Photo
Süleyman Beye Hiç Böyle Soru Sorulur Mu?
Ellemeyin gayrı şu Süleyman Beyi yahu! Üstüne üstüne gitmenin ne âlemi var? Süleyman Bey bu! İşine gelince devlet arşivine sığınır, işine gelince de devlet arşivine “mevhum” der, çıkar… Bunca yılın Süleyman Beyini biz mi değiştireceğiz. Kırk yıllık Kani hiç olur mu Yani? Laf işte!
Yıl 1970… Devri Süleyman… ‘İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu… Hani güya kanal açtırıp Deniz Gezmiş’i ağa düşüren meşhur Eminönü Kaymakamı… İçişleri Bakanlığına bağlı -Emniyet Genel Müdürlü��ünün Önemli İşler Müdürlüğü bir rapor hazırlar. Bu rapor, ülkede cirit atan siyasal akımları ve eylemleri anlatmaktadır. Nasyonal sosyalizm bölümü de MHP’nin faaliyetlerini ve komando kamplarını kapsamaktadır. İşte bu rapor, kendi İçişleri Bakanı Menteşeoğlu’nun imzasıyla Başbakan Demirel’e gönderilmiştir.
Şimdi bu raporun hesabını Demirel’e soruyorlar… Önce “Bu rapor mevhumdur” diyor. Gösteriyorlar, “Ooooo, böyle kâğıtlara ne raporlar yazılır” diyor.
Fotokopisini veriyorlar, “Bunun düzmece olmadığını kimse iddia edemez” diyor. Var mı daha başka türlüsü, ya da çeşitlisi…
Adam aklına koymuş bir kez; Böyle bir raporu tanımayacak. Ne âlemi var üstüne gitmenin… Hem ne zamanki rapor? Sekiz yıl önceki rapor! Çarp 365’i 8’le, eder 2920 gün…
Süleyman Bey, dünü hatırlamaz, sen kalkıp 2920 gün önceki rapordan söz ediyorsun. İnsaf be kardeşim, sizde hiç insaf yok mu?
“Dün dündür, bugün bugündür” diyen adama iki bin küsür gün önceki rapor sorulur mu?
Süleyman Beydir bu… Siz istediğiniz kadar mangal tahtası deyin, o lafı evirip çevirip bayram haftasına getirir. Cumhurbaşkanı seçimlerini ne çabuk unuttunuz. Süleyman Beye sordular:
“Genelkurmay Başkanı Sancar’la görüştünüz mü?”
“Böyle bir görüşme olmamıştır.”
Ertesi gün Genelkurmay açıklama yaptı:
“Görüşme olmuştur.”
Bizim meslektaşlar, Süleyman Beyi yakaladılar:
“Bu nasıl iş?”
Elcevap:
“Dün dündür, bugün de bugün!”
Süleyman Beyi bilmek lazım, tanımak lazım, ondan sonra soru sormak lazım.
Biz olsak, hiç öyle soru sormazdık. Çünkü ağzımızın payını nasıl alacağımızı bilirdik.
Diyelim ki sorduk:
“Bu rapora ne diyorsunuz?”
“Ecevit, 800 kişinin kanının hesabını versin.”
“Biz, rapor diyoruz…”
“Meşruiyet içinde çare tükenmez, her işin bir çaresi vardır.”
“Beyefendi rapor…”
“Florya motellerinde kurulan hükümetin başı çılgındır.” “Rapor rapor… Süleyman Bey rapor!”
“Onlara gül gibi, gülistan gibi bir memleket teslim ettik.” “Ya rapor…”
“Sosyalist Enternasyonale girmek, kanunlarımıza göre fevkalade suçtur.”
“Gözünün yağını yiyşyim Süleyman Bey, şu rapordan söz et!”
“Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Van’daki deprem evlerini biz yaptık. 4090 tane evi ben dağıttım, işte tapuları…”
“Rapor!”
“Bu memlekette tapuyu deldirmeyeceğiz. Doğa Kanununu kim icat etti?”
“Rap…”
“Türk ordusu demokrasiye bağlıdır.”
“Ra…”
“Yaaaa.’. Hükümet olmak kolay mi? Önlesin bakal��m şimdi… Bu kanların hesabını ben ondan soracağım.”
Bizim arkadaşlar yine dua etsinler, başlarına bu gelmemiş. Süleyman Beyin iyi tarafına gelmiş de rapor üzerine birkaç laf etmiş.
Bunu da yapardı ha!
Süleyman Bey derler ona…
Sağı, solu hiç belli olmaz.
0 notes
Photo
Katliamdan Sonra Bir Genç Kız
Antalya’dan kalkan otobüs Eskişehir’e yaklaşmak üzereydi. Arkadan bir feryat koptu… Genç bir kız ayağa fırlamış, yanında oturan yaşlı kadıncağızın da kolundan çekerek sürüklemeye çalışıyordu:
“İmdat, imdat! Bizi kaçırıyorlar. Vallahi anneciğim, doğru söylüyorum, bizi kaçırıyorlar.”
Herkes yerinden fırladı. Acaba arkada ne oluyordu? Ortam öyle bir ortamdı ki, her şey olabilirdi. İlk şaşkınlık çabuk geçti, kimsenin kimseyi kaçırdığı yoktu. Ama genç kız bağırıyordu:
“Anneciğim, anneciğim bizi kaçırıyorlar. Kurtarın bizi!”
Neredeyse annesiyle birlikte pencereden atlayacaktı. Annesi ve diğer yolcular genç kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama nafile! Genç kız bir kez kaçıracaklar korkusuna kapılmıştı. Kızcağızın ruhsal bir bunalım geçirdiği ortadaydı. Zavallı kadıncağız bir taraftan evladını yatıştırmaya çalışırken, bir taraftan da etrafa dert anlatıyordu:
“Hukukun son sınıfında… Üniversiteye bomba attıkları gün oradaymış. Canını zor kurtarmış. Arkadaşlarının parçalanıp öldüğünü görmüş. O günden beri bu hale geldi. Doktorlar, sakin bir yere götürün bu çevreden uzaklaştırın, dediler. Aldım Antalya’ya getirdim, hiçbir şey değişmedi. Hep böyle! Okutmazolaydım. Ne kısmetler çıktı vermedim. Okusun, dedim. Ağzım tutulaydı. Yavrum bu hale geldi.”
Genç kız h��lâ aynı korku içinde çırpınıyordu : “Bizi kaçıracaklar anneciğim. Hani İstanbul’a gidiyorduk. Bak Antalya yazıyor.”
Kadıncağız yalvarıyordu: “Yapma kızım, güzel evladım, kimsenin bizi kaçıracağı yok. Bak burada beyler, hanımlar var, hepsi bizi koruyor. Kimse seni bırakmaz. Kim kaçıracakmış, niçin kaçıracakmışlar. Korkma güzel yavrum.”
“Hayır anneciğim kaçıracaklar. Seni de etkilemişler, bizi kaçırıp öldürecekler. Açın kapıyı inelim.”
Kadıncağız perişan olmuştu:
“Görüyorsunuz halimi, kendime mi yanayım, evladıma m” yanayım! Ben de kalp hastasıyım. Bana da bir ha! olacak…”
Bütün yolcular hem kadıncağızı, hem de kızını ellerinden geldiği kadar teselli etmeye çalışıyorlardı. Herkes son çareyi Eskişehir’de bulmuştu: “Eskişehir’e gelelim, otobüsten insin, biraz hava alsın iyileşir inşallah. Otobüs sıktı zavallıyı…”
Eskişehir’e gelindi ama kızcağız daha fena oldu. “Kaçıracaklar bizi!” diye çırpınıp duruyordu. Derken annesi de fenalaştı. Bir taksiye koyup ikisini de hastaneye yolladılar. Sonrasını kimse bilemedi. Otobüs, yolcularını alıp gitti. Yolcu yolunda gerekti…
0 notes
Photo
Türkiye’nin 1970 Yıllarındaki Siyasi Nabzından Bir Enstantane
İşte böyle Süleyman Bey! Meşru zemin İçinde çare istemiyor muydunuz? İşte bulundu! «Bir kırmızı oy fazla çıksın!» demiyor muydunuz? İşte 226 da aşıldı, on kırmızı oy da fazla çıktı.
Güle güle Süleyman Bey! 1978’in ilk günlerinde şöyle bir arkanıza dönüp baksanız. Hep kan görürsünüz. Fidan gibi delikanlılar, aslan gibi babayiğitler, gelinlik kızlar ve bilim adamları… Devri iktidarınızda icat ettiğiniz «cephecilik» bizi buraya kadar getirdi.
Nasıl geldik buraya? Hepsini bir bir sıralamanın gereği yok. Şu ilana bir göz atın ve okuyun;
“Beşiktaş Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Bölümünde 3. sınıfta okurken 27.12.1976 pazartesi günü, insanlık dışı bir saldırıda açtıkları yaylım ateşinde ağır yaralanan, kaldırıldığı Etfal Hastanesinde gösterilen bütün ihtimamlara rağmen 31.12.1976 cuma günü 10 Muharremde bizleri acılar içinde bırakarak aramızdan ayrılan sevgilimiz, ruhumuz, canımız, kanımız, medarı iftiharımız özgürlükçü, aydın, yiğit oğlumuz, ALİ NECİP BOZALİOĞLU’nu (26.8.1954)-(?)…”
Mezar taşına resmini oyduk Zalimin zulmüyle acıyla dolduk Annenin yanma kabire koyduk Kime ne de benim yavrum kime ne! Köz düştüğü yeri yakar ele ne!
UNUTMAYACAĞIZ! Az yaşadı, şerefle öldü. Özgürlük ve vatan uğruna, sadece bu mu?
Bir de İstanbul’un Vali Vekili Burhanettin Ergun’un «yeni yıl mesajını okuyun:
Bilmiyorum basınımız bu sade beyanlarımıza sütunlarında tümüyle yer verebilir mi, ama uzunca da olsa kendilerine hizmet gayreti içinde bulunduğumuz muhterem İstanbul halkının yeni yıllarını en candan dileklerle kutlama heyecanı içinde bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Kısa bir dönem için de olsa kıdemli Vali Muavini olarak bana tevcih edilmiş bulunan şerefli İstanbul Valiliği görevini, hizmetin kapsam ve sorumluluğunu bilerek üstlenmekten duyduğum onuru muhterem halkımıza bu vesile ile iletmek ve paylaşmak isterim.
Halkımızın idareden beklemekte bulunduğu meseleler re idarenin yaklaşım tarzını dile getiren ve çok kere müjdeli hizmet haberlerini de içermesi mutat bulunan bu yılbaşı mesajını sadece iyi temennilere inhisar ettirerek halkının hizmet sorumluluğunu taşıyan bir görevlinin yalnız duygularını yansıtmak istiyorum.
