Text
Kadinlar Sokaği ve Sanatçıların Tasviri
Marmaris’te Böyle Bir Sokak Mi Varmiş?
Bunu söyleyen doğma büyüme Marmarisli idi. Ama yaşı belki de çok kez gelip geçtiği bu sokağın ismini öğrenmesi için gençti. Ancak duyunca, sorulunca öğrenilecek bu gerçek aslında şehrimizle ne kadar ilgili olduğumuzu da gösteriyor.
Kadınların, İskele meydanından başlayan üç sokağın kesişerek Çeşme Meydam’nda birleştiği çarşıya girip alışveriş yapmaları ayıptı. Alışverişleri erkekler ya da evin çocukları yapardı.Mahallenin gençlerini göndermekte adettendi. Peki kadınlar gidecekleri yere nasıl giderlerdi? Kadınların ev gezmelerinin günlük yaşamın önemli bir bölümünü oluşturduğu Marmaris’te kadınlar hiç çarşıya girmeden de gidecekleri yere ulaşmak için bir yolu sıkça kullanırlardı. Kısa yalıdan, Tepe’den gelen kadınlar, Eski caminin yanından, şimdiki Kamil Okan’ın manav dükkanının önünden geçer, Sofra isimli restorana gelmeden dar bir sokağa dönerlerdi. Bu küçük sokak şimdi Mode Bravo isimli mağazanın yanından ana sokağa çıkardı. Buradan da postane sokağına, Yeni yol caddesine, Taşlığa giden pek çok sokağa dağılırdı. Zaten Marmaris’in tüm yerleşimi de bu alanlar içindeydi. Sofra’nın önünden yukarı devam edince de İrimiçi ‘ne girerdiniz.
Bu sokakların ve pek çok yerin ismini neden değiştirip kuru ve samimiyetsiz numaralandırılmalarını da hala anlayabilmiş değiliz doğrusu.
Eski yerlerin, noktaların tahribi, kaybolmasıyla-denizcilerin deyimiyle Kertezler (ketrez) de mi kayboldu? Ne dersiniz?
Sanatçılardan İpuçları…
Açılan sergilerle adeta bir sanat şehrine dönüştü İstanbul. Etkinliklerin hepsine yetişmek mümkün değil.. Önemli sergileri sanatçıların uyarıları eşliğinde gezmek isterseniz, harfleri izleyin yeter!
“Ben Sanati Seçtim”
Alman sanatçı Joseph Beuys’a sorarlar: “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?” “Ben sanatı seçtim” der kendisi. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ‘Joseph Beuys ve Öğrencileri – Deutsche Bank Koleksiyonu’ndan Seçmeler’ başlıklı sergi; anlatıyor aslında pek çok şeyi. Bunun için üşenmeden panoları bir bir okumalısınız.
Sergide, Beuys’a öğrencilerinden Peter Angermann, Lothar Baumgarten, Walter Dahn, Felix Droese, imi Giese, imi Knoebel, Katharina Sieverding ve Norbert Tadeusz eşlik ediyor. Sergi için son tarih 1 Kasım.
“Bu Bir Retrospektif Değil!”
Sarkis’in 50 yıllık sanat hayatını içerse de bir retrospektif değil ‘Site’. Öyle diyenlere çok kızıyor sanatçı.
Küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği serginin alamet-i farikasına gelince: Bitmemişlikte direnen, ucu açık ve çok katmanlı malzeme… Ve Sarkis’in hep yenilenen yerleştirmeleri, yıllardır biriktirdiği ve yaşattığı eserleri, giysileri, heykelleri, vitrayları ve neonları… Sanatçının sürekli yenileyeceği sergiyi gezmek için 10 Ocak’a dek İstanbul Modern’e gidebilirsiniz.
0 notes
Text
Kadinlar Sokaği ve Sanatçıların Tasviri
Marmaris’te Böyle Bir Sokak Mi Varmiş?
Bunu söyleyen doğma büyüme Marmarisli idi. Ama yaşı belki de çok kez gelip geçtiği bu sokağın ismini öğrenmesi için gençti. Ancak duyunca, sorulunca öğrenilecek bu gerçek aslında şehrimizle ne kadar ilgili olduğumuzu da gösteriyor.
Kadınların, İskele meydanından başlayan üç sokağın kesişerek Çeşme Meydam’nda birleştiği çarşıya girip alışveriş yapmaları ayıptı. Alışverişleri erkekler ya da evin çocukları yapardı.Mahallenin gençlerini göndermekte adettendi. Peki kadınlar gidecekleri yere nasıl giderlerdi? Kadınların ev gezmelerinin günlük yaşamın önemli bir bölümünü oluşturduğu Marmaris’te kadınlar hiç çarşıya girmeden de gidecekleri yere ulaşmak için bir yolu sıkça kullanırlardı. Kısa yalıdan, Tepe’den gelen kadınlar, Eski caminin yanından, şimdiki Kamil Okan’ın manav dükkanının önünden geçer, Sofra isimli restorana gelmeden dar bir sokağa dönerlerdi. Bu küçük sokak şimdi Mode Bravo isimli mağazanın yanından ana sokağa çıkardı. Buradan da postane sokağına, Yeni yol caddesine, Taşlığa giden pek çok sokağa dağılırdı. Zaten Marmaris’in tüm yerleşimi de bu alanlar içindeydi. Sofra’nın önünden yukarı devam edince de İrimiçi ‘ne girerdiniz.
Bu sokakların ve pek çok yerin ismini neden değiştirip kuru ve samimiyetsiz numaralandırılmalarını da hala anlayabilmiş değiliz doğrusu.
Eski yerlerin, noktaların tahribi, kaybolmasıyla-denizcilerin deyimiyle Kertezler (ketrez) de mi kayboldu? Ne dersiniz?
Sanatçılardan İpuçları…
Açılan sergilerle adeta bir sanat şehrine dönüştü İstanbul. Etkinliklerin hepsine yetişmek mümkün değil.. Önemli sergileri sanatçıların uyarıları eşliğinde gezmek isterseniz, harfleri izleyin yeter!
“Ben Sanati Seçtim”
Alman sanatçı Joseph Beuys’a sorarlar: “Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir?” “Ben sanatı seçtim” der kendisi. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki (SSM) ‘Joseph Beuys ve Öğrencileri – Deutsche Bank Koleksiyonu’ndan Seçmeler’ başlıklı sergi; anlatıyor aslında pek çok şeyi. Bunun için üşenmeden panoları bir bir okumalısınız.
Sergide, Beuys’a öğrencilerinden Peter Angermann, Lothar Baumgarten, Walter Dahn, Felix Droese, imi Giese, imi Knoebel, Katharina Sieverding ve Norbert Tadeusz eşlik ediyor. Sergi için son tarih 1 Kasım.
“Bu Bir Retrospektif Değil!”
Sarkis’in 50 yıllık sanat hayatını içerse de bir retrospektif değil ‘Site’. Öyle diyenlere çok kızıyor sanatçı.
Küratörlüğünü İstanbul Modern Şef Küratörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği serginin alamet-i farikasına gelince: Bitmemişlikte direnen, ucu açık ve çok katmanlı malzeme… Ve Sarkis’in hep yenilenen yerleştirmeleri, yıllardır biriktirdiği ve yaşattığı eserleri, giysileri, heykelleri, vitrayları ve neonları… Sanatçının sürekli yenileyeceği sergiyi gezmek için 10 Ocak’a dek İstanbul Modern’e gidebilirsiniz.
0 notes
Photo
Karadenizin Doğal Limanı Sinop
Adali Ruhu
Türkiye’nin en kuzeyindeki ince bir yanmada üzerine kurulan Sinop, zamanı telaşsızca tüketen sokakları ve neşeli insanlarıyla Karadeniz’de bir ada gibi.
Iğneada’dan Hopa’ya kadar Türkiye’nin kuzey kıyılarım adım adım gezmiş biri olarak ■H Karadeniz’de bu denli farklı bir kentle karşılaşacağımı düşünmemiştim. Samsun – Sinop yolundaki son yeşil tepeler geride kaldığında hiç bilmediğim bir adaya geldiğimi sandım. Yanılmamışım. Avrupa’nın en yaşlı ormanlarının ev sahibi Küre Dağları’nm vahşi doğasının ardında açılmamış bir istiridyeyi anımsatan Sinop’un her köşesi, sakin bir adanın huzuruyla doluydu. Onu keşfetmek için kendimi hemen sokaklara attım…
Avuç İçi Kadar Kent
İnsanın üzerindeki şehir yorgunluğunu alan bir havası var Sinop’un. Rıhtım boyu uzun bir yürüyüşe çıkıp seslere kulak verin yeter ki:
Balıkçı takalarının pat patları, kayalıkları döven dalgalar, esnaf selamlaşmaları ve bitmeyen martı çığlıkları… Zamanı telaşsızca tüketen sokak aralarında manzara farklı değil. İnsanı her daim sarıp sarmalayan rehavet duygusu hep baki. Şehrin üzerine kurulduğu minik yarımadanın kuzeyinde bulunan Boztepe’deki mahallelere ada deniyor ama Sinop’un her yeri ada gibi. Çevreye bakarak bile zamanı anlayabilirsiniz burada. Pastanelerden yayılan mis gibi nokul (yöreye özgü bir tür çörek) kokusu kahvaltı vaktini işaret eder. Otomobil seslerinin artması nasıl işe gitme saatlerini anlatıyorsa, sahil kahvehanelerinin hareketlenmesi de öğle paydosunu hatırlatır. Denizden dönen teknelerden kasa kasa balığın lokantalara taşınmasıyla akşamüstü saatleri gelmiştir artık. Mendirekteki ışık çakar gemilere selam durduğunda ise güneş denizin üzerini kızıla boyamıştır çoktan. Günbatımından önce kaleye tırmanıp Karadeniz’in sonsuzluğuna karşı seyre daldıysanız uzun uzun, akşam ziyafeti için liman çevresindeki restoranlara uzanmanın vaktidir.
Sinop’un Huzur Mekânlari
Çok değil 20 yıl önceye kadar bir sürgün yeri olarak anılan Sinop, havaalanı ve Karadeniz otoyoluyla bambaşka bir çehreye bürünüyor bugünlerde. 1990’lı yılların sonuna kadar yüz yılı aşkın süre pek çok şair, yazar ve düşünüre zindan olan Tarihi Sinop Cezaevi, bir müze ve film platosuna dönüşmüş. Artık fikirlerin tutsak edildiği bir hüzün kenti olarak anılmak istemiyor Sinop.
Hoşgörülü, rahat ve yaşama bağlı yöre insanı en çok da gençlerine güveniyor. Kentin bir eğitim, kültür ve turizm şehrine dönüşmesini gönülden destekliyorlar. Sinop Üniversitesi’nin Karadeniz’in en büyük üniversitelerinden biri haline getirilmesi projesi, kentte en çok konuşulan konular arasında.
Sinop’un dev bir üniversite kenti olmasına daha zaman var belki ama burası bir sanat şehri olmuş bile çoktan. Gençlerine sağladığı hoşgörülü ortam sayesinde sanatçı ruhları kendine çekmeyi başaran Sinop, ilkini 2006’da gerçekleştirdiği uluslararası bienalin üçüncüsünü düzenlemeye hazırlanıyor. Yöre insanı, Karadeniz’in en güzel kumsallarına ev sahipliği yaptıkları konusunda da hayli iddialı. İskandinavya fiyortlarını anımsatan kıyılarıyla Hamsilos Koyu, dalgalı deniziyle sörfçüler için eşine az rastlanır güzellikte olanaklar vaat eden ada manzaralı Akliman ve siyah kumlarıyla ünlü Karakum Plajı’yla Sinop, yaz aylarında kuzeyin Bodrum’u nicedir. Yakın çevresinde de beklenmedik zenginlikler saklı kentin. Sarıkum’un kayın ormanlarında gezinen yılkı atları ile dalgalı denize açılan pudra kıvamındaki kumullar gibi… Dilerseniz, Sarıkum Gölü’nden yaban kuşlarının havalanmasını izleyip zakkum ve zambak tarlalarının kokusunu içinize çekebilir, doğal koruma alanı seçilmiş ahşap evlerden oluşan eski köyleri ziyaret edebilirsiniz.
