla konuşmayı denedin mi?"
"denedim," dedi nico. hafifçe kaşları çatılmış, yanakları kızarmıştı. utanç ve öfke arası bir duyguya benziyordu. "kavga bile ettim. daha önce hiç kimseyle etmemiştim."
charles şakasına omzuna vurdu. "suratına geçirdin mi bi' tane?"
"kafasında tabak kırdım." dönüp ciddiyetle gözlerine bakınca, charles'ın dili tutuldu. o kadar şiddetli bir şey beklememişti tabii. nico ortamı gerdiğini fark edince dudak büzüp, "hem de çeyizimdendi," diye takıldı. charles saçma sapan gülümsemekten fazlasını yapamadı.
düşünmeye çalıştı. nico'nun içini dökme ihtiyacı olduğu belliydi. onu en iyi nasıl konuşturabilirdi? "sence," diye başladı tereddütle. "derdi ne?"
"işte. o mevzu var ya." nico bahsettiği şey önlerinde duruyormuş gibi başıyla işaret etti. "michael dayın çok güzel özetlemişti."
sebastian'ın sabah söylediği şeyi hatırladı. "sebastian abiye orospu demiş."
bakıştılar. "öyle bir şey," dedi nico.
"affedersin," dedi charles, dışından düşündüğünü fark ederek.
"aslında bunu kanıtlayacak hiçbir şey yok elimde." nico güneşin altında gerindi. biraz daha rahatlamış olacak ki kedi gibi charles'a sokuldu. şampuanı hindistancevizi kokuyordu. "evlendiğimizden beri eve ziyarete bile gelmedi. lewis de öyle gizli saklı dışarı çıkan biri değil. çıktığı zaman arkadaşlarıyla buluştuğunu teyit edebiliyorum, beni hepsiyle tanıştırdı. öyle bir ilişkileri olduğunu söylemiyorum. sadece-" derin, çok derin bir nefes çekti. "sanırım benim yüzümden. onun isteklerine ve ihtiyaçlarına karşılık veremiyorum. yani, istiyorum ama benden bir türlü tatmin olmuyor gibi. sohbet edemiyoruz, vakit geçiremiyoruz. charlie," lafının burasında durup sesini iyice düşürdü, adeta ağaçların onları duyup ayıplayacağından korkarak oğlanın üstüne eğildi. "aynı yatakta bile yatmıyoruz."
"ne?!" diye sıçradı charles hortlak görmüş gibi. ona öğretilen her şeye fazlasıyla tersti bu. kendi annesine eşiyle aynı yatakta yatmadıklarını söylese konakta kıyamet kopardı. "nasıl yani?! bir dakika, yani siz hiç şey yapmadınız mı-"
nico kaşlarını daha çok çattı. utancını bir öfke dalgası altına gizlediğini açık etmiş oldu böylece. "yaptık tabii ki, eşlenmek için. ama sadece eşlenmek içindi işte. sonra bana hiç dokunmadı. evinde hizmetçiden farksız hissediyorum." inleyip avuçlarını suratına kapadı. sonraki sözcükleri boğuktu. "ben ondan çok hoşlanıyorum. o benden hoşlanmıyor. en azından o anlamda."
charles'ın ufak omega beyninin kavrayabildiği şeyler değildi bunlar. evlenen insanların bir noktada birbirlerini sevecekleri bir tür doğa kanunu falan olmalıydı. böyle düşünürken nico'ya nasıl destek verecekti? "belki de lewis enişte kendini öne çıkaran tipleri seviyordur," diye akıl yürüttü. nico biraz ilgilenmiş gibi parmaklarını aralayıp ona baktı. "sen çok uyumlu ve sessiz birisin. belki inatçı ve sorunlu insanları seviyordur. seb abi gibi."
nico iyice doğruldu. "yani?"
charles hayatında ilk kez aşırı zeki hissediyordu. "yani diyorum ki, ona ne kadar inatçı ve sorunlu bir insan olduğunu gösterirsen senden hoşlanmaya başlar."
sarışın, gözlerini boşluğa dikip transa geçmiş gibi sağa sola sallanmaya başladı. "biliyor musun, charlie? belki de haklısın. o tabağı kafasında kırdığım günün akşamında eşlenmiştik."
"charles!"
gür, kalın bir ses ormanda yankılanınca iki omega korkuyla sıçrayıp birbirlerine sokuldular. charles sonra neden korktuğunu anlayamayıp hevesle ayağa kalktı. "buradayım, carlos!"
"uzun süre dönmeyince endişelendim," dedi esmer adam suratına çarpan dalları kenara çekip açıklığa çıkarken. nico'yu görünce durdu, açık saçık bir resim görmüş gibi bakışlarını kaçırdı hemen. eşi dışındaki her türlü omegaya tövbeliydi, sainz konağındayken hiç öyle omegalarla yalnız kaldığı falan olmamıştı. yanında eşi varken bile tuhaf hissettiriyordu. bu tavrı charles'ın biraz hoşuna gider gibi oldu. "lewis sizi arıyordu," diye devam etti yalnızca nico'ya hitaben.
"ya," dedi nico ayağa fırlayarak. gergince parmaklarıyla oynuyordu. charles onun ellerini tuttu. "sorun yok, kuzen. kafanı toparla, ben enişteme birazdan geleceğini söylerim."
o güzel mavi gözler minnetle suratına baktı ve hızlıca sarıldılar. carlos kolunu eşinin beline sarıp nico'dan ayırmadan önce hızlıca bir teşekkür ederim fısıldadı sarışın.
"ee," dedi carlos ormanın içinden geri dönerlerken. "neymiş derdi?"
"omega desteği." charles güvercin gibi göğsünü kabarttı. "hamiltonlarda da verstappenlarda da hiç yok, biliyor musun."
mangalın ilerleyen saatleri oldukça olaysız geçti. max'ın pişirdiği etleri silip süpürmelerinden sonra konağın gençleri yakan top oynamaya karar verip çardakların ortasındaki devasa alanda takımlara ayrıldılar. uzak akrabalardan biri file niyetine kullanabilecekleri bir halat getirmişti, karşılıklı iki çardağın arasına gerdirdiler. doğru düzgün hareket etme alışkanlığı olmayan charles, eskiden beri böyle oyunlarda kendini rezil etmekten başka bir şey yapamazdı. o yüzden gençler kimin hangi takımda olacağına karar vermek için kavga ederken çardakta carlos'un yanında oturmayı sürdürdü. zaten aklı da nico'yla konuştukları şeylerle çok doluydu. kuzenini doğru yönlendirdiğinden emin değildi, sarışın hâlâ da dönmemişti ayrıca. hoş, lewis eniştenin de onu aramak gibi bir derdi yoktu sanki.
"yakan top sevmiyor musun?" diye sordu carlos, uzayıp giden sessizliklerini bozmak için. masadaki ufak gerilimden sonra pek konuşmamışlardı. her seferinde max'ın onlara ters ters baktığını fark edince charles'ın hevesi kaçmıştı.
"pek aram yok," dedi charles eşine dönmeden. en iyi oyuncular için taş kağıt makas oynayan kaptanlara bakıyordu. söz konusu en iyi oyuncular carmen ve kimi'ydi. aileye dahil olduğundan beri carmen mangalların yakan top kraliçesine dönüşmüştü. charles iki takımın ortasında bir ödül gibi dimdik duran carmen'e işaret etti. "hep böyle iyi oynar mıydı?"
"carmen yaptığı her şeyde mükemmeldir," dedi carlos. "küçüklüğümüzden beri öyleydi. eli neye değse harikalar yaratır."
"vay canına," diye mırıldandı charles. o tam tersiydi. küçükken fred annesiyle mutfakta birkaç kez kek yaptıklarını hatırlıyordu. annesi onu bir sandalyenin tepesine çıkarır, keki çırparken düşmesin diye kabı tutma görevini verirdi. charles her seferinde düşürürdü ya da en azından düşmesine ramak kalırdı. bir keresinde kabı sağlam tutmak için yüklenince tezgahın kenarından aşağı yuvarlamış ve bunu da fazla hızlı yaptığı için kek harcı mutfağın her yerine sıçramıştı. başını iki yana sallayıp görüntüleri zihninden uzaklaştırmaya çalıştı. bakışlarını kucağına çevirip parmaklarıyla oynamaya koyuldu. kaptanlar hâlâ carmen'i kazanmak için yarışıyordu.
bir el görüş açısına girdi. charles'ın kızgın güneşin altında neredeyse şeffaf gözüken beyaz teninin üstüne kapandı. tutuşu mengene gibi ancak nazikti. beraber geçirdikleri vakit sonucu charles bu sert tutuşunun onun mizacından kaynaklandığını anlamıştı. başta gözüne korkutucu gelse de her zaman nazik ve dikkatliydi. baş parmağını kurtarıp o da eşinin elini sarmaya çalıştı. "istersen beraber oynayabiliriz," dedi carlos yüzüne eğilerek.
mardinin en büyük ağalarından birinin oğluna yakan top oynatma fikri charles'ı güldürdü. sonunda dönüp eşinin yüzüne baktı. "emin misin? gerçekten çok kötü oynuyorum."
göz göze geldiklerinde carlos gülümsedi. "sen o işi bana bırak. istiyor musun, istemiyor musun?"
carmen'i kazanan takım kaptanının zafer çığlığı duyuldu. onu alkışlarla karşılayan takımına geçerken fred ve toto'yla çardakta oturan george'a doğru el sallayıp yanına gelmesini işaret etti. george almayayım der gibi elini kaldırdı, bir yandan da carmen'i alkışlıyordu. sonraki oyuncuyu seçmek için yine taş kağıt makas düellosu başlamıştı. charles onları süzdü. çok gergindi, mümkün olsa tırnaklarını kemirirdi. rezil olmaktan oldum olası korkmuştu, şimdi bir de misafirleri vardı, eşi vardı. ancak elinin üstündeki el o kadar güven vericiydi ki charles kendini başını sallar ve "hadi gidelim," derken buldu.
"dikkat!" diye bağırdı carmen, charles'ı kolundan yakalayıp kenara çekerken. top aralarından füze gibi geçti. carmen olmasaydı charles'ı vurmakla kalmaz, yere düşürüp nakavt bile ederdi. "suratımızın ortasına atmasan mı mesela, max?" dedi carmen ciyak ciyak bağırarak. bir yandan da topu atmaya hazırlanan diğer kaleden uzaklaşmaya çalışıyordu.
"boyun kısa olduğu için suratına isabet etmesi benim suçum değil yenge." max ellerini kalçalarına koyarak soluklandı.
top diğer taraftan gelmek üzere olmasına rağmen carmen ona dönüp kükredi. "NE DEDİN SEN BANA?!"
"kuzenin karısına yenge demiyor muyuz-" diyecek oldu max bir yandan da topu karşılayıp tekrar atmaya hazırlanırken. uyduruk bir tebeşirle çektikleri çizgiye basmasına ramak kala topu tüm gücüyle fırlattı.
başta panik atak hâlindeki charles olmak üzere herkes kaçışırken carmen soğukkanlı bir katil gibi ağır çekimde kenara çekildi. top yanından geçip arkasındaki takım arkadaşını yere devirdi. "sence sorun o mu, max?"
"carmen!" diye inledi charles kızın koluna yapışarak. dramatik bir hareketle yeri gösterdi. "kimi öldü!"
max kimi'yi vurmuştu. aslında büyük balık olan carmen'i vurmaya çalışıyordu, çocuk arkasında durarak akılsızlık etmişti. çimenin üstünde ağzı bir karış açık, gözleri geri kaymış yatıyordu. onu kaldırmak için eğilirlerken "polisi arayıp çocuk istismarından şikayet edebilir miyim?" diye homurdandı charles'a doğru.
"öyle şeyler işe yarasaydı max çoktan babası için yapardı," dedi charles kimi'nin kolunu omzuna dolarken.
carmen dehşetle ona baktı. "ne-"
"charles!" diye koştu geldi carlos. kimi'yi zapt etmeye çalışan eşini kendine çekince carmen aniden üstüne binen yük yüzünden çocukla beraber yere devrildi. "iyi misin?! bir yerine bir şey oldu mu? o tüysüz herifi geberteceğim."
carlos'un elleri yüzünün her yerini, kollarını, belini yoklarken charles kıpkırmızı kesildi. "iyiyim, iyiyim, kimi'ye çarptı zaten, bana değil," diye açıklamaya çalışmasına rağmen eşi hâlâ mayına basmış gibi ciddiyetle onu inceliyordu. charles dokunuşlarından kaçmak için geri çekilmeye çalıştı ama carlos'un şimdi sırtına tırmanan eli onu yerinde tuttu. eşinin yüzüne saf bir öfke yayılmıştı, omzunun üzerindeki bir noktaya kenetlenmiş bakışlarının hedefi max'tan başkası olmasa gerekti. oyun başlamadan hemen önce farklı takımlara seçildikleri andan beri bir kavga çıkmasından endişe eden charles, son çare olarak avuçlarını onun yanaklarına sardı ve yüzünü yüzüne çevirdi. "aşkım," dedi fısıldar gibi. "hiçbir şeyim yok. iyiyim."
sözcükler aralarında asılı kalırken carlos bir an dondu, sonra kendini soktuğu deli hâli fark etmiş olacak ki boğazını temizleyerek geri çekildi. charles'ı öyle bir sarmalamıştı ki elini kolunu toparlaması utanç verici derecede uzun sürdü. carmen, kimi'yi yerden kaldırmayı başaramayınca george yardımına gelmişti. george kollarından, carmen ayaklarından tutarak kurbanlık koyun gibi alanın dışına taşıdılar. jules'un tuvalete gitmek için bu anı seçmesi gelmiş geçmiş en akıl almaz mucizeydi. burada olsa max'ı saçından tuttuğu gibi yere çalardı çünkü. küçükken kimi'nin kısa boyuyla dalga geçen çocukları nasıl patakladığını hatırlıyordu charles.
"bana bakın," diye başladı carlos, oyunu tekrar başlatmaya hazırlanan verstappen'lerin yanına yürürken. oyun fikri onlardan çıktığı için küçük tanrılar gibilerdi. birbirinin aynısı sarı saçlarını savurup korkutucu derecede mavi gözlerini aynı anda carlos'un üstüne çevirdiler. max ve sebastian (charles sebastian abinin genel ortalamadan birkaç yaş daha büyük olmasına rağmen oynamakta ısrar edip sürekli küçük çocukları elemesine bir anlam veremiyordu) kollarını göğüslerinde birleştirmişken kuzenleri jenson ve nico'ysa ağırlıklarını bir bacaklarından diğerine veriyor, oldukça bıkkın ve umursamaz bir imaj çiziyorlardı. charles verstappen'lardan biraz korkuyordu. carlos tam önlerinde durdu. "eşimle aynı takımda olmayı talep ediyorum."
"tam o sebepten olmaz işte," dedi jenson cevap olarak. carlos'u baştan sona şöyle bir süzüp tek kaşını kaldırdı. "eşine yardım edersen rekabetin hiçbir anlamı kalmaz değil mi? ayrıca carmen ve seni aynı takıma veremeyiz, çok güçlü olursunuz."
max dirseğini onun böğrüne indirince sustu. "çok güçlü olmazsınız da," diye devraldı sözü. "biz böyle olmasını istiyoruz."
"şekerim sen niye böyle huzursuzsun hep, hm?" sebastian ellerini beline koyup carlos'un üzerine eğildi. "matador olmaya çalışıyorsun ama sana bakınca tek görebildiğim ispanyol boğası. gel charles, şu eşine sahip çık."
"bana bak!" diye kükredi carlos onun yakasına yapışarak. öyle kuvvetle yüklendi ki sebastian'ın iki ayağı birden yerden kesildi. şans bu şanstı. sebastian ayaklarını havada çırparak bastı çığlığı.
charles kötü gidişattan bayılacağını sanarak öne bir adım atmıştı ki carlos aniden geri çekildi ve ellerinden kurtulan sebastian da patates çuvalı gibi yere düştü. biraz kenara kayınca ikisinin arasında duran nico'yu gördü. elinin duruşuna bakılırsa carlos'u göğsünden itmişti. "kesin şunu," dedi carlos'a bakarak. "ne olursa olsun o benim abim."
carlos tekrar öne atılınca nico da gözlerinde benzer bir kararlılıkla öne çıkıp yolunu kesti. dudaklarının sessiz bir "lütfen," etrafında şekillendiğini gördü charles. "bazen ne konuştuğunu bilemez. mazur gör. charles'la zaten pek sık görüşemiyoruz. aramız daha fazla açılsın istemem."
carlos o zaman göz ucuyla çardaklarda oturan aile büyüklerine baktı. verstappen'ların ebeveyni olduğuna şüphe duyamayacağı derecede sarışın, çatık kaşlı bir adamın onları izlediğini görebiliyordu. yenice ayağa kalkan sebastian'a ve onun önünde cılız ancak kararlı bir kedi gibi dikilen nico'ya baktı. sonunda döndü, charles'la göz göze geldiklerinde yelkenleri tamamen suya indirmişti. "özür dilerim," dedi charles'a. neyse ki arkası dönüktü de sebastian'ın bana yok mu? diyen el kol hareketlerini görmemişti.
"carmenle charles'ın takımına geçebilirsin," dedi nico arkasını dönüp verstappen'ların yanına dönerken. saçları hepsinden daha sarı, gözleri hepsinden daha maviydi. "burası bende."
charles çardakta aile büyükleriyle sohbet eden lewis eniştenin oyuna dahil olan eşini dikkatle süzdüğünü gördü.
carlos'la takım olunca, yakan top aslında çok eğlenceliydi. başta carlos'un dibinden ayrılmaması yetiyordu. carlos bütün topların ne kadar hızla, nereden, nasıl geçeceğini önceden görüyormuş gibi kusursuz manevralar ve stratejilerle oynuyordu, atletik vücudunun hızı da cabasıydı. takım arkadaşları elenip sayıları azalınca ve charles açıkça geriye kalanlar arasındaki en kolay hedef hâline gelince, carlos asıl şovuna o zaman başlamıştı. diğerlerinin hareketlerine yetişemezse eşini belinden kavrayıp döndürüyor, patates çuvalı gibi omzuna atıp diğer yana kaçırıyor, iki metre uzanıp kolundan yakaladığı gibi göğsüne çekiyordu. evvelki kavgadan dolayı da kimse buna sesini çıkaramıyordu. sonunda carmen, carlos ve charles dışında herkes elenince oyun iyiden iyiye hızlandı. verstappen'ların doğal bir yakan top yeteneği olmalıydı, hepsi füze gibi atıyordu.
sonunda, carlos'un bütün çabalarına rağmen geri geri kaçtıkları bir anda sebastian öyle bir fırlattı ki topu, ne charles yolundan çekilmeye ne de carlos ona uzanmaya yetişebildi. doğruca karnına çarptı, zaten yorgunluktan ayakları yere tam basmayan charles savruldu. kendine hakim olmak için uğraşmadı bile. geri düşüp hafif eğimden aşağı, ormanın nico'yla oturdukları tarafın zıddına yuvarlandı. verstappen'lar kutlamak için kucaklaşırken carmen de biraz nefeslenmek için yere çöktü.
"charles!" diye seslendi carlos, o gün içerisinde belki de yüzüncü kez. genç omega özgürlüğüne kavuşmanın sevinciyle yerden kalkmış, ağrıyan bacaklarına iyi gelir umuduyla ağaçlara tutunarak uzaklaşıyordu. carlos bir arkaya, oyun alanına, bir eşine baktı. "nereye gidiyoruz?" dedi yanına sokulurken.
"sarı iblislerden uzağa. dinlenecek herhangi bir yere." charles iki büklüm ve nefes nefeseydi. carlos onu durdurdu. charles ne olup bittiğini anlayamadan önünde eğildi, bacaklarının altından kavrayıp eşini sırtına çıkardı. ayağa kalkarken charles çığlık attı, düşmemek için boynuna ve bacaklarıyla da beline koala gibi sarıldı.
"dur!" diye ciyakladı ama bir yandan da kıkırdıyordu. "çok ağırım carlos! bir yerlerini inciteceksin."
"necati'den daha hafifsin." carlos bacaklarının altındaki tutuşunu düzeltmek için sırtındaki eşini şöyle bir hoplattı. charles daha çok güldü.
iyi hissediyordu. asında düşününce, o günün başından beri ilk defa harika hissediyordu. carlos'a tahmin ettiğinden bile çok alışmaya başlamıştı. aklına gelen fikirle yüzü kıpkırmızı kesilmesine rağmen cesaretini toplayıp eşinin kulağına doğru yaklaştırdı ağzını. "aşkım," dedi yavaşça. "burada… yalnızız, değil mi?"
carlos durdu. doğruca ileri bakıyordu. "mangalın başına oturmuş bir grup kürdü hiçbir güç yerinden kaldıramaz. yalnızız." biraz başını çevirdi, göz ucuyla charles'a bakabiliyordu. "neden sordun?"
beline sardığı bacaklarından birini biraz gevşetti, ayağı aşağılara, carlos'un kasıklarının üstüne doğru kaydı. pantolonun fermuarına denk gelen kısmı topuğuyla dürttü hafifçe. "hiç," diye mırıldandı mayışmış bir sesle. "belki bir şeyler yaparız diye düşünmüştüm."
carlos onu sırtından öyle hızlı indirdi ki charles eşinin kollarında adeta uçuyordu. kalçasının hemen altından ve belinden tutarak göğsüne yasladı onu. charles eşinin omuzlarına bastırarak kendini ondan biraz daha yukarı çekti, koyu renkli kabarık saçlarına tepeden bakmak çok keyifliydi, gece göğündeki bulutlara benziyorlardı. "ne söylediğinin farkında mısın sen?" dedi carlos o derin, arzu dolu sesiyle.
charles yüzüne eğildi. ensesinde kavuşturduğu parmaklarıyla saçlarını çekiştiriyordu. carlos'un karnından aşağı doğru sarkan havadaki ayaklarını çırptı. "benimle bir şeyler yapmak istemiyor musun? işte fırsat."
carlos güldü. dudaklarının seğirişinden ve kaşlarının kıvrımından dolayı sinir olmuş gibi gözükse de, aslında kendine hakim olmaya çalışıyordu. charles'ı göğsünde tutmaya devam ederek birkaç adım ilerledi ve ağaçlardan birinin gövdesine yasladı eşinin sırtını. yaprakların altındaki gölgede serinlemiş, hafif nemli ağaç ince kıyafetlerden tenine bastırınca irkildi charles ve carlos'a daha çok sokuldu. ancak carlos onun üstüne öyle eğildi, onu ağaca öyle sıkı yasladı ki kaçabileceği yer yoktu. "madem bu kadar heveslisin," diye mırıldandı dudaklarına doğru. "bacaklarını ayır."
0 notes
reincar-nate · 2 months ago
Text
i never told you what i do for a living [chapter 1]
[a stain that never comes off the sheets]
uçağın kanatları, hâlihazırda devasa bir moloz yığınına dönüşmüş binanın son sağlam cephesini boydan boya kesti. öndeki pervane büküldü, kokpitle arasında uzanan motorun kapağını parçaladı. önce burnu yere çakıldı. gövdesi yan döndü. enkazın üzerinde sürüklenirken kıvılcımlar çıkardı. tepetaklak hâlde durana kadar yarım dakika geçti.
gökten kül yağıyordu. dumanın arasında bir yerlerde, "patladı mı?" diye bir ses yankılandı.
"hayır," dendi cevap olarak, aynı muğlak griliğin içinden. "cephanesini bitirmişti, saydım."
yıkıntıların aşağısında bir karaltı belirdi. komutasındakilerin sık sık başına gelen çivi batmalarından kaçınmak için dikkatle, enkazın çok dikleştiği yerlerde dört ayak üzerinde tepeye tırmandı. incecik bir bezin altındaki gözleri hariç, vücudunun tamamı siyah kamuflajla örtülmüştü. istediği noktaya ulaşınca kalın eldivenlerinin kemerinden çıkardığı kazmalarla tepetaklak duran uçağın altını eşelemeye koyuldu.
"acele et," diye uyardı evvelki arkadaşı. gökte bir hareketlilik başlamıştı, sesleri bu mesafeden bile neredeyse sağır ediciydi. çok geçmeden burada olurlardı. zayiatlarından illaki haberleri vardı. arkalarında tanık bırakmazlardı, bu uçağın toza dönmekten başka şansı yoktu.
"az kaldı," dedi kamuflajlı adam. soğuk hava yüzünden nefesi kıyafetinin içinde buhar damlaları biriktiriyordu. kokpitin üstünde olduğuna emindi ama kazıp aşağı yuvarladı molozlar, bırak canlı bir insanı, bir ceset bile çıkarmamıştı ortaya. "hadi, hadi, hadi," diye fısıldadı kendi kendine. "bana canlı lazımsın."
yüce bir varlığın mucizesi miydi, yoksa hayatın iliğini sömürmeye adanmış vahşi azminin meyvesi mi bilmiyordu ama kazmayı sonraki sallayışında ufalanan taşa değil, yumuşak ete çarptı. kazmayı kenara attı, kalan tozu toprağı elleriyle temizledi. kontrol paneli kokpitin içine göçtüğü için biraz ezilmişti, ancak suratındaki kamuflajı aşağı çekiştirip çıplak yanağını pilotun burnuna dayayınca zayıf nefesini hissetti. kamuflajı örttü, pozisyonunu değiştirip arkasına geçti ve pilotu koltuk altlarından kavradı.
yüksek irtifada üşümemek için büründüğü kıyafetler yüzünden ağırdı. vücudunu yukarı çektikçe sağ bacağının ciddi şekilde ezildiğini fark etti. herhangi bir acıma bulamadı içinde, hatta onu kucaklamak için sırtını göğsüne yasladığı sırada bilinçsiz vücudundan bir ürperti geçtiğini görmek tatmin ediciydi.
aşağıda onu bekleyen takım arkadaşına döndü ve en yakın yeraltı tünelinin yolunu tuttular. sonraki bombardıman, molozların arasına gömülü uçağın üstünden başladı.
gökten kül yağıyordu ve kamuflajı artık siyahtan ziyade griydi. tünelin girişini örtmeden önce patlamayı kendi gözleriyle görmek için başındaki parçayı sıyırıp attı. ince örgüleri karanlığın içinde medusa'nın yılanlarını andırıyordu. koyu renkli teninin üstünde, çenesinden başlayıp dudağının kenarını yararak burnuna uzanan yara izini ovdu. her bombardımanda sızlamasından sıkılmıştı.
kapağı kapattıklarında ilkyardım ekiplerine teslim ettiği pilotu görmek için döndü. svastika armalı ceketi soyulmuştu. daha aşağılarda, ezilmiş bacağının eti parçalar hâlinde kemiğin üstünden sarkıyordu. çizmeleri çıkarmak istediler ama kumaşın nerede başlayıp derinin nerede bittiği belli olmuyordu. ampute edip etmeyeceklerini merak etti. kaçamayan bir yaratık işine gelirdi. kulaklarını örten başlığa dikili gözlüğü arkaya ittiler, hemen ardından da başlığı çıkardılar. yere saçılan sarı saçlara baktı. yüzü gençti, neredeyse güzeldi hatta. uçaktan onu kendi elleriyle çıkarmamış olsa, orduya çalıştığına inanmazdı.
onu izleyen takım arkadaşına odasına çekileceğini bildirdi. yer kabuğu bombalarla sarsıldıkça tünel de çürük bir bina gibi üstlerine ufalanıyordu. yapabileceklerini yapmışlardı. sonraki göreve kadar dinlenme vaktiydi.
gözlerini açmadan önce zihninde oluşan ilk düşünce ne kadar üşüdüğüydü. kemiklerinin içi sızlıyor, tüm vücudu soğuktan ürperiyordu. yattığı yerde kollarını kendine dolamaya çalıştı. dışarıda kalmıştı belli ki, bu kışta karın üzerinde uzanıyordu. başını göğsüne çekmek için yanağını zeminde sürükleyince altında var olması gereken sert zemini hissedemedi. daha yumuşaktı. gözlerini açıp bunu teyit edebilecek gibi hissettiği ana kadar gerçek bir yatakta uzandığını aklından geçirmeye cüret edemedi. aslında üşümemesi gerekirdi. kollarının çıplak göğsüyle omuzlarına temas ettiği yerler alev alev yanıyordu. boğazının arkasından boğuk, kuvvetsiz bir inilti yükseldi.
ıslak bez alnına tam o anda bastırdı. göz kapakları titredi, sular üstüne yattığı tarafın şakağına doğru aktı. bezin serinletici dokunuşu titremelerini bir nebze kesmiş, şimdiyse tenindeki ıslaklığa karşı hassaslaşmıştı. ensesi, boynu, göğsünden karnına ve sırtından beline inen hatların üstü terle kaplıydı. üşütmüş olabilirdi ama üşütmeden atlattığı tek gün yoktu. belki de kriz geçiriyordu. etrafına bakınma ihtiyacıyla kıvransa da göz kapakları da terle birbirine yapışmıştı sanki. o yüzden kulak kesilmeye karar verdi. yanaklarıyla boynunu temizleyen bez tekrar havalandı ve geri dönmeden önce bir kovaya batırılıp sıktırıldığını duydu.
"çok titriyor," dedi, beklemediği kadar yakınından geldiği için bezi tutan ele ait olduğunu düşündüğü yumuşak, sakin bir ses. "bacağı iltihaplanmış olabilir. belki de ampute etmelilerdi."
"daha ilk getirdiğimde teklif ettim zaten. dayanabildiği kadar dayansın dediler." cevabı odanın karşısından çok daha ilgisiz ve soğuk bir tonda geldi. taş zeminde tıkırdayan ayakkabılar bir tarafa seğirtti. biley taşına sürten bıçağın keskin çığlığı öyle beklenmedikti ki gözleri sonunda açıldı.
bez alnından tekrar çekildi ve kovaya bu kez neredeyse bıkkınlıkla fırlatıldı. "burada yapmasan olmaz mı? çocuk dinlenmeye çalışıyor."
bıçak bileye bir kere, iki kere sürttü ve üçüncüde cevap verdi. "şu kadarcık canı bile kalsa benim için yeterli. neden bu kadar umursuyorsun?"
sırtı konuşanlara dönük olduğu için gözlerini açmasına rağmen kimseyi göremiyordu ama odayı dolduran gerilimi o da hissetti. bıçak sesi kesildi. "öyle demek istemediğimi biliyorsun," diye devam etti son söyledikleri yüzünden başı derdi girdiği belli olan daha uzaktaki adam. alnına bez bastıran, yanağını kavrayıp vücudunu onlara doğru çevirmeden önce nefesinin altından homurdandı. "ama öyle söyledin."
oda beklediğinden daha karanlıktı. oda gibi değildi aslında, küçük bir mağaraydı. yerin altında taşın içine oyulmuş ve girinti çıkıntılardan mümkün olduğunca temizlenmişti. duvara zincirlerle tutturulan tahta rafların üzerinde çeşitli kavanozlar duruyordu. yan tarafında duvar, kitaplık rafını andıracak şekilde içeri doğru kazılmıştı ve belli ki bir tür cephane gibi kullanılıyordu. bıçak, kazma kürek ve halatların yanı sıra en alta da kocaman bir top kağıtla mürekkep şişeleri yerleştirilmişti. yanında, kapı olması muhtemel yüksek açıklıkla arasında çalışma masası uzanıyordu. biley taşı bunun üzerindeydi, gaz lambası da. ve yanındaki tek sandalyede bir adam oturuyordu. bol, kalın kumaştan pantolonunun daralan paçaları botlarının içine kıstırılmıştı. üstündeki boğazlı kıyafet biraz daha dardı ve nefes alıp verdikçe göğsünü vurguluyordu. dirseklerini bacaklarına yaslayarak öne doğru eğilmiş, kavuşturduğu ellerinin arkasından onu izliyordu.
yattığı yerin bir yer yatağı olduğuna hükmetti, adamı ne kadar aşağıdan gördüğünü fark ederek. alnını silen diğeri yere, hemen yanına oturmuştu. siması rahatsız edici derecede tanıdıktı. sarı saçları kocaman tutamlar hâlinde kulaklarının üstüne ve alnına düşüyordu. göz göze geldiklerinde ellerini yere bastırarak üzerine eğildi. "bilinci açıldı galiba," diye bildirdi sandalyede oturana.
sandalyedeki arkasına yaslanıp kollarını göğsünde birleştirdi. "bak, bir şeyi yokmuş işte."
yanındaki adam baş parmaklarıyla gözlerini aşağı çekiştirmek için ellerini yanaklarına sarmadan önce ona kötü bir bakış attı. iyice yüzüne yaklaştı, gözbebeklerinin ışığa tepki verdiğinden emin olana kadar başını sağa sola çevirdi. sonra sırayla kulaklarının yanında parmağını şaklattı. gözbebeği testinden geçip geçmediği meçhuldü, hâlâ biraz çift gördüğünden ve uzaktaki çoğu şeyin bulanık olduğundan şüpheleniyordu ama parmak şaklaması beyninin içinde öyle kuvvetle yankılandı ki kaçmak için bütün vücuduyla kıvrandı. uçağın içinde oturduğu, sağır edici bombaların gürültüsünden başka bir şey duyamadığı bir anın görüntüsü gözünün önünden geçti. aynı anda acı içinde inlemişti muhtemelen, yanındaki adam hemen tekrar yanağını kavradı. "sorun yok, sorun yok. geçti."
"yemeğe gidiyorum," dedi sandalyedeki adam sıkıntıyla nefesini üfleyip ayağa kalkarak. odada ikisinden başka kimse yokmuş, yarı canlı bir beden onları dinlemiyormuş gibi ilgisizdi. "sen de gelsen iyi edersin. son günlerde hiçbir şey yemediğinin farkındayım."
"istemiyorum," diye cevap verdi yanındaki. anıların ve hayal meyal hatırladığı düşüşünden kalan ağrıların işkence ettiği zihninin algılayamadığı bir şeyler daha söyledi. sadece son kelimeleri yakaladı. "şu kadarcık canım var sonuçta. gerisini umursamana gerek yok."
adamın kapıya gitmek yerine yaklaşıp yanındakinin üzerine eğildiğini gördüğünde biraz kendine gelmişti. "senin için asla öyle bir şey düşünmeyeceğimi biliyorsun, aşkım," dedi adam, sarışını çenesinden kavrarken. eğilip dudaklarını sert, neredeyse vahşi bir tavırla öptü. dudakları buluştuğu anda sarışın inledi, adamın parmaklarına doğru eridi. arkalarından vuran kısık ışıkta tek vücut gibi gözüküyorlardı. adam geri çekilince sarışın hülyalı bakışlarını yüzüne kaldırdı. "sen git," diye fısıldadı. "birazdan geliyorum." böylece adam ikisine de son kez baktıktan sonra çıkıp gitti.
saçlarında bir el hissetti. sarışın adam parmaklarını tarak gibi kullanarak saçlarını yüzünden geriye tarıyordu. nefesinin altında kısık bir melodi mırıldanmaya başlamıştı. melodiyi tanıdı ama neye ait olduğu bilgisi, hasar görmüş beyninde bir türlü şekillenmedi. "çok tatlısın," demek için mırıltısına ara verdi adam. "çok güzelsin. seni neden sevmedi anlamadım." sonra eğilip yanağından öptü.
"ben gelene kadar öleyim deme sakın." içinde bezin durduğu kovayı bir kenara çekti, lambanın ışığını kıstı ve odadan çıkıp karanlık koridora karıştı. yattığı yerden baktıkça koridorun karanlığı derinleşti, bütün görüş alanıyla zihnini kaplayana dek büyüdü. uykuya daldı.
muhtemelen gerçekten bir mağaradaydı, pencere olmadığı için de tekrar uyandığında aradan ne kadar geçtiğini bilmesinin yolu yoktu. zihni sakinlemiş, berrak görüşü geri gelmişti. dikkat kesilince gözünün önüne kaldırdığı parmakları birbirine karıştırmadan sayabiliyordu. gözünde kalıcı bir hasar olmadığına sevinecek vakti bulamadı. üstündeki devasa yorgan saman dolguluydu, kuru otların uçları oradan buradan fışkırıp çıplak tenine batıyordu. yılan gibi bacağında gezinen batma hissini buna yorabilirdi ama ağrı nereden geliyordu? karşı çıkan bütün kemiklerine rağmen doğruldu. omurgasındaki sancı dik oturmasına, hasar görmüş kaburgalarıysa öne uzanmasına engel oluyordu. titrek ellerle yorganı kenara itti. altında beliren manzarayı görmesiyle başını diğer tarafa çevirmesi bir oldu.
uçakla daha önce de kaza yapmıştı. hazırlık sınavlarını geçtikten sonraki ilk görevinde keskin bir açıyla yükselen ağaçlık tepeye çakılmıştı. uçak anında alev alınca yangının içinden sürünerek çıkmış, son anda omzunu kurtarmak için yaptığı ters bir hamle yüzünden, alevle ısınan demir derisini yırtıp yakmıştı. omzundan köprücük kemiğine uzanan solgun izi, etrafındaki buruşmuş teninde hâlâ duruyordu. orduda çok dayak yemişti. emirleri anlamadığına, anladığı emri yerine getirmeye güç yetiremediğine dair üstlerine şikayet edilirdi. kısa süreliğine revirde de görev almıştı. çıkıkları yerine oturtmuş, iğne yapmış, serum takmış ve dikiş atmıştı. kendi gözleriyle gördüğü en ağır vaka yanlış ipe asılınca kolundan olan bir bomba imha uzmanıydı. adamın kolundan toplayabildikleri parçaları, neredeyse yapboz gibi kalan deriye yamamaya çalışmışlardı. saatlerini harcamış ve başarıya yaklaşamamışlardı bile. o gece sabaha kadar midesinde hiçbir şey kalmayan dek kusmuştu.
bütün bu deneyimlerine rağmen, parçalanmış bacağına bakmak çok zordu. diz kapağından parmak ucuna kadar sargıya alınmıştı. bazı kısımlarda sargı daha yoğundu, muhtemelen kan dışına çıkınca yama yapılmıştı. bazı kısımlardaysa yetersizdi. ince kumaşın arkasından hasarı loş ışıkta bile görebiliyordu. acıdan ziyade derin ve devamlı bir batma hissi duyumsuyordu. pantolonu kasıklarına kadar kıvırıldığı için eğilip diz kapağının üstündeki kısmı da inceledi. birkaç çizik ve kısa bir dikiş dışında iyi durumdaydı. ellerini yüzüne bastırdı. kulakları çınlamaya başlamıştı, nefeslerinin düzenini korumaya ve kontrolü kaybetmemeye çalıştı.
"tamam," diye mırıldandı kendi kendine. sesi çatallı ve boğuktu. boğazını isten temizlemek için birkaç kez öksürdü. "tamam," dedi tekrar. sesini duymak hâlâ hayatta olduğunu hatırlatıp basit bir cesaret vermişti. bacağına odaklandı. yavaş bir hareketle diz kapağından oynatmak için hareketlendi.
"ne yapıyorsun?" dedi biri omuzlarından kavrayıp onu durdururken. bütün odağı bacağında olduğundan adamın içeri girdiğini görmemişti. elleri omzundan itmeye çalıştı. onu sabit tutmak isteyerek bu kez çıplak göğsüne kaydı adamın elleri. "sakinleşmezsen kendine zarar vereceksin."
omurgasındaki acı izin vermediğinden dönemiyordu ama uzanıp adamın sarı saçlarını yarım yamalak kavrayabildi. "bırak beni," diye uyardı saçlarına asılıp onu kendinden uzaklaştırırken. adamın itaat etmesini beklemiyordu. o yüzden yavaşça arkasından uzaklaşıp karşısına oturunca biraz şaşırdı. bir süre birbirlerini süzdüler ve o zaman onun, ateşli kabusları arasında alnına bez bastıran sarışın olduğunu fark etti. etrafı yüzüne düşen sarı perçemleriyle çevrelenmiş kocaman gözleri hızlı hızlı üzerinde geziniyordu. dudaklarını gergince birbirine bastırmıştı. görünüşü, aksanı, tavırları ve uykuya dalmadan önce mırıldandığı melodi sonunda beyninde bir anlam ifade etti ve rahat bir nefes aldı. sağ elini avuç içi yere bakacak şekilde havaya kaldırıp selam verdi ve almanca sordu, "neden ingilizce konuşuyorsun?"
sarışın ona odasının kenarında keşfettiği istenmeyen bir örümcek ağıymış gibi baktı. başının üzerine uzanan elin, boynunu kesmek için aşağı inmesini bekleyerek bakışlarını yukarı kaldırdı. tekrar göz göze geldiklerinde yüzünden soğuk bir ifade geçti. "elini indir."
dumura uğrama sırası ondaydı. "ne diyorsun sen?" diye çıkıştı öfkesini ana dilinde çok daha açıkça ifade edeceği için, karşısındaki ingilizce cevap vermesine rağmen almanca devam ederek. "bir hain tarafından kurtarılmaktansa ölmeyi yeğlerdim. amirin kim, stommelen mi? onda hain kanı olduğunu başından beri biliyordum zaten."
"sakinleş," diye uyardı sarışın tekrar. "ne ben ordudayım, ne de sen alman kampında. ayrıca seni ben kurtarmadım, o kurtardı."
sarışının parmağını takip edince kapıdaki gölgeyi gördü. gölge değildi aslında. siyah kıyafetleri içinde öyle sessiz ve hareketsiz dikiliyordu ki gölgeden farksızdı. odanın içine birkaç adım attı ve böyle düşünmesine katkı sağlayan bir başka şeyi fark etti. adamın çıplak elleriyle yüzüne bakınca yüz ifadesi çarpıldı. teni koyu renkliydi. çenesindeki solgun yara izinin etrafında ve dudaklarında daha bile koyuydu. incecik saç örgülerinden ikisi yüzünün önüne düşüyordu. aralarında tek adımlık mesafe kalınca durdu. çenesini dikleştirip onu tepeden süzdü. yan tarafından yarım yamalak vuran ışıkta, yırtıcı bir hayvanınkileri andıran gözlerindeki bakış keskin ve parlaktı.
diz çökmesi beklenmedikti, azrail canını almak için üstüne kapanıyormuş gibi geri sıçradı, sakat bacağı elverdiğince. koyu renkli el çenesini sardı. onu itip suratını toprağa sürterek temizlenmek istiyordu. çok da uzun olmayan hayatının tamamı, bir savaş yetimi olduğundan orduda geçmişti. siyahi insanların varlığı, en fazla cin hikayeleri kadar gerçek geliyordu kulağına, daha önce hiç canlı bir tanesini görmemişti. üstlerinin durmadan uyardıkları o şeytanlardandı bu.
adam yüzlerini birbirine yaklaştırınca yarı uyanık olduğu esnada sarışının dudaklarına ateşli bir öpücük kondurduğu an gözünün önüne geldi ve aynısını ona da yapmaya kalkarsa yüzünü ısırmaya hazır olmak için ağzını araladı. "bana bak," dedi adam. ingiliz aksanıyla şekillenen sesi korkutucu derecede sakin ve tuhaf bir şekilde yumuşaktı. "şu sikik bacağını kırıp ağzına sokmamı istemiyorsan beni dinleyeceksin."
karşılık olarak yarı aralık ağzından suratına tükürdü.
tükürüğü adamın yanağında parladı ve siyahi adam öfkeden gözü dönmüş hâlde yumruğunu kaldırınca, "lewis!" diye bağırdı sarışın, durdurmak için üstüne atılarak. "onu korkuttuğun için böyle yapıyor! biraz zaman tanı." adamı omuzlarından itip dirsekleri üstüne düşürdü ve kucağına uzanarak ellerini göğsüne yasladı. lewis denen adam hâlâ sarışının omzunun üzerinden ona bir katilin soğukkanlı ancak tehditkar gözleriyle bakıyordu.
ikisinden uzaklaşmak için elleriyle kendini zeminde geri geri sürükledi. lewis başını sarışının kulağına yasladı. hızlı hızlı nefes alışları dışında her şey çok sessiz olduğundan fısıltısını işitti. "çekil, sebastian. bunu şimdi çözmezsek, hiç çözemeyiz."
sebastian başını iki yana salladı ve lewis'in boynuna daha çok sarıldı. "seb," diye uyardı lewis, biraz doğrulup ellerini belinin iki yanına yerleştirirken. ona bir saniye daha tanıdı. sonra öyle kuvvetle ittirdi ki üzerinden, sarışın yana düşünce başta hareket edemedi. lewis fırsattan istifade ayağa fırladı. "canını yakma!" diye bağırdı sebastian da doğrularak. "önce ben konuşayım, lewis. lütfen, sadece bir dakika-"
çok geçti. lewis yeniden önünde duruyordu. bu sefer eğilmedi. dizini boğazına dayayınca başı, sırtını yasladığı duvara çarptı. soluk borusunun boğumları, kuvvetli diz kapağının altında içe çöktü. nefes almayı deneyip boğazına takılınca kesik kesik öksürdü. "bak küçük pilot," diye başladı adam, elini duvara dayayıp üzerine eğilerek. "şehrimi bombalamak işin eğlenceli kısmıydı. o uçağa binerek elime düşmeyi kabul etmiş oldun. sonuçlarına katlanma zamanı."
nefessizlikten yüzündeki renk çekilince onurunu bir kenara bırakıp boğazındaki dize uzandı. gücü yerine gelmemişti. ittirmeye ve canını yakmaya çalıştı. başaramayacağı belliydi ama gözlerini yumup artık durmasını dilerken bile çabaladı.
baskı gerçekten ortadan kalktı. lewis duvardaki ellerini sürüyerek, onunla göz göze gelinceye dek eğildi. burun buruna dururlarken boğazını ovuşturma dürtüsüne yenik düşmemek için çenesini sıktı. "seni ben bulduğum için şanslısın," dedi adam fısıltıyla. "seni enkazdan kazıp çıkardım. yakalanabilirdim, uçak patlayabilirdi, geç kalabilirdim. seni oradan çıkarmak için hepsini göze aldım. seni emniyete aldım, tedavi ettirdim, odama kabul ettim. seni bulan o çok sevgili yoldaşların olsaydı ne olacaktı, biliyor musun?"
gerçekten cevap vermesini bekliyormuş gibi duraksadı. suratına biraz daha eğilince yüzündeki yara izini kendi teninde hissettiğini sanmıştı ama tehlike alarmları çalan zihni yanılıyor da olabilirdi. "bulmayacaklardı. yoldaşların ancak bombardıman sonrası havada savrulan küllerde kokunu alabilirlerdi. o zaman da küçük tanrınızın selamını yapacak mıydınız birbirinize?"
"havada savrulan bir kül yığını olmayı," diye kesti onu çenesini kaldırarak. "düşman yuvasında sakat yatmaya tercih ederim."
yalnızca çok kısa bir an daha bakıştılar. adamın kaşlarının arasında bir damarın seğirdiğini fark etti. ağzını açarsa çok kötü şeyler olacakmış gibi çenesini sıkıyordu. sonra güldü. yüzünü inceleyip sonunda çok zavallı gözüktüğüne karar vermiş olacak ki alaycı bir gülüştü bu. yavaşça ayağa kalktı. "öyleyse işimiz bittiğinde diğer bacağını da ellerimle kırıp seni uçaklarınızın altına atacağıma şüphen olmasın." döndü, odanın diğer ucundaki masaya geçip gaz lambasını yakınına çekti. bir dünya kağıt ve haritanın üzerine eğildi.
sebastian yerden kalkmış, onun gibi sırtını duvara vermişti. kollarını, göğsüne çektiği bacaklarının etrafına doladı. bir süre lewis'in karanlıkta kalan sırtına baktı. sonra üzgün gözlerle ona döndü. karşılık olarak öfke, öfkeden de ziyade nefret ve iğrenme dolu bakışlarla karşılaştı.
kaza yüzünden zarar gören boğazı şimdi hepten acıyordu. konuşma yetisini kaybetmiş olmaktan korkarak ağzını araladı. "düşmanla işbirliği yapıyorsun," dedi almanca, her kelimeyi vurgulayarak.
sarışın ona anlamamış gibi baktı. sonunda pes etti ve cevabını almanca verdi. "lewis düşman değil. halkını koruyor sadece."
"ben de halkımı koruyorum." öksürük krizi geldi. sakinleşmek için diyaframına tutunup derin nefesler almayı denedi. "senin de yapman gerektiği üzere."
"başkalarını öldürerek yapıyorsun bunu." sebastian'ın yüzündeki ifade gittikçe hayal kırıklığına daha çok benziyordu.
"o da beni öldürdü." bacağını işaret etmesine gerek yoktu. savaşa gidemeyen bir asker, asker olamazdı. asker olamayacaksa, bu hayatta olabileceği başka bir şey yoktu. sebastian anlamıştı. ne kadar hain olursa olsun, sonuçta aynı kandan, aynı topraktan çocuklardı. aynı gözüküyor, aynı dili konuşuyor ve yarı baygın bir askerle ilgilenirken aynı melodiyi mırıldanıyorlardı. masada oturan lewis'e hızlı bir bakış attı. sebastian'la tekrar göz göze geldiklerinde sesini alçalttı. "almanca biliyor mu?"
sarışın ona söyleyip söylememek arasında kalmış gibi yüzünü çevirdi. "hayır," dedi sonunda.
"sana inanmıyorum," diye üsteledi. lewis'in varlığının baskısı ortadan kalkınca zihni bacağındaki acıya yeniden odaklanır olmuştu ve derhal başka meselelerle meşgul olmazsa acıya katlanamayacaktı. "ona öğretmeyi illaki istemişsindir."
"istedim," diye itiraf etti sebastian, herhangi bir suçluluk belirtisi göstermeden. "o istemedi. sizden nefret ediyor."
"sizden mi?" güldü. bu adam onun inandığı her şeyin aksiydi. yoldaşlık için kara bir lekeydi. onunla aynı odada bulunmaktan bile tiksiniyordu. keşke general schumacher burada olsaydı. sakat bir bacağın sızısı aklını meşgul edip dururken gereken cevapları yeterince veremiyordu. "seni benden ayrı kılan ne? senden neden nefret etmiyor?" öpücüklerini hatırladı. midesi kasıldı. bu iğrenme olmalıydı. evet, başka ne olacaktı zaten. iğrenmişti elbette. düşmanı, hemcinsini, üstüne üstlük bir siyahı mı arzuluyordu? "canın karşılığında götünü mü satıyorsun?"
sebastian ona uzun uzun baktı. küfretmesini bekledi, siyah adama şikayet etmesini, hemen yanındaki kovayı kafasına fırlatmasını. onun yerine elleri üzerinde emekleyerek yaklaştı. "ne kadar nefret dolusun," dedi, göğüsleri birbirine değecek kadar yakınına oturarak. hareketleri, bütün hayatı boyunca ona sunulan her türlü sıcak duygudan daha samimi ve şefkatliydi. parmak uçlarıyla saçlarını yüzünden çekmesine izin verdi. "sorun değil," diye devam etti. "seni anlıyorum. senin suçun değil, hepsi geçecek. merak etme." eğildi, çenesinin altına hızlıca dudaklarını bastırıp geri çekildi.
göğsünü bir korku sardı. burada olmamalıydı, o uçakta ölmeliydi. her şey çok yanlıştı. başını ikisini de görmeyecek şekilde diğer tarafa çevirdi. sakat bacağının diz kapağını tuttu. bütün odada duyulacak bir sesle, ingilizce "bombalar burayı dümdüz ettiğinde geçecek," dedi.
Tumblr media
4 notes · View notes
reincar-nate · 2 months ago
Text
newton north high chronicles [chapter 6]
[i just wanna be a good passenger]
hayatında ilk defa hiçbir şey düşünmeye ihtiyacı yoktu.
kendine acıdığı, aptal hissettiği, hiç sahip olmadığı bir şeye karşı özlem duyduğu, kocaman bir evin bomboş koridorlarında kendi başına yemek yediği günler hiç yaşanmamış gibiydi. lewis onu bir kere öpmüştü ve şimdi onun dokunuşunda var olmaktan daha kolay bir şey yoktu.
çarşaflarının üstünde kıvrandı. zihni bir bal peteğine dalmıştı. düşünceler ona uğruyor ama öyle yavaş, öyle tatlı eriyip gidiyorlardı ki, ne ifade ettiklerini anlayacak kadar yaklaşamıyordu onlara. lewis kendi tişörtünden sonra nico'nun üstündekini de çıkarıp atmıştı. dudaklarındaydı, sonra boynunda. nico'nun nefesi boğazında tekliyordu. göğsü nefes almak için kabarıyor, ardından lewis'in, gözlerini başının arkasına kaydıran şehvetli dokunuşları yüzünden asla yeteri kadarını tutamıyordu. lewis'in elleri omuzlarındaydı. parmak uçları tenine batmakta çok ısrarcıydı, kemiklerinin içinde sızlayan bir ağrı bırakıyordu her yerinde. aynı eller dirseklerini sardı. boynuna sarılması için destek oldu ona, böylece lewis çıplak ve savunmasız kalan gövdesini iki yandan daha rahat kavrayabilirdi.
nico avuçlarını onun kürek kemiklerinin keskin hatlarında gezdirdi. sırtı beklemediği kadar pürüzsüzdü. ağırlığını bir tarafından diğerine verdikçe, derisinin altındaki adaleleri kasılıyordu. en iyi pozisyonu kollarını, onun kollarının altından geçirerek uzatmakta buldu sırtına, böylece lewis boynundan elmacıkkemiklerine, oradan da göğsüne kayarken onu kendine daha çok bastırabiliyordu.
bembeyaz teninin kızardığını anlaması için görmesine gerek yoktu. lewis'in ısrarcı dudakları tahmin ettiğinden bile maharetliydi. nico, lewis'in dudaklarının ne kadar maharetli olabileceğini daha önce düşünmüştü. çok düşünmüştü. lisenin ikinci yılında, ona karşı hissettiklerinin basit bir hayranlıktan fazlası olduğunu kabullendiği sıralarda.
yoğun zevkten uyarılmış göğüs uçları, lewis'in dişleri arasında kısılınca, sırtındaki eli kontrolsüzce yukarı fırlayıp oğlanın saçlarına yapıştı. durmasını söylemeyi amaçlayarak dudaklarını araladığında, ne bu düşünceyi ifade edecek kelimeleri ne de onları söyleyecek nefesi bulabildi. çok utanç vericiydi, lewis'in koyu renkli dudaklarının altında inci gibi parlayan hafif ayrık ön dişlerini erkekliğinin etrafında düşlediği olmuştu. ama bu… bu inanması daha zor bir şeydi.
