Alışveriş Eğlencesi denilince akla gelen soruların ve daha fazlasının cevabını bulabilceğiniz bir site.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Photo
Hikâyelerle Türkiye Tarihinden Kesitler
8 Öğretmen Geleneği Bozdu
ifköğretmen Okulunu bitirenlerin okul gizli fişlerinde “Teroton tayin olunmak istediği üç ilin adı” diye bir hane vardır. Gündüzlü mezunlar bu hanenin karşısına bir ilin, yatılı mezunlar ise üç ilin adını yazarlar. Gündüzlü mezunlar genellikle tercihan istedikleri belirli bir il emrine atanırlarken; yatılı mezunlar zayıf bir ihtimalle üç ilden birine, kuvvetli bir ti ti maile de üç ilin dışında bir başka il’e atanırlar. Hal böyle iken yatılı mezunlar da ne olur, ne olmaz düşüncesiyle üç il adını yazmaktan kendilerini alamazlar.
Bu, yıllardan beri genellikle hep böyle gelegelmiştir. Fakat bu yıl Diyarbakır İlköğretmen Okulunu bitiren sekiz genç öğretmen geleneği bozdu. Alaaddin Bayraktar, M. Şahin Garip, İbrahim’ Şenyiğit, Kasım Aydın. M. Nuri Kaya, M. Ali Noyan, Cemal Oğuzhan, İzzettin Yüksekova “Tercihan tayin olunmak istediği üç ilin adı” bölümünün karşısına şu cümleyi yazdılar : “Türk bayrağının dalgalandığı her yer.”
Sosyal Adalet
Arşları, Eşek ve Tilki ava çıkmışlar… Bir hayli hayvan vurup dönmüşler. Arslan eşeğe “Haydi şunları pay et!” demiş… Eşek de avları üç eşit parçaya bölnüş… Arslan kükremiş: “Hani benim arslan payım!” Ne arslan payı yahu? Üçümüz paylaşacağız!” Arslan ‘kızıp bir pençede eşeği öldürmüş ve tilkiye dönmüş “Hadi sen pay et!” Tilki ellerini ovuşturmuş : “Aman efendim, siz ormanlar kralı, hayvanların padişahı dururken pay etmek ne demek? Hepsi sîzin! Buyrun afiyetle yeyin!”
Arslan hayretle sormuş : “Sen bu sosyal adaleti ne zaman öğrendin?” Tilki boynunu bükmüş : “Eşeğin akıbetini gördükten sonra!”
Şükrü Babasına Telefonda Ne Dedi
Şükrü bir halt etti ki sormayın! Şükrü de kim? Önce Şükrü’yü tanıtalım. Şükrü, Tıp Fakültesinde okuyan bir Karadenizli öğrenci. Geçenlerde memleketteki babasına telefon etti, işte ne olduysa o telefonda oldu. Çok ayıp etti Şükrü! ‘Ne etti bilir misiniz? Babasına “Alo!” dedi. Babası çok kızdı buna! Tuttu oğluna bir mektup döşendi ki aman Allat! “Oğlum Şukri!” diye başladı mektuba İstanbul’a kitip kirk paralık drp dağsili etmakla delefonda bapana alo deyisun. (Bu ne demektur? Oğlum Şukri, işittim ki İstanpul’e kittiğinde adalara modalara
kitimissun! Ren dağsildar bapan, uç seneluk hizmet-i askeriyemde Kasimpaşa’dan başka bir yere kitmemişumdur! Oğlum Şukri, işittim ki İstampul’e kittiğunde Mimoza’ya ki ti muşsun! O ne çeşit bir çiçektur? Ondan pize de könder pizde de pirduri bulunsun. Pen de sana purodan megonya köndereceğum. Oğlum Şukri, işittum ki picamana sekiz dane cep yaptirimissun. Ren dağsildar bapan, kiymağa bandolon bulamirum! Oğlum Şukri, işittim ki Ankara’ya gittiğunde Pahçelievler’ den Ulus’a otobüsle kitimussunf Ren dağsildar bapan, Gopuk Mistafa’dan on beş lira dağ-sil etmek içun, Maçka’dan Dirabzan’a yaya kitirum.