0 notes
Photo
Tümülüs Nedir ?
Tümülüs (Türkçesi: Höyük veya Kurgan) Latince bir sözcük olup (çoğulu tümüli), bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta Asya’da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu’da, Trakya’da, Orta Asya’da, Rusya’da ve Meksika’da rastlanır.
Traklar’ın mezarları bu şekildedir. Trakya’nın en görsel anıtları tümülüslerdir. Trakya’nın tek düze doğal yapısını süsleyen ve ona bir hareketlilik getiren tümülüslerin tam bir envanteri çıkartılmamıştır. Genel olarak mezarın üzerine yapılan her türlü yükselti tümülüs olarak adlandırılsa da, yapıldıkları döneme, tepenin ve mezar odasının biçimine, niteliğine, ölünün gömülüş şekline göre mezar tepelerinin değişen geniş bir çeşitlenmesi vardır.
Bir Tümülüs Odası
Mezarın yerini bir tepe ile belirleme geleneğinin bilinen ilk örnekleri Avrasya steplerinde, MÖ 4. binyılın başlarına aittir; kurgan olarak da adlandırılan bu mezar tepelerinin altında, ölü basit bir çukur ya da ahşap bir odaya yerleştirilmiştir. Bu geleneğin, steplerden gelen etki ile, Trakya’ya ilk olarak MÖ 3. binyıl içinde girdiği bilinmektedir. Trakya’nın Tunç çağ mezar tepeleri, daha sonraki dönemlerin tümülüslerine göre daha basık ve yayvan, çoğu kez de 2–3 m yüksekliğindeki tepeciklerdir; ancak
Bulgaristan’ da ender olarak yüksekliği 7 metreyi bulanlar da vardır. Tepelerin dolgularının toprak değil taş oluşturduğundan, bunlan “Taşlıtepe” olarak tanımlamaktayız. Bu tür mezar tepelerinde ölü, tepenin altındaki bir çukura, ve çoğu kez uzun olarak yatırılarak gömülmüştür. Tepenin değişik kesimlerinde münferit mezarlara da rastlanır. Taşlıtepeler tek olabilecekleri gibi, bazen tümülüs mezarlığı gibi, sayıları 30’u bulan topluluklar da oluşturabilir.
İlk Demir Çağ’dan itibaren mezar tepeleri daha sivri ve konik bir biçim almış, dolgularında taş ile birlikte killi toprak da kullanılmıştır. Demir Çağı’nın ilk kısmına tarihlenen mezar tepelerinde gene ayrı bir mezar odası yoktur; ölü toprağa açılmış ve ahşap ile kaplanmış bir odanın içine yatırılmıştır. Orta Demir Çağı’ndan itibaren mezar odası ya da taş lahidi olan gerçek tümülüsler görülmeye başlar. Bu tür tümülüsler için genellikle uzaktan görülebilen sırt ve yamaçlar tercih edilmiştir İkili ya da üçlü tümülüsler yaygın olmakla birlikte, tümülüs mezarlığı şeklinde sayıları dokuz ile otuzaltı arasında değişen gruplara da rastlanmaktadır. toplu tümülüs mezarlıklarının, daha eski bir kutsal alanın üzerinde yer aldığı görülmektedir.
Bintepe’deki Alyattes’in tümülüsü ile Nemrut Dağı’ndaki tümülüs Anadolu’nun bilinen en büyük tümülüsleri arasında yer alır. Frigyalılara ait tümülüsler de olmakla birlikte tümülüs yapımı daha çok Lidyalılar’da önem kazanmıştır. Aynı bölgede 100 Lidya tümülüsüne rastlanmıştır. Anadolu’nun en büyük tümülüsü olan Alyattes’inkinde 16 tonluk taş bloklar kullanılmıştır. Şamanist Türk ve Moğol boylarında ayrıca, Dünya Dağı’nı temsilen, “oba” adı verilen, taş yığınlarından kurgan (yapay tepe) oluşturma geleneği çok yaygındır.
0 notes
Photo
Mavi ile Yeşilin Buluştuğu Trabzon’da Yapılması Gereken Beş Şey
Yeşilin başkentlerinden biri olan Trabzon’un doğal güzelliklerini keşfetmenizi şiddetle tavsiye ederek yazıma başlamak istiyorum. Bu yazımda sizlere Trabzon ziyaretinizde yapılması gereken beş önemli şeyi aktaracağım. Tabi bu anlatımlarımla sınırlı kalmayınız. Yemyeşil doğası ile Karadeniz’in buluşması… Mavi ile yeşilin dansını seyredeceğiniz bu güzel atmosferde içinize çekeceğiniz tertemiz havasıyla bu anlatımda yer alan 5 faktörden çok daha fazlasını siz kendiniz yaratacaksınız…
Eğer bu yaz şehirde uzaklaşıp köy havasını içinize çekerek huzura doymak istiyorsanız, rotanızı Trabzon’a çevirebilirsiniz. Trabzon’a hızlı ve rahat ulaşmanın en iyi yolu uçak yolculuğu olacaktır. Ucuz uçak bileti bularak Karadeniz’in bu güzel şehrine doğru yola çıkabilirsiniz. Trabzon’a gidince ne yapmalı diyenler için 5 güzel aktiviteyi bir araya getirdim.
1 – Doğal Güzelliklerini Seyredin
Yeşilin ve mavinin en bol olduğu bölgelerden Trabzon doğal güzellikleriyle insanı büyüler. Trabzon’a gittiğinizde ilk durağınız, tertemiz havası, berrak suyu ve etkileyici manzarasıyla dillere destan olan Uzungöl olmalı. Bunun dışında Çakırgöl, Sera Gölü ve Haldizen gölü de görülmeye değer yerlerden. Ayrıca Değirmendere, Yanbolu, Karadere, Koha, Sürmene, Baltacı deresi, Kalapotama deresi, Maçka Deresi, Galyan Dereleri de şehrin doğal güzelliklerinden.
2 – Tarihi Yerleri Gezin
Ortaçağ’da Rum İmparatorluğu’na başkentlik yapmış Trabzon, pek çok tarihi yapısıyla da dikkat çekmektedir. Sümela Manastırı, Trabzon Kalesi, Kızlar Manastırı, Hızır İlyas Manastırı, Hagia Anna (Küçük Ayvasil), Sotha K. (St. John), Hagios Theodoros, Hagios Christophoros, Santa Maria, Hagios Mikhail, Fatih, Yeni Cuma, Nakip, İskender Paşa Camii, Çarşı Camii, Gülbahar Hatun Camii, Çal Mağarası şehirde görülmesi gereken yerlerdendir.
Trabzon Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Atatürk Köşkü, Memiş Ağa Konağı, Çakıroğlu İsmail Ağa Konağı, Sarımollaoğlu Topal Mustafa Evi ise şehirde görülmeye değer yapılardan. Atatürk köşkü’ne uğramadan, Trabzon Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ni gezmeden gezinizi sonlandırmayın.
3 – Yöresel Lezzetlerinin Tadına Bakın
Trabzon mutfağı denilince akla gelen ilk yiyecek hamsidir. Arkasından karalahana ve mısır gelir. Bu malzemelerle çorbadan ekmeğe kadar çeşitli yiyecekler hazırlanır. Mısır unundan yapılan kuymak, hamsili ekmek, karalahana çorbası, hamsi buğulama, manca, mıhlama, hamsili pilav ve fasülyeden yapılan lobya adlı turşu kavurma Trabzon’a özgü tatların başlıcaları. Trabzon’a gitmişken hamsi ve hamsi ile hazırlanan nefis tatları yemeden dönmeyin.
4 – Trabzon’da Doğa Sporlarını Deneyin
Doğa tutkunlarının vazgeçilmez adresi Trabzon, çeşitli doğa sporlarını denemek için en uygun yerlerden biri. Uzungöl-Demirkapı-Karakaya Bölgesi’ndeki dağcılık parkurlarında tırmanabilir, Akçaabat – Düzköy- Kayabaşı Yaylası – Lişer Yaylası, Trabzon – Araklı – Dağbaşı – Aydıntepe yer altı şehri – Demirkapı Gölleri – Uzungöl – Çaykara Trabzon’da Jeep Safari’nin tadını çıkarabilir; Uzungöl, Karastel Tepesi, Akçaabat Karadağ Hıdırnebi (Yaylakent) önünden ve Doğankaya Çayırbağı’nda yamaç paraşütü yapabilirsiniz.
Trabzon trekking için de ideal yerlerden biri. Ocaklı-Kulindağı Yaylası, Figanoy Yaylası, Lişer Yaylası, Haçka Yaylası, Düzköy İlçesi, Çaykara Uzungöl Beldesi, Garester Yaylası, Şekersu Yaylası, Hamsiköy Maçka İlçesi’nde trekking yapabilirsiniz. Çatak, Kayaiçi, Taşgeçit, Kestanelik, Erenler, Kestanelik, Pervane, Değirmencik, Araklı güzergahı ise kano sporu yapabileceğiniz en iyi duraklardan.
5 – Doğa Yürüyüşü Yapın
Zengin bitki örtüsü ve yemyeşil doğasıyla cezbeden Trabzon’da temiz hava eşliğinde güzel bir yürüyüşe kimse hayır diyemez. Yemyeşil ağaçlar, şarıl şarıl akan şelaleler arasında yürümek size kendinizi çok daha iyi hissettirecek.
#karadeniz doğa turu#karadeniz tatili#karadeniz turu#trabzon doğası#trabzon gelenekleri#trabzon gelizeri#trabzon gezisi#trabzon turu#trabzonda gezilecek yerler#yeşil doğa turu#yeşil ve mavi turu
0 notes
Photo
Tarih Kitaplarında Yer Etmiş Ünlüler
Giovanni Giacomo Casanova Seingalt
İtalyan maceracısı. 1725’de Venedik’te (İtalya) doğdu, 1798’de Dux’da (Bohemya) öldü. Fransa’da ilk defa herkesin katılabileceği bir piyango tertipledi.
Kadınların gönlünü kolaylıkla çelebilen, güzel konuşmayı çok iyi beceren bu zarif görünüşlü İtalyan maceracısının ünü, Avrupa’da birçok esere konu olmuş Don Juan’ın ünü kadar yaygındır. Hatta adı şarkılara bile geçmiştir. Ama çevirdiği entrikalar ve yaptığı kabalıklar yüzünden çok kere hapse giren fakat her defasında kaçarak kurtulan Casanova hayatı boyunca tutuklanma korkusuyla ülke ülke dolaşmak zorunda kalmıştı. Bir süre Fransa’ya yerleşen maceraperest, 1758’de Paris’te, yetmiş dört yıl hiç aksamadan işleyen ve herkesin katılabileceği bir piyango düzenini kurmuştur. Cosanova, Fransa’da sürgünde bulunduğu sırada anılarını, Venedik zindanlarında geçirdiği sıkıntılı ve korkunç günleri anlatan. Fransızca olarak kaleme aldığı eserlerini yayımladı. Casanova, çağının en büyük büyücülerinden biri olarak da ün yapmıştı.
Genç Osman
Osman II, Genç Osman denir. Osmanlı padişahı. 1604’te İstanbul’da doğdu, 1622’de Yedikule’de (İstanbul) boğulmak suretiyle öldürüldü.
İleri görüşlü, sanatkâr ruhlu bir hükümdardı. Akıl hastası olan amcası I. Mustafa’nın yerine hükümdar olan II, Osman, tahta çıktığı sırada henüz 14 yaşındaydı. Bu nedenle kendisine «Genç Osman» lâkabı takılmıştır. Padişahlığının ilk günlerinde İran’a savaş açılmış, ama bu savaş iki tarafa da fayda sağlamayıp barışla sonuçlanmıştı Bundan sonra tarihimizde «Hotin seferi» diye bilinen Lehistan seferine çıktı. Genç ve tecrübesiz hükümdarın amacı, kendini göstermek ve bu arada Baltık Denizine ulaşmaktı. Ama bu savaş da Yeniçerilerin itaatsizliği yüzünden Osmanlılara pek bir şey kazandırmadı. Dönüşte Genç Osman Yeniçeri Ocağının iyice yozlaştığını fark etmiş ve Mısır’dan asker toplayıp bu teşkilâtı ortadan kaldırmak istemişti. Yeniçeriler II. Osman’ın bu niyetini öğrenince Topkapı sarayını basmışlar ve padişahı Yedikule zindanlarına götürüp orada boğmuşlardır.