çok fazla yakınlık gerektiriyordu bir kere. lewis dilini göğüs ucunun etrafında kaydırırken bütün ağzını onun göğsüne bastırıyordu. kıvır kıvır saçları çenesini gıdıklıyordu. kuvvetli kolları, etrafına dolanıp belini kıvırması için teşvik etti. lewis ağzını daha geniş ayırarak dişlerini uzaklaştırdı hassaslaşan, pembeleşmiş deriden. bu kez aynı noktaya dudakları bastırdı. dili yavaşça uzanıp göğsünde şöyle bir dolandı. sonra nico'nun hayatında ilk kez bu kadar gürültüyle inlemesine sebep olacak şekilde, tenini ağzının içine doğru çekti. lewis'in ıslak ağzının içine doğru vakumlanan göğüs uçları, gül tomurcukları gibi kabardı. lewis, "göğüslerinden bu kadar uyarılan bir erkeği de ilk defa görüyorum," demek için geri çekilirken ıslak, yapış yapış bir pop sesi çıktı ağzından.
nico buna nasıl cevap verdiğini hatırlamıyordu çünkü beyniyle düşünen her hücresi, lewis'in ağzının içine çekilip gitmişti. "tanıştığın her erkeği göğüslerinden uyarıyor musun?"
lewis başını çevirip aynı muameleyi diğer göğüs ucuna da çekmeden önce derinden bir sesle güldü. nico bu kez yumuşak derisinin lewis'in dudakları arasına emildiği anı görmek için tam zamanında aşağı baktı. sonra zevk kapanı geri geldi. saçlarına kuvvetle asıldı. ama uzaklaştırarak tam zevke erişmeye çalışıp başaramadığı bu eziyetten kurtulmaya mı çalışıyordu, yoksa onu daha da yakınına çekerek sonsuza dek hissedeceği tek şeyin bu olmasını mı amaçlıyordu, orasını kendi de bilmiyordu. lewis, dilini teninde gezdirirken başını yana yatırdı, sol göğsünün üzerine. onun dokunuşları yüzünden hızlanan kalp atışlarını doğrudan duyması, şu ana kadar yaptığı her şeyden daha utanç verici geldi nico'ya. bu defa gerçekten ondan kurtulmak için saçlarını yakaladı.
lewis başını kaldırıp ona baktı. dudakları, yanakları ve çenesi ince bir ter ve salya tabakasıyla kaplanmıştı. saçları alnına yapışmıştı, bir tutamı burnunun ucuna kıvrılıyordu. uzun kirpiklerinin altında bakışları yoğundu. nico'ya kızarmış suratının, dağınık sarı saçlarının, irileşmiş gözbebeğinin çevresinde yok olup giden mavi irislerinin ötesini görüyor gibi baktı. elleri nico'nun kıyafetlerini soyarken bile, nico kendini bu kadar çıplak hissetmemişti. o an ona söylemek istedi. söyleyebileceğine inandı. derken lewis karnını iki yanından kavrayarak, çukurlaşmış, ince tenine eğildi.
kaburgalarının çıkıntılarını öptü. dudaklarını teninden ayırmadan aşağı kaydı. alnına yapışmış saçları peşinden gelerek tenini daha çok uyardıkça, zevkten dudakları hafifçe ayrılan nico'nun boğazından küçük inlemeler kaçıyordu. karnının iki yanındaki tutuşunu sıkılaştırdı. nico başını eğince, lewis'in dişlerini karnının etrafındaki fazla deriye geçirdiğini gördü. canını yakmıyordu. köpek yavruları gibi birbirleriyle oynuyorlardı sadece. nico da onun için bir şeyler yapma isteğiyle doldu.
lewis daha da aşağılara kayarak gözlerini nico'nun şortuna çevirmişti ki, sarışın uzanıp onu çenesinden yakaladı. lewis yatakta nico'nun iki bacağı arasındaki dizinden destek alarak duruyordu. nico çenesini kavrayıp başını kaldırınca, sarışından bir baş kadar daha uzun olacak şekilde dizleri üstünde doğruldu. tepeden oğlanın arzu dolu ancak, lewis'in oldukça yersiz bulduğu, bir utancın gölgesinde kalmış gözlerine baktı. sanki çenesindeki el yüce bir varlığa aitmiş gibi kollarını serbest bırakmıştı, itaat etmek için emir vermesini bekleyerek izledi.
nico yattığı yerden doğruldu. kollarını lewis'in beline doladı. çenesindeki tutuş kaybolunca lewis'in başı doğruca aşağı eğildi, gözleri nico'nun her hareketini takip ediyordu. biçimli kaslarının kaburgalarının altından başladığı noktanın hemen önünde duruyordu nico'nun ağzı. gözlerini lewis'inkilerden ayırmadan yaklaştı. düz, sırtı gibi pürüzsüz tenini öptü önce. karın kaslarının üstünü öperken dilini dudaklarının arasından ileri kaydırdı. hafifçe ıslanan teni havayla buluşunca, lewis elini kaldırıp nico'nun yanağını kavradı.
"ne kadar usluymuşsun meğer," dedi, yanağına nazikçe birkaç kez vurarak. nico gözlerini yumup dudaklarını ısırınca, lewis'in içinde bir şeyler koptu. onu denemek için biraz daha kuvvetle indirdi elini bu kez. nico dudaklarını sıkıca kapadı, kendini aşağı yukarı hareket ettirerek kalçalarını yatağa bastırdı. lewis güldü. diğer eliyle oğlanın saçlarını kavradı. yanağına son kez vurdu, kaşlarının zevkle kıvrılışını izledi ve sonunda "ee," diye fısıldadı. "beni bunun için mi durdurdun?"
nico gözlerini araladığında, lewis bir cesaret dalgasının gelip kalan tüm sağduyusunun üstünü örtmesini izledi keyifle. yanağındaki elini aşağı kaydırarak az önce nico'nun onu tuttuğu gibi tuttu çenesini. sırtını dikleştirdi ve oğlanı kendine çekti.
belini saran kollar, teninde dolanan ağızla beraber aşağılara kaydı, kalçalarının üzerine. nico, oldukça bol eşofmandan bile belli olan erkekliğine yanağını dayadı önce. lewis inledi, çenesindeki parmakları o kadar sıkılaştı ki nico irkilerek geri çekilecek oldu. "çok garipsin nico," dedi lewis. "önce beni kışkırtıyorsun, sonra da kaçmaya çalışıyorsun. olmaz ki böyle."
mesajlarda yazdığı her laf suratına fırlatılırken nico sinir olmuş gibi güldü. "böyle mi oynuyoruz, lewis?" saçlarındaki el onu yeniden lewis'e çekti. nico aşağıdan onu şöyle bir süzdü. sonra parmaklarını eşofmanın beline geçirdi.
pantolonu dizlerine çekilirken, lewis bir an için nefes almayı unuttuğunu sandı. nico onu derhal görmek ister gibi alnını karnına dayamıştı. erkekliğini gördüğünde nico'nun tepkisini izlemeyi çok isterdi, ama oğlanın büyülü anını bölmemeye karar verdi. ince, solgun parmaklar eşofmanını baksırıyla beraber aşağılara sıyırdı. nico burnundan tatmin ve heyecan karışımı bir sesle güldü. sarı saçlarını teninde sürükleyerek karnından kasıklarına indi. sırtı ve göğsü tertemiz ve pürüzsüz olmasına rağmen, bu kadar erkeksi takılan birinin en azından kasıklarının etrafının tüylü olmasını beklerdi nico. halbuki lewis'in kasıklarının altından başlayarak karnına doğru yükselen, ve şimdiden yarı sertleşmiş, teninden bir tık daha koyu renkli erkekliğinin çevresi tertemizdi. nico'nun dili önce köküne dokundu. tek eliyle erkekliğini başından kavrayarak daha rahat uzanabileceği şekilde tuttu. lewis'in derin bir nefes aldığını duydu. göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. başını yana eğerek dilini, kökünün etrafına sarmak için yaklaştı.
lewis, nico'nun muamele çekmekte bu kadar yetenekli olmasından rahatsız mı olduğunu, yoksa zevk mi aldığını bilmiyordu. sarışının dilinin güzelce ıslattığı noktalara, hemen ardından yumuşacık dudaklarıyla dokunması onu mest etmişti. saçlarını kökünden daha sıkı kavradı ama hareket ettirmek için bir şey yapmadı. nico'nun hızı tam istediği gibiydi.
erkekliğinin ucu, nico'nun sıcak avucunda titriyor ve onu hayretler içinde bırakacak kadar çok damlatıyordu. dudaklarının rahatlatıcı dokunuşundan men etmek için, nico onu iyice sardı. dili erkekliği boyunca kayıyor ve tam ihtiyacı olan noktada yok oluyordu. lewis başını geri attı. güneş batıp karanlık çöktüğü için detaylarını inceleyerek kafasını dağıtamadığından, tavanın karanlığına bakmakla yetindi. tek ışık kaynağı en üst katın koridoruydu, nico'nun odasının kapalı kapısı ardından içeri azıcık sızmaktan başka bir şey yapamıyordu. lewis birden nico'yu tüm güzelliğiyle görmek istedi. gece lambası bulmak umuduyla başını çevirdiği sırada nico elini çekti, ve sonunda sarışının ağzı, erkekliğinin heyecanla sızlayan ucundaydı.
nico onu ağzına tek seferde, olabildiğince ileri kayarak aldı. lewis hiç beklemediği bu zevk dalgası karşısında kasıldı, iki büklüm olup oğlanın saçlarına yapıştı. nico, burnu kasıklarına değene dek itti kendini. lewis çok ağır bir şeyi kaldırmaya çalışıyor da altında eziliyormuş gibi bir inleme koyuverdi. "nico," dedi nefes nefese. "gerçekten çok hızlı gidiyorsun."
erkekliğini boydan boya saran ağız, bir kıkırtının titreşimiyle kaplanınca, lewis aklını oynatacağını sandı. ağzında biriken salyalar akıp gitmesin diye nico hızlıca birkaç kez yutkundu. lewis o zaman erkekliğinin, oğlanın neredeyse boğazına sarktığını fark etti. "nico," dedi tekrar, bu kez kontrollü bir sesle. "bana izin ver."
böylece erkekliğini ıslak ağzında masaj yaparcasına emen kuvvet kesildi. nico biraz geri çekilerek burnundan derin bir nefes aldı. lewis onun saçlarını okşadı, nazikçe tekrar kavramadan önce. kalçalarıyla nico'nun başını aynı anda geri çekerek oğlanın ağzında biraz yer açtı. ufak bir ayarlamayla tekrar ileri kaydı yavaşça. bu kez erkekliği, oğlanın yanaklarının içine doluyor ve öncekinden daha az bir kısmını ileri itebiliyordu ancak nico'nun böyle daha rahat olduğuna emindi. ellerini lewis'in uyluklarına bastırarak kendini sabitledi sarışın, sonra lewis'e, kafasını hareket ettirmekte yardımcı olmaya koyuldu. erkekliği yanaklarını doldurdukça, dilini üzerinde gezdiriyordu. buğulu, etrafı yaşlarla ıslanmış mavi gözleri aniden lewis'e dönünce, boşalmak üzereymiş gibi bacakları titredi lewis'in. nico'yu saçlarından çekerek erkekliğinden ayırdı. nefes nefese birbirlerine bakmayı sürdürdüler.
nico yüzünü koluna sildi. gözlerinin yanı sıra burnuyla ağzının etrafı da ıslanmıştı. lewis baş parmaklarıyla dudaklarının kenarını temizleyerek ona yardımcı oldu. sonra sarışının yanaklarını kavradı. dudaklarının üstüne hızlı, basit bir öpücük kondurdu. "vay canına," diye başladı. "böyle bir şey yapabileceğini düşünmemiştim."
"ne yapabileceğimi düşünmüştün?" nico'nun yüzüne yaramaz bir gülümseme yerleşti. eserini inceliyormuş gibi lewis'i baştan aşağı şöyle bir süzdü. erkekliği hâlâ suratının önünde ve öncekinden bile daha büyüktü. kıkırdadı ve cevap bekleyerek lewis'in gözlerine geri döndü.
lewis başını yana yatırarak düşündü. "mesela," dedi, bir yandan gece lambası aramaya devam ederek. "seni kapıya yaslasam, işimiz bitene kadar durmadan ağlayabileceğini."
nico onun derdini sonunda anladı, oğlanı göğsünden ittirerek önünden çekti. eşofmanı hâlâ dizlerinin üstüne indirilmiş şekilde yatağa oturdu lewis. üstünde kısacık şortundan başka bir şey olmayan nico'nun çıplak vücudunu süzdü. sonunda kapıya ulaştı, lewis onun birkaç düğmeye bastığını duydu ve işte, odanın tavanına gömülü led lambaların loş ışığı içeriyi dolduruyordu. "daha iyi mi?" diye sordu yataktaki oğlana dönerek. "sanırım deminden beri beni çıplak görmek için deliriyordun."
lewis onu çıplak görmek için öyle deliriyordu ki az önce karanlıkta bile vücudunu süzmeye çalışmıştı ama bunu ona söylemedi. onun yerine ayağa kalktı. eşofmanı ayak bileklerine düşünce kıyafetinin dışına adımladı. o yaklaşırken, nico da gerileyerek sırtını kapıya yasladı. ellerini bel çukuruna gömmüştü. lewis tam karşısında durdu. sarışının şortunu belinin iki yanından tutarak kendine doğru çekti. "ama marifet ışıkta değilmiş belli ki," dedi nico'nun göz hizasına gelebilmek için duruşunu dikleştirerek. "hâlâ her şeyini göremiyorum."
nico ona kısa bir an daha baktı. şortunun fermuarını açıp kıyafeti, iç çamaşırıyla beraber bacaklarından aşağı itmek için lewis'in ellerini çekmesini beklemedi. lewis'in ona yardımı dokunmadı. sarışınla uğraşmak için şortu geri yukarı çekiyormuş gibi yaptı ve nico elinin tersine bir tane geçirince kıkırdayarak durmak zorunda kaldı. "hem laf ediyorsun, hem engel oluyorsun," diye homurdandı nico, başını sallayıp sarı saçlarını diğer tarafa yatırırken.
nico'nun teni bembeyazdı. o kadar parlak gözüküyordu ki lewis ellerini karnının üstünden belini çevreleyecek şekilde yerleştirme ihtiyacı duydu. ten renklerinin tezatlığı içinde tatlı bir hissi tetikledi. ne olduğunu bilmiyordu ama başa çıkabilmek için olabilecek en mantıklı yolu seçti. nico'nun bacağını aşağıdan kavrayarak beline sardı. kolunu da dizinin altından geçirerek kapıya dayadı. böylece bacağını indirmesine engel olacaktı.
sarışın ondan biraz daha uzun olduğundan, nico'nun erkekliği lewis'in kasıklarına sürtünüyordu. lewis'inkine kıyasla ufak tefekti, beyaz teninden daha pembeydi ve dikkatli bakınca kasıklarıyla birleştiği noktada ince, sarı tüyler görebiliyordu. lewis kocaman elini erkekliğinin üstüne bastırınca, nico inlememek için çenesini sıkarak başını geriye, kapıya yasladı. "ee," dedi lewis'e meydan okur gibi. "bu kadar mıydı?"
sonraki an lewis bacağının altına attığı kolunu daha yukarılara kaldırarak kapıya yaslıyor, bacaklarını genişçe ayırması için diziyle uyluklarına bastırıyordu. nico dengesini kaybeder gibi olunca bir eliyle lewis'in omzuna, diğeriyle kapının tepesine takılı askılığa tutundu. "kırılmasın?" diye takıldı lewis, gözleriyle yukarıyı işaret ederek. boştaki eli bacaklarının arasını okşuyor, sarışının heyecanla kasılan adalelerini az sonra olacaklar için sakinleştirmeye çalışıyordu. nico sırıtarak daha çok asıldı askılığa. "kırmayan şerefsiz."
lewis hamilton'ın bu dünyada meydan okumalara cevap vermekten daha çok sevdiği bir şey yoktu. tekrar askıya ve sonra nico'ya baktı. "umarım çok pahalı bir şey değildir, bebeğim," dedi uzanmadan önce.
lewis'in eli bacaklarının içlerinden yukarıya, erkekliğine tırmandı. parmakları heyecanla titreyen ve az önce lewis'inki gibi damlayan sertliğini kavrayınca, nico gözlerini lewis'den ayırmadan inledi. lewis onu önce baştan sona okşadı. erkekliğinin başına yaklaşınca tutuşunu sıkılaştırıyor ve aşağı kayarken nico'nun istediğinden bile daha gevşek bırakıyordu. mavi gözlerin vücudunda hararetle gezinip durmasına gülümsedi. sanki nico çok uzun zamandır onu böyle görmeyi arzuluyordu. ama her şeyin bir sınırı vardı. göremezse, vücudunun bunu daha çok hissederek telafi etmeye çalışacağını biliyordu. ağzını, kulağıyla boynunun birleştiği o hassas noktaya gömerek nico'nun aşağı bakmasına engel oldu. nico anında başını geriye yatırdı. kapı ağırlıklarıyla hafifçe sallandı.
erkekliğinin yeterince uyarıldığını ve boşalmasını istemiyorsa onu daha fazla zorlamaması gerektiğini fark edince, lewis elini bu defa başka bir yere kaydırdı. erkekliğinin kökünden, testislerinin üzerinden geçti ve kalçalarının başlangıcına doğru bastırdı. nico'nun, lewis'in kolunun üstünde hapsolan bacağı spazmla titredi. "lewis," dedi nico güçbela. şimdi kulağının etrafında dolanan nefesi yüzünden konuşacak güç bulamıyordu. "parmakların çok güzel."
odaklandığı için çatılan kaşlarının altından güldü lewis. "daha tadına bakmadın bile," diye takıldı kulağının dibinde. aksanı, ses tonu, sıcaklığı, kokusu… her şey öyle baş döndürücüydü ki nico yine o en güzel uykularının en tatlı rüyalarında mı olduğunu merak etti.
"öyle değil, normalde de çok güzeller." nico dudaklarına kavuşmak için başını çevirince beceriksizce öpüştüler. çünkü ikisinin de asıl odağı başka yerdeydi. lewis'in orta parmağı şimdi nico'nun deliğinin etrafında geziniyor, onu kışkırtmak için parmağını ileri geri oynatarak hafifçe vuruyordu. "dev gibiler," diye açıklamaya çalıştı nico öpüşmeleri arasında. "kuvvetliler, biçimliler, renkleri muhteşem."
orta parmağı sonunda içeri kaydı. nico askıya daha çok tutunarak kendini yukarı çekti bu yabancı hisse alışana kadar. lewis parmağını oynatmak, onu olabildiğince çabuk tatmin etmek istiyordu ama nico'nun duvarları etrafında mengene gibiydi. parmağını kendine çekemediğini fark etti. sıcak darlığın içinde tek yapabildiği duvarlarına baskı yapmaktı.
işaret parmağını da girişinde gezdirirken, nico bu kez dudaklarına farklı bir zevkle atıldı ve ıslak sesleri odada yankılandı. dilleri yavaşça birbiri etrafına dolandı, nico onu ağzının içine, gittikçe derine çekti. ve lewis şaşkınlıkla, parmağını daha rahat oynattığını fark etti. sarışının ağzının üzerinde güldü. işaret parmağı da nico'nun içine kayınca, sarışının hareketlerine bir akıcılık geldi. lewis kocaman elini, avucu yukarı bakacak şekilde kıvırdı. parmaklarını içinde sağa sola gererek onu gevşetmeye çalıştı.
öpüşmelerinden bu kez ikisi de inlemek için ayrıldı. lewis bileğini kıvırınca sonunda nico'nun istediği o noktaya, prostatının üstüne denk gelmişti. nico birden gevşedi. lewis'in aşağı bakacak yüreği yoktu ama parmak boğumlarının ıslandığını hissedebiliyordu. her iki parmağının ucu da tekrar tekrar aynı yeri uyarmaya koyuldu, ta ki nico ağlamaklı bir sesle alnını alnına yaslayana kadar.
"istemiyorum, istemiyorum," diye mırıldandı sarışın oğlan. "böyle değil. lütfen, lewis. içimde… istiyorum." lewis'in yanağını kavradı tekrar dudaklarına kapanmadan önce. "dayanamıyorum."
lewis tek kelime etmeden parmaklarını içinden çıkardı. bacağını kaldıran kolunu daha yukarı taşıdı ve sonunda nico'nun içinden çıkardığı ıslak parmaklarıyla kendi erkekliğini kavradı. heyecanını yatıştırmak ve içine girer girmez boşalmayacağından emin olmak için gereğinden fazla oyalandı. nico sabırsızlanıyordu. lewis'in dudaklarından yanaklarına, boynuna kaydırıyordu ağzını. sonunda kulağının dibinde soluklandı. "sorun ne?"
"kondomun var mı?" diye aklına gelen ilk yalanı sıktı. aslında kondom sikinde falan değildi. her anlamda.
ne yazık ki nico zihnini okuyabiliyordu anlaşılan. "kondom mu? kondom istiyor gibi mi gözüküyorum?" sonra lewis'in beklediği en son şey oldu. nico onu saçlarından kavrayıp tamamen kendine çekti. "beni ne kadar sert sikersen sik, hamile kalmayacağım, hamilton. elinden geleni ardına koyma."
bu, lewis için son noktaydı. nico'nun muamele çeken tatlı ağzı değil, parmaklarını yutan deliği değil, kaslarının etrafında gezinen dudakları değil. bu. düzgün ingilizcesinin altında zar zor fark edilen alman aksanıyla, onu sertçe saçlarından çekerek kulağına, başka kimsenin telaffuz etmeye cesaret edemeyeceği şeyler fısıldaması. o yüzden sonunda boştaki kolunu oğlanın beline sardı, kalçalarını öne çıkarması için sertçe kavradı onu ve erkekliğini deliğine hizalayıp hızlı bir hareketle içine kaydı.
parmakları iyi iş çıkarmıştı. nico'nun deliği hâlâ dardı ama lewis'in erkekliğini sarmaktan mutlu görünüyordu. kasıkları birbirine değiyordu, nico'nun sertliği karnının üstüne doğru sürünerek kasıldı. sarışın, zevkle baş etmeye çalışırken askıya asılarak bütün vücudunu gerdi ve çığlık atarcasına inledi. lewis onun alışmasını beklemedi, zaten dünden razı gözüküyordu. ilk hareketi kontrolsüz ve hızlıydı. nico'nun içinde doğruca prostatının üstüne çarptı ve lewis hırladı. roscoe'dan da, bailey'den de daha becerikliydi bu konuda.
nico sonrasını takip edemedi. lewis'in kasıkları kendininkilerin üstündeydi bir an, bir an sonraysa darlığına daha sert girebilmek için geri çekiliyordu. lewis'in tıpkı kasları gibi sporla biçimlenmiş kalçasını kavradı. onu kendine çekiyor, mümkünmüş gibi daha fazlasını istiyordu. lewis onun belinin açısını ayarladı, kalçaları hız kesmeden ileri geri gitmeye devam ediyordu. ikisi de kendilerini kontrol edebildikleri noktayı çoktan geçmişlerdi. nico'nun bacağını taşıyan kolunu kurtarmak için, lewis oğlanın bacağını beline doladı. kendi kolları da belini sardı sıkıca. sarışını tamamen kapıya yaslayarak ayaklarını yerden kesti. lewis kalçalarıyla beraber nico'yu da hareket ettiriyordu. hâlâ nico'nun parmakları arasındaki askı, her hareketlerinde kapıya çarpıyordu.
"nico," diye hırlardı lewis boynuna doğru ikinci kez ve bu defa nico bu sesten kesinlikle çok hoşlandığına karar verdi.
"içime gelmezsen seni öldürürüm," dedi nico karşılık olarak.
lewis suratını onun boynuna bastırdı, kalçalarını da erkekliğini sonuna kadar alacak şekilde kasıklarına. ikisinin gövdesi arasında ezilen nico'nun erkekliği seğirdi. lewis bu sıcak, ıslak ve son derece davetkar darlığa daha fazla dayanamayarak boşaldı.
hayatında ilk defa, boşalırken tir tir titrediğine şahit oluyordu. kulakları basınçla patladı, gözleri kaydı ve yüzünü nico'nun boynuna bastırıp nefes almaya çalışmaktan başka bir şey yapamaz oldu. orgazmı normalden uzun sürmüştü, ya da belki arka arkaya boşalmıştı. bilmiyordu ama nico'nun darlığının dolduğunu, kendi spermlerinin erkekliğinin etrafından kayıp dışarı taştığını, parmak uçlarında durduğu parkeye damladığını görebiliyordu.
nico'nun erkekliği de ikisinin karınlarını beyaza boyayarak patladı sonunda. bir zevk çığlığıyla askıya asıldı ve birden ikisi de güçten kesilmiş hâlde yere yığıldılar. aslında daha çok nico yığılmış ve lewis de onu tutmaya çalışırken üzerine düşmüştü.
nico'nun aralık bacakları arasından göğsüne düşen başını kaldırdı lewis. iyi olup olmadığını anlamak için yanaklarını kavramıştı ki nico'nun yüzündeki ifadeyi gördü. az sonra kahkahalarla gülüyordu.
"n'oldu?" dedi lewis, deminden beri ikisini de mahvedecek şeyler yapmamış gibi.
nico elindeki askıyı havaya kaldırdı. tutunduğu diş elinde kalmıştı. "gerçekten kırdık," dedi ve bu kez beraber gülmeye başladılar.
sebastian, kabuslar ve yarım yamalak imgelerle dolu uykusundan, öncekinden bile yorgun hissederek kalktı. dışarıda yağmur yağıyordu. serin, ısrarcı bahar yağmurlarından.
telefonu çalıyordu. başının tepesine kadar çektiği pikenin altından komodine, şiş gözlerini kısarak baktı. bu saate ne diye alarm kurmuştu, bilmiyordu. bir haftadır okula gittiği yoktu zaten. bir hafta daha gitmese olurdu. hatta bir daha hiç gitmese yeriydi.
uyumaktan uyuşmuş düşünceleri yavaşça daha mantıklı bir çerçeveye oturunca, sesin alarma değil, bir telefon aramasına ait olduğunu fark etti. kalbinin göğsünde deliler gibi çarptığı birkaç saniye boyunca melodiyi dinledi, aklından türlü senaryo geçti ama hiçbiri de ihtimal dâhilinde gelmiyordu. sonunda tekrar sessizlik oldu. geçen yaz aldırdığı kocaman fon perdeleri dahi kapalı olduğundan oda karanlığa gömülmüştü. arama sona erince, ekranı aşağı bakan telefonun zayıf ışığı da kesildi. sebastian tereddütle elini pikenin altından çıkardı.
telefonu tutup ekranı kendine çevirdiği süre arasında saatler geçmiş gibi geliyordu. görebilmek için gözlerini daha çok kıstı. lewis'in ismini görmeyi bekledi sıkıntıyla son aramalarda. ama lewis yoktu. telefon bir bildirim sesiyle çınladı. önüne, görmeyi belki de en son beklediği o mesaj düştü.
buluşabilir miyiz?
doğru okuduğundan emin olmak için harfleri üç defa baştan inceledi. yanılmıyordu. oydu.
mark webber.
5 notes · View notes
reincar-nate · 2 months ago
Text
newton north high chronicles [chapter 5]
[to turn and run when all i needed was the truth]
lewis'in ne olup bittiği hakkında hiçbir fikri yoktu.
yavaşça yanındaki sandalyeye, sebastian'ın kulağına eğildi. bir yandan seçmeler için kullandıkları odanın ortasında, oraya lando tarafından zorla getirildiği belli olan carlos, yırtınırcasına bir george washington performansı sergiliyordu. "iyi misin, seb?"
sebastian cevap vermek yerine önündeki puanlama tablosuna bir şeyler çiziktirdi. göz ucuyla kontrol edince carlos'la alakası olmayan notlarını gördü lewis. bir tarih yazıyordu, şubat tatili öncesine aitti, hatta belki başladığı gündü. yanına bir f+ konmuştu. hangi dersten f almıştı sebastian? öyle bir şeyden bahsetmemişti. altta başka bir tarih daha vardı. tam günü belli ki o da hatırlamıyordu, birkaç tahmini sayıyı arka arkaya sıralamıştı. bunun yanında da j+ ve a+ yazıyordu. dikkatini çekmek için "j diye bir notumuz olduğunu bilmiyordum," dedi tekrar.
sebastian bu kez irkildi. yazan kendisi değilmiş gibi kağıttakilere garip garip baktı. "not değil zaten."
"ne öyleyse?"
"arkadaşlar," diye böldü alex. "sevgili carlos burada performans sergiliyor. biraz saygı mı göstersek?"
masanın diğer ucunda oturan george gülmemek için kendini zor tuttu. tiyatronun bütün işini yürüten insanları öylece azarlamasına rağmen arkasında kelly hocanın varlığına sahip olduğundan tek laf edemedikleri alex, seçmeleri sürdürdükleri şu birkaç günde hepsinin canına okumuştu. sebastian ve lewis artık umursamıyordu bile. seslerini kesip tekrar carlos'a döndüler.
"bebeğim, tekrar başlasana," dedi lando carlos'a, lewis'ten izin ister gibi. lewis bıkkınlıkla başını sallayınca carlos'un fazla ispanyol george washington'ı yeniden hayat buldu. seçmeler asla bitmeyecekti.
sebastian'ın sinirleri daha fazla kaldırmıyordu.
bazen bütün varlığının ikinci plana atılmaktan ibaret olduğunu düşünüyordu. arkadaşlarını koruyamıyordu. sevgililerini elinde tutamıyordu. belki de ilk kez yattıklarında ondan çokça etkilendiği belli olan lewis'i reddettiği için lanetlenmişti.
mark'ı öyle gördükten sonra partiden nasıl çıktığını bilemedi.
pekala, mark ona tapıyor falan değildi. ama sebastian flört ettiklerinden oldukça emindi. bazen akşamüzeri buluşup el ele tutuşarak caddelerde yürüyorlardı. mark onu voleybol maçlarına davet ediyordu. geceleri parkta oturup bira içiyorlardı. son haftalarda rosberg'den başka bir şeyi düşünemeyen lewis'e anlatamadığı her şeyi mark'la paylaşabiliyordu. mark iyi bir dinleyiciydi. mark onun gözlerinin içine, sebastian gerçekten önemli biriymiş gibi bakıyordu. mark tanıştıkları günden beri üstüne atlayıp ona dokunmaya kalkmamıştı, ki çoğunlukla sebastian'ın görüştüğü oğlanlar öyle yapardı. sebastian o tür zamanlar vücudunun dışında yüzüyormuş gibi hissederdi. mark'ın yanındaysa hiç olmadığı kadar kendindeydi. ne kadar bira içerse içsin zihni ayıktı, arkada, romantik ortamlarına uygun şarkılar çalıyordu. hayatında ilk defa birinden bu kadar hoşlanıyordu. mark ona tapmıyordu belki ama sebastian ona tapıyor olabilirdi.
öyle ki, lewis'e bildiği şeyleri anlatmamıştı bile. mark'ın ondan nefret etmesini göze alamazdı. partiden ağlayarak çıkmasının sebeplerinden biri buydu. lewis'e ihanet etmişti. mark da ona ihanet etmişti. kocaman bir yanlış kararlar yumağının içindeydi.
gece yarısından sonra ortalığa serinlik çökmüştü. ıslak yanakları soğuktan yandı. kollarını vücuduna dolayıp nereye gittiğine bakmadan ilerledi. parti ışıkları altında mark'ın bir oğlanın yüzüne eğilmiş hâlini zihninden çıkaramıyordu. hıçkırarak avuç içlerini gözlerinin üstüne bastırdı. böyle bir partide işleri yoluna koyabileceğini nereden çıkarmıştı ki zaten? iki kol beline dolanıp onu kenara çekmeden önce işlek bir caddeye adım attığını fark etmedi.
"bırak beni!" diye çıkıştı, bu kişinin lewis olmasından korkarak. ama kollar onu güvenli kaldırımda daha da geri çekerken direnecek güç bulamadı kendinde. başını kaldırıp arkadaşının endişeli yüzüne baktı.
"ne yaptığını sanıyorsun?" dedi daniel, iyi mi diye sağını solunu kontrol ederken. sebastian kendinden ve onu bu noktaya getiren her kararından nefret etmesi dışında harikaydı. uzanıp daniel'a sarıldı yavaşça.
"bilmiyorum, dany. hiçbir şey bilmiyorum."
daniel, sebastian'ı daha önce hiç bu kadar perişan görmemişti. keskin lafları ve acı yorumlarıyla tanınan sebastian, genelde ağlatan tarafta olurdu. lisenin başından beri hemen hemen her gün beraber olmalarına rağmen onun ağladığına ilk kez şahit oluyordu. ne diyeceğini bilemeden arkadaşının sarılışına karşılık verdi.
daniel'ın omzunun üzerinden bir anlığına lewis'i gören sebastian, arkadaşının göğsüne daha çok sokuldu. "beni eve götürür müsün?" neyse ki daniel neden lewis'i beklemediklerini sormadı. bir taksi durdurdular. taksi caddede ilerlerken lewis son anda kaldırıma çıktı ve ikilinin arkasından bakakaldı.
"uzun lafın kısası, ne olup bittiğine dair hiçbir fikrim yok," dedi lewis, geçen gece yaşananları anlatmayı sonlandırırken.
oscar bir psikiyatrist edasıyla başını salladı ve oldukça mantıklı o soruyu sordu. "neden bunları sebastian ve daniel'la konuşmuyorsun?"
"benimle konuşmuyorlar ki!" diye patladı ellerini iki yana açarak. "seb o günkü seçmelerden beri kaç gündür okula gelmiyor. mesajlarıma da bakmıyor. daniel'a soruyorum, 'seb'e söz verdim söyleyemem' diyor. hiçbir şey anlamadım bu işten."
ortamı yumuşatmak için oscar, logan'ın getirdiği kekten birer dilim keserek misafirlerine plastik tabaklarda ikram etti. odanın köşesine kurulu mini soğutucudan da capri sun'lar çıkardı. stokunu öyle herkesle paylaşmazdı, logan ve lewis kıymetini bilseler iyi ederlerdi. pazartesi programı için oscar'ın davet ettiği logan sonunda lafa karışmaya karar verdi. lewis'i ve arkadaş grubunu pek tanımıyordu belki ama anlattıklarına bakarak şunu söyleyebilirdi, "daniel ve sebastian'dan bilgi alamadığına göre, ortamda konuşabileceğin tek bir kişi kalıyor."
"nico," dedi üçü de aynı anda.
"partiyi de arkadaşı vermiş dedin. sebastian'ı ağlatacak kadar ciddi bir mesele illaki kulağına gitmiştir." oscar kekten kocaman bir ısırık aldı. "kim olduğunu biliyor musun?"
lewis bunu nico'yla konuştuklarını hatırlıyordu. arkadaşının ismini bilemeyince nico'nun ne kadar tatlı güldüğünü hatırladı. yüzünü bir sıcaklık kapladı. boğazını temizleyip ona garip garip bakan logan'la oscar'a döndü. "biliyorum. dediğiniz gibi nico'yla konuşmak zorundayım."
oscar gözlerini devirdi. "sanki hiç istemiyormuşsun gibi davranma, lewis. hazır yanına gitmişken çıkma teklifi de et."
"öpüştünüz mü?" diye sordu logan sırıtarak. oscar'ın hızla gözlerini kaçırması lewis'in dikkatinden kaçmamıştı.
"siz programınızı sunun, ben arkadaşlık ilişkilerimi yoluna sokayım. herkes işine baksın." kekin son lokmasını ağzına atıp, bitiremediği capri sun'ı çantasının yan gözüne sokuşturdu. stüdyodan çıkmadan önce "öpüşmüşler," dedi logan, oscar'a dönerek. ikili normalden bir saniye daha uzun bakıştı.
akşam eve gider gitmez lewis'in ilk işi telefonuna sarılmak oldu. nico'yu o gece öylece bırakıp gittikten sonra tekrar yüzüne bakacak cesareti henüz toplayamamıştı. nico ona ne kadar kızsa hakkıydı. neredeyse onu kullanmış gibi hissediyordu. o yüzden mesajlaşmanın daha kolay olacağına karar verdi. yatağına yüz üstü uzandı. bütün gün yokluğunda onu özleyen roscoe, zavallı, kısa bacaklarıyla yatağa tırmanmaya çalıştı. lewis elini göbeğinin altına kaydırıp köpeği yukarı çekti. batmakta olan güneşin ışıklarıyla yıkanan loş odada kafa kafaya verip telefona baktılar. roscoe'nun bir damla salyası nico'nun profil fotoğrafına aktı.
Tumblr media Tumblr media
roscoe nefes almayı kesti. lewis dondu. telefonu yatağa bırakıp doğruldu. sebastian nico'nun arkadaş grubuyla takılıyordu. sebastian nico'nun arkadaş grubuyla takılıyordu-
sebastian nico'nun arkadaş grubuyla takılıyordu.
bu bilgi aniden kafasındaki o kadar fazla düşünceyi birbirine kattı ki lewis camı açıp birkaç nefes çekmek zorunda kaldı ciğerlerine. başı dönüyordu. kim olduğunu merak ederek nico'yu aradıkları zamanları düşündü, rosberg soyadında birini bulmaya çalışmalarını. jenson'ın seçmelerdeki performansına burun kıvırmasını hatırladı, çocuğun ortaya çok iyi bir iş koymasına rağmen hem de. düşünceleri durdurmak ister gibi ellerini başına bastırdı. birkaç derin nefes aldı.
hemen yargılamamalıydı. sebastian onun arkadaşıydı. hiç tanımadığı nico'yu bile erken yargılayarak hata etmişti. telefonuna geri döndü.
Tumblr media
koyu renkli elleriyle yüzünü örttü. nico muhtemelen onu engelleyecek ve hayat sona erecekti. bildirim sesi geldi. mesajlarına geri döndü ve nico'nun bir konum paylaştığını gördü. evinin konumunu.
nico'nun evi inanılmaz gösterişliydi. lewis bunu daha mahalleye girerken fark etmişti. bahçeler daha büyüktü, garaj girişlerinde ikişer araba duruyordu. evlerin bazıları iki, çoğu üç katlıydı. mahallenin sonundaki ev üç katlılar arasındaydı, saray gibi bembeyaz ve fransız balkonluydu. konum doğruca orayı gösteriyordu. lewis orta gelirli bir aileden geliyordu. istediği şeyleri alabilmek için lise hayatı boyunca sık sık yarı zamanlı işlerde çalışmıştı. tek arabaları aile yadigarı, eski bir pikaptı. güzel giyinmeye çalışmış olmasına rağmen, şifreli bahçe kapısında dururken kendini pasaklı hissetti.
kocaman, metal parmaklıklar sarsıldı. irkilerek geri çekilince sorumluyu aşağıda, burnunu parmaklıkların arasına kıstırmış hâlde buldu.
"bailey!" dedi nico koşarak bahçeyi geçerken. "buraya gel oğlum! misafirimizi korkutacaksın."
"köpekleri severim," diye açıkladı lewis hemen. korkmamıştı. kocaman, kahverengi bir labradorun kapıya toslaması beklenmedikti, o kadar. ona bakılırsa roscoe daha tehditkar bir köpekti. nico kapıyı açınca onu koklamak için uzanan köpeğin başını okşayarak bahçeye girdi. "akşam akşam rahatsız ettim," dedi lewis bu kez. nico'nun üstündeki kocaman mercedes tişörtü ve kısa şortu, beynine tuhaf şeyler yapıyordu. gözlerini oğlandan güçlükle ayırarak eve baktı tekrar. hava neredeyse kararmış olmasına rağmen yalnızca en üst kattaki tek bir odanın ışığı yanıyordu.
çimenlerin üstünde yuvarlanarak göbeğini sevdirmeye çalışan bailey'den uzaklaşarak ayağa kalktı nico. "sorun değil," dedi hemen. sesi öfkeli çıkmıyordu ama göz göze gelmekten kaçınıyordu. "evde yalnızdım. genelde kendim kalıyorum zaten."
"ya," demekle yetindi lewis. bu kadar büyük ve gösterişli bir evde neden yalnız kaldığını sormadı. etraflarında dört dönerek misafirleriyle oynamaya çalışan bailey eşliğinde bahçeyi geçtiler. lewis ortamı yumuşatmak için telefonuna uzandı. galerisini karıştırıp aradığı fotoğrafa ulaştı. ekranı nico'ya çevirdi. "benim de roscoe'm var."
Tumblr media
nico'nun fotoğrafa bir an bakması yetti. kıkırdayarak lewis'in omzuna devrildi. şampuanı öyle güzel kokuyordu ki lewis alabildiği en derin nefesleri aldı. "biraz sana benziyor," dedi nico. lewis dehşet içinde ekranı kendine çevirdi. "bana mı benziyor?!" lewis kokmuyordu, salya akıtmıyordu, bira kutularını kemirmiyordu (bazen kemiriyordu), burnu ıslak değildi-
"hayvanlar sahiplerine benzer derler."
nico kapıyı açmak için basamakları tırmanıp verandaya çıkarken lewis dönüp bailey'ye baktı. kocaman, meraklı, mavi gözler, pembeleşmiş bir burun, güneşin son ışıkları vurdukça sarıya dönen kürk, vurgulu yüz hatları. nico haklı olabilirdi. pervazı oymalarla süslenmiş kapıyı yavaşça araladı oğlan. önce başını uzatıp etrafı kolaçan etti. sonra lewis'e dönüp sadece dudaklarını oynatarak çabuk diye fısıldadı. kimden kaçtıklarını bilmiyordu ama lewis, nico'nun dediği gibi yaptı. bailey, onlar içeri girerken merdivenlerin dibine uzandı.
"rocky her an kapının açık olduğunu fark edebilir." nico, lewis'i kolundan çektiği gibi içeri sürükleyip kapıyı kapadı. "kapı açılınca iblise dönüşüyor." dediklerini doğrular gibi içeriden vahşi bir miyavlama duyuldu. kedi, nico'ya bailey'den bile çok benziyordu. turuncuydu bir kere. ve dünyadaki bütün kötülüğün kaynağı lewis'miş gibi suçlayıcı gözlerle suratına bakıyordu. kapının kapandığını görünce nico'ya dönerek tekrar cırladı. "olmaz." nico ellerini beline koyarak aşağı eğildi. "bailey'yi tekrar dövmeyeceksin." kedi tüylerini kabartarak tısladı. lewis bir kedinin bunu yapabildiğini bilmiyordu. sanki söyleniyormuş gibi bir takım mırlamalar eşliğinde yanlarından ayrıldı.
"rocky sana daha çok benziyor," dedi lewis kedi yeterince uzaklaşınca.
nico burun kemerini sıktı. "rocky benim ilk bebeğim, onu çok seviyorum ama bailey'yi fena dövüyor." lewis'in başıyla onayladığını görünce kollarını göğsünde birleştirerek tek kaşını kaldırdı. "ben kimseyi dövmüyorum."
kedi de tıslarken böyle gözüküyordu ama lewis bunu nico'ya söylemedi.
"aç mısın?" diye sordu nico konuyu değiştirmek için.
"akşam yemeği yedim ama içecek bir şeyler varsa alırım."
"tatlı da var," dedi nico mutfağa girerken. devasa koridorun sağındaki kapısız girişten geçti. evin dışı gibi içi de tamamen beyazdı. ikea'nın tanıtım için kullandığı stüdyo evlerden birindeymiş gibi hissettiriyordu. ışıklar tavana gömülüydü. tezgah ayrıcaydı, karşı duvarda kahve köşesi vardı, onun yanında tamamı cam kaplı dolapların içleri kristal bardaklarla doluydu. ortadaki adada fazladan bir lavabo vardı. bir yerleri kirletmekten korkarak olduğu yerde dikildi.
"ne yapıyorsun?" diye sordu onun hâline gülen nico. adanın altına sürülü bar sandalyelerinden birini çekip işaret etti. "otursana."
"böyle iyiyim," dedi lewis gülümsemeye çalışarak. hafızası onu yanıltmıyorsa nico kamerasını kaybettikten sonra yenisini alacak parayı biriktiremediğinden kulüpten ayrılmıştı. bu bilgi şimdi ona pek gerçekçi gelmiyordu. paranoyak oluyordu. ya da şizofren. bir tür zihin hastalığından mustarip olduğu kesindi.
buzdolabından birer kup parfe çıkarırken, nico onu şöyle bir süzdü. "ne konuşmak istiyordun?"
geçen gün seni bırakıp gittiğim için üzgünüm. sebastian'la ilgilenmeye çalışıyordum, meğerse bana haber vermeden bir takım işlerle uğraşıyormuş. ama sana bunu söylersem karşında zayıf ve aptal gözükürüm. ayrıca olayları sebastian'dan dinlemeden bir çıkarımda bulunmamalıyım. yine de kırıldım. evin bu kadar gösterişliyse neden kamera alamıyorsun? galerinde ne vardı? charles ve max bana hâlâ söylemediler. haftaya tekrar maçımız var ama takımı forma sokamadım. tiyatro seçmeleri çok kötü gidiyor. yakında mezun olacağız ve ne yapacağımı bilmiyorum. galiba senden hoşlanıyorum-
"lewis," dedi nico nazikçe koluna dokunarak. kelimeler lewis'in zihninde duruldu. kolundaki el yavaşça yukarı tırmandı. oğlanın sıcacık dokunuşu yanaklarını kavrarken lewis gözlerini kaldırıp ona baktı. öfke bulamadı. üzüntü ya da pişmanlık da. yalnızca şefkat buldu ve tek ihtiyacı olan şeyin bu olduğunu fark etti. "odama çıkalım mı?" diye fısıldadı oğlan.
"kapıyı kapat da rocky beni dövmeye gelmesin," dedi lewis.
nico kapıyı kapattı. oda çok geniş olmasına rağmen neredeyse boştu. ortaya ufak bir kilim atılmıştı. onun dışında çift kişilik bir yatak, gardırop ve çalışma masasından başka bir şey yoktu. lewis dönüp onu izleyen oğlanın buğulu, mavi gözlerine baktı. "geçen gece için üzgünüm," demekle başladı. nico ona doğru birkaç adım attı. lewis odağını kaybetmemek için gözlerini yere dikti. "aslında buraya konuşmak için geldim. ama işe yarar hiç kelimem yok, nico."
nico'nun ayakları, onunkilerin dibinde durdu. "lewis," dedi yavaşça, harflerin tadını almaya çalışır gibi. "seni anlamam için kelimelere ihtiyacın yok."
o zaman bütün vücudundan bir titreme geçti. yaz akşamları çıkan hafif rüzgarın ve ağızda kamaşan meyvelerin verdiği türden tatlı bir titremeydi. nico ona doğru eğildi. evden acele çıkarken düz tabanlı ayakkabılarını giydiği için pişman olmuştu, nico'dan kısa olmak istemiyordu. ama nico ona öyle bir ilgiyle, o kadar yoğun bir heyecanla eğildi ki, lewis birkaç saat önce bunu dert ettiğine bile inanamaz oldu. cam ardına kadar açık ve ev devasa da olsa, etrafta kimsecikler olmadığından dudakları buluştuğunda çıkan ıslak, beceriksiz sesi ikisi de net bir şekilde duydu. nico'nun sıcacık ağzı alt dudağının etrafında şekillendi, lewis onun üst dudağını neredeyse zarifçe kavradı. ilk öpücükleri sakinleştiriciydi. yalnızca birbirlerinin tadına bakıyormuş gibi hareket etmekten, hatta nefes almaktan imtina ediyorlardı. geri çekilmelerinden hemen önce nico onun dudağını biraz fazla kıstırdı kendi dudakları arasında ve bir damla salya aralarında uzayıp gitti. "nico," dedi lewis ellerini oğlanın beline sararken. beli incecik olduğundan, uzun kolları kalçalarının üstüne kadar inmişti. "ne kadar tatlı olduğundan haberin var mı?"
nico kollarını onun omuzlarına doladı. bir eli ensesindeki kıvır kıvır saçları parmağına dolayarak oynarken lewis huylandı. "öyle miyim? hiç belli etmiyorsun."
lewis ağzını oğlanın kulağına bastırmadan önce hâlâ dağınık olan yatağa baktı. ya nico'nun yatak toplama alışkanlığı yoktu, ya da lewis'i yatağında uzanarak beklemişti. "şimdi belli edeceğim ve asla unutamayacaksın."
tekrar oğlanın dudaklarına eğildi. bir eli yaramazca, nico'nun tenine sürtünmeye özen göstererek aşağılara kaydı. oğlanı yatağına doğru geriletene kadar orada oyalandı. sonunda yatağın kenarındalardı. lewis'in kocaman eli nico'nun uyluğunu iç tarafından kavradı. bacağını o kadar kuvvetle kendine, belinin etrafına doğru çekti ki, nico dengesini kaybedip doğruca yatağa sırtüstü devrildi. lewis'in saçları yüzüne dökülüyordu. ensesindekilerden bile daha kıvırcıklardı, uçlarının yer yer sarımtırak olduğunu fark etti. boyaları akmıştı, yine de ona kendine has bir hava katıyorlardı.
üstündeki oğlan aralık dudaklarından içeri kaymak için uzanınca, lewis'in burnundaki piercing'i bir anlığına kendi teninde hissetti. alev alev yanan vücuduna hiç iyi gelmemişti soğuk metalin ani dokunuşu. göğsünden yukarı kontrolsüz bir inilti çıktı. lewis'in dili ağzını işgal ederken sesini de bastırdığı için korktuğu kadar utanç verici olmamıştı gerçi. ayrıca lewis'in hoşuna gidiyor gibiydi.
lewis'in hoşuna gidiyordu. gitmese dilinin, sarışının dili etrafında ne işi olurdu? ruhunu ağzından çekip almak ister gibi ısrarcı davranmazdı. dilini damağına, daha da aşağılara inmek istiyormuş gibi boğazına, yanaklarının yumuşak, kaygan iç kıvrımlarına kaydırmazdı herhalde. zevkten ağzını kapatacak gücü bulamayan nico, kısık gözlerle odasının tavanını izliyordu. lewis'in maharetli dili onunkinden ayrılırken tekrar inledi. lewis onun zevkle açılmış dudaklarını sırayla, ve epey gürültüyle, öptü. nico'nun teni yumuşacıktı, dudaklarının, parmaklarının altında kayıp gidiyordu. oğlanın bacağını belinin etrafına daha sıkı doladı ve savunmasız kalan kasıklarının üstüne kocaman avcuyla, sıkıca bastırdı. nico'nun beli elektrik yemiş gibi gerildi. bütün vücudu ikiye katlanmak için çırpındı ama lewis onu olduğu yerde tuttu.
nico'nun başta lewis'in omuzlarında, neredeyse utangaçça duran elleri şimdi sırtındaydı. çok geçmeden kalçalarının üstüne kaydılar. lewis onun dudaklarından ayrılarak doğruldu. "çok hızlısın, nico," dedi, daha önceki bir konuşmaları aklından geçerken. nico da hatırlamış olacak ki sırıttı. "umarım sen de öylesindir, lewis," dedi, karşılık olarak.
lewis, nico'nun bacakları arasına yasladığı dizinden destek alarak ellerini yataktan ayırıp tişörtünün eteklerini kavradı. tek hamlede başından çekip çıkardı. nico'nun onu ağır ağır inceleyen bakışları altında kemerini de çözdü. koyu renkli teninin üstünde, düzenli sabah sporlarının ve vegan beslenme alışkanlıklarının eseri kasları, başka herhangi bir insanda duracağından daha biçimli duruyordu. pantolonundaki kabartı ve heyecanla inip kalkan göğsüyle onu bekleyen oğlana eğilmeden önce fısıldadı.
"bak bakalım öyle miyim."
6 notes · View notes
reincar-nate · 2 months ago
Text
binbir gece masalları [altıncı gece]
[mangalı halledemiyom]
kurban bayramı charles'ın hiç beklemediği kadar çabuk geldi. her yanı buram buram pişmiş et kokan mardin, şimdi de pişmemiş et kokuyordu. charles kesinlikle ilkini tercih ederdi.
aklına tekrar getirmeye bile dayanamadığı önceki gecelerinin sabahında, sonunda sainz konağında ilk defa aileyle beraber kahvaltı masasına oturmuştu. senna'ların aksine haremlik selamlık şeklinde yemiyorlardı. her alfa kendi omegasına, her omega da kendi çocuklarına sahip çıktığı sürece beraber oturmaktan keyif bile alıyorlardı sanki. senna konağındaki yemeklerde sohbet çok sınırlıydı, buradaysa millet bağırıp gülüşmekten yemek yiyemiyordu.
yemek de yenecek gibi değildi zaten. kavurma vardı, ciğer vardı, içine yumurta kırılmış et sote vardı. charles bir ara meyve tabağı gördüğünü sanıp heyecanlanmıştı ama çok geçmeden bunların aslında az pişmiş seven birkaç aile büyüğü için hazırlanmış et tabakları olduğunu fark etmişti. masanın başında oturan carlos dede ve hemen yanında karşılıklı oturan eşi carlos dedeyle oğlu carlos babanın yanına, carlos'un dibine yerleştirilmişti sandalyesi. eşi ağzına kaşık kaşık et doldururken sessizce izlemekle yetiniyordu. carlos'lar kendi aralarında yeni satın aldıkları arazi için kimle anlaşmaları gerektiğini tartışıyorlardı. charles başını hafifçe eşinin koluna yaslayıp kulak kabarttı.
anladığı kadarıyla sainzlar da tıpkı sennalar gibi dededen toprak zenginiydi. tek farkları sennaların tarım işleriyle haşır neşir oluşuydu. bir dünya kavun karpuz tarlaları, ürünlerini tüm türkiye'ye dağıttıkları üzüm bağları vardı. sofradan da meyve eksik olmazdı bu yüzden. sainzlarsa hayvancılığa yönelmişti. özellikle bir sürü büyükbaş yetiştiriyorlardı. kurban bayramı sainzlar için önemliydi çünkü yıllık kazançlarını bu birkaç günde ikiye, bazen üçe katlıyorlardı.
yakın zamanda aldıkları arazi çok bereketli çıkmıştı. carlos dede diğer arazilerdeki büyükbaşları buraya taşımak, boşalan alanlarda da biraz kümes hayvanlarına yönelmek istiyordu. carlos baba yalnızca bir tane at çiftlikleri olduğundan, bir tane de buraya kurmak istiyordu. charles ise en çok carlos'un fikrini mantıklı bulmuştu. ekonominin kötü gidişatı kurbanda küçükbaş hayvana rağbeti artırmıştı, bu kurbanda da önceki performansı yakalamak istiyorlarsa buraya derhal bir küçükbaş hayvan çiftliği kurmaları gerekiyordu.
çok fazla teknik kelime, çok fazla karmaşık sayı ve çok fazla adam sesi vardı ama charles bu kadarını doğru anladığından emindi. uzun süre yaslanıp kolunu ağrıttığından, carlos sonunda ona doğru döndü. "kahvaltın bitti mi meleğim?"
charles çok açtı. hiçbir şey yiyememişti ve sıcaktan ağlamak istiyordu. gülümseyip "evet," dedi.
carlos uzandı. charles bir an onun ne yapacağından emin olamayarak paniğe kapıldı. adamın eli karnının üstüne indi, şöyle bir sıktırıp yokladı. "yok," dedi sonunda. "doymamışsın. neden yemiyorsun?" charles cevap veremeden evli oldukları şu birkaç günü gözden geçirip cevabı kendi buldu. "sen et çok sevmiyorsun sanki."
et sevmemek hayvancılıkla uğraşan bir mardin aşiretinin konağında illegal miydi bilmediği için charles bir şey demedi. "yok yok, sen sevmiyorsun." carlos tamamen emin olunca başını salladı. arkada vızır vızır dönerek biten tabakları dolduran hizmetçilerden birini durdurdu. "bize bir tabak yumurta salatası, yanına bolca yeşillik. meyve varsa ondan da karışık koyun. bir de şunları dolduruver." eşiyle kendisinin boş çay bardaklarını işaret etti. "benimki demli olsun."
"teşekkürler," diye mırıldandı charles, hizmetçi gidince. "sen çok tatlı bir adamsın."
bunu bir iltifat olarak söylemeye çalışmıştı. carlos ona iltifat ederken çok doğal gözüküyor ve bunu sık sık yapmaktan geri durmuyordu. charles da karşılık vermek istemişti. ama kelimeler onun dudaklarında eğreti kaldı, samimi bir iltifattan çok, dikkat diye çerçeveletilip fen ders kitaplarının altına yerleştirilecek bir bilgi kutucuğu gibiydi. carlos sainz: çok tatlı bir adam.
konuşmaktaki beceriksizliğinden dolayı tam yerin dibine geçiyordu ki yanağında yumuşak bir dokunuş hissetti. masa çok gürültülü olduğu için bunu yapmasına gerek yoktu aslında, kimse onların mahrem konuşmalarını duyamazdı ama carlos yine de kulağına eğildi. "asıl sen çok tatlısın, meleğim. özellikle dün çok tatlıydın-" charles göğsüne vurunca gülerek geri çekildi. eşinin babası ve dedeleriyle kahvaltı yaparlarken seks hayatlarından bahsetmek istemiyordu.