Çetin bir yıl geçirdik. Ben de ikisi üniversiteye, biri ortaokula devam eden üç çocuk babasıyım. Çocuklarımın eve dönüş saatlerini anneleri ile heyecanla paylaşarak bekleriz. Özel bir vasıtamız, özel bir korunmamız yok. Halkımızdan bir kişi ve aile olarak sade yaşarız. Halkımızın geniş bir kitlesinin taşıdığı istek, endişe, değerlendirme ve mutluluk duygularından farklı bir dünyamız yok.
Bu dünyanın en büyük dileği gerçekten mutlu olmak için hudutsuz olanaklara sahip bu ülkede, düşmanlık duygularına dönüşecek görüş ayrılıklarının mutlu bir sonuca ulaşmasıdır.
Bu dileğin giderek yaygınlaşması ülkemizin geleceği açısından ümitleri güçlendirir. Ben bu arzuların yaygınlaştığı kanısını taşıyarak yeni yıl için gerçekten umutlanıyorum. Halkımızın güven ve esenliğine atfettiğimiz önem, her türlü hizmet anlayışının da ötesinde üzerinde özenle durulacak bir hizmet konusudur.Muhterem İstanbulluların yeni yıllarını huzur ve güven içinde geçirmeleri dileklerimi tekrarlar, kutlarım.
Sayın Demirel! Uzun lafa ne gerek. Cumartesi günkü sonucun doğruluğunu ispatlamaya sadece bunlar yeter. Bağrı yanık bir baba ve de «devletsin İstanbul’daki en büyük temsilcisi bakın neler diyorlar…
Anlıyor musunuz? Meşru zemin içinde geldiniz, gittiniz ve meşru zemin içinde yine gelebilirsiniz. Ama bir daha böyle gelmeyin!
1 note
·
View note
Photo
Bazıları Sıcak Sever, Bazıları Da MC'yi
Eğer bu hükümetin başına bir hal gelirse, zinhar Süleyman Beyden, Türkeş’ten, Erbakan’dan, şundan bundan bilmeyin. Eğer bu hükümet giderse, bilin ki dostlarının narına yanıp gitmiştir. Hem de hangi dostlarının?
Aklı evvel dostlarının… Önce kontrgerilla ile işe başladılar. Sanki çok gerekmiş gibi, daha ayağının tozunu silmeden hükümeti olmayacak sıkıntılara soktular. O yetmedi… Arkadan Eğitim Enstitülerini getirdiler.
“ille de faşistler dışarı atılmalı!” diyerek binlerce çocuğun sokaklara dökülmesini önerdiler. Hem de tafralarından yanlarına yaklaşılmayarak. “Görülmemiş direniş biçimleri uygularız!”
Bu da yetmedi. Son marifetle ortaya çıktılar. Üniversitedeki katliamı protesto edecekler. Elbette yüreğinde bir zerre insan sevgisi taşıyan, insanlıktan nasibini alan herkes bu katliamı protesto eder. Ama nasıl? Yollar kapatılacak, polisle çatışılacak, çocuklar okullardan çıkarılacak, dersler yapılmayacak… Bunun adı da faşizmi protesto… Bu hükümet faşist mi? Değil!
Hükümet, “Yapmayın bu işi” dememiş mi? Demiş! Hem de Başbakan hem de Milli Eğitim Bakanı televizyonda, radyoda söylemiş…
Ama aklı evvelin aklı bu kadar! Bu ortamda ortalığı karıştırmak kimin işine yarar?
Bedri’nin dünkü karikatürü ortada… Kim zil çalıp oynuyor, kim? Ama dedik ya aklı evvelin, aklı da bu kadar! Sonunda Ecevit’i bile isyan ettirip Ömer Seyfettin’in ünlü “Diyet” hikâyesini anımsatacak kadar. Hikâyeyi bilirsiniz…
Adam ünlü bir demircidir. Onun yaptığı, çeliğine su verdiği kılıçların üstüne yoktur. Bir gün hırsızlık iftirasına uğrar. Şeriat gereği sağ eli kesilecekken zengin bir kasap diyetini verip kurtarır ve kendisine köle yapar. Demirci ustasının hayatı bundan böyle cehennem olur. Zengin kasap yapmadığını bırakmaz ve her seferinde de “Senin sağ elinin diyetini ben verdim” der. Sonunda demircinin canına tak eder, sağ bileğini kütüğün üzerine kor, satırı bileğine indirir ve kopan elini kasabın suratına atar:
“Al diyetini!” Yürür gider… Ecevit de işte böyle isyan etmiştir:
“Biz iktidar oluşumuzu özgürlükçü demokrasiyi yaşatmak, iç barışa kavuşmak ve ülkenin gelişmesini toplumsal adalet içinde hızlandırmak isteyen halkımıza borçluyuz. Başka hiç kimseye ve hiçbir kuruluşa borcumuz yoktur. İktidarda kimseye ödeyecek diyetimiz yoktur. Daha önce başka ülkelerde başkalarının düştüğü tuzaklara düşmeye veya demokrasimizi o tuzaklara düşürmeye de niyetimiz yoktur. Türkiye’de demokrasi ve ekonomi, cumhuriyet tarihinin en ağır bunalım döneminden geçiyor. Böylesine ağır bir bunalıma karşın ülkemizde demokrasinin yaşayabilmesi her şeyden önce halkımızın demokrasiye bağlılığındandır.”
Ne diyeceksiniz?
Bazıları sıcak sever, bazıları da MC’yi… Birincisinden, İkincisinden ağızlarının tadını alamadılar, şimdi sıra üçüncü de… Allah onların ağzına tat, bize de kolaylık versin.
0 notes
Photo
Tarihi Anlatılarda “Kibbutz”
Kibbutz’lar… ‘Moşav’lar… ‘İsrail köyleri bunlar. Çöl ortasında, ya da verimli topraklarda tarım yapanların yerleri… İsrail modeli köyler. Önce Kibbutz’lardan başlayalım. Kibbutz grup demek.
Otuz kişi bir araya geldik Hükümete başvurduk. Hükümet bize el sürülmemiş bir arazi verdi. Çadırları kurduk ve Kibbutz’ umuzu hazırlamaya başladık. Malzemeyi devlet bize krediyle verdi. Gündeliklerimizi ise yine devlet ödüyor. İlk evlerimizi yapıyoruz. Evler bitince ekip biçmeye başlayacağız. Evleri bitirdik, tarıma geçtik. Ne ekeceğimizi devlet bildirdi. Şu kadar elma, şu kadar portakal, fidan dikeceğiz, şu kadar tavuk, şu kadar koyun, ya da inek besleyeceğiz. Kendimiz toplandık yöneticilerimizi seçtik. Her şey ortak burada toprak hepimizin, ağaçlar hepimizin, tavuklar hepimizin, üretim araçları hepimizin, sadece evler bizim. O da mülkiyeti bizim değil.
Oturduğumuz sürece bizim. Birlikte yemek yiyoruz, birlikte eğleniyoruz, çocuklarımız doğar doğmaz bakımevlerinde büyüyor. Akşam paydostan sonra çocuklarımızı görüyoruz. Onlarla oynuyoruz, seviyoruz, yatma saati gelince onlar da evlerine gidiyor. Kibbutz’umuzda her şeyimiz var. Plajımızdan yüzme havuzumuza, çocuk bahçemizden evimizdeki televizyona kadar. Yiyeceğimizi, içeceğimizi, sigaramızı, elbisemizi, ayakkabımızı, şapkamızı, çorabımızı Kibbutz veriyor.
Kibbutz’un esası şu: Herkes gücü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. Yıl sonu genel kurulu topluyoruz. Hepimiz oy sahibiyiz. Hesap kitap ortaya dökülüyor. Şu kadar mal ürettik, şu kadar para kazandık. Bu parayı ne yapacağız?
Traktör mü alalım, kümes mi yapalım, sinema salonu mu açalım, spor takımı mı kuralım, evlerimize kütüphane mi yaptıralım?
Herkes bir fikir atıyor ortaya? Mesela siz yılda iki çift ayakkabı az geliyor diyorsunuz, üç çift’olsun. Oya konuyor. Genel kurul kabul ederse o yıl üç çift ayakkabı alacağız. Birkaç kişi, daha çok kazanmalıyız, diyor, bir fabrika kuralım, mozaik taşı yapalım. Tartışıyoruz, oyluyoruz, kabul edersek mozaik fabrikasının yapımına başlıyoruz. Kibbutz’un ilk kuruluş günleri hariç, gündelik, haftalık, aylık, yıllık diye bir şey yok. Her ihtiyacı Kibbutz karşıladığına göre paraya ne gerek var? İşi yavaş yavaş büyütüyoruz. Kibbutz’a yeni üyeler gerek.
Kibbutz demek büyük bir aile. Aileye girecek yeni fertleri bir yıl deniyoruz, bir yılın sonunda yeni arkadaş bizim şartlarımıza uyuyorsa aramıza alıyoruz, uymazsa «Güle güle» diyoruz. Ya da tam tersi. O, ben bu hayatı yaşayamam, diyor ayrılıyor. Kibbutz’a! girmek de insanın isteğine bağlı, çıkmak da. İstediğin an, kaç yıllık Kibbutz üyesi olursan ol ayrılıp gidiyorsun.
Topluiğneden televizyona, yatak çarşafından halına kadar her şeyi Kibbutz karşıladığına göre paraya ne ihtiyacın var? Ama ‘yıl sonunda genel kurul toplantısında, «Canım biraz cep harçlığımız olsa» diyenler çıkabilir. Eğer kabul edilirse, yatırım için gerekli paradan onu da veriyoruz.
Kibbutz’larda her şey ortak ve herkes eşit. Amir, memur, üst ast yok. İş var, iş bölümü var.
Diyelim ki yaşlandınız, ya da hastalandınız.
O zaman ne olacak?
Siz hiç evinizdeki yaşlı babanızı, ya da hasta çocuğunuzu, karınızı sokağa atar mısınız?
Kibbutz da kocaman bir ev ve aile olduğuna göre…
Yaşadıkça orada kalacaksınız, yiyeceksiniz, içeceksiniz ve yararlı olmaya çalışacaksınız. Artık tarlada traktör süremiyor, portakal toplayamıyorsunuz, ama Kibbutz’daki arkadaşlarınızın kitaplarını da cilt yapamaz mısınız? Ya da kirli çamaşırları yıkayan çamaşır makinesinin başında durup, sökükleri dikemez, misiniz?
Diyeceksiniz ki hepsi iyi hoş, ama bu ürettiğimiz malları ne yapacağız.