George Bryan Brummel
Ünlü İngiliz moda meraklısı, 1778’de Londra’da doğdu, 1840’da Caen’da (Fransa) öldü. «Dandi’cilik» denilen ve giyim kuşamda aşın şıklığa kaçan bir modanın öncüsüdür.
1815 e doğru İngiliz delikanlıları, sıkı kuralları olan, aşırı bir şıklık merakına kendilerini kaptırdılar. Bunlara «dandy» -züppe- adı verildi. «Dandy» lerin en ünlüsü olan Brummel, bu modaya önayak olarak Dandi’ciliğin yüksek sosyetede yayılmasını sağ-ladı Dandi’ciliği benimseyen gençlerin aşırı özen ve zariflikleri, kıyafetlerinin en küçük ayrıntılarında bile göze çarpıyordu: Özel kol düğmeleri, şatafatlı ve ender bulunan kumaşlardan yapılan elbise astarları… Brummel «İyi giyinmiş olmanın şartı dikkati çekmemektir.» derdi. Dandiler giyinişlerine ne kadar önem veriyorlarsa tavırlarındaki inceliğe de o derece dikkat ediyorlardı Brummel’in bu modaya ayak uydurabilmek için yaptığı olağanüstü masraflar sonucunda malî durumu çok sarsıldı. Alacaklılarından kurtulmak için 1816’da Fransa’ya kaçan dandiler sultanı sefalet içinde öldü.
#brummel#Casanova Seingalt#Dandi#geıre bryan brummel#Genç Osman#Giovanni Giacomo#Giovanni Giacomo Casanova Seingalt
0 notes
Photo
Sıkıyönetim Halindeki Yaşanan Olaylar
Tarifname
Kimya Fakültesi öğrencilerinden iki arkadaş İstiklal Caddesinde yürürlerken yanlarına “«alkol duvarım» aşmış bir vatandaş yaklaştı ve eğilip sordu: “Abiler ateşiniz var mı?” Biri çıkarıp ateşi verdi: “Bir sigaranız da var mı?” O da verildi.
Adam sigarasını yakıp dumanı çektikten sonra sordu: “Abiler siz sosyalist misiniz?” Hoppala! Bu da nereden çıkmıştı? Adam sorusunun cevabını yine kendisi verdi: “Ateşi de sigarayı da hiç laf etmeden verdiniz de”. Bu da sosyalizmin yeni bir tarifnamesiydi!
Oh Çekince
Köylünün biri panayırdan eşek almış. Satıcı “İyi eşektir, hoş eşektir ama, deh çüşten anlamaz” demiş. “Ya ne yapacağız?” “Oh deyince yürür, amin deyince durur.”
İyi, demiş köylü «Ben de öyle yaparım.» Atlamış eşeğe ve başlamış «Oh!» çekerek köye gitmeye. Eşek her «oh»ta biraz daha hızlanırmış. Ama birden yolun ucunda uçurum gözükmüş. Eşek doludizgin uçuruma gidiyor. Köylü ne diyeceğini unutmuş. “Amini” dese duracak ama aklına gelmiyor. Eşekle birlikte uçurumdan aşağı uçacaklar. Tam uçurumun kenarına geldikleri sırada ne diyeceği köylünün aklına gelmiş. Bir “Amin!” çekmiş ki, yer gök inlemiş. Eşek de durmuş. Köylü bu sefer kurtulduğuna şükredip derinden bir “Oh” çekmez mİ?!..
İmam Efendi «Kolera» Demedi
Kolera kıtı yine dillere düştü. Geçen yıl adını koymamak için direnip durduğumuz koleraya karşı bu yıl «sözlü mücadele» yapılacak. Yani vatandaşlar öğütle uyarılacak. “ Şunu yapın, bunu yapmayın, şunu yeyin, bunu yemeyin!” denilecek. Vatandaşlarla birlikte, inşallah kolera da bu nasihatleri tutacak!
Geçenlerde aynıyla vaki bir kolera hikâyesi anlattılar. Hikâye İstanbul’un burnunun dibindeki bir ilde geçer. Kolera aşı ekipleri köylere giderler. Bir köye varıp imamı bulurlar : “Caminin hoparlöründen halka bizim geldiğimizi bildir. Kahvenin önünde toplansınlar, aşı yapalım.” İmam “Olmaz! diye itiraz eder. “Ben caminin hoparlöründen sizin geldiğinizi bağıramam!” “Niye?”
“ Kolera kelimesi gâvurcadır, caminin hoparlöründen gavurca kelime çıkmaz. Oradan sadece pzan-ı muhammedi okunur.” Aşı ekibi ımamı kandırmaya çalışır ama nafile! İmam bir türlü razı olmaz. Ekip başka köye gider ve dönüşte yine uğrar, imam hâlâ diretmektedir. Onlar da kahveye gidip isteyenlere aşı yaparlar. Aşıcıların geldiğini duyanlar tek tük sökün etmektedirler. Akşam olup hava kararmaya başlayınca aşıcılar kalkarlar, tam cipe binmek üzereyken birkaç kişi yollarını keser: Herkesi aşılamadan nereye gidiyorsunuz?” “Biz imama söyledik, hoparlörle duyursaydı.” “Biz onu, bunu bilmeyiz, bütün köy aşılanmadan bir yere gidemezsiniz.” Gidersin, gidemezsin, derken aşıcılar bir güzel dayak yeyip köyden alayı vala ile uğurlanırlar. “Zengin” ama çok zengin bir adam varmış.
Ve bu adam her gün bir Mercedes otomobil alırmış…Acaba niçin? Cevap : Belki İpinden bir Coca-Cola çıkar diye…
Çirkin Politikacı İşte Marifetin
Buyur bakalım çirkin politikacı! İşte marifetin ortada! Cumhuriyetin hiçbir devrinde, hiçbir kuvvet Türkiye’yi bu hale getirememişti. Monteni günah gibi ebediyete kadar sırtında taşı… Taşıyabilirsen!
Bana eğitim reformu, dediler, el altından çıkarcılarla anlaştın, uyuttun. Bana toprak reformu, dediler, eveledin ” geveledin, dil üstünde kaydırdın. Sosyal adalet dediler, “Müslümanım diyebilmek hürriyetinden söz ettin. “Devlet aşınıyor» dediler, cevabın, «Yürümekle yollar aşınmaz” oldu.
Taksim Meydanında irfanlar öldürüldü, cihad-ı mukaddesler ilan edildi, misak-ı milli sınırlan reddedildi, Türkiye halktan denildi, üniversitelerde, sokaklarda silahlar patladı, insanlar avlandı ve sen “dur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” safsatasını devlet felsefesi sandın.
Anayasa var, kanunlar var diyordun. O sözünü ittiğin anayasada, o yazılı kanunlarda devletin böyle idare edileceği de var mıydı? Bayramlarda huzuruna varıp göstermelik ceket ilikleyip, boyun kırdığın devletin kurucusuna kiminin “deccal”, kiminin «burjuva paşası» dediklerini sana söyleyen olmadı mı? Söylemez olurlar mıydı? Ama sen… Bak, seni, sana anlatalım.
Anlatmadan önce de bir gerçeği itiraf edelim: Yazarıyla, çizeriyle, düşüneniyle, bilim adamıyla, sade vatandaşıyla hepimiz bugünkü durumdan sorumluyuz. Kimimiz korkaklığıyla, kimimiz çıkarcılığıyla, kimimiz eyyamcılığıyla, kimimiz bugün ortaya çıkan sahtekârlığıyla, kimimiz de iyi niyetiyle… Ama sen hükümettin, her işin başı sendin! Ne demiştik? Sana, seni anlatalım, demiştik.
Dinle, belki hatırlarsın… Sıkıyönetim ilan edildiği günlerde Ankara’daydık. Sıkıyönetimin gerekçesi konuşuluyordu. Türkiye’yi bölme çabalan. Cumhuriyeti yıkma oyunları, iç savaş hazırlıkları… Birden lafa karıştın: “Bize de bunları söylemişlerdi!” Senden başka herkesin tüyleri diken diken olmuştu. Devlet koltuğundan ineli şunun şurasında kaç gün olmuştu ki! Biri dayanamadı:
Söylendi de» siz ne yaptınız?” “İnanmamıştık!” Sen zaten neye inanmıştın ki!
Felsefen buydu… Sen böyleydin işte! Böyle olduğun için de “Yurdumuz, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokuldu. Atatürk’ ün hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidi kamuoyunda yitirildi, anayasanın öngördüğü reformlar tahakkuk ettirilmedi ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürüldü.” Buyur bakalım şimdi! işte marifetin… Gününü gün etmeyi, herkese mavi boncuk dağıtmayı, devlet idare etmek sananların marifetidir bu!
Asiyab-ı devleti her kim olsa döndürürmüş… Döndürür zahir! Ama işte böyle döndürür. 14 yaşında bir masumun hayatı üzerinde oyun oynatacak insanlık dışı dramı hazırlayarak…
#ankara olayları#Enteresan olaylar#garip vakalar#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#olaylar olaylar#sıkıyönetim zamanında#Sıkıyönetim zamanları#türk hikayeleri#türkiyedeki enteresan olaylar
0 notes
Photo
Nalep Atlas ve Anadolu Pasajlarında Tarihi Bir Gün Gezisi
Şimdi düşleyin zihninizde canlandırmaya çalışın… İstiklal Caddesi’nin Taksim yönüne doğru artan kalabalığına karışarak ilerliyoruz. Sahne, Solakzade (eski adı Sol Sokak) ve Balo Sokağı’nı (eski adı Sağ Sokak) geçtiğimizde, solda Ermeni Kuyumtiyan’ın yaptırdığı, günümüzde İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na ait estetik bir bina olan Luvr Apartmam’m görüyoruz. Apartmanın girişinde bir dönemin ünlü pastanesi Baylan bulunuyordu. Pastane ilk olarak iki Rum ortak, Filip Lenas ve Yorgo Kiçiris tarafından 1923 yılında Loryan (L’Orient) adıyla açılmıştı. İzleyen yıllardaki, işyeri isimlerinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Loryan adı da “kendi alanında kusursuz” anlamına gelen Baylan’a çevrildi. Cumhuriyet döneminin ünlü edebiyatçı ve sanatçılarını ağırlayan Baylan’ın Beyoğlu şubesi kapandı. İtalyan tipi dondurmaları, pralinleri ve espressoyu İstanbullulara ilk tattıran yer Baylan olmuştu. Tabii, bunda Filip Lenas’ın oğlu Hari Lenas’m Viyana’daki ünlü pastanecilik okulu Zuckerbacker Schule’de aldığı eğitimin de rolü büyüktü.
Luvr Apartmanının hemen yanında da içinde çeşitli mağazalar, bir sinema ve tiyatro barındıran Halep Pasajı bulunuyor. Yıllar önce içi yıkılarak yeniden yapılan, dışıysa orijinal halinde bırakılan Halep Pasajı’m Hıristiyan Arap Hacar Ailesi 1885 yılında yaptırmıştı. Maltepe’deki plajı ve Kadıköy Bahariye’deki sinemasından tanıdığımız Süreyya (ilmen) Paşa 1920’li yıllarda binayı satın aldı. Pasajın arka tarafındaki sirk (Cirque de Pera) yanınca yerine Rum mimar Cam-panaki tarafından bir tiyatro yapıldı. Varyete Tiyatrosu, Fransız Tiyatrosu ve Ses Sinema ve Tiyatrosu gibi adlar alan mekan, 1942 yılından itibaren Ses Opereti olarak İstanbul halkına hizmet etti. Daha sonraları uzun yıllar Dormen Tiyatrosu olan bina 1980’li yıllarda Fer-han Şensoy tarafından restore edilerek Ortaoyuncular Tiyatrosu’na dönüştürüldü. Ortaoyuncular Tiyatrosu, İstanbul’da Osmanlı döneminden kalan tek tiyatro binasıdır.