"benimle kurbanlık seçmeye gelir misin?" hizmetçi istedikleri tabakları önlerine bırakırken böyle sordu carlos. aşırı aç olmasına rağmen o kadar şaşırmıştı ki charles kirpiklerinin altından eşine anlamayarak bakmayı sürdürdü. "ne kurbanlığı?" dedi sonunda.
carlos'un utanabildiğini o zamana kadar bilmiyordu. sormaktan pişman olmuş gibi çenesini ovuşturdu adam ve gözlerini kaçırdı. "istemeye de bilirsin tabii. nerede görülmüş omegaların kurbanlık seçmeye götürüldüğü?" charles devam etmesini isteyerek başını salladı. "evliliğimiz bereketli olsun diye bu yıl senin niyetine de kurban keserim diye düşünmüştüm." carlos'un kocaman avcu nazikçe saçlarını okşadı. "huzurumuz, paramız, bebeklerimiz bol olsun."
charles mutlu mu olmalıydı, gergin mi, bilmiyordu. ne kadar bol bebekten bahsettiğini sormak için ağzını açtı ama onun yerine "sen gerçekten iyi birisin, carlos," dedi. "tabii ki seninle gelirim. gerçi daha önce hiç kurbanlık seçmedim ama."
"et yemekten de hoşlanmıyorsun," diye devam ettirdi carlos.
charles'ın gözlerinin içi parladı. "yine de gelirim. bu… romantik bir şey." carlos'un küçük çocuklar gibi yüzüne yayılan gülümsemeyi bastıramadığını fark edince kıkırdadı.
"hadi iki lokma bir şeyler ye artık," dedi carlos yeni gelen tabakları işaret ederek. taze çayını yudumlarken, göz ucuyla günler sonra ilk defa iştahla yemek yiyen eşini izledi.
"bu çok tatlı!" diye cırladı charles, koçun boynuna daha sıkı yapışarak. "bunu istiyorum, bu olsun!" daha az önce koçun ne kadar huysuz olduğundan bahseden bakıcı, şaşkınca omegaya döndü. koç devasa, kıvrık boynuzlarını onun suratından özenle uzak tutuyor ve kabarık, beyaz yünlerini sunuyordu sanki. geviş getirmeyi yarıda keserek ağılın dışında duran carlos'la bakıcıya böğürdü. sesi, bağıran bir insana o kadar benziyordu ki charles kıkırdadı.
carlos bu manzaraya dehşetle baktı. "meleğim," dedi koçu ürkütmemek için ellerini kaldırarak. "yavaşça bırak o hayvanı ve bana doğru gel."
"n'olmuş ki?" dedi charles dudaklarını büzerek. kurbanlık yetiştirdikleri çiftliklerinden birine geldiklerinden beri hoşuna giden tek hayvan bu koç olmuştu. carlos büyükbaş kesmeleri konusunda çok ısrar etse de charles onların kaba doğasından hoşlanmamıştı. çok iriydiler, çok hantaldılar, kocaman kafalarını ağıldan kaldırdıklarında ağızlarından salya ve saman karışımı bir sıvı akıyordu. bu koçsa yumuşak bir bulut yığını gibiydi. küçükbaşların bakıcısı her ne kadar zorlu ve inatçı bir hayvan olduğunu, ağıldaki koyunlarına terör estirdiğini ve etinin muhtemelen çok sert olacağını söylese de charles onu istiyordu.
"bebeğim, bak bir sakatlık çıkacak şimdi başımıza. bırak onu, bana gel. yavaşça gel, toslamasın."
"niye toslasın ki?" diye sordu charles. carlos'un sinirden tek gözü seğirdi. eşi toprağa çöküp otururken sinirlerine hakim olmaya ve onu üzecek bir şey söylememeye çalıştı. sonra o cümle geldi. "necati uslu bir koç."
"ne?" dedi carlos'la bakıcı aynı anda.
"necati," dedi charles.
carlos burun kemerini sıktı. "charles. kesip yiyeceğimiz hayvana isim veremezsin." koç, sanki ne dediğini anlıyormuş gibi gergince tekrar bağırdı.
"kesip yiyeceğimiz hayvan mı?!"
vay canına. carlos daha önce hiç kurbanlık bir hayvanın kesilip yeneceğini düşünemeyen biriyle evleneceğini hayal etmemişti. mardinli carlos ağa için ilginç bir deneyim oluyordu. koçun toynaklarını yere vurmaya başladığını fark edince zamanının dolduğunu anladı. taktik değiştirmesi gerekiyordu. "charles," diye başladı. "gel de necati'yi eve götürelim o zaman. onu eve götürmek istiyorsun, değil mi?"
charles başını aşağı yukarı salladı. ayağa kalktı. çok normal bir şeymiş gibi koçun boynuzunu tuttu ve hayvanı ağılın çıkışına yürüttü. bakıcı dehşet içerisinde bu anormal yetenekli, kutsal omegaya bakıyordu. boynuzunu tuttuğu koçun, geçen hafta çıraklarından birinin bacağına toslayıp sakat bırakanla aynı hayvan olduğuna inanmak güçtü.
"onu çok sevdim," dedi charles, kocaman hayvanı görmeyebilirlermiş gibi koçu işaret ederek.
"fark ettim meleğim." carlos sonunda rahat bir nefes alarak eşinin koluna yapıştı ve onu ağıl kapısından dışarı çekti. huysuzlanacak gibi olan koçu, çıraklar carlos'un kamyonetinin rampasına doğru yönlendirdi.
charles ellerini eşinin göğsüne bastırdı. "carlos," dedi nağmeli bir sesle, kur yapar gibi. "onu kesmesek olur mu? necati'ye ben baksam?"
"neden bu kadar sevdin ki-"
"boynuzuna kurdele takacağım," dedi charles. "lütfen?"
gözleri öğlen güneşinin altında o kadar yeşil, ince dudaklarındaki kıvrım o kadar öpülesiydi ki carlos'un izin vermekten başka çaresi yoktu. "olur meleğim. sen nasıl istersen. en iyisi seni eve bıraktırayım, ben de diğer kurbanlıkları seçip gelirim."
"teşekkürler!" charles hızlıca onun boynuna sarılıp. belini sarmak için uzanan carlos'un kolları, eşi aynı hızla geri çekilince boşluğa düştü. charles hevesle gülüp korumaların arabalarından birine yürürken arkasından baktı. "geç kalma sakın," diye seslendi charles, açılan kapıdan arabaya binmeden önce. "öğleden sonra aile mangalına gidiyoruz."
carlos içindeki bu kıpır kıpır hissin nereden geldiğini bilmiyordu. daha önce hiç yaşamamıştı. ama charles bir yandan heyecanlı, bir yandan da fazla hevesli gözükmekten dolayı utanarak camdan ona el sallarken tüm hissedebildiği buydu. göğsünü ovuşturdu ve bu hissin verdiği heyecanlı titremeyi atmanın bir yolu var mı diye aradı.
"max!" diye bağırdı charles, ileri atılarak. yumuşak çimenler çıplak ayaklarının altından kayıp gitti ve kendini kuzeninin kollarına bıraktı. max'ın kolları ince belini kolayca sardı. bir an sonra ayakları yerden kesilmiş, havada tam tur atıyordu. başını max'ın boynuna bastırdı. küçük bir çocuk gibi kıkırdamaktan kendini alıkoyamıyordu. onu öyle çok özlemişti ki.
"charlie!" max sonunda durup onu yere indirdi. hâlâ çok yakın, neredeyse burun burunalardı. charles onun kollarına tutundu, max'ın parmakları beline oturdu. cehennemden hallice mardin güneşinin altında gülümseyerek birbirlerine baktılar. devasa senna aşireti yüzünden ucu bucağı olmayan kuzenler arasında, max her zaman onun favorisi olmuştu. yaşıt olduklarından beraber büyümüşlerdi, en azından sebastian, nico ve lewis olaylarıyla ailelerinin arası açılana ve her gün avluda beraber oynama sıklıkları, yerini yıllık mangal buluşmalarına bırakana kadar.
ergenliklerine beraber adım atmışlardı. gerçi max ondan daha çabuk olgunlaşmıştı. okulunda yaptıkları test sonucunun konduğu zarfı açıp en üstteki alfa sembolünü gördüklerinde, bütün aileyi bir şenlik havası kaplamıştı. charles'ın benzer bir zarfta, ancak daha küçük, yamuk bir şekilde basılmış omega işaretini ve altındaki uzun uzadıya yazılmış talimatları (metal plakanın kullanımı, bastırıcıların yan etkileri, en kısa zamanda eşlendirilme) eve getirmesiyse bundan bir buçuk sene sonrasına tekabül ediyordu.
nico'nun omega olduğunu öğrendikleri günden bile kötüydü. fred annesi zarfı derhal kapatıp bir kenara koymuş ve sessizlik içinde odasına çekilmişti, peşinde eşi toto'yla beraber. lorenzo birkaç gün ona günaydın bile dememişti. yalnızca sessiz akşam yemeklerinde george'un yüzünün neredeyse anlayışlı bir ifadeye büründüğünü görmüştü. bir beta olarak bu dışlanmışlığı az da olsa anlıyor gibiydi. yalnızca, yalnızca max ve nico onu tebrik etmişti. nico anlaşılırdı ama max… omega olduğunu öğrendikten sonra max'la ilk kez sarıldıklarında, charles oldukça tuhaf hissettiğini hatırlıyordu. şimdi bu tuhaf his yine karnında bir yerlerde filizleniyordu, ta ki arkalarında biri boğazını temizleyene dek.
charles öyle bir irkildi ki düşeceğini sanan max onu daha sıkı tuttu. oğlanın ince dudaklarına mahcup, özür diler bir ifade yerleşti ve geri adımlayarak alfanın kollarından uzaklaştı. arkasını döndüğünde carlos'u, tek elinde charles'ın az önce koşmak için bir kenara fırlattığı babetleri taşırken buldu. uzun, koyu renk saçlarından bir tutamın aralarında kıvrıldığı kaşları çatılmıştı. kötü bir şey söylemek üzereymiş de kendini son anda durdurmuş gibi dudaklarını sımsıkı birbirine bastırmıştı. omzunun üzerinden az ötedeki ağacın gölgesine park ettiği siyah range rover'ı gözüküyordu. charles'ı arabadan indirmesinin üzerinden birkaç dakika bile geçmemişken eşinin kendini içine atmakta gecikmediği bu hâl hiç hoşuna gitmemişti.
charles'a bakmadan ilerledi. "tanışmadık galiba, kardeş," dedi max'a hitaben, onun fikrince hâlâ pek yakın duran ikilinin arasına girerek. charles bir anda kendini eşinin kuvvetli sırtına bakar bulunca gözlerini kırpıştırdı.
eşinden epey uzun olduğu için max'ın dudaklarına yayılan kurnaz gülümsemeyi görebiliyordu. kuzeni, eskiden sık sık aile büyükleriyle alay etmek için kullandığı ses tonuna büründü ve karşı tarafı oldukça rahatsız edeceğini bilerek aptala yattı. "doğrudur, tanışmadık. toto dayının charlie'ye refakatçi tuttuğunu bilmiyordum." samimiyetsiz bir şaşkınlıkla elindeki babetleri işaret etti.
charles utançtan ölecekti. carlos'un öfkeyle onun üstüne atlamasını bekledi nedense. hatta elleri, onu durdurmak için koluna uzandı. ama gereksiz bir hamleydi çünkü carlos yalnızca omuzlarını gerdi, çenesini kaldırdı ve doğruca max'ın gözlerine baktı. "refakatçisiyim. akraba adı altında ona el süren pezevenkleri uzak tutuyorum." arkasını dönme ihtiyacı duymadan uzanıp charles'ın elini yakaladı. yüzü alev alev yandığından ne kuzenine ne eşine bakabilen genç adam, onu sürüklemesine izin verdi.
"carlos," diye açıklamaya çalıştı charles. max'ın yalnızca değer verdiği bir akrabası olduğunu söylemek istedi ama birden bire, küçüklüğünde bundan biraz daha fazlasını istemiş olabileceğini anlayınca sustu. zaten carlos da hâlâ ona bakmıyordu. charles'ın ince eli onun avucunun içinde kaybolmuştu, adamın tutuşu neredeyse bileğine tırmanıyordu.
çardaklarla çevrili parkın ortasına yürüyen ikilinin arkasından bakan max, kollarını göğsünde birleştirerek tek kaşını kaldırdı. "işe bak," diye mırıldandı kendi kendine. "charlie'mi evlendirdikleri yetmemiş, bir de yobaz herifin tekine yamamışlar." max haberi aldığında evde neredeyse sinir krizi geçirmişti. nasıl olurdu da çocukluk arkadaşı, hayatta istediği her şeyden koparılıp gencecik yaşında sözlendirilirdi? evlendiklerine de hâlâ inanamıyordu. bugün kuzenini bu kaba saba adamdan ve kara bahtından kurtaracaktı.
çardakların hepsini zapt etmiş, mangalı ortadaki çimenliğin hemen üstüne kurmuşlardı. yan tarafa iki portatif masa iliştirilmişti. birinin üstü et ve tavukla doluyken, diğerinde kırmızı ve yeşil biber, patlıcan, domates, masanın altında da közlenmeyi bekleyen bir çuval mısır koçanı duruyordu. önlerine gururlu, bütün mangalı kendi başına halledebileceği izlenimi veren tek bir tabure yerleştirilmişti. "emin misin?" diye sordu charles, taburede oturan adama.
adam omuzlarından dökülen kıvır kıvır, koyu renk saçlarını yüzünden itti. charles'ın son gördüğünden bu yana epey uzamış olan sakallarını tırnaklarıyla düzeltti. güneş gözlüğünü öyle zarif bir hareketle çıkardı ki charles doğrudan onun gözlerine baktığını başta anlamadı. lewis hamilton ayrık üst dişlerini sergileyerek gülümsedi. "şüphen mi var?"
onun tepesinde dikilerek saygısızlık ediyormuş gibi hisseden charles hızlıca yanına çömeldi. "olur mu öyle şey, enişte," diye toparlamaya çalıştı, hayran gözlerle aşağıdan onu süzerek. "halledebileceğine eminim de, etler-"
lewis bir köpek eğitmeni edasıyla elini kaldırdı, charles hemen sustu. adam dönüp omzunun üstünden arkadaki çardakta oturan eşine baktı. hassas mavi gözlerini korumak için o da güneş gözlüğü takıyordu, sarı saçları devasa bir hasır şapkanın altında kalmıştı. bacak bacak üstüne atınca epey kısa olan şortu uyluklarına tırmanmıştı. charles, kıskançlığıyla nam salmış lewis eniştenin, eşinin bunu giymesine nasıl izin verdiğini bilmiyordu. cevabını çok geçmeden aldı. "nico'm ister de ben pişirmez miyim? tüm doğunun en yumuşak etini hazırlayacağım bugün."
onu duymaması imkansız olan nico hamilton, bir hıh sesiyle başını diğer tarafa çevirdi. anlaşıldı, diye düşündü bakışları ikisi arasında gezinen charles. evde fena kavga dönmüş. başka hiçbir güç inatçı, vegan enişteye et pişirtemezdi.
ateşi harlamak için kullandığı plastik yelpazeyi bir kenara bıraktı. "bebeğim," dedi lewis, ellerini belinde birleştirip kur yapan kuşlar gibi çarpık adımlarla eşine yaklaşırken. nico oturuşunu hiç bozmadan kendini çardakta kaydırdı. amacının lewis'den uzaklaşmak olduğu belliydi ama öyle olmadı. aksine lewis çardakta açılan boşluğa, yanına oturdu, epey yanına, ve uzanıp eşini çıplak bacaklarından kavrayarak durdurdu. diğer eli de arkadan dolanıp omzunu sardı, nico'nun kaçacak yeri kalmamıştı. "barışmadık mı hâlâ? nasıl alayım senin gönlünü?"
charles, lewis eniştenin sırtı engel olduğu için yalnızca nico'nun gardını indirmek üzere olduğunu, eşinin göğsüne yaslanmamak için kendini zor tuttuğunu görebildi. lewis enişte onun yüzüne daha da yaklaştı. charles utançla başını çevirdi. sonra yere yuvarlandı.
"kimi!" diye azarladı nefes nefese yanlarına varan jules. üstüne atlayıp devirdiği charles'ı ahtapot gibi saran kimi'yse umursamıyordu. charles'ın nefes alamadığından emin olana kadar genç adamdan ayrılmadı.
"çok özledim!" kimi bir yandan zırlıyor bir yandan da charles'ın yanaklarını öpüyordu.
charles tam "ben de," diyecekti ki jules daha fazla dayanamayarak ona diğer yandan yapıştı. oğlunu azarlamamalıydı, jules çok daha fena sarılıyordu. sonra sırtına bir yük bindi ve biri omuzlarını sardı. charles carmen'in dirseklerine kadar altın bileziklerle kaplı kollarını tanıdı. onları gerçekten ne kadar özlediğini yeni fark ediyordu. büyük bir rahatlamayla kendini bıraktı ve devasa bir beden yumağı olarak tekrar yere yuvarlandılar.
"şunun suratına bakın!" diye cırladı carmen, doğrulup charles'ın yanaklarını iki yandan sıktırarak. "kilo vermiş!"
"çocuğumu beslememişler," dedi jules öfkeyle. anne maymunlar gibi orasını burasını dürterek sağlığını anlamaya çalıştı. testten geçememiş olacak ki yüzündeki ifade daha da düştü.
"iyiyim ben," dedi charles hemen. ona heyecanlı gözlerle bakan üçlünün arkasında, ilerideki çeşmenin yanından, eşinin onu tuhaf tuhaf izlediğini görebiliyordu. az önce max'ın yanından ayrıldıklarından beri charles'la konuşmamıştı. aşırı öfkeli bir hâli vardı ama bir türlü charles'a da bağırıp kızmıyordu. onları duyabiliyor muydu bilmiyordu ama aniden sainz'ları savunma ihtiyacı duydu. "bana çok iyi baktılar, carlos sağ olsun-"
jules omzuna vurdu. "yeme beni, çocuk. ben malımı bilirim. evlendiğinden beri o mutfaktan bir tane sevdiğin yemek pişirdilerse ben de kimi'nin annesi değilim."
kimi'nin gözleri dehşetle açıldı. "ne-" jules onun ensesine vurdu.
"iyi misin meleğim?"
hepsi jules'un suçuydu. kimi'yi döverek dikkatini dağıtmasaydı carlos'un yanlarına geldiğini görebilirdi. sabah son anda sırtına geçirdiği ceketini, çeşmenin yanındaki ağacın dalına asmıştı. charles oturduğu yerden, dar gömleğinin vurguladığı kıvrımlı, kuvvetli vücudunu süzdü. carmen kalkıp kardeşine sarılana dek ne kadar süre geçmişti bilmiyordu. apar topar ayağa kalktı ve üstünü başını silkeledi. kimi ve jules'un da sonunda doğrulduklarını ve eşiyle aralarında elle tutulur bir soğukluk olduğunu fark etti. carlos, carmen'e sarılırken bile gözlerini charles'ın üstünden çekmedi. bugün bu adamda bir haller vardı ama charles bir türlü anlayamıyordu.
jules kollarını göğsüne birleştirdi. "charles zayıflamış," dedi carmen'den ayrılan carlos'a hitaben. charles iki ateş arasına kalmış da kendini korumaktan başka yapabileceği bir şey yokmuş gibi ellerini kaldırdı.
"charles bana geldiğinde zayıftı zaten," diye cevapladı carlos, ellerini cebine atarak.
jules'un yüzü mosmor kesildi. "ne demek istiyorsun?"
alfa birkaç adım yaklaşınca kimi annesini koruma isteğiyle öne çıktı ama jules onu durdurdu. charles gerginlikten dudaklarını çiğniyordu. carmen kolunu yakalayıp onu yoldan çekti. jules ve carlos, o anda dünyanın en memnuniyetsiz iki insanı, karşı karşıya durdu. "diyorum ki sizin ailede bütün omegaların dili böyle pabuç gibi mi?" carlos max'la konuştuğundan daha sakin ancak daha mesafeli bir tona bürünmüştü. "keşke biraz charles'ıma da öğretseydiniz."
"charles'ın mı?!" diye kükredi jules. "o benim charles'ım!"
"n'oluyoruz, gençlik?"
sarışın adamın bir eli jules'un, diğeri carlos'un omzuna bir pat sesi eşliğinde iniverdi. bugün daha ne kadar kötü gidebilirdi charles bilmiyordu. dün gece max'a kısaca mesaj atıp abisi gelecek mi diye sormuştu. max ise babasıyla arası bu aralar fena olduğu için muhtemelen gelmeyeceğini söylemişti. ama işte sebastian verstappen, lewis enişteninkinden bile uzun saçları, kirli sakalları, her daim takındığı aşağılayıcı gülümsemesiyle buradaydı. kimsenin görüp duymasını istemediği aile kavgalarına şahitlik ediyordu. muhtemelen birkaç saat içinde tüm mardin detaylara hâkim olurdu.
gurbetlerde okumuş sebastian abinin hiçbir ahlak anlayışı yoktu, töre âdet bilmezdi. ortamda onu tanıyan tek kişi olduğunu fark edince, charles hepten gerildi çünkü ne jules ne carlos, sebastian'ın önünde yanlış yorumlamaya açık ifadeler kullanmamaları gerektiğini biliyordu. carlos "sen hayırdır?" deyince charles sonunda uzanıp eşinin omzuna yapıştı.
"sebastian abi!" diye atladı aşırı derecede bağırarak. "ne kadar uzun zaman oldu ya, görüşemiyoruz hiç!" elini öpmek için uzandı ama sebastian onu savuşturdu.
"sizinkiler bana orospu deyince öyle oldu biraz, charles'cığım." sebastian başını dikleştirerek hepsine meydan okuyan bir ifade takındı.
charles'ın kelimeleri bitmişti. zaten çok da kelime bilmiyordu okul okumadığı için. "estağfurullah seb abi, olur mu öyle şey."
"valla oldu şekerim. senin michael dayın demiş hem de, bu da lewis'in bir taraflarından hiç ayrılmıyor, diye." charles açıklama yapmak için ağzını açamadan onu susturdu. "bunlar yetişkin meseleleri, sen kafanı yorma. siz ne yapıyorsunuz burada asıl? rezil etmişsiniz kendinizi, şuna bak."
sebastian bir kereliğine de olsa haklıydı. mangal için topladıkları bütün senna aşireti ve eşleri, yanlarındaki bir dünya korumayla beraber oturdukları çardaklardan onları seyrediyordu. carlos'un sonunda onları fark ettiğini anlayınca bazıları farklı yönlere bakarak adamın dikkatinden uzak kalmaya çalıştı. sebastian kollarını jules ve carlos'a doladı. "gelin şöyle geçelim," diye mırıldandı onları lewis enişteyle nico'nun oturduğu çardağa çekiştirirken. jules bir alfanın ona bu kadar rahatça dokunmasından rahatsız olmuş gibi kımıldandı.
mangalı yelleme görevini max devralmıştı. yanından geçerlerken charles'la göz göze geldiklerinde onaylar şekilde başını salladı. charles o zaman aydı ne haltlar döndüğüne. sebastian'ın gelip gelmeyeceğiyle ilgili yalan söylemeyi bırak, belki de sebastian'ı bizzat max davet etmişti. ailede onunla max'tan başka iyi anlaşan da yoktu sonuçta.
charles zaten et sevmiyordu. el birliğiyle her lokmasını zehir etmeye karar vermeseler de olurdu.
8 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
newton north high chronicles [chapter 4]
[i hope you realise one day]
masadaki kameraya bir tür patlayıcıymış gibi bakıyorlardı. charles tostundan bir ısırık aldı. max okula gizlice soktuğu redbull'undan bir yudum içti. lewis kemirmek için bir başka tırnağını ağzına götürdü. sonunda beklemenin gerginliğine dayanamayıp ayağa kalktı. "benden bu kadar."
"hayır!" diye inledi charles, kaçamaması için uzanıp tişörtünün eteklerine tutunurken. "birazdan geleceğine eminim, azıcık daha-"
lewis ofladı. "galerisinde ne olduğunu görmek istemiyorum charles, tamam mı? ne olduysa oldu işte. burada kapatalım konuyu gitsin."
"ben görmek istiyorum," dedi max el kaldırarak.
charles karşısında oturan sevgilisini masanın altından ayağıyla dürttü. "lewis, lütfen," diye başladı tekrar. "nico'yu böyle tanıman beni üzüyor, gerçekten iyi çocuk. bir şans verirsen suçlunun o olmadığını göreceğimize eminim."
"bence suçlu nico," dedi max. charles bu defa bacağını tüm gücüyle savurup apış arasına bir darbe indirdi. max iki büklüm hâlde masaya yığıldı.
lewis bu noktada nico'nun suçlu olup olmamasıyla ilgilenmiyordu. gerçeği öğrenesi hiç yoktu. çünkü bu iş gerçekten nico'nun başının altından çıktıysa, lewis kendinde ona öfkelenecek gücü ve fiziksel olarak ayrı durmaya yetecek sabrı bulamıyordu. son günlerde aklını meşgul eden tek şey nico'ydu. tanıştıklarından beri bütün dünyası onun ekseninde dönmeye başlamıştı.
"charlie!" diye bir ses yükseldi kantinin kapısından. bir anda bacakları lewis'i taşımaz olmuştu. kalktığı sandalyeye tekrar oturdu ve nefes nefese yaklaşan çocuğa dönüp bakmamak için çenesini sıktı.
nico'ya karşı boş değildi, bu açıktı. ama tam olarak ne hissettiğini de anlayamıyordu. yalnızca tipini mi beğeniyordu? henüz çok kısa zamandır tanışıyorlardı, lewis gönlünü ona kaptırmadığından emindi. öte yandan, nico'yla vakit geçirmeyi seviyordu. sesini duymayı, güzel gözlerini izlemeyi, nico'nun ona ilgi göstermesini... sabahları yataktan çok daha rahat kalkar olmuştu, okula gelmek artık neredeyse heyecan verici bir işti.
sarışın çocuk yanındaki sandalyeye çökünce, başını geri yatırarak kirpiklerinin altından onu uzun uzun süzdü. polo yaka gri bir tişört ve siyah eşofman altı giymişti. yüzüne düşen uzun perçemlerini arkada gevşek bir topuz yapmış, ensesindeki saçlarıysa terden tenine yapışmıştı. çenesinden damlamak üzere bir damla teri, bileğinin içiyle sildi. lewis o gün en şık takımlarından birini giydiği için kendisiyle gurur duydu. karnının üstünde biten siyah kot ceketi, altındaki kolsuz, dar, beyaz tişörtü ve ceketle aynı şekilde siyahın üstüne beyaz dikişlerle süslenmiş pantolonu sayesinde nico'nun dikkatini çekebilirdi- neler düşünüyordu böyle?! buraya bunun için gelmemişti ki.
"özür dilerim, charlie. otobüsüm gelmeyince koşmak zorunda kaldım. çok bekletmedim umarım." mavi gözlerinde aç bir ifade parladı ve masanın ortasında duran kamerasına uzandı.
"hiç sorun değil," dedi charles gülümseyerek. yeşil gözlerini hızlı hızlı kırpıştırarak, parmaklarını ustaca kameranın etrafına saran nico'yu izledi. "biz de yeni gelmiştik zaten."
biz kelimesi sarışın çocuğu irkiltti ve kantine girdiğinden beri ilk defa başını kaldırıp charles dışında bir şeylere baktı. geç kaldığı için o kadar acele etmişti ki masada max ve lewis'in de olduğunu görmemişti. "ah, selam," diyebildi, sanki bir suç işlemiş gibi ellerini kucağında toplayarak. redbull şişesine dişleriyle işkence eden oğlana baktı. "sen max olmalısın, charles senden o kadar çok bahsediyor ki-"
"AHAHAH," diye güldü charles. "ağzı çok iyi laf yapar dememiş miydim? şakacı çocuk işte." max yüzünde kocaman bir sırıtışla tek parmağını çıplak kolundan içeri kaydırınca, inlemesini bastırabilmek için dudaklarını ısırıp sustu.
"ve lewis," dedi nico, sonunda, deminden beri ona bakması için kendi kendine dualar eden lewis'e dönerek. lewis'e mi öyle geliyordu yoksa göz göze geldiklerinde nico'nun yanakları biraz fazla mı kızarmıştı? "çok hoş... olmuşsun."
lewis çenesini avucuna yaslayarak gülümsedi. oğlanı baştan aşağı, uzun uzun süzdü. sebastian'la vakit geçirmekten, söylediklerini filtreleme kabiliyetini tamamen yitirmişti. "sen daha hoşsun."
nico'nun yüzüne bir inanmazlık ifadesi çöktü önce, ardından gülümsemesine gergince karşılık vermeye çalıştı. "aşırı terli, kızarmış ve perişanım."
"özellikle böyleyken çok hoşsun." cümlesini noktalar gibi bir anlığına nico'nun yüzüne eğilip geri çekildi. derin bir sessizlik oldu ve max'la charles'ın şaşkın bakışları, sanki tenis maçı izliyorlarmış gibi, utanç içinde başını çeviren nico'yla lewis arasında gidip geldi.
ortamın gittikçe garipleşen havasını dağıtmak umuduyla, max doğrulup boğazını temizledi. "ee," diye başladı, avına kilitlenmiş bir aslanı hatırlatan bakışlarıyla kamerayı işaret ederek. "bakabilir miyiz artık?"
nico kamerayı göğsüne yasladı. telaşla, destek bekleyerek charles'a döndü. "böyle anlaşmamıştık."
"anlaşma manlaşma yok." max, koluna yapışan charles'ı savurup yumruğunu masaya vurdu. "lewis'i neden çağırdık sanıyorsun?"
sarışın çocuğun gözlerinden bir hayal kırıklığı ifadesi geçince, lewis yerin dibine girdi. kendini açıklamak, hakkında artık kötü düşünmediğini söylemek istiyordu ama omuzlarını düşürüp gergince dudaklarını dişleyerek teslim olan oğlanı, o anda hiçbir şeye inandıramayacağını anlayamaması için aptal olması gerekirdi. sabah dersleri öncesi karınlarını doyurma derdine düşmüş öğrenci kalabalığının ve arkadaş gruplarının gürültüsünü dinledikleri uzun bir sessizlik oldu. "galerimi gösteremem," diye ilan etti nico sonunda. lewis bu lafı nereye çekmesi gerektiğini bilemedi.
neyse ki charles yanlarındaydı ve nico'yla fotoğrafçılık kulübünden uzun süredir tanışıyorlardı. arkadaşının tavırlarını okuyabiliyordu. "galerini mi gösteremezsin," dedi merakla başını yana eğerek. "yoksa lewis'e mi gösteremezsin?"
nico irkilince doğru iz üstünde olduklarını fark eden max atıldı. "yalnızca charlie'yle bana göster. bizi ikna et, biz de onu ikna edelim."
ben zaten iknayım, diye düşündü lewis ama ses etmedi. ayrıca nico'nun bunu kabul etmeyeceğine emindi, kamerada görülmemesi gereken bir şey varsa kimseye göstermemesi gerekmez miydi? lewis ne alaka- NİCO NEDEN KALKIP MAX'LA CHARLES'IN ORTASINA OTURUYORDU??
neden?? der gibi ellerini kocaman iki yana açtı ama üçü de onunla ilgilenmiyordu. "neden ben bakamıyor muşum?" dinleyen yoktu. iki sevgili, kameraya eğilmiş ilgiyle bekliyorlardı. charles'ın dudakları gergince, sımsıkı birbirine kapanmıştı. max ise oldukça keyifle gülümsüyordu. sonunda nico bir düğmeye bastı, muhtemelen galeriyi açmıştı. max ve charles daha çok eğildiler. parmağı kenara kayıp ilerleme tuşunu buldu ve o andan sonra lewis, arkadaşlarının yüzlerindeki değişimi dehşet içinde izledi.
fotoğraflar arasında ilerledikçe charles avuçlarını yüzüne bastırıyor, çığlık atmamak için kendini tutmaya çalışıyordu. max'sa fotoğrafların her bir köşesini hızlı hızlı inceleyip kocaman sırıtıyordu. birkaç kez nasıl yani? der gibi birbirlerine baktılar. max bir ara kahkaha attı, az kalsın sandalyeden düşüyordu. charles bir tanesinde aww diye bir ses çıkardı. bazı fotoğraflarda ikisi de rahatsız olmuş görünüyordu. lewis'in meraktan çatlayacağını sandığı ve birkaç kez kalkıp yanlarına gitmeye çalıştığı dakikalar sonunda, nico galerinin sonuna ulaştı.
son fotoğrafa baktılar. charles uzanıp kollarını nico'nun omuzlarına doladı. "neden söylemedin, bebeğim?" dedi neredeyse ağlamaklı bir sesle. nico utançtan boşluğa bakmak dışında bir şey yapamıyordu.
max son resmin altındaki bir noktayı işaret etti. bir tarih belki, diye düşündü lewis. "gerçekten mi?" charles'ın aksine çok eğleniyordu. "o kadar uzun zamandır aklın neredeydi?"
"max!" charles, nico'nun üstünden uzanıp sevgilisinin ağzına vurdu. "bunlar hassas konular."
"sizin için her şey hassas," diye homurdandı max. ve sonunda yeni hatırlamış gibi lewis'e döndü. başını iki yana salladı. "kamera temiz kaptan. yani, temiz sayılır diyelim. broşürdeki fotoğraflar yok. o çekmemiş, en azından bu kamerayla." charles bu kez ensesine vurunca susmak zorunda kaldı.
bunlar lewis'e yetmezdi. kafasında the room where it happens çalıyordu. tam olarak ne görmüşlerdi de böyle tepki veriyorlardı? üstelik tepkilerinin ortak bir noktası da yoktu. hoş, charles ve max'ın normalde de ortak noktası yoktu, lewis onların nasıl birlikte olduğunu hâlâ anlamıyordu. "ne demek temiz sayılır?" diye üsteledi.
"lütfen, lewis. sorun olmadığına seni temin ederim." charles uzanıp elini tuttu. bir anlığına max'ın gözleri ikisinin, birbirinin tam zıttı renklerdeki tenlerinin buluştuğu noktada oyalandı. charles teselli edercesine nico'ya döndü, hâlâ lewis'le konuşuyordu. "hazır olduğunda sana da gösterebilir bence."
sarışın oğlanın uzun, dalgalı saçları önüne düştüğünden, lewis yüzündeki ifadeyi göremiyordu. "artık gitmem lazım," diye mırıldandı nico yavaşça ayağa kalkarak. kimsenin bir şey demesine izin vermeden, geldiği hızla çekip gitti.
"hiçbir şey söylemeyecek misiniz gerçekten?" gözleri ikilinin üstünde dolaştı. ikisi de biraz gergin gözüküyordu ve lewis onları çatlatıp içlerindeki bilgileri görmek istedi. charles üzgün gözlerle başını iki yana salladı. bir yandan da elini max'ın ağzına bastırıyordu.
"zamanı gelince, lewis. zamanı gelince."
daniel uçarak başının yanından geçen bir başka paktan kaçınmak için kendini yana attı. lewis'i daha fazla öfkelendirmek istemezdi ama çenesini de tutamıyordu. "böyle bir şeyi başından kabul etmeyecektin, sende kabahat."
lewis sopasını savurup sahanın duvarına çarptı. onlarla beraber antrenman yapan iki yedekleri ve pisti boş bulmuşken tribünlerin arka koltuklarında yiyişmeye gelmiş birkaç çift dönüp baktı. "nico gidince bana söyleyecekler sandım!" diye inledi acı çeker gibi.
"seb ve ben olsak söylerdik." daniel metal telli kaskını çıkarıp başını salladı. "max'ı severim ama üçüncü sınıflara güven olmaz."
"çocuğu kırdığımla kaldım, elime yararlı bir şey geçmedi bile."
daniel biraz düşündü. bir yandan da lewis'in anormal atışlarından kaçınıyordu. "birkaç ihtimal var. nico fotoğrafları başka bir kamerayla çekmiş olabilir ya da çok önceden çektiği fotoğraflardır ve bilgisayara falan aktarıp kameradan silmiştir."
lewis önündeki son pakı uçurdu. pak, pisti çevreleyen şeffaf plastik duvarın üstünden aşarak en arkada öpüşen bir çiftin kafasına çarptı. "ama charles'ın dediğine göre son birkaç aydır kamerası kayıpmış, hatta kulüpten ayrılmak zorunda kalmış. ve broşürdeki fotoğraflar arasında kameranın kaybolduğu zaman içerisinde çekilmiş olanlar var. bunlar tezini az çok çürütüyor."
kaptan işin içinden çıkamayıp sinirden sopasını yere fırlatınca, daniel antrenmanı boş vererek yaklaştı. "öyleyse tek bir ihtimal kalıyor." lewis terler süzülen yüzünü kaldırıp gözlerini onun üzerine dikti. "biri nico'yu suçlamaya çalışıyor. adına blog açmalar, broşürün altına linkini eklemeler, bütün bu paparazzi mevzusu... nico belki de sadece bir kurbandır."
bu düşünce lewis'i öyle bir sarstı ki az kalsın düşüyordu.
yedekler, pistin diğer ucundan kayarak geldi. "iyi misin kaptan?" diye atıldı kimi hemen, heyecanlandığı için daha da belirginleşen italyan aksanıyla. ollie de kaskını çıkarıp boy farklarını kapatmak için üstlerine eğilmişti. lewis omuzlarını pat patladı. "bir şey yok gençler. biraz canım sıkkın sadece."
"bize anlatabilirsin." ollie kocaman sırıttı. her ne kadar kendisi farkında olmasa da lewis aşırı popüler olduğundan, kimi'yle onun gibi birinci sınıflar için lewis'le konuşmak inanılmaz nadir ve heyecan verici bir olaydı. ellerine geçen az fırsatı, olabildiğince yakınlaşmak için değerlendirmelilerdi. daniel onların heyecanına gülümsedi ve arkadaşına döndü. takım kaptanı biraz sakinlemiş gözüküyordu.
"o kadar da önemli bir şey değildi. sonraki tur kim kalede?" ama kimse tekrar antrenman düzeni almak için hareketlenmedi.
ollie'yle kimi birbirlerine baktılar. "aslında," diye başladı kimi, bir yandan sözlerini kafasında tartarak. ollie destek vermek için elini onun sırtına koydu. efsanevi bir son sınıfla konuşmak ikisi için de kolay değildi. "belki keyfini yerine getirir diye, yani. öyle düşündük. az önce. seni öyle öfkeli görünce."
son sınıflar iletişim kurmayı başarıp başaramayacaklarını merak ederek baktı. "bizim şimdi yani," dedi kimi tekrar. ollie sonunda lafa karıştı. "kimi ve ben geçen hafta parti gibi bir şey için davetiye almıştık."
"normal eğlencelerden sanmıştık, birinci sınıflar kaynaşma partisi gibi," diye açıkladı hemen kimi. ollie devam etti. "meğerse gizli bir etkinlikmiş. massachusetts son sınıflarına özel. içkili ortam, galiba."
"öyle bir davetiyeyi yanlışlıkla nasıl bulabilirsiniz ki?" lewis sorumlu bir ebeveyn gibi kollarını göğsünde birleştirdi.
daniel gözlerinden ışıltılar saçarak birinci sınıfların üstüne atladı. "düşündüğüm şeyi mi öneriyorsunuz?"
"belki keyfiniz yerine gelir." kimi masum gözlerini kırpıştırdı.
ollie'nin gözleriyse pek masum değildi, biraz somurttu hatta. "biz gidemiyoruz ne de olsa."
daniel'ın, koluna yapışıp onu ikna etmek için sarstığı dakikalar sonunda lewis yelkenleri suya indirdi. "pekala," dedi gururla birbirine sırıtan çocuklara dönerek. "yalnızca iki davetiye mi var?"
"üç. üç kişilik gruplarla gelmeyenleri zaten kabul etmiyorlarmış."
"ne biçim bir parti bu," diye mırıldandı lewis, onları üzmemek için olabildiğince sessizce. içkinin tadını şimdiden alabiliyormuş gibi ağzı sulanan daniel'a döndü. derin bir nefes aldı. "sen, ben ve seb, öyleyse."
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
partinin gece yarısından sonra başlamasından işkillenmelilerdi. ama abartılı giyinmekle fazla meşguldüler.
daniel, arkasında devasa bir ejderha, önündeyse saldırıya geçmek üzere bir kaplanın işlendiği oldukça bol, kısa kollu, kıpkırmızı bir gömlek giymişti. üstte düğmeleri olmadığı için sıra sıra kolyeleri teninin üstünde parlıyordu.
onun aksine sebastian'ın üstündeki boyunlu, beyaza boyalı kolları dışında tamamen kırmızı tişört üst vücudunu sıkıca sarıyor ve düşük bel, devasa pantolonunun içinde kaybolduğu noktada hatlarını öne çıkarıyordu. lewis ona ferrari reklamı gibi gözüktüğünü söylese de umursamamıştı. hatta lewis'in hazırlanmasını beklerken dolaplarını karıştırmış ve oldukça arkada, eski bir ferrari şapkası bulup kemerine iliştirmişti.
lewis o gün okulda giydiği siyah kot takımında karar kılmıştı. tek farkı, ceketin altına bu kez siyah ipliklerden örülmüş, fileli bir tişört geçirmesiydi. ayrıca yüksek tabanlı botlar giymişti. bahar yağmurlarını bahane etse de hem daniel hem seb, derdinin daha uzun gözükmek olduğunu biliyorlardı.
yol boyu ollie'nin daniel'a whatsapp'tan attığı davetiyeyi incelemiş ve konumu takip etmişlerdi. gerçekten de birinci sınıfların eline geçmesi zor bir bilgiye benziyordu. lewis ona davetiyeyi nereden bulduğunu kaç kez sorsa da hep geçiştirmişti. bugünlerde kimse onunla bir şey paylaşmıyordu.
bir kez yanlış sokağa saptılar, iki kez yanlış binaya girdiler. ikincisi kadınlara özel bir etkinlik olduğu için az kalsın dayak yiyorlardı. sonunda sorunun onlarda olmadığı anlaşıldı. konumun gösterdiği yerin tam önünde, ıssız sokağın ortasında, titreşen lambanın altında durdular. "burası," dedi daniel tereddütle.
burası olamazdı. bu yapıdan parti falan çıkmazdı. sebastian yaklaşıp üst kattaki bütün pencereleri kırılmış, ön cephesindeki bütün tahtaları küflenmiş dubleksin bahçe kapısını ittirdi. ölüm döşeğindeki kapı, gıcırdayarak kendini arkaya atıp çime saplandı. daniel ve lewis'in gergin bakışları altında bahçede ilerledi. "madem geldik, işimizi düzgün yapalım."
yıkıntı eve yaklaştıkça derinden duydukları uğultunun sesi artıyordu. menteşelerine tutunacak hâli kalmamış ana kapının önüne geldiler. lewis uzanıp kulpu tutunca "bekle," dedi sebastian. kulağını kapıya dayadı, ardından geri çekilip yere eğildi. mahzen kapağını o zaman gördü. yabani otların arasında kaybolmuştu, bir zamanlar parlak siyah olan boyası şimdi yer yer sökülmüştü. ama sonuç olarak üzerinde tutup kaldırmak için kullanabilecekleri çıkıntıları vardı ve altındaki azıcık boşluktan geceye doğru renkli ışıklar fışkırıyordu.
birbirlerine sırıttılar. az sonra lewis ve daniel kapağı açıyordu.
girişte kimse onlara kaç kişi geldiklerini sormadı. giriş bile yoktu. birkaç basamak aşağıdaki zemine inmiş ve kapağı arkalarından kapatmışlardı. ayrıca sorguya çekilmediklerini umursayacak hâlde değillerdi. parti yıkılıyordu.
sonuçta hâlâ lisedeydiler ve burası da terk edilmiş bir evin mahzeniydi, ortalıkta bar falan yoktu. ama taş duvarlar ve tahta direklerle çevrili devasa alanın sonunda, karşı duvara yaslı fıçıları görebiliyorlardı. kalabalığın çoğu oraya yığılmıştı. birbiriyle hiç alakası olmayan bardakları, en üstteki fıçının musluğuna dayayıp taşana kadar dolduruyorlardı. derme çatma bir sistemle, tavandan aşağı bir disko topu indirilmişti. döndükçe mahzenin dört bir yanında parlayan ışıkları dağıtıyordu. burası kimin elinden çıktıysa, yer altında bir liseli için var olabilecek en harika şeyi yapmıştı. birbirlerine hızlı bir bakış atıp kalabalığa karıştılar.
taş duvarlarda bir sürü tablo asılıydı, etraflarına da uzaktan bütünsel olarak bakınca okunacak şekilde sanatçılarının isimleri işlenmişti. lewis disko topunun hemen altında bir el kol yumağı hâlinde dans eden insanların arasına karışırken bir yandan da onları inceliyordu. john william waterhouse isminin çevrelediği kısım, ışıkların altında büyüleyici gözüktüğünden, kendini insan kalabalığında o tarafa kaydırdı. bu sırada sırtında ve kollarında bir sürü elin anlık dokunuşunu hissediyordu, bazısı onu kendine çevirmeye çalışıyor, bazısıysa ensesindeki tüylerin diken diken kabarmasına sebep olacak şekilde kıkırdıyordu. lewis normalde durur ve onlara aynı gülümsemeyle karşılık verirdi. nedense mahzenin o köşesine gitmesini gerektiğini hissediyor ve karşı koyamıyordu.
kalabalığın içinden tam olarak narcissus ve echo tablosunun önünde çıktı. uzanıp dokunma isteğiyle doldu ama emin olamadı. herhangi bir kırtasiyeden çıkarılıp çerçeveletildiği belliydi ve ateşe atıp yaksa da bir önemi olmazdı ama o yeşilden kırmızıya, maviden mora akan ışıklar ve harika müzik eşliğinde (royals çalıyordu) dokunmaması gereken kutsal bir şeymiş gibi hissettirmişti. tabii sonra kucağındaki kızı yandaki tabloya yaslayan oğlan her şeyi bozdu. van gogh bölümünde gürültüyle öpüşürlerken lewis başını çevirdi.
muhteşemdi. lewis onu başta tablonun bir parçası sanmıştı. beyaz, dökümlü kıyafeti her yanından sarkmasına rağmen bir yandan da vücudunun tüm girinti ve çıkıntılarını vurguluyordu. arkasında sarımtırak bir mısır motifi vardı. üçüncü sınıftaki sanat tarihi dersinden tabloyu tanıdı, cleopatra olmalıydı. saçları aklında kalan görselin aksine sapsarıydı, başında bir taç yoktu, kıyafetin geri kalanı biraz fazla moderndi ve lewis'e bakıyor-
lewis sonunda baktığı şeyin nico olduğunu fark etti. cleopatra'nın tam ortasında durmuştu ve öylesine güzeldi ki tablonun doğal bir parçası hâline gelmişti. gözleri buluşunca oğlan şaşkınlıktan düşecek gibi oldu, bir eli arkasındaki cleopatra'ya uzandı. lewis onu tutmak için birkaç adım attı ama öylesine büyülenmişti ki sarışın çocuğun duvara yıkılmasını izlemekle yetindi.
"lewis," dedi nico, gürültüde çok zor duyulan bir sesle. böylece bir parça kendine gelen lewis onu kollarından yakalayıp kucağına çekerek ayağa kaldırdı.
"nico," dedi aynı şekilde, sanki o gün ilk defa karşılaşıyorlarmış gibi gülümseyerek. "bir an seni tanıyamadım."
nico gergince güldü, kollarında durduğu oğlan dışında her yere bakıyordu. lewis baş parmağıyla onun yanağından bir parça siyah boya sildi. "makyajın yakışmış."
nico göz kapaklarından başlayarak şakaklarına ve oradan elmacık kemiklerine yayılan siyah-lacivert arası bir renk sürmüştü yüzüne. üzerindeki küçücük beyaz ve sarı noktacıklarla da yıldızlı, berrak bir gece göğüne dönüşmüştü. yavaşça kollarından kaçıp bir adım geriledi. lewis yüksek tabanlı botlarını giydiğine memnundu, nico'dan azıcık daha uzundu. masmavi gözlerini gölgeleyen kirpiklerini yukarıdan görmek hoştu.
"seni burada görmeyi beklemiyordum," dedi nico üstünü başını düzeltmeye çalışarak. lewis onun tıpkı cleopatra gibi neredeyse transparan, boyunlu, kolsuz beyaz bir tişört giydiğini o zaman fark etti. dirseklerine kadar uzanan aynı renk, parmaksız eldivenler takmıştı.
"ben de seni burada görmeyi beklemiyordum. hiç parti insanına benzemiyorsun."
"aslında öyleyimdir." lewis bunu o söylemeden, gözlerindeki makyajdan anlamadığı için kendine kızdı. yüzündeki ifadeyi görünce, nico'nun ince dudaklarına tatlı bir gülümseme yayıldı. "ayrıca, partiyi arkadaşım veriyor. gelmeme ihtimalim yoktu."
"arkadaşın mı?" lewis sanki onu görebilirmiş gibi etrafına bakındı. "ben tanıyor muyum?"
"birazcık. müzikaliniz için seçmelere geldiğinden bahsetmiştim."
"ah," dedi bir süre gözlerini yumup düşündükten sonra. "jason bottom."
nico öyle bir güldü ki lewis korkudan bir adım geri çekildi. gözlerinden yaşlar süzülünce makyajı biraz dağıldı. "jenson," diye düzeltti onu. "jenson button. en azından seçmelerde bir arkadaşım olduğunu hatırlıyorsun."
kral george meselesine böyle ılımlı yaklaşması lewis'i rahatlatmıştı. sebastian'ın onu george'tan başkasına verme niyeti hâlâ yoktu. rezil olmanın ağır yükünü omuzlarken burun kemiğini sıktı. "affedersin. isim hafızam pek iyi değil."
"sorun yok." parti ışıkları altında tablolardan daha güzel olan bir şey varsa o da nico'ydu. tuhaf atmosferi kırmak için, lewis gözlerini ondan zorla ayırıp arkasındaki duvarı işaret etti. "güzel tablo."
"beğenmene sevindim," dedi nico. "fikir benden çıktı. hepsini ben seçtim."
lewis onaylayarak başını salladı. "bayıldım."
royals'ın ritmi yavaşça silinip yerini party 4 u'ya bırakırken birbirlerine baktılar. kalabalık yeniden disko topunun altında toplanıyordu. "dans etmek ister misin?" lewis bu kelimeleri içinden mi dışından mı telaffuz ettiğini bilemeyecek kadar heyecanlıydı. nico yavaşça başını sallayınca rahat bir nefes aldı. parmaklarını onunkilere doladı ve geri geri yürüyerek ikisini birden kalabalığın içine çekti.
aralarından geçmeye uğraştığı zamankinden çok daha fazla beden vardı. birbirlerini kaybetmemek için, kalabalığın her dalgalanışında daha sıkı tutundular. büyük uğraşlar sonunda en fazla mahzen kapısı tarafında yer bulabilmişlerdi. lewis arkasını döndü ve işte, nico'yla burun burunalardı. etraflarındaki insanlar müzikle hareket ettikçe ikisinin bedenleri birbirine değiyordu. sonra kuvvetli bir dalga geldi ve nico, lewis'in tekrar kollarındaydı. lewis bu defa geri çekilmesine izin vermedi. "kucağıma düşmeye çok meraklısın," diye bağırdı sesini duyurabilmek için kulağına eğilerek.
nico o gün ilk defa başını cesaretle kaldırdı ve "böyle gözükürsen olurum tabii," dedi.
ellerini uzattılar, vücutlarını çevirdiler, birbirlerine dolandılar, iç içe geçmiş parfümlerini soludular. lewis bulutların üstünde geziniyor, ayda yürüyordu. nico'nun teni yumuşak ve pürüssüzdü. gülerken ses tonu çok tatlıydı. dudakları genişçe iki yana açılıyor ve sıra sıra, bembeyaz dişlerini sergiliyordu. arada sırada saçlarından bir tutam burnunun önüne düşüyor, heyecanla soludukça lewis'in yüzüne uçuyordu. lewis'in elleri belindeydi, transparan kıyafetinden içeri kayıp çıplak sırtını okşuyordu. o da lewis'in kemeriyle oynuyor, parmaklarını içeri kaydıracak bir açıklık arıyordu.
lewis onun çakırkeyif olduğunu ancak kendisi de biraz içince fark etti. liselilerin bulabileceği içki ne kadar ağır olacaktı zaten? nico bileğini çekiştirip onu fıçıların önünde diz çöktürünce ağzını kocaman açtı ve musluktan dökülen sıvıyı lıkır lıkır içti. arada boğulurcasına öksürünce, nico gülmekten kırılarak onun yanında dizleri üstüne çöktü.
bir an sonra tekrar dans pistindelerdi. lewis bunların ne kadarının gerçek olduğunu bilmiyor ve ilgilenmiyordu da. nico'yla ilgileniyordu. kirpiklerinin altından onu süzen ifadesiyle, heyecanla ayrılan dudaklarıyla, kızarmış yanaklarıyla, davetkar bakışlarıyla. bu yüzden sonunda eğildi ve ağzını onunkine bastırdı.
nico onun dokunuşunda eridi. gerçekten bacakları tutmayıp yalpalayınca, lewis dudaklarını geri çekmeye zahmet etmeden ağzının üstünde gülerek onu belinden yakaladı.
nico'nun ağzı sıcacıktı. heyecandan olabileceğini düşündü lewis, ya da alkolden. ama karşılık verirken oldukça aklı başında davranıyordu. uzanıp iki elini de lewis'in saçlarına daldırdı. onun becerikli dudaklarıyla dilini daha da yakına çekmek için kendini o kadar geri yatırdı ki karınları ve neredeyse kasıkları birbirine yapıştı. sarışın oğlanın belini sarmak için lewis'in tek kolu yetiyordu. diğerini aşağı kaydırdı, kalçalarının üstüne. uzun parmakları kalçasında hissedince, nico onun ağzına doğru inledi.
lewis'in hayatındaki en iyi öpücüktü. ağzını daha geniş açması için çenesini sıktı. dili onunkine dolandı. daha ileri kaymak için başını çevirdi. burunları, birbirlerinin yanaklarına sürtüyordu. sarı tutamlardan biri aralarına düşünce, öpüşmeyi kesmeden kıkırdadılar. kalabalık dalgalandı ve lewis'e daha kuvvetli bir şekilde ileri uzanmasında yardımcı oldu. ne kadar zaman öpüştüklerini bilmiyordu. nefes nefese geri çekilip birbirlerine baktıklarında duydukları son şarkı geçeli çok olmuştu. lewis, nico'nun yüzündeki heyecan ve mutluluktan ölmek üzere o ifadeye bayıldı.
sarışın oğlan bir şey demek için dudaklarını aralamıştı ki bir beden lewis'e biraz fazla sertçe çarptı.
bu sihirli anı bozmak istemese de lewis öfkeyle döndü. ve doğruca mahzenin çıkışına giden sebastian'ı gördü. merdivenleri tırmanıp kapağı ittirirken bir eli sürekli yüzündeydi. ağlıyor muydu?
nico'yu bırakmak istemiyordu, birbirlerinin kollarına tutunmuşlardı. ejderha desenli kırmızı bir gömlek yanından geçip gidince mecbur kaldı. daniel bile partiyi terk ediyorsa bir sorun olmalıydı. bir adım geri çekilip nico'ya baktı. "çok üzgünüm, ben," dedi ama toparlayamadı. "çok güzeldi. yani, çok güzelsin."
mahzen kapısı gürültüyle kapandı. lewis'in omuzları kasıldı. ona endişeli, neredeyse hayal kırıklığıyla dolu gözlerle bakan nico'ya döndü. "gitmem gerek. yarın görüşürüz."
kalabalığın içinden çıkmak, dâhil olmaktan daha kolaydı. lewis bundan nefret etti. sihirli bir şekilde nico'nun dokunuşuna döndürülmek istiyordu. mahzen kapağını açıp temiz havaya çıktığı anda, inanılmaz bir kuvvetle atan kalbini fark etti. derin derin soludu. daha önce kimseyi öptüğü için böyle heyecanlandığını hatırlamıyordu.
zihnini bu fikirden uzaklaştırmaya çalışarak kapağı kapattı ve arkadaşlarını bulmak için sokağa fırladı.