İsrail ekonomisi kooperatiflere dayanıyor. Hisdadut denilen sendikalar konfederasyonunun tüketim kooperatifleri emrinizde. Ama isterseniz özel sektöre de satabilirsiniz. İsrail’de aracı ma-racı yok! Devlet fiyatları altı ay önceden tespit ediyor. Ürettiğiniz malı kimse, bu fiyatın altına alamaz. Ama yüksek fiyatla satabilirsiniz.Kibbutz bir ortak yaşama. Üretimde, tüketimde, mülkiyette her şeyde ortaklık. Ama istekle, zorla değil.
‘Fakat böylesine ideal görülen Kibbutz’larda, tarım nüfusunun ancak yüzde üçü veya dördü yaşıyor. İnsanlar her demokratik ülkede olduğu gibi İsrail’de de «mülkiyet» tutkularından vazgeçmiyorlar.
Kibbutz çocuklarına, Sabra dendiğini daha önce yazmıştık.
Nedir bu Sahraların özelliği? diye sorsanız şöyle anlatırlar :
Çocuk musluğu kendisi açar, elektrik düğmesini kendisi çevirir. Bu, şu demektir: Kibbutz bakımevlerinde çocuklar özel bir eğitimle yetişirler. Çocukların yaşlarına göre bakımevlerinin eşyaları yapılır. Sandalyeler onun boyunda, masalar onun boyunda, musluklar onun boyunda, elektrik düğmeleri onun boyunda, her şey ona uygundur. Sahralar evde yetişen çocuklar gibi, Anne musluğu aç, sandalyeme minder koy’ demezler. Her işlerini kendileri yapar. Bu onlara kişilik* kazandırır. Öyle bir kişilik ki, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek..
İlk Kibbutz’ları 1907 yıllarında Rusya’dan göç edenler çölde kurmuş. Fakat giderek bundan şikâyetler başlamış. Demişler ki:
Tamam anladık, herkes güçü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. İyi hoş ama ben, senden daha kuvvetliyim, daha becerikliyim, daha bilgiliyim, elim işe daha yatkın. O halde niçin seninle eşit ve ortak olayım. Ürettiğimiz değerde, bu eşitlik adil değil. Buna bir çare bulmak gerek.
0 notes
Photo
Eski Hikayelerimizden Derleme
Ucu, Kime Dokunur
Cumhuriyet Senatosu’nda içişleri Bakanlığı bütçesi görüşülüyordu. Oturuma başkanlık eden ‘Ihsan Hamit Tigrel, konuşan da CHP’li İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekataidi. Bekata “Huzur dan bahsediyordu. Huzursuzluğun çeşitli sebeplerini saydı ve günün konusuna temas ederek “Milletvekili ve Senatörlerin borçlarını faizsiz taksite bağlayan kanun bir huzursuzluk kaynağı olmuştur” dedi. Başkan İhsan Hamit Tigrel hemen müdahale etti : “Bakan bey! Bu husus sizin bütçenizi ilgilendirmez… Lütfen bütçeyle ilgili konuşun!”
Ufak bir not “İhsan Hamit Tigrel’in Ziraat Bankası’na 30 bin 782 lira 49 kuruş borcu vardır. Bu borç kabul edilen kanunla taksite bağlanmıştır.”
“Ali Efendi” Sancaka Kızdı
Haydarpaşa Askeri Hastanesinde bir hastabakıcı vardı. Ona kısaca Ali Efendi derlerdi. Yıl 1958, “Vatan Cephesi” daha yeni kuruluyordu. “Ali Efendi”yi de “WC”ye davet ettiler. “Girmem!” dedi. “Ben Halkçıyım!” Bu kadarla kalsa iyi! Hastanede hiç kimseden çekinmeden devrin iktidarı aleyhinde atıp tutuyordu. Nihayet işine son verdiler. CHP Üsküdar ilçe ‘İdare Kuruluna başvurdu. “Ekmeğimden oldum” dedi. “Hakkımı arayın” “Ali Efendi”nin durumu ile o zaman Parti Meclisi üyesi bulunan İlhami Sancar meşgul oldu. İşine iadesi için başvurmadık kapı bırakmadı. Amma muvaffak olamadı. Devir değişti. “Ali Efendi” başka bir ‘işe girdi; ihtilal oldu, Meclis açıldı, Hükümet kuruldu ve llhami Sancar Milli Savunma Bakanlığına getirildi. “Ali Efendinin inadı inattı. İlle de çıkarıldığı yere tekrar girecekti. ‘Kalktı Ankara’ya gitti. İlhami Sancar’ı buldu.
“Beyim sen Bakan oldun” dedi. “Hastane de sana bağlı. Emir ver de işime döneyim!” ilhami Sancar “Olmaz Ali Efendi” diye cevap verdi. “Sen haklısın! Amma ben seni işe alırsam, bana partizanlık yapıyorsun, derler. Ben Hakan olduğum müddetçe bu kapıdan içeri particiliği sokmam! Kusura bakma!
Şimdi “Ali Efendi” her gördüğüne “İlhami Bey”i şikâyet ediyor, “Bırak canım”diyor. “Hiç böyle de Bakan mı olurmuş!”
Parti Derler Adına Doyum Olmaz Tadına
Tahsin Demiray Meclis kürsüsünde son olaylarla ilgili olarak açılan genel görüşmede Adalet Partisi adına konuşuyor :
“Hani şu 1958 Mayısında kıyamet koptu ya efendim… 1958 Mayısında sinirler fevkalade gergindi. Muhterem kardeşlerim. Peki 1957 olsun. 1959 olsun… Fakat 1960 değil! Hani orada taşlar atıldı. Sayın İnönü burada, hatırlayacak… Topkapı vesaire… İnönü 19 Mayıs stadına gidecek… O zaman atladım Ankara’ya geldim. Biz seksenlik Ethem Beyi öne kattık. Evvela zamanın Başbakanına gittik. Biz mütareke teklif ettik. Gittik o tarafa da söyledik. O zaman 19 Mayıs stadyumuna gidilmedi.”
Tahsin Demiray, Genel Başkanı Gümüşpala’yı işaret ederek devam ediyor : Rumeli’nin paşası, yoktur kızın maşası. Şunun şurasında Orgeneral!” Tahsin Demiray, İçişleri (Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata’ya çatıyor : “İçişleri Bakanı neredesin? Neye biriktirdin bu suçları? Vaktinde kulağımızı çekecektin? Topla, topla, sonra bir partiye yükle… Hepimizi tongaya bastırdı… Olmaz böyle şey!”
Tahsin Demiray bu minval üzere devam eden konuşmasını bitirdikten sonra AP’liler hariç bütün milletvekilleri tarafından fasılasız iki dakika coşkun bir şekilde alkışlandı! AP’liler de kendisini tebrik etmek (!) için koridorda beklediierse de Demiray dışarı çıkmadı!
#daha önce duyulmamış gerçekler#duyulmamış gerçekler#garip hadiseler#Hababam hikayeleri#ilginç hikayeler#komik hikayeler#olaylar olaylar#türk hikayeleri#Türk olayları#türkiye hikayeleri
0 notes
Photo
Sıkıyönetim Halindeki Yaşanan Olaylar
Tarifname
Kimya Fakültesi öğrencilerinden iki arkadaş İstiklal Caddesinde yürürlerken yanlarına “«alkol duvarım» aşmış bir vatandaş yaklaştı ve eğilip sordu: “Abiler ateşiniz var mı?” Biri çıkarıp ateşi verdi: “Bir sigaranız da var mı?” O da verildi.
Adam sigarasını yakıp dumanı çektikten sonra sordu: “Abiler siz sosyalist misiniz?” Hoppala! Bu da nereden çıkmıştı? Adam sorusunun cevabını yine kendisi verdi: “Ateşi de sigarayı da hiç laf etmeden verdiniz de”. Bu da sosyalizmin yeni bir tarifnamesiydi!
Oh Çekince
Köylünün biri panayırdan eşek almış. Satıcı “İyi eşektir, hoş eşektir ama, deh çüşten anlamaz” demiş. “Ya ne yapacağız?” “Oh deyince yürür, amin deyince durur.”
İyi, demiş köylü «Ben de öyle yaparım.» Atlamış eşeğe ve başlamış «Oh!» çekerek köye gitmeye. Eşek her «oh»ta biraz daha hızlanırmış. Ama birden yolun ucunda uçurum gözükmüş. Eşek doludizgin uçuruma gidiyor. Köylü ne diyeceğini unutmuş. “Amini” dese duracak ama aklına gelmiyor. Eşekle birlikte uçurumdan aşağı uçacaklar. Tam uçurumun kenarına geldikleri sırada ne diyeceği köylünün aklına gelmiş. Bir “Amin!” çekmiş ki, yer gök inlemiş. Eşek de durmuş. Köylü bu sefer kurtulduğuna şükredip derinden bir “Oh” çekmez mİ?!..
İmam Efendi «Kolera» Demedi
Kolera kıtı yine dillere düştü. Geçen yıl adını koymamak için direnip durduğumuz koleraya karşı bu yıl «sözlü mücadele» yapılacak. Yani vatandaşlar öğütle uyarılacak. “ Şunu yapın, bunu yapmayın, şunu yeyin, bunu yemeyin!” denilecek. Vatandaşlarla birlikte, inşallah kolera da bu nasihatleri tutacak!
Geçenlerde aynıyla vaki bir kolera hikâyesi anlattılar. Hikâye İstanbul’un burnunun dibindeki bir ilde geçer. Kolera aşı ekipleri köylere giderler. Bir köye varıp imamı bulurlar : “Caminin hoparlöründen halka bizim geldiğimizi bildir. Kahvenin önünde toplansınlar, aşı yapalım.” İmam “Olmaz! diye itiraz eder. “Ben caminin hoparlöründen sizin geldiğinizi bağıramam!” “Niye?”
“ Kolera kelimesi gâvurcadır, caminin hoparlöründen gavurca kelime çıkmaz. Oradan sadece pzan-ı muhammedi okunur.” Aşı ekibi ımamı kandırmaya çalışır ama nafile! İmam bir türlü razı olmaz. Ekip başka köye gider ve dönüşte yine uğrar, imam hâlâ diretmektedir. Onlar da kahveye gidip isteyenlere aşı yaparlar. Aşıcıların geldiğini duyanlar tek tük sökün etmektedirler. Akşam olup hava kararmaya başlayınca aşıcılar kalkarlar, tam cipe binmek üzereyken birkaç kişi yollarını keser: Herkesi aşılamadan nereye gidiyorsunuz?” “Biz imama söyledik, hoparlörle duyursaydı.” “Biz onu, bunu bilmeyiz, bütün köy aşılanmadan bir yere gidemezsiniz.” Gidersin, gidemezsin, derken aşıcılar bir güzel dayak yeyip köyden alayı vala ile uğurlanırlar. “Zengin” ama çok zengin bir adam varmış.