Halep Pasajı’nın yanında Rum Şişmanoğlu (Sismanoglou) Ailesi’ne ait bina bulunuyor. İstanbul’da doğan ve henüz çocuk yaşlarda Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden ünlü film yönetmeni Elia Kazan (Kazantioglou) da anne tarafından Şişmanoğlu Ailesi’ndendi. Şişmanoğlu Ailesi derleyen yıllarda binayı Yunanistan Devleti’ne bağışladı. 2004 senesinde de Yunan Konsolosluğu bu binaya taşmdı. Binada, ikinci Dünya Savaşı yıllarında Amerikan Haberler Bürosu yer almıştı.
Caddenin sağ tarafında, Halep Pasajı’nm karşısında ise, içerisinde Atlas Sineması’nm bulunduğu büyükçe bir bina göze çarpıyor. Bu bina, Katolik Ermeni bankerlerden Köçeoğlu’na (Göçoğlu Agop) aitti. Köçeoğlu binayı 1870’te aile konağı olarak yaptırmıştı. Osmanlı’da bankerler dönemi başladığında, saraya kredi açan bankerlerden birisi olan Köçeoğlu, Sultan Abdülaziz’e geniş kredi açmış, daha sonra da Banker Zarifi ile Sultan V Murad’m tahta çıkmasını desteklemişti. Servetiyle, Kadıköy’de hamamlar, Boğaz’da yalılar, köşkler ve korular, İstanbul’un çeşitli yerlerinde de evlere sahip oldu. Köçeoğhı’mm Su\-M tan Abdülaziz için burada bir garsoniyer yaptırdığı da söylenir.
Sinemanın hemen yanında Ragıp Paşa’nın yaptırdığı Anadolu 1 Pasajı’m görüyoruz. Ragıp Paşa, otuz üç yıllık saltanatı süresince 11. Abdülhamid’in gözdesi olarak kalmayı başarmış, mabeyncibaşılıktan vezirliğe kadar yükselmişti. Edindiği yüklü servetiyle de köşkler fabrikalar ve pasajlar yaptırmıştı. Pasajlarının her birine de Osmanlı İmparatorluğunun yayıldığı üç kıtanın isimlerini vermişti. Anadolu Pasajı bu üçlüden ilki. Rumeli ve Afrika Pasajlarını da ileride göreceğiz. Ragıp Paşa’nın sonu da benzerleri gibi oldu.
Abdülhamid ile geldi ve onunla da gitti. II. Meşrutiyet’ten sonra Midilli’ye sürüldü t bir süre orada kaldı. Pasajda bir zamanlar Niko Valavanis’in sahibi duğu ve değişik yabancı biralarıyla ün yapmış Şark Kahvesi (La Bî serie de L’orient) bulunuyordu. Kahve, 1934’te Anadolu Biralı; si adını alınca pasaj da bu adla anılmaya haşlandı. Birahanenin müdavimleri, yazar Peyami Safa, ressam Elif Naci ve ressam İbr Çallı’ydı. Birahanenin yerinde yirmi yıldan bu yana Hacı Salih 1 tası bulunuyor. Türk mutfağının lezzetli tatlarını sunan lokanta; taraftan reçelleriyle de epey ünlü.
#Amerikan haber bürosu#Anadolu Pasajları#İstanbul eğlencesi#İstanbul gezisi#İstanbul Osmanlı#İstanbul Osmanlı tarihi#İstanbul rehberi#İstanbul tarihi#İstiklal caddesi#Nalep Atlas#Osmanlı imparatorluğu#Osmanlı tarihi
0 notes
Text
Fransız Konsolosluğu ve Yakınındaki Tarihi Yapılar
Fransız Konsolosluğu aynı zamanda Fransız Kültür Merkezi’ni de bünyesinde barındırıyor. Birbiriyle bağlantılı üç bölümden oluşan binanın geniş bir iç avlusu bulunuyor. Konsolosluk, 18. yüzyılda Pera Fransız Hastanesi (Höpital des Français de Pera) olarak Marsüya Ticaret Odası tarafından yaptırıldı. Zaman içinde Pera Veba Hastanesi (Höpital des Français de la Peşte â Pera), Saint Louis Fransız Hastanesi (Höpital Français Saint Louis) ve Henry Giffard Hastanesi gibi çeşitli isimlerle anıldı.
Bugünkü bina ise 1865 tarihinden kalma. Birinci Dünya Savaşı sırasında iki yıl boyunca Amerikan Kızılhaç Hastanesi olarak da hizmet veren bina 1920 yılında elçiliğe dönüştürüldü. Cumhuriyetin kurulmasıyla elçilik Ankara’ya taşınınca bina da konsolosluk olarak hizmet vermeye başladı. Fransız Kültür Merkezi de binanın içinde bulunuyor.
Konsolosluğun hemen arkasında Surp Hovhannes Vosgeperan Ermeni Katolik Kilisesi bulunuyor. Mimarı az önce gördüğümüz başpiskoposluk kilisesinin miman olan Andon Tülbentçiyan.
Aya Triada Kilisesi
Meşelik Sokağa doğru girerek ilerleyelim. Sokağın adı eski sigorta haritalarında “Roum Mezarlik” diye geçer. Gerçekten de burada eskiden bir mezarlık vardı. Biraz ileride bu konuya döneceğiz. Köşe başında Beyoğlu’ndaki kaliteli mekanlardan Hacıbaba Lokantası’m görüyoruz.
Az ileride solda ise, özellikle Taksim Meydanı’ndan bakıldığında heybeti ortaya çıkan Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Kilise aynı yerdeki ahşap Aya Yorgi Kilisesi’nin arazisine 1880’de Ruslar tarafından yaptırılmıştı. Rumlar kiliseyi daha sonra kullanmaya başladılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nda sultanlar camilere benzememesi için kubbeli bina yapımını yasaklamışlardı. Bu yasak ancak 1880’lerden itibaren kaldırıldı. Aya Triada da kubbeli yapılmış ilk kiliselerdendir. Binanın mimarı Patroklos Kampanakis.
Kampanakis otuz yedi yıl kaldığı İstanbul’da birazdan göreceğimiz Belçika Konsolosluğu ile bir zamanlar Tepebaşı’nda olan Anfi Tiyatrosiı’nu da yapmıştı. Kilisenin inşasının on üç yıl sürdüğü göz önüne alınırsa kiliseyi ve tiyatronun inşasını beraber gerçekleştirmesi mümkün görünüyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsünü temsil eden Aya Triada Kilisesi’nin kubbesini bütünleyen iki büyük çan kulesi oldukça etküeyicidir. Kilisenin boşluk hissi veren ve aynı anda üç bin kişiye ibadet olanağı veren geniş iç mekanı vardır. İç cephedeki ikonaların bir kısmı Bizans dönemindendir. Aya Triada’ya yakın bir yerde Paul Sadi apartmanını görüyoruz. 20. yüzyıl başı Art Nouveau akımının güzel bir örneği olan bina ilginç bir ön cepheye sahip.
Ermeni Eseyan Ve Rum Zapyon Kız Liseleri
Sokağın devamında, sokağın iki yanına karşılıklı olarak inşa edilmiş iki okulu göreceğiz. Bunlardan ilki Ermeni Esayan Kız Lisesi. 1895’te Kayserili Mıgirdiç ve Hovhannes Esayan Kardeşler tarafından yaptırılan Ermeni Esayan Kız Lisesi 1930’lara kadar sadece ılkokul olarak hizmet veriyordu. Ancak bu tarihten sonra liseye dönüştürüldü. Esayan Kardeşler okulun içine bir de şapel yaptırmışlardı.
Dikdörtgen planlı Surp Harutyun Ermeni Şapeli’niri bir de küçük çan kulesi bulunuyor. Esayan Kız Lisesi’nin hemen karşısında Rum Zapyon (Zappion) Kız Lisesi bulunuyor. 1883 tarihli lise, Atina’nın Synthagma Meydam’na bitişik Zappion Parkı’nm da finansörü olan, Romen asıllı Yunan tüccar Konstantinos Zappas tarafından yaptırılmış ye Birinci Dünya Savaşı sırasında hastane olarak kullamlmıştı.
#Aya Triada#ermeni eseyan lisesi#Fransız konsolosluğu#İstanbul Fransız konsolosluğu#İstanbul gezisi#İstanbul rehberi#İstanbul tarihi yapıları#İstanbul turu#rum zapyon kız lisesi#taksim meydanı tarihi#tarihi yapılar
0 notes
Text
Atıf Yılmaz Caddesi Sakız Ağacı Sokağı
Biz soldan devam edelim; geçtiğimiz yıl açılan ve tarihi dokusuyla örtüşmeyen devasa AVM’yi geçerek bir sonraki Sakız Ağacı Sokağı’na (yeni adıyla Atıf Yılmaz Caddesi) sapalım. Sokağın adı gerçekten bir ağaçtan mı geliyordu yoksa burada yoğun olarak yaşayan Sakızlı Rumlardan mı bunu bilen pek yok açıkçası. İkinci olasılık çok daha kuvvetli, keza Sakız Ağacı’nın İstanbul’da pek yeri yok. Sokağın bir köşesinde İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii bulunuyor (Taksim’deki tenekeden yapılmış mescidi saymıyorum). Ağa Camii, Galata Sarayı ağalarından Hüseyin Ağa tarafından 1596 tarihinde inşa edildi. 1834 tarihinde Sultan II. Mahmud tarafından tamir ettirilen yapı 1934 yılında tekrar esaslı bir restorasyon geçirdi. Caminin, Mimar Sinan elinden çıkma zarif şadırvanı Okmeydanı’ndaki Sinan Paşa Camisi’nden getirilmişti.
Tarlabaşı Bulvan’na bağlanan Sakızağacı Sokağı’nın sol tarafında Beyoğlu’nun asırlık lokantası Hacı Abdullah bulunuyor. Buraya gelene kadar Rejans, Çardaş, Degüstasyon, Fischer gibi bir takım isim yapmış lokantaları gördük. Ama, Türkiye’de ve İstanbul’da lokanta kültüründen bahsetmedik. Hacı Abdullah’a girmeden lokantalardan biraz söz etmekte fayda var. Meyhanelerinin dışında Beyoğlu’nu farklı kılan bir özelliği de lokantalarıydı.
Pera henüz Pera olmazdan önce, meyhanelerde olduğu gibi lokantalarda da saz Rumların elindeydi. Mezecisinden garsonuna ve aşçısına kadar Rumlar, lokanta işini en iyi bilen topluluktu. Osmanlı’dan ve dolayısıyla Türk toplumunda modem anlamda lokanta yoktu. Bu tamamen Türk toplumunun içe kapanıklığıyla ilgiliydi; erkek gündüz çalışıyor, akşam evinin yolunu tutuyor, kadın ise dışarı çıkmadan evin tüm işlerini görüyor, haliyle yemeği de pişirmek kadına düşüyordu. Fakir kimselereyse zaten yüzyılların geleneği imaretlerden yemek dağıtılıyordu. Dolayısıyla lokantaya gitmek, ticaretle uğraşan gayrimüslimlerin ve bekarların âdetiydi. Ancak, Osmanlı’nın son dönemlerinde (özellikle de Pera’da 1870 sonrası) toplumdaki gelişmeler, sınıflararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi, vs. gibi sebeplerden dolayı lokanta sayısı, yemeğini dışarıda yiyen ihsanlara oranla arttı. Ama yine de Türk toplumunun dışarıda yemek yeme alışkanlığını edinmesi görece yeni bir olgudur. Günümüz dünyasında çalışan kadınların sayısının artış göstermesi, gelir düzeyinin yükselmesi, zamanın önemi; tüm bu etkenler birleşin-ce artık dışarıda yemek yemek lüks olmaktan çıktı ve bir ihtiyaç halini aldı. Osmanlı’dan açılan ilk Türk lokantası da Abdullah Efendi’dir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Karaköy Rıhtı-mı’nda İnebolulu aşçı Abdullah Efendi tarafından aynı adla 1888’de açılan lokanta, 1915 yılında Beyoğlu’na taşındı. Az ileride göreceğimiz Rumeli Han’ın zemin katında hizmetine devam eden Abdullah Efendi yirmi beş yıl yerli yabancı çok sayıda ünlü misafir ağırladıktan sonra 1940’ta, eski adı önce Bursa, sonra da Ahududu Sokak, yeni adıysa Sadri Alışık olan, Türk Sineması’nın kalbinin attığı sokağa taşındı ve Hacı Salih ismini aldı. Abdullah Efendi ve Hacı Salih adlarıyla, kalitesinden hiç taviz vermeden Osmanlı-Türk Mutfağı’nın bütün örneklerini başarılı bir şekilde sunan lokanta, 1958 yılında şimdiki yerine, Ağa Cami yanındaki Sakızağacı Caddesi’ne geldi. 1983 yılında ilk ismine geri döndü ve Hacı Abdullah ismini aldı. Abdullah Efendi bir zamanlar gazetelere verdiği ilanlarda lokantasını “Türk-Fransız mutfağının mutena yemeklerini bulacağınız yegane müessese” olarak tanıtıyordu.