9 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
index
Tumblr media Tumblr media
running up that hill, a lestappen fanfic
[completed, 9/9]
cast
chapter 1
chapter 2
chapter 3
chapter 4
chapter 5
chapter 6
chapter 7
chapter 8
chapter 9
a lestappen short story
[completed, 2/2]
1
2
binbir gece masalları, a charlos fanfic
[ongoing, 7/?]
cast
birinci gece
ikinci gece
üçüncü gece
dördüncü gece
beşinci gece
altıncı gece
yedinci gece
bir gündüz masalı, binbir gece masalları yan hikaye, a brocedes fanfic
[ongoing, 1/?]
birinci gün
newton north high chronicles, f1 highschool au/brocedes fanfic
[ongoing, 6/?]
cast
chapter 1
chapter 2
chapter 3
chapter 4
chapter 5
chapter 6
i never told you what i do for a living, sebseces au
[ongoing, 1/?]
chapter 1
a lestappen family au, 23 nisan özel
[completed, one shot]
1
skeleton bones, a hannigram fanfic
[/?]
cast
a landoscar short story
[/3]
cast
2 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
running up that hill, chapter 9, final
[so you can drag me through hell if it meant i could hold your hand]
eylül başı 2025, monza grandprixi
kadın tek dizi üstüne çöküp yüzüne baktı ve bir an donup kaldı. tribünlerdeki seyirciler yangından uzak durmaya özen göstererek tel bariyere yığılmışlardı. kameralar o tarafa döndü. sunucular sessizliğe gömüldü.
alevler redbull pilotunun gözlerinden yansıdı.
"gelelim hava durumuna. evet jason, neler söyleyebiliriz?" uygar başını ekranlardan kaldırarak kabin arkadaşına döndü.
jason boğazını temizleyip mikrofonunu açtı. "güzel açılışın için teşekkürler, uygar. son yayınlanan verilere göre bugün ara ara yağmur bekliyoruz, ama yarışı etkileyeceğini sanmam."
jason sağındaki koltuğa göz atıp gülümsedi. uygarla haftalarca dil dökerek, en sonunda neredeyse ağlayıp ayaklarına kapanarak ikna ettikleri adam, hazır olduğunu göstermek için başını salladı. "pilotler ısınma turları için yerlerini alırken, sizlere monza özel onur konuğumuzu takdim edeyim, sevgili seyirciler. hoş geldiniz, serhan acar." anlaştıkları gibi uygar'la alkışlamaya başladılar.
serhan acar güldü. burada olmayı özlemişti. pilotları yeniden görmek, eski dostlarla buluşmak gibiydi. "teşekkür ederim çocuklar ama resmi olmaya gerek yok. yabancı değiliz sonuçta."
"kabinde bir ses daha olması çok güzel," diye ekledi uygar.
"monza denince kıramadım tabii. üstelik ilginç bir gün geçiriyoruz." serhan acar yılların tecrübesiyle hemen konuyu toparlayıp önündeki ekranlardan akan bilgilere baktı, uygar'la jason da onu izlediler. gözleri pilotlar listesinde gezindi. "günün ilk ve bence en tuhaf haberi verstappen. kendisi, ne olduğu belirtilmeyen bir rahatsızlık sebebiyle bugün yarışa çıkmayacak. onun yerine redbull, genç formula 2 sürücüleri pepe marti'yi geçirdi."
"çok ani bir değişiklikti, değil mi serhan?" dedi jason hemen. "hem takımlar hem sürücüler şampiyonası için en kritik puanların toplandığı aşamaya gelinmişken verstappen gibi, bütün gidişatı değiştirebilecek bir pilotun yarış atladığını duyurdular. inanılmaz."
"haklısın," diye onayladı onu serhan. "şampiyona tablolarına kısa bir göz atalım, bu arada pilotlarımız da ısınma turuna başladı. sezonun ilk yarısını çok net bir şekilde mclaren'ın domine ettiğini söyleyebiliriz. ancak ikinci yarısında sanki hepsi bunu bekliyormuş gibi redbull, mercedes ve ferrari'den arka arkaya ataklar geldi."
uygar mikrofonuna eğildi. "hamilton ve antonelli takımlarına ayak uydurmaya başlayınca işler yoluna girdi."
"gerçekten." dedi serhan gülerek. "sıralamalarda şu anda ferrari, mclaren'ın hemen altında, ikinciliği redbull'la paylaşıyor. bu yarış takımlar için ciddi bir belirleyici olacak. verstappen'in katılamaması büyük şanssızlık."
sabahtan beri aklını kurcalayan şeyi sonunda serhan acar'la konuşma şansı bulan jason hemen atladı. "bu yarış leclerc'den neler bekliyoruz? büyük baskı altında olmalı, ferrari'nin evinde, hem kendini hem takımını birinciliğe oturtma şansı var. üstelik pistin geçen seneki şampiyonu."
serhan acar başını salladı. "leclerc kesinlikle varını yoğunu ortaya koymak zorunda."
masalarının tam ortasındaki dev ekran, alıştırma turlarını tamamlayan araçlara döndü. sunucular yerlerini alan sürücülere dikkat kesildiler. "hem de pole pozisyonunda," dedi uygar. "yanında ricciardo, hemen arkasındaysa hamilton ve norris var."
"bu yarış leclerc'in." jason kollarını göğsünde kavuşturarak başını salladı.
serhan acar sanki onların göremediği bir şeyler görüyor, gizemli sırları açığa çıkarıyor gibi bir süre sessiz kaldı. "bu yarış leclerc'in olmak zorunda," dedi sonunda. "henüz resmiyet kazanmış bir şey yok, ancak medyada dönenleri hepimiz biliyoruz. kendini kurtardı, kurtardı. geçen hafta hollanda'ya katılamadığından puan avantajını çoktan kaybetti, bu yarışa ihtiyacı var."
uygar ve jason koltuklarında rahatsızca kıpırdanıp birbirlerine baktılar. avusturya 2022'dan beri verstappen ve leclerc hakkında karışık fikirleri vardı. ama ikisi de, artık ferrari efsanesi hâline gelmiş bir pilotun takımdan öylece uzaklaştırıldığını görmek istemiyordu. hele de zafer, uzansa dokunabileceği kadar yakınına gelmişken.
kameralar redbull pitine döndü. pit ekibinin arkasındaki bir sandalyede tek başına oturan verstappen, sanki yarışacakmış gibi tulumunu giymiş, kaskını takmıştı. "yarışçı ruhu işte," dedi jason. "kaskını bile çıkarmamış."
serhan acar'ın gözleri düşünceli düşünceli redbull pitinde oturan figürü süzdü.
"pilotlar yerlerini aldı." dedi uygar, konuklarının sessizleştiğini fark edince. "nefeslerimizi tuttuk, bir kez daha, monza'da, yarış zamanı!"
1 hafta önce
neyse ki hastanenin bahçesi o gün epey tenhaydı. max'ın, her zamanki bankında oturan charles'ı bulması çok sürmedi. ellerini cebine attı, ağır ağır yanına yürüdü. charles'ın gözleri boşluğa bakıyordu. tam önünde durdu, ayağını işaret etti.
"sonunda atele geçirmişler."
charles irkilerek kendine geldi. heyecanla başını kaldırınca, max onun omuzlarına dökülen saçlarına baktı. tatilden sonra kestirmeyi planlamış ama hastanede kalması gerekince ertelemesi gerekmişti. gözlerinin altında halka halka morluklar oluşmuştu. en son ne zaman düzzgün bir uyku çektiğini merak etti. sonra güzel, yeşil gözlerini gördü ve gülümsemesini bastıramadı. "max!" dedi charles hevesle. max bankta yanına oturunca kollarını ona sardı. "seni özledim," diye mırıldandı max'ın omzuna doğru.
"ben de seni, bebeğim." yalnızca birkaç gün ayrı kaldıklarına inanamıyordu. charles'ı hissetmediği her an yüzyıllar gibi geçiyordu. hasret giderene kadar sarıldılar. sonunda, "acıyor mu?" diye sordu.
charles geri çekilirken gözlerini ovuşturdu. max onun duygusal yapısını biliyordu, ağlamaklı olduğunu görmemiş gibi yaptı. charles atelli ayağını çimenlere sürüyerek ileri uzattı. "son günlerde epey toparladı. üstüne basamıyorum ama yakında pansuman sıklığını azaltabileceğimizi söylediler. sen de geldiğine göre artık eve dönebiliriz."
max'ın hollanda grandprixine katılması gerektiğinden ve charles'ın da yalnız başına kalacak durumu olmadığından, hollanda'da olduğu son üç günde charles'ın hastanede yatması gerekmişti. tek başına, sade bir odada kalıyor ve öğünlerini getiren hemşirelerce kontrolleri yapılıyordu. düzenli olarak ayak tabanının tam ortasındaki yara dezenfekte ediliyor, herhangi bir enfeksiyon belirtisi gösterip göstermediği inceleniyor, tekrar pansuman yapılıyor ve üstüne atel takılıyordu. ayağının üstüne bastırmaması gerekiyordu. yürürken destek aldığı koltuk değneği bankın kenarına yaslanmıştı. ilk günler ateşli bir hastalığa yakalanmış gibi titreyerek geçirdiği ataklar azalmıştı. charles vücuduna yavaş yavaş da olsa tekrar güç dolduğunu hissediyordu.
"evimizi özledim," dedi max, charles'ın yüzünden bir tutamı kulağının arkasına atarak. saçlarını kestirmesini istemiyordu. böyle ayrı bir güzeldi. hâlâ tıraş losyonunun kokusunu alabildiği yanağını okşadı.
charles başını onun dokunuşuna doğru yatırdı. "hollanda'da muhteşemdin." max kendi evinde, yarışa elbette pole'den başlamış ve öyle de bitirmişti. keyifli bir yarış olduğu söylenemezdi. sonbahar rüzgarlarıyla serinleyen şehir, uzun süre türkiye sıcağında kaldıktan sonra dayanılmaz gelmişti. max belki de gerçekten yaşlanıyordu. evini özlüyor, bolca kedi sahipleniyor ve erkek arkadaşı dışında pek bir şeyden zevk almıyordu. dışarıda olmalarını umursamadan eğilip dudaklarına hızlı, nazik bir öpücük kondurdu. charles'ın yeşil gözleri titredi ve dokunuşunda eriyip kapandı.
"seni düşündüm," diye mırıldandı max. "bütün yarış sadece bitirip sana dönebilmeyi istedim."
charles heyecanla onun omuzlarına tutundu. "bütün yarış senin redbull tişörtlerinden giyip 33'ü söyledim." büyük bir başarı elde etmiş gibi sırıttı.
max yüzünü sıvazladı. "lütfen o şarkıyı açıp dinleme, tamam mı? utançtan ölecek gibi hissediyorum."
charles kıkırdadı. max'a bunu söylemek istemiyordu ama günlerdir ilk kez gülüyordu. bir hafta daha yarış için ayrı kalırlarsa sinirleri kaldırmayacaktı. bir an önce taburcu olup normal hayatına geri dönmeliydi. gördüğü en güzel, en mavi gözlerle karşılaşınca merakla başını yana yatırdı. "redbull tişörtümü mü giydin?" diye mırıldandı max, vücudunu baştan aşağı süzerek. sanki üzerinde nasıl durduğunu canlandırmaya çalışıyordu. "bir ara yatak odasında da denemek ister misin-"
charles onun göğsüne vurdu. "pisleşme," dedi kızaran yanaklarını saklamak için yüzünü diğer tarafa çevirirken. gülüştüler. sonra ikisi de bir türlü kaçamadıkları sıkıntılı ruh hâllerine geri dönerek bankta arkaya yaslandılar. "monza'da," diye başlayacak oldu max ama charles hızla başını iki yana salladı.
"lütfen, maxie. şu an bunu düşünmek istemiyorum." yeşil gözleri ateli inceledi. yavaşça yere basmak için ayağını kaldırmıştı ki acı, vücuduna bir şok dalgası hâlinde yayılınca vazgeçti.
max uzanıp onun ellerini avuçlarının arasına aldı. "ama bunu şu an düşünmek zorundayız, charlie. bir haftamız var. eğer yara kapanmaya başladıysa, belki hızlandırılmış bir fizik tedaviyle-"
charles başını iki yana salladı. "yara kapanmadı. kapanmaya başladı, ama doktorum üstüne basarsam açılıp daha kötü olabileceğini söyledi." sesi giderek zayıflamış ve rüzgarda hışırdayan yapraklarınkine karışmıştı. "monza'ya yetişemeyeceğim."
kontrat meselesini hastaneye kaldırıldığı o gecenin sabahında, yüzü gözü ağlamaktan şişmiş, perişan bir hâlde anlatmıştı. max hastane yatağında yanında oturuyor ve aynı şimdiki gibi nazikçe avuçlarını tutuyordu. "ferrari sözleşmemi feshediyor." sözcükler aralarındaki havada asılı kaldı.
"yapamazlar," dedi max. "2028'den önce feshedemezler." kavgaya hazırlanır gibi duruşunu dikleştirdi.
"avusturya'yı bahane ediyorlar. takımı düzgün temsil etmediğimi söylediler. avusturya'yı hatırlıyor musun?"
max öpücüklerini çok net hatırlıyordu ama charles'ın bahsettiği muhtemelen bu değildi. "fia bana puan cezası ve uyarı vermişti."
kısa sessizlikte charles iç geçirdi. "sen en yeni dünya birincileriydin ve ikincisini kazanmana da çok az kalmıştı. ben birinci değildim, max. ferrari sözleşmemi önüme koyup bunu telafi etmek için üç yılım olduğunu söyledi." yastık aniden çok sert, tavan çok basık, ciğerleri yeniden suyla dolu gibi hissettirdi. "bir yarış daha kaçırırsam işim biter. ferrari'yle dünya birinciliği almak için bu son şansım."
charles, max'ın dokunuşundan kaçırdığı kolunu gözlerinin üstüne bastırdı. "ne yapacağım ben, max? bu takıma her şeyimi verdim ve şimdi benden öylece vazgeçiyorlar."
bu sözcükler o günden sonra max'ın kafasında dönüp durmuştu. ne yapacaktı? charles'ı için ne yapabilirdi? fizik tedavinin o kadar kısa sürede bir etkisi olmayacağını, yaranın henüz kapanmadığını biliyordu. sadece aklındaki meseleyi açmadan önce ellerinde başka seçenek olmadığını ortaya koymaya çalışıyordu. charles'ı başka türlü ikna etmesi mümkün değildi. eğilip alnını sevgilisinin şakağına yasladı. "ama ben monza'ya yetişiyorum," diye fısıldadı kulağına yavaşça. charles geri çekilip gözlerine baktı. "lütfen bölmeden dinle," dedi max. ve aklındaki fikri anlatmaya başladı.
"leclerc iç tarafı kapatıp arkasındakilere aman vermiyor!" diye kükredi serhan acar. yarışın başlamasıyla beraber uygar ve jason'ı çok keyiflendiren bir heyecanla dolmuştu ve bu heyecanın bir sonu yok gibiydi. "bugün pole, leclerc için vatan millet sakarya. kimseye kaptırmaya niyeti yok."
"sürüşü çok keskin ama bir yandan da oldukça oturaklı." jason burnunu ekrana yapıştırarak hayran hayran baktı.
"mclaren yaklaşıyor," dedi uygar, aralarındaki süreleri kontrol ederek. "drs noktasına geliyoruz. ikiliden bir hamle görebiliriz."
öyle de oldu. düzlüğe çıkmalarından önce norris hafifçe yavaşlayıp mesafeyi ayarladı, hemen arkasındaki ricciardo'yu yanına çekmek ve leclerc'i sıkıştırmak için drs'yi açmasına yardım etti. bir sonraki virajda onu istedikleri gibi yönlendirebileceklerdi. ikisini birden tutması mümkün değildi. şimdi leclerc'i geçebilecek mesafedelerdi.
beş gün önce
"olmaz," dedi charles, kararını değiştirmediğini belirtmek için. atelini açmış, ayağını sağa sola oynattığı günlük egzersizlerinden birini yapıyordu.
birkaç adım ötedeki akvaryumu inceleyen max, arkasını döndü. bir köpek ve üç kedi, ankara kedisini de max'ın yoğun ısrarları sonucu sahiplenmeye karar vermişlerdi, yetmezmiş gibi bir de başlarına akvaryum çıkmıştı. bu sefer charles'ın fikriydi. beta balığı istiyorum diye tutturmuştu. lewis'in arkadaşlarından biri tuhaf bir şekilde beraber yaşamayı seven iki dişi beta balığı satıyordu. charles onları görünce güzelliklerinden neredeyse ağlamıştı. max onu kıramazdı. akvaryumun berrak suyunda, kocaman kuyruklarını savurarak birbirleri etrafında dönüyorlardı. aralarına mavi ışıltılar karışmış siyah pullu olana storm, küllü beyazaysa sunset adını vermişlerdi.
dev ekran televizyonun önündeki koltukta oturan sevgilisine baktı. "haklı olduğumu biliyorsun, charlie."
"haklı olman umurumda değil," dedi charles. "senden böyle bir şey istemeyeceğim."
"ben istiyorum," diye böldü onu max.
"istemiyorsun." charles ellerini saçlarından geçirdi. "bana acıdığın için böyle söylüyorsun. bana acımanı istemiyorum. bu yarış yalnızca benim değil, senin de son şansın olabilir."
max koltuğun önünde diz çöktü. "seni sevdiğim için yapıyorum," dedi yavaşça.
charles yarası hâlâ kapanmamış ayağından, bakışlarını güçlükle ayırdı. max'ın gözleri uçsuz bucaksız denizler kadar maviydi, alnına kıvrılan saçları loş ışıkta sarının daha koyu bir tonuna bürünmüştü. yanaklarına dokundu, baş parmağı yavaşça sevgilisinin dudaklarını okşadı. charles eğildi. uzun zamandır birbirlerine şehvetle yaklaşmamışlardı. dudakları buluşmadan önce ikisi de ciğerlerine ıslak, titrek birer nefes çekti. max'ın ağzı sıcacıktı, charles inleyip yüzünü ona daha sert bastırdı. uzun uzun öpüştüler, birbirlerinin ağızlarına eridiler.
geri çekilirken içeri uzanmak için hareketlenen dili, max'ın dudaklarını yalayıp geçti. pantolonunun içinde bir kabarıklık oluşmuştu. bacaklarını birbirine bastırdı. "charlie," dedi max, elini bacaklarının arasına atarak. "sana dokunmayı özledim."
max doğruldu. charles koltuğa uzanırken, bacaklarını aralamak için uzanan kocaman eli izledi. max önce baldırlarını okşadı, ardından kasıklarının üstünü. charles başını geri atıp inledi. koltuk dar olduğu için sakat ayağı kenardan sarkıp yere düşmüştü, tabanı zemine temas edince irkildi. "şşt," diye fısıldadı max. maharetli ellerinden biri charles'ın bacağının altında kayboldu ve sonraki an max hiçbir yere çarpmasın diye onu bel boşluğuna bastırarak havaya kaldırıyordu. "bana odaklan sadece. bütün ilginin bende olmasını istiyorum."
"o zaman üstünü çıkar," dedi charles koltukta kıvranarak. kalbi gümbür gümbür atıyordu. şimdiden onu içinde hissetmek istiyor ve geçen her saniye acı veriyordu. max'ın bir eli bacağını havada tutmakla meşgul olduğundan tişörtünü üstünden atmasına yardım etti. parmaklarını göğsünden karnına kadar kaydırdı. aniden doğruldu. max onun ne yaptığını anlayamadan karnının üstüne dudaklarını bastırdı. bir an sonra altına, sonra biraz daha kenara, belinin kıvrımına, ardından yukarı, göğsüne. max onu saçlarından kavrayıp geri çekene kadar böyle devam etti.
"ağzını aç," diye emretti max. parmakları bir bir charles'ın dudaklarını araladı.
"dikkatimi dağıtmaya çalışıyorsun." ağzı dolu olduğu için charles'ın sesi boğuk çıkmıştı.
max güldü. "hayır," dedi. "sana dokunmayı özledim. gerçekten."
"leclerc'in aracında bir sorun var gibi."
jason başıyla onayladı ve ekledi, "ayrıca takımın telsiz mesajlarına da cevap vermiyor. ya bağlantıda bir kopukluk oldu ya da leclerc bugün gerçekten delirmiş hâlde."
serhan uzanıp mikrofonunun sesini kapattı. kabin arkadaşlarına dönüp charles'ı gösteren ekrana işaret etti. "sizce nesi var? bir şey olmak üzereymiş gibi gözüküyor."
"benim gözlerim seninki kadar iyi değildir, ama," diye başladı uygar. "bence motoru fazla zorluyor."
"katılıyorum," dedi jason. "bu şekilde uzun süre devam edemez."
beş gün önce
"akhilleus ve patroklos gibi."
max başını eğip göğsünde yatan sevgilisine baktı. yarı uykulu hâlinden kurtulmuş gibiydi. parmak uçlarıyla göğsüne desenler çiziyordu. "akhilleus ve patroklos gibi mi?" diye sordu merakla.
charles saçları göğsünü gıdıklayacak şekilde başını aşağı yukarı salladı. "bana bunu teklif ediyorsun, değil mi?"
max neyden bahsettiğini anlayınca güldü. "bu kadar dramatize etmenin bir anlamı yok. aynı boydayız, charlie. aynı kilodayız, benzer sürüş tarzlarına sahibiz. hem sen de yakında olacaksın. kimse fark etmeyecek."
sessizlik oldu. max onun sustuğu her saniye neredeyse fiziksel bir acı çekerek tavana baktı. sevgilisi yavaşça doğruldu. yüzünde boncuk boncuk terler birikmişti. "ben senin kıyafetlerini giyeceğim, sen de benim."
max "evet," dedi.
"ferrari alevler içinde! ferrari yanıyor!" diye hararetle devam etti serhan acar. birkaç saniye önce ferrari'nin liderliğe tekrar nasıl oturduğunu anlatıyorken şimdi ekranları karşısındaki diğer herkes gibi tüm odağını motora vermişti. ufak bir kıvılcım aracın kırmızı yüzeyinde parladı. kısa süre içinde diğeri geldi. sonunda motor dumana boğularak dağılırken ferrari pilotu savruldu. yarış boyu ara ara çiseleyen yağmur yüzünden yerler hâlâ ıslaktı. araç viraja girerken hızla yoldan dışarı fırladı. redbull'un garajındaki bir figür hareketlendi. iki haftaya yakın bir süre geçmesine rağmen ayağı henüz iyileşmemişti. ama ekranlara bakarken dimdik ayakta durdu.
duvarla kafa kafaya çarpışmamak için aracı döndürmeye çalışan pilot daha beterine sebep oldu. tekeri toprak zemine battı. takılıp arka arkaya taklalar atan ferrari'nin kaplamaları parçalandı. redbull pitindeki figür ileri fırladı. onu durdurmak için uzanan ellerden kurtuldu ve o sakat ayakla ne kadar hızlı koşulabilirse o kadar hızlı koştu. "ferrari pitin çok yakınında. yangın ihtimaline karşılık güvenlik aracı çıkıyor," diye belirtti spiker. "leclerc dumanlar içinde doğruca duvara gidiyor!"
red bull kıyafetleri içindeki pilotun tüm vücudu adrenalinle uyuşmuştu. üstüne bastığında bile acıyan ayağıyla şimdi koşuyordu. taklalar atan ferrari süratle duvara girdi. redbull pilotu toprak zemine ulaşmıştı ki bütün vücudu bir sıcaklık dalgasına boğuldu. aracın yanan motoru çarpışma etkisiyle patlamadan hemen önce, kaskının ardından pilotun hareketsiz bedenini gördüğünü sandı. ayakları yerden kesildi. karnından yumruk yemiş gibi geriye savrulurken etrafından aracın binlerce ufak parçası uçtu. manzara kaskından yansıdı, kulakları uğuldadı. ferrari alevler içinde havaya uçarken zaman donmuş gibiydi. sırtı toprak zeminle buluşana kadar sonsuza dek düştüğünü hissetti.
kaskı başından fırlamıştı. ellerinden destek alarak yarım yamalak doğruldu. aracın alevler içinde yanan gövdesinden gözlerini ayıramıyordu. kalkıp ona koşmak istedi ama vücudundaki tüm güç çekilmişti. ilkyardım ekipleri ellerinde yangın söndürücülerle aracı, araçtan geriye kalanı, kurtarmak için yanından geçip gittiler. sırtında bir el hissetti. kulakları uğuldadığından onunla konuşan kadının ne dediğini anlayamıyordu.
kadın tek dizi üstüne çöküp yüzüne baktı ve bir an donup kaldı. tribünlerdeki seyirciler yangından uzak durmaya özen göstererek tel bariyere yığılmışlardı. kameralar o tarafa döndü. sunucular sessizliğe gömüldü. alevler redbull pilotunun gözlerinden yansıdı.
arkasında verstappen yazan redbull tulumunun içindeki kişi max değildi. charles'dı.
yarası açılmış ve sağ ayağı kandan sırılsıklam olmuştu. ilkyardım ekipleri hemen onunla ilgilenmeye koyuldu. ama herkesin aklında tek bir soru vardı. leclerc buradaysa, arabadaki kimdi?
"anlaşılan verstappen yarışın başından beri pistteymiş," dedi serhan acar yavaşça. üçünün de gıkı çıkmıyordu, böyle bir şeyi ilk defa görüyorlardı.
arabadaki yangın kontrol altına alınamıyordu. yangın tüplerinden ümidi kesen ekipler, bir yandan da içindeki sürücüye ulaşmaya çalışıyordu. charles kalkıp tekrar onun yanına gitmek istedi. "bu ayakla bir adım daha atamazsın," dedi kadın.
yanmak, max'ın hayal ettiği kadar acı verici değildi. çarpışma anı korkunçtu, ve ilk kıvılcımın tenini yalayıp geçmesi de. ama alevler artıp temiz havasını eritmeye başlayınca vücuduna bir rahatlık çökmüştü. kımıldayamıyordu, kırıklarından mıydı, arabanın parçaları yıkılıp onu sıkıştırmış mıydı, bilmiyordu. başı koltuğa düşmüştü. ufacık aralıktan dışarıyı görebiliyordu. duman, önünde bir set gibi yükselse de arkasında ne olduğunu bilmek için görmeye ihtiyacı yoktu. charles'ın gözlerinin üstünde olduğunu hissedebiliyordu. her şeyin yolunda olduğunu göstermek için gülümsemeye çalıştı. daha fazla yangın tüpü, daha fazla insan, daha fazla öfkeli bağırış olaya dâhil olurken, charles için gözlerini açık tuttu ve şuurunu kapatacak bir şey yapmayı aklından bile geçirmedi.
"böylece yarış leclerc'in dnf'ine sebep olan kazanın ardından uzun bir süre güvenlik aracının arkasında devam etti."
"gerçekten leclerc diyebilir miyiz peki, sevgili serhan acar? kimse onu verstappen'in kaskının altında bulmayı beklemiyordu, tıpkı verstappen'in yanan ferrari'den çıkarılmasının beklenmediği gibi-"
charles kumandayı alıp televizyonu kapattı. haberleri dinlemekten bunalmıştı. herkesin konuştuğu tek şey buydu. yer değiştiren pilotlar, yaptırımı ne olacak, ferrari ve redbull ilişiklerini kestiklerini duyurdu, sportmenliğin bittiği nokta, fia ne diyor, büyük takımlardan büyük hile... charles bıkmıştı. hastane yatağında bir kımıltı olunca heyecanla o tarafa döndü.
yatağın dibinde diz çöküp sevgilisinin elini, damar yolunun etrafından kavradı. "maxie," dedi yavaşça. max'ın kirpikleri titredi ve sonunda gözlerini araladı.
"bir şey yok," diye devam etti charles hemen, onu telaşlandırmaktan endişe ederek. "ben buradayım, ikimiz de iyiyiz. her şey yolunda."
anılar max'ın aklına bir bir geri döndü. ağrıları ilk o zaman hissetti ve huzursuz bir inleme koyuverdi. charles hemen başucundaki sürahiye uzandı. max suyu içerken onu izledi. "nasıl gitti?" dedi sonunda.
charles gülümsemeye çalıştı. "biraz şaşırdılar. hepsi bu."
"ayağın?" max'ın aklı yeni başına geliyordu.
"yarası tekrar açıldığı için dikiş atmaları gerekti ama iyiyim." yandaki koltuk değneğini işaret etti. "alışıyorum."
max'ın asıl sormak istediği şeyler bunlar değildi. nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu. kaldı ki çok uzun konuşacak gücü de yoktu. "ben... iyi miyim?" diye sordu sonunda.
charles ayağa kalkıp çantasından çıkardığı el aynasını getirdi. tekrar yatağa otururken "sorun değil," dedi hemen. "hâlâ çok yakışıklısın."
max aynayı yüzüne tuttu. beklediğinden daha iyi durumdaydı. çenesinden sol kulağının üstüne ve saçlarının başlangıç noktasına kadar yanan derisi büzülüp buruşmuştu, gözü ve kulağı sağlamdı. charles onun ifadesiz bir şekilde yansımasını izlemesini bekledi. max aynayı kucağına indirdiğinde sevgilisine döndü ve "niki lauda'ya benziyorum," dedi.
her şey çok saçmaydı, gülmemeleri gerekirdi. ama saçma şeyler ikisinin başına birden gelince gülmeden edemiyorlardı. özellikle üst vücudunu kaplayan sargılara dokunmamaya özen göstererek max'ın göğsüne uzandı. "bir de kontratlarımız var tabii."
"artık yoklar, değil mi?" max bu işe girerken o kadarını düşünmüştü.
charles için max'ı kaybetmenin korkusu öyle ağır basmıştı ki sevgilisi arabadan canlı çıkarılınca geri kalan her şey önemini yitirmişti. o yüzden surat asmak yerine kıkırdadı. "evet, artık yoklar."
birbirlerinin nefeslerini dinleyerek hastane tavanına baktılar. max konuştu, ateşten tahriş olan boğazı yüzünden sesi biraz hırıltılıydı. "hey, charlie?"
"evet, max?" charles dirsekleri üstünde doğrulup yüzünü ona yaklaştırdı.
"ikimizin çok parası var, değil mi?"
"epey," dedi charles başını yana yatırarak. "neden?"
"sence kendi formula takımımızı kurmaya yeter mi?"
birbirlerine baktılar. bir sürü sargı ve yara bere içinde, hastane yatağında sarmaş dolaş uzanarak gülüştüler.
SON.
"adı ne olacak?" dedi charles, bir defterin arkasına karaladıkları planları inceleyerek. formula takımı kurmak düşündüklerinden zordu.
"şey nasıl," diye başladı max. utanç verici bir kelime söylüyormuş gibi hafifçe yüzü buruştu. "lestappen."
sessizlik oldu.
"bu bize yakıştırdıkları ad değil mi-"
"daha iyi bir fikrin var mı?!"
charles yavaşça koltuk değneğini bıraktı. ince bir ipin üstünde yürüyormuş gibi kollarını iki yana açmıştı. "hadi," dedi max. "buradayım, charlie. seni tutacağım."
charles derin bir nefes aldı ve aylar sonra, ilk defa gerçek bir adım attı.
"bence sunset, storm'dan daha hızlı yüzüyor."
mutfaktan başını uzatıp yüzünü akvaryuma dayamış sevgilisine baktı max. beline pembe bir önlük bağlamıştı.
"bence kafanda kuruyorsun. yarış atı sanki."
charles omuz silkti. "yine de bence sunset daha hızlı yüzüyor."
bu kadar gergin olduğuna inanamıyordu. max koridorun sonunda sosyal hizmetlerden bir görevliyle konuşurken, camekâna yaklaştı. perdeleri ardına kadar açılmış odaya tatlı günışığı doluyordu. kocaman masanın önünde karşılıklı iki sandalye vardı. charles'ın kalbi tekledi. oradaydı. turuncu, üstünde ayıcıklar olan ayakkabılar giymişti. kahverengi saçları, tombul yanaklarının etrafına dökülüyordu. bakışlarını hissetmiş gibi başını kaldırınca göz göze geldiler. charles koridorun sonuna bir göz attı ve daha fazla dayanamayacağına karar verdi. kapıyı açıp içeri girdi.
çocuk en fazla beş yaşlarındaydı. gergince çantasının sapını kavramıştı. charles onun önünde diz çöktü. "merhaba," dedi tokalaşmak için elini uzatarak. "ben charles. adını öğrenebilir miyim acaba? ayrıca ayıcıklar çok havalıymış."
çocuğun gözleri bir eline, bir yüzüne kaydı. yavaşça uzanıp elini sıktı. "ayıcıklar havalıdır," dedi sakince. "adım oscar."
charles gülümsedi. "koruyucu ailen olmak için sabırsızlanıyorum, oscar."
"oscar sunset'in storm'dan daha hızlı yüzdüğünü düşünüyor!" diye seslendi mutfağa. omzundan maymun gibi sarkan oscar kıkırdadı.
max mutfaktan başını uzatıp ikisine baktı. pembe önlüğüyle pankek pişiriyordu. çoğu yanmıştı.
ilk duyduğunda oscar, arabaların sesinden çok korkmuştu, bu yüzden max ikinci kez yarışları izlemek için gittiklerinde yanında bir kulaklık getirmişti. ancak kulaklığı çantasından çıkarınca, oscar gerek olmadığını söyledi. max dikkatle onun yüzüne baktı. bir şeyler değişmişti. gözleri heyecanlı ve ışıl ışıldı. öne doğru eğilmişti, arabaların her anını görmek istiyordu. max aynaya bakıyormuş gibi hissetti.
"belki de bir maliyeciyle çalışma zamanı gelmiştir." charles uyku akan gözlerle mutfak masasına yayılmış kağıt yığınına baktı.
"evet. kesinlikle." max yüzünü avuçlarına dayadı. hangi parayı, nereye, ne kadar harcamaları gerektiğini asla anlamıyorlardı. formula takımı kurmak gerçekten zordu.
atıştırmalık almak için mutfağa giren oscar, havada turuncu bir yarış arabası uçuruyor ve ağzından vınvınvın sesleri çıkarıyordu.
sosyal hizmetlerdeki arkadaşları oscar'a harika bir aile olduklarından, bir çocuk için daha yerleri olup olmadığını sorduğunda, geri çevirememişlerdi. bu yüzden üçü birlikte (evet, oscar bile, sonuçta artık abi oluyordu) kimi'nin odasının duvarlarını maviye boyuyorlardı. charles fırçasını max'ın suratına sürmeye karar verince işler değişmişti. yanlışlıkla odanın duvarlarından çok daha fazlası mavi olmuştu. buna kimi de dahildi. bütün gece banyoda boyaları çıkarmaya uğraştılar. gerçi kimi onları çok sevmiş gözüküyordu.
charles nefes nefese yatağa yığıldı, max da hemen üstüne. ses çıkarmamak için ağzına bastırdığı bileğini öyle bir ısırmıştı ki, diş izleri hafifçe kanlanmıştı. max'ın altında, vücudunu sarsmaya devam eden zevk dalgalarıyla kıvrandı. birbirlerinin nefeslerini ve tenlerinin kavuştuğu sıcacık noktaları hissetmek için kendilerine zaman tanıdılar. kapı tırmalandı. max sinirle başını yatak başlığına vurdu. ankara kedileri nedense her türlü kapalı kapıdan nefret ediyor ve açılana kadar tırmalayıp duruyordu.
charles kendini yorganlara sararak max'dan uzaklaştı. "sultan'a kapıyı aç, aşkım," dedi uykulu sesiyle. kediyi sahiplendiklerinde bir adı vardı zaten ve çok havalı olduğunu düşündükleri için değiştirmeye uğraşmamışlardı. kabarık beyaz tüyleri ve ruhlarına bakan mavi gözleriyle uyumluydu da. max oflayarak doğruldu.
"kalkmışken kahvaltıyı da hazırlar mısın? çocuklar acıkmaya başlamıştır."
"hıhı," dedi max. "tabii."
takımın kullanacağı arabayı ilk deneyen max'dı, kucağında oscar'la birlikte. oscar için çok çok yavaş sürmüştü ama çocuk heyecandan ellerini havaya kaldırarak çığlıklar atmıştı. onu evlat edindiklerinden beri gösterdiği en büyük tepkiydi. max onun iyi bir yarışçı olabileceğini düşündü.
"yavaş, çocuklar!" diye seslendi charles arkalarından. "takılıp düşmeyin!"
"bırak düşsünler," dedi max. "öyle öyle öğrenecekler."
nefeslenmek için piknik malzemelerini yere bıraktılar. 2025'deki ufak kazalarından sonra ikisinin de formu asla eskisi gibi olmamıştı ama idare ediyorlardı. charles'ın koltuk değneğine ihtiyaç duyduğu günlerden değildi, ya da max'ın bütün yanıklarına tek tek merhem sürmesi gerekmemişti. ama eskisi kadar hızlı değillerdi. sorun değildi. beraber yavaşça yürüyebilirlerdi.
"eşyalar burada kalsın," dedi charles. "gidip çocuklara bakalım."
"birinin canı eğlenmek istiyor sanırım." max gülümsedi.
charles ona karşılık verdi. "neden olmasın? sonuçta insan her gün shoreham'a pikniğe gelmiyor."
arkalarındaki tepeye baktılar. üstünde, dalları rüzgarla uçuşan bir söğüt vardı. diğer yamacı doğruca denize bakıyordu. piknik için harikaydı.
"yarışalım mı? sona kalan bütün eşyaları taşır."
max eşine göz kırptı. "ne zaman rekabetten kaçtığımı gördün?"
ve tepeye doğru koşmaya başladılar.
7 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
running up that hill, chapter 8
[don't wanna drive another mile without knowin' you're breathin']
ağustos sonu 2025, çanakkale, türkiye
hayatlarında türk yemeklerinden daha lezzetli bir şey tatmamışlardı. öğlene doğru, otelin denize nazır masalarından birinde kahvaltılarını iskenderle yapmaları bundandı. max kocaman pide parçalarından birini tabağın dibinde birikmiş et suyuna bandırırken "bence almalıyız," dedi. "çünkü neden olmasın."
"max," diye başladı charles. dudağının kenarında bir parça yoğurt kaldığından max onu hiçbir şekilde ciddiye alamıyordu. "evde bir köpeğimiz ve iki kedimiz var zaten. neden bir tane daha-"
"çünkü o bir kedi," dedi max. geri adım atmayacağını belirtmek için çatalını haşince dönere sapladı. "kediler sahiplenilir."
"hepsinin bizim tarafımızdan sahiplenilmesi gerekmiyor ama." evin bu gidişle hayvanat bahçesine dönüşeceğini bilmesine rağmen, charles ona engel olamıyordu. max haklıydı. kediler muhteşemdi. ama ikili, evde o kadar sık duramadıklarından zavallı hayvanlar sıkılıyorlardı. leo'nun aksine dışarı çıkarılmayı da reddediyorlardı. max böyle düşünmüyordu gerçi. ev onların değil, kedilerindi. kediler evde yalnız kalmaktan sıkılmıyordu. "ama-"
"lütfen, charlie," dedi max. "sikenderini bitirir misin?"
"iskender," diye düzeltti onu charles. ama kendisinin de dili tam dönmediğinden sözcük ağzından bir garip çıkıyordu.
denizin ve kahvaltı yapan diğer otel sakinlerinin seslerini dinleyerek ağızlarını doldurdular. tatillerinin dördüncü ve son haftasındalardı. 2025 her ikisi için de kayda değer geçmiyordu. sezonun yarısında bu kadar uzun bir ara verilince, max'ın evinde gerçekleşecek yarıştan önce tatile çıkıp rahatlamakta hiçbir sakınca görmemişlerdi. zaten artık fia'nın da onları yarışlarda istediği pek söylenemezdi. son üç yıldır. avusturya'dan beri.
podyum öpücükleri medyada korkutucu derecede büyük yankı uyandırmış, fia da korkutucu derecede sıkı önlemler almak zorunda kalmıştı. hâlâ kadınları akademi dışına çıkarmaktan rahatsızlık duyuyorlar, demişti lewis beraber oturup kahve içtikleri bir seferinde. size de bu kadar tepki göstermelerine şaşırmamalı.
yalnızca formula hayranları, muhabirleri, yarış pilotları ve pit ekipleri değil, başka başka sporlardan pek çok insan uzun süre ne kadar cesur olduklarını, artık böyle şeylerin normal kabul edildiği bir dünyaya ihtiyaç duyulduğunu konuşup durmuştu.
işler konuşmakla yürümüyordu. fia'nın ipleri lewis ve sebastian'ın rengarenk tişörtler giymesinden nefret eden aynı adamların elindeydi. ama sonuç olarak, max ve charles hâlâ yarışıyor ve seviliyordu. işler yolunda sayılırdı. kontratlarımız dışında, diye düşündü charles kendi kendine. yavaşça bakışlarını yemeğiyle meşgul olan max'a kaldırdı. charles avusturya'da fia ve ferrari yetkilileriyle deneyimlediğine benzer bir şey yaşayıp yaşamadığını merak ediyordu, max ona bu konuda bir şey söylememişti. gerçi kendisi de bunu henüz paylaşmadığından, belki o da... ama max susmazdı. mutlaka bir yerlere sesini duyurmak isterdi. bir anda iştahı kapanmış gibi hissetti. elinin titrediğini gizlemek için arkasına yaslanarak kollarını göğsünde kavuşturdu. ona verilen süre bu sezonun sonunda doluyordu. charles o noktadan sonra ne yapacağına dair hiçbir şey canlandıramıyordu aklında. sanki her şey sona erecekmiş gibi. benim kontratım, diye düzeltti kendini, sevgilisinin hafifçe uzamış, dağınık, sarı saçlarının çevrelediği güzel yüzünü izleyerek.
yanlarına yaklaşan bir başka hayranla max, tabağından uzaklaşıp yeniden insan gibi gözükmek için ağzını sildi. türkiye'de ayrı bir popülerlerdi. onları tanıyan insanlar, sevgilerini tapınırcasına ifade ediyordu. otelde sohbet ettikleri barmenlerden biri bunun türk halkının sıcakkanlı doğasından kaynaklandığını söylese de dört hafta geçmesine rağmen bu denli sıcakkanlı bir doğaya alışamamışlardı. kız, charles'a imzalaması için orijinal bir ferrari şapkası uzattı. bir yandan max'la sohbet ederlerken mavi saçları denizden yansıyan ışıklar altında parlıyordu. "kız olsaydım aynı böyle boyatırdım," dedi max, bir tutamı parmaklarının arasında incelerken. bu charles'ın neşesini yerine getirdi, max'ı nedense öyle hayal edebiliyordu. kız teşekkür ederek yanlarından ayrıldı ve çığlık atmak üzereymiş gibi elini ağzının üstüne bastırdı. çanakkale'de baş başa iskenderle kahvaltı yaparken görülmesi beklenmeyen bir ikililerdi anlaşılan.
"ne düşünüyorsun?" diye sordu charles, gözleri dalıp giden sevgilisine hitaben. yemekleri bitince ikram olarak getirilen çayını yudumluyordu şimdi. kontrat meselesini bir şekilde konuşmak istiyordu. benzer bir şeyi max da yaşıyorsa önce onun açılmasını tercih ettiğinden şansını denemeye karar verdi.
"kediyi," diye cevapladı max. "ankara kedisi, charles. muhteşem bir yaratık-"
charles başını iki yana salladı. "onu düşünmüyorsun. düşündüğün şeyi gizlemek için onu bahane ediyorsun."
max sandalyesinde geri yaslandı. yaptığı yaramazlıklar ortaya çıkmış bir çocuk gibi teslim olurcasına omuzlarını indirdi. altı yıldır her gece kollarında uyuyup kollarında uyandığı insandan bir şeyler saklamak ne kadar zordu. "belki. olabilir."
devam etmesini bekleyen, meraklı, yeşil gözlere baktı max. "babam," dedi sonunda. "babamı düşünüyordum."
uzaklarda bir geminin düdüğü duyuldu. charles masanın üstünden uzanıp elini kavradı. "max. seni umursamayan bir insanı bu kadar umursamak, sana yalnızca zarar verir."
"biliyorum." max diğer eliyle yüzünü sıvazladı. charles son gecelerde onun uykusundan, çoğunlukla da nefes nefese uyandığını biliyordu. kabus görür gibi titreyip duruyordu. sanki ruhu başka bir yerlerde asılı kalmış ve bu dünyaya, bedenine dönmek için çırpınıp duruyor, ama bir nedenden başarısız oluyordu. "eskiden umursamazdım. ama insan yaşlandıkça duygusallaşıyor sanırım."
"yaşlanmak mı?" diye güldü charles. "lütfen max, otuzunda bile değilsin."
"bizim yaşımızdaki insanların çocukları var."
"bizim de bir formula kariyerimiz. hangisini daha çok istediğine sen karar ver." kelimeler charles'ın ağzında acı bir tat bıraktı.
max gönülsüzce de olsa onu haklı bulup başını salladı. "onu demek istemiyorum. sen de bazen durup, ne bileyim, bundan sonra ne olacak diye sormuyor musun?"
charles kollarını göğsünde kavuşturdu. ciddi bir hastalığı teşhis eder gibi, "orta yaş krizi. seb beni uyarmıştı." dedi. belli ki max'la kontratı konuşan olmamıştı. düşüncelerini sevgilisine yoğunlaştırmaya çalıştı. en azından birinin hislerini paylaşabilmesi güzeldi, dinlenmeyi hak ediyordu.
max anlamayarak gözlerini kırpıştırdı. "affedersin, sebastian vettel seni neden orta yaş krizine karşı uyarıyormuş? tam olarak nasıl bir ortamda-"
"orasını karıştırma," dedi charles. "ferrari'de ilk kez beraber yarıştığımız yıllarda o da sürekli bunları sorguluyordu. çok gereksiz. hayatını yaşa yeter. bak seb'e ne oldu."
sebastian vettel, max'ın bildiği kadarıyla hâlâ hayattaydı. "ne oldu?"
"emekli." charles başını iki yana salladı.
max uzun uzun güldü. bir garson çaylarını değiştirmek için masalarına yaklaşınca toparlanmak zorunda kaldı. "bence emekli olmayı aklına getirmeyerek, kendini bu sorularla cebelleşmekten koruyorsun, charlie. biz de bir gün emekli olmak zorunda kalacağız."
"onu fernando emekli olunca konuşuruz." charles rahatsızca sandalyesinde kıpırdandı. "şimdilik önümüzde uzun bir hayat var."
emekliliği ölüm gibi bir şey sanmasının da orta yaş krizi olduğunu açıklamaya uğraşmadı max, laf arasında lewis'in onunla bu konuda uzun uzun konuşacağından emindi. birinci elden orta yaş krizini atlatma tecrübesi olan biri ona daha iyi gelirdi muhtemelen. hızlıca charles'ı süzdü. acaba aklında yine neler dönüp duruyor diye merak etti.
charles ayağa kalktı. max çayını bitirmediği için tek kaşını kaldırarak ona garip garip baktı. "hadi," dedi charles. "biraz kafa dağıtmamız lazım. otelde otura otura-"
"yata yata," diye düzeltti max. charles'ın yüzü kızarırken dudaklarının kenarı keyifle kıvrıldı.
"otelde dura dura," dedi bastırarak, "iyice bunaldık. bugün bir yerlere gidelim."
max ellerini çenesine dayayıp düşündü. aklına bir yer geliyordu aslında. ama charles'ın ilgisini çekeceğinden emin değildi. ayağa kalkarken yine de şansını denemeye karar verdi. uzanıp sevgilisinin elini tuttu ve otelin yemekhanesinden dışarı sürüklemeye başladı. charles o gün şaşırtıcı derecede itaatkardı.
"bunun gerçek olduğunu bilmiyordum." charles devasa, ahşap ata bakmak için başını kaldırdı. "film burada mı çekilmiş?"
max olumsuz anlamda başını salladı. elini gözlerine siper etmişti. bir turist kafilesinin arasına karışmış, kentin içinde geziniyorlardı. görünürde bir sürü yıkıntıdan, yarım taş duvarlardan ve zamanla doğanın yalayıp yuttuğu mimarinin hayaletinden başka bir şey yoktu. ama ikisi de o bunaltıcı, omuzlarına bastıran ağır havanın farkındaydı.
"bildiğim kadarıyla filmden sonra buraya hediye edilmiş." elini sevgilisinin beline attı. charles dokunuşuna hızla karşılık verdi. sıcak havaya rağmen vücutlarını birbirine yaslamaktan kendilerini alamadılar. "filmi izlemiş miydin?"
"hayır."
"truva-" diye açıklamak üzere heyecanla atılan max'ın ağzına, charles parmağını bastırdı. "ama hikayeyi biliyorum," dedi sakince.
max konuşmasına izin verilmediği için biraz hayal kırıklığına uğramıştı, yine de sesini çıkarmadı.
"elbette truva'yı biliyorum, max. agamemnon'u, odisseus'u, paris ve hector'u." düşünür gibi başını yana yatırdı. atın, güneşin açısından dolayı sonsuza kadar uzuyormuş gibi gözüken gölgesine baktılar. "akhilleus ve patroklos'u. güzel hikaye."
turist kafilesi atın önünden ayrılıyordu. peşlerine takıldılar. "biraz bize benziyorlar," diye ekledi charles sonunda.
"nasıl yani?" max'ın dudaklarına nazik bir gülümseme yerleşti. charles'la bu kadar çok gözün önünde, sarmaş dolaş antik kentleri gezmek, eskiden hayalini kurmaya bile cüret edemeyeceği bir şeydi. ama işte bugün buradalardı. ve charles onları akhilleus'la patroklos'a benzetiyordu. max dün akşam çok fazla içmiş olmalıydı. muhteşem bir rüyaydı ve uyanmak istemiyordu.
"kendilerini bir mağaraya kapatıp günlerce sevmişmişler," dedi charles sonunda gururla.
max o kadar çok güldü ki önlerindeki kafile dönüp bakma ihtiyacı hissetti. "ben de ciddi bir şey diyeceksin sandım." sevgilisinin omzuna başını yasladı. charles polo yaka tişörtünün düğmelerini açmıştı. teninden yayılan tatlı, biraz hanımelini andıran koku max'ın başını döndürdü.
charles umursamazca omuzlarını silkti. "neyse ki birbirimiz için ölmemiz gereken bir savaşta değiliz."
max doğruldu. "neyse ki," dedi yavaşça. el ele tutuşarak antik kentin içinde yürümeye devam ettiler. gerçi ikisi de artık etraflarıyla ilgilenmiyordu. bütün dikkatleri, tenlerinin birbirine kavuştuğu parmaklarındaydı.
"geç oluyor," dedi max. "sahile inelim mi?"
"gece gece kaybolursam sudan cesedimi çıkarırsın."
max kıkırdayarak dudaklarını sevgilisinin saçlarına bastırdı. saçlarını uzattığı için iyice dalgalı ve kabarık olmuşlardı, yüzü gıdıklandı. bir elini genç adamın yanağına sardı ve kendine çekerek dudaklarının kenarını öptü.
max'ın ayakları iskelenin ahşap, gıcırtılı, deniz suyuyla ıslanmış zeminini dövdü. bir an sonra havadaydı, ardından suyun altında kayboldu. çırpınıp yüzeye çıkınca alnına yapışan sarı saçlarını parmaklarıyla geri taradı. "hadi, charlie!" diye bağırdı kıyıya. "su çok güzel."
güneşin son demleriyle ısınmış ve dolunay çıkmasına rağmen hâlâ serinlememiş kumların üzerindeki örtülerinde oturan charles, dizlerini göğsüne çekti. "sen eğlenmene bak," diye seslendi güçsüz bir sesle. başını çevirip sahilin geri kalanını izledi. akşam olduğu için kalabalık epey azalmıştı. yine de kumda koşup oynayan çocukların ve çok uzaklaşmamaya özen göstererek denize açılan insanların siluetlerini görebiliyordu. daha da ileriye, kalabalığın ortasına bir ateş yakılmıştı. max olabildiğince uzağa oturup baş başa kalmak istemişti. ama charles gece vakti denize girmeye cesaret edebileceğini sanmıyordu. sıkıntıyla iç geçirdi.
"sorun ne?" max sudan çıkmıştı. üstünde basit, siyah bir şorttan başka bir şey yoktu. etine dolgun vücudundan sular süzülüyordu. charles onun sıkı karın kaslarına, boğum boğum kollarına, sudan üstüne yapışmış şortun başlangıç ve bitişinde oldukça belirginleşen, kuvvetli adalelerine baktı. max örtülerini ıslatmamak için yanındaki havluyla üstünü başını kurularken beklentiyle ona döndü.
"geceleri denizden çok hoşlanmıyorum," dedi sonunda charles.
max bunu hiç duymamıştı. merakla yanına oturdu. "bir sebebi var mı?"
denizin yüzeyi dalgalı, sahilden vuran ışıklarla pırıl pırıldı. güneş tamamen battığı için şimdi zifiri karanlık gözüküyordu. neredeyse bir bataklık gibi. "bilmiyorum." charles parmaklarıyla oynadı. max'ın hareketlendiğini duydu. hemen sonra sevgilisinin ıslak saçlar�� dizlerindeydi. max ona çok değerli bir şeymiş gibi baktı.
"önce ben atlasam? sonra seni yakalarım. yanında olacağım."
charles eğildi. dudakları birbirine kavuşunca uzun zamandır bunu bekliyormuş gibi inledi. max'ın kocaman parmakları ensesine, oradan saçlarına dolandı. denizin kıyıyı döven sesini dinleyerek uzun uzun öpüştüler. "o zaman olabilir," dedi charles, nefes nefese alnını onunkine yaslarken. max keyifle kucağından doğruldu. ayağa kalkınca elini uzatıp charles'ı da kaldırdı. neredeyse yarışarak iskeleye vardılar. çıplak ayakları tahtalara değer değmez, charles dondu.
"sorun yok," dedi max, kulağına doğru. "yalnızca beni izle."
max'ın bacakları koşarken neredeyse bir atınki kadar doğal görünüyordu. charles bir an kendini çok beceriksiz hissetti. son adımında sevgilisinin vücudunu ileri fırlatışını, kollarını uzatarak havayı ve sonunda suyun yüzeyini yarışını izledi. vücudu o karanlık kütlede kayboldu. bir kalp atışlık zamandan sonra tekrar yüzeydeydi, yuttuğu suları tükürüyordu. "hadi!" diye seslendi, iskelenin başına. "sıra sende charlie! buradayım."
charles, onun atlayacağı yerden uzağa çekilerek yer açışını izledi. kıyıya yaklaştığından suyun için ayakta durabiliyordu. tereddütle, sonsuza kadar uzuyormuş gibi gözüken iskeleye baktı. kalbi gümbür gümbür atıyordu. charles denize bayılırdı, gece yüzmekten neden korkuyordu ki? zihnine anlam veremediği, kopuk kopuk görüntüler doluştu. charles nefesiyle beraber onları da dışarı üfledi. ve koştu.