Ve bu adam her gün bir Mercedes otomobil alırmış…Acaba niçin? Cevap : Belki İpinden bir Coca-Cola çıkar diye…
Çirkin Politikacı İşte Marifetin
Buyur bakalım çirkin politikacı! İşte marifetin ortada! Cumhuriyetin hiçbir devrinde, hiçbir kuvvet Türkiye’yi bu hale getirememişti. Monteni günah gibi ebediyete kadar sırtında taşı… Taşıyabilirsen!
Bana eğitim reformu, dediler, el altından çıkarcılarla anlaştın, uyuttun. Bana toprak reformu, dediler, eveledin ” geveledin, dil üstünde kaydırdın. Sosyal adalet dediler, “Müslümanım diyebilmek hürriyetinden söz ettin. “Devlet aşınıyor» dediler, cevabın, «Yürümekle yollar aşınmaz” oldu.
Taksim Meydanında irfanlar öldürüldü, cihad-ı mukaddesler ilan edildi, misak-ı milli sınırlan reddedildi, Türkiye halktan denildi, üniversitelerde, sokaklarda silahlar patladı, insanlar avlandı ve sen “dur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” safsatasını devlet felsefesi sandın.
Anayasa var, kanunlar var diyordun. O sözünü ittiğin anayasada, o yazılı kanunlarda devletin böyle idare edileceği de var mıydı? Bayramlarda huzuruna varıp göstermelik ceket ilikleyip, boyun kırdığın devletin kurucusuna kiminin “deccal”, kiminin «burjuva paşası» dediklerini sana söyleyen olmadı mı? Söylemez olurlar mıydı? Ama sen… Bak, seni, sana anlatalım.
Anlatmadan önce de bir gerçeği itiraf edelim: Yazarıyla, çizeriyle, düşüneniyle, bilim adamıyla, sade vatandaşıyla hepimiz bugünkü durumdan sorumluyuz. Kimimiz korkaklığıyla, kimimiz çıkarcılığıyla, kimimiz eyyamcılığıyla, kimimiz bugün ortaya çıkan sahtekârlığıyla, kimimiz de iyi niyetiyle… Ama sen hükümettin, her işin başı sendin! Ne demiştik? Sana, seni anlatalım, demiştik.
Dinle, belki hatırlarsın… Sıkıyönetim ilan edildiği günlerde Ankara’daydık. Sıkıyönetimin gerekçesi konuşuluyordu. Türkiye’yi bölme çabalan. Cumhuriyeti yıkma oyunları, iç savaş hazırlıkları… Birden lafa karıştın: “Bize de bunları söylemişlerdi!” Senden başka herkesin tüyleri diken diken olmuştu. Devlet koltuğundan ineli şunun şurasında kaç gün olmuştu ki! Biri dayanamadı:
Söylendi de» siz ne yaptınız?” “İnanmamıştık!” Sen zaten neye inanmıştın ki!
Felsefen buydu… Sen böyleydin işte! Böyle olduğun için de “Yurdumuz, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokuldu. Atatürk’ ün hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidi kamuoyunda yitirildi, anayasanın öngördüğü reformlar tahakkuk ettirilmedi ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürüldü.” Buyur bakalım şimdi! işte marifetin… Gününü gün etmeyi, herkese mavi boncuk dağıtmayı, devlet idare etmek sananların marifetidir bu!
Asiyab-ı devleti her kim olsa döndürürmüş… Döndürür zahir! Ama işte böyle döndürür. 14 yaşında bir masumun hayatı üzerinde oyun oynatacak insanlık dışı dramı hazırlayarak…
#ankara olayları#Enteresan olaylar#garip vakalar#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#olaylar olaylar#sıkıyönetim zamanında#Sıkıyönetim zamanları#türk hikayeleri#türkiyedeki enteresan olaylar
0 notes
Text
Öğüt Gibi Yaşanmış Olaylar
Bir Babadan Bir Oğula…
“Ey yüzkarası vatan haini, çulunu sudan çakarmış tazı. Ve ey Mao mukallidi köle ruhlu sapık. Haysiyet ve insanlıktan nasibini alamamış kefere. Ey yalancı, adi, diplomalı cahil. Şu birkaç satırı senin için yazmak rahatsızlığı içinde bulunan ben; şu hitap için geçen vakte acıyorum. Bunca fedakârlık, 30.00 lira gibi maddi yardımı senin diplomalı cehaletin için mi yaptık? Uyan, yeter melanetin?
Mao sapıklığından, yalancı ve düzenbazlıktan hemen dönüp tövbekâr olmazsan pişmanlığın sana fayda vermeyeceği ve hayatın boyunca hüsrandan kurtulamayacağın bir hal üzerinde otsun. İpinin pazara çıkarılacağını aklına koy. Bir tarafı sidik, diğer tarafı pislik sonu çuyuf olan sümüklü ve kafasız yaratık. Hakkın ebedi laneti üzerinde olsun. Dinsiz, beynamaz mahluk. Kendine gel, çeki düzen ver, tövbekar ol. Sana son ihtarım. Yalvarmaların para etmeyeceği bir hale gelmekten hemen ve ciddiyetle sakın. Şimdilik bu kadar.
Kimimiz oturup kına yakalım, kimimiz de yan gelip birbirimizi kutlayalım. Türkiye’yi işte bu hale getirdik. Bir babanın gencecik oğluna bu mektubu yazdıracak hale… Politikasıyla, gazetecisiyle, satılmışıyla, ahmağıyla, yazarıyla çizeriyle kına yakalım. “İşte marifetimiz bu!” diye.
Kanal Açtı Ağa Düştü
Şarkışla’da Deniz Gezmiş ile Yusuf Aslan’ı görüp yakalayan Bekçi Salih Yıldız’ın terfi ettirilerek polis yapılmasına şiddetle karşı çıkmaktayız. Hemen “Ayıp bu yaptığın!” diye itiraz etmeyin. Ne Şarkışla’yı görmüşlüğümüz, ne de çekçi Salih Yıldızla bir alışverişimiz var. Yalnız apaçık i haksızlığı önlemeye çalışıyoruz o kadar! Önce meseleyi şöyle bir özetleyelim. Bekçi Salih Yıldız ne yapmış? Şarkışla’da gece iki şüpheli kişi görmüş.
Onları kara-kola davet etmiş, ondan sonra da çıngar çıkmış ve Deniz Gezmiş’le Yusuf Aslan ele geçmiş. Böyle değil mi? Siz böyle bilin! Kazın ayağı ve de eşeğin kuyruğu hiç öyle değil! Önce meselenin aslını öğrenin de ondan sonra bekçi efendiyi polis yapın. Meselenin aslını astarını nereden mi, kimden mi öğreneceğiz? En yetkili kim mi? El insaf, derim size! Her ne kadar müstafiyse de anlı şanlı ve de pek namlı içişleri Bakanımız Haldun Menteşeoğlu ne güne duruyor. Bir kulak verin de dinleyin adamcağızı:
“Ben. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının işlediği suçların tadadını yapmayacağım. Bunu biliyorsunuz. Onu yakalamak için Ankara’da ve bütün Türkiye’de uyguladığımız asayiş sisteminin niteliğini kesin hatlarla özetlemek isterim. Uyguladığımız takip sistemi taramaya bazı yerlerde baskına, tacize tedirginliğe ve yol kesme gibi unsurlara dayalı bir sistemdir. Bu sistemin uygulanması, onları yer değiştirmeye mecbur edecek bir vasfı da taşımaktadır.
Yer değiştirdikleri takdirde, alınmış olan tedbirler ağma düşeceği tabii ve mukadderdi. Bu sistem hem Ankara’da bütün gücüyle uygulanmış, hem Türkiye’nin her tarafında Türk polisi ve Türk jandarması bu sistemi kendi çapında uygulamakta idi. Ankara’da bunların büyük bir yataklık ve himaye çevresine sahip oldukları tespit olunmuştur. Sistemimizin özelliği olan bir taktik de bazı yerlerde gevşemeler yaparak çıkmalarına imkân vermek ve kurulan tedbirler ağına düşmek idi. İşte bunlar da Ankara’nın boşalan bir kanalından çıkmışlar, fakat vatanın diğer köşesinde kurulan bir ağa düşmüşlerdir.”
Gözünü sevdiğim, Polis Teşkilatı değil, balıkçı takımı! Ne sistem, ne sistem! Önce kovalamışlar, sonra kanal açmışlar, daha sonra da Bekçi Salih Yıldız’ın eline ağı verip balığı çevirmişler. Bildiğimiz kadarla üç çeşit ağ vardır. Birine çevirme derler, birine dalyan derler, üçüncüsü de kepçe ağdır. Herhalde Bekçi Salih Yıldız’ın elindeki ağ kepçe cinsinden olacak. Savurmuş kepçeyi, hop yakalamış balığı!
Şimdi Bekçi Salih Yıldız’ın terfi ettirilmesine niçin karşı çıktığımızı anladınız mı? Yaptığı iş mi yani? Elindeki kepçe, kaçan balığı çevirmiş. Onu babam da yapar! Mesele balığı tedirgin edip kaçırmak, sonra kanala sokmak, oradan da kanalın ağzında birini bekletip ağa düşürmek. Bekçi Salih efendi polis olursa, koca Bakanları “tarzanları aslanları, kaplanları, yiğitleri ne yapacağız. Hadi polisi komiser, komiseri baş komiser, baş komiseri Emniyet Amiri, Emniyet Amirini Emniyet Müdürü yaptık. Ya anlı şanlı ve de pek namlı İçişleri Bakanını ne yapacağız. Onu da Başbakan yapamayız ya! Hem, zaten zavallıcık koltuğuna doyamadan gitti.
İşte Bekçi Salih efendinin terfi etmesine bundan karşıyız. Koca Menteşeoğlu’nun hakkının yenmesine razı değiliz. Zaten başına gelenler yeter. Bir de nispet yapar gibi Bekçi Salih efendiyi terfi ettirmeyelim de adamcağızı şeyden düşmüşe döndürmeyelim. Düşenin dostu yoktur ama… Bu kadarı da fazla!
FARK
Adam otomobiliyle bir şehirden birine gidiyormuş. Gideceği şehire birkaç kilometre kala lastiği patlamış. Arabayı kenara çekip tekerleği sökmüş, cıvataları jant kapağının içine koyup stepneyi takmaya başlamış. Birden arkasından gelen bir otomobil jant kapağına çarpmış ve kapak havaya fırlamış, içindeki cıvatalar da kaybolmuş. Adam beyninden vurulmuş. Şimdi ne olacak? Cıvataları nereden bulacak. Kara kara düşünürken karşıdaki binadan birisi bağırmış: Düşünüp durma yahu! Diğer üç tekerlekten birer tane cıvata sök, tak. Seni şehire kadar idare eder.”