Hacı Abdullah’ın yan tarafında Rus Arkeoloji Enstitüsü’nün ilk kurulduğu bina bulunuyor. Rus Arkeoloji Enstitüsü, 1894’ten 1914’e kadar İstanbul’da hizmet vermişti. Katolik dünyasının etkisini hissettirdiği İstanbul ve Anadolu’da Ortodoks kültürüne ilişkin araştırmalar yapan kurum, Bizans kültürü, tarihi, mimarlığı ve ilahiyatı konusunda çalışmalar yapmıştı. Bir dönem, ünlü yazar ve Bizansolog Fyodor Uspenski’nin müdürlüğünü yaptığı enstitü 1915’te Odesa’ya taşındı. Son derece kıymetli kitaplardan oluşan koleksiyonun bir bölümü bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplığında bulunuyor.
Enstitü binasının az ilerisindeyse Surp Asdvadzadzin Ermeni Katolik Kilisesi bulunuyor. 1866’da Mısırlı Ailesi tarafından yaptırılan küisenin Mimarı Andon Tülbentçiyan. Bahçesinde Mısırlı Ailesi’ne ait lahiderin bulunduğu kilise günümüzde başpiskoposluk kilisesi olarak hizmet veriyor. Dolayısıyla da geniş kompleksinde kütüphane, matbaa, başpiskoposluk binası, rahip konutu gibi binaları barındırıyor. Kilisenin içinde sol cephçde ihtişamlı bir goblen tablo bulunuyor. III. Napoleon’un karısı İmparatoriçe Eugenie tarafından hediye edilen ve orijinali Vatikan’da bulunan bu tablo, Rafael’in Transfigurazione’sinin röprodüksiyonu.
0 notes
Photo
Meşrutiyet Caddesi Ve Oteller
Meşrutiyet Caddesi boyunca yürümeye devam ettiğimizde aynı sırada 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başından kalma gösterişli ve gerçekten güzel otel binaları bulunuyor. 19. yüzyüa kadar İstanbul’da ve Anadolu’da otel bulunmuyordu. Hayır amaçlı yapılmış kervansaraylar vardı. Bunların örnekleri halen birçok yerde duruyor. Azınlıklara ve yabancılara geniş kapsamlı ticari haklar getiren 1839 Tanzimat Fermam’m izleyen yıllarda ilk oteller açılmaya başladı. Sonuçta bu otelleri açanlar ve işletenler de yabancılar ve gayrimüslimlerdi. Türkiye’nin ilk otelleri İstanbul’da, Pera’da açıldı. Bir bakıma di-yebüiriz ki Türkiye’de otelcilik, dolayısıyla da turizmin başlaması Beyoğlu’nun gelişimiyle ortaya çıktı. Açılan ilk otel 1841’de İngüiz Konsolosluğunun karşı köşesinde açılan Hotel d’Angleterre idi. Cumhuriyetle beraber adı Alp Otel olana kadar Hotel Mıssiri, Hotel Royal d’Angleterre, Hotel Royal gibi adlar almıştı. Hotel d’Angleterre’i izleyen yıllarda, çok kısa süre içerisinde birçok otel açıldı. Bu oteller İstiklal Caddesi’nde ve yan sokaklarında, yabancı misyon temsilciliklerine yakın bölgelerde hizmet veriyordu. Zaman içinde oteller kapandı, binalar da yok oldu gitti. Ancak bir kısmı halen ayakta duruyor. Bu otellerden belki de en ünlüsü olan Pera Palas’a biraz sonra geleceğiz.
Pera Palas’ın az gerisinde, bugün Beyoğlu Öğretmenevi ve İstanbul Sanayi Odası olan yerde bir zamanlar bir Alman tarafından işletilen Krocker Oteli bulunuyordu. Krocker Oteli 1922’de ikiye ayrıldı. İlk bina Kohut Oteli, ikinci bina Novotni Oteli ve YMCA (Ybung MenChristian Association) oldu. Kohut Oteli, Asmalımescit’te birahane ve lokanta işinden iyi paralar kazanan Alman Kohut’a aitti. Otel, özellikle Çek biralarının satıldığı birahanesiyle meşhur oldu. 1920’lerde de önce İstanbul Konservatuarı, sonra da Sanayi Odası’na dönüştü. No-votni Otel ise Rusya’dan göçen Beyaz Ruslardan Jean Novontny tarafından açıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satın alınarak Akşam Kız Sanat Okulu yapıldı. Bugün ise Beyoğlu Öğretmenevi olarak hizmet veriyor.
Amerikan Konsolosluğu, İstinye’deki “kale”sine taşınmadan önce Novotni Oteli’nin bitişiğindeki Corpi Sarayı olarak bilinen binadaydı. Binanın mimarı Sakızlı bir göçmen olan Giacomo Leoni idi. 1873’te yapımına başlanan ve 1882’de tamamlanan bina, akraba olan Corpi, Nomico ve Tubini Aileleri’nin ortak malıydı. Corpi ve Hıbiniler bankerlikle, Nomicolar ise lokum ticaretiyle meşguldü. Tubiniler, o kadar nüfuz sahibi olmuşlardı ki Abdülaziz zamanında Osmanlı Devleti’ne borç vermişlerdi. Borcun ödenmesi gecikipce Tubiniler, Fransız Donanmasını Midilli Adası’na çıkarttılar. İş bu dereceye varınca Tiıbini-lerin borcu ödendi ve Midilli geri alındı(!). İşin garibi tüm bu olup bitenden Sultan Abdülaziz’in haberinin olmamasıydı.
yüzyılda Cenova’dan Sakız’a, oradan da İstanbul’a göç eden banker Ignazio Corpi ölünce bina Amerika Birleşik Devletleri’ne kiralandı. 1907’de Amerikan hükümeti uzun görüşmelerden sonra binayı satın aldı. Amerika Birleşik Devletleri, Pera’da elçilik binasına en geç sahip olan devletti. Diğer devletlerin binalarını kurdukları araziler Osmanlı Devleti tarafından hibe olunurken, Amerikan hükümeti satın aldığı Corpi Evi’ni elçilik haline getirdi.
Beyoğlu’ndaki kulüp yapılan arasında en görkemlisi Fransızlara ait olan ve Fransız Birliği anlamına gelen L’union Française’dir. Neo-klasik tarzda 1896’da inşa edilen bina ilk yıllannda Madam Frederici tarafından konut olarak kullanılıyordu. Daha sonra Fransızlara geçti ve L’union Française olarak anılmaya başlandı. Fransız Kulübü’nün bir zamanlar müdavimlerine mükemmel yemekler sunan bir aşçısı olduğu söylenir. Bina, 1970’lerde ikinci defa yandıktan sonra Esbank’a satıldı.
#İstanbul meşrutiyet caddesi#meşrutiyet cadde tarihi#Meşrutiyet caddesi#meşrutiyet caddesinde neler var#meşrutiyet caddesine nasıl gidilir
0 notes
Text
Elmanra Pasajı Kallavi Sokak Odakule
Rejans’tan çıktıktan sonra bir zamanların gayrimüslim zenginlerinden Olivolar’m apartmanı ile eski Konstantinopolis (Constanti-nople) Oteli’nin arasmdaki Olivo Pasajı’ndan geçerek yeniden İstiklal Caddesi’ne çıkıyoruz. Tünel’e doğru ilerlemeyi sürdürüyoruz. Sağ tarafta, 1960Tarm ortalarına kadar yaşayan Şark Pazarı (Bazar du Le-vant) vardı. Zahariadis’in sahibi olduğu ve Beyoğlu’nun Mahmutpa-şası diyebileceğimiz bu mağazada çok farklı ürünler ucuz fiyata satılıyordu. Şimdi yerinde TurkceU’in binası yükseliyor. Hemen yanında, yakın zamanda geçirdiği yangmın ardından restore edilen Elhamra Hanı’nı görüyoruz.
Elhamra Hanı’nm (ya da pasajı) ne zaman yapıldığı konusunda farklı görüşler bulunuyor. Gerçekten Elhamra’nın yerinde başka bir bina var mıydı? Kimilerine göre Elhamra, Frej Apartmanının mimarı Kyriakidis’in elinden çıkma, kimilerine göreyse Vedat Tek’in.. .-Yaygın görüş, Elhamra Hanı’nm 1920’lerde Ekrem Hakkı Ayverdi’nin çabalarıyla onarıldığı şeklinde. Adı Elhamra olsa da binada Mağrip motifleri görülmüyor. Ama yine de Elhamra Hanı, Grande Rue de Pera döneminin oryantalistik özellikler taşıyan tek binası… İşgal günlerinde onarılan bu oryantalistik bina, Mongeri’nin elinden çıkma görkemli İtalyan kilisesi San Antuan’ın tam karşısma, işgal altındaki payitaht İstanbul’un adeta Batı’ya karşı mimarlık diliyle yaptığı bir protesto gibi…
150 yıl önce, Elhamra Pasaj ı’nın yerinde Kristal Palas (Palais de Crystal) isimli bir tiyatroçalgılı gazino olduğu biliniyor. Ama pasaj, adım meşhur sinemasıyla duyurmuştu. Atatürk’ün de en sevdiği sinema olan Elhamra Sineması 1960’larda bir süre İstanbul Opereti olarak kullanılmıştı. 1980’li yıllardan yangın geçirdiği günlere dek de seks filmleri gösteriliyordu. Geçtiğimiz yıllarda restore edüerek eski günlerine kavuştu.
Kallavi Sokağı’nın girişine geldik. Sokak, daha önceki bölümde apartmanlarından birini gördüğümüz bir dönemin ünlü Levanten ailesi Glavanüer’in Türkçeleştirilmiş biçimi. “Bir zamanlar Tepeba-şı Glavanüerindi” ifadesi bu ailenin zenginliğini anlatır. Glavaniler, Cenova’dan gelip önce Sakız Adası’na, daha sonra ise Pera’ya yerleşmişlerdi. Zaman içinde çok zengin olan ve 12. yüzyılda başladıkları tüccarlık ve bankerliği hiçbir zaman bırakmayan bu aile geçtiğimiz yüzyılda yavaş yavaş ortadan kayboldu.
Kallavi Sokağı’nın caddeyle kesiştiği noktada 1870’lerde Sarrafi-dis Kardeşlerin büyük bir mağazası bulunuyordu. Mağazada her türlü ipekli ve yünlü kumaş, aksesuvar, şemsiye, eldiven ve danteller satılıyordu. Sarrafidis Kardeşlerin mağazaşı önce 1886’da Atlas Kardeşler adım aldı, 1920’ye doğru da Au Lyon’a dönüştü. 1930-1950 yıllarının en gözde mağazası olan Lyon’da hazır giyimin en seçkin örnekleri vardı. Mağaza, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül facialarının ardından birçok benzeri gibi tarihe karıştı. Daha sonraları açılan ve günümüze kadar gelen Lion mağazasının ise eskisiyle -isim benzerliği dışında- bir bağlantısı yok.