özgürdü, bütün hayatı boyunca özgürlüğe en yakın olduğu anlardan biriydi. tahtalar, ayaklarının altında kayıp gidiyor, hızla o karanlık, nereye açıldığını bilmediği dehlize koşuyordu. son bir adımı kalmıştı, o adımla yükselecek ve suya dalacaktı. iskelenin yosunlu ayaklarının arasında dolunayın bembeyaz yansımasını gördü. son adımını attı. bir acı ve şok dalgası bütün vücudunu kapladı.
ayağına daha önce hiç çivi batmamıştı, ama durumun bu olduğunu derhal anladı. son adımı dengesizdi. iskeleden suya adeta çakıldı. suya dalarken kulakları uğuldadı, tuzlu deniz suyuyla yandıkları için gözlerini kırpıştırıp duruyordu. zifiri karanlık, bedenini sarmalayıp kucağına hapsederken charles çırpındı. ama nafileydi. sağ ayağını oynatamıyor, soğuk suda uyuşan ayağını vücuduna bağlayan hiçbir şey kalmamış gibi hissediyordu. hangi tarafın yüzey olduğunu anlayamayacak kadar uzun süre debelendi. pes ettiğinde yavaşça dibe batmaya başladı. dolunayın denizin altına kırılan ışıklarıyla bir an kolları ve bacaklarını görür gibi oldu. yüzeyde bir dalgalanma oldu, ışık titredi. dibe battıkça, korkunç bir dejavu hissine kapıldı. sanki daha önce de batmıştı. batmıştı ve bir şey için dua etmişti. ne olduğunu hatırlamıyordu.
temmuz başı 1825, shoreham, ingiltere
charles aşağı sarkan ayak bileğinden tutulup çekilerek yere düşürüldüğünde, ne kadar zamandır at sırtında gittiğini bilmiyordu. kolunu bacağını kendine çekerek düşmenin acısının geçmesini bekledi. bir çakının açıldığını duydu. ardından bileklerini saran ipler kesildi. gözlerini örten bez parçası çıkarılıp atıldığında yarı yarıya doğrulmuştu. jos'un adamlarının ortasında oturduğunu ve belki de ileri fırlamak için tek şansının bu olduğunu fark etti. ellerinden kuvvet alıp ayağa kalkarken aynen öyle yaptı. aralarına yalnızca birkaç adım mesafe koyabilmişti ama bu bile yeterliydi.
jos'un kolunu kaldırdığını gördü. adamlar onu yakalamak için herhangi bir girişimde bulunmadılar. çünkü charles'ın da çok geçmeden fark ettiği üzere bir tepenin üzerindeydiler ve yamacın, adamların tutmadığı diğer tarafı uçurumdu. charles bir söğüt ağacıyla aynı hizada durarak onlara döndü. burayı hatırlıyordu. sabah max'la yan yana uzandıkları yerdi. gece ay ışığı altında çimler gümüş, ağacın aşağı dökülen dallarıysa sivri, metalden dikenler gibi parlıyordu. charles bir an evvel geri dönmek zorundaydı, o yanan eve. max'ına.
"bunu neden yapıyorsun?" denizin, tepenin yamacını yalayan gece gelgitleri sesini bastırdı. hava bozmuştu, gece göğünde bulutlar toplanıyordu ve halihazırda zaten nemli olan hava hepten ağırlaşmıştı. charles hiçbir tatmin hissi vermeyen bir nefes çekti ciğerlerine.
"ben bir şey yapmıyorum," dedi jos, arkasındaki adam ve at kalabalığından sıyrılıp öne çıkarak. "bunu kendinize siz yapıyorsunuz."
charles cevap vermek için ağzını açtığında, adam daha yüksek bir sesle devam etti. bir yandan da yavaş adımlarla üzerine yürüyordu. "en iyi sponsorumun kızını sokak ortasında aşağıladığınızda ne olacak sanıyordunuz? üstelik de arkada, evime gelerek masanın üstüne çarptıkları bir mektubu kanıt diye bırakarak."
charles'ın kulakları uğulduyordu. sanki düştüğünde kaburgaları kırılmıştı da her taraftan kalbine bastırıp eziyorlardı. yumruklarını sıktı. "max'ı istemediği bir evliliğe zorlamadan önce düşünecektin onu."
jos ağzını kocaman açarak ve gecenin karanlığında neredeyse yırtıcı bir hayvanınki gibi sivri gözüken dişlerini sergileyerek güldü. baştan aşağı charles'ı işaret etti. "oğlumun istediği evliliğe bak! böyle bir şey mümkün mü sence?"
"neden ondan nefret ediyorsun?" charles bacaklarının onu taşımamasından korkuyordu. max'a yanına ulaşmak için harcamadığı her saniye aleyhine işlerken burada sıkışıp kalmıştı. adamların arasından geçemezdi, jos'u ikna edemeyeceğini çoktan öğrenmişti. ve yüzme bilmiyordu.
jos hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. "onun için çok uğraştım. günahlarından arındırmak için, onu mükemmelleştirmek için. ama başladığımız noktaya geri dönüp duruyoruz." duraksadı. başını kaldırıp kara bulutlara ve ardından altlarında çelimsiz bir çocuk gibi dikilen charles'a baktı. "onu mahvettin, oğlum. böyle olmasını istemezdim. güzel bir hayatı olabilirdi."
"benimleyken güzel bir hayatı vardı zaten." kelimeler charles'ın ağzından tükürür gibi çıktı.
yaşlı adam bu kez ayakkabılarının ucuna baktı. charles yanağına bir damla düştüğünü hissetti. yağmur başlıyordu. yangını söndürecek kadar çok yağmasını umdu. yangının fikri bile başını döndürünce bilincini açık tutmaya çalışarak jos'a dikkat kesildi. adam başını yerden kaldırdı. eli beline gitti. charles'ın gözleri, onun tabancanın kabzasını kavrayışını saatler gibi gelen bir süre boyunca takip etti. bir damla daha düştü, sonra bir tane daha. tepenin arkasında bir yerlerde şimşek çaktı. bir anlık aydınlıkta jos'la göz göze geldiler. charles ileri atıldı. jos tabancayı kaldırdı.
gök gürledi.
max gök gürültüsüne uyandı.
ya da ona öyle gelmişti, çünkü gök gürültüsünden daha önemli sorunları vardı. önce bütün vücudunu saran bu sıcak hava dalgasının charles'ın dokunuşunda kaynaklandığını sandı. son hatırladığı şey onun kollarında uyuyakaldığıydı. şişmiş gözlerini araladığında alevleri gördü. öksürdü. nefes alamadığını o zaman fark etti. bir yardımı dokunacakmış gibi, elleri boğazına sarıldı. "charles!" diye seslendi gücü yettiğince. eski, ahşap kulübe ateşlerin kuvvetinden çatırdıyordu. yattığı bölmenin önüne tavandan yanan bir kiriş düşünce kendini korumak için kollarını başına sardı.
sevgilisinin adını tekrar haykırdı. sulanan gözlerinden dolayı etrafı net görememesine rağmen charles'ın bölmede olmadığı belliydi. tüm vücudu kavruluyordu. dikkatini toplamaya çalıştı. charles'ın ona ihtiyacı varsa bile ona ulaşmak için önce kendini kurtarmalıydı. dizlerinin üzerinde doğruldu, ardından ağır ağır ayağa kalktı.
bacakları onu taşımadı. kim bilir yangın dumanında ne kadar zamandır yatıyordu. ateş, destek almak için tutunduğu yan duvara yürüyünce küfrederek bölmenin ortasına süründü. hadi max, dedi kendine. burada ölmeyeceksin, max. ayağa kalk.
max ayağa kalktı. kavurucu sıcağın içinde, ciğerlerinde temiz hava olmaksızın hareket etmek imkansız olmalıydı. max yine de ayağa kalktı. kendini bölmeden dışarı attığında öksürdü. çatı gittikçe daha kuvvetle çatırdıyor, çürük, tahta kolonları ezip yere çarpmak için kıvranıyordu. kendine yürüyecek kadar yer açmak için düşen kirişi tekmeledi. üst gövdesindeki sargılarının tutuştuğundan endişe etti ama kontrol edecek vakti yoktu. ateşe her daldığında kavrulan ayağına aldırmamaya çalışarak kirişi tekmeleyemeye devam etti. ayağındaki acı, bir süre sonra yok oldu, bu ne anlama geliyordu bilmiyordu. açtığı yolu topallayarak geçerken aşağı bakmaya korktu. gözleri yalnızca, kenarından sıkışarak geçilebilecek kadar bir aralık bırakarak devrilmiş kapıya odaklanmıştı. kendini oraya sürükledi.
alevler çok kuvvetliydi. max başka zaman olsa o aralıktan belki geçebilirdi. şimdiyse bütün vücudu kavrulmadan bunu yapması imkansızdı. nefessizlikten yere yığıldı. ağlamak istiyordu ama sıcak, gözlerini bile kurutmuştu. kaybetmekten ilk defa bu kadar çok nefret ederek yeri yumrukladı. "charles..." diye mırıldandı, başını ellerinin arasına alarak. kapı sarsıldı.
max sıcaktan halüsinasyon görmeye başladığını sanmıştı. kapının gevşek tahtaları dışarıdan bir darbe alıyormuş gibi tekrar sarsıldı ve bu kez max'ın başından aşarak arkaya savruldular. tekrar, ardından tekrar parçalandı. vücuduna dolan yeni bir cesaretle, açılan boşluktan ileri atıldı.
sıcaktan kurtulan vücudu, şiddetli yağmurun altında gittikçe çamurlaşan zemine yığıldı. uzun, derin nefesler çekerek göğe baktı. suyun, vücudunu söndürdüğünü hissedebiliyordu. ayağındaki acı şimdi daha anlaşılırdı. hisleri geri gelirken avuçlarını çamura bastırarak doğruldu. ahırı kaplayan alevlerin ışığında, silueti o zaman gördü. bu kurtarıcısı olmalıydı, kapıyı dışarıdan tekmeleyerek onun için parçalayan şey. ürkütmekten korkarak yavaşça, "storm?" diye fısıldadı. daha iyi görmek için başını kaldırınca göz kapaklarından birinin açılmamakta ne kadar ısrarcı olduğunu fark etti. önemi yoktu, hâlâ görebiliyordu.
hayvan ağır ağır yaklaşt. ateş kadifemsi derisinde oynaştı. storm değildi, elbette storm olamazdı. ona alevlerin arasından çıkacak gücü veren şeyi, charles'ı hatırlatan, başka bir yaratıktı.
"sunset."
at, ismini tanımış gibi başını onun yüzüne yaklaştırdı. max yanan eve baktı. charles'ın orada olmadığına emindi. öyleyse nerede-
yerdeki izleri gördü. çamurun içinde iyice silikleşmişlerdi ama o kadar kalabalık bir at grubunun toynak izlerini görmemek için aptal olması gerekirdi. ana yoldan çıkarak ormanın içine dalıyorlardı. sunset'in nefesi ensesine çarptı. atın yelesine tutundu, hayvan onu kolayca ayakları üstüne kaldırdı. üstünde eyeri yoktu, max onun buraya nasıl geldiğini bile bilmiyordu. belki storm'la aralarındaki bağ gibi, sunset'le charles da bağlıydı ve başının belada olduğunu max'dan önce hissetmişti.
sakat bir ayak, düşüşünden kalan bir sürü ağrıyan kemik, yarım yamalak gören bir göz ve hâlâ yağmur değdikçe dumanı tüten teniyle, atın sırtına çıkmayı başarana kadar birkaç kez denemesi gerekti. bacaklarıyla sunset'in gövdesini sararak kendini sabitlemeye çalıştı. eğilip iki eliyle yelesine yapıştı. "hadı kızım," dedi topuklarıyla onu mahmuzlarken. "beni charles'a götür."
sunset yolu biliyormuş gibi ormanın içine daldı.
jos'un tabancası olabilirdi ama charles daha hızlıydı. eğilip namlunun hizasından kurtularak jos'un üzerine atladı. güreşir gibi kollarını beline doladı, başını göğsünün altına bastırdı ve tüm kuvvetiyle onu itti. tabancanın kabzası arka arkaya sırtına indi. charles acıdan tek dizi üstüne çökünce, jos dengesini koruyamayıp geri devrildi. onun kalçaları üstüne düştüğünü gören charles, tabancayı kapmak için eline uzandı. jos'un yumruk olmuş eli yanağına indi.
charles yana savruldu. yağmurdan kayganlaşmış zeminde doğrulana kadar vakit kaybetmişti. bir tabancanın çekildiğini duydu. "o benim!" diye kükredi jos arkasındaki adamlarına, silahlarını indirmelerini işaret ederek. sesi yağmuru, gök gürültüsünü ve durmadan çakan şimşekleri bastırıp charles'a ulaştı. içinde yeni bir kuvvet uyandı. bir başka şimşekle aydınlanan tepede, o kısacık anda birbirlerine baktılar. charles sürünerek onun üstüne atıldı.
jos'un kollarını zapt edemiyordu. tabancaya uzanmak için ne zaman ağırlığını diğer tarafa verse, jos'un yumruğu doğruca bağrına iniyordu. öfkeden kudurmuş hâlde çığlık atarak doğruldu, bu kez onun yumruğu jos'un yüzündeydi. anlık bir açıklıktan yararlanan jos'un dizi, kasıklarına çarpana kadar böyle devam etti.
charles acı içinde tekrar iki büklüm oldu. jos geri geri sürünerek ondan uzaklaştı. önce karnının etrafına sarılmış kolunu tekmeledi, ardından leğen kemiğinin hemen üstünü. onun ayağa kalkmak üzere olduğunu fark eden charles, onca acıya rağmen doğruldu. duruşunda bir şeyler bozulmuştu, belinden aşağısı, özellikle de sağ ayağı tutmuyordu. çamur içinde kalmış ve gittikçe şiddetlenen yağmurda sırılsıklam olmuştu. nefes alacak vakti bile yoktu. jos'un kabzayı tutan eli, çenesine bir aparkat patlattı. charles geri savruldu ama devrilmedi. başı dönüyordu. dengesini sağlamak için dizlerine tutununca burnundan yere kan damladı. çok daha fazla kanı da ağzından tükürüp attı.
"hâline bak," dedi jos. sesinin bu kadar yakından gelmesi korkunçtu. charles başını kaldırınca onu bir kol mesafesinde buldu. "neden bu kadar uğraşıyorsun, oğlum? siz yaşamak için yaratılmamışsınız. vazgeç artık."
max vazgeçmeyecekti.
sunset ayışığından başka bir şeyle aydınlanmayan ormana rağmen son sürat koştuğundan, her yağmur damlası suratına kırbaç darbesi gibi iniyordu. başını hayvanın boynuna yapıştırmıştı, her tümsek ve çukurda düşmemek için çabalıyordu. artık nereye gittiklerine dair hiçbir fikri yoktu. bir süre yerdeki izleri takip edebilmişti ama yağmur bu kadar şiddetlendikten ve sunset bu kadar hızlandıktan sonra, hayvanın içgüdülerine güvenmekten başka şansı yoktu.
şimşek çakınca atla birbirine dolanmış bedenlerinin gölgesi ıslak zemine düştü.
charles ıslak zemindeki gölgeye baktı.
kanayan, ağzı değildi. jos'a verdiği tek cevap eğilip ayaklarının dibine kan kusmak olduğuna göre, iç organlarında bir sorun vardı. ne olduğunu öğrenmek istemiyordu. nefes nefese, uzayıp giden kanlı salyayı son kez tükürdü. adamın gölgesi hâlâ sabitti, hâlâ tabancayı tutan kolunu kaldırıp nişan almamıştı. neden bu kadar uğraştığını merak etti. bir kez daha doğrulurken kıkırdadı. ay ışığında her zamanki gibi max'ı andıran yüz hatlarına, gülümsüyormuş gibi kenarları kıvrılmış gözlerine baktı. kanlı dişlerini göstererek, "orospu çocuğu," dedi.
jos o zaman tabancayı kaldırdı.
max silah patlamasını duyduğunda, sunset kendini ormandan dışarı atmıştı.
"charles!" diye haykırdı, ciğerlerinde hiçbir şey kalmayana kadar. içinde charles'dan başka hiçbir şey kalmamıştı zaten. babasının adamları dönüp ona baktığında ve silahlarına uzandıklarında bile durmadı. sunset şaha kalkınca yarı düşer vaziyette attan indi. sunset'in vücudu onunla silahlar arasında bir bariyer gibi durdu. max koştu.
her şey ağır çekimde gibiydi. yağmur yağıyor ama ona ulaşmıyordu. sunset'in üstlerine atılışı yüzünden dikkatleri dağılan adamlar silahlarını nereye doğrultmaları gerektiğini kestirememişlerdi. max önceki gün yan yana uzanıp denizi izledikleri tepeye koştu. ayakları çamura batıyordu. söğüdü gördü, arkasında çakan şimşekte dallarının gölgesi bir kafes gibi üstüne düştü. koştu. babasını gördü. kolunu doğrulttuğunu gördü. tabancayı gördü. bir başka silah patlaması duydu. charles'ı gördü.
max koştu.
charles'ın vücudu geri savruldu. çiçek açar gibi, vurulduğu yerden omzuna bir kızıllık yayıldı. max, babasının yanından son sürat geçip giderken, charles'ın ayakları uçurumun kenarındaydı. babasının bir şey söylediğini duydu. ne olduğunu anlamadı, umurunda da değildi.
charles'ın aşağı, vahşice köpüren denize uçan bedeninin arkasından aşağı atlamadan önce silah birkaç kez daha patladı. sunset'i duydu, bağrışmaları duydu, ayakları zeminden kesildiği anda her şey sustu. yalnızca charles vardı, max'a tutunmak ister gibi elleri ve ayakları havaya uzanmıştı. yağmurla beraber denize uçuyorlardı. suya önce charles düştü.
charles batıyordu. gece vakti suda olmak gerçekten korkunçtu. hareket edemiyordu. omzundan ince bir şerit hâlinde suya karışan kanının izini, baygın gözlerle takip etti. suyun yüzeyini döven yağmur damlalarını gördü, onların ardında ışıl ışıl dolunayı. aklına max geldi. tanıştıkları gündü galiba, hatırlayamıyordu. onu öptüğünü hatırlıyordu, dudaklarını. bir gölü hatırlıyordu, üzerinde güneşin ışıkları oynaşıyordu. max'ın göğsünde uzanmış, ufak bir mağarada manzarayı seyrediyordu. pistteydi, max'dan önde koşuyordu. düşüyordu. max ona gülüyordu. max gülüyordu. charles onu gülerken izlediği bir sürü anının içinde yüzüyordu. aklına anlam veremediği hikayeler düştü. nerede duyduğunu ve ne anlam ifade ettiklerini bilmiyordu. yunan ve mısır, dedi max'ın sesi kulağına. yunan ve mısır, diye tekrarladı charles, yavaşça. hayatı trajik bir şekilde sona eren biri ve onu geri getirmeye çalışan sevgilisi. dolunaya baktı, denizin öteki tarafında titrek, beyaz bir ışıktı.
bir şans daha istiyorum.
lütfen, dedi, kime dua ettiğini bilmeden. max'la bir şans daha istiyorum.
denizin yüzeyinde başka bir hareketlenme oldu. bir şey ona doğru çırpınarak yaklaştı. charles gözlerini açık tutamıyordu. bir şans daha, bir şans daha, bir şans daha.
buz gibi tenine sarılan kolları hissetti. ve beraber batmaya devam ettiler.
max. max. max.
ağustos sonu 2025, çanakkale, türkiye
buz gibi tenine sarılan kolları hissetti. max'ı hissetti. sonra beraber yüzeye çıktılar. max onu kıyıya çekecek kuvveti nereden bulmuştu bilmiyordu. sırtüstü kumlarda uzanan charles, ağlayarak max'a sarıldı.
yan dönüp yuttukları suları tükürdüler. max tekrar nefes alabildiği anda avuçlarını onun yanaklarına sardı. "charlie?" dedi telaşla. "iyi misin, charlie?"
charles ondan önce ne için ağladığını hatırlamıyordu. korkunç bir şeydi, acı vericiydi. max'a tutunma ihtiyacı hissettiren bir şeydi. ama aklından uçup gitmişti. dolunayın ışığı onları neredeyse şefkatle sarmalarken göğe baktı. yeni doğmuş gibi derin bir nefes aldı. sonra sağ ayağı sızladı.
"ayağım," diye inledi kıvranıp acıdan cayır cayır yanan tenine uzanmaya çalışarak. çiviyi neredeyse hissedebiliyordu.
max hemen eğildi. tedirgin ellerinin ayak bileğini sardığını hissetti. sonra kumsalın ilerisindeki insanlara bağırdı. bir yandan da kendi telefonunu bulmak için apar topar ayağa kalkmıştı. charles ayağının korkunç bir hâlde olduğunu o zaman fark etti. açık göğe bakarken gözleri tekrar yaşlarla doldu. acıdan ağlamıyordu.
monza iki hafta sonraydı. charles için verdikleri son şans iki hafta sonraydı. ve bu ayakla yarışması imkansızdı.
kolunu gözlerinin üstüne kapattı ve kumların üstünde sessizce ağlayarak max'ın yardım çağırmaya çalışmasını dinledi.
10 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
running up that hill, chapter 7
[our time is running out]
temmuz başı 1825, shoreham, ingiltere
"beğendin mi?" dedi max bir elini charles'ın beline sararken. genç adam dikkatle incelediği kiraz tezgâhından başını kaldırdı.
"lezzetli gözüküyorlar," diye cevapladı gözüne kestirdiği bir çifti alarak. "epsom'da hep erimiş oluyorlar. şunlara bak, meyve dediğin böyle olur."
max onun bu kadar iştahla konuşmasına güldü. satıcıya dönerek biraz da kirazlardan istediklerini söyledi. şeftali ve kayısıdan sonra aynı tezgâhtan aldıkları üçüncü meyveydi. satıcıya parasını ödedi ve bez torbayı sepetine attı. arkasını dönünce charles'ı göremedi. yine kalabalık pazar yerinde kaybolmuştu. alışveriş yaparken çocuk gibi heyecanlanıp her şeyin üstüne atlamaya kalkıyordu.
max bir an gözlerini kapayıp yakıcı öğlen güneşini ve adur nehrinden aşıp manş'a doğru esen tuzlu, nemli meltemi teninde hissetti. deniz kenarında olmak gerçekten ikisine de iyi gelmişti. havayı soluması epsom'dan çok daha kolaydı. neredeyse şifalı denilebilirdi. yerli halk çok kalabalık değildi, işlek limanı sayesinde pek çok turistin uğrak yeriydi. uzak memleketlerden mallarını satmaya gelenler sayesinde her hafta devasa pazarlar kurulduğunu duyduklarında charles mutlaka gitmeleri gerektiğini söylemişti. max gözlerini açtı ve charles'ı bulmak için tekrar kalabalığa daldı.
caddenin aşağısında, satıcıların tentelerinin seyreldiği yol ortası duman dumana gidiyordu. max önce yangın sansa da yaklaşınca dumanların seyyar bir satıcının tekerlekli, ufak aracından yükseldiğini gördü. kırmızı beyaz çizgilerle süslü aracın ortasındaki tezgâh metaldendi ve oyuk kısmında bir ateş yanıyor, üstündeki tele dizilmiş bir şeyi kızartıyordu. önüne büyük bir kalabalık yığılmıştı. max parmak uçlarında yükselince charles'ı sıranın en önünde görür gibi oldu. genç adam arkasını döndüğünde elini havaya kaldırarak yerini belirtmeye çalıştı.
"şuna bak!" dedi charles heyecanla insanların arasından sıyrılarak. elindeki kese kağıdını çok sıcakmış gibi bir elinden diğerine geçirip duruyordu. max merakla içine eğildi.
"kestane?"
"kestane!" charles günlerdir midesine tek lokma girmemiş de elinde dünyanın en lezzetli yiyeceğini tutuyormuş gibi heyecanla başını salladı. "bence biraz atıştırmalığı hak ettik. yorgunluktan ölüyorum." max'ın üstüne devriliyormuş gibi yaptı. halihazırda yaklaşık beş kiloluk bir sepeti saatlerdir taşımakta olan max'ın yıkılmamak için bir tentenin direğine tutunması gerekti. charles güldü. max'ın koluna yapıştı. sokak boyunca onu çekiştirmeye koyuldu. biraz ilerledikten sonra yukarıda bir yere işaret etti. "şuranın manzarası güzeldir bence."
max elini yüzüne siper ederek sevgilisinin işaret ettiği noktaya baktı. pazar yeriyle limanları ayıran son tepeydi. zirve noktasında dalları yerleri süpürecek kadar uzamış bir söğüt yükseliyordu. diğer yamacı neredeyse bir uçurum gibi keskin bir hatla sona eriyor, aşağısında doğrudan manş'ın kıyıları uzanıyordu. kıyının ilerisinde limana gelen yolcuları izlemek ve sıcak kestane yemek için güzel bir noktaya benziyordu. max, charles'ın onu tepeye doğru çekiştirmesine izin verdi. insanların dönüp bakacak kadar meraklı olmadığı bir turist kasabasında olmak harikaydı, hiçbir şeyi umursamak zorunda değillerdi. jos, shoreham'a o geceden erken varamazdı.
charles denizi şaşırtıcı derecede çok sevmişti. tırmandıkları tepe de manş'ı izlemek için mükemmeldi. shoreham'ın göbeğinden geçen adur, tepenin arkasından dolanarak tam bu noktada denize dökülüyordu. max eğilince keskin bir kıvrımla aniden sona eren tepenin aşağısındaki sivri kayalıkları gördü. "max!" diye seslendi charles arkasından. söğüdün dibine yanlarında getirdikleri örtüyü serip meyveleri ve kestaneleri çıkarmıştı. "çok yaklaşma max, düşeceksin."
max arkasını dönüp sevgilisine gülümsedi. kestaneler çok güzel kokmuştu. "yüzme biliyorum, charlie. o kadar dert etme."
charles'ın yüzünden bir anlık kafa karışıklığı geçti. "ah," dedi. "doğru."
max onun yüzme bilip bilmediğini hiç düşünmemişti. birden yüzebilmekten herkesin sahip olması gereken basit bir beceriymiş gibi bahsetmenin ağırlığıyla ezildi. küçüklüğünden beri yazları akrabalarının özel mülklerinde geçirdiği için havuzlarını da sık sık kullanma şansı bulmuştu, varını yoğunu at yarışlarına harcayıp bir yandan da yarı zamanlı işlerde çalışarak zar zor geçinen charles'ın aksine.
"sana öğretebilirim," dedi geçen günkü yağmur yüzünden nemlenmiş çimenlerin üstünde şimdiden ıslanmaya koyulmuş örtüye otururken.
charles sırtını söğüde yasladı. etrafından salkım salkım dökülen yeşil dalların ortasında bir tablo gibi gözüküyordu. max güneşin aydınlattığı yüz hatlarını inceledi. tekrar gözlerini açtığında kestanelerden tüten duman epey sakinlemişti. charles bir tanesine uzandı. "yarışlar yarın, sonrasında da çok kalamayız."
"çabucak öğreneceğine eminim." max kestanenin soyduğu kabuklarını tepeden aşağı, denize doğru fırlattı. charles kıkırdadı.
"sorun değil," dedi sonra. "zaten denizde yüzecek kadar cesaretim olduğunu sanmıyorum."
max tek kaşını kaldırarak ona baktı. pazardan aldıkları her şey güzel çıkmıştı. gerçekten de epsom'a ya kalitesiz mal geliyordu ya da epsom'un havası hepsini kısa sürede perişan ediyordu. bunlar bambaşkaydı. "korkuyor musun?"
charles kirazları ağzında bir o yana bir yana çevirdi. max onun şişmiş yanaklarına baktı ve aklına erotik olmayan hiçbir düşüncenin gelmemesinden utandı. sevgilisi çekirdekleri tükürmek için toprağa eğilince başını çevirdi.
"biraz," dedi charles. "bu kadar büyük bir su kütlesinden korkmamak elde değil."
güneş ufukta epey aşağılara ilerlemişti. manş'ın karşısında, suya erişmek için hızla alçalıyordu. tepeleri ikindi ışığıyla yıkandığından sıcak basmıştı. max biraz da ferahlamak umuduyla nemle serinlemiş örtünün üstüne uzandı. "bu kadar isteksizsen, yarışlardan önce sana yapacak daha iyi bir şey bulabilirim." charles'ın güldüğünü duyunca dudakları zaferle kıvrıldı. yattığı yerden söğüdün sarkan dallarını ve aralarındaki göğü izlerken sevgilisinin gülümseyen suratı resme dâhil oldu.
"ne gibi, maxie?"
max düşünüyormuş gibi bir ses çıkardı. "bilmem," dedi sonra. "aklıma bir şeyler geliyor ama senin gelmiyorsa madem-"
charles'ın dudakları, dudaklarının üzerindeydi. iki elini de bacaklarının önüne koyarak yerden destek alıyor ve vücudunu max'a doğru yatırıyordu. max kolunu onun beline doladı ve sevgilisini kucağına doğru çekti. sakin bir öpücüktü. ikisinin de nefesleri yerinde ve vücutları çoğunlukla kendilerine aitti. ne kadar kuytuda olursa olsun, dikkat çekecek şekilde dışarıda yakınlaşamazlardı. özellikle de horner olayından sonra cesaret edemiyorlardı. ama max, charles'ın hızlı hızlı hareket eden dudaklarına ve uzanıp etine dolgun bacaklarının arasını okşayan eline hayır demedi. charles'ın parmakları pantolonundan belli olan çıkıntıya bastırınca dokunuşuna yaklaşmak için kalçalarını itti. sevgilisi en heyecanlı kısımda geri çekilmeye karar verince hayal kırıklığıyla ona baktı. tekrar örtünün üstünde uzanıp, sırtını söğüde yaslayan charles'ın dizine yattı. "yarın yarış olmasaydı," dedi, zevkten çatallanmış sesiyle. biraz da öfkeli gibiydi. "gece seni ağlatana kadar-"
"tamam!" diye çıkıştı charles onun ağzına vururken. "anladık, yeterli. neyse ki yarın yarış var."
"gizleyemiyorsun, charlie, hiç uğraşma. sen de isterdin." max yüzünü çevirince, charles'ın aralık bacaklarının arasına düşer gibi oldu. özlediği bir histi, epsom'a döndüklerinde sevgilisinin giyinmesine bile izin vermek istemiyordu.
"bu seni hiç ilgilendirmez." dedi charles kızardığını gizlemek için güneşe dönerek. "aklın fikrin ancak buna çalışıyor. kestane bile yemedin."
max tek koluyla uzandı. charles'ın dudaklarını iyice bastırarak dibinde kalan ete ulaşmaya çalıştığı kabuğu elinden kaptı. aynı şekilde, ama dudaklarından ziyade dilini kullanarak yüzüne bastırdığı kabuğun dibini sıyırdı. charles'ın gözleri her hareketini takip ediyordu. kestaneyi sonuna kadar yediğine emin olduktan sonra kabuğu kenara attı. "yiyorum," dedi, sanki charles'ın gözleri yokmuş gibi. "ama başka şeyler yemeyi tercih ederdim."
charles utançla ağzına vurunca kıkırdadı. ikindi güneşiyle yıkanan tepede meyvelerini yiyip beraber uzandılar. ancak akşam serinliği çökünce atlarını bıraktıkları ve shoreham'a geldiklerinden beri gece konakladıkları hanın yolunu tutabildiler. ikisi de epsom'daki mağaralarını şimdiden özlemişlerdi. fazla gürültü çıkarmadan birlikte olmayı başarmıyor ve bu yüzden de yakınlaşmaya cesaret edemiyorlardı.
max ayağa kalkmadan önce charles'ı bileklerinden yere mıhladı. dizini sevgilisinin bacak arasına sürtünce charles hevesle kıvrandı. uzaktan dövüşüyormuş gibi gözüktüklerini umuyordu. eğilip dudaklarına ateşli, ıslak bir öpücük bıraktı. han yolunu yürürlerken charles'ın kulakları kıpkırmızı ve nefesleri kesik kesikti. max, pantolonu bol olmasına rağmen onun sertleştiğini görebiliyordu. yol boyu keyifle ıslık çaldı.
"şu deli adamı hatırlıyor musun?" diye sordu charles, beraber max'ın odasına girerlerken. handa çift kişilik oda tutmayı akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. kendilerini açık etmiş olurlardı.
"hangisi?" dedi max, bütün gün deli adamlardan başka bir şey görmediklerini düşünerek.
"hikayeler anlatan. mısır ve, neydi?"
max gömleğinin düğmelerini çözmeye koyuldu. "yunan." üstünü çıkarıp sevgilisine döndü. "gece burada uyumaya pek heveslisin bakıyorum."
charles düşünceli düşünceli yatağa çöktü. "sence gerçekten ikinci bir hayat var mı?"
max karşısındaki sandalyeye oturdu. oda çok dar olduğundan diz dizelerdi. "ahiretten bahsediyorsan, babama göre kesinlikle-"
"hayır," dedi charles hemen. "ikinci bir hayattan bahsediyorum. şu çalgıcı adam ve ölen karısı gibi. ya da parçalanan firavun ve onu bir araya getiren eşi gibi."
"neden?" diye sordu max. küçük bir çocukla konuşuyormuşçasına kollarını dizlerine yaslayarak onu inceledi. "bundan çok mu sıkıldın?"
charles uzanıp onun dudaklarını öptü. beklenmedik yakınlık karşısında max gözlerini kırpıştırdı. "acaba bizim de ikinci bir hayatımız olur mu diye merak ediyorum sadece. yoksa bundan memnunum."
max, charles'ın güzel, yeşil gözlerinin arkasında sürekli böyle şeyler mi düşündüğünü merak ediyordu. sandalyeden doğrularak sevgilisinin omuzlarını kavradı. onu geri ittirip yatağa düşürdü. charles altında kedi gibi kıvrandı. "umarım diğer hayatımızda kimse bizi rahatsız etmeden seni istediğim gibi-"
"tamam!" diye kesti charles. onu itip yatağa düşürdü ve odasına gitmek için ayağa kalktı. "yeterli. iyi geceler. harika bir gündü. iyi geceler."
max onun apar topar odadan kaçan heyecanlı adımlarına ve kıpkırmızı yanaklarına güldü. odasının kapısı kapandı, karşı odanınki açıldı. max sırtüstü yatağa uzanıp tavanda yansıyan ayışığına baktı. gündüzün yakıcı havası akşam olunca teninde merhem gibi hissettirecek kadar serinlemişti. gözlerini yumdu ve deli adamın anlattığı deli saçması hikayelerle dolu, saçma rüyalara daldı.
temmuz başı 2022, avusturya grandprixi
o gün ferrari'nin günüydü. charles'ın günüydü. o gün gerçekten de güneş tarafından kutsanmış gibi sürmüştü. redbull'u kendi evinde mağlup etmek, dünyadaki en tatmin edici şeydi. max'ın ağzına boşalmaktan hemen sonra, tabii.
üç yıl önce yaşananlar, avusturya'nın her sene bir öncekinden daha çekişmeli geçmesine sebep olmuştu. avusturya bu noktada artık bir gurur meselesiydi. çünkü ne zaman ilk kez birlikte oldukları bu piste dönseler, charles max'ı mağlup etme arzusuyla doluyordu. aksi gibi max'ın da bütün pistler arasında kazanmaya en az oynadığı burasıydı. o başka şeylerle ilgileniyordu. mesela akşam gizlice otel odasını terk edip onun kapısını çalan charles'ın yine içine çamaşırı giymeden gelip gelmeyeceğiyle, ya da belki geçen günkü kartlardan getirip getirmeyeceğiyle. içlerinden rastgele bir şeyler seçmek ve kimin hangi pozisyonda olacağını belirlemek için taş kağıt makas oynamak, hayatında yaptığı en eğlenceli şeydi.
charles'la üç yıldır çıkıyorlardı. avusturya'yı özel kılan bir şey de buydu. 2019'daki olaylardan sonra sonunda ikisi de hislerini kabul etmiş ve her sene redbull ring'deki yarışlarını, bir yıldönümü aktivitesi olarak kutlamaya başlamışlardı.
podyumdaki sevgilisine bakarken, keşke kazanan akşam altta deseydim, diye düşündü. belki o zaman charles bu kadar hırsla yarışmaz ve aynı anda hem pistin ev sahibi yarışçısını, hem de yedi kez dünya şampiyonu olmuş bir adamı mağlup etmezdi. ama işte podyumda tam olarak bu sırayla duruyor ve hep beraber monako'nun oldukça sıradan milli marşını okuyorlardı. max başını kaldırıp sevgilisinin güzel bir gülümsemeyle aydınlanmış yüzünü inceledi. charles onun ısrarlı bakışlarını hissetmiş gibi döndü. birbirlerine baktılar ve max ona uzanmamak için bir an kendini frenleyemeyeceğini sanacak kadar heyecanlandı. bakışmaları ancak yüzlerine patlayan şampanyayla kesildi. marş çoktan bitmiş ve lewis kendi şişesini açmıştı.
"çok dalgınsınız," diye takıldı ikisine, kenara kayıp bütün şişeyi birincinin yüzüne boca ederken.
max kendi şişesini patlatırken charles'ın kızardığını görebiliyordu. aşağıdan izleyen muhabir, hayran ve yarışçı kalabalığının önünde, şampanyalarıyla çocuk gibi koşturarak birbirlerini ıslattılar. max arkadan yaklaşıp şişenin kalanını başından aşağı dökerken charles dini bir figür gibi başını göğe çevirip kollarını açtı. max gülmekten kırılıyordu. kalabalıktan destek bağırışları yükseldi.
charles aniden arkasını dönünce, onun dibine kadar sokulmuş olan max'la burun buruna geldiler. sevgilisinin her tarafından sular süzülen yüzüne baktı, saçlarından burnuna küçük damlalar düşüyor, heyecanla aralanmış dudakları kıpkırmızı ve davetkâr derecede ıslak görünüyordu. max o kadar insanın önünde charles'a edepsizce dokunmanın hayalini kurduğuna inanamadı. uzanıp onu bu ıslak kıyafetlerden soymak, teni de ıslanmış mı acaba diye kontrol etmek istiyordu. çok çekişmeli geçen yarışlardan sonra bazen olduğu gibi yine sertleşme sorunu yaşıyor muydu acaba? max ona doğru bir adım attı. sahnenin ortasında nefes nefese birbirlerine baktılar. charles'ın dudaklarına muzır bir gülümseme yayılınca aklı başına gelir gibi oldu. kirpiklerinin altından, yemyeşil gözleri max'ı aynı şehvetle süzüyordu. max onun çekim alanından kurtulmaya çalışarak başını çevirdi.
her şey bir anda oldu. max kalabalığın kocaman gözlerle onları izlediğini fark etti, aynı şekilde babasının da orada olduğunu gördü. max onun sözünü giderek daha az dinlediğinden yarışlara gelmeyi bırakmıştı. ama o gün oradaydı işte. oğluna, gurura dair hiçbir şey barındırmayan çakmak çakmak gözlerle bakıyordu. bir el görüş alanına girince kalabalık kayboluverdi. aynı el kulağının üzerinden yanağına dolandı ve yüzünü aşağı çevirdi. max'ın kalbi kulaklarında atıyordu. charles'ın diğer elini karnının üzerinde hissetti, kendini sabitlemek ve yukarılara kaldırmak için bir destek. sevgilisinin yüzünü gördü, ardından her şey karardı çünkü charles'ın dudakları, dudaklarının üzerindeydi. max gözlerini yumup dokunuşunda eridi.
ellerini beline sardı ve vücutlarını birbirine bastırdı. charles'ın dudakları şampanya tadındaydı, hafif bir meyve aroması ve havayla buluşunca yakıcılığı azalmış köpükler. daha fazlasını tatmak için eğildi. bütün sahnede yankılanan bir ıslık duyuldu ve ikisi de aniden kendilerine gelerek geri çekildiler. max'ın elleri titriyordu. hiçbir şeyi umursamadan sevgilisini öpebilmenin şehvetiyle yanıyordu ama bir yandan da ne yaptıklarının farkına varınca bütün vücuduna bir korku dalgası yayılmıştı. korkudan bulanıklaşan görüşüne rağmen aşağıdaki kalabalığa bakınca ıslığın sebastian vettel'den geldiğini gördü. uzun, sarı buklelerini yüzünün önünden çeken adam alkışlamaya başladı. bir elinde lewis'in kaskını tutuyordu. kaskın üstündeki gökkuşağı güneşin altında parladı.
alkışa yanlarında biri eşlik etti. sebastian'ın şefkatli gözlerine baktıkça içinde bir kuvvet uyanan max, diğer destekçilerinin lewis olduğunu gördü. onlara bakmıyordu bile. gözleri bir noktaya dalmıştı ve şampanyayla ıslanmış ellerini çırpıyordu. bakışları buluşunca burukça gülümsedi.
ardından george alkışa katıldı, mercedes ekibinin çoğu onu izledi. derken lando ve daniel, aynı şekilde mclaren'la beraber. başka bir ıslık duydular, bu kez fernando'dan gelmişti. max, charles'ın parmaklarını elinin etrafında hissetti. "bizi alkışlıyorlar," dedi charles, daha çok kendisini inandırmaya çalışıyormuş gibi. max onun elini sıkıca tuttu. her zaman gizli köşelerde saklanmaktan bıkmışlardı. şimdi bütün grid onları alkışlıyordu.
bütün grid değil, diye hatırlattı kendine. kalabalığın arkasındaki babasıyla göz göze geldiler. ifadesi ölü bir hayvana bakıyormuş gibi çarpılmış, dudakları memnuniyetsizlikle bükülmüştü. başındaki kulaklığı tek hamlede çıkarıp kenara fırlattı. max belki de ona son kez baktığını fark etti. babası arkasını dönüp giderken, bir daha birbirlerinden haber alamayacaklarından emindi. bu kalbini kırdı. "ben buradayım," diye fısıldadı charles, sesi o gürültüye rağmen max'ın kulaklarına berrak, kuvvetli bir tonda ulaştı. "yalnız değilsin, max. ben buradayım."
podyumda, kutlama şampanyalarıyla ıslanmış hâlde onları destekleyen kalabalığı izlediler.
max, horner'ı gördü. kulaklığından biriyle konuşuyordu. bir emir gelmiş gibi, onları çeken kameralar hemen başka taraflara döndü. kalabalığın arkasında, takım elbiselerinin yakalarına fia'nın önemli insanları olduklarını belirten kartlar takılı bir grup belirdi. ne olacaksa olacaktı. max, charles'ın elini tutuyor olmaktan memnundu. gerisi önemli değildi. görevliler destekleyen kalabalığı susturarak podyuma ilerledi.
temmuz başı 1825, shoreham, ingiltere
"storm bugün formunda gözüküyor," dedi george, başındaki kovboy şapkasını düzelterek.
son zamanlarda kafayı büyük, hasır şapkalarla bozan adamın çite bir böcek gibi yapışmış hâline göz devirdi max. "storm her gün formunda."
"yok," diye üsteledi george. "sabah sizinkiler ata her ne yaptıysa artık, daha kuvvetli koşuyor gibi."
max irkildi. "nasıl yani?"
george tutunmaktan yorularak çitin arka tarafına indi. "sizinkiler ata iyi bakıyor," dedi uzaklaşmadan önce. "gidip kendi atımı kontrol etmem gerek. yarışta bol şans."
max şansa ihtiyacı olmadığına dair bir şeyler homurdanabilirdi, ama o kadar gerilmişti ki her an havaya uçabilirmiş gibi dik dik storm'a bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. ısınma turundan sonra biraz soluklanması için serbest bıraktığı hayvana doğru yaklaştı. at hemen ona tepki gösterdi. kocaman kafasını kaldırıp max'ın koluna dokundu. "kızım," dedi max onun yelesini okşayarak. "demek babamlar sabah yanına uğradı."
halbuki max, storm'un her türlü işini halletmişti. nallarını, yularını, eyerini kontrol etmişti. yemini ve suyunu sunset'inkilerden temin etmişti. tımarlamış, temizlemiş, hava sıcak olduğu için gece ince bir örtüyle sarmalamıştı. atın etrafında dolanıp herhangi bir zarar görmüş mü diye anlamaya çalıştı.
"bir sorun mu var?" dedi charles, nefes nefese yanına gelirken. alnında biriken teri elinin arkasıyla sildi. ısınma turunu yeni tamamlamıştı. yarışın başlamasına epey az kalmış olmalıydı.
"george sabah babamları storm'un etrafında gördüğünü söyledi." max endişeli gözlerle sevgilisine döndü. "ama ne yaptıklarını bulamıyorum." nalları kontrol etmek için atın yanına geçti.
"belki sadece atı görmek istemişlerdir." bu söylediğine ikisi de inanmadığından görmezden gelmeyi seçtiler. "ağırlığını kontrol etmiş olabilirler mi?" diye önerdi bu kez charles. "sonuçta epeydir yarışmadı, ağırlığı sorun olabilir."
"ben kontrol etmiştim zaten," dedi max. "ve hayır, ona bir şey yaptıklarına eminim."
"istersen carlos'u çağırabilirim. şuan sunset'in son kontrollerini yapıyor."
max olumsuz anlamda başını salladı. dışarıya kendi ekibi tarafından terk edilmiş bir yarışçı izlenimi sunmayacaktı. her ne kadar öyle olsa da.
nallarda bir sorun göremedi. hepsi yerli yerine oturmuştu. zaten bir sorun bulsaydı bile bu kadar az zaman kalmışken değiştirmeye yetişemezdi. charles'la yan yana durup storm'a son kez baktılar. onu cesaretlendirmek isteyen charles omzuna dokundu. "onu çok iyi tanıyorsun, max. yarışta bir şey olursa beraber üstesinden gelebilirsiniz."
uzun bir sessizlik oldu. max ağır ağır onayladı. üstesinden gelmelerini umuyordu. bu yarışı kazanmaya, hayır, bu yarışı storm'la kazanmaya ihtiyacı vardı. babasına karşı bir zaferdi bu. kendi seçimleri olabileceğine, kendi seçimleriyle de iyi sonuçlara ulaşabileceğine dair somut bir kanıttı. ne olursa olsun o yarışı tamamlayacaktı, hem de en önde.
sevgilisine sarılmak istiyordu ama kendisine hâkim oldu. ortalık çok kalabalıktı. üstelik babası da görebilirdi. içinden bir ses hâlihazırda charles'tan şüphelendiğini söylüyordu zaten. "yarışta görüşürüz," dedi omzunu sıkarak.
"seni görmek için arkama bakarsam görüşürüz," diye cevapladı charles, yaramazca gülümseyerek.
max daha fazla dayanamayıp ağzını onun kulağına bastırdı. "kazanırsam, akşam beni cezalandırmanı isteyeceğim. kaybedersem, akşam beni cezalandırabilirsin."
charles'ın yüzüne kan yürüdü. nefes nefese mırıldandı. "her şekilde sen mutlu oluyorsun gibi."
"aynen," dedi max. "sen söz konusu olunca hep ben kazanıyorum."
storm'la ilgili gerçekten bir sorun vardı.
önünde uçsuz bucaksız uzanan araziyi aşarken atın yükünü hafifletmek için kendini biraz daha havaya kaldırdı. storm'un arka ayaklarından biri tekliyordu. max göğsü atın yelesine değene dek öne yaslandı. yular elinden kurtulmak için çırpınıyor, ama max daha büyük bir kuvvetle direniyordu.
kalbi kulaklarında atıyordu. her yarışta olduğu gibi, altındaki hayvanla aynı anda soluyordu. tek vücut gibi birlikte kıvrılıyorlardı. son hızda koşan yirmi atın zemini döven toynaklarından yükselen ses, bir ordudan halliceydi. güneşin altında derileri kadife gibi parlıyordu. başını kaldırınca charles'ın hemen önünde, sunset'in boynuna yapışarak neredeyse iki büklüm durduğunu gördü. aralarında pek mesafe kalmamıştı. ama sunset'in ayakları mucizevi gibiydi, her adımı taze toprağı biçiyor, etrafa ufak parçalar saçıyordu. parlak kuyruğu storm'un burnuna doğru dalgalanıyordu. son düzlüğe girmelerinden önce ağırlığını yana verdi, storm'u bacaklarıyla kavradığı noktayı sıkılaştırdı ve hayvanı kenara yaklaştırdı, charles'ın kapatmak için geç hamle yaptığı iç tarafa.
storm rüzgarı yararak öne atılınca, ikilinin üzengilleri bir an için çarpıştı. dönüp birbirlerine bakmadılar bile. birlikte var olmak konusunda ustalaşmışlardı, ister bir ağacın gölgesinde, ister bir yarış atının üstünde. "hadi," dedi max, gözlerini hedeflerine dikerek. storm'un da aynısını yaptığını hissediyordu. beraber yarışırlarken bu yaratıkla zihnini paylaştığına inanıyordu. bu kadar uyumlu olmalarının başka yolu yoktu. "hadi kızım, biraz daha." siyah kısrak başını savurarak hızlandı. sunset'in altından gövdesi, storm'un gece göğü derisinin arasına karıştı, tribündeki izleyicileri için tek beden gibi göründüler. ardından koyu renkli toynaklar yavaşça ayrıldı, güneşin açısı değişince önüne düşen bir gölge gibi ileri çıktı. max, charles'ı geride bırakırken zafer sarhoşluğuyla bağırmamak için kendini zor zapt etti. başaracaktı. herkese bu yaratığın geldiği soya bakılmaksızın ne kadar harika olduğunu kanıtlayacaktı. hayvanla öylesine tek vücutlardı ki, bu düşüncelerinin storm için mi yoksa kendisi için mi oldunu bilmiyordu. geride bıraktığı on dokuz atı ve koca pisti görmek için biraz doğruldu. ne olduysa o an oldu. korkunç, kuvvetli bir çıtırtı duydu. sonra yere yuvarlandı.
max daha önce elbette attan düşmüştü. attan düşmeden sürmeyi öğrenemezdi. ama hiç storm'la düştüğü olmamıştı. storm hayatında gördüğü en kuvvetli attı, tanıdığı pek çok kişi de bunu tasdik ederdi. ne var ki, dengesini sağlamak için eyerin önüne bastırdığı o kısacık sürede, hayvanın dönüşü tamamlarken aldığı hızı kaldıramadığı ve bacaklarına fazla yük bindirdiği anı apaçık görmüştü. storm doğruca yüz üstü yıkılınca max üstünden fırlayıp zeminde yuvarlandı. öyle hızlanmışlardı ki vücuduna hâkim olana kadar kaç takla attığını bilmiyordu. yanağı çimlere bastırdı. göğsündeki bütün nefes yere çarptığında ciğerlerinden uçup gitmişti. üstüne düştüğü kolunu oynatamıyordu. acı öyle yoğundu ki hissedemiyordu bile. yalnızca vücudunun iflas ettiğinin güç bela farkındaydı. ve storm'un. acı içinde çırpınarak ayağa kalkmaya çalışan hayvan başarısız oldukça başı yere çarpıp duruyordu. max onun neden ayağa kalkamadığını anlayamadı. güçlü gövdesinden uzanan bacaklarına indirdi bakışlarını, ve üstüne düştüğü arka bacağının ne kadar yanlış bir açıyla büküldüğünü gördü. bacağı kırılmıştı.
bacağı kırılmıştı.
hemen arkasındaki charles hızını alamadığı için vaktinde duramadı. max'ın pistin ortasında yatan vücudunu sarsan bir hamleyle, sunset'le üstünden zıplamak zorunda kaldı. ancak biraz daha gidince durabilmişti. geri kalan atlar onları geçip giderken max, içlerinden birinin adımlarının düzensizleştiğini ve yaklaştığını duydu. yanağını çimene yaslamış hâlde storm'u izlediği görüşüne bir el girdi, sonra charles'ın yüzünü gördü. bir şey söylüyordu, belki de bağırıyordu. max yalnızca birinin bağırdığını duyabiliyordu. ayırt etme gücünden yoksundu. charles'ın elleri yanaklarını iki yandan kavrayınca bağıranın aslında kendisi olduğunu fark etti. ellerini kaburgalarının etrafından sırtına doğru sarmıştı. acı içinde haykırıyor ve kontrolsüzce ağlıyordu. her şey yavaşça, olması gereken hızda akmaya başladı. max yalnızca kendisi için ağlamıyordu. bacağı kırılan bir atın kaderine ağlıyordu. max, bacağı kırılan bir attan farksız hissediyordu.
"sorun yok, sorun yok," dedi charles, başını daha fazla öfkeyle yere vurup kendisine zarar vermesini engellemek için onu şakaklarından zemine bastırarak. max bunu ne zamandır yaptığını bilmiyordu. başını yasladığı çimenlerin ıslandığını hissediyordu. "bir şey yok bir tanem, yardım geliyor, iyisin."
iyi olmadığını ikisi de biliyordu. yarışın sona ermesiyle piste dalan ilk yardım ekipleri yanlarına ulaştı. charles'ın onlarla konuştuğunu, korkudan beti benzinin attığını görebiliyordu. güçlükle başını çevirip storm'un son nefesini vermemek için ölümle cebelleşen bir yaratık gibi kıvranan vücuduna baktı. ilk yardım ekiplerinin elleri vücuduna dolandı, ama max'ın umurunda değildi. o storm'un başına toplanan insanlara bakıyordu. baytarlardan birini tanıdı. babasının adamlarındandı. bir el kendi kaburgasını yoklayarak ona bir şeyler soruyordu. cevap vermedi. hayvanın korkunç bir açıyla bükülü, çırpınan bacağını inceleyen baytarın, babasına dönerek başını iki yana sallayışını izledi. babasının kendi yanı başında değil de, storm'un yanında olmasına bir anlam veremedi. zihni acıdan uyuşmuştu.
kocaman halatlarla, çırpınan atın bacaklarını ve gövdesini sararlarken aynı şekilde sarmalandığını hissetti. charles'ın parmakları saçlarında gezindi. onunla konuşmak istiyordu. ne kadar acı çektiğini söylemek istiyordu. ama yalan söylemiş olurdu. çünkü acı yoktu. yalnızca uçları başka atlara takılan halatlarla pistin dışına, kaderiyle yüzleşmek üzere çekilen bedeni vardı. belki de o storm'un bedeniydi, max artık ayırt edemiyor ve hissedemiyordu. zeminde ağlayarak, titreyerek ve çığlık atarak yatıyordu.
charles yavaşça ahırın kapısını araladı. arkasından vuran ay ışığı gölgesini ahşap zemine düşürdü. bir dejavu hissi yaşadı, sanki hâlâ epsom'dalarmış ve sevgilisinin kollarında uyumak için gizlice çiftliklerine sızıyormuş gibi. ama epsom'dan çok uzaktalardı. jos verstappen'in tamamını kiraladığı ahır bomboş ve karanlıktı. hırıltılı bir nefes duydu. pelerininin başlığını açıp ilerledi.
boş bölmelerin, âtıl eyer ve yularların önünden geçti. max'ı son bölmede buldu. ağlamaktan gözleri ve dudakları şişmişti. çenesi tuhaf bir açıyla kapanmıştı, kemikleri hasar görmüş olabilirdi. göz altları morarmıştı. sol bacağı sargılıydı, aynı şekilde üst vücudunun tamamına yakını da. üstüne bir şey giymeye ihtiyaç bile duymamıştı. sırtını bölmenin duvarına yaslamış, dizlerini yarı yarıya göğsüne çekmişti. kolları dizlerine dayalıydı. ellerinin arasında bir şey tutuyordu. gözleri karanlığa alışınca, charles bunun bir kamçı olduğunu gördü. pelerinini çıkarıp kenara attı ve sessizce sevgilisinin yanına oturdu.
charles'ın arası işe yarar kelimelerle hiçbir zaman iyi olmamıştı. onu nasıl teselli edeceğini bilmiyordu. gözlerini yumdu. tekrar evlerinde olduklarını hayal etmeye çalıştı. sonra ev deyince gözünün önüne hiçbir şey gelmediğini fark etti.