Adam “Sahi yahu!” demiş. “Bunu hiç düşünmemiştim.” Adamın dediğini yapıp tekerleği yerine taktıktan sonra teşekkür etmek için başını kaldırmış. Aaaa akıl hastanesi. Adam da delinin biri olmalı. Şaşırmış ve akıl veren adama dönmüş:
“Yahu sen deli değil misin? Nasıl akıl ettin bunu? Adam da cevap vermiş: “Biz deliyiz beyim, deli; aptal değiliz. Aptallık başka şey, delilik başka şey.”
#Enteresan olaylar#fark edilmeyen olaylar#fark etmek#fark olayları#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#masal tadında olaylar#olay olay#olaylar olaylar#tükr tarihindeki olaylar#türkiyedeki yaşanmışlıklar#yaşamış olaylar
0 notes
Text
İnsanlığa Katkı Sağlayan Mucitler
Kari Friedrich Drais
Von Saverbronn baronu, Alman ormancısı ve mühendisidir. 1785’te Karlsruhe’de (Almanya) doğdu, 1851’de aynı yerde öldü. «Drezin» adıyla bilinen, bisiklete benzer bir taşıt aracını icat etti ve ilk modelini Paris’te sergiledi.
Baron Drais’in şöhreti, Paris’e kendisinden daha önce gelmişti, icat ettiği «drezin»iyle Karlsruhe – Strasburg arasındaki 75 kilometrelik yolu, o devre göre. 4 saat gibi kısa sayılacak bir sürede, yâni iyi bir yürüyüşçüden çok daha az bir zamanda aldığı biliniyordu. Nihayet, 1818 yılında, aracını herkesin görmesi için Paris’e getirdi. Bunun bir selesi vardı, tekerleği eklemli idi ve bir gidonla yönetiliyordu. Bu ancak düz olarak gidebilen, tahtadan bir çeşit at veya aslan olan selerifer’e (ilkel bisiklete) göre, büyük bir gelişmeydi. Bununla beraber Paris’liler, Baron’la alay ettiler. 40 yıl sonra ise, bisiklet (ön tekerleği pedalla döndürülerek giden bisiklet) denilen aracı daha çok beğendiler. Bu aracın, pedalları, nihayet, ayakların yerden kesilmesine imkân veriyor, fakat çok büyük ön tekerlek üstüne eğilmiş olan binici, sık sık düşüyordu.
Cyrus Hall McCormick
Amerika’li mucit ve sanayici, 1809’da Walnut Grove’da (A.B.D.) doğdu, 1884’te Chicago’da (A.B. D.) öldü.
Biçer düğerin ve tarım makinelerinin yapımına önayak oldu. Uçsuz bucaksız topraklarda yapılan tarımsal çalışmalar, birçok mucidin kafasında tarım araçlarını makineleştirmek fikrini doğurmuştu. İskoçya’lı bir papaz olan Bell, biçme makinesini icad etmiş ve Amerika’lı Hussey, bu makineye hızla gidip gelen dişli iki bıçak takarak, onun kesici kısımlarını daha mükemmel bir hâle getirmişti. Otomat bebekler yapmaya çok meraklı bir tamircinin oğlu olan McCormick, ilk biçer-döğeri tasarladı ve bu tasarısını geliştirmek için üzerinde devamlı olarak çalıştı. Yapılan ilk denemede makine, bir günde, on kişinin yapabileceği işi yaptı. McCormick, tarım işlerini sanayileştirerek köylünün daha iyi şartlarla çalışmasını sağladı ve topraktan elde edilen verimi büyük ölçüde artırdı.
Fuchs
Leonhart Fuchs, Alman botanikçisi, 1501’de Wemding’de (Almanya) doğdu, 1566’da Tubingen’de (Almanya) öldü.
Bahçelerimizi süsleyen bir bitki cinsine (fuchsia) hdı verildi. Bilimle uğraşan meşhur alman ailesi Fuchs’lar arasında, botanikçi Leonhart Fuchs, özellikle uğraştığı bilim dalına yeni bir hamle kazandırması bakımından dikkati çekmiştir. Bitkiler alanında devrine kadar bilinenleri gözden geçiren ve ondan daha bilgili önceki kişilerin birçok hatâsını düzelten iki ciltlik •Bitkiler Tarihi» isimli1 bir kitap yazdı. Fuchs’un eserlerinin bilimsel üstünlüğünü ilgililer kabul etti ve Fransız botanikçisi Plumier 1700 yılları civarında Fransa’ya getirdiği, güzel kırmızı çiçekli amerikan bitkisine «fuchsia» (küpe çiçeği) adını vererek ona olan saygısını belirtti. Eskiden pamuklu kumaşları boyamak için kullanılan ve devrimizde biyoloji bilginleri tarafından yararlanılan «fuchsine» adındaki kırmızı renkli boyayıcı madde de, Fuchs’un ismini şerefle yaşatmaya devam etmektedir.
0 notes
Photo
Grayderin Yemeği
KEMAN
Kaptıkaçtı Silifke’den kalkmış Mersin’e gidiyordu. Arkada oturan ihtiyar bir köylü kucağında kırmızı beze sarılmış bir şeyi sıkı sıkıya tutuyordu. ‘Bütün dikkatini ona vermiş örselenmesinden, zedelenmesinden korkuyordu. Yolculardan biri merak etti sordu: “Hayrola baba!” dedi. “Nedir kucağındaki? Kırılacak bir şey mi?” İhtiyar sakin sakın cevap verdi :
“Keman!”Bütün yolcular şaşırdı. İhtiyar köylü kemandan ne anlardı! Çalmasını nerden öğrenmişti. Soruyu soran bu defa laf olsun diye, bu yolculuk başka türlü geçmez! Çal da dinleyelim!” deyince ihtiyar başladı gülmeye. «Ne çalması oğul!» dedi. “Keman çalmak kim, ben kim! Bu pazara torunumun düğünü var. Silifke’ye vardım, bir çalgı takımı tuttum. 50 lira da kaparo verdim. Ne olur, ne olmaz bakarsın gelmezler. Hem ele güne rezil oluruz, hem de kaparo yanar. İyisi mi kemancının kemanını rehin aldım. Gelmezlerse keman da benim olur!”
GRAYDERİN YEMEĞİNİ MERAK ETTİ
Hakkâri’nin Dize köyüne ilk gelen motorlu vasıta grayder olmuş. Köylüler merakla makinenin etrafına toplanıp, bir süre hayretle seyretmişler, sonra sormuşlar: “Bu neye yarar?” Teknisyenlerden biri «Yol yapar!» demiş, «Köyünüzün yolunu yapacağız!»
Köylüler buna çök sevinmişler ve grayderin orasını burasını elleyip, sevip okşamışlar! Makine çalışmaya başladıktan sonra bir köylü teknisyenlere, «Kusura kalma bey! diyerek yaklaşmış ve “Bu zavallı güneyin altında çalışıp durur, ne yer ne İçer acaba? Teknisyen gayet ciddi bu soruyu da cevaplandırmış $ “Öğleleri bir bakraç yoğurtla, altı tane yumurta yer ve ayran İçer!” Öğle paydosunda köylü elinde “grayderin yemeği” teknisyenin yanına gelmiş, “Getirdim bey!” demiş, “bir iki salkım da üzüm kopardı mİ”
AL ŞU 20 LİRAYI
Sarıyer Hâkimi Ferhat Dömeke, İki yıldan beri devam eden bir alacak davasından hayli bunalmıştı, bir celsede tanık gelmiyor, öteki celsede davalı gelmiyor ve duruşma bir türlü bitmiyordu. Ni’hayet son celsede Hâkim Dömeke, alacaklıya :
“Kuzum» dedi, “Senin kaç lira alacağın var?”
Alacaklı boynunu büküp cevap verdi “20 lira efendim.” Hâkim Ferhat Dömeke bir an düşündü, sonra elini cebine atarak iki on liralık çıkarttı: Al şu yirmi lirayı” dedi. “Ne sen uğraş, ne de ben.”
ÖRDEK YAHNİSİ GÜZEL YEMEKTİR
Otobüs Haymana’dan Ankara’ya geliyordu. Arkada duran muavin yolun kenarında dört beş kişinin beklediğini görünce şoföre bağırdı: “Usta! Birer liradan beş ördek var alayım mı?” Şoför başını çevirmeden cevap verdi:
“Al bakalım!” Yolculardan bir İhtiyar ayağa kalktı arkaya döndü ve şoför muavinine beş lira uzattı bana da beş tane alıver evladım” dedi. “Çok ucuzmuş! ördek yahnisi de, hani pek güzel olur!” MEMUR KÂĞIDI ÇEKİP KOPARDI
Fethiye’nin Doğanlar ‘köyünde yıllarca önce iki çocuk vardı. Bu iki çocuk o yıl İlkokulu bitirmişlerdi. Köy yeridir orası, ilkokuldan sonra okumak haram ^sayılır gibi bir şeydir. Ama iki çocuk okumayı kafalarına koymuşlardır. Babaları onlardan okumak değil, çifte çubuğa bir el atmalarını beklemektedir. Köyden kaçarlar. Kalkar Antalya’nın Elmalı ilçesine gelirler. Ortaokula yazılırlar. Aylığı altı liraya bir oda tutarlar. Yazları sığır çobanlığı, ırgatlık yapar ve kazandıkları para ‘ile okulu bitirirler, ©iri askeri lise imtihanlarına girer, kazanır. Diğeri sağlık muayenesini kaybeder. Artık yolları ayrılmıştır. Biri sivil, biri askerdir. Sivil olan Antalya Lisesine devam eder. Görmediği iş yoktur. Ne iş bulsa çalışır ve lise son sınıfa gelir. Garsonluk, yol işçiliği, amele kâtipliği her işi yapar. Nihayet lise bu yıl biter. Kalkar İstanbul’a, gelir. İstanbul büyük şehirdir. İstanbul küçük insanları yutan şehirdir. Üniversite imtihanlarına girer. Karnına günlerden beri bir kaşık sıcak çorba girmediği halde hem Hukuk, hem de İktisat Fakültesinin sınavlarını kazanır. İktisadı tercih eder. Bir taraftan da iş aramaktadır. Ama iş nerede? Geceleri üniversite bahçesinde yatmaktadır. Nihayet bir iş bulur. Sultanahmet’teki İşçi Sigortaları Hastanesi inşaatında yağlı boyacıdır. Artık yatacak yeri de vardır. Yatağını inşaata serer. 15 gün önce iş biter! Yine açıktadır. Bir yöne doğru itilmektedir. Kendi kendine mücadele eder.