Kallavi Sokağı’ndan doğruca Tepebaşı tarafına çıkılıyor. Eskiden bu sokakta bulunan Hotel de la Grace’dan artık eser yok. Tepebaşı tarafına gitmeden caddeden yürümeye devam edelim. Saka Selim Çıkmazı bir zamanlar Leonardo Pasajı üe Tepebaşı’na bağlanıyordu. Mimar Mongeri’nin 1911’de yaptığı pasaj 1940 yılında Topaloğlu Pasajı admı aldı. Pasajm günümüzdeki adı Yakup Bey Apartmanı.Saka Selim Çıkmazi’nı geçerek Odakule’ye geliyoruz. Burasının artık geçmişteki görünümünden eser yok. Lüks bir kafenin bulunduğu yerde bir zamanlar Paçikakis’in (Patzikakis) ayakkabı dükkanı bulunuyordu. Paçikakis, Bally ayakkabüannm da temsücisiydi ve en son modeller onda bulunurdu.
Odakule’nin bulunduğu alan 19. yüzyıl başlarında Fransız İhtüa-li’nden kaçarak İstanbul’a yerleşen Alyonlanndı (Alleonlar). Bortoli Freres firması bu arsayı Alyonlar’dan satın alarak 1869 yılında iki kadı büyük bir bina yaptırdı. İçinde porselenden kitaba, konfeksiyondan parfümeriye her şeyin satıldığı mağazanın adı Au Bon Marche’ydi. Bugünün “hipermarketlerinin veya “shopping mairiannın Türkiye’deki ilk örneği sayılan Bon Marche mağazası, açıldığı günlerde halkın, özellikle de Levantenlerin yoğun ilgisiyle karşüandı. Bon Marche’nin benzerleri o dönemde Fransa’da vardı ve bu tür mağazalara da magazin deniliyordu. Mağazalar reyonlarında sergüedikleri ürünlerini yayınladıkları ve dağıttıkları bir dergiyle duyuruyorlardı. İşte Türkçe’de dergi, Fransızca’daysa mağaza anlamına gelen magazinin çıkış noktası aslında aynı. Bortolliler, Bon Marche’yi uzun yıllar işlettikten sonra 1926’da Karlman Aüesi’ne sattılar. Alman Yahudisi olan Kari Karlman, Galata’daki Millet Han’ın birinci kalında büyük bir konfeksiyon atölyesi kurarak zengin olmuştu. Karlman, Bon Marche’yi satın alınca adını da Maison Carlman olarak değiştirdi. Asmalımescit Sofyah Sokak’taki evini de mağazanın üst katma taşıdı.
Pasajın hemen yanındaki Perükar Çıkmazı’na (eski adı Latin Sokağı) girerek karşıda ancak dikkatli gözlerin seçebildiği Ermeni-Katolik Surp Yerrortutyun (Kutsal Üçlü) Kilisesi’ne doğru gidiyoruz. Perükar eskiden Ermeni berber dükkanına verilen addı. Sokak da muhtemelen adım önceleri burada iş tutmuş olan bir Ermeni berberden alıyor. Ermenilerin genelde Ortodoks oldukları biliniyor. Ancak Anadolu’daki ve İstanbul’daki Ermenilerin bir kısmı zaman içinde misyonerler, Levantenler ve diğer dış etkiler sonucunda Katolik olmayı kabul ettiler.
Ermeni Katolikler II. Mahmud’un 1830 tarihli fermanıyla da millet olarak tanındı. Dünyadaki Katolik Ermemlerin büyük bir kısmı İstanbul’da yaşıyor. Halen İstanbul’da altı bine yakın Katolik Ermeni bulunuyor. 1881 tarihli Surp Yerortutyun Katolik Ermenilerin İstanbul’daki on iki, Beyoğlu’ndaki ise üç kilisesinden biri. Surp Yerrortutyun, esasen Beyoğlu’nda çalışan ve yaşayan dragomanlar için 18. yüzyılda inşa edilmiş bir Latin kilisesiydi. Kilise 1857’de Ermeni başpiskopos Andon Hasun tarafından satın alınarak Ermeni Katolik Patrikliği mülkiyetine devredilmişti.
#Elmanra pasajı#ermeni Katolikler#İstanbul ermeniler#İstanbul Ermenileri#İstanbul Katolik#kallavi sokak#Katolik İstanbul#odakule
0 notes
Photo
İstiklal’den Aşağıya Yürüyüş Turu
Sancta Terra’yı da geçerek yokuştan aşağıya indiğimizde geniş bir meydana ulaşıyoruz. Sağ tarafta İstanbul’daki en eski elçilik binası olan Palazzo di Venezia, yani Venedik Sarayı bulunuyor. Günümüzde İtalyan Konsolosluğu olan, 18. yüzyıldan kalma bina uzun geçmişinde birçok olaya da tanıklık etmiş.
Ceneviz ve Venedik, bir dönem bütün Akdeniz’e yaydmış iki güçlü devletti. Bu iki devletin İstanbul’da da birer kolonisi bulunuyordu. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettikten sonra da Cenovalılarla Venediklüeri yerlerinde bıraktı. Daha sonraları Kırım ve Trabzon’u aldığında, bu şehirlerdeki aileleri de İstanbul’a getirtti. Fetihten imparatorluğun yıkılışına kadar Ceneviz ve Venedik, İstanbul’da kendi kültürlerini sürdürmeye devam ettiler. Hatta, Cenova Zecchino’su Pera’da kullanılan bir para birimi olmayı yıllar boyu sürdürdü. Özellikle Venedik, ticarette olduğu kadar diplomaside de söz sahibiydi, “bailo” ya da “balyos” adını verdikleri elçileri vardı.
Venedik’in İstanbul’daki balyosları da 1695’ten itibaren bu binada kalmaya başladılar. 18. yüzyılda uluslararası çapkın-diplomat-casus ve gurme Casanova’ya da ev sahipliği yapan bina şans eseri Beyoğlu’ndaki hiçbir yangından zarar görmeyerek bugüne kadar geldi. Ana girişin üzerindeki aslan kabartması Venedik Devleti’nin sembolü.
Venediklilerin saraydaki sefası tam yüz yıl sürdü. 1797’de Napolyon, Venedik’i ele geçirince, saray da Fransızların malı oldu. Hatta Fransız Elçisi hemen saraya yerleşiverdi. Ancak Fransız Elçisi’nin sefası sanıldığından da kısa sürdü ve Napolyon yenilip Fransa güç kaybedince Venedik, Viyana Kongresi’yle Habsburglar’a (Avusturya-Macaristan) bağlandı. 1870’lerde İtalya ulusal birliğini kurmasına kurdu ama saray yine de Avusturyalılar’da kaldı. Nihayet Birin-A ci Dünya Savaşı sona erip Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ortadan kalkınca, tam 122 yıl sonra, 1919’da İtalyanlar gelip saraylarını geri alabildiler. Avusturya Elçisi’ne de Teşvikiye’de bir apartman dairesine sığınmak kaldı.
Venedik ve Cenovalı ailelerden, İstanbul’un kent kültürüne, siyasetine ve ekonomik hayatına damgasını vuran pek çok kişi yetişti. Bu ailelerden bazdan dönemin çalkantılı siyaseti içinde Alman, Avusturya, Fransız, hatta Osmanlı uyruğuna geçti. Alphonse Belin’in yazdığı Historie de la Latinite de Corıstantinople adlı eser bu aileleri anlatan en iyi kaynak durumundadır. İlerleyen bölümlerde bu ailelerden isimlerle sık sık karşılaşacağız, ancak yeri gelmişken adından da anlaşılacağı üzere Girit kökenli Gritti Ailesi’nden bahsetmekte fayda var.
Venedik Cumhuriyeti tarihinde önemli bir yere sahip bu aileden Andrea Gritti İstanbul’da buğday ticaretiyle uğraşarak çok zengin oldu ve lüks bir yaşam sürdü. Venedik-Osmanlı ilişkilerinde önemli söz sahibi olan Gritti zaman içinde Venedik Cumhuriyeti’nin başına geçti.
Venedik’i Rönesans’ın zirvesine taşıdı. Gritti’nin Rum asıllı bir İstanbullu kadından olan dört çocuğunun dışında bir de gayri meşru çocuğu oldu. Aloisio Luigi isimli bu oğlan çocuğu baskılar yüzünden Venedik’te bannamayarak İstanbul’a geldi. Safran, şarap, altın, gümüş, tuz ve buğday ticareti yaparak servet edinen Luigi, babasının evine yerleşti. Müslüman olduktan sonra “Bey’in oğlu” diye anılmaya başlandı. Nereden nereye geldik? Beyoğlu’nun hikayesinin Venedik Sarayı civarında yaşamış bir İtalyan’dan gelebileceğini kim kestirebilirdi…
Venedik Sarayı’nın az ilerisinde İtalyan Lisesi, onun karşısında da Eski İtalya Oteli bulunuyor. Tüm bu binalarla hoş bir İtalyan siluetinin hakim olduğu meydanın sol tarafında da Fransız havası hissediliyor.
#İstanbul Fransız eserleri#İstanbul özel tarihi gezi#İstanbul rehberi#İstanbul tarih turu#İstanbul turu#İstanbul Venedik sarayı#istanbulun rehberi#istiklal Venedik sarayı#Venedik sarayı
0 notes
Text
Viyana Gezisi “25 Aralık Pazar Belgrad”
Bugün öğleden az önce Kapıcılar Kethüdası Ahmed Ağa ile Çavuşbaşı Mehmed Ağa, İstanbul’dan geldiler. Görevleri Sadrazam Kara Mustafa Paşa’dan Mührü Hümayunu, Sancak-ı Şerifi, Kâbe Anahtarım geri almak ve ruhunu kerem sahibi yüce Allah’ın rahmetine havale etmekti. Yerine vekil olarak yeniçeri ağası ve yiğit bir vezir olan Mustafa Paşa getirildi. Kapıcılar Kethüdası Ahmed Ağa ile Çavuşbaşı Mehmed Ağa, Kethüda Ali Ağa’nın evine konuk oldular.
Bu olay aşağıdaki şekilde cereyan etti:
Sadrazam Mustafa Paşa öğle namazını kılmak üzere seccadesini serdirmişti. İmamı Mahmud Efendi namaza başlamış, Sadrazam da başlamak üzere yerini almıştı. Tam bu sırada sokaktan at sesleri duyuldu. Meraklanan Sadrazam pencereden sokağa baktı. Yeniçeri Ağasını ve arkasından Kapıcılar Kethüdasıyla Çavuşbaşının geldiğini görünce, “Namazı kes İmam Efendi, bir şeyler oluyor, dedi. Ellerini ovuşturarak odanın içinde aşağı yukarı gezinmeye başladı.
Gelenler, derhal saraydan içeri girip yukarı çıktılar, Kethüda Ali Ağa durumu hemen anlayıp önlerine düştü ve doğruca Sadrazamın bulunduğu odaya gittiler. Yeniçeri Ağası kendisine yaklaşarak eteğini öptü. Kapıcılar Kethüdasıyla Çavuşbaşı ise sadece selâm verip el pençe divan durdular.
Sadrazam; “Ne var?” diye sordu. Kapıcılar Kethüdası; “Şevketli Padişahımız sana emanet edilmiş olan mührü Hümayunu, Sancak-ı Şerifi ve Kâbe Anahtarını geri istedi,” diye karşılık verdi.
Sadrazam; “Ferman padişahımındır” diyerek koynundan mührü çıkardı. Sancak-ı Şerifle Kâbe Anahtarını mahfazaları içinde getirdi ve hepsini onlara teslim etti.
Sonra da : “Bana ölüm mü düşünüldü?” diye sordu.
Kapıcılar Kethüdası; “Elbette, olması gerek!” diye karşılık verdi. “Allah doğru imandan ayırmadan ölmek nasip etsin.”