"bunu," dedi max. charles irkilerek gözlerini açtı. max'ın sesi boğuk ve kısıktı. duymak için ona eğildi. "babam storm'u bir tayken aldığımızda vermişti. daha hızlı gitmek içindir, demişti." max yavaşça bir elini yukarı çevirerek avucunu açtı. "avucuma vurmuştu. bununla. bak, demişti. böyle kullanacaksın. ne kadar vurursan o kadar hızlanacak." kamçıyı kenara bıraktı. "bir kere bile kullanmadım, charles."
"biliyorum," dedi charles. ama max'ın kendini açıklamaya çalışmadığını, yalnızca zihninde storm'la ilgili güzel anılarını aradığını biliyordu.
max'ın başı yavaşça ona döndü. "onu bana tutturdu, charles. nişan aldığı sırada, storm'un yelesini okşadım. dizimle onu yere bastırdım, charles. kımıldamasın diye. kolayca ölsün diye."
"şşt," diye böldü onu charles. yanağını kavrayıp omzuna çekti. max tir tir titriyordu. çocuk gibi göğsüne sokulunca kollarını sırtına sardı. "senin suçun değildi."
max titriyor ama ağlamıyordu. konuştuğunda sesinde saf nefretten başka bir şey yoktu. "değildi. babamın suçuydu."
gece boş bölmede, hummalı kabuslardan titreyerek uyandıkça birbirlerine sokularak, hayatlarının en uzun, en zorlu uykusunu çektiler. charles ahırın dışından gelen gürültüye uyandı.
bölmelerinin hemen tepesinde ufacık bir pencere vardı. dışarıdaki yabancıların sesini içeri taşıyordu. charles önce yakmayı duydu, ardından sessizceyi. ona sımsıkı tutunmuş max'ın kollarını üstünden sıyırdı. ağrıyan vücudunun itirazlarına rağmen ayağa kalktı. parmakucunda kapıya ulaştı. jos verstappen'ı o zaman gördü.
karanlıkta adam max'a rahatsız edici derecede benziyordu. charles omuzlarını geriye atarak duruşunu dikleştirdi. adam burnundan güldü. "ne bekliyordum ki. oğlumun götvereni de buradaymış."
"siktir git," dedi charles. "hayatını yeterince mahvettin."
jos bu sefer gerçekten güldü. çok eğleniyormuş gibi gözüküyordu. "ben oğlunu korumaya çalışan bir babadan başka bir şey değilim. onu günaha ve her iki hayatta da cezalandırılmaya iten sensin."
"senin elinle mi?" charles ses tonunu kontrol etmeye çalıştı. max'ın bu adamla tekrar yüz yüze gelmesini istemiyordu. bu işi kendi halledecekti. "her iki hayatımızdan da siktir git."
bir cesede bakar gibi yüzünü buruşturdu jos. "kurallarına itaat etmeyenlerin cezasını kesmek, tanrının tüm aklı başında kullarının vazifesidir. ister oğlan sevici oğlum olsun, ister onun koynuna giren oğlanı." adamın gözleri arkasındaki bir noktaya kayınca, charles kendisini nasıl da açık ettiğini fark etti. kendini savunma şansı bulamadan karnına inen yumruk, ciğerlerindeki bütün nefesi boşalttı. charles öne yığıldı.
gözleri bir bez parçasıyla kapatılmadan önce kendi gölgesini gördü. ama ayışığından değildi, bir meşalenin alevindendi. charles birden jos'un çok kalabalık bir güruh ve bolca ateşle geldiğini fark etti. haykırıp max'ı uyarmak için ağzını açtığında bir başka bez de ağzına dolandı. sırtına yüklenilince dizlerinin üstüne düştü. "sizin ikinci bir hayatınız olmayacak, oğlum," dedi jos, neredeyse acır bir tonda. "günahkârlar tanrının huzuruna çıkarılmayı hak etmez."
vücudu kollarına giren adamlarca ayağa kaldırılıp sürüklenirken ne kadar direndiyse de karşı koyamadı. çok yorgundu. meşalelerinkinden çok daha kuvvetli bir ateş sırtını yalayıp geçti. charles eli kolu bağlı hâlde bir atın sırtına yüklenirken, gözlerini örten kumaşın altından bile ahırın yandığını görebiliyordu. max, diye düşündü. max.
6 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
binbir gece masalları [beşinci gece]
[banyoda yapamıyom]
carlos'un elleri büyülüydü. charles'ın bütün vücuduna tılsımlar çiziyordu.
charles, başı eşinin geniş göğsüne yaslı, yatak odalarına girdiklerinde heyecandan nefes alamamıştı. o tanıdık, yoğun parfüm bütün odayı doldurmuştu. pencerenin önündeki tüller sıcak, hafif rüzgardan uçuş uçuştu. konaktan, hatta bütün mardin'den ayrı, bambaşka bir yerdi adeta. cephesi yakıcı öğleden sonra güneşini almıyordu. taş duvarlar sayesinde oda, carlos'un sıcacık vücuduyla ısınmış charles'ın içeri girdikleri ilk anda titremesine sebep olacak kadar serinlemişti. carlos onu düşürmemek için bacaklarının altıyla sırtındaki tutuşunu sıkılaştırıp mavi örtülerle süslenmiş sedire oturdu.
charles eşinin kucağında yan otururken kıkırdadı, bacakları carlos'un tek bacağından aşağı sarkıyor ve havada salınıyordu. yanakları kıpkırmızıydı. mutfaktaki aşağılamadan dolayı değildi ama, aslında carlos'un ona dokunmasından ne kadar keyif aldığını artık kabullenmesinin utancındandı. yeşil gözlerinin önüne düşen tutamları, carlos tek parmağıyla kulağının arkasına iterken, kirpiklerinin altından ona hülyalı hülyalı baktı. aniden bütün vücudunu ele geçiren bir dürtüyle, elini göğsüne bastırarak üstüne eğilmek üzere olan eşini durdurdu. "geçen sefer," dedi kelimeleri nasıl toparlaması gerektiğinden emin olamayarak. bütün bunlar onun için hâlâ çok yeniydi. derin bir nefes aldı. "geçen sefer her şeyi sen yapmıştın. ben... bu kez ben yapmak istiyorum."
alaycı, belki kibirli bir ifade görmeyi bekleyerek ona baktı. carlos'un hafifçe havaya kalkmış kalın kaşlarının altındaki gözlerinde nezaketten ve biraz heyecandan fazlası yoktu. güçlü eli yanağını kavrayınca onun dokunuşuna doğru kıvrıldı. teni alev alevdi, anın heyecanından dokunduğu her yere küçük iğneler batıyormuş gibi irkiliyordu. "emin misin?" diye sordu carlos, başını yana eğip fısıldayarak. "sana yardım edebilirim."
charles hızlıca başını iki yana salladı. aynı şekilde uzanıp ellerini onun yanaklarına sarınca, kelimeleri söylerken bulamadığı cesaret birden yüreğine doldu. yaklaştı, dudakları birbirine bastırınca nefesini tuttu.
hareket etmeyi akıl edene kadar aradan epey geçmişti. ilk gecelerinde carlos'un kulağına fısıldadığı bir şeyi hatırladı ve yavaşça dudaklarını araladı. eşi onu taklit etti. açık ağzını carlos'unkine bastırınca taş duvarların arasında fazlaca yankılanan bir inilti koyuverdi charles. göz kırpıştırır gibi hızlı hızlı kavuşup ayrılan dudakları ve ağızları arasında bir salya köprüsü uzandı. charles bunu nasıl oluyordu da çekici buluyordu, anlamıyordu. birkaç gün önce böyle bir şeyin konusu açılsa yüzünü buruştururdu. şimdiyse kendini daha, daha çok o ağza itiyor, nefesleri birbirine karışıp yüzlerine çarparken zevkten kuduruyordu. bacaklarının arasında daha önce hissettiği o yapışkan his tekrar belirginleşmişti. istemsizce uyluklarını birbirine sürttü. carlos'un ağzının iki yana kıvrıldığını hissetti, ardından gülüşünü duydu. eşinin eli sıkıca birbirine bastırdığı bacaklarının arasına kaydı. carlos onun dudaklarından kurtularak kulağına fısıldadı. "sakin ol, meleğim. öyle rahatlayamazsın."
charles başını geri yatırdı ve kendisinden hiç beklemeyeceği kadar gürültüyle inledi. bacaklarının arasında olan bitenin görülmesinden endişe ederek ellerini kucağına indirdi. carlos'un kocaman eli, bileklerini sıkıca yakaladı. charles bir an için kollarını bedeninden uzaklaştırmaya zorlayacağını sanmıştı, ama aksine carlos kucağındaki ellerinin daha da aşağı bastırdı. erekte olmuş erkekliği eşinin uyguladığı kuvvet altında ezilince bacaklarını carlos'un dizinden kurtarıp kaçınmaya çalıştı.
"canın yanıyor mu?" dedi carlos. sesinde endişeden eser yoktu. iyi olup olmadığını kontrol etmekten ziyade, iyi olduğunu göstermeye çalışıyordu. charles o kadar çabuk heyecanlanıp akışta kayboluyordu ki carlos onu sorularıyla anda tutmaya ve zihnini yalnızca kendi imgesiyle doldurmaya uğraşıyordu. charles'ın vücudu duruldu, bedenini şöyle bir yokladı ve sonunda yavaşça cevapladı. "hayır... hayır, çok güzel."
carlos zafer kazanmış gibi gülümsedi. "ellerini benim için burada tutar mısın?" diye devam etti, sedirdeki oturuşunu düzeltip charles'ın, kucağına iyice yerleştiğinden emin olarak.
"ama hani ben yapacaktım?" dedi charles sitemle. "yine her şeyi sen yapıyorsun."
eşinin dudakları alnına bastırdı ve onu gürültüyle öptü. ateşli öpüşmelerinden daha güvende ve daha yakın hissettiren bir dokunuştu bu. "senin sıran da gelecek. biraz rahatlaman lazım." charles kendini ona hak verirken buldu. kontrolü tamamen carlos'a bırakmak fena fikir değildi. bileklerindeki baskı geri gelince irkildi. başını kaldırdı, göz göze geldiler.
"sıkıca tut demiştim." carlos ellerini geri çekmeden önce azarlar gibi ona baktı. charles utançtan ölerek yüzünü çevirdi ve ellerini olabildiğince öyle tutmaya çalıştı. bacakları hareket etmek için delirir ve erkekliği kendi dokunuşu altında heyecandan seğirirken hiç kolay bir iş değildi.
carlos'un eli, charles'ın tişörtünden içeri daldı. diğeriyle de geri kaçmaması için eşinin belini destekliyordu. becerikli parmakları teninde yukarı, yukarı tırmandı. charles'ın yumuşak karnının üstünden geçti, ince tenine sürterek göğsüne tırmandı. o kocaman el göğsünün en hassas, el değmemiş kısımlarına dolanırken, ellerini kucağına iyice bastırarak belini gerdi ve inledi. iki çift güzel söze bile alışkın olmayan charles için bütün bunlar çok fazlaydı. kapısını kilitleyip, yorganın altında seslerini yutarak kendine dokunduğu nadir geceler dışında bu tarz yakınlaşmaların çok uzağında tutularak büyümüştü. carlos'sa oldukça becerikli gözüküyordu. charles ne zaman kapattığını bilmediği gözlerini araladı. eşiyle konuşmak için kötü bir zaman mıydı? bir araya geldikleri zamanlar ya sevişiyor ya da sevişmeyi bekliyorlardı, öyleyse şimdi konuşması tuhaf olmamalıydı, değil mi?
nereden başlayacağını bilemeden "ispanya nasıldı?" diye sordu güçlükle. carlos'un, boynunda gezinden dudakları duraksadı. o derinden, buyurgan sesiyle güldü. "bunu sorduğunu hatırlıyorum," dedi çok büyük bir keşif yapmış gibi.
"hayır," dedi charles. "demek istediğim, nasıldı?"
carlos anlamayarak geri çekilip ona baktı. göğsündeki eli hâlâ tişörtünün içinde, omzuna kadar tırmanmış ve orada kalmıştı. onu soymak üzereyken duraksamış gibiydi. "aklını meşgul eden bir şey var?"
"belki." charles kendine yana düşmek için izin verdi, tam olarak carlos'un göğsüne. böylece yüzünü gizleyebilirdi. "insanlar nasıldı?"
"sıcakkanlı," dedi carlos çarçabuk. "mardin gibi."
ikisi de bu konuşmanın nereye varacağını bilemediğinden bir sessizlik oldu. sonra charles daha da kısık bir sesle, "böyle şeyleri üniversitelerde mi öğretiyorlar?"
carlos sarsıldı. charles onun güldüğünü ancak eşi sedirde geri devrilip kahkaha atmaya başladığında fark etti. utanç içinde, güç bela kucağından kalktı. gitmek, herhangi bir yere kaçıp buradan uzaklaşmak için harekete geçmişti ki carlos onun bileğini yakaladı. tekrar kucağına oturmak istemediğinden hemen önündeki alçak sehpaya oturdu.
"nereden çıktı bu şimdi?"
charles omuzlarını silkti. eşinin yüzü dışında her yere bakıyor, aptal soruları yetmiyormuş gibi bir de pantolonundaki kabarıklığın etrafına yayılan ıslaklık yüzünden kendini tamamen soytarı gibi hissediyordu. ortamın gerildiğini fark eden carlos ayağa kalktı. charles onun devasa kitaplığa yürüyüşünü ve alt rafların birine sıkıştırılmış süslü kaseyi alışını izledi. sedire dönünce kaseyi aralarında tuttu. "ister misin?" dedi gözleriyle kocaman, beyaz mevlana şekerlerini işaret ederek. charles bir tanesini alıp ağzına attı. carlos avucuna üç tane birden doldururken dehşetle izledi. onları aynı anda yiyip nasıl boğulmayacaktı ki? demek ki alfa olmak böyle bir şeydi.
"ispanya'da nasıl bir hayatın olduğunu merak etmiştim sadece." ağzına dağılan tada yoğunlaşmak, konuşmayı kolaylaştırıyordu. yine de cümlesinin sonuna doğru sesi yavaşça söndü. "nasıl bir çevren vardı falan işte."
"sen beni mi kıskandın yoksa?" tanıştıklarından beri carlos'un gözlerini ilk defa bu kadar ışıl ışıl görüyordu.
"yoo," dedi charles, hiçbir şekilde inandırıcı olamayarak. carlos kâsedeki şekerlerden bir tane daha aldı ve onun ince, gerginlikten sıkıca birbirine kenetlenmiş dudaklarına bastırdı. charles, eşinin şekeri ağzına itmesine izin verince biraz daha kendine gelmiş hissetti. "belki," diye ekledi sonunda.
carlos'un cevabı ne olursa olsun inanacaktı çünkü gözlerini tavana dikip anılarını gözden geçiriyormuş gibi hımlarken çok ateşli gözüküyordu. geniş göğsünün üzerinde yükselen kalın boynundaki adem elmasını izledi bir süre. "fazlaca samimi olmaya çalışanlar oldu," dedi carlos ve charles nefesini tuttu. "ama hepsini kovaladım. töreye aykırıdır bir kere. evlenmeden kimseye dokunmam, namusuma da el sürdürtmem."
"o zaman nasıl," diye başlayacak oldu charles ama bunu yüksek sesle ifade etmek çok korkunçtu. o zaman nasıl bana bu kadar becerikli dokunuyorsun? nasıl bana uzandığın anda kendimi tir tir titrerken buluyorum? sormadan cevabını aldı.
"eh, bizim tarafta alfa çok. illaki görüp duyuyorsun bir şeyler."
charles bunun ne anlama geldiğini fark edince kıpkırmızı oldu. demek ki o gece carlos'un da ilk seferiydi. ondan öyle etkilenmişti ki belki de zihni bütün kusurlarını örtbas etmiş ve zevkten başka bir şeye yer bırakmamıştı. uzanıp eşinin elini tuttu.
farkına bile varmadan bir sürü şeker yemişlerdi. carlos yarıya inmiş kâseyi kenara bıraktı ve elinin üstündeki eli sarmaladı. dudaklarında, bahçede delicesine çamurla oynayıp akşam eve inanılmaz pasaklı dönmek üzere bir çocuğun yaramaz gülümsemesi vardı. "bir keresinde de ne duymuştum biliyor musun?" sedirde öne eğilip ağzını charles'ın kulağına dayadı. şekerden dudakları yapış yapış olmuştu. charles huylandı. "küvette yapmak ayrı bir güzel oluyormuş."
charles tıpası açılmış bir küvet gibi girdaplara kapılmıştı. tıpası açılmış çok da yanlış bir ifade değildi gerçi çünkü ne kadar uğraşırsa uğraşsın erkekliğinden iç çamaşırına damlayan şeyi gizleyemiyordu artık. carlos onu da beraberinde çekiştirerek ayağa kalktı. sarmaş dolaş hâlde banyo kapısına, ardından küvete ulaştılar. "bakalım gerçekten öyle miymiş," dedi carlos, sıcak ve soğuk su vanalarını sonuna kadar açarken. küvet nedense zaten yarıya kadar doldurulmuştu. charles onun bunu önceden planlayıp planlamadığını merak etti ama sesini çıkarmadı. carlos'un geniş sırt kaslarının üstünde yırtılacak gibi gerinen gömleğini izlerken kendi kıyafetlerine baktı. önce üstünü soydu. ardından baksırından başka bir şey kalmayana dek belinden altında ne varsa onu. carlos küvetin kenarından destek almayı kesip arkasını döndüğünde eşinin yumuşak kıvrımlarla akıp giden hatlarını gördü.
charles yaklaştı. carlos'un kemerini çözen parmakları titriyordu. karnında bir burulma peyda olmuştu, başka zaman olsa göğüs kafesindeki bu sancıyı kalp krizi sanabilirdi. ama o anda, dokunulmaya ve dokunmaya duyduğu özlemden başka bir şey olmadığından emindi. kemeri çözünce carlos düğmelerini açmaya uğraşmadan gömleği sırtından çekip attı. ayaklarının dibine kayan pantolonun içinden kenara adım atarak çıktı ve bir an gürül gürül küveti dolduran suların buharında birbirlerinin çıplak vücutlarını süzdüler. ilk öne atılan carlos oldu.
charles'ı belinden kavradı, öpüşü öyle derinden ve sertti ki genç adamın dengesinin sağlamak için gerileyip sırtını duvara vermesi gerekmişti. dudakları mükemmel yapboz parçaları gibi birbirine uyup ayrılıyor, tatlı tatlı dokunmaktan ziyade hızla birbirlerini tatmak için iki yana dönüp duruyorlardı. çeneleriyle yanakları birbirlerinin ısı ve salyasıyla kaplanmıştı. charles eşinin ağzına inlemekten kendini alamadı. derken carlos'un parmakları baksırının belindeydi. hızlı bir hareketle diz kapaklarına kadar itiverdiler onu. mengene gibi parmaklar, hâlihazırda zevkten titreyen erkekliğinin etrafına sarılınca, charles bir an için boşalacağını sandı. ama carlos onu baştan sona okşayıp sıkıştırmakla ilgilenmiyordu. diğer eli sol bacağını yakalayıp beline doğru kaldırınca açılan aralığa daldı. charles'ın, vücudunun içinde sahip olduğuna inanamadığı kadar ısrarcı o dar derinliğe.
carlos'un parmakları önce girişini kapatan kasların etrafında dolandı. teni, onun dokunuşları altında seğiriyordu, öyle ki charles bir an için onu kendi kendine içine alıp utançtan öleceğinden endişe etti. carlos'un orta parmağı ısrarla oraya vurduktan sonra içine kaydı. bacağını geri almak ve iki ayağının parmak uçlarında yükselerek zevke doğru çekilmek istiyordu ama carlos ona engel oldu. charles'ın topuğu, adamın sıkı kalçasına çarpıyordu. carlos onu banyonun içlerine çekmek isteyinceye dek de bacağı alttan desteklenir vaziyette öylece havada, titrer hâlde durdu.
carlos'un kaybedecek vakti yoktu. onu küvetin içine girebilmesi için adım atmaya yönlendirirken bile parmaklarını içinden çıkarmamıştı. ikinci ve ardından üçüncü parmağı da çok geçmeden girişinin çevresinde dolandı. charles'ın o kadar derinlerine doğru, o kadar hızlı bir şekilde hareket ediyorlardı ki, charles ayakları yerden kesiliyormuş gibi hissediyordu. gerçekten.
uzanıp vanaları kapadı. charles titreyen avuçlarını carlos'un omuzlarına bastırmaktan başka bir şey yapamıyordu. geçen gece uzandığı için fark etmemişti ama bacaklarının arasındaki bu zevk bütün gücünü alıp götürüyordu meğerse. dizleri bükülecek gibi olunca irkilip eşine daha çok sokuldu. carlos güldü. bacağındaki eli şimdi daha arkaya, kalçasına kaymıştı. o güçlü parmakların bütün kalçasını boydan boya nasıl kapladığını aklı almıyordu. aklı artık hiçbir şeyi almıyordu gerçi, zevkten başka bir şeye yer kalmamıştı. carlos'un parmakları oldukça ıslak bir ses çıkararak içinden çıkınca, charles tekrar uyluklarını birbirine sürterek inledi. "gitme," diye mırıldandı carlos'a. eşi küvetin içindeki taş basamaklardan birine oturup ona aşağıdan, kurnaz bir gülümsemeyle baktı. içinden çıkardığı elini, charles parmaklarından damlayan sıvıyı görmekten çok utanmıştı, diz kapaklarının arkasına koyarak onu eğilmeye zorladı ve kucağına çekti.
bacaklarının iç taraflarıyla carlos'un bacaklarını saracak şekilde eşinin kucağına oturdu. carlos'un elleri tekrar beline yerleşti. eğilip dudaklarını köprücük kemiğine dokundurdu. "carlos," dedi charles nefeslerinde boğularak. "lütfen, lütfen, ihtiyacım var."
"biliyorum, aşkım," dedi carlos, bu kez dişleriyle kemiğin üstündeki deriyi didikleyerek. "birazcık dayanman gerekecek meleğim."
charles karşılık olarak inleyebildi sadece çünkü belindeki eller aşağı kayıp kalçalarına tutunmuştu. beli, odasında kendi kendine yapsa bile utanacağı kadar abartılı bir hareketle kıvrıldı. "bu kez farklı bir şey deneyelim mi?" carlos'un sesi banyoda yankılandı. içerisi fazlaca sıcaktı, hamamdan farkı yoktu. akustiği de cabasıydı. charles'ın zihni için kaçacak yer bırakmıyordu.
"zaten denemiyor muyuz?" diye sordu charles, boynunun etrafında gezinen carlos'u yaklaştırmak için koyu renkli tutamlarına asılarak.
"öyle değil," dedi carlos. doğrulunca göz göze geldiler. charles, onun çenesinden göğsüne damlayan ve oradan da suya karışıncaya kadar aşağılara kayan bir damlayı takip etti parmağının ucuyla. eli suyun içine girip yola devam etmekten çekinerek karın kaslarının üstünde durdu. eşi başını yana eğip çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi ağzındaki baklayı çıkardı. "çoğu omeganın arkadan daha rahat yaptığını duymuştum."
charles yok olmak istiyordu. yeterliydi. bu adamla daha fazla başa çıkamıyordu. bir hafta bile geçmeden bütün akli dengeleri bozulmuştu. nereden bilsindi arkadan mı daha rahat veriyordu önden mi??
izin almaya pek meraklı olan carlos "ister misin?" diye sordu. "denemek ister misin?" charles başını aşağı yukarı salladığına inanamıyordu. bir daha insan içine çıkamayacaktı. sonsuza kadar senna konağına adım atmasa yeriydi.
carlos onu yavaşça karşı kenara doğru yönlendirdi, charles'ın parmakları kenarı güç bela kavradı. suyun içinde neredeyse dizlerinin üstünde olmak tuhaftı, hatta zordu. carlos onu leğen kemiklerinin keskin çıkıntılarından yakalayıp parmak uçlarına kaldırarak desteklemese, su hareket ettikçe öne doğru sendeleyip dururdu. "carlos," dedi birden endişelenerek. "böyle mi-"
"evet, meleğim. sevmedin mi?" sırtından aşıp omzunun üzerinden kulağına uzanan carlos'un ses tonu normalden daha yoğundu. sesinin böyle çıkmasına sebep olacak kadar etkileyici bir şey yaptıklarından şüpheliydi. "biraz gerildim," dedi sadece.
"ben sana zarar verir miyim hiç?" diye temin etti onu eşi. "ama istemiyorsan-"
"hayır hayır!" diye atladı charles. eşinin elleriyle havaya kaldırılan kalçalarının verdiği tuhaf, farklı bir zevk olduğu su götürmez bir gerçekti. bir kere denemekten zarar gelmezdi. charles, carlos'un kulağının dibine sokulan yüzüne doğru döndü ve yarım yamalak öpüşüp gülüştüler. carlos geri çekilince charles kendini biraz yalnız hissetti. karnının altındaki suyun titreşimleri vardı, bir de tutunduğu kenarla gözlerini dikip baktığı fayanslar. sonra her şey allak bullak oldu. carlos kendi erkekliğine dokunup hazırlanmayı bitirmiş ve charles'ı belinden sıkıca tutarken girişine bastırmıştı.
kalçalarının altından başlayıp güçlükle ayakta duran bacaklarına ve ileri uzanan karnına kadar tüm vücuduna yayılan zevk dalgasında bayılıp gitmemek için alnını, küvetin taş kenarını kavrayan ellerinin üstüne yasladı. "mmh, carlos." eşinin içine kaymasına yardım etmek için doğru açıyı ararken belini aşağı yukarı oynattı. "carlos. harika hissediyorum."
carlos güldü. o gün keyfi çok yerindeydi. "biliyorum, bebeğim," dedi ağır ağır ilerlerken. "sızlamandan fark ettim."
"öyle şeyler söylemez misin?" charles yüzünü ellerinden kaldıramıyordu ve vücudu titrediğinden suya düşmekten endişe etti. carlos adeta onun aklını okuyordu. belini saran ellerden biri yukarı tırmandı. karnının üstünden ve göğsünden geçip omzunu yakaladı. kemiği o güçlü parmakların altında kırılırmışçasına sarıldı ve charles vücudunun üst yarısının havaya, carlos'un geniş göğsüne doğru kalktığını hissetti. aynı anda doğru açıyı da bulmuş olacaklar ki carlos sonunda kasıkları onun kalçalarına çarpıncaya kadar içine kayabilmişti. ikisi de titrek, derin birer nefes aldılar.
"çok darsın," diye fısıldadı carlos. artık dudakları kulağının dibindeydi ve hareket ettiği süre boyunca da orada kalacaklardı. bu fikir charles'ı baştan aşağı titretti. "bunca sene bunu yapmadan nasıl yaşamışım bilmiyorum, charles. sensiz nasıl dayanmışım?"
charles onun iltifatlarına karşılık veremiyordu. duvarlarını ilk seferlerinden bile daha çok genişleten başka bir mevzuyla meşguldü. kalçalarından başlayarak bütün sırtının eşinin göğsüne temas ediyor oluşu da hiç yardımcı olmuyordu. carlos'un sıkı karın kasları nefes alıp verdikçe tenine çarpıyordu. derken eşi sonunda içinde hareket etti ve charles banyonun ışıltılı tavanına bakarken yıldızları gördüğünü sandı. daha önce merdivenlerden düşüp ya da bir taraflarını incitip görüşünün acıdan beyaza boyandığını deneyimlediği olmuştu, ama zevkten? bu bambaşka bir şeydi. ağlamayla inleme arası bir ses çıkardı. kulağının dibindeki carlos'un sıkılı dişleri arasından da daha kaba bir versiyonu duyuldu. charles ne yapacağını bilemediği kolunu geri atıp eşinin kalın ensesine doladı. diğeriyse parmak uçlarıyla da olsa yandaki duvara dokunarak kendini biraz olsun sabitlemek istiyordu ama nafileydi. carlos'un kalçaları hızlanınca vücutları beraberce öne arkaya, aşağı yukarı savruldu.
"HIZLI! HIZLI!" diye çığlık attı charles. ne istediğini ifade edecek gücü bulamıyordu. ama carlos anlamıştı. kocaman, boğum boğum kasları gerginlikten kasılmış kolunu, karnının üstüne doladı ve kendini ittiği gibi charles'ı da kendine çekmeye koyuldu.
"ımh, carlos, carlos..."
"charles," diye hırladı carlos karşılık olarak. ilk defa o romantik hitaplarından kullanmıyordu. charles, eşinin erkekliğinin duvarları arasında nasıl titrediğini hissetti. hareketleri hızlandı, dudaklarıyla yaptıkları gibi yine birbiri için yaratılmış iki parçaya dönüşmüşlerdi. kolayca, mükemmel bir şekilde yerlerine oturup, maharetle ayrılıyorlardı. taş fayanslarla kaplı banyonun içi hem su, hem vücutlarının birbirine çarpışı, hem de her ikisinin kontrol edilemez inlemeleri dolayısıyla korkunç derecede gürültülüydü. charles dudaklarını ısırarak kendine hâkim olmaya çalıştı ama imkansızdı. utanmasa carlos'un adeta midesine değdiğini itiraf edecekti. böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını bilmiyordu.
havada savrulup duran elini arkaya, carlos'un, atların kalın derilerinin en ufak dokunuşta seğirdiği gibi seğiren bacağına attı, neredeyse kasığıyla birleştiği yere. tırnaklarını tenine geçirdi. "lütfen, lütfen," diye yalvarırken gözlerinden yaşlar süzüldüğünü ve aslında hıçkırarak ağladığını yeni fark ediyordu. carlos'tan, kapıyı kapattıkları için şimdi rahatça tüm banyoyu doldurmuş olan kokusundan ve kalçalarının hareketinden başka bir şey düşünemiyordu. sonunda eşinin bu defa daha çok titrediğini hissetti. başını geriye atıp carlos'un omzuna yaslandı.
"charles," diye inledi carlos, uzanıp onu kasıklarından tamamen kendine bastırarak içine boşalırken. ikisinin de vücudu kontrol edilemez şekilde titriyordu. charles kendi erkekliğinin karnının üstüne doğru süründüğünü ve ardından beyaz atımlar hâlinde boşaldığını görünce baygınlık geçireceğini sandı. zihninde bir ses, carlos içinden çıktığında bile duvarlarının sonsuza kadar bu şekilde kalacağını fısıldadı. öyle bir şeyin mümkün olmadığını az çok biliyordu ama carlos'la her an her şey olabilirdi. bacaklarındaki güç tükenen carlos kendini geriye, taş basamağa attı ve charles da üstüne yığıldı. nefes nefese suyun içinde yatıp ışıltılı tavana baktılar.
"gerçekten mi?" dedi charles sevinçten ellerini çırptığını fark etmeden. carlos sonunda onu mutlu görmenin verdiği rahatlamayla gülümsedi.
"neden olmasın? seni aile buluşmasından alıkoyamam sonuçta."
suyun içinde carlos'un karşısında oturan charles'ın, suyun yüzeyine şekiller çizen eli işine geri döndü. heyecandan her yana damlalar sıçratıp duruyordu. "eşlenene kadar odadan çıkamazsın deyince-"
"o iş yattı." carlos uyumak üzereymiş gibi başını yana yatırdı. "sen bütün kuralları çiğnemişsin bugün zaten. uyacak bir şey kalmadı artık."
charles oturuşunu düzeltti. bu suda deliler gibi sevişip boşalmamışlar da tamamen saygın bir ortamdalarmış gibi kibarca, "teşekkür ederim, carlos," dedi.
keyiflenen eşi yarım kulaçlık mesafeyi aşıp yanına sokuldu ve onu gerileterek kenara yasladı. "ee," diye başladı charles'ın yemyeşil, ona neredeyse hayranlıkla bakan gözlerini ve karman çorman olmuş saçlarını incelerken. "bana sizinkilerden bahset. neydi adı eniştenin, louie mi?"
charles gülümseyip ona sokuldu. "lewis," diye düzeltti. ve bir sonraki haftaya ayarlanmış aile yemeğine katılacak olan bütün akrabaları, hamilton ailesinden başlayarak anlatmaya koyuldu.
12 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
newton north high chronicles [chapter 3]
[i never wanna be your ex-man]
"hızlan, lewis!"
lewis nefes nefese başını geri yatırdı. "uğraşıyorum."
"yeterince uğraşmıyorsun," dedi sebastian, yorgunlukla kıvranarak. "aklın başka yerde."
lewis tekrar öne doğru atılırken cevapladı, alnından bir damla ter çenesine doğru süzülüyordu. "asıl sen yeterince tutamıyorsun."
sebastian'ın sinir olunca attığı gülüşlerinden biri duyuldu, lewis açık göğe baktığı için onun suratını göremiyordu. "daha ne kadar sıkıca tutabilirim, aşkım?" lewis bu kez tüm kuvvetiyle doğruldu ve ikisi de sonunda temponun artmasıyla derin bir nefes aldılar.
"ne yapıyorsunuz?" diye sordu franco.
öğle arasını böyle harcaması yetmiyormuş gibi bir de gelip tepelerinde sorgu sual eden çocuğa gözlerini devirdi sebastian. "ne yapıyora benziyoruz?"
sonunda iflahı kesilerek yere yığılan lewis, yüzünü terden temizlemek için tişörtünün ucuna uzandı. "mekik çekiyorum. bu gerizekalı da güya yardım ediyor."
sebastian daha çok göz devirerek, "güya mekik çekiyor," diye düzeltti. "sabahtan beri bir kere görmedim sırtının yerden kalktığını." lewis'in ayakkabılarına sıkıca bastırdığı ellerini çekip yere oturdu. güneşin altında kalmaktan yüzü kızarmıştı.
"ayaklarımı düzgün tutmadığın için olabilir mi? hemen yerden kesiliyorlar."
"o senin sorunun. antrenman yapsaydın karın kasların erimezdi, ayaklarını tutmama da gerek kalmazdı."
"affedersiniz," diye böldü franco, yorgunluktan ölmeseler yumruk yumruğa kavga etmek üzere olduklarını fark ederek. "mekik çektiğinizi görebiliyorum. demek istediğim, seçmeler bugün başlamıyor mu?"
sebastian'ın dudaklarına götürdüğü su şişesi havada asılı kaldı. "neyi seçmeler?"
franco ona aptal bir sarışınmış gibi baktı. "tiyatro seçmeleri. iki haftadır her yerde duyurusunu yapıyorsunuz ya, son seneniz için özel bir oyun falan filan."
lewis ve sebastian dehşet içinde birbirlerine döndüler. gerçekten de seçmelerin ilk seansını tam olarak bu güne, öğle arasına koymuşlardı. "mekik çekecek en iyi zamanı buldun!" diye çıkıştı sebastian yerdeki çantasını kapıp koşmaya başlayarak. daha seçmelerde rezillik çıktığına inanamıyordu, hem de yıllardır emek verdiği tiyatro kulübünde ilk defa yönetmen ilan edilmişken!
hâlâ yorgunluktan eli kolu titreyen lewis toparlanmak için kendine zaman tanıdı. su şişesinden bir yudum daha almadan önce franco'ya baktı. "sen nasıl hatırladın seçmeler olduğunu?"
franco sırıttı. lewis onun bu gülüşü genelde hanımefendileri tavlamak için kullandığını bildiğinden biraz rahatsız olmuştu. "ben de sıradaydım. gelen giden olmayınca sizi aramaya çıktık."
"george da mı gelmemiş?" lewis onun ne gibi bir bahanesi olduğunu merak etti. umuyordu ki yine carmen'in girl up'ta yapacağı yeni konuşmayı prova etmiyorlardı, o şey sonsuza kadar sürüyordu çünkü. "bir dakika, sen neden sıradaydın?"
çocuk ellerini beline koyup omuzlarını geri attı. arkasında kalan güneş lewis'i kör ettiğinden kocaman, bronz bir heykel gibi görünüyordu. "ben de seçmelere katılıyorum. jefferson olarak."
çantasını yerden alıp doğrulurken burnundan güldü, şişede kalanı başından aşağı döktüğü için burnunun ucundan su damlıyordu. "affedersin, cola ama jefferson'a sikim kadar benzemiyorsun."
sebastian bu dev müzikal işine nereden girişmişti, lewis'in aklı almıyordu. ama belli ki yadırgayan tek kişi kendisiydi. tiyatro kulübüne tahsis edilen odanın önünde bütün koridor boyunca uzanan bir sıra vardı. franco yer tutan arkadaşlarına katılınca kendi başına kuyruğun başına yürüdü. ilerledikçe her şey daha kötü oluyordu. ön tarafta isyan çıkmıştı. kilitli kapının önünde hükümet istifa sloganları atan öğle arası heba olmuş kalabalığın arasına daldı. "hükümet geldi arkadaşlar sakin-"
"HÜKÜMET İSTİFA!"
lewis kulağının dibinde bağıran herifin suratına bir tane yapıştırmak için döndü. ardından, "ALEX?!"
"biraz geciktiniz lewis," dedi alex albon ellerini ağzının etrafına dayayıp bağırmaya devam ederken. lewis onun tiyatroya ilgi duyduğunu bile bilmiyordu. grupta mesajlaşırken hiçbir şey söylememişti. sırf ortalığı velveleye vermek için gelmediyse lewis de bir halt bilmiyordu. gerizekalılardan oluşan bir arkadaş grubu vardı. bir de oscar piastri'den.
"geldim ya-"
alex'in bitmek bilmez boyu lewis'in üstüne eğildi. "İSTİFAAA!"
insanları omuzlarından ve sırtlarından iterek yolunu açtı ve koridor tımarhanesinden kaçtı. kapı kilitli bile değildi, koridordakiler isyan çıkarmadan önce kontrol etme gereği duymamışlardı. "seb!" diye kükredi tomar tomar kağıda boğulmuş çocuğa, içeri girerken. "neden kapıyı açmadın? koridor yıkılıyor."
"keyfimden değil herhalde! deneme metinlerini bulamıyorum."
"dün çekmeceye ayırdık ya." lewis seb'in yanına oturup masanın üstündeki kalem kağıt karmaşasına baktı.
sebastian masadaki her şeyin sarsılmasına sebep olacak kadar kuvvetle söz konusu çekmeceyi açtı. "kağıt görüyor musun, louie? ben görmüyorum, louie. demek ki çekmecede değiller."
"nasıl olur?" diye mırıldandı lewis, yoktan kağıt var edebilecekmiş gibi çekmeceyi yoklayarak. gerçekten gitmişti. halbuki tam olarak buraya koyduklarını çok net hatırlıyordu. tam o sırada kapı aralandı. ayağa fırladılar. sebastian zihin kuvvetiyle işgalciyi geri püskürtmek için ellerini kaldırdı. "azıcık daha işimiz var arkadaşlar-"
"ay benim benim. sakin olun." alex içeri süzüldü. kocaman topuklu babetler, düşük bel bir kot pantolon ve siyah crop giymişti. alex albon değildi. bu kızı görmektense alex albon'u bu kıyafetler içinde görmeyi tercih ederlerdi.
sebastian gülmeyle aklını yitirme arası bir ses çıkardı. "ah, selam, mleux. gördüğün üzere biraz meşgulüz. gider misin?"
"ay niye gidecek mişim, şekerim? bizim kağıtları getirdim." deli gibi aradıkları kağıtları çantasından çıkarıp masadaki yığının ortasına bırakan kıza bakakaldılar.
"şekerim," dedi sebastian, epey bir vurgulayarak. "bizim kağıtlarımızın sende ne işi var?"
"e seçmeleri beraber yapıyoruz ya?" alex koridordan iç savaş çıkmış gibi sesler gelmiyormuşçasına yavaşça sandalyeyi çekip oturdu. bacak bacak üstüne attı. "kelly hoca size söyleyecekti. hep erkek hep erkek nereye kadar, tiyatroya biraz kadın eli lazım, dedi. son yılki gösteriler ondan çok kötü oluyormuş meğerse. ben de sanat kulübü başkanı olduğum için beraber çalışabiliriz diye düşündük."
son yıllardaki gösterilerin yönetmeni lewis'di. onlara tatlı tatlı gülümseyen kıza kötü bir şey söylememek için yumruğunu ağzına bastırdı. sebastian koluna dokunana kadar etini çiğnediğini fark etmemişti.
"kelly hocada bizim anahtarın yedeği mi var?" dedi sebastian şaşkınlıkla. o kadar şok ve hüsran içindeydi ki diğer konuları tartışmaya açmamıştı bile.
alex daha çok gülümsedi. "her anahtarın yedeği var."
odada korkunç bir sessizlik oldu. sebastian inme inmiş gibi sandalyeye yıkılırken lewis kapıya yürüdü. bir yandan da üçüncü jüri olan, artık dört olmuştu gerçi, george'a derhal kulübe gelmediği her saniye için bir kıyafetini ateşe vereceğine dair bir mesaj attı.
kapıyı açtığını anda, nedenini bilmiyor ve öğrenmek de istemiyordu ama, kalabalığın üstünden bir tuvalet kağıdı rulosu uçtu. başta alex albon olmak üzere herkes ona döndü. lewis derin bir nefes alıp duruşunu dikleştirdi. sebastian bu gösteri için haftalardır heyecandan ölüyordu, deneme metinlerini özenle belirleyip tek tek düzenlemişti. seçmeler için devasa bir puanlama tablosu yapmıştı. okul yönetiminden gerekli izinler alınır alınmaz dekorasyonları belirlemeye ve eksikleri tamamlamaya girişmişti. lewis arkadaşının gününün mahvolmasına izin vermeyecekti.
"iki dakika içinde seçmelere başlıyoruz. sesinizi kesip sıraya girin."
franco gerçekten jefferson rolü için gelmişti. orijinalindekiyle karşılaştırınca acı verici derecede sıradan bir performanstı. sebastian'ın gözleri boşluğa bakıyor ve sinir krizi geçirmemek için kendini zor tutuyormuş gibi gözüküyordu. oyunculuk o kadar alakasızdı ki george, franco'nun canlandırdığı kısmı metnin içinde bulamamıştı bile. yalnızca alex kocaman gülümsemeye devam ediyor ve herkesi deliler gibi alkışlıyordu. muhtemelen onun verdiği puanları saymayacaklardı. lewis'in hava almak için koridora çıkması gerekiyordu. "beş dakika ara veriyoruz," diye duyurdu sırada bekleyenlere, dışarı çıkınca.
ellerini cebine atıp kalabalıktan uzağa yürümeye koyuldu. şu ana kadar içlerine sinen kimse olmamıştı. elbette koca oyunun bütün kadrosunu ilk gün seçmelerinde toplayacaklarını düşünmemişti ama bu kadar hüsrana boğulacaklarını da bilmiyordu. okulda nasıl olur da basit taklit becerilerine sahip kimse olmazdı? özellikle lafayette gibi karakterler için gerçek yetenekler istiyorlardı. ama bu gidişle iki kişi belirleyip tüm oyunu onlara yükleyeceklerdi. o kişiler de sebastian ve lewis olacaktı kesin, önceki yıllardan en çok tecrübesi olanlar. yeterince uzaklaştığına karar verince sırtını duvara dayayarak yere çöktü.
"selam," dedi, nazik bir el omzuna dokunarak. "iyi misin?"
lewis'in başını kaldırıp bakmasına gerek bile yoktu. bu sesi tanıyordu, son günlerde aklının içinde dönüp duruyordu. durmadan ona sesleniyor, durmadan gülümsüyor, lewis onu gerçekten tekrar duyana kadar zihnindeki varlığını canlı tutuyordu. bir anda heyecan bastı. "selam, nico."
nico yere, karşısına oturdu. "kuyruk gittikçe uzuyor sanki."
"hiç sorma." lewis'in gözleri oğlanın güzel yüzüne dökülen saçlarından üstündeki oldukça bol, beyaz tişörte kaydı. ince turkuaz-siyah çizgilere ve sponsor amblemlerine baktı. "mercedes?"
nico gülümseyip köprücük kemiklerini biraz fazla vurgulayan kıyafeti düzeltti. "formula izler misin?"
"bayılırım, tam benlik spor," dedi lewis uzanıp tişörtün eteğini kavrayarak. "bende de siyah renginden var."
"siyahı daha mercedes gözüküyor ama beyaz bana yakıştığından bunu almıştım."
başını salladı. "gerçekten yakışıyor." lewis bakışlarını tişörtten ayırıp oğlanın yüzüne çevirince göz göze geldiler. ince dudaklarının kenarına gülümsemeye dönüşmek üzere bir kıvrım yerleşmişti. lewis bunu sesli söylediğini o zaman anladı. sonra battı balık yan gider diyerek devam etti. "siyahını denemek istersen bana gelebilirsin."
nico buna karşılık başını geri yatırıp kahkaha attı. lewis onun bu kadar güzel gülebildiğini bilmiyordu. büyüleyiciydi. çok ateşliydi. ağzının sularını akıtıyordu. "çok hızlı gidiyorsun, lewis," dedi nico, gözünün kenarından bir damla yaşı silerek.
"aramız... iyi, değil mi?" diye sordu lewis birden telaşlanarak. "o zaman seni biraz kırdığımı biliyorum ama-"
"affedilme sürecini tamamlamak üzeresin. haksızca suçlanmak korkunçtu ama gizlice fotoğraflarının çekilip yayılması da öyle olmalı. beni dinleseydin daha iyi olurdu tabii ama sanırım, seni epey affettim."
sessizce birbirlerine gülümseyerek bakıştılar. ikisinin de utanarak başını çevirmesi çok sürmedi. "yakışıklı olduğun için şanslısın," diye ekledi nico sessizce, bu onu affetmesinde önemli bir etkenmiş gibi.
lewis onun ne kadar büyüleyici olduğunu on bininci kez düşünürken aniden farkına vardı. "yoksa sen de mi seçmelere geldin?" lütfen evet de, lütfen evet de, lütfen evet de, hangi rolü istersen vereceğim...
"hiç anlamam öyle şeylerden," dedi nico. "jenson için geldik. kendi başına sırada beklemeye utanıyor, mark da meşguldü."
lewis çok hayal kırıklığına uğramış gözükememeye çalıştı. "istediği bir rol var mı?"
nico bir süre tavana bakarak düşündü. bu sırada lewis'e de oğlanın güzel boynunun harika kıvrımlarını inceleme fırsatı doğmuştu. bir insan nasıl bu kadar güzel- "kral gibi bir şeyden bahsediyordu ama," dedi nico sonunda.
"üçüncü george'u diyor sanırım." nico için bir şey yapamıyorsa arkadaşı için yapabilirdi belki. "konuşurken çok tükürük saçıyor mu? tam adı ne?"
"heyecanlanınca epey," dedi nico gülerek. "ve jenson button. neden sordun?"
koridorun öte tarafından george kapıdan kafasını uzatıp gelmesini işaret edince molasının bittiğini fark etti. nico'dan ayrılmak istemiyordu. bu düşünce bütün vücudunu ele geçirdi ve uzanıp oğlanın ellerini tuttu. "yapabileceğim bir şey var mı diye bakacağım."
nico mavi gözlerini kırpıştırdı. "o ne demek?"
oğlanı ellerinden kendine çekerken ağzını kulağına yaklaştırdı. nefesi nico'nun tenine çarpınca, sarışın çocuk irkildi. lewis'in koyu renkli gözlerinden yaramaz bir ifade geçti ve gülümsedi. "ben jürideyim," diye cevapladı neredeyse fısıldayarak. ve özel alanını işgal ettiği aynı hızla ayağa fırlayıp işinin başına dönmek üzere uzaklaştı. kıpkırmızı yanaklarla dağılmış hâlde yerde oturan nico arkasından bakakaldı.
"pekala," dedi george, upuzun bir marulu ağzına tıkıştırmaya çalışırken. okuldan sonra kafa dağıtmak için geldikleri mahalle fast food'cusunda bile neden salata yediğini artık kimse sorgulamıyordu. "favoriniz kim?"
"bunu burada konuşmanız etik mi?" diye sordu alex albon, masada üç jürinin oturduğu tarafa seğirterek. "aramızda sonuçları duymayı bekleyenler var da."
george onun meraklı gözlerini çatalıyla tehdit etti. "sen herhangi güzel bir şey duymayacaksın, albon."
"çok büyük bir yeteneğin harcanmasına sebep olacaksın, georgia, benden söylemesi."
"lando," diye lafa atladı lewis, ciddi konular konuşmak için önündeki vegan burgeri kenara iterek. "mükemmel john laurens."
lily içeceğinde boğuldu. "lando seçmelerde miydi?!"
"ve muhteşemdi," diye onayladı sebastian. "ben de öyle düşünmüştüm."
"biz kimi oynuyoruz?" geri kalan beşinin başları george'a döndü. george hemen ellerini kaldırıp savunmaya geçti. "jüriyiz, tecrübeliyiz, yönetmeniz. rol almayacak mıyız?"
"zaten bunca sene hep biz oynadık, bu kadar aday varken etik olur mu-"
"tabii ki de rol alacağız," dedi sebastian kollarını göğsüne kavuşturup karşısında oturan lewis'e bakarak. "bizim rolleri ayırdım bile."
"seb."
"sus, lewis. alex sinirlerimi yeterince gerdi zaten."
lily hemen karşısında oturan sevgilisine döndü. "ne yaptın gene?"
"o değil, lily," dedi sebastian. "öbürü."
kızların ikisi de anlamış gibi bir ha sesi çıkardılar. "alex aslında iyidir de," dedi carmen olabildiğince nazik konuşmaya çalışarak. sonra toparlayamayacağına karar verdi. "iyidir yani."
"girl up'da iyidir belki de jürilik işini hiç beceremedi. herkese tam puan vermiş." sebastian yorgunluktan bitmiş gözüküyordu, önündeki iki adet büyük boy pizzanın kalıntıları bile onu memnun edememişti.
lewis'in aklı başka yerde kalmıştı. "bize ne rolü ayırdın, seb?"
"affedersin lewis, bu masada ismi alexander hamilton'la aynı olan kaç kişi tanıyorsun?"
alex kenardan elini kaldırır gibi olunca lily masanın altından bacağına vurdu.
"yeni isimlere şans vereceğiz deyip bana başrolü mü ayırdın? ayrıca ben amerikanın kurucu babasını falan oynamam."
sebastian uzanıp lewis'in ellerini tuttu. vıcık vıcık yağlılardı, lewis arkadaşının çok ciddi anını bölmemek için yüzünü buruşturmamaya çalıştı. "ben de burr'ü oynayacağım. bir düşünsene louie, harika olmaz mı?"
"bence sadece lewis'i vurasın gelmiş." lily bu kez alex'in koluna vurdu. çocuğun elindeki kolanın büyük bir kısmı masaya döküldü.
george boğazını temizledi. "ben kimi oynuyorum? bu oyuna çok emekler verdim-"
romantik anlarına burun sokulan sebastian gözlerini devirdi. "üçüncü george'u? bu bir soru mu?"
"üçüncü george olmaz!" dedi lewis ayağa fırlayarak. başta onların masası olmak üzere bütün dükkan sessizliğe bürünerek ona döndü.
sebastian ellerini göğsünde birleştirerek geri yaslandı. kaşları şüpheyle çatılmış, çıkışmak için hazırlandığı zamanlarda olduğu gibi dudaklarını büzmüştü. "nedenmiş, lewis?"
"şey," diye başladı lewis, sandalyesine utanç içinde geri yerleşirken. "çok kolay bir rol, george'a ayıp olur."
"george benim favori karakterim," dedi george. onay bekleyerek carmen'e baktı. "george onun favori karakteri," diyerek onayladı carmen. üstünde girl up toplantısından kalma siyah beyaz takımı olduğu için avukat gibi gözüküyordu. herkes başıyla onaylayarak tekrar lewis'e döndü.
lewis'in bu durumda yapabileceği hiçbir savunma yoktu. george'un o kadar emek verdiği bir şeyden tanımadığı bir çocuk için vaz geçmesini bekleyemezdi. burgerinden kalanı ağzına tıkıştırdı. ellerinin yağlı olmasını umursamadan çantasını aldı ve sandalyesini gürültüyle ittirerek tekrar ayağa kalktı. "bunu sonra konuşalım mı? geç olmadan gidip roscoe'yu gezdirmem lazım."
"lewis!" diye bağırdı sebastian arkasından. lewis dükkandan dışarı uçarcasına çıktı. arkadaşlarından bir şeyler gizlemek hoşuna gitmemişti ama nedense nico'yla konuştuklarını öylece anlatamazmış gibi hissediyordu. birden nico'yu kafasında arkadaşlarından başka bir yere konumlandırdığını fark etti. açık havaya çıkınca sinirle alnına vurdu. toparlan lewis, toparlan, toparlan, toparlan.
Tumblr media Tumblr media
sebastian kucağındaki roscoe'nun kulaklarını ısırmaya başladı. köpek şişko olduğu için çocuğun mengene gibi tutuşundan kaçamıyordu. küçük kuyruğunu sallayarak salya akıttı. sebastian'ın kolları göbeğinin etrafına dolanarak onu esir almıştı. köpeğin buruşuk suratına gürültülü bir öpücük kondurdu. "y'icem ben bunu."
lewis birasından bir yudum daha alırken göz ucuyla onları izliyordu. hava iyice karardığı için arada yanıp sönen, bozuk bahçe lambalarından birini yakmışlardı. özellikle roscoe'nun üstünde uçuşan ince sinek sayısı azımsanamayacak kadar fazlaydı. "köpeğimi biralı ağzınla öpmez misin? sonra kötü kokacak."
"zaten kötü kokuyor," dedi sebastian. "bırak en azından bira kötüsü koksun, köpek kötüsü değil."
sebastian, roscoe'yu yeterince sevdiğine kanaat getirene kadar böyle sürdü. lewis'in arka bahçelerinde, küçükken babasının onun için kurduğu salıncakta oturuyorlardı. çok derme çatma bir şeydi, artık epey gıcırdıyordu, oturakların arkası yoktu ve kalçalarının rahatça yerleşeceği kadar geniş bile değildi. ama lewis canı her sıkıldığında buraya gelirdi. babası restore edebileceklerini söylese de reddetmişti. direklerin pası, oturakların biçimsizliği, içinde tatlı bir nostalji uyandırıyordu. küçükken parktaki çocuklardan zorbalık gördüğü için uzun süre salıncak binemediğini söyleyince, sonraki doğum gününde babasından aldığı bu hediyeye kesinlikle el sürdürmezdi.
oturakların bağlandığı tepe direğinin ne kadar yamulduğunu anlamaya çalışmaktan vazgeçip sebastian'a döndü. sonunda özgürlüğüne ve dört ayağına kavuşan roscoe, akşamüzeri suladıkları çimenleri kemiriyordu. sarışın çocuk bira kutusuyla lewis'i işaret etti. başını metal zincire dayamıştı. "anlatacak mısın artık?"
"buraya kadar gelmeni gerektiren bir şey değildi aslında." lewis olabildiğince umursamaz gözükmeye çalıştı.
sebastian sırıttı. lewis'in başarısız havalı çocuk olma girişimlerine bayılıyordu. "seninle burada oturmayı özlediğim için geldim. george bahaneydi." yoğun çimen kokusunu içlerine çekerek roscoe'yu izlediler. "anlatmak istersen ben de duymak isterim."
lewis derin bir nefes aldı. "bana kızacaksın."
"ben sana ne zaman kızmışım?" diye yükseldi sebastian.
"nico'yla ilgili bir mesele," dedi lewis sonunda. dönüp sebastian'ın korkutucu derecede sakin bir şekilde onu izleyen mavi gözlerine baktı.