Boşa kor dolmaz, doluya kor almaz. Kararını verir. Bir arkadaşından 25 lira borç alır ve doğru Marmara Sinemasının gişesine gider. Artık Bilet karaborsacısıdır. Dört günlük kazancı 36 liradır. Beşine) gün Belediye Zabıtası memuru onu yakalar. Bir anda her şey yıkılmıştır. Sığır çobanlığı, garsonluk, inşaat işçiliği, ciltlerle kitap, imtihanlar, üniversiteye giriş… Her şey ama her şey gözünün önünden akıp gitmektedir. Karakolda memur kâğıdı makineye takmış, ifadesini almaktadır. Birden boşanır… Hikâyesi bittiği zaman memur da hıçkırmaktadır. Kâğıdı makineden çekip yırtar ve onu elinden tutup bize getirir. “Benim gücüm buna yetti» der, «Ancak makineden kâğıdı çekip koparmaya”.
Kopan makinedeki kâğıt değil, onun hayat hikâyesinden bir yapraktır. O yine yalnız, o yine işsiz, o yine İşsiz, o yine çaresiz, o yine Türkiye’deki yüz binlerden biridir, o yine yüzüne kapanan ‘kapıların ardında bir an duraklamakta ve yine başka kapılardan içeri girerek “!İş arıyorum efendim.” demektedir. “Ne iş olsa yapanım!”
0 notes
Photo
YEŞİLÇAM VE AYLON SOKAKLARI NİSUAZ PASTANESİ
Bazı eski sinemaların (Melek, Emek, Opera, İpek, Ar) ve yapım şirketlerinin olduğu, bu yüzden de adını Türk sinemasına veren Yeşilçam Sokağı’ndan sapalım. Buranın da eski adı Yeşil Sokak’tı. Kimler geçmedi ki bu sokaktan… Sol tarafta, Emek Sineması’nın yerinde İstanbul’un ilk paten pisti bulunuyordu. Sağ taraftaki sinemaların en bilineni Saray’dı. Saray’ın yerinde yeller esiyor ama az ilerisinde Sinepop hâlâ duruyor. Tabii ilk açıldığı günlerde, yani 1943’te adı Ar Sineması’ydı. Sonra, Yeni Ar, 1973’te de nihayet Sinepop oldu. Sokak, Tarlabaşı’na doğru devam ediyor. Yeşilçam’m tam karşısında bugünkü Ayhan Işık Sokak’ın bir köşesinde Della Suda Eczanesi, diğer köşesinde de Nisuaz Pastanesi bulunuyordu.
1847 yılında açılan Della Suda Eczanesi, İstanbul’un ilk eczanelerinden biriydi. Sahibi François Della Suda, 1826 yılında annesinin ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş bir İtalyan’dı. Osmanlı ordusuna hizmet veriyordu. Önce devletin başeczacısı, sonra da paşa unvanmı aldı. Adını da bir süre sonra Faik Paşa olarak değiştirmişti. Faik Paşa ölünce ailenin diğer üyeleri Beyoğlu’nun çeşidi yerlerinde aynı adı taşıyan eczaneler açtılar. İstanbul’un İtalyan karakteristiği en yoğun sokaklarından biri olan Çukurcuma’daki Faik Paşa Sokağı, admı bu ünlü eczacıdan almıştır.
Nisuaz’a gelince… Nisuaz Pastanesi, 1920’li yıllarda, günümüzde Garanti Bankası’nın bulunduğu köşede açılmıştı. Müdavimleri arasında Orhan Veli, Salah Birsel, Necip Fazıl, Sait Faik, Avni Arbaş,İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılar vardı. Nisuaz, özellikle Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu adlı denemesinde Salah Birsel tarafından sayfalar dolusu anlatılmıştır. İçinde küçük bir Atatürk büstünün de olduğu mekanda siyah elbise-beyaz önlüklü şık Rus kızları ve şuh bakışlı Rum kadınları ellerinde tepsilerle müşterilerin etrafında pervane olurlardı. Nisuaz’m yaz spesiyalitesi o zamana kadar İstanbul’da bilinmeyen buzlu kahveydi. Kışın soğuk günlerindeyse borç çorbası çıkardı. Nisuaz, 1950’lerde kapandı, binası da kapanışını takip eden senelerde yandı.
Taksim yönüne doğru yürüyüşümüze devam edelim. Az ileride, üst kısmında antik dönem kaynaklı mitolojik hayvan figürlerinin, girişinin iki yanında da birer heykelciğin bulunduğu, bugünlerde kapısına kilit vurulmuş olan Alkazar Sineması’m görüyoruz. Caddedeki en eski sinemalardan birisi olan Alkazar Sineması 1920’lerde açılmıştı. Alkazar, özellikle 1930’lu yıllarda Frankeştayn ve Drakula benzeri korku filmleriyle ün yaptı. Uzun yıllar kapalı kalan sinema 1990’lı yıllarda Onat Kutlar’ın çabasıyla yeniden açıldı. Özellikle gösterime sunduğu bağımsız filmlerle bilinen sinema 2010 yılının Mart ayında izleyicilerine perdelerini son kez kapattı. Alkazar Sineması ile aynı adı taşıyan pasaj ise 1880 tarihinde yapılmıştı ve Alyon (Alleon) Geçidi olarak biliniyordu. Alyon Geçidi, adını Fransa’dan İstanbul’a göçen Antuan Afyon’dan (Antoine Alleon) alıyor. Diğer iki kardeşiyle birlikte bankerlik sayesinde zengin olan Antuan Alyon, İstanbulluların dilinde “Alyon kadar zengin” tabirinin yer etmesine yol açmıştı. Aile fertleri zaman içinde teker teker Fransa’ya döndüler ve orada öldüler. Ancak çoğunun cenazesi İstanbul’a getirilerek Feriköy deki Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Geçit, arka sokaktaki tanınmış Dostlar Birahanesi’ne açılıyordu. Alyonlar’dan geriye kendi adlarını taşıyan Alyon Geçidi Sokağı kaldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında nominalist politikayla sokak adlarının değiştirilmesi gündemdeydi. Grand Rue de Pera’nın İstiklal Caddesi yapılması gayet anlaşılırdır, doğaldır. Anlaşılmaz olan ise orada yaşayan kişilerden veya bulunan binalardan adını almış sokakların adlarının değiştirilmesidir. Levanten ailelerin isimlerini almış sokaklar da bir şekilde Türkçe’ye dönüştürüldü.
Alyon Sokağı’nın adı Gazeteci Erol Dernek olurken, önceki bölümlerde gördüğümüz Glavani Sokağı’nın adı Kallavi’ye, Balyos Sokağı’nm adı da Balyoz’a uyarlandı. Tarihin izlerini silmeyi, sokak isimlerini kafamıza göre değiştirmeyi öyle görünüyor ki bir yere kadar başarabiliyoruz. Bugün bildiğimiz Hava Sokak’m adı, muhtemelen Türkçe olduğu zannedilerek bırakılmış; halbuki Hava, Halepli Hıristiyan Arap bir ailenin soyadı!
0 notes
Photo
Beyaoğlu’nun İhitşamı ve Romantizmini Yaşamak
Beyoğlu, her ne kadar eski günlerindeki romantizmi ve ihtişamını yitirmiş olsa da halen onu ayakta tutan bazı tatlar sayesinde geçmişini yaşamayı sürdürüyor. Rejans da bu tatlardan bir tanesi. Hem yetmiş yıllık kendine has ortamı ve dekoru hem de sürekli yenilenen ve gelişen mutfak kültürünün lezzetiyle siyasi buluşmalara, sanatsal sohbetlere ve sevgiliyle başa baş yenen yemeklere tanık olmayı sürdürüyor.
1917’deki Rus İhtilalini izleyen yıllarda Rusya’dan kaçıp İstanbul’a sığman Ruslar, İstanbul’da çok sayıda Rus lokantası açmıştı. O dönemde, Beyaz Ruslar diye adlandırılan bu grubun sayısı yüz binin üzerindeydi. Beyaz Ruslar Kızıl Ordu’ya başkaldıran Daniken ve Vrangel’in yandaşlan oldukları için kızıl karşıtı anlamında bu şekilde adlandırılıyordu. İstanbul’a yerleşen Beyaz Ruslar çeşitli meslekleri başarıyla icra etmekteydi. Marangozluktan şoförlüğe, dadılıktan sekreterliğe çeşitli işlerle varlıklarını sürdürmeye çahşan Beyaz Ruslar kısa zamanda İstanbul’da Maksim (Maxim), Moskovit (Moscovite), George Karpiç (Carpitch), Medvied, RozNuar (Rose-Noire), Splen-did, Cherezade, Novotni, Kievski Ugolok, Kit-Kat, Causasse-Dulber, Sarmatov, Dore ve Rejans gibi çok sayıda lokanta açmışlardı. Tüm bu lokantalardan geriye sadece bir tanesi kalabüdi: Rejans (Regence).
Beyoğlu’nda 1804 yılında yaptırılan Panayia Kilisesi’nin iki yanında oluşan Olivo Geçidi ile Panayia Geçidi (Emir Nevruz Sokağı) arasında yer alan Rejans, İstanbul’un en eski ve en büinen Rus lokantası olma özelliğini yetmiş küsur yıl sonra dahi koruyor. Şimdi gelelim Rejans’ın tarihine… 1920’li yılların başında, şimdiki Rejans Lokantası’nın bulunduğu yerde, Triamon Palas adı altında bir birahane ve lokanta bulunuyordu. Triamon Palas’ın bahçesi yoktu. Lokanta açıldıktan kısa bir süre sonra, 1921 yılı içinde Mihail Mihailoviç tarafından devralındı. Ancak, Mihailoviç burayı dekore etmek için gerekli sermayeyi bulamadı. Aynı dönemde, Berthet isimli bir Fransız, İstiklal Caddesi üzerinde Tophaneli Rıza’nın restoranını satın alarak Fransız havası taşıyan lüks bir lokal açtı. Bu lokalin adı “La Regence, Cafe-Restaurant-Glacier Maison Française” idi. Berthet’in işleri de istediği gibi gitmeyince La Regence’i 1923 sonlarına doğru Mihailoviç’e devretti ve Mihaüoviç de 1924 yılında şimdiki Rejans’ı “Turkuaz” (Turquoise) adıyla açtı. Mihail Mihaüoviç, daha sonraları Tevfik Manars, Vera Chirik, Veronika Protoppova’yla ortak olarak Olivo Geçidi’ndeki yerini yeniden dekore ederek Turkuaz’ı, “Rejans Kahve, Lokanta ve Çiçek Bahçesi” adıyla yeni ve bugünkü yerine taşıdı. 1,932 yılının Mayıs ayında açılan Rejans kısa sürede İstanbul’un seçkin kesiminin uğradığı, müzikler ve danslar eşliğinde Fransız, Türk ve Rus mutfağının en lezzetli yemeklerinin sunulduğu mekan olarak ün kazandı.