Bunun üzerine Sadrazam; “Allah’ın dediği olur” karşılığını verdi. Sonra da “Seccadeyi tekrar sersinler,” diye buyurdu. Ötekiler odadan çıktılar.
En küçük bir dalgınlık eseri göstermeksizin, bütün ruhunu vererek öğle namazını kıldı. Duasını edip elleriyle yüzünü sıvazladıktan sonra içoğlanına; “Şimdi siz de dışarı çıkın ve dualarınızda benî hatırdan çıkarmayın” dedi.
Kendi eliyle kürküyle kavuğunu çıkardı ve sonra; “Gelsinler!” diye emretti. “Bu halıyı da alın hurdan. Cesedim, toza toprağa bulansın isterim.” Halı derhal kaldırıldı.
Cellatlar içeri girip kementlerini hazırlarken kendi eliyle top sakalını kaldırdı. Kaderini kabul ettiğini şu sözlerle belirtti: “İlmeğinizi güzel geçirin!”
Cellatlar ilmeği boynuna geçirdiler. İki ya da üç defa çektiler. O zaman Sadrazam ruhunu teslim etti.
Cesedini soydular. Aşağıya taşıyıp sarayın avlusunda bulunan eski bir çadırın içine koydular. Burada yıkanıp kefenlendi. Arkasından yine bu avluda cenaze namazını kıldılar. Sonra ölüsü tekrar aynı çadıra getirildi. Cellat gelip tabutun içinde başını kesti. Arkasından cenazeyi dışarı götürüp sarayın karşısındaki caminin avlusuna gömdüler. Allah rahmet eylesin!
0 notes
Photo
Yedikule’den Topkapı’ya Yolculuk
İstanbul’un en etkileyici tarihi eserlerinden olan surlar, Bizans İmparatoru Theodosios ve ardılları tarafından inşa edilmiş, Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı eklemelerle bugünkü heybetine ulaşmış. Marmara Denizinden başlayarak Haliç’e doğru devam ettiğinizde zaman içinde kaleye dönüşen Yedikute’yi göreceksiniz. Edirnekapı’ya gidene kadar çok sayıda sürpriz çıkacak karşınıza.
Bizans, bugün Topkapı Sarayı olan yerde kurulmuş küçük bir şehirmiş. Etrafını çeviren ve türlü saldırılara dayanabilmiş surları 196 yılında şehri alan imparator Septimus Severus tarafından yıktırılmış, ancak oğlu Caracalla, babasını ikna edince surlar yeniden inşa edilip 500 metre daha batıya kaydırılmış. Şehrin büyüklüğü ikiye katlanmış. Ne yazık ki ne ilk yapılan surlardan ne de Severan Hanedanı’nın yaptıklarından günümüze ulaşan olmuş.
324 yılında imparator Büyük Konstantin, Bizans yeni başkent ilan etmiş ve adım Nova Roma (Yeni Roma) koymuş. Nova Roma’yla ilgili büyük projeleri varmış imparatorun. Şehri geliştirmek için başlattığı imar planlan ise oğlu ve halefi II. Konstantios tarafından devam ettirilmiş. Kenti çevreleyen ve Severan Hanedanı döneminde yapılmış olan surları daha da batıya kaydırarak inşa ettirmiş Konstantin. Böylece şehri eskisine göre daha büyütmüş. Bizzat çizdiği planlarla imar edilen şehir, bugün bile Sultanahmet Meydanı ve çevresini gezenlerin hayranlığım kazanıyor.
413 yılında İmparator Theodosios surları bulundukları yerden 1,5 kilometre daha batıya taşıyarak bugünkü konumuna kavuşturmuş. 447 depreminden sonra Hun İmparatoru Attila’nın yaklaştığı haberinin ardından tek duvarın surların yetersizliği fark edilince surların önüne ikinci bir duvar ve hendek eklenmiş.
740 yılındaki depremden sonra İmparator III. Leo surları baştan başa tamir ettirmiş. İmparatorların XI. yüzyılda Blachemae Sarayı’na taşınmasıyla sarayın etrafındaki duvara 13 yeni burç ilave edilmiş. Surlar 1509’daki depremden sonra büyük bir tadilattan daha geçirilmişler.
Şehrin savunması, aralarından bir yol geçen iç ve dış duvarlardan oluşan surlar ve önlerindeki hendeklerle sağlanmış. Yaklaşık olarak her 55 metrede bir -kule inşa edilmiş. Asker ve siviller kulelerin arasındaki kapılardan geçiş yapıyorlarmış. Genellikle j yolun sonundaki yerin veya çevredeki önemli binaların adıyla anılan kapıların ismi çok sık değiştirildiği için bugün bile isimler üzerindeki tartışmalar sürmekte. Haliç’te gerili olan ağır zincirler ve şehrin denizden kuşatılmasının zor olması yüzünden imparatorlar sahil surlarını çok güçlü yaptırmamışlar. Bugün Sarayburnu, Cibali, Fener, Balat ve Marmara kıyısında sahil surlarının kalıntılarını görebilirsiniz.
Tarih boyunca surlar sadece iki kez geçilebilmiş. 1204 yılındaki Haçlı Seferi ile Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u aldığı 1453 Kuşatması sırasında. Sahil surlarının bir kısmı yol genişletme veya tren yolu yapım çalışmalarına kurban edilmiş. Kara surlarının ve Marmara Denizi boyunca uzanan Propontin Surları’nın restorasyonu 1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıl Kutlamaları kapsamında yapılmış.
1980’li yıllar boyunca surların Yedikule ve Belgradkapı arasındaki bölümü eski taş işçiliğine önem vermeden yeniden inşaedildi, tarihi doku ciddi hasar gördü. Yapılan hızlandırılmış çalışmalar sonucu ortaya özensiz bir restorasyon çıktı. 2006 yılında surlar üzerindeki çalışmaların ikinci bir incelemeye kadar durdurulmasını öneren UNESCO’nun haklı eleştirilerine zemin yarattı.
Kimin Surları?
Sık sık Theodosios Surları olarak tanımlanmalarına rağmen, II, Theodosios surlaryapılırken henüz yedi yaşında bir çocukmuş. Surlar aslında onun naibi Anthemius’un eseridir.
Mermer Kule
Havaalanından şehir merkezine sahil yolundan geçerek geldiğinizde eski İstanbul’a ait göreceğiniz ilk eserlerden biridir Mermer Kule. Kara ve deniz surlarının birleşme noktası olan Mermer Kule’nin bir zamanlar bir saray ya da bir kalenin parçası olduğu düşünülüyor. Adnan Menderes zamanında surların önüne denizin doldurulmasıyla yapılan Sahil Yolu bir suikaste kurban giden ABD Başkanı J. F. Kennedy’nin adını taşıyor.
Roma Gibi…
Kara surları tamamlandıktan sonra surların içinde kalan “Yeni Roma” da aynen İtalya’daki “Roma” gibi yedi tepenin üstüne yerleşmiş.
Sayılarla Surlar
Kara ve deniz surlarının toplam uzunluğu: 20.5 km. • Mermerkule’den Ayvansaray’a kadar surların uzunluğu: 6.5 km. • İç surların yüksekliği: 12 m. • İç surların genişliği: 5 m. • Dış surların yüksekliği: 8.5 m. • Kapı sayısı: 81 m • Kule sayısı: 96 (dış sur) + 96 (iç sur)m • İç ve dış surlar arasındaki mesafe: 15-20 m. • Hendeğin eni: 20 m. • Hendeğin derinliği: 10 m.
1 note
·
View note
Photo
Topkapı’dan Ayvansaray’a Giderken Görülmesi Gereken Yerler
Emin Baba Tekkesi
Edimekapı’da yolun karşısına geçtiğiniz zaman göreceğiniz Emin Baba Tekkesi, konak tarzı Bektaşi tekkelerinin en güzel örneklerinden. Sultan Abdüla-ziz’in annesi Peıtevniyal Valide Sultan tarafından Bektaşi tekkelerinin kapalı olduğu dönemde onarılması, Bektaşiliğin gücünü göstermesi açısından önemli. 1997 yılında yenilenen tekke, arka bahçesindeki mezarlıkta bulunan gri mezar taşlarıyla da ilgi çekiyor.
Osmanlıların şehre ilk girdikleri yer: Ahşap Hipodrom Kapısı / Kerkoporta
Edirnekapı’nın kuzeyinde yer alan ve geçmişte bu civarda bulunan hipodrom yüzüne 01ı Ahşap Hipodrom Kapısı olarak adlandırılan kapıdan Fatih Sultan Mehmed’in Yeniçeleri ilk kez şehre girmeyi başarmış. Hemen yakınındaki burç ise Ulubatlı Hasan’ın Osmanlı sancağını dikmek için tırmandığı yer (Topkapı metro istasyonuna onun anısına adı verilmiş). Bu arada “Kerko” Yunanca kuyruk demek, hipodromdaki atlardan geliyor, aynı bir sonraki kapının adının nal olması gibi.
Eğrikapı
Bizanslılar döneminde burada atlar için nal (kaligae) yapılan bir yer varmış. İmparator Manuel Komnenos bir kapı yaptırınca adı “Poıta Kaligaria” olmuş. Bugünkü adıyla Eğrikapı’nın girişinde, Eyüp Sultan’ın yeğeni Hazret Hafız’ın türbesi var. Hazret Hafız’ın VII. yüzyıldaki Arap Kuşatması sırasında öldüğü sanılıyor. 1453’te Türklerin çoğu bu kapıdan şehre girmiş.
1939 yılına kadar bu kapının yanında, Bizans döneminden bu yana Yahudiler tarafından kullanılan bir mezarlık varmış. Buradaki mezar taşları günümüzde Hasköy Mezarlığına taşınmış. Surları geçip soldan iç aşağı doğru yöneldiğinizde yüksek bir duvarın arkasında XIX. yüzyıl Rum Ortodoks kilisesi olan Panayia Suda’yı görürsünüz. Kilisenin içinde sinir hastalıklarından muzdarip olanlara iyi geldiğine inanılan ayazma var. Cemaat kalmadığından kilise hep kapalı, o yüzden ayazmayı görme şansınız yok gibi.
Soldaki kapıdan dışarı çıktığınızda Belgrad Ormanı’ndan getirilen suyun iki son toplama noktasından biri olan Mimar Sinan’ın yaptığı Kırkçeşme Maksemİ’ni göreceksiniz. Maksem 2009 yılında restore edildi. Son toplama yerlerinden İkincisi ise Taksim Meydanı’nda anıtın arkasındadır.
Tekfur Sarayı’ndaki Atölye
BizanslIların saraylarını birçok binadan oluşan kompleks tarzında inşa etme gelenekleri burada da bozulmamış. XIII. veya XIV. yüzyılda inşa edilmiş olan Tekfur (Porphyrogenitos) Sarayı, yanı-başındaki Blachemae Saray kompleksinin önemli bir parçası olarak yapılmış. Porphyrogenitos “mor ya da porfir rengine doğmuş” demek. Mor kraliyet rengi olduğu için bu Bizans imparatorları için de kullanılan bir tanımlama. Mermer ve tuğla ile yapılan sarayın dış yüzey süslemeleri iyi durumda. Yıllardır bitmeyen restorasyon dolayısıyla içeriye girmenin mümkün olmadığı binanın terkedildiği yalnızlık inşanın içini acıtıyor.
Saray Türkçe ’de Tekfur (İmparator) Sarayı olarak tanınmış. Sarayın ilginç bir öyküsü var. Fetihten sonra bir süre zürafa gibi değişik hayvanların olduğu küçük bir hayvanat bahçesi, olarak kullanılmış. 18. yüzyılda çini ve seramik üreten bir atölye olarak yeni hayatına başlamış. İznik fırınlarında üretilenlere göre daha düşük kalitede kabul edilse de, bu seramikler bugün bile çok değerli. Örneklerini İstanbul Arkeoloji Müzelerindeki Çinili Köşk’te görebilirsiniz. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru çini üretimi durdurulup bina düşkünler evine dönüştürülmüş. Robert Koleji (bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) kuran Cyrus Hamlin, 1860’larda okulu saraydan geri kalan bölümde kurmayı bile düşünmüş.