"o kadarını anladık," dedi sebastian. "nedense kafanı bu kadar meşgul eden meseleler hep rosberg'le ilgili."
lewis savunmaya geçti. ani hareket ettiği için oturağı biraz sarsılıp gıcırdamıştı. "anlaşma yaptık dedim ya, onu inceleme altına aldım-"
"yeme beni," diye kesti sebastian. bitirdiği kutuyu çimene fırlattı. roscoe aksak adımlarla koşarak kutuyu yalamaya gitti. "ondan hoşlandığın için senin de işine geliyor."
sebastian bu kadar kendinden emin konuştuğuna göre lewis'in kaçacak yeri yoktu. "seçmelere gelen bir arkadaşı varmış. kral george'u istediğini söyledi. ben de ne yapabilirim diye bakacağımı söyledim."
"o zaman yarın gidip bir şey yapamadım dersin." sebastian lewis'in elindeki biraya uzandı. ağzını dayadığı kısmı silme ihtiyacı duymadan dudaklarına götürdü. lewis boş eline bakıp oturduğu yerde biraz toparlandı. aniden üşüme gelmişti. "nico'yu sevmiyorsun, değil mi?"
sebastian zincire yasladığı başını diğer tarafa, roscoe'ya doğru çevirdi. lewis onun ifadesini göremiyordu. ama sesini duyunca aklında tüm hatlarıyla canlandırabildi. sonuçta çok uzun zamandır tanışıyorlardı. "hazzetmiyorum."
"neden?" diye üsteledi lewis.
"onunla tanışmanın sebebi hepimizin ifşalarını yayınlaması değil miydi? bence bu meseleyi çok çabuk kapadın."
lewis yüzünün utançla yandığını hissetti. "suçlunun o olmadığını söyledi."
sebastian daha fazla dayanamıyormuş gibi ayağa fırladı. elindeki kutuyu da başına dikip bitirdiğinden, çimenlerdeki eşinin yanına fırlattı. "tabii ki öyle söyleyecek, louie! ne deseydi? evet hepsini ben yaptım, gel beni cezalandır mı? elimizde suçlu olmadığına dair bir kanıt yok ama sen onunla şimdiden içli dışlı olmuşsun."
lewis de ayağa kalktı. yumruklarını sıkmıştı. ne yapmayı amaçladığını kendisi de bilmiyordu ama sebastian'ın bunu böyle yüzüne vurması hoşuna gitmemişti. bir yandan, onun haklı olduğu su götürmez bir gerçekti. cevap vermek için ağzını araladığında sebastian'ın, omzunun üzerinden bir noktaya baktığını fark etti. arkasını döndü.
"yanlış bir zamanda mı geldim?" dedi daniel. elinde bira kutuları vardı. sonra çimenlerdeki boş kutuları gördü. "of, ne diye o kadar uzak büfeye yürümeye uğraştıysam. tabii ki de seb hemen koşup bira yetiştirmiş."
"hayır hayır," dedi lewis hemen arkadaşına gelmesini işaret ederek. ona salıncakta kendi yerini verdi. biraz ayakta kalması sinirlerini yatıştırması açısından iyi olacaktı. "sohbet ediyorduk sadece."
"daha fazla biraya hayır demem." sebastian kendi oturağına dönmüştü, uzanıp daniel'ın kutularından birini aldı.
"ee," diye başladı daniel sonunda. hiç ortak dersleri olmadığı için o gün görüşememişlerdi. arkadaş grubunun sessizliğinden kötü bir şeyler olduğunu sezip kontrole gelmişti. "seçmeler nasıl gitti?"
sebastian ve lewis sıkıntıyla birbirleri dışında her şeye baktılar.
"mmh, max..." charles gözlerini tavana dikmiş, başını olabildiğince geri yaslamıştı. bir eli ağzının üzerinde seslerini bastırmaya çalışırken diğeri aşağılarda, max'ın sarı saçlarını sıkıca kavramıştı. gözünün kenarında biriken yaşı omzuna sildi. kalçalarını oynatmak için bir hamle yapınca, max'ın kocaman eli kasıklarına bastırıp onu olduğu yere sabitledi.
"daha ne kadar-" diye başladı ama vücudunun alt yarısını kaplayan zevk dalgası şiddetlenince tamamlayamadı. max'ın becerikli dili ve ıslak, sıcacık ağzı erkekliğinin etrafında muhteşem hissettiriyordu. charles'ın hastalıktan kırılıp evde yattığı günlerin acısını çıkarmak istercesine bugün ekstra ısrarcıydı. charles boşalacağını hissedince oğlanı alnından ittirmeye çalıştı. "max, dur-"
max'ın zevkten irisleri koyulaşmış mavi gözleriyle karşılaşınca inledi. ağzında kurtulmak için bacağını oynatıp geri kaçmaya çalıştı ama max'ın işgalci gövdesi buna engel oldu. eli uzanıp hafifçe charles'ın kalçasının kenarına vurdu. charles bunun ne demek olduğunu biliyordu. max bu noktada onu kesinlikle ağzından çıkarmayacaktı, bu da ağzında bitirmeye teşvik etme şekliydi. charles'ın omuzlarından başlayarak bütün vücudu kasıldı. vücudunu kontrol edemeyince parmak uçlarında doğruldu ve sonunda öğle arasının başından beri ona işkence eden ağzın içine boşaldı.
max kıkırdayarak geri çekildi. ağzının kenarından akan beyaz sıvıyı elinin tersiyle silerken göz göze geldiler. charles bakmaya devam ederse tekrar boşalacağından endişe ederek gözlerini kapıya çevirdi. kulpun aşağı indiğini o an gördü.
yarı soyunuk vaziyette, charles'ın pantolonu dizlerinin altına indirilmiş ve max'ın tişörtü yok olmuştu, tozlanmasın diye üstüne muşamba örtülmüş masaların altına yuvarlandılar. max'ın teklifini kabul ettiği için fransızca küfürler eden charles, ağzının üstüne kapanan el olmasaydı ikisini de yakalatacaktı. tabii ki de öğretmenler odasına açılan çay dairesinde sevişmek kötü bir fikirdi, hangi akla hizmet olur demişti ki?!
neyse ki muşamba neredeyse yeri süpürecek kadar uzundu. içeri giren hocaların ayakkabılarına baktılar. biri yeşil çizgileri olan sarı bir spor ayakkabı giyiyordu, diğeriyse beyaz noktalarla süslenmiş mavi, kadife bir kundura. sığmak için iç içe geçtikleri zeminde dönüp birbirlerine baktılar. senna ve prost.
"hocam," dedi biri oldukça yoğun bir fransızca aksanıyla. "çayı demli seviyordunuz, değil mi?"
"tabii ki," diye cevapladı diğeri. "tavşan kanı, hocam. öğrenmişsiniz artık." max ve charles aynı anda gözlerini devirdiler. bu ikisinin durmadan flört ettiği bütün okulda bilinen bir gerçekti. aynı mahallede oturan öğrenciler onları birkaç kez birbirlerinin evlerinden çıkarken gördüklerini söylemişlerdi.
ayakkabılarının konumlarından epey yakın durduklarını anlayabiliyorlardı. bir tabak tıkırtısı duyuldu, ardından bir kabın mandallarının açılışı. leziz çikolata kokusu etrafa yayılınca gözlerini kapatıp ne kadar harika bir şey olabileceğini hayal ettiler. çok geçmeden önlerine kırıntılar döküldü.
"geçen günkü öğrenciye ne oldu?" diye sordu prost bu kez. "bulabilmiş mi kamerasını?"
max kulak kesildi. lewis yüzünden fotoğraf ve kamera seslerine karşı pavlov etkisi geliştirmişti. ayağa kalkıp hangi öğrenci diye sormamak için kendini zor tuttu. neyse ki senna'nın kafası da benzer çalışıyordu. "hangi öğrenci, hocam?"
"sarışın bir çocuk vardı, benim öğrencilerimden değil gerçi. adı rose'lu bir şeydi."
max aniden sıçrayıp başını masanın ayağına vurdu. tam o anda buhar üflemeye karar veren semaver sayesinde fark edilmemişti neyse ki. charles yanağını zeminde sürüyerek max'a şaşkınca baktı. doğru ya, diye düşündü max. charles'ın olan bitenden haberi yoktu. bir araya geldiklerinde okulla ilgili konuşmaktan daha önemli şeyler yapıyorlardı.
"rosberg'i diyorsunuz sanırım. bir tane kamera bulduk ama onun mu bilmiyorum. şu dolaba koymuştum. tekrar gelirse göstereceğim."
hocaların çay ve bisküvi keyiflerini bitirip odadan çıkması adeta sonsuza kadar sürdü. sonunda muşambanın altından sürünerek çıktılar. charles pantolonunu geri giymeye çalışırken max hemen kalkıp dolapları kurcalamaya başladı.
"nico'yu nereden tanıyorsun?" diye sordu charles. max dondu.
"rosberg'i tanıyor musun?"
charles ayağa kalkıp kemerini taktı. "tabii ki tanıyorum, fotoğrafçılık kulübünde beraberdik. gerçi o geçen aylarda kamerasını kaybedince ayrıldı. yıl sonuna kadar yeni bir tane almaya yetecek para biriktiremeyeceğini söylüyordu. çok tatlı çocuk."
max ellerini beline koydu. bir açıklama bekleyerek onu izleyen charles'a ne diyeceğini bilemiyordu. hepimizin ifşasını çekip her yere yayacak kadar tatlı çocuk, deseydi çok kırılabilirdi. sonra charles'ın söylediklerini kafasında kurcaladı ve bir şey fark etti. "kamerasını ne zaman kaybetti dedin?"
charles omuz silkti. parmaklarıyla bir şeyler saydı. "yani, tam emin değilim. şubat tatiline girmemize az kalmıştı."
"şubat tatili," diye mırıldandı max. tam olarak broşür düzenlenmelerinin yapıldığı günler. eğer kamera gerçekten nico'ya aitse, ve kaybettiğini söylediği tarih doğruysa, bu onun adını aklayabilirdi. öncesinde resimleri bilgisayarına aktarmış olabilirdi tabii, ya da başka bir kamera kullanmış da olabilirdi. bir sürü ihtimal vardı ama gelişme gelişmeydi. hem bu şekide lewis'le araları biraz düzelirdi belki. antrenmanlarda birbirlerine soğuk yapmalarından sıkılmıştı.
charles yanına gelip açık dolabı kurcalamaya başladı. "yardım et de çocuğun kamerasını bulalım. çok sevinecek zavallı."
tekrar yakalanmadan bütün dolapları kontrol etmek için harekete geçtiler.
Tumblr media Tumblr media
"gördün mü?" dedi max başını charles'ın telefonundan kaldırarak. "suçlu oymuş işte."
"belki kendi çıplak fotoğraflarını çekmiştir?" diye çok kötü bir savunma yaptı charles. max olumsuz anlamda başını salladı.
"inanmıyorum. bana kamerayı verirsen kanıtlaya da bilirim."
"olmaz, max." charles kamerayı kucağına koyarak üstüne yattı. "o benim arkadaşım."
"biz neyiniz?" diye homurdandı max. charles'ı ikna edemeyeceğini fark edince başka bir yol denedi. "yarın kantine lewis'i de çağır. o zaman ne oluyormuş görelim."
max su almak için yataktan kalkınca, charles odasında yalnız kaldı. içinde bir huzursuzluk vardı. nico'nun mesajı gerçekten merak uyandırıcıydı ama bir yandan da böyle bir şey yaptığına inanmıyordu. max ona her şeyi anlatmıştı. çalışma masasındaki buruşuk broşüre, ardından kameraya baktı. can sıkıntısıyla nefesini üfleyerek yatakta sırt üstü devrildi. yarın uzun bir gün olacaktı.
14 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
running up that hill, chapter 6
[heavy stones fear no weather]
haziran sonu 2019, avusturya granprixi
max'ın kesin olarak bildiği üç şey vardı. ilki, hayatında ilk defa bir yarışı kazanmaktan hoşlanmadığıydı. ve bundan nefret etmişti. podyumda kutlama yaparken charles'ın bakışlarının bıçak gibi ensesine saplandığını hissedebiliyordu.
öfkesi biraz haklı olabilirdi. max'ın son turda yaptığı hareket şüpheli bulunup yarım saate yakın bir süre incelenmiş ve sonunda herhangi bir ceza gerektirmediğine hükmedilmişti. max'ın kitabında zaferlerinden pişmanlık duymak hiçbir zaman olmamıştı, olmayacaktı da. ama kaybetmekten en çok nefret ettiği şey o zaferler değildi, charles'dı. bu yüzden podyumda şık gülümsemesini takınıp takımı ve babasıyla kutlama yaparken, içten içe dönüp charles'ın yüzünü avuçları arasına almamak için zor duruyordu. ona harika olduğunu, onunla ilgili her şeyi sevdiğini ve birinciliği paylaşmaktan gocunmadığı tek kişinin o olduğunu söylemek istiyordu. sonra belki eğilirdi, dudaklarına doğru.
ve charles geçen hafta monako'da yaptığı gibi kalkıp giderdi. max yumruklarını sıktı.
charles ne soğuma odasında ne de podyumdaki kutlama esnasında suratına bakmıştı. formula'da sahip olabileceği ilk birincilik avuçlarının arasından kayıp gitmiş ve bir kez daha verstappen'in gölgesinde kalmıştı, elbette öfkeliydi. max, acaba bir gün birbirimizin zaferleri için de sevinebilecek miyiz, diye düşündü. öyle bir şey olacaktıysa da, monako'da hislerini olabilecek en kötü şekilde açığa vurarak her şeyin içine etmişti.
şampanyadan sırılsıklam olmuş hâlde ekibiyle buluşmak için merdivenlerden inerken charles'ın omzunun koluna çarptı. genç adam patlatmaya zahmet etmediği şampanya şişesine, öylesine eline tutuşturdukları ikincilik ödülünden daha sıkı tutunmuş, yüzü kırmızı şapkasının gölgesinde kaybolmuştu. max'ın o gölgeye baktığında görebildiği tek şey palmiyelerin altındaki öfkeli, iğrenmiş ifadeydi.
merdivenlerden arka arkaya indiler ve zıt taraflara yöneldiler. charles doğruca soyunma odasına, max da takımına, ve de babasına. jos verstappen'in yüzünde her zamanki gibi fazlasıyla gururlu bir ifade vardı. bazen max babasının ona baktığında oğlunu değil, kendini gördüğünü düşünüyordu. yarışı kazanan jos, herkesin hayran olduğu jos, son yılların en parlak isimlerinden jos. max bu hissi kara bir leke gibi alnında taşımaktan nefret ediyordu. o, babası değildi. birbirlerinden ayrıldıkları ince çizgi iyice silikleşip yok olmadan önce babasının gölgesinden kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı. ve daha da zor olanı, bunu yaparken kimseyi tehlikeye atmamalıydı.
özellikle de charles'ı.
yıllar içinde babasının max için, sözde max için, neleri gözden çıkaracağına şahit olmuştu. annesi bile max'ı almayı aklının ucundan geçirmeden gitmişti. kesin olarak bildiği ikinci şey buydu. babasının istediği kişi olmaya devam ettiği sürece charles gerçek max'ı asla göremeyecekti ve babasının istediği kişi olmayı bıraktığı zamansa max, charles'ı bir daha göremeyecekti. jos'un eli kolu o kadar uzundu ki, oğlunun hislerini anladığı gün belki birkaç haftaya bile kalmadan charles'dan kurtulabilirdi. babasının eli omzunu kavrayıp onu bir kucaklaşmaya çekerken düşünebildiği tek şey buydu, o elin hayatında sahip olabileceği ne kadar çok şeyi yok ettiği.
takımındakilerle de kucaklaştı. devasa bir insan yumağı olmuşlardı. bir ara max'ı omuzlarına almaya çalışmış ama heyecandan organize bile olamadıkları için becerememişlerdi. hem ferrari'ye hem de mercedes'e karşı kazanılmış bir zafer söz konusuydu. elbette böyle coşkulu kutlanacaktı. max'ın dudağının kenarı neden samimiyetsiz, boş bir gülümsemeyle kıvrılıyordu, kimse anlam verememişti. ceza bile almamıştı, sezon boyunca her yarış burun buruna geldiği rakibini ezip geçmişti. daha ne istiyordu bu çocuk?
babasından ve redbull ekibinden zar zor kurtulan max, koridor boyunca hızlı adımlarla ve gerginlikten kesik kesik aldığı nefeslerde boğularak yürürken, kesin olarak bildiği üçüncü şeyin ağırlığı altında eziliyordu.
tıklamak için uzanan eli havada asılı kaldı. burası kendi soyunma odası değildi. kapıda redbull'un amblemi yoktu. bir gören olursa, hele de aralarına giren soğukluk bu kadar barizken, çok laf olurdu. babasının kulağına bir giderse-
max kapıyı tıkladı ve cevap bile beklemeden açıp içeri süzüldü. odanın ışıkları yakılmamıştı. kıyafetleri yerleştirdikleri metal dolabın bir kapağının açık olduğunu görmesini sağlayan azıcık ışık, kapağın içine takılmış ufak aynanın kenarlarındaki led aydınlatmalardan geliyordu. max kapının üstündeki anahtarı çevirip kilitledi. dolabın yanındaki silüet irkildi. led ışıklarla aydınlanan sırtının çıplak olduğunu, ona ancak birkaç adım yaklaşınca anlayabildi. silüet, avucundaki tişörtü yüzüne bastırıyordu. sinirlerini mi yatıştırmaya çalışıyordu yoksa ağlıyor muydu anlaşılmıyordu.
"ne var?" dedi, yüzüne bile bakmadan. ağlamıyordu. ve sinirlerini yatıştırmak hafif kalırdı. odada bir yerlerde kesici alet varsa, max'ın hayatı tehlikede demekti.
"konuşmamız lazım," dedi max, iki yanında sallanan kollarını göğsünde toplayarak.
"seninle konuşacak bir şeyim yok." silüet yüzündeki tişörtü çekti. sırtı hâlâ max'a dönüktü. uzuvları sinirden ve yorgunluktan titriyordu. devrilmemek için tek eliyle duvara dayandı.
"benim var." max'ın onunla konuşacak çok şeyi vardı. kesin olarak bildiği üçüncü şey de buydu işte; bu işi bugün burada, şimdi çözmeliydi. babasının, yarışın, zaferin ve monako'daki hatasının canı cehennemeydi. charles'la öylesine uzaklaşmışlardı ki şu son birkaç yılda, küçüklüklerinden beri birbirlerinin yörüngelerinde turlamalarına yarayan o çekimlerinin yok olduğunu hissediyordu. yörüngesine yeniden girmek ister gibi bir adım öne attı, sonra bir tane daha. silüet yavaşça ona döndü.
ışık, çenesinde ve burnunun etrafında keskinleşen yüz hatlarını vurguluyor, alnına doğru kıvrılmış bir tutam saçı olduğundan daha uzun gösteriyor, nefretle çatılmış kaşlarının gölgesi yeşil gözlerine düşüyor ve onu ifadesiz, vahşi bir gece yaratığına çeviriyordu. max onu ilk defa böyle görüyordu. sanki uzun zamandır hareketli ve bulanık su sonunda durulmuş ve dibindeki dikenli, hasta yaratıkları sergiler olmuştu. suda birkaç adım atarsa bacaklarından olacaktı.
max bir adım daha attı.
"şimdi beni iyi dinleyeceksin, charlie," dedi, karanlığa gömülü yüze eğilirken. ışık arkalarında parladı ve duvara düşen gölgeleri birbirine karıştı.
haziran sonu 1825, verstappen çiftlik evi
charles yarı aralık kapıyı sessizce iterken tepesinde parlayan ay ışığı gölgesini tahtalara düşürdü. max'la tam olarak bu saatte buluşmaya sözleşmişlerdi ama çiftlik evine ne zaman gelse kendini düşman topraklarında gibi hissediyordu. yanlış bir kapıyı açacak, başka bir koridora sapacak ve max'ı bulmayı umarken jos'la karşılaşacaktı. kafasını düşüncelerden temizlemek için birkaç saniye bekledi.
endişeleri boşaydı. max, sağlı sollu bölmelerin uzandığı koridorun sonunda storm'u besliyordu. ağır kapıyı arkasından kapadı ve gaz lambasıyla aydınlanan son bölmeye yürüdü.
"selam," dedi başındaki kukuletayı arkaya sıyırırken. tamamen storm'a odaklanmış hâldeki max sıçradı. sonunda dönüp ışıkta güzel hatları aydınlanan kişinin sevgilisinden başkası olmadığını fark edince gülümsedi. "charlie! hiç gelmeyeceksin sandım."
"özür dilerim," dedi charles. bütün yol boyunca özenle pelerinin altında sakladığı yem çuvalını çıkardı. kendi başına bu kadar mesafede ancak iki öğün taşıyabiliyordu. max, centilmence çuvalı alınca o da pelerinini çıkarıp bölmelerin ahşap yükseltilerinden birine astı. "storm açlıktan ölmüş olmalı."
"küp şeker ve elmayla idare ediyoruz," diye teselli etti max. "senin endişelenmen gereken hiçbir şey yok, gerekenden fazlasını bile yapıyorsun."
karanlıkta sessizce storm'un, max'ın yemliğe boşalttığı çuvalı mideye indirişini izlediler. "biraz zayıflamış," diye fısıldadı charles. max'ın parmaklarının kendininkilere dolandığını hissetti.
"zayıfladı. haziranın sonuna geldik ama bazen gözüme o kadar cılız gözüküyor ki geceleri üstünü örtmeye devam ediyorum."
"bu ne zaman sona erecek?" charles, sevgilisini duvarın dibine çekiştirdi. "baban bunu sonsuza kadar sürdüremez herhalde."
sonsuza kadar sürdürmesine gerek olmadığını ikisi de biliyordu. storm ölene kadar dayanması yeterliydi. ahıra kapatılmış bir yarış atının zaten ne kadar ömrü olacaktı ki? charles göz ucuyla max'ın seğiren baş parmağına baktı. onu nasıl rahatlatacağını bilemiyordu. daha kötüsü, her gece buraya yem taşımaya, ya da yem almaya onun tarafına gelen max'ı onca gözden sakınmaya ne kadar devam edebilecekti, emin değildi. sabrı tükeniyordu. yem çuvalları normalden hızlı bittiği için carlos sunset'in fazla yediğine karar vererek atın öğünlerini azaltmıştı. max, babasının altına verdiği yeni atla yarışmayı beceremiyordu, ya da yeterince denemiyordu. bu şekilde belki birkaç hafta daha dayanırlardı. işler rayından çıkmak üzereydi.
duvarın dibinde beraber otururlarken, bir an için fırtına öncesi havaya yayılan o gergin, nemli, işgal kuvveti gibi sinüzitlerine dolan kokuyu duyumsadı. halbuki yaz sıcakları geliyordu, yağmurlar bir süre epsom'a uğramayacaktı. istemsizce max'a doğru sokuldu. sevgilisinin kolu, üstünden uzanıp omzunu sardı ve charles'ın vücudunu kendi göğsüne doğru çekti. "bilmiyorum, bebeğim," dedi sonunda. sesi, günlerdir uyumamış gibi çatlaktı. "bunun ne kadar süreceğini bilmiyorum. ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. storm'a bir şey olursa bir daha yarışmak istediğimi bile sanmıyorum."
charles onun ağır kalp atışlarını duyabiliyordu. kulağını göğsüne dayadı. "babanın gidişatından memnun olduğunu sanmıyorum. bir yarış için bile olsa storm'a dönmene ikna olmaz mı? ne kadar ciddi bir fark yaratacak diye görmek için. ona ikinci bir şans vermez mi?"
sessizlik oldu. aslında mantıklıydı ama muhatap oldukları kişi jos verstappen'dı. bir çekirgeyle iletişim kurmak daha kolay olsa gerekti.
"sorun hiçbir zaman storm'un iyi yarışıp yarışmaması değildi, charlie. onun derdi benim kafama göre hareket etmemle. ama kararımı verdim. sonraki yarışa storm'la çıkıyorum." max'ın çenesi charles'ın başına yaslandığından ağzından çıkan kelimeler tenlerinin dokunduğu yerde titredi. "ne olursa olsun, storm'la bir kez daha yarışmalıyım."
charles yavaşça doğruldu. max'ın derin, mavi gözleri üzerine dönünce gülümsedi. "cesaretini takdir ediyorum, max ama iyi olacağınıza emin misin?"
"bütün hayatım buna bağlı. ben her şeyimi storm'a adadım. ondan öylece vazgeçemem."
bildiğini göstermek için başını salladı. yeşil gözleri düşünceli düşünceli yerdeki taş döşemeyi inceliyordu. yanaklarıyla burnunun ucuna alkolden kaynaklı bir kırmızılık yayılmıştı, max biraz daha yüzüne eğilirse görebilirdi. aklı, akşamüzeri diğer jokeylerle ettikleri sohbetle doluydu.
"george ve carmen evleniyormuş," dedi sonunda.
max irkilerek sevgilisine baktı. "ne hoş," dedi aptala yatarak.
charles sıkıntıyla başını duvara yaslayıp diğer tarafa döndü. max'ın yüzüne bakmak istemiyordu. tekrar, "bu ne zaman sona erecek?" dedi. "bunu... bu şeyimizin adı her neyse onu, daha ne kadar saklayacağız?"
hava çok sıcaktı. ya da ikisi de farklı sebeplerden kaynaklanan suçluluk duyguları ile yanıyorlardı. charles kendini ve çevresinde arkadaşı saydığı insanları kandırmanın, max'sa charles'a istediği özgürlüğü asla veremeyecek olmanın utancıyla sessizce oturdular. charles başı hâlâ diğer tarafa dönükken karanlık, boş bölmeye fısıldadı. "seni tanımıyormuş gibi yapmaktan bıktım."
"böyle bir şeyin söz konusu olmadığını biliyorsun," dedi max çok, çok yavaşça. söylediklerini kendisi de hazmetmeye çalışıyordu. "iyiliğimiz için. senin iyiliğin için."
"belki de benim için neyin iyi olduğuna karar vermeyi bırakmalısındır." charles bunu söylerken tekrar max'a döndü. "belki de seni saklayarak yaşamaktansa, senin olduğumu herkese duyurarak ölmeyi tercih ediyorumdur."
"charlie," diye uyardı onu max. "içtin mi sen?"
charles bunun üzerine alkolün etkisi artmış gibi hıçkırdı. "kutlama için george elime kadehi tutuşturunca, sadece bir bardak..."
max onu tekrar kendine çekti. "babamla konuşmayı deneyeceğim."
göğsündeki adam kıpırdandı. max hızlıca açıkladı. "storm'u, tabii. madem endişe ediyorsun, storm'la çıkmak istediğimi konuşup onu ikna etmeye çalışacağım. ama bizden şimdilik bahsedemem." sonuna da "üzgünüm," diye ekledi. ayık kafayla charles'ın ona hak vereceğini biliyordu. nereye giderlerse gitsinler, ilişkilerini istedikleri gibi yaşayamayacaklardı. şuanda rahatça görüşebiliyorlardı. beraber yarışabiliyorlardı. önemli olan bunlar değil miydi? max daha fazlasını istemeye cüret edemiyordu. charles'tan uzun süre cevap gelmeyince doğruldu. "geç oluyor, gitmemiz lazım."
"neden, neden böyle oluyor?"
max iç çekti. "charles-"
"yani demek istiyorsun ki," diye kesti onu charles, çakırkeyif olduğundan son heceleri yuvarlıyordu. yorgunluk da bastırınca aklı hepten bulanmıştı. "biri bizi öğrenirse, ayrılacağız."
max uzanıp onun ellerini kavradı. avucuna nazik bir öpücük kondurdu. charles'ın teni alev alev yanıyordu. "öyle demek istemediğimi biliyorsun."
"ama lafların buraya çıkıyor. baban başka bir kadınla tekrar görüşmeni isterse ne olacak? bekar durmana göz yumacağını düşünmüyorsundur umarım. max, benim için, bizim için nelerden vazgeçebilirsin?"
charles, max'ın cevap vermesini beklemeden devam etti. zaten bekleseydi de bir karşılık alamayacaktı. "ben her şeyden vazgeçebilirim."
"sinirlerin bozulmuş. gel seni eve geri götürelim." max onu kolundan tutarak ayağa kaldırmaya çalıştı.
"hayır!" diye çıkıştı charles, oturduğu yerden ayrılmayı reddederek. "o kadından nefret ediyorum."
hangi kadından bahsettiğini anlaması için max'ın biraz düşünmesi gerekti. kelly olmalıydı, kabarık etekli kadın. demek charles dışarıya belli etmese de bu konuları kafaya çok takıyordu. max ona hak veriyordu ama bir çözümü yoktu. öylece gidip charles'la birlikte olmak istediğini babasına söyleyemezdi. charles'la şanslarının birkaç kez yaver gitmesi hiçbir şeyi kanıtlamıyordu. insanlar onları öğrenince her şeyden men edip üstüne bir de cezalandıracaklardı. max, sevgilisinin kollarını daha sıkı kavrayıp bu defa ayağa kaldırmayı başardı. elini beline doladı, charles da ağırlığını onun omzuna verdi. "gitmek istemiyorum," diye mırıldanıp duruyordu. max onu bu hâlde çok uzağa taşıyamazdı. yanlarındaki boş bölmeye baktı.
charles, sabah çok ağır kokan bir odada uyandı. sırtı ağrımış, bacakları tutulmuştu. ellerinden destek alarak yerden doğruldu. max'ın pelerini üstüne uzandığı samanlara serilmişti, kendi peleriniyse sırtıyla göğsünü kapatacak şekilde üzerine örtülmüştü. biraz kendine gelince hâlâ verstappen'ların ahırında olduğunu fark etti. güneş yeni doğuyordu. karşı bölmedeki storm siyah yelesini savurarak başını kaldırıp ona baktı. "günaydın," dedi charles ona sessizce. at kocaman gözleriyle onu izlemeyi sürdürdü.
başı zonkluyordu. max'ın nerede olduğunu anlamaya çalışarak gözlerini kırpıştırdı. üstünde yattığı samanların diğer tarafı da ezilmiş gözüküyordu. belki de gece boyu beraber yatmışlar ve max dikkat çekmemek için sabah erkenden ayrılmıştı. charles'ı kaldırmadığına göre muhtemelen geri gelecekti. duvardan destek alarak ayağa kalktı. dışarıdan gelen sesi o anda duydu.
çok tanıdıktı. anında bölmeden dışarı fırladı. yeni doğan güneşin ışıkları kapının tahtaları arasından içeri sızıyordu. charles koridoru hızla aştı, aynı anda kapı da aralandı. max'ın üstünde paçalarını binici çizmelerine sokuşturduğu sarımtırak bir pantolon ve altındaki beyaz gömleği vurgulayan lacivert, kolsuz bir ceket vardı. saçları özenle taranmıştı. bu kadar hazırlığı ne için yaptığını merak ederek sevgilisine baktı. derken beyaz bir baş max'ın üzerinden içeri uzandı. "sunset?" dedi charles gözlerini kocaman açarak. koşup atının yularını max'ın elinden aldı. "sunset'in burada ne işi var?" at heyecanla başını onun omuzlarına sürtmeye başlamıştı bile.
max ahıra girip storm'un bölmesine ilerledi. charles sunset'e eyer takılı olduğunu, max bölmenin yanında asılı diğer eyere uzanınca fark etti. storm'u çıkarırken eliyle atın boynunun altındaki tüyleri düzeltti. "senin için bir şeyler getirdim," dedi max, sunset'in eyerinin yanına asılı torbayı işaret ederek. "üstünü değiştirmek isteyebilirsin."
charles'ın dudaklarına aptal bir gülümseme yerleşti. dün gece konuştuk şeyleri kendisi bile yarım yamalak hatırlıyordu ve max'ı harekete geçirmiş olmaları inanılmazdı, ne için olursa olsun. "plan ne?"
"sana göstermek istediğim bir şey var ama yürüyerek asla varamayız."
charles üstünü değiştirdikten sonra atları ahırdan çıkardılar. max onun için odasından oldukça dökümlü, kollarıyla bilekleri fırfırlı beyaz bir gömlek ve yüksek bel siyah bir pantolon getirmişti. "gecenin köründe kalkıp piste kadar yürüdün, gizlice içeri girip dolaplarımı talan ettin ve çıkarken de sunset'i ahırdan mı yürüttün? sana inanamıyorum max." sesinde öfke falan yoktu, azarlamaya çalışıyor ama max'a bakarken sırıtmaktan başka bir şey yapamıyordu.
"zor olmadı, sizinkiler epey içmiş. odandan çıkmak üzereyken carlos'la george'a yakalandım ama uzaktan beni sen sanıp selam verdiler."
tan vaktine has serin hava güneşle eriyip taze bir neme dönüşmüştü. yakındaki ormandan kuş sesleri duyuluyordu. ahırın arkasından, çiftlik evinin kör noktasında kalan patikaya çıktılar. ayaklarını üzengilere geçirip eyerlerinin tepesine tırmandılar. storm max'ın topuklarını karnında hissedince ok gibi ileri fırladı, sunset koşmaya dünden hazırdı. charles sunset'i mahmuzlayıp, altından geçtikleri dallara çarpmamak için atın yelesine eğilirken haykırdı. "acelemiz mi var?"
"hem de çok!" max onları patikadan dışarı yönlendirdi. sık ağaçların yanlarından, üzerlerine sarkan dallarının altından geçtiler. charles aralarındaki mesafeyi kapatınca max devam etti. "sonraki yarışlar için hangi pistte olduğumuzu biliyor musun?"
"eminim at yarışlarını yaratan adamın oğlu biliyordur."
max güldü. "mill hill."
"shoreham?!" charles atın yelesi ağzına girmesin diye biraz doğruldu. "hep denizi görmek istemiştim."
charles'ın heyecanı çok eğlendiriciydi. "sınırı geçtiğinizde görmemiş miydin?"
"çok küçüktüm. hatırlamıyorum bile."
sık ağaçlar yolun ilerisinde sona erdi ve atlarını yan yana getirip açıklıkta dörtnala koşmalarına izin verdiler. yeterince uzaklaşınca mola verebilirlerdi, şimdilik var güçleriyle koşmaları ve kimse uyanmadan alabildikleri kadar yol almaları gerekiyordu. birbirlerine bağ��rarak konuşmaya devam ettiler. "avrupa'ya ulaşımda çok kullanılan bir liman, belki zamanında sen de ilk orada karaya çıkmışsındır."
bu düşünce charles'ı büyüledi. "ama yol çok uzun değil mi?" dedi sonunda.
"biraz," diye kabul etti max. "neyse ki yarışa beş gün var ve herkes senin piste alışmak için erken yola çıktığını biliyor."
"herkes biliyor mu?" dedi charles aptal aptal sırıtarak.
"carlos sabah seni göremeyip kontrol etmek için odana girdiğinde yatağa bırakılmış notu görecek. o zaman bilecekler."
charles gülerken o kadar çok geri kaydı ki düşmemek için zor toparlandı. "ya baban?"
"diğer atı yormamak için storm'la erkenden yola çıktığımı sanıyor. konaklayarak ancak varırsın dedi." max uzanıp atın böğrünü okşadı. yaramazca gülümseyerek sevgilisine döndü sonra. "storm bizi akşama kalmadan yetiştirir."
charles ayağını üzengiden ayırıp küçük bir çocuk gibi ona doğru savurdu. "beni denize götürdüğüne inanamıyorum."
"yarış için her türlü gidecektin zaten."
"ama bu özel. baş başa."
sevgilisi başıyla onayladı. "kimse bizi rahatsız edemeyecek." max, charles'ın ilişkilerinden bir daha şüphe etmemesini sağlayacaktı, belki deniz kenarında kök salmak daha kolay olurdu.
bir süre sonra eyerin üstünde omuzlarını rahatlatmak için gerinen charles'ın midesinden garip sesler yükseldi "şehirden çıkmadan bir şeyler atıştırsak iyi olacak."
haziran sonu 2019, avusturya granprixi
yeşil gözler duvardaki gölgelerine kaydı. o kadar iç içeydiler ki, hangisinin kime ait olduğu anlaşılmıyordu. tekrar max'a döndü. sıkılı dişlerinin arasından her kelimeyi tek tek vurguladı. "seninle konuşacak bir şeyim yok."
"böyle olmasını ben istemedim." max ona yaklaştı. charles kaçmıyordu ama öfkesi o kadar yoğundu ki max bir duvar gibi ona çarptığını hissetti. "seninle böyle olmak istemiyorum."
"ben de seninle böyle olmak istemiyorum ama şansa bak, kimse fikrimizi umurusuyor gibi gözükmüyor." avının boğazını parçalamak için pozisyon alan vahşi bir köpek gibi başını yana yatırdı. "şimdi, defol."
"hayır, charlie," dedi max, dişlerinden korkmadığını göstermek için gardını tamamen indirip ona eğilerek. "artık kaçmayacağım."
charles elindeki tişörtü yere attı. savrulan tişörtün bulanık görüntüsünün arkasında beliren eli, max'ın yüzüne kuvvetli bir tokat olarak indi. "defolup zaferini kutlamaya gitsene işte, hâlâ burada ne arıyorsun?! kaç benden max, uzaklaş."
vurmak için tekrar havalanan eli bileğinden yakaladı. max ondan daha hızlıydı, kendini kurtarmak için uzanan diğer eli de avucuna aldı. max onu göğsüne doğru çekti. "kaçacak yerim yok. senin yanından başka gidebileceğim bir yer yok."
"yapma, max," diye uyardı charles onu. bileklerini geri almaya çalışıyordu. başaramayınca öfkeyle ayağını yere vurdu. "kes şunu, duymak istemiyorum."
"biliyorsun, değil mi? o kadar aptal olamazsın. sana karşı nasıl hissettiğimi biliyorsun."
kendini kurtarmayı başaramayan charles, bu kez bütün ağırlığıyla max'a yüklenip onu karşıdaki duvara çarptı. max çarpışmanın şiddetiyle duvara tutunmak için bileklerini bırakmak zorunda kaldı. "neden görmezden geliyorsun?" dedi bu kez max. charles onu istemediğini söylemiyordu, konuyu kapatmasını istiyordu. arada ciddi bir fark vardı ve max o farkta yeşeren anlamı eşeleyip gün yüzüne çıkarmazsa bir daha rahat uyku uyuyamazdı.
charles geri yürüyüp sırtını karşı duvara yasladı ve max'a tepeden, öfkeli gözlerle baktı. "senin varlığın her şeyi yeterince zorlaştırıyor zaten."
"benden nefret etmediğini biliyorum."
"bi' bok bilmiyorsun."
"charles," dedi max. "rekabetimizin doğurduğu öfke, bana duyduğun ilgiden büyük mü?"
"ben öyle bir şey-" diyecek oldu charles ama max öyle ısrarcı bakıyordu, charles son birkaç yılda o kadar çok kez kendine yalan söylemişti ki takati kalmamıştı. sırtını duvarda sürüyerek yavaşça yere oturdu. "neden böyle hissediyorum?" diye fısıldadı uzun bir sessizlikten sonra.
max da onu taklit ederek karşı duvara yaslandı. "nasıl hissediyorsun, charles?" dedi onu cesaretlendirmeye çalışarak.
"sürekli senin etrafında dönüyormuşum gibi." yörüngeler. demek o da fark ediyordu.
"çünkü ben sürekli senin etrafında dönüyorum."
"yapma, max," dedi charles tekrar. başını geriye yatırarak karanlıkta sonsuz gözüken tavana baktı. "hayatımı daha zor hâle getirme."
max yavaşça doğruldu. elleri üstünde emekleyerek bacaklarını yorgunca iki yana açıp oturmuş, yarı çıplak genç adama yaklaştı. o yeşil gözlerin üzerine dönmesi için, girdap gibi içine çekildiği bakışlarla karşılaşmak için deliriyordu. charles tavana bakmayı sürdürdü. "sen benimkini kolaylaştırıyorsun ama."
charles'ın başı yavaşça aşağı düştü. "o yüzden mi suratımı dağıttın?"
"seni babamdan korumaya çalışıyordum."
charles sinir olmuş gibi güldü. "bence hayatını kolaylaştırmıyorum."
max onun önüne oturdu. tereddütle uzanıp genç adamın kucağında duran eline dokundu. "yaşamayı kolaylaştırıyorsun." sonunda charles'ın perişan bakışları ona dönünce titrek bir nefes aldı. "senin varlığını bilerek yaşamayı sürdürmek ne kadar kolay, tahmin bile edemezsin. ertesi gün seni göreceğimi bilerek uyuduğum her gece, sabaha çıkabilmek için dua ediyorum." çok komikti çünkü tanrıya inanmıyordu bile ve babasının onu yarış pistlerine sürüklediği küçücük yaşlarından beri uykusunda ölmekten daha çok istediği bir şey olmamıştı. babası, oğlunun içindeki boşluğu katı disiplinle doldurmak ve zafer sarhoşluğuna bağımlı olmasını sağlamak için çok emek vermişti. charles bunu yağmurlu bir günde, ona basitçe gülümseyerek başarmıştı.
elleri buluşunca, ikisi de gözle görülür şekilde irkildi. yeniden birbirlerinin yörüngelerindeydiler, aynı rotayı izleyerek gürültüyle savruluyorlardı. "izin ver ben de senin için yaşamayı kolaylaştırayım," diye fısıldadı, aralarında yavaşça eriyen havaya. "ben yolumu sende buluyorum charles, izin ver sana da göstereyim."
charles ağlamak üzere gibi gözüküyordu. max onun ne kadar zamandır yapayalnız, yolunu kaybetmiş, sırtındaki yüklerin altında ezilmiş olduğunu merak etti. charles büyüleyiciydi, daha önce kimse nasıl olurdu da ona böyle uzanmamıştı?
karanlıkta, charles'ın çıplak sırtı duvardan ayrıldı. teninden önce elinin gölgesi max'ın yanağına düştü. max onun korkak dokunuşunu cesaretlendirmek için gözlerini yumdu. baş parmağı elmacık kemiğinde gezindi, ardından kirpiklerinin altında dolandı. diğer elinin parmak uçları çenesinden yanağına sürünerek yukarı tırmandı. sanki max'ı ilk defa görüyordu, görmek bir kenara, suratındaki kıvrımların altında ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. max onun keşfetmesine izin verdi.
ellerini bu kez adamın omuzlarına yerleştirdi. bacaklarının arasından üzerine doğru eğilen max'ın yüzüne tırmandı.
ince dudaklar, onu uzun zamandır beklemekten heyecanla titreyen dudaklarına bastırınca max irkildi. son hızda kaza yaptığı zamanlardaki gibi zihninde kör edici bir şimşek çaktı. bir an için bütün uzuvlarının kontrolünü kaybedeceğini sandı. nefesi boğazında tekledi, karnı kasıldı. kapalı dudaklarını dokundurmaktan öteye gitmeyen charles geri çekilince gözlerini araladı. sanki hâlâ onu teninde duyumsuyormuş gibi, charles'ın gözleri kapalıydı, uzun kirpikleri titriyordu. max ona doğru eğildi. genç adamın dudakları davetkârca açıldı.
öpüşmenin bu kadar tuhaf olabileceğini bilmiyordu, önceki deneyimleriyle alakası yoktu. şehvetli değildi, duygusal değildi, öfkeli değildi. daha çok uzayda süzülüyor ve hissedebilecekleri başka hiçbir şey olmayan sonsuz sessizlikte, birbirlerine tutunmak için uzanıyorlardı. bulundukları oda bu binaya bağlı değildi, binanın temeli toprağa gömülmemişti, ayakları bu topraklara basmıyordu artık, yalnızca temas eden tenleri vardı. yalnızca ikisi vardı. max bu hissi daha fazla tatmak isteyerek dilini yavaşça dudaklarından içeri kaydırdı. charles ellerini yere dayadı ve max'ın yüzü, yüzüne bastırırken kendini sabit tuttu.
max onu belinden kavrayıp kendine çekti, göğüsleri birbirine sürtünüyor, öpüşmeleri derinleşirken omuzları çarpıyordu. charles onun ensesindeki kısa, sarı saçları kavradı. sonra bunu yeterli bulmamış gibi yerden destek almayı keserek tamamen ona, omzunun üstünden sırtına tutundu. max'ın eli, çıplak göğsünde dolandı. charles onu sırt üstü devirmesine izin verdi. bütün vücudunu üzerinde hissetmek ister gibi kollarını sımsıkı max'ın beline dolamıştı. canı acımasın diye, max kolunu hızlıca onun başının altına kaydırdı. ıslak sesler eşliğinde ayrılan dudaklarının arasında birbirine karışan salyaları ince bir hat şeklinde uzadı. max ondan bir an olsun ayrılmaya dayanamayarak yanağını öptü, ardından elmacık kemiğini ve şakağını. biraz yana kaydı, dudakları bu kez kulağının üstünden boynuna doğru ilerledi. charles derinden, baygın bir sesle inledi. suratları o kadar yakındı ki sıcak nefesini verdiği anda yüzüne geri çarpıyordu. vücudunda max'la meşgul olmayan tek bir hücre yoktu.
max'ın eli, charles yere uzandığı için kemiklerine iyice yapışan tenin üstünde ilerledi. göğüs kafesinden aşağı, kaburga kemiklerini inceleyerek çukurlaşmış karnına ulaştı. sonunda parmakları göbek deliğinin altından başlayarak tüylenen teninde kayıp pantolonunun beline dokundu. sırtındaki eller kürek kemiklerinin arasına bastırdı. "max."
geri çekilip charles'ın yüzüne baktı. yeşil gözler tavana odaklanmıştı, azıcık ışıkta aşağılarına uzanan ıslak çizgiler parlıyordu. yavaşça max'la buluşmak için yana döndüler. "max, inanamıyorum."
max tek elini charles'ın yanına yaslayarak doğruldu. diğer eli belinden içeri kaydı, pantolonunu diz kapaklarının altına doğru çekti. "neye?" diye fısıldadı. sesi zevkten çatladı, boğazı kurumuştu.
ona yardım etmek için kalçalarını hafifçe kaldıran charles, yüzündeki yaşları elinin tersiyle sildi. max'ın eli baksırının üstünden çoktan erekte olmuş erkekliğini kavrayınca kıvrandı. "bu kadar tamamlanmış hissettiğime, inanamıyorum."
"öyle mi?" max'ın tekrar dudaklarına dokunmadan önce bunu söylerken gülümsediğini karanlıkta bile anlayabiliyordu. adamın eli baksırının içine kayarken, charles bacaklarını genişçe araladı. kolunu adamın boynuna dolayıp kaçmasını engelledi. max'ın becerikli parmakları kasıklarında dolandı, ardından erkekliğinin ucunu okşadı. "o kadar tanıdık ki," dedi charles. "daha önce yapmadığımıza inanamıyorum."
max'ın tutuşu kuvvetli, teni sıcak ve parmaklarının kıvrılışı çok tatlıydı. charles kendini ona teslim etti. bütün yüzünde cayır cayır hissettiği dudaklarından çıkanı, heyecandan uğuldayan kulaklarından dolayı zar zor duydu. "belki yapmışızdır."
sonraki günlerde gecenin devamında ne olduğunu, ikisi de ne kadar uğraşsalar da bölük pörçük hatırlamaktan öteye gidemediler. fiziksel bir şeyden fazlasıydı, zihinlerinin arkasında uhrevi bir deneyim gibiydi. charles nabzının bacaklarının arasında attığını, max'ın adını sayıklayıp durduğunu, adamın avcuna daha çok uzanmak için kalçalarını oynattığını hatırlıyordu. max onun baygın, zevkten kaymış gözlerini, teninin taze kokusunu, her bir dokunuşuyla kıvranışını hatırlıyordu. ama en çok zevkten boğulduktan sonra, artık hangisinin bitip diğerinin başladığını fark edemeyecek kadar birbirilerine dolanarak yan yana yattıklarını hatırlıyorlardı. beraber uzandıkları zemin dünyayla dönmüyordu. onların kendi yörüngesi vardı.
9 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
binbir gece masalları [dördüncü gece]
[eti doğrayamıyom]
yumuşacık bir el saçlarını okşuyordu. dokunuşları hafif ve şefkatliydi. pencereden uzanan güneş ışıkları, göz kapaklarının ardında parlıyordu. uyku mahmurluğu içinde yatakta kedi gibi gerindi. kahvaltının tatlı kokuları burnuna doluyordu, karnı guruldadı. "charles," dedi, jules'un her gün duymaya alıştığı sesi. yatağın kenarında oturuyor olmalıydı, tıpkı charles'ın yorgunluktan uyanmayı başaramadığı sabahlarda yaptığı gibi. uzanıp kollarını onun beline dolamak istedi ama nedense hareket edemeyecek kadar yorgundu. "uyan, bir tanem." charles, jules'u görmek için gözlerini araladı.
bulutlarla örtülmek üzere bir sabah göğüne bakıyordu. bir an için dışarıda uyandığını sanarak korktu. ama manzaranın bir tavan resmine ait olduğunu anlaması çok sürmedi. resmi çerçeveleyen koyu kırmızı kirişleri gördü. güneş ışığı alışkın olduğu şekilde yatağının başucundaki pencereden değil, odanın ortasından bir yerden geliyordu. sırtüstü uzanmakta olduğu yatak her zamankinden daha genişti. charles kendi odasında olmadığını fark etti. anlamaz gözlerle yavaşça soluna döndü ve o zaman, sonunda dün geceyi hatırlayabildi.
sainz konağındaydı. evlenmişti. eşiyle beraber uyumuşlardı. carlos başını, kıvırdığı koluna yaslamıştı. koyu renkli kirpiklerinin çevrelediği göz kapakları kapalıydı. çıplak göğsü nefes aldıkça alçalıp yükseliyordu. adamın diğer eli charles'ın beline dolanmış ve onu kendine çekmişti. charles, yorgun gözlerle bir süre eşinin yüzünü izledi.
bütün vücudu ağrıyordu. tatlı bir ağrıydı gerçi. yaşadıkları bir bir aklına geldikçe, ne durumda olduğunu anlamaya çalışarak vücuduna odaklandı. bacaklarının arası yapışkan hissettirmiyordu. teni terle kaplı değildi. belinin ve göğsünün etrafında hafifçe sızlayan diş izleri dışında gayet iyi durumdaydı. belli ki charles uyurken carlos onu temizlemişti. carlos'u uyandırmamaya çalışarak yavaşça doğruldu.
jules'un sesi rüyadan ibaretti ama tatlı kahvaltı kokuları oldukça gerçekti, açık camdan içeri doluyorlardı. kendini yatakta kaydırdı. dün gece eşinin gri eşofmanlarını giydiğini hatırlıyordu ama kıyafetleri gitmişti. carlos onu temizlerken çıkarmış ve hava sıcak olduğu için başka bir şey giydirmeye uğraşmamış olmalıydı. gri eşofmanları aldığı yerden bu kez de beyaz, oldukça bol bir üst buldu. dekolteli bir elbise gibi, dar omuzlarına ucu ucuna tutunmuştu. pantolonlar üstünde durmuyordu, bulabildiği en iyi şey kısa bir koşu şortu oldu.
ince tülün hafif meltem rüzgarıyla oynaştığı pencereye yürüdü. dün gecenin heyecanından çok net algılayamadığı arka avluya baktı. bahçeye upuzun bir masa kurulmuştu. sainz kadınları ve omegaları hızlı hızlı üstünü döşemeye uğraşıyorlardı. erkeklerin avlunun ilerisindeki çardaklarda oturup sohbet ettiklerini gördü. haremlik selamlığa senna'lar kadar dikkat etmiyor gibilerdi. kendi konağında hep bunun hayalini kuran charles, tanımadığı bir yerde başına görüşeceği daha fazla insan derdi çıkaracağından sıkıntıyla nefesini üfledi. eskiden evlerine misafirler geldiğinde yaptığı gibi suratını tüle iyice yapıştırdı ve dışarı eğildi. yanında bir hareketlenme oldu. güçlü kollar beline dolanınca irkildi.
"günaydın."
carlos'un sesi sabah mahmurluğundan çatallı ve derindi. eşinin yüzü boynuna gömülürken, charles yavaşça dönüp ona baktı. "günaydın."
bir süre pencerenin önünde sarılarak durdular. eşinin dokunuşu önceki gecenin hayaleti gibi onu sararken, charles biraz heyecanlandığını hissetti. karnında açıklayamadığı, kıpır kıpır bir his vardı. başını çevirip yanağını carlos'un omzuna yasladı. konuşmak istiyor ama neyi nasıl ifade edeceğini bilemiyordu. sonunda carlos onu sıkıntılı hâlinden kurtardı. "nasıl hissediyorsun? umarım seni çok yormamışımdır."
"iyiyim," dedi charles utanarak. carlos'un zihninin durmadan onun ne durumda olduğuyla ilgilenmesi alışkın olmadığı derecede yoğun bir ilgiydi. jules ve son yıllarda carmen dışında, evinde kimse charles'ı pek umursamazdı. eşinin ilgisine karşılık vermek isteyerek, "güzeldi," diye devam etti. "iyi hissettim."
carlos ensesini öptü. adamın dudaklarını doğrudan çıplak teninde hissedince, irkilerek arkasını döndü. eli boynuna gitti. metal boyunluğu gitmişti. charles kollarından sıyrılınca duruşunu dikleştiren carlos, eşinin yüzündeki paniğe gülümsedi. "sorun yok," dedi. "ben çıkardım, sıcaktan boynuna iz yapmıştı. biraz rahatla diye."
"eşlenene kadar çıkarmam uygun düşmez," diye kesti onu charles, gözleri odada boyunluğu ararken. carlos onun iki yanında uzanıp ellerini denizliğe yasladı. eşinin göğsüyle pencere arasına hapsolan charles, uzun kirpiklerinin altından carlos'a baktı.
"burası artık bizim odamız, ikimizin özel alanı. burada da çıkaramayacaksan başka nerede çıkaracaksın ki?"
"öyle mi?" diye mırıldandı charles, eşi üstüne daha çok eğilince avuçlarını onun çıplak, geniş göğsüne bastırarak.
"öyle," dedi carlos. saçları charles'ın alnına döküldü ve yavaşça dudaklarını öptü. "acıktın mı?" diye sordu geri çekilirken. kahvaltı masasına yine bolca et getirilmiş olmalıydı, çok kokuyordu.
charles, biraz da kızaran yanaklarını gizlemek umuduyla, omzunun üstünden aşağıya baktı. "biraz. ama midem de bulanıyor."
onun alana ihtiyacı olduğunu fark eden carlos yana kayıp taş duvara yaslandı. "gece üşüdün mü yoksa?"
charles başını iki yana salladı. "muhtemelen gerginlikten." sonra böyle söylediği için kendini biraz aptal hissetti. carlos'un karşısında aklı başında gözükmek istiyordu, eşinin ailesinden korkan, yeni evli bir pısırık gibi değil.
carlos anlamayarak başını yana eğdi. "benden mi geriliyorsun?"
"hayır, ailenden. ilk defa düzgünce tanışacağız sonuçta. beni yadırgamazlar umarım."
eşinden bir cevap gelmeyince charles yavaşça ona doğru döndü. carlos'un düşünceli, koyu renk gözleri onu baştan aşağı inceliyordu. "charles," dedi sonunda. "aşağı inmeyeceksin ki. annem bahsetmedi mi?"
"nasıl yani?" dedi charles, omuzları kasılırken. gergince parmaklarıyla oynadı. "bir yanlışım mı oldu?"
"hayır hayır. bizde adettendir. yeni evli omegalar eşlenene kadar odalarından ayrılmaz. ayıp olur."