1930’lardan günümüze Beyoğlu’nun tarihine de tanıklık etmiş olan Rejans, İsmet İnönü’den Atatürk’e dek birçok inşam ağırladı. Rejans, mutfağının çeşitliliğine rağmen özellikle Rus mutfağındaki başarısı nedeniyle, bir Rus lokantası olarak bugüne geldi. Bunun nedeni, kurucularının Bolşevik Devrimi sırasında Rusya’dan İstanbul’a kaçan Beyaz Ruslar’dan olmasıydı. Rejans’ı kuranlar, Rus Devrimi’nden kaçan anti-komünistlerdi. Ancak, mekan yıllarca bir Rus lokantası olarak Türk solunca da benimsendi.
Rejans’ın mönüsünde neler vardı, şöyle bir bakalım. Rejans’m olmazsa olmaz içkisi sarı votkaydı. Limon kabuğu zanyla aromalandı-nlmış votkayı orta halli Rus aüeleri konuklarına ikram ederlerdi. Votkanın limonlusu dışında kızılcıklı, acı biberli, enginarlı, vişneli çeşitleri de vardı. Ana yemeğe geçmeden önce seçenek olarak “borç” (bortsch) çorbası sunulurdu. Bu çorba, adını Rus kadınlarının zor dönemlerde komşularından ödünç aldıkları malzemeyle yapmasmdan alıyor. Bu malzemeler, domates, lahana, patates, pancar, ekşi krema ve et olabiliyor. Ana yemeklere gelince; “böf straganof’ (boeuf stra-ganov) klasik bir Rus yemeği olarak her zaman menüde vardı. 19. yüzyılın sonlarında Kont Straganov’un aşçısı tarafından yaratılan böf straganof, ince şeritler halinde kesilmiş dana etinin özel sosuyla servis edilmesinden oluşuyor. Böf straganof dışında, özel yağsız ördeğin çeşidi sebzeler ve otlarla çeşidendirilerek altı saat pişirilmesi sonucunda oluşan elmalı ördek, sarımsaklı kızarmış ekmekle bol yağda kızartılmış tavuktan yapılan, asıl adı kievski kotiet olan ama kısa adıyla kievski (kievsky), hamura bulanmış çeşitli sebzelerden yapılan ünlü Rus böreği piroşki (pirochki), marmelat ve pudra şekerli Rus usulü krep palaçinka (palachinka) ve Rusların çok sevdiği bir tadı olan merenj (mereng) de Rejans’m mönüsündeki diğer tadardı.
Rejans’taki dördü ortaklık önce Veronika Protoppova’nm ayrılarak yurtdışma gitmesi, daha sonra da Tevfik Manars’ın kendi hissesini gene bir Rus göçmeni olan Abdurrahman Şirin’e satmasıyla bozuldu. Abdurrahman Şirin ölünce hissesi kız kardeşine, onun ölümü üzerine de oğlu Selim Taygan’a kaldı. Mihaü Mihaüoviç’in 1971 yılında ölmesiyle varislerinin ortaya çıkması ve Vera Chirik’in de hisselerini satmasıyla Rejans bir dönem karışık günler geçirdi. Tüm bu olanlara 1976 yılındaki yangın da eklenince bir süre kapalı kaldı. Lokanta onarılarak 1977 yılında yeniden açıldığında yeni sahipleri artık Selim Taygan ve Nüvit Sezener’di. Yenilenmiş haliyle geçtiğimiz yıla kadar hizmet veren Rejans lokantası belki de bir daha açılmamak üzere kapılarım müşterilerine kapattı.
#Beyoğlu#Beyoğlu gezisi#Beyoğlu İstanbul gezisi#Beyoğlu rejans#Beyoğlu turu#beyoğlunda bir tur#İstanbul Beyoğlu gezisi#mihaü mihaüoviç#nüvit sezener#rejans#rus böreği Beyoğlu#vera chirik
0 notes
Text
Şişe Mantarı, Muşamba ve Plastik Maddeler
Şişe Mantarı
Akdeniz bölgesinde yetişen bazı cins meşe ağaçlarının, yağmura, kuraklığa, sıcağa ya da soğuğa karşı koruyan kalın kabuklan vardır. Bu kaim kabuğa “mantar” denir. Bu maddeden şişe mantarı, balık ağı mantan ya da mantarlı muşamba yapılır.
Ağaçların gövdelerini ve köklerini kapla, yıp örten koruyucu maddeye “mantar” adı verilir. Bazı ağaçların üzerindeki bu mantar tabakasının kalınlığı 3, hatta 4 santimetre olur. Bu kabuk her on yılda bir kaldırılarak sökülüp alınır, yeniden gelen mantar eskisinden daha güzel, daha muntazam olur. Bu tabakalar işlenmeden önce suya yatırılıp yumuşatılır. Sonra da kesilerek silindir biçimi mantarlar, özel biçimli şampanya şişesi mantarları, ısı kaybına engel olmak İçin koruyucu madde levhaları yapılır.
Muşamba
Eski bir döşemeyi hem göze çirkin görünmekten kurtarmak, hem de kullanışlı bir zemin elde etmek için yere muşamba döşemek kâfidir. Muşamba, üzeri düz olduğu için hem göze daha güzel gözükür, hem de kolayca silinip temizlendiği için bakımı kolaydır.
Günümüzdeki yapılarda yerleri hem çabuk, hem de ucuz bir şekilde kaplamak için pek çok malzeme vardır. Bunların birçoğu doğrudan doğruya beton döşemenin üzerine yapıştırılır. Başlıcaları, tahta mozaik parke, döşemelik yün kadife ya da plâstik karedir. Bu gibi yer döşemelerinin en eskisi “linoleum” denilen mantarlı yer muşambasıdır. Muşamba, keten yağımla karıştırılmış mantar tozunu keten çuval gibi kaba bir dokuma üzerine döküp sıvayarak yapılır. Üzerine mantarlı yağ sürülen bu geniş dokuma, sonra preslerden geçirilir. En kalın cins muşambalar gemilerde taban kaplaması olarak kullanılır.
Plastik Maddeler
Plastik maddeler, kimyagerler tarafından bulunmuş olan, kolayca kalıplanıp çekil verilen ya da İplik hâline getirilip kumaş gibi dokunabilen, kesilebilen ya da birbirine kaynaştırılan maddelerdir. Tahta, kömür, tuz ya da petrol gibi maddelerden yapılır. İlk plastik imâdeler, selûioit ya da kükürtle vülkanize edilerek sertleştirilmiş kauçuk gibi maddelerdi ve ancak belirli sayıda eşyanın yapımında kullanılırdı. Ama sentetik reçinenin keşfi, bu alanda çok değişik eşyanın yapılmasına yol açtı.
Ambalaj malzemesi, iplikler, kumaşlar ve eskiden tahtadan, madenden ya da camdan yapılan akla gelebilecek her şeyi. Plastik maddelerin ham maddesi tabiatta çok boldur. Kokkömürü gazı, tuz, selüloz, kireç, süt, bitkisel asitler gibi birbirinden çok farklı maddeler plâstik eşyanın yapımında kullanılmaktadır. Çağımız için “Plâstik Çağı” dense yeridir.
#Muşamba#muşamba nedir#plastik#plastik maddeler#şişe mantarı#şişe mantarı nedir#şişe mantarı nerelerde kullanılır
0 notes
Photo
Silo, Tohum ve Larva Hakkında Duymadığınız Bilgiler
Silo
Tarımla uğraşanlar tahıl, patates, pancar ve benzeri gibi ürünlerini saklamak için silolardan yararlanırlar. Bu ürünler siloda durdukları sürece filizlenip bozulmadıkları gibi kışın şiddetli soğuklarından da korunmuş olurlar.
Tahıl taneleri nemli bir yerde kalırlarsa mayalanıp ekşirler, hele devamlı olarak havalandırılmazlarsa kızışıp tutuşabilirler. Modern tarım kooperatiflerinde, mevsimine göre sıcak ya da soğuk havayla havalandırılabilen silindir biçiminde dev silolar bulunur. Bu silolara konan taneler zaman zaman hem hareket ettirilir, hem de havalandırılırlar. Hayvan yiyeceği olarak saklanacak pancarlar İse toprakta açılan büyük çukurlara konur. Normal ısısını devam ettirmek, aynı zamanda İçeriye yağmur sularınırr girip pancarları çürütmesini önlemek İçin çukurun üstü örtülür. İlkbaharda ağaçların dallarında yapraklar çıkar, çiçekler açar.
Bu yapraklar ve çiçekler çıkmadan önce, bir önceki yılın sonbaharında tomurcukların içinde meydana gelmişlerdir.
İlkbaharda, kupkuru dalların üzerinde yaprakların çıkmaya, çiçeklerin açmaya başlaması hemen herkesin ilgisini çeker de bir önceki sonbaharda tomurcukların meydana gelmesinin pek az kimse farkına varır. Bu tomurcuklar ya dalların uçlarında, ya da yaprak saplarının hemen altında meydana gelmişlerdir, içinde küçücük yaprakçıklar bulunan bu tomurcuklar, kışı, üzeri su geçirmez, koruyucu bir maddeyle örtülü kabukların İçinde geçirirler. Kuşkonmaz ve Brüksel löhanası gibi bazı bitkilerin uç tomurcukları sebze olarak yenir.
Tohum
Tohum, bitkinin üremesine yarayan kısmıdır. Yere düştüğü zaman filizlenir ve yeni bir bitki hâlinde sürmeye başlar. Ama henüz yeteri kadar kuvvetli olmayan bu yavru bitki gerekli besinini bir süre daha kendisini meydana getiren tohumdan alır.
Bitkilerin tohumları pekçok çeşit ve biçimde olur. Kirazın çekirdeği, buğdayın tanesi kahve bitkisinin kavrulup öğütülen içi, bezelyenin yenilen yuvarlacık tanecikleri hep birer tohum çeşididir. Tohum, bitkinin bir kökçük, bir filizcik ve küçücük yaprakçıklarından meydana gelen oğulcuğudur. En elverişli ortamı buluncaya kadar uzunca bir süre bozulmadan durabilir. Ama gerek toprak, gerek iklim yönünden elverişli ortamı bulunca içindeki oğulcuk çimlenir ve ana bitkinin tohumun içine depo ettiği besin maddeleri sayesinde gelişmeye başlar ve büyür.