Rum Kiliseleri
İstanbul’da 96 tane Rum Ortodoks kilisesi var. İo’u manastırı 12’si mezarlık, 2’si kurum kilisesi. 1 özel, 7 tane de temsilcilik statüsünde kilise var. Kiliselerin 53 tanesi Tanzimat öncesinde, 42 tanesi Tanzimat sonrasında yapılmış. Bir tek Panayia Muhliotissa Kilisesi Bizans döneminden kalmış.
İvaz Efendi Camii
1580’lerde yapılan caminin geleneksel bir cümle kapısı yok. Ana girişin üstünde Mimar Sinan tarafından yapıldığı yazılı ama Sinan’ın tezkerelerinde adı geçmediğinden yine de mimarı hakkında kesin konuşulamıyor. Blachernae Sarayı’nın kalıntılarının üzerine inşa edilen caminin tek minaresi kıble duvarının köşesine yapılmış, mihrabı ise harika İznik çinileriyle donatılmış. Kazasker İvaz Efendi’nin aslında bir külliye olarak yaptırdığı eserden < geriye sadece bir çeşme ve bahçesinde İvaz Efendi’nin de yattığı hazire kalmış.
Tepeden aşağı biraz inince sağda göreceğiniz 1513 yılında inşa edilen Emir Buhari Tekkesi, XIX. yüzyılda yeniden yapılmış. Baştan aşağı restorasyon ise 2009 yılında oldu.
Blachernae Sarayı
Haiiç kıyılarında kara surları ve deniz surlarının birleştiği yere yakın bir yerde bulunan Blachernae Saray kompleksi 500’lü yıllarda İmparator Anastasios tarafından yapılmış. Adını yakınlardaki çok saygı duyulan bir ayazmadan alan saray, ayazmayı ziyaret eden imparatorluk ailesi tarafından kullanılmış. XI. ya da XII. yüzyılda hanedan Sultanahmet’teki Böyük Saray’dan buraya taşınınca geniş ölçüde yeniden inşa edilmiş. 1204 yılından 1261’e kadar süren Latin İşgali döneminde Büyük Saray virane bir halde bırakılmış ve imparatorlar burayı sürekli olarak kullanmaya başlamışlar. Batılı yorumculann arkasından ağıtlar yaktığı görkeminden ne yazık ki bugüne çok az şey ulaşmış: Tekfur Sarayı, tepedeki birkaç yapı Anemas Zindanı ve II. Isakios Angeios Kulesi.
Civardaki Ayvansaray (Eyvan Sarayı) semti adım görünüşe göre saraydan almış. “Ayvan” Farsça bir kemerle dışarı açılan dikdörtgen mekân anlamına gelen “eyvan” kelimesinin bozulmuş hak.
Anemas Zindanı
Bhchemae Saray kompleksinin bir parçası olan bu hapishane birçok tutsak ağırlamış. Bunların arasında burada öldürülen imparatorlar II. Isakios Angelos ve IV. Aiexios Angelos da var. Orijinal binada, zindanın üç kata dağılmış 42 hücresi varmış. Girit Adası’nın Arap emirinin soyundan gelen Michael Anemas XII. yüzyılda İstanbul’a mahkûm olarak getirilmiş. Cesur davranışları sayesinde Bizans imparatorunun saygısını kazanmış. Anemas, Alexios Komnenos’a karşı bir ayaklanmaya karışmış. Sakalları yolunarak paçavra kıyafetler içinde, sokaklarda gezdirilme cezasına çarptırılmış. Şanslıymış, imparatoriçe ona acımış ve kocasına onu kör yapmaması için yalvarmış. Anemas, adını taşıyan zindana atılmış. Zülfü Livaneli Şahmaran filmini bu zindanda çekmişti. Zindan 2010 yılında restore ediliyordu. İnşallah yakında biter.
Gizli Mezarlık
Ayvansaray’da kara surlarının deniz surları île birleştiği yerde* XVII. yüzyılda yapılmış ancak 2009’da yeniden inşa edilmiş küçük Hacı Hüsrev Mescidi var. Mescidin bahçesinden kara surlarından geriye kalan son üç kulenin nefes kesen manzarasını seyredebilirsiniz. Burada duvarların önünde küçük ve güzel bir mezarlık var. Ebu Şeybet-ül Hudri’nin türbesi de burada. Bu mezarlıkta Hz. Muhammed’in yoldaşları olduklarına inanılan Ebu Ahmet El Ansari ile Hamidullah Et Ansari ve 1453’te şehrin fethinde görev aldığına inanılan Toklu İbrahim Dede de yatıyor.
1990’da yapılan bir araştırmaya göre İstanbul’da 180 tanesinin yapısı duran 200 civarında ayazma var. Zarif Mustafa Paşa Yalısı’nın bahçesinde bile Bizans döneminden kalma bir ayazma bulunuyor. Arnavutköy’deki Ayios Nikolaos örneğinde olduğu gibi ziyaret ettiğimiz ayazmaların bir kısmı çok kötü durumdaydı. Üzüldük, çünkü bütün eserler bu ülkenin zenginliklerinin bir parçası.
Blachernae Ayazması
Bugün Ayvansaray Kuyu Sokağı’nda bulunan ve iyileştirici gücüne inanılan ayazmaya Hıristiyanlık öncesi dönemde de insanlar geliyormuş. 451 yılında İmparator Marcian’ın eşi Pulcheria, burada bir kilise inşa ettirince önemi daha da artmış. Kutsal topraklardan dönen iki hacı Meryem Ana tarafından giyildiğine inanılan, Kudüs’ten çaldıkları giysileri bağışlamışlar. Burası şehirdeki en kutsal mekân haline gelmiş.
Bu yüzden kilise ve bölge imparatorların çok sık ziyaret ettiği bir yer halini almış ve zamanla buraya bir saray yapma ihtiyacı doğmuş. Öyle inanılmış ki buranın gücüne, 627 yılında Avarlar’a karşı savaşan askerleri cesaretlendirmek için Bakire Blacherniotissa’nın şehir surları üzerinde görüldüğü rivayeti yayılınca kimse şaşırmamış. Bugün hala Avarları yenme yıldönümünde kutlama yapılıyor. Orijinal kilise 1434’te bir yangında hasar görmüş, ayazma XIX. yüzyılda zarif bir kubbe eklenerek yeniden yapılan kilisenin içinde kalmış.
#ahşap hipodrom#ahşap hipodrom kapısı#anemas zindanı#Blachernae Ayazması#blachernae sarayı#eğrikapı#emin baba tekkesi#gizli mezarlık#hacı Hüsrev mescidi#II. İsakios angelos#İstanbul eğrikapı#ivaz efendi camii#kerkoporta#rum kiliseleri#tekfur sarayı#tekfur sarayı atölyesi
1 note
·
View note
Text
İstanbul’un Su Yolu Bozdoğan (Valens) Kemeri ve Gazanfer Ağa Külliyesi
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’a su taşıyan kemerlerin çoğunun tarihi, Roma ve Bizans dönemine dayanmakla birlikte birçoğuna Mimar Sinan’ın da eli değmiştir. Günümüzde Atatürk Caddesi’nde yer alan Bozdoğan (Valens) Kemeri’nin yakınındaki Gazanfer Ağa Medresesi bir karikatür ve mizah müzesine ev sahipliği yapıyor. Bizans dönemi manastırlarından olan Zeyrek Camii ise şehirdeki önemli eserlerdendir.
Bozdoğan (Valens) Kemeri
Tezatlar şehri İstanbul, etrafı denizlerle çevrili ama hep su sıkıntısı çekmiş. İçme suyu sorunu, büyük mimari ve mühendislik harikalarınm da yaratılmasma sebep olmuş. İlk olarak Hadrian döneminde (117-138) su, kanallarla Trakya’dan getirtilerek ve dağıtılmış. Sadece 625 metresi günümüze ulaşan Bozdoğan Kemeri, Roma İmparatoru Valens (364-378) döneminde, 375 yılında yapılmış. İmparator Valens’e karşı 365 yılında meydana gelen ayaklanmada yıkılan Kalkedon (Kadıköy) surlarından alman taşlarla inşa edilen kemerin büyük bölümü çift katlı ve 18,50 metre yüksekliğinde.
Osmanlı’nın şehri fethinden sonra su sıkıntısının boyutlarım gören Fatih, bütün sistemi onartmış ve kullanmaya devam etmiş. Aslında kemer, suyu şehre getiren kompleks sistemin sadece bir kısmı. Su, önce yeraltından döşenen borularla Edirnekapı’ya getirilirmiş, daha sonra altıncı, beşinci ve dördüncü tepelere dağıtılırmış. Bozdoğan Kemeri’yle üçüncü ve dördüncü tepelerin arasındaki vadiyi geçmesi sağlanan suyun yolculuğu Beyazıt Meydanı yakınlarındaki “Nymphaeum Maximum” yani “Büyük Çeşme” denilen havuzda son bulurmuş. Osmanlıların bakımını ve onanınım yapıp kullandığı kemerler günümüze iyi bir durumda ulaşabilmiş.
Şehre Suyu Getirmek
Kazım Çeçen’in Roma Suyollarının En Uzunu kitabında da belirttiği gibi şehre su getirme projesi aslında çok karmaşık bir düzene sahip. 400 kilometrelik bir mesafeyi aşarak suyu şehre taşıyan sistemin en çarpıcı kollarından biri; yaklaşık 250 kilometre uzaktaki Kırklareli/Vize’den toplanan suların, tek bir yerden değil ağaç dallarına benzeyen bir yapılanmayla birçok yerden alınması. Dört açık hava ve 100’den fazla yeraltı sarnıcının sisteme bağlandığını söylersek “antik çağlardan beri bilinen en muhteşem hidrolik mühendisliklerinden biriyle” karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır.
Eskiden üç ayrı sistem varmış: Kırk-çeşme sistemi suyu Belgrad Ormanlarından Eğrikapı’ya, Taksim sistemi Belgrad Ormanlarımdan Taksim Meydanına ve Halkalı sistemi Trakya’dan Beyazıt Meydanı’na getirirmiş. Bozdoğan Kemeri bu son sistemin artık kullanılmayan bölümüdür. Günümüzde sistem Trakya’nın kuzeyinde hala İlgi bekliyor.
Karikatür ve Mizah Müzesi (Gazanfer Ağa Külliyesi)
Kemerin hemen arkasında muhteşem Gazanfer Ağa Medresesi bulunuyor. 1599 yılında, saraydaki harem ağaları arasında yer alan Gazanfer Ağa güç zenci harem ağalarının eline geçmeden önce; son beyaz harem ağasıymış. Külliye medrese, türbe, sebil ve gül bahçesinden oluşuyor. Bina 1871 yılında basılan ilk karikatür örneklerini de bulabileceğiniz Türk Karikatürleri Müzesi’ne (pazar ve pazartesi günleri kapalı) ev sahipliği yapıyor.
Türkçe bilmeyen turistlerin bile karikatüristlerin ilgi alanı ve tarzlarının yüzyıllar boyunca nasıl değiştiğini anlaması mümkün. Sergilenen eserlerin hepsi politik değil; müzede yer atan sarığı ve eşeğe ters binişiyle çizilen Nasreddin Hoca karikatürleri, toplumsal gelişim ve ® tepkilere ışık tutuyor. Müze; sürekli ve değişken sergilerin yapıldığı Sergi Salonu, Mizah Kitaplığı, Arşiv ve uzmanlar tarafından baskı tekniklerinin öğretildiği atölye bölümlerinden oluşuyor. Külliye 2009 ve 20ıo’da ciddi bir restorasyondan geçti.
#beyazıt meydanı#bozdoğan kemeri#çeşme sistemi#gazenfer ağa külliyesi#Karikatür ve mizah müzesi#Nasreddin Hoca#roma çeşme sistemi#türk karikatürleri müzesi#valens#valens kemeri
1 note
·
View note