"eşlenene kadar," diye mırıldandı charles, anlamaya çalışarak. kimse bundan bahsetmemişti. senna konağında metal boyunluğunu taktığı sürece sorun olmuyordu. jules, ilk gecelerinde kızgınlıkta olmasının onu zorlayabileceğini öne sürerek düğünü son döngüsü bitince yapmasını önermişti. böylece daha yoğun duygularla birlikte olmalarından evvel birbirlerine alışacak vakitleri olacaktı. bilseydi farklı bir karar verebilirdi. merakla başını kaldırdı. "yani iki hafta buradan çıkamayacak mıyım?"
carlos yavaşça başını salladı. "böylesi daha münasip."
kendini yine her şeyin dışında bir yerlerde, boşlukta süzülüyor gibi hissettiği için pencereden uzaklaşıp yatağın ayakucuna oturdu. onun bu kadar sarsılmasını beklemeyen carlos kollarını göğsünde birleştirdi. üstünde iç çamaşırından başka bir şey yoktu, charles gözlerini ancak o konuşmaya başlayınca çıplak vücudundan ayırdı. "kahvaltı ve akşam yemeklerini odaya getiririm. başka istediğin bir şeyler olursa da hallederiz. kızgınlığına ne kadar var?"
charles bu konuları onunla konuşmaya utanıyordu. kilimin desenlerini inceledi. "üç hafta kadar."
"üç mü?" carlos'un sesinde biraz hayal kırıklığı vardı. yaklaşıp yatakta yanına oturdu.
"üzgünüm," dedi charles, sessizlik uzadıkça yanlış bir şey yaptığı hissine kapılarak.
"hayır," dedi carlos. "üzülecek bir şey yok. sana bunları anlatmadığı için bizimkilerin suçu."
charles yavaşça onun omzuna yaslandı. dün gece o kadar terleyip yorulduktan sonra nasıl hâlâ bu kadar etkileyici kokabiliyordu. belki de parfüm değil, feromonlarıydı. charles bunu hiç düşünmemişti. acaba kendisi carlos'a nasıl kokuyordu? yanağı eşinin omzuna yaslı hâlde bakışlarını adamın yüzüne kaldırdı. carlos onu izliyordu. göz göze geldiklerinde dudaklarına doğru eğildi. carlos'un dudakları, charles'ınkilerin aksine dolgun ve sıcaktı. dün gece pratik ettiği şeyleri hatırlayarak dudaklarını aralayıp eşinin diline içeri kayması için izin verdi. carlos'un eli tişörtünün altına kayıp karnını okşadı. yatağa devrildiler. bacakları yatağın kenarından sarkıyordu.
carlos dirseği üstünde doğrularak dudaklarından ayrıldı. "çok güzelsin," dedi charles'a, belki de yüzüncü kez. insanlara kendilerini iyi hissettirmek konusunda doğuştan yetenekliydi. eşinin sabah güneşinde aydınlanan yüzünü incelerken, üç haftayı bu odada geçirmenin çok da kötü olmayabileceğini düşündü.
charles üç gün dayanabildi.
o gün carlos yatakta onunla biraz daha uğraştıktan sonra kalkıp banyoya gitti. kahvaltıya geç kalması hoş karşılanmazdı. o gidince charles odada onu meşgul edebilecek yegâne şeye yöneldi, kitaplığa. çoğu ilgisini çekmeyen, teknik kitaplardı. özellikle de arabalar hakkındaydılar. alta doğru bir sıra roman buldu. mutlaka okunması gereken listeleri kontrol edilerek alınmış gibi kalın, charles'ın son derece sıkıcı bulduğu klasiklerdi. ispanyolcayla ilgili çalışma kitaplarının yanı sıra birkaç tane de ispanyol mutfağı rehberi vardı. carlos yemek yapabiliyor mu diye merak etti. charles yapamıyordu.
tam pes etmek üzereydi ki tepedeki teknik kitapların arasına karışmış koyu mavi bir cilt gördü. parmak uçlarında yükselerek uzandı. kitaba dokunduğu anda elinin üstüne carlos'un parmakları kapandı. "boyun yetmeyecek sandım," diye güldü carlos, kitabı beraberce raftan alırlarken. charles çoğu omegadan daha uzundu, carlos'sa çoğu alfadan daha kısa. o yüzden bu oldukça beklendik bir durumdu ama charles yine de kıkırdadı. senna konağından ayrıldığından beri ilk defa gülüyordu.
eşinin üstündeki tek parça havlu, charles'a dün geceyi hatırlatınca teninin alev alev yandığını hissetti. korkmasını gerektirecek bir şey olmadığını, hatta bunun carlos'un nazik ve becerikli yönlendirmeleri sayesinde hayatında yaşayıp yaşayabileceği en ilginç duygu olduğunu yeni anlıyordu. dün gece gerçekti ve artık evli olduklarına göre son da değildi. charles, eşinin bu konudaki fikirlerini duymak istiyordu. hoşuna gitmiş miydi? charles'ı idare etmek çok zor muydu? bakışlarını havludan uzaklaştırırken kızardı. sormaya cesareti yoktu. ayrıca o kadar samimi de değillerdi. birbirlerini bir haftadır tanıyorlardı, fiziksel bir şeyler yaşamaları bunu değiştiremezdi.
"ilgini mi çekti?" diye sordu carlos, kaşlarıyla kitabı işaret ederek.
charles koyu mavi kapağı okudu, binbir gece masalları. charles bu kitabı daha önce duymuştu ama aklında daha ufak tefek bir şey canlanmıştı. bu kitabın klasiklerden aşağı kalır bir yanı yoktu ve üstündeki ibareye bakılırsa birden fazla cildi vardı. kitaplıkta bulabildiği en eğlenceli şey bu gibi gözüktüğünden başını salladı. "adını duymuştum. belki güzeldir."
"güzel," dedi carlos hemen.
charles onun koyu renkli gözlerine baktı. "okudun mu?"
"bütün ciltleri okumadım ama buna bayılıyorum. liseden beri en sevdiğim kitap."
carlos'u lisede hayal etmeye çalıştı. daha ufak tefek, okul formaları içinde, saçları inek yalamış gibi bir çocuk. charles ikisi de lisedeyken tanışsalar nasıl bir ilişkileri olacağını merak etti. aile baskısı olmadan da birbirlerinden hoşlanırlar mıydı? charles ondan hoşlanıyor muydu? "öyleyse bir şans vereceğim," dedi charles, kitabı sedirlerin ortasındaki sehpaya bırakırken.
hızlıca giyinip avluya inen carlos, sofraya oturmadan önce charles'ın kahvaltı tepsisini getirmişti. et görmekten öyle bıkmıştı ki, carlos odadan çıkar çıkmaz kaseyi uzak bir köşeye bırakıp tabağında kalanlara yöneldi. yalnız başına kahvaltı etmek tuhaftı. senna konağında yemeklere her zaman hep beraber oturulduğunda, charles biraz dışlanmış hissetti. eşlenmemiş bir omeganın onlara ne gibi bir zararı olabileceğini anlamıyordu.
carlos akşam yemeğini getirmesi gereken saate kadar tekrar odaya dönmedi. charles binbir gece masalları'na başlamayı denedi. inanılmaz sıkıcıydı. carlos bu kitabı nasıl sevebilmişti aklı almıyordu. akşam yemeği vakti geldiğinde sedirde tepetaklak oturmuş, ayaklarını serinlemesi için duvara bastırıyor ve durmadan oflayıp pufluyordu. bu şekilde çok dayanamazdı, ya bir uğraş bulacaktı ya da odadan çıkmanın yolunu. zihninin arkasındaki bir ses, ya da carlos'u hep odada tutacaksın, deyince ellerini yüzüne örttü.
carlos elinde iki tepsiyle odaya girdi. charles gözlerine inanamıyordu. "üzgünüm," dedi eşi, metal tepsileri sehpaya bırakırken. "bir sürü iş birikmiş, yanına uğrayamadım. belki beraber yemek istersin diye düşündüm."
yemek çoğunlukla sessizdi, kahvaltıda olduğu gibi sofra yine avluya kurulduğundan arka plandaki uğultular dışında beraber ne konuşabileceklerini bilmiyorlardı. carlos sınırları nereden çiziyordu, charles'ın resim tutkusuna ya da okula gitme isteğine nasıl tepki verirdi, toto babası gibi açık fikirli gözüken baskıcılardan biri miydi? eşini tanımak istiyor ama bütün bu belirsizlikler ağzını açıp tek kelime konuşmasına engel oluyordu. sonunda olabilecek en güvenli noktayı seçti. "ispanya nasıldı?"
carlos'un gözlerinin içi parladı. kocaman lokmalarla çok hızlı yediği için tatlıya geçmişti bile. künefenin uzayan peynirini çatalına doladı. "çok güzel memleket, buraları hiç aratmadı. ben barselona'da kalıyordum, hem sıcak hem denize kıyısı var, aynı mardin. insanları da iyi."
"barselona," diye mırıldandı charles, anlamaya çalışarak. "futbol takımı gibi."
carlos sırıttı, hatta neredeyse kahkaha atacak gibi gözüküyordu. "futbol takip eder misin?"
"sadece adını duymuştum. sanırım babam takip ediyor." charles ortak hiçbir zevkleri olmamasından kendisi sorumluymuş gibi gözlerini kaçırdı. "kendi evin mi vardı?" diye sordu sonra.
"okulun yurdunda kalıyordum," dedi carlos. "her yıl belli sayıda yabancı öğrenci alıp masraflarını karşılayarak eğitim veriyorlar. hoş, biz küçük aile değiliz, masrafları karşılamasalar da gidecektim zaten."
charles küçük ailenin ne demek olduğunu bilmiyordu. carmen böyle saçma salak ifadeleri çok kullanırdı, keşke burada olsaydı. "carmen nasıl?" diye sordu carlos birden, aklını okumuş gibi.
charles tatlıya göz ucuyla bakıp azıcık almaya karar vererek uzandı. "gayet iyi, çabucak uyum sağladı. george abimle de birbirlerini çok seviyorlar."
"kesin sabah aramıştır. hiç duramaz, meraklı melahat."
carmen aramamıştı çünkü charles'ın aranabilecek bir telefonu yoktu. dün konağa geldiklerinde düğün elbisesinin cebi olmadığı için telefonunu arabaya bırakmış ve o hengâmede yanına alamamıştı. carlos'dan bir şeyler istemeye de çok utandığı için bütün günü telefonsuz geçirmişti. "şey, aramadı."
"hadi ya," dedi carlos, fazlaca şaşırarak. "beni mi aradı acaba?" dar kumaş pantolonunun cebinden telefonunu çıkarırken charles lokmasının ağzında eriyişini hissetti.
rehberini kontrol ettikten sonra onaylarcasına başını salladı. ekranda bir şey tuşladı. telefonu sehpadaki sürahiye yaslayarak ekranını ikisinin de görebileceği şekilde ayarladı. "müsait olunca görüntülü aramamı istemiş," diye açıkladı. ekrana sığabilmek için sedirde birbirilerine doğru kaydılar. charles eşinin o yoğun kokusunu yine alabiliyordu, dolabını karıştırıtıp parfümünü çalmaya karar vermişti.
telefon üçüncü çalışta açıldı. ekrandaki carmen değildi. dev bir burun vardı. sonra biraz uzaklaşıp kocaman yanaklı, kıvırcık bir oğlanın yüzüne dönüştü. "kimi!" diye haykırdı charles, sarılabilirlermiş gibi ileri uzanarak.
kimi'nin gözleri ışıldadı. "charles! şükürler olsun. neden telefonun kapalı? meraktan öldük."
carlos'un, açıklamasını duymak için yan gözle ona baktığını hissetti. "affedersin," dedi yavaşça. "şarjı bitmişti de, dolmasını bekliyordum."
kimi ikna olmuş görünmüyordu ama onu eşinin yanında sıkıştırmak istemedi. "size de merhabalar, enişte."
carlos, charles'a doğru eğildi ve fısıldadı. "neyin oluyordu?"
"yeğenim."
"merhaba, yiğenim," dedi carlos. "kardeşimin telefonu sende ne arıyor?"
kimi telaşla kekeledi. "şey, carmen tuvaletteydi, ben de ekranda eniştemin adını görünce-"
"carmen normalde de telefonuna bakılmasını pek dert etmiyordu," diye savundu kimi'yi charles. göz ucuyla carlos'a baktı. kötü bir niyeti olmadığını biliyordu ama kimi. onun kimi'si. kimse onun kimi'sine laf edemezdi. ekrandaki görüntü savruldu ve bir an sonra jules'un endişeli ifadesi belirdi. "charles mı o? charles mı?"
"evet," dedi kimi, telefonu jules'un ellerinden geri alıp ikisini de ekrana sığdıracak şekilde ayarlarken. "yanında enişte de var," diye uyardı.
jules'un umurunda değildi. "bir tanem, charles'ım, iyi misin?"
"iyiyim," dedi charles hemen. jules'u görünce gözleri yanmaya başlamıştı. carlos'un önünde ağlamak istemediği için suyundan bir yudum alıp toparlanmaya çalıştı. "turp gibiyim. telefonumun şarjı bittiği için arayamadım."
jules onu uzun uzun azarladı. bütün gün aramayınca aklı başından gitmişti, nasıl olur da jules'u hemen unuturdu, kimi'yi bile mi özlememişti, zorla alı konulmuyordu, değil mi? son soruda carlos biraz rahatsız olmuş gibi kıpırdanmıştı. sonunda carmen aralarına katılınca biraz da öyle konuştular. "çocuğa iyi bakıyorsun, demi abi?"
"neden iyi bakmayayım?" diye tersledi onu carlos. charles'la konuşurken kelimeleri hep özenle seçilmiş, ses tonu hep nazik olduğu için eşinin bu yüzünü görmek şaşırtıcıydı. onun bir ağa oğlu olduğunu ilk defa fark ediyordu. omegalarla konuşmaktan aslında sıkılıyordu belli ki. charles bir istisna olmaktan tuhaf, suçlu bir mutluluk duydu. "gül gibi sevgilim var, elini sıcak sudan soğuk suya sokar mıyım?"
carmen onun çıkışmalarına alışkın olmalıydı. "onu charles söyleyecek. öyle mi gerçekten?"
herkesin bakışları üstüne dönünce oturduğu yere sindi. aslında carlos yanında olmasaydı odaya kapatılması ve belki becerebildiği kadarıyla geceleri hakkında jules'la konuşmak isterdi, ama carlos yanındaydı ve hayatını geçireceği insanı gücendirmekten endişe ederek hızlıca başını salladı. "carlos çok nazik, yemeğimi odama kadar getiriyor." eh, yalan değildi. konuşma böyle akıp gitmiş ve farkına bile varmadan yatma saati gelmişti. kimi'nin yatma saati. charles'ı bırakmak istemiyorum diye zırladığı için jules telefonu kapatmak zorunda kalmıştı.
gecenin karanlığı odaya çökünce carlos bu kez gazyağı lambaları yakmıştı. charles bunun bir şeyler yapmayacakları anlamına mı geldiğini merak etti. istediğinden değildi tabii, sadece eşinin rutinine alışmaya çalışıyordu. carlos banyo kapısında durup loş ışıkta ona baktı. "bizim gurnayı denedin mi?"
gurna diye küveti kast ettiğini umuyordu. sainz'ların hepsi böyle tuhaf kelimelerler konuşuyorsa yandığının resmiydi. "denedim," dedi, eşine yaklaşarak. "dün sen mi doldurmuştun?"
carlos onaylar şekilde başını salladı. ardından yaramaz bir gülümseme dudaklarına yayıldı. "tekrar denemek ister misin?"
vov. kalbi dayanmıyordu. gurna kelimesini kullanan bir adam nasıl seksi olabilirdi?
charles uzun süre cevap veremeyince carlos başını çevirdi. iç geçirdi. "istemediğin zaman söyleyebilirsin," dedi ona ve banyoya girip kapıyı arkasından kapattı. charles öylece kapalı kapıya bakakaldı. isteyip istemediğini bilmiyordu, duraksamasının sebebi utançtı. bildiği bir şey varsa o da içeri girseydi, dışarıda bırakılmanın verdiği bu tuhaf melankoliyi hissetmeyeceğiydi. o gün başka bir şey konuşmadılar. carlos gaz lambalarını söndürürken charles çoktan uyumuştu bile. bütün gece kabus gördü.
ikinci günün ilkinden tek farkı, carlos'un sabah erkenden arabaya inip telefonunu getirmesiydi. charles telefonunun orada olduğunu nereden bildiğini sormadı, belki adamlarından biri bulmuştu, belki carlos denk gelmişti. ama carlos'u reddettiği için, ki charles reddetemek amacıyla yapmamıştı, aralarına bir tür soğukluk girmişti. carlos biraz daha mesafeli gibiydi. birbirlerini yalnızca yemeklerde görmüşlerdi, o zamanlarda da carlos kocaman otomotiv ansiklopedilerinden birini önüne açıp onu okumuştu. charles ne yapacağını bilemiyordu. sonraki sabah carlos gidince ilk iş jules'u arayıp fikir almalıydı.
üçüncü gün geldiğinde çıldırdı. carlos erkenden çıkıp gitmişti. pazartesi olduğu için senna konağında temizlik olmalıydı, jules telefonunu açmadı. boş kahvaltı tepsisine deli gözlerle bakarak düşünüyordu. mutfağa kadar kendi götürse ne olurdu? bir kat aşağısı değil miydi, eşlenmediği için kafasına mı sıkacaklardı? sonunda elinde tepsiyle kapıyı araladı. koridordu kolaçan etti. kimse yoktu. temiz hava almanın verdiği heyecanla dışarı süzüldü. yolları bilmemesi dışında sorun yoktu. aman ne olacak, diye düşündü. sora sora bağdat bulunur.
oradan girdi, buradan çıktı, koridorlar, merdivenler geçti. buraya sarmal bir merdivenden geldiğini hatırlıyordu ama sarmal merdiveni bulamıyordu. ne kadar saçma bir konaktı bu böyle. uzun uğraşlar sonunda mutfağa açıldığını umduğu büyükçe, ahşap bir kapı buldu. en azından kendi konağındaki mutfak kapısına benziyordu. kulpu indirip başını yavaşça ileri uzattı. akşam yemeği için hazırlıklar başlamıştı. besleyecek bir ton boğaz vardı sonuçta. yemek masası, mutfaktan yarım bir duvarla ayrılıyordu. charles dikkatlice yaklaşırsa tepsiyi görünmeden bırakabilirdi. aniden o duvarı dönüp masadan tarafa geçen bir adamla planları suya düştü. "amanın!" diye cırladı adam, charles'la göz göze gelince. "len bu n'apıyo burda?"
charles hiç üstüne alınmadan yürüyüp gitmek istiyordu. adam koşar adım yanına geldi. "carlos'un yavuklusu değil misin sen? ne işin var burada, odana çabuk, çabuk!"
"bir saniye," diye açıklamaya çalıştı charles. "tepsiyi getirdim sadece, biraz hava almak için."
"odanda cam mı yok, nerene hava alacakmışsın? yürü çabuk."
"n'oluyor anne?" diye araya girdi bir kadın. hemen hemen reyes anneyle yaşıttı. adam charles'ı bir böcek gibi işaret etti.
"şuna bak şuna. gelmiş bön bön bakıyor, iş açacak başımıza."
kadın merakla charles'ı süzdü. koyu renkli saçları omuzlarından dökülüyordu, üstüne geleneksel aileler için kısa sayılabilecek, çiçekli bir elbise geçirmişti. mavi gözleri ruhuna bakıyordu sanki. charles onu en iyi tanımlayabilecek kelimenin büyücü yenge olduğunu düşündü. bu düşünce zihninde bir anıyı tetikledi. carmen'in yemek masasında kimi'ye anlattığı bir anıyı, büyücü bir teyzeyle ilgili bir şey...
"carlos'unki bu mu? fena değilmiş." kadın uzanıp onun ellerini kavradı. "parmakları da ince uzun. güzel yaprak sarar. iyi yaptığın bir şeyler var mı?"
charles düşündü. "güzel resim çizerim."
yabancı kadın, cazgır annesi ve yeni gelin bir an birbirlerine baktılar. kadın başını geriye yatırıp kahkaha attı. "şekerim onu mu diyorum? yemek diyorum, yemek olarak güzel ne yaparsın?"
"ha," dedi charles biraz utanarak.
"konuşma şunla," diye araya girdi adam. "eşlenmedi bu daha, b'iliyon demi? odasına gitmesi lazım."
"of anne, abartma her şeyi. bırak da azıcık kaynaşayım yeni gelinle."
"aman be," dedi adam sinirle yanlarından ayrılırken. "n'apoyorsan yap. sonra gelip bana laf ettiler diye ağlama ama."
kadın charles'ı mutfağın içlerine doğru çekiştirdi. "ben kelly," dedi hülyalı mavi gözlerini kırpıştırarak. "carlos'un teyzesiyim."
"ben de eşiyim," diye mırıldandı charles, kadının aurası altında ezilirken. kendini başka nasıl tanıtacağını bilememişti. kadın öncekinden de gürültüyle güldü. "ayol biliyoruz ya şekerim. ne eğlenceli çocuksun sen."
mutfak inanılmaz et kokuyordu çünkü şaşırtıcı biçimde akşam için yine et pişiyordu. iki kazan ete, derisi yüzülmüş insanlarmış gibi tiksinerek baktı. kokudan bayılmak üzereydi. bu gidişle charles ilk mardinli vegan olacaktı, urfalı lewis enişteden hemen sonra.
kelly teyze onu avuç avuç et doğrayan kadınların yanına çekiştirdi. eline kocaman bir kasap bıçağı tutuşturdu. "hadi bakalım, nasıl doğruyorsun görelim. yeğenime elinden hiçbir iş gelmeyen, kıçıkırık bir gelin almadığımızı kanıtla."
charles doğrama tahtasında kırmızı kırmızı parlayan ete bakakaldı. kusmamak için nefesini tuttu. "ben, benim elim pek alışkın değil. yemeğimizi murdar etmeyeyim-"
"etme o zaman, ayol," diye atladı kadın. "öyle değil mi hanımlar? konaktan gidince aç mı koyacaksın bizim oğlanı?" mutfaktaki kadın güruhundan onaylar sesler çıktı. charles yerin dibine girmek istiyordu. o kadar telaşlanmıştı ki konaktan gidince diyerek neyin kast edildiğini düşünecek vakti bile bulamadı. etin yumuşak yüzeyine bıçağın keskin ağzıyla bir iki çiziktirdi. kendi kendine parçalara ayrılmadığı için ete sinirle baktı. mutfaktaki kadınlar işlerini bir bir bırakmış, onu bakışlarıyla kuşatmışlardı. çaresizce titreyen eline baktı. konakta hiç yemek yapmamıştı, ne anlasındı et doğramaktan.
"kuşbaşı aşkım, kuşbaşı doğrayacaksın."
SANA BİR BAŞ DOĞRARIM ŞİMDİ, diye geçirdi charles içinden. bir başka ses, şimdi başını tuttun işte, diye fısıldadı. charles ofladı. sainz'lardan çok sıkılmıştı.
"n'oluyor burada?"
mutfaktaki herkes irkildi, kelly teyze hariç. charles bıçağı düşürmeden tezgaha bırakmaya zor yetişti. arkasını döndü ve eşini mutfağın girişinde dikilirken gördü. sesini tanımış ama emin olamamıştı. çünkü o kadar otoriter ve öfkeli bir tondaydı ki. charles onu hiç böyle duymamıştı.
"charles'ımla ne yapıyorsun kelly teyze?"
kelly teyze kollarını göğsüne kavuşturdu. "hayırdır yeğen, üç günlük karını bize mi savunacaksın?"
carlos ona doğru bir adım atınca kadınlar önüne toplaştılar. ağam sakin ol, bir şey yapmıyordu ağam, ağam bizimle eğlenir sesleri yükseldi. hemen hepsinden bir baş uzun olan carlos'un çakmak çakmak gözleri kelly'ye odaklanmıştı. charles kendine gelerek eşine yaklaştı. "carlos," dedi. "sorun yok, bir şey yapmadı bana."
"ben onun ciğerini bilirim, delalım. bu kadın seni tavuk gibi yolar. gel hele şöyle." carlos'un eli charles'ın bileğine dolandı. kadınların arasından çekip eşini arkasına aldı. "bir daha charles'ıma sataştığını görmeyeceğim, teyze."
"aman ne kıymetliymiş. charles'ınki altından herhalde. n'aparsanız yapın," dedi kadın saçlarnı savurarak. "konaktan gidince de beni arayıp tarif marif istemeyin."
carlos, charles'ı kapıya sürüklüyordu bile. "açlıktan geberirim daha iyi."
mutfaktan çıktılar. charles'ın uzun bir süre kaybolduğu koridorlardan geçtiler. sonunda kuytu bir yer bulunca carlos arkasını dönüp eşine baktı. kocaman ellerini yanaklarına sardı. "iyi misin, meleğim?"
charles yanağındaki elleri kavradı. dokunuşunun verdiği rahatlamayla gözlerini yumdu. "iyiyim," diye mırladı. "kuşbaşı doğrayamadım."
carlos güldü. eğilip alnını alnına yasladı. "sorun değil," dedi sessizce. "ben doğrarım kuşbaşı. ne istersen doğrarım. elim marifetlidir."
nereden geldiğini bilmediği bir özgüvenle cevapladı charles. "biliyorum elinin marifetli olduğunu, carlos. ama bir kez daha görmek isterdim." geri çekilip eşinin heyecanla kocaman açılan koyu renkli gözlerine baktı ve kıkırdadı. "bana ne kadar marifetli olduklarını gösterir misin?"
ne olduğunu anlayamadan kendini carlos'un kucağında buldu. eşi onu bir gelin gibi kolayca göğsüne yaslamıştı. gülüşerek odalarına çıkan merdivenleri tırmanmaya koyuldular.
10 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
should i stay or should i go?
[landoscar short story]
"hikayeler iki şekilde başlar, şerif; kasabaya bir yabancı gelir, ya da biri yolculuğa çıkar. asıl soru şu, beni kalmaya razı mı edeceksin, yoksa buradan beraber mi gideceğiz?"
Tumblr media
"seni kalmaya razı etmeyeceğim. bu hücreden çıkarsan kafana sıkacağım."
Tumblr media
11 notes · View notes
reincar-nate · 3 months ago
Text
newton north high chronicles [chapter 2]
[only fools fall for you]
"bay rosberg. bay rosberg, acilen toplantı odasına bekleniyorsunuz." oscar mikrofonu kapatıp ona doğru eğilmiş kalabalık arkadaş grubuna baktı.
"bir daha söyle," dedi lewis, mikrofonu çocuğun suratına ittirerek. "belki duymamıştır."
carmen göz devirdi. "öğle arasında da duymayacaksa ne zaman duyacak, lewis? oscar'ı yeterince zor duruma soktuk.
"hayır hayır," diye kesti oscar. "sorun değil. ben teklif ettim sonuçta." ve eğilip anonsu tekrarladı. bütün grup, oscar'ın sözcükleri biter bitmez rosberg kapının önüne ışınlanacakmış gibi dikkat kesilmişti. mikrofon çıt ederek kapandı. sonraki dakika içinde de herhangi bir hareketlilik olmayınca yavaşça nefeslerini üflediler. grubun toplu bir tutulma yaşadığını fark eden oscar duruma el attı. "isterseniz artık çıkabiliriz."
dersi asma bahaneleri sona eren arkadaş grubu uğultular eşliğinde koridora çıktı. en son çıkan oscar, kapıyı arkasından kilitledi. "sorun olmayacağına emin misin?" diye sordu lily, meraklı gözlerle müdürden aldıkları anahtar yığınına bakarak. oscar okulun yönetim kurulu üyesi falan mıydı, bütün anahtarları çocuğa nasıl teslim etmişlerdi?
oscar, anahtarları sweat'inin büyük ön cebine tıkıştırdı. "sorun olmayacak, daha önce de yapmıştım," dedi, carmen ve lily'nin irkilerek birbirlerine sokulmalarına sebep olacak şekilde gülümserken.
"öyleyse, lewis artık toplantı odasına geçse iyi olur," diye fikrini belirtti george ortalığa. herkes onaylar şekilde kafa sallayarak lewis'e döndü. lewis biraz gerilmeye başlamıştı. rosberg'le bir odada baş başa kalma fikrinden hoşlanmıyordu ya da birden fazla rosberg varsa durumu nasıl izah edeceğini bilmiyordu. destek bekleyerek sebastian'a baktı ama çocuk hararetle telefonundan bir şeyler tuşladığına göre çoktan başka bir plan yapmıştı. lewis bazen onun fazla popüler olmasından rahatsız oluyordu. başını kaldırınca göz göze geldiler. lewis ağzını açmak üzereydi ki sebastian kocaman sırıttı. "iyi eğlenceler, louie."
"eğlenmeye gitmiyorum," diye homurdandı lewis, sırt çantasını düzelterek.
"öyledir eminim," dedi sebastian. lewis'in ona cevap vermesine fırsat bırakmadan telefonunu kaldırıp kulağına götürdü. pardon, der gibi oynattı dudaklarını ve aramayı cevapladı. sarışın çocuk konuşa konuşa uzaklaşırken, lewis arkasından bakakaldı. damarına basmayı çok iyi biliyordu.
"artık biz de gitsek iyi olur," dedi carlos, kolunu lando'nun omzuna sararak. "öğle yemeğini kaçırmak istemiyorum."
lando abartıyla suratını buruşturdu. "öğle yemeğini kaçırınca çok huysuz oluyor." carlos'un eli uyarır gibi omzundan yükselip kıvır kıvır saçlarını karıştırdı. lando kıkırdadı.
"evet," diye onayladı lewis onları. "buradan sonrası bende."
arkadaşları yavaş yavaş dağılırken oscar'a döndü. "oz, gerçekten minnettarım."
"arkadaşlarım için bir şeyler yapmam neden çok tuhaf karşılanıyor?" dedi oscar, aynı gün içerisinde yüzüncü kez teşekkür edilmekten rahatsız olarak.
lewis gergince güldü. "arkadaşız o zaman?"
bir an şaşkınca birbirlerine baktılar. "değil miydik?" diye sordu oscar. lewis pot kırma tanrısı olmalıydı.
"affedersin," dedi toparlamaya çalışarak. "genelde mesafelisin ya, ondan. en çok logan'la takıldığınızı görüyorum. bir de charles'la."
oscar ona biraz hak veriyormuş gibi başını yana eğdi. "gazete sağ olsun. ama sizi de arkadaşım olarak görüyorum. yoksa bomboş işlerinize yardımcı olmaya çalışmazdım."
lewis mahcup bir şekilde gülümsedi. elini kaldırdı ve tokalaştılar. "yarın beni bul," dedi arkasını dönüp toplantı odasının yolunu tutmadan hemen önce. "öğle yemeğin benden."
oscar okulun yemeklerinin iğrenç olduğunu ve onları yemektense mide fesadı geçirene kadar capri sun içmeyi tercih edeceğini söylemedi. onun yerine cesaretlendirici şekilde elini kaldırmakla yetindi, lewis'in ihtiyacı var gibi gözüküyordu.
merdivenleri ikişer ikişer indi. dersleri asacağı için pek kitap getirmediğinden, zavallı çantası sırtında durmakta zorlanıyordu. kocaman camlar sayesinde harika ışık alan koridorun sonundaki toplantı odasını buldu. kapının önünde kimse yoktu. lewis derin bir nefes aldı. cebinden çıkardığı anahtarı deliğe oturtup kulpu indirdi.
odayı her iki ayda bir toplanan öğrenci kurulu ve etkinlik planlaması yapan kulüp başkanları dışında kullanan yoktu, lewis rahatsız edilmeyeceklerinden emindi. odanın ortasında uzanan masanın etrafına on altı sandalye atılmıştı. köşede kapakları sürekli kilitli duran bir dolap, onun yanında da sunum yapmaları gerektiğinde kullandıkları külüstür bilgisayarın durduğu bir çalışma masası vardı.
arka bahçeye, özellikle diğer sahalardan daha yakındaki tenis kortlarına bakan pencelerin önüne perdeler çekilmişti. camlar uzun zamandır açılmadığından içerideki hava bayatlamıştı. aklını bunlardan çok daha önemli şeyler meşgul eden lewis, pencereyi açmayı bile düşünmeden çantasını masaya attı. hızlıca siyah, oversize tişörtünü yukarı sıyırarak baggy kotunun kemerini düzeltti. spor ayakkabılarının bağcıkları açık mı diye paçalarını çekiştirip kontrol etti. elini saçlarından geçirdi. bekledikçe gerilip saçma şeylere takmaya başlamıştı. tırnaklarını özenle inceledi, biraz uzamışlardı, geçen ay burnunun üstüne taktırdığı piercing kaşındırıyordu. lewis neden bu kadar heyecanlandığını bilmiyordu. bir oraya bir buraya yürümeye başladı.
eğer okuldaki tek rosberg gerçekten de o çocuksa ne yapacaktı? suçlarını itiraf etmek bir yana, yaptığının yanlış olduğunun farkında bile değildi sanki. işin içinde başka bir rosberg varsa, lewis seve seve onu röntgencilikten okul idaresine teslim ederdi. ama nico o kadar masum görünüyordu ki. adının anons edildiğini duyunca ne kadar endişelenmiş olabileceğini düşündü. tanımadığın bir çocuğu neden umursuyorsun? diye geçirdi içinden. resimlerini çekip etrafa yayarken o seni umursadı mı?
peşine düşmezse olay daha da büyüyebilirdi. bugün broşür, yarın blog, bir ay sonra ulusal televizyon kanalları. gelen kişi kim olursa olsun, lewis bu işi çözmeliydi.
sağ elindeki yüzükle oynamaya başlamıştı ki odanın kapısı tıkladı. nefesini tuttu, yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi kendini kapıdan uzağa kaydırdı. içeriden bir cevap gelmeyeceği anlaşılınca kapı aralandı ve lewis'in sabah tanıştığı o yumuşacık saçlarla çevrili baş yavaşça içeri uzandı. nico'nun meraklı gözleri boş koltuklarda ve çekili perdelerde gezindi, sonunda lewis'in üstünde durdu. "ah," dedi kapıyı tamamen açıp içeri girerken. "işe bak, yine karşılaştık."
"evet," diye atladı lewis hemen.
nico, odada yalnız olduklarını yeni fark etmiş gibi lewis'le aralarındaki mesafeyi koruyacak şekilde sırtını, kapattığı kapıya yasladı. mavi gözleri odada gezinirken aklına gelenleri sıraladı. "bir sorun mu var? daha önce böyle özel olarak bir yerlere çağrılmamıştım. fotoğrafçılık kulübüyle ilgiliyse eğer, geçen ay ayrıldığımı iki kez bildirdim. üyeliğimi silmiş olmaları gerekirdi."
lewis, fotoğrafçılık kulübünü aklının bir köşesine not etti. elbette broşür basılmadan önce ayrılmıştı, bir paparazzi için fotoğrafçılık kulübünde olmak kimliğini açık etmekten farksızdı. "konu o değil," dedi lewis sandalyelerden birini çekip işaret ederek. nico’nun gözleri sandalyeyle lewis arasında gidip geldi. aradan o kadar zaman geçti ki, lewis onun dönüp kapıdan çıkacağını düşünmeye başlamıştı. nico çenesini kaldırdı ve güzel, biçimli bacaklarıyla yaklaştı. odaklan, dedi lewis kendine. çocuğun bacaklarına bakıp durma.
nico çantasını sandalyeye bırakmakla yetindi. lewis’in dibinde dikilip gözlerine baktı. “öyleyse neden çağrıldım?”
lewis arka cebindeki broşürü çıkarıp katlarını açtı ve nico’ya uzattı. “bu yüzden.”
nico ilk defa görüyormuş gibi broşürü inceledi. “bunu görmüştüm,” dedi sonunda. “seni de buradan tanıyorum.”
lewis sinir olmuş gibi güldü. demek teslim olması için onu açık açık ifşa etmesi gerekiyordu. ama o aşamaya gelmek istemiyordu. onu ne kadar kışkırtabileceğini test etmeye karar verdi. abartılı bir adımla yaklaştı. nico’nun gözleri hareketini hızlıca takip etmiş ve gardını korumak ister gibi o da bir adım geri gitmişti. ne olup bittiğini anlamaya çalışır gibi tek kaşı kalktı. başını hafifçe yana eğerek gözünün önüne gelen tutamdan kurtuldu. “demek beni oradan tanıyorsun?” dedi lewis, sonraki adımını atarken. nico da aynı anda geriledi. siyahlar ve beyazlar içinde bu şekilde senkronizelerken sahnede çok uyumlu gözükürlerdi. ama sahnede değillerdi ve nico şimdi ciddi şekilde rahatsız olmuş gibi kasılmıştı.
“okul başkanı olduğunu biliyorum ama hiç birebir tanışmadık demek istemiştim,” diye savundu kendini.
lewis ona doğru son bir adım atınca, nico geriledi ve kalçaları masaya çarptı. ani çarpışma yüzünden düşmemek için masanın kenarlarını kavradı. şimdi lewis’in koyu renkli, uzun parmakları, solgun ellerinin üzerindeydi. ayakkabıları birbirine dokunuyordu. burnunun ucunda duran lewis ona doğru eğilince, kaçınmak için belini bükerek sırtını hafifçe geri yatırdı. lewis onun şampuanını çok daha net alabiliyordu, hatta boynunun etrafında yoğunlaşan parfümünü bile duyumsuyordu. oğlanın çıkıntılı çenesinin üstündeki ince dudaklarına, keskin bir çizgiyle sonlanan burnunun ucuna ve sonunda ürkmüş, mavi gözlerine baktı. kapalı perdelerin ardından sızan azıcık ışık lewis’in omzunun üzerinden uzanıyor ve nico’nun uzun kirpiklerinin gölgesini, hafifçe çatılmış kaşlarının hemen altına düşürüyordu. “biraz hızlı gitmiyor musun?” diye sordu nico sonunda, nefesi kesilmiş gibi. lewis, onun gözlerinin dudaklarına kaydığını fark edince, keyiflenerek dilini dolgun alt dudağında gezdirdi. nico onu izlemeye devam ederken fısıldadı, “daha sabah tanıştık.”
“bence sabah tanışmadık,” dedi lewis, aralarındaki inkar edilemez çekimi bıçak gibi keserek. “bence, sen beni uzun zamandır tanıyorsun.”
nico’nun yanaklarına gözle görülür bir kırmızılık yayılınca, zafer kazanmış gibi gülümsedi. itiraf etmesine ramak kalmıştı, hissediyordu. okulda birden fazla rosberg olmadığı ortadaydı, lewis’in sohbet ederek zaman kazanmaya çalıştığı şu sürede gelen giden olmamıştı. demek nico’ya itiraf ettirmesi yeterliydi, çocuk yalnızca çok soğukkanlı, harika bir oyuncuydu. yıl sonu tiyatrosunda iyi iş çıkarırdı ama ekibin geri kalanının korkunç resimlerini bastırdığından, bu fırsatı çoktan geri tepmiş sayılırdı. nico’nun gözlerini kaçırmaya çalıştığını fark edince, karınlarının birbirine dokunmasına sebep olacak kadar eğildi ve başını çevirecek alanı kalmasın diye yüzüne yaklaştı. “ne dersin? sence resimlerimi gizlice çekmek, biraz olsun tanışmak sayılmaz mı, hm?”
avuçlarının altındaki solgun elin titrediğini hissetti. oğlanın yanaklarındaki kırmızılık, gözlerine bir öfke harbi olarak fırladı. nico’nun o kadar güçlü olmasını beklemediğinden, oğlan ellerinden kurtulup onu göğsünden ittirince dengesini sağlamak için sandalyeye tutunması gerekti. “gizlice resmini çekmek mi?!” diye kükredi nico. lewis o sesin bu melek, çıtkırıldım görünümlü çocuktan nasıl çıktığını bilmiyordu. “ne diye resmini çekeyim ben senin?”
“onu sen söyleyeceksin,” dedi toparlanırken. “paparazzilikten ne gibi bir zevk alıyor olabilirsin ki?”
“hastasın sen!” diye çıkıştı nico. lewis, sarışın oğlan arkasını dönmeden hemen önce dudaklarının titrediğini gördü ve yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissetti. en azından dışarıdan bakınca suçunu üstlenmekten aciz bir korkağa benzemiyordu, bu tepki nedendi? hayır, dedi kendine hemen. seni manipüle etmeye çalışıyor, geri adım atma.
lewis ellerini cebine attı ve başını dikleştirdi. “ben yalnızca hakkımı arıyorum. ortada hasta biri varsa, bütün arkadaş grubumun gizlice resimlerini çekip bastıran kişinin ta kendisidir.”
belli ki bu son noktaydı çünkü nico çantasını kaptığı gibi kapıdan çıkıp gitti. lewis cümlesinin sonu boş odada yankılanırken, nedense kendini çok korkunç hissediyordu. çıkarken nico’nun ağladığına emindi.
onu korkutmayı başardığına göre, bloğunu kapatırdı herhalde. ya da en azından resim yüklemeyi bırakırdı. yüzünü sıvazladı ve iç geçirdi. bugün olan hiçbir şey doğru hissettirmiyordu. doğruca eve gidip uyumalıydı.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Tumblr media
Tumblr media Tumblr media
“benden program sunmamı istemezsin, değil mi?”
oscar güldü. misafirinin amerikanosunu önüne bıraktıktan sonra kendi lattesiyle karşısındaki sandalyeye oturdu. “misafirli podcast bölümlerini sadece pazartesi yapıyorum, haftalık özetler şeklinde. geri kalanı müzik yayınları, maç sonuçları, gündem, daha sıkıcı şeyler. okul en fazla bu kadarına izin veriyor.”
“o zaman bu sabahın benimdir,” dedi lewis kahvesinden bir yudum alıp yüzünü buruşturarak. amerikano hiç huyu değildi ama ağır bir şeyler içip çarpılmışa dönmezse suçluluk duygusundan aklını yitirecek gibi hissediyordu.
oscar yayın ekipmanlarının arasından geçip bilgisayarını buldu. o gün için hazırladığı oynatma listelerinden birini çalıştırıp radyoya aktarırken, “bugün müzik yayını yapabiliriz,” diye onayladı lewis’i. tekrar masanın boş ucuna, lewis’in karşısında dönmeden önce sabah gabriel’den aşırdığı kurabiye kutusunu çantasında çıkardı. lewis, çikolata parçacıklı kurabiye ikramı için minnettardı çünkü sabahtan beri tek lokma yememişti. “baya iyiymiş bunlar,” dedi dolu ağzıyla, kurabiyeyi evirip çevirirken. parçacıklar kahvenin sıcaklığıyla ağzında eriyip tatlı bir aroma bırakmıştı.
“gabriel’in annesi harikalar yaratıyor,” diye onayladı onu oscar. “o yüzden arada beslenmelerinden çalıyorum. kadıncağız her sabah kocaman çanta hazırlıyor.”
bir süre sessizlik içinde kahvelerini içip kurabiyelerini atıştırdılar. lewis gerginlikten her yere kırıntı dökmüştü. oscar’ın stüdyoyu batırmasını dert etmeyeceğini umuyordu. yanılıyordu çünkü oscar, lewis gidince ilk iş ortalığı süpürmeyi kafasına not etmişti bile. "pekala," dedi oscar sonunda. "artık şu meseleyi anlatacak mısın?"
lewis tahmin bile edemeyeceği kadar hızlı anlattı. kelimeleri birbirine karışıyor, heyecandan takılmaması gereken yerleri uzun uzadıya detaylandırırken (aquamarin taşlarını bilir misin, oz? gözleri aynı öyle. saçları sapsarı, yumuşacık- dokunduğumdan değil tabii-), asıl anlatması gereken yerleri karıştırıp duruyordu (sonra çıktı gitti işte, ağladı. yani yanımda ağlamadı, çıkarken ağladı sandım-) ama hikayeyi tamamlamayı başardı. amerikano ve latte bitmişti. kurabiyeden geriye kırıntılar kalmıştı. lewis büyükçe kırıntılardan birine daha uzanıp ağzına attı ve beklentiyle oscar'a döndü.
oscar'ın elleri siyah kotunun dizlerini kavramış, duruşunu düzeltmişti. çok önemli bir şey söylemeye hazırlanıyormuş gibi derin bir nefes aldı. "sanırım ondan hoşlanıyorsun, lewis."
"ney?" dedi lewis. sanırım çok büyük bir hata yapmışsın, lewis'e ne olmuştu? sanırım seni müdüre şikayet edip başkanlıktan attıracak, sanırım bloğunda seninle ilgili daha fazla resim paylaşacak, sanırım birkaç hafta evinde kal ki gelip seni bıçaklamasın...
"bana bunu sormuyor muydun?" dedi oscar da şaşırmış gibi. "ona karşı ne hissettiğini?"
"hayır, o anlamda değil. yani bir hata mı yaptım demek istemiştim. ya onu boş yere suçladıysam?"
oscar başını yana eğip gözlerini kıstı. lewis'in sorularını çok aptalca buluyormuş gibiydi. "broşürü yapan kişi bloğunu koymuş, blog rosberg adında okuldan birine ait, okuldaki rosberg isimli tek kişi o. bir şekilde bu işin ucu ona dokunuyor." oscar onay bekleyerek duraksadı. üç yaşındaki bir çocuğa logaritma anlatıyor gibi hissediyordu. lewis yavaşça başını aşağı yukarı salladı. "öyleyse onu savunmanı gerektiren bir durum yok. hatalarıyla yüzleşmeli."
"ama," diye kendi kendine mırıldandı lewis, bakışlarını kaçırarak. "öyleyse neden böyle... hissediyorum?"
karşısındaki sandalyede bir hareketlenme oldu. görüş açısına bir el girdi, uzanıp nazikçe bileğini tuttu. "lewis," dedi oscar. "kendine biraz zaman tanımaya ne dersin? ona yemi atmışsın. suçsuzsa, kurtulmanın bir yolunu bulacaktır. fikrimi sormuştun, ben de sana bir süre rosberg'in hareketlerini incelemeni öneriyorum."
lewis, oscar'ın elini avuçlarının arasına aldı ve sonunda başını yerden kaldırdı. "minnettarım, oz. gerçekten, nasıl teşekkür edeceğimi-"
"öğle yemeğini lütfen yemekhaneden ısmarlama. başka her yer olur ama oradan tek lokma yemem."
oscar'ın son derece ciddi ifadesine karşılık lewis gülmeye başladı. "nasıl istersen," dedi, ilk derse yetişebilmek için ayağa kalkarken. "tatlısına kadar hepsi benden."
sabah dersi ilkyardımdı. spor bilimleri için açılan tek kurlu, seçmeli derslerden biriydi, dolayısıyla üçüncü ve ikinci sınıflar da bu dersi alabiliyordu. lewis sınıfta tanıdık kimse var mı diye içeriyi süzdü ve en arka sırada oturan carlos'la lando'yu gördü. önlerinde iki kişilik boş yer vardı.
"günaydın," dedi sandalyesine yerleşirken.
"günaydın," dedi lando, sevimli gülümsemelerinden birini takınarak. saçları o gün ekstra kıvırcıktı. yanında carlos yüzünü kollarına gömmüş uyuyordu. lando kahverengi, carlos'sa mavi polo yaka tişörtler giymişlerdi. carlos'un altında her zamanki şortlarından vardı, lando siyah bir kumaş pantolon tercih etmişti. çift olduklarını alınlarına yazsalar daha az belli olurdu. lando oturduğu yerden hafifçe kalkıp lewis'e eğilirken fısıldadı. "dünkü iş ne oldu?"
lewis çantasından defterini ve kalemliğini çıkarmaya koyulmuştu. "hallettim gibi. tam çözülmedi ama çözülecek."
lando başını salladı. "sevindim, lewis. carlos'la ben resimleri dert etmemiştik ama sen epey öfkeliydin."
"öyle miydim?" dedi lewis, düne dair nico dışında bir şey hatırlamadığını fark ederek.
"evet," diye onayladı lando. "çıkışta hep beraber seb'e gidip neyin olduğunu sorduk."
demek seb onu bu yüzen darlamıştı. bütün grubu endişelendirdiğine göre ne kadar zıvanadan çıkmış gözüktüğünü tahmin bile edemiyordu. konuyu değiştirmek için carlos'u işaret etti. "ne yaptın çocuğa? erkenden kalkıp koşuya çıkmıyor muydu bu?"
lando başını carlos'un koluna yaslarken kıkırdadı. çocuğun yıllarca emek ederek biçimlendirdiği kol kaslarına yanağını sürdü. "dün biraz yoruldu da," demekle yetindi. lewis detayları duymak istemiyordu. yanındaki sandalye çekilince bahaneyle önüne döndü.
yanına oturan çocuğu tanımıyordu. lewis okul başkanı olduğu için insanlar yüzüne aşinaydı, en azından yanına otururken selam verirlerdi. bu çocuksa, her kimse, lewis'in suratına bile bakmamıştı. lewis onun geniş çenesine, çıkık elmacık kemiklerine ve koyu renkli, kısa saçlarına bakarken, onu nereden hatırladığını kestiremiyordu. ama ona selam vermeyen biriyle muhatap olacak değildi. bakışlarını çene gamzesinden çekerek önüne döndü.
ders tahmin ettiğinden hızlı bitmişti. işin teorisini öğrendikleri için kısa kısa notlar tutmaktan başka bir şey yapması gerekmiyordu. lando ve carlos'un toparlanmalarını beklerken yanında oturan çocuğa tekrar baktı. neredeyse george kadar uzun boylu ve çok daha ince yapılıydı. çocuk çantasını sırtına atıp kapıya yürürken, lewis sessizce onu izlemeyi sürdürdü. sonra kapıda sarı bir baş belirdi. lewis nefesini tuttu. bu nico'ydu. dün bulmak için bütün arkadaş grubuna ihtiyaç duyduğu çocuk, bugün kendi ayaklarıyla sınıfının önüne gelmişti. sonra kendi ayaklarıyla lewis'e değil, yanında oturan çocuğa geldiğini fark etti.
mesafe ve uğultu yüzünden ne konuştuklarını duyamıyordu ama nico perişan gözükmüyordu. hatta adamın yüzüne bakmak için başını kaldırırken gözleri parlıyordu. toplantı odasında ağlayan başkasıydı sanki. belki de toplantı odasında ağlamamıştı. lewis dünün ne kadarının hayal gücü, ne kadarının gerçek olduğundan emin değildi. nico, uzun boylu çocuğun koluna girerken lewis de carlos ve lando'ya yapıştı.
"çabuk!" dedi ikisini çekiştirirken. "takipteyiz."
"yine mi?" diye inledi carlos.
"yaşasın!" dedi lando, lewis'e carlos'u çekiştirmekte yardım ederek. hep beraber sınıftan çıktılar. nico köşeyi dönmeden hemen önce, lewis onun sarı saçlarını gördü. gerçekten operasyondalarmış gibi sessizce elini kolunu sallayıp gidecekleri yönü işaret etti. önce alt kata indiler. ardından yemekhane koridoruna saptılar. lando sarı kafalı birinin bahçeye çıktığını gördüğünü söyleyince o tarafa yöneldiler. sonra carlos yemekhaneye değil, kütüphane tarafına gidecektik diye tutturdu, geri döndüler. uzun süre girişi turladıktan sonra belki de üst kattadırlar diyerek yukarı çıktılar. lewis onları, yemekhaneye gitmedilerse kantinde olabilirler diyerek en üst kata çıkardığında yorgunluktan perişan olmuşlardı. carlos masalardan birine gidip ilk dersteki uykusuna kaldığı yerden devam etti.
"galiba bizden bu kadar," dedi lando, uyuklayan sevgilisine bakarak.
lewis oğlanın omuzlarını tuttu. "sen de mi gelmiyorsun? ama çok az kalmıştı."
kantindeki abur cuburları inceleyen lando, lewis'e bakmıyordu bile. "üzgünüm."
sonra oldukça üzgün bir şekilde yürüyüp iki tane büyük boy, baharatlı cips ve farklı aromalarda, üç paket bisküvi aldı. lewis artık yolun sonu olduğunu biliyordu. ikisini orada bırakarak merdivenlere kendi başına döndü.
"beni mi izliyorsun?"
nico'nun sesini duymayı o kadar beklemiyordu ki son basamağı denk getiremedi. adımını kocaman atmak zorunda kaldı ve neredeyse düşüyordu. neyse ki nico, lewis'i tutmak için oradaydı, merdivenleri indikten sonra döneceği tarafın hemen başında. nico, oğlanın kollarına yapıştı ve lewis'in öne kayan ağırlığını kendi vücuduyla karşıladı. toplantı odasında olduğu gibi burun buruna durdular.
lewis, nico'nun mavi gözlerindeki mağrur bakışı ve meydan okuyan ifadesini hemen tanıdı. bu aynada da çok kez gördüğü bir yüzün izleriydi. özellikle hokey maçlarından önce, karşı takımın arkasından konuştuğunu duyduğu bütün lafları sineye çekerken ve cezalarını maçta keseceğini söylerken böyle bakardı. haksızlığa uğradığında ve karşı tarafı haklı çıkaracak hiçbir fırsat vermemeye çalışırken aynada tam olarak bu ifadeyi görürdü. nico'nun kollarından kurtulup geri çekilirken kendini korkunç hissetti.
"ah, sen de mi buradaydın?" dedi lewis abartılı hareketlerle. "aynı okulda okurken denk gelmemiz ne büyük şans."
"ben senin aradığın kişi değilim," diye kesti onu nico. "eve gidip bu mevzuyu çok düşündüm ve ortada bir yanlış anlaşılma olduğu dışında mantıklı bir açıklama getiremedim."
oscar'ın dedikleri o zaman çok mantıklı gelmişti ama lewis, nico'nun bu hareketinden ne çıkarması gerektiğini bilmiyordu. salağa yatıyor da olabilirdi, manipüle etmeye çalışıyor da. nico'nun hareketlerini izlemek yardımcı olmuyordu. lewis onun yerine kendi içgüdülerini dinlemeye karar verdi.
"öyleyse, bana bunun bir yanlış anlaşılma olduğunu kanıtlamak için bir süre beraber vakit geçirebilir miyiz?"
nico gözlerini kırpıştırdı. "nasıl yani?"
"diyorum ki, madem paparazzilik yapan sen değilsin, o zaman bana normal biri olduğunu kanıtla."
nico'nun teni o kadar solgundu ki lewis onun utandığı her anı rahatlıkla ayırt edebiliyordu. bu da o anlardan biriydi.
sarışın çocuk cesaretini toplamaya çalışıyormuş gibi bir nefes aldı. "bir tür çıkma teklifi mi bu?" dedi, o mağrur ifadeyi korumaya çalışarak.
"arkadaşlık teklifi," diye cevapladı lewis yavaşça. "benim ve arkadaş grubumun onayından geçersen, seni rahat bırakırım ve bir yanlış anlaşılma olduğu konusunda uzlaşırız."
kısa bir süre düşündükten sonra nico cevap vermek üzereydi ki sınıfta lewis'in yanına oturan çocuk, peşinde başka bir sarışınla koridorda belirdi. belli ki bunlar da onun arkadaş grubuydu. ikisinin de bakışları lewis'e takıldı ve nico'ya seslenmek için kaldırdıkları ellerini indirdiler. lewis o an onların zihnini okumak için neler vermezdi.
nico arkadaşlarının varlığını hissetmiş gibi dönüp onlara baktı. "numaramı verdiğimi hatırlıyorum, hamilton," dedi lewis'in suratına hülyalı gözlerle bakarak. ya da lewis onun hülyalı gözlerle baktığını düşünmüştü.
lewis dün eve gider gitmez numarayı kaydetmişti. sosyal medyadan da ufak bir araştırmayla hesabını bulmuş ama ekleme cesareti gösterememişti. "evet," diye mırıldandı.
nico gülümsedi. "öyleyse haberleşiriz." ve arkadaşlarının yanına gitmek üzere döndü.
ne yaptığının farkına bile varmadan sarışının bileğine yapıştı. "lewis," dedi. "bana lewis diyebilirsin, nico."
11 notes · View notes