Larva
Hayvanların büyük bir kısmı doğduklarında anne ve babalarına benzemezler Bunlardan bazıları yumurtadan kârtçuk ya da tırtıl hâlinde çıkar; büyüyünce sinek ya da kelebek hâline gelir. Bu tırtıl ya da kurtçuk biçimindeki hâllerine “larva” denir.
Genellikle larvalarla anne-babalarının yaşayış şekilleri birbirine hiç benzemez. Kız-böceği denen böceğin larvası su İçinde yaşar başkalaşım geçirdikten sonra havalarda uçuşan güzel bir böcek hAHne gelir. Su kenarlarında yaşayan, solunumunu bizler gibi havayla yapan kurbağalar ergin hile gelmeden önce tıpkı balığa benzeyen ve balıklar gibi suların içinde yaşayan küçücük tetarlar halindedirler. Larvalar çoğu zaman başkalaşım geçirmeden önce nemf hâlinde bir bekleme devresi geçirirler. İpek böceğinin kendine ördüğü bir kozanın İçindeki hâil, nemf hâlidir.
0 notes
Text
Menkul Kıymetler ve Sermaye İle Ekonomiye Bakış
Menkul Kıymetler
Menkul kıymetler, diğer deyimle “taşınabilir değerler” “hisse senedi” ve “tahvil” adı verilen kıymetli belgelerdir. Bunlar, bir büyük ortaklığa ödenen parayı gösterirler. Hisse senetleri, yıllık kâr; tahviller ise yıllık faiz getirirler.
Menkul kıymetler (taşınabilir değerler) «hisse senedi» ve «tahvil» denilen belgelerdir. Bunlar, menkul kıymetler borsasında alınıp satılabilirler. Hisse senedi, bir anonim veya komandit ticaret ortaklığı tarafından çıkarılan ve sermayenin bölünmüş olduğu payı gösteren ortaklık belgesidir. Bu belgenin sahibi kimse, her yıl, ortaklığın elde ettiği kârdan elindeki hisse senedine göre bir pay alır. Tahvil ise devletin veya bir ticaret ortaklığının ödünç para elde etmek amacıyla belirli bir sûre geçer li olmak üzere çıkardığı; değişmez bir yıllık faiz getiren ve vâdesi sona erince üstünde yazılı bedeli tahvil sahibine ödenen kıymettir.
Sermaye
Güzel bir ses, şarkıcının sermayesidir. Bir ev, sahibi için iyi bir meslek de çalışan için birer sermayedir. Para, değerli eşya, bir mal, bir kabiliyet hepsi birer sermaye yerine geçer.
İhtiyacı olan biri için faydalı eşyanın çok büyük bir değeri vardır. Ona sâhip olan için sermaye yerine geçer. Böyle bir şeye sâhip olan kimse ya kullanarak ya kiraya vererek ya da ihtiyacı olan bir başkasına satarak ondan yararlanır. Parası olan da parasını bir başkasına ödünç vererek ondan faiz alır. Mal-mülk almayı sağladığı için para da bir sermayedir. Bunun gibi parasını bir başkasına ödünç verenler, o parayı, belirli bir süre kullandığı için o kimseden bir miktar faiz alırlar.
#Menkul kıymetler#menkul kıymetler ne işe yarar#menkul kıymetler nedir#sermaye#sermaye nedir#sermaye nelerdir#sermaye nerelerde kullanılır
0 notes
Text
Üçlü Bilinmezlik Denklemiyle Bu Kimdir?
İrlandalı Kahraman Gulliver
Samuel Gulliver, Büyük başarı kazanan ve ilgi gören bir İrlanda romanının kahramanı, 1726 yılında Jonathan Swift’in kaleminden doğdu.
Hayali ülkelere olağanüstü yolculuklar yaptı. Gulltver’in yaptığı yolculukların amacı, okuyucuya İnsan tabiatının gülünçlüğünü ve toplumların aksak taraflarım göstermektir. Bu yergi türündeki romanın kahramanı önce lllliputa gider. Burada İnsanların boyu 30-40 santimdir; her şey küçüktür. Gittiği ikinci ülkede oturanlar ise 18-20 metre boyundaki devlerdir; orada her şey büyüktür. Gulliver daha sonra «uçan ada» ya gider. Burada uykuya dalmış, gülünç bilginler yaşar. Son yolculuğunu yaptığı ülkede oturanlar İse biçimsiz, kötü hayvanlardır. Akıllı ve mantıklı bir atın egemenliği altında yaşarlar. Svvitt’in bütün eserleri gibi Gulliver’in Seyahatleri de yergiler, taşlamalar, olaylarla doludur. Açık, sade ve çok canlı üslûbuyla çağının İngiltere’sini ağır şekilde eleştiren korkunç bir sosyal hicivdir.
Büyük Dev Gargantua
Olağanüstü bir iştahı olan devdir. François Rabelais tarafından ölümsüzleştirilen halk efsanelerinin (1534) kahramanı, Pisboğazlığına rağmen sağlam bir sağduyusu vardır.
Gargantua, Fransız Rönesans’ının en önemli yazarı François Rabelais tarafından kaleme alınmış «Büyük Gargantua’mn Akıl Ermez Hayatı» adlı romanın başkişisi olup halk efsanelerinin bir kahramanıdır. O da babası Grandgousier ve anası Gargamelle gibi sağlığı yerinde bir devdir. Doğar doğmaz, aileye büyük bir canlılık getirir. Aklın alamayacağı kadar bol yiyeceği gövdeye indirir, kimsenin yapamayacağı şekilde şarkı söyler, bağırıp çağırır, uyur. Her zaman keyfi yerinde olan bu devin kişiliğinde, çocuksu saflığın yansıra, büyük bir bilgelik görülür. Obur dev, yiyip içmeye olduğu kadar öğrenmeye de düşkündür. Oğlu Pantagruel’i en iyi okullara gönderir. Bu küçük dev de babasının yerini tutar, şölenlerde doymak bilmez iştahıyla aile geleneğini sürdürür.
Bozkurt Türklüğün Sembölü
Türklüğün sembolü, Türk mitolojisinde özellikle Göktürk hanedanının kökleriyle ilgili efsanelerde yer alan kutsal ve efsanevî varlık.
Bozkurt sembolü totemcilik çağının karanlıklarına kadar dayanır. İlk Türk imparatorluğunu kuran Hunların bayrakları üzerinde kurt başı sembolü vardı. Uygurların bayrağında yine bir kurt sembolü bulunuyordu. Oğuz Destan:’nda Oğuz Kaan’ın vücudu kurda benzetilmiştir. Efsaneye göre Göktürklerin ilk hakanı olan Asena, bir dişi bozkurttan türemişti. Eşsiz kudret sahibi olan bu hakan, rüzgârlara ve yağmurlara hükmederdi. Bir başka efsaneye göre. Göktürkler bir düşman kavmin saldırısına uğradı. Sonunda bir çocuk sağ kaldı. Düşman askerleri, çocuğun ellerini ve ayaklarını keserek bir bataklığa terk ettiler. Bir dişi kurt bu çocuğu besledi ve ondan gebe kaldı. Düşman hükümdarı, çocuğu öldürtmek İstedi. Fakat kurt, onu alıp bir mağaraya götürdü ve orada bir oğlan doğurdu. Daha sonra Türkler bu mağaraya Ulusu Koruyan Tanrı adını koydular.
#bozkurt#François Rabelais#Gargantua#Gulliver#Pantagruel#Samuel Gulliver#türk sembolleri#türklüğün sembolü
0 notes
Text
Davy Lambası, Pil ve Elektrik İle İlgili Faydalı Bir İçerik
Davy Lambası
Kömür ocaklarım bazen «grizu» adı verilen patlayıcı bir gaz kaplar. “Davy lambası” denilen özel bir lamba, patlama tehlikesi olmadan kömür ocaklarım aydınlatmakta kullanılır. Bu lambanın alevi tel bir kafes içinde olduğundan grizu gazı patlamaz.
Bu lambayı Davy adındaki (1778-1829) bir İngiliz kimyageri icat etmiştir. Lambanın alevi çok İnce bir madeni kafesin İçinde olduğundan, ateş dışardaki grizu gazıyla temas etmez. Ayrıca bu patlayıcı gaz etrafı kaplamaya başlamışsa patlama sadece tel kafesin içinde meydana gelir ve alev söner. Böylece emniyeti sağlamakla görevli ekiplere hemen haber verilir ve galerilerin havasını değiştirecek vantilatörlerin çalıştırılması istenir. Ayrıca madencinin akümülatörünü belinde taşıdığı, elektrikle yanan emniyetli özel madenci fenerleri de vardır. Bunlar aleviz olduğundan tamamen tehlikesizdir
Pil
Pil, kimyasal bir reaksiyonu elektrik akımına çeviren bir aygıttır. Hiçbir tepki göstermediği zaman pil; kullanılmış, bitmiş demektir. Elektrik pilini Volta adlı bir Italyan bilgini İcat etmiştir. Volta pili yapmak İçin ortası delik, tekerlek biçimindeki bakır ve çinko parçalarını, aralarına aba parçaları koyarak OatOate dizmişti. Bugün piyasada satılan piller, asitli eriyiği macunumsu bir madde İçine karıştırılmış olduğu İçin “kuru pil” diye adlandırılır. Fakat en verimli piller, sitil eriyiği sıvı Killinde olan Löklanşa Plilerledir. Zira sıvı hâlinde olan asitli eriyiği, kimyasal tepkiyi daha kolaylaştırır. Pillerle elde edilen elektrik akımı düşük voltajlı, düz akımdır. Piller; elektrik fenerlerini, radyoları ve elektrikle çalışan bazı âletleri çalıştırmakta kullanılır.
Elektrik
Pillerden, ya da dinamolardan elde edilen elektrik akımı, madensel tellerle nakledilir. Elektrik akımından evleri aydınlatmakta, ısıtmada ya da motorları çalıştırmakta yararlanılır.
Eskiler, iki kehribar parçasını birbirine sürterek statik elektrik elde etmeyi bilirlerdi. Bu kehribar parçalarını saçlara yaklaştırdıkları zaman saçların dimdik havaya kalk, tığını görürlerdi. Çok daha sonraları elektrik akımını üretmeyi ve bu akımı çeşitli alanlarda kullanmayı öğrendiler. Düz elektrik akımı kimyasal pillerle alternatif akım da manyetik jeneratörlerle üretilir. Elektrik yükü, yalıtkan bir devre üzerinde çok küçük elektronlar tarafından bir atomdan ötekine aktarılarak nakledilir. Hidrolik ya da termik santrallar elektrik üretme merkezleridir.
0 notes