Oğlum Şukri, işittum ki dip dağsilini pirakup, Gadîstiracı olmak istimissun.Gadistiracilik te hacimluk kadar peseriyete hizmet eden pir meslektur. Keçenlerde, dayun Hasan’ların köyüne kittum da doyun anlattı : Pizum köyde şimdiye kadar erazi , kavgasi yüzünden her sene peş alti kişi ölürdü. İci seneden peri ölümler de olmayi, kavgalar da olmayi, çinkum fçi sene evvel köylerinin gadistirası yapilmiş ta ondan imiş. Ru sebebden senun da gadistiraci olmana heçumluk kadar memnun olirum. Oğlum Şukri, şimdi sana elli lira könderirum. On lira könderecektum, yanumda gornşilar olduğu rçun udandum elli lira fcönderdum. Onun içun alur almaz ’kirk lirasını keri delliyesu
Gülmek Bile Vatan Hainliği Sayılırdı
Şimdi size, yaygın bir deyimle “Tarihten bir yaprak” aktaracağız. Hem de çak uzak bir tarihten değil. Mürekkebi bile kurumayan bir tarihten.
1958 yılı Ağustos ayının 21’inci günü. Yer, Türkiye “Büyük Millet Meclisi. Konu, Amerika’nın Lübnan ve Ürdün’deki iktidarları korumak için bu ülkelerin içişlerine askeri müdahalede bulunması… Yani düpedüz çıkarma yapması… Bu konuyla ilgili Türk politikası Mecliste tartışılıyor. Kürsüde, devrin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu vardır ve Amerika’nın bu davranışını savunmaktadır:
“Müttefikimiz Birleşik Amerika civanmerdane bir hareketle, dünya çapındaki mesuliyetinin kendisine yüklediği vecibeleri müdrik bir celadetle derhal harekete geçiyor ve boylece bizim inancımız yani küçük devletlerin istiklaline ve emniyetine ve onların her ne şekilde olursa olsun tahrikler, bilvasıta taarruzlar karşısında müdafaa edileceğine dair olan inancımız, bir anda evci bâlâsını buluyor. Bu hareket karşısında Türkiye’ye düşen vazife ne idi? Elbette ki, bu
civanmerdane hareketi ve belki, bizim de teşvik ettiğimiz bu civanmerdane hareketi desteklemekti.
(CHP’li bir mebusa hitaben) Gülmek Bizim vazifemiz Amerika’yı küçük devletlerin yardımına gitmeye teşvik etmektir. Sen gülüyorsun, bu hareketinle vatana ihanet ediyorsun!
-Kime söylüyorsun?
– Gülüşünüze cevap veriyorum.
– Sözlerinizi aynen iade ediyorum.
– Senin hareketin beni bu sözleri söylemeye mecbur etti.
– Ben gülmüyorum.
– Gülmüyorsanız mesele yok. Şimdi “bir lahza” tevakküf eyleyin ve nereden geldiğimizi düşünün. Amerika’yı böylesine savunan Türk Dışişleri Bakanı ve bu bakanın kendisini gülerek dinleyen muhalefet. milletvekilini vatan hainliği ile suçlaması, bu milletvekilinin de bu damgadan ancak “Gülmüyordum” diyerek kurtulabilmesi… Nereden nereye geldiğimizi bir düşünün ve de sevinin. Değil Amerika’nın politikasına karşı çıkmak, gülümsemenin bile insanı vatan haini yaptığı günler…
Şimdi o günler çok geride, hepimiz rahatlıkla dostumuzu düşmanımızı biliyor ve “Tam Bağımsız Türkiye” diyebiliyoruz. Tam Bağımsız Türkiye ülküsü nedir? Doğru sıfatının, sapına kadar doğrusu… Doğru sıfatının en serti ve en sivrisini profesör unvanının başında taşıyan Muammer Aksoy bunun ne demek olduğunu, “Atatürk’ün Işığında Tam Bağımsızlık İlkesi” adlı kitabında ortaya koyuyor. Yukarıdaki o bölümü de, bu kitaptan aktardık. Türkiye tam bağımsız mıdır” değil midir? Aslında bu çok ağır bir ithamdır. Ve her şeyden önce, bu sorunun cevabı verilmelidir. İster yanlış olsun, ister doğru olsun… İddia yanlışsa bu yanlışlık objektif ölçülerle ispat edilmelidir. Eğer doğru ise, o zaman da bu gerçekleri ileri sürenleri haksız ve insafsız suçlamalar sayesinde yıldırarak susturmak, bağımlı durumun bütün ulusal sakıncalarına katılma ve gelecekte bu bağımlılığın daha büyük felaketler yaratmasına göz yummayı savunma anlamına gelir.
İşte Prof. Muammer Aksoy bu noktadan çıkıyor: Atatürk bugün sağ olsaydı, yine bütün ülkücülüğü ile şöyle diyecekti : Rusya’nın zorla istilasına olduğu gibi, Amerika’nın dolambaçlı yoldan istilasına razı olmak da asla! Ne Amerikan düşmanlığı. Ne Amerikan uşaklığı!” Aksoy, merhum Yavuz Abadan’ın adına düzenlenen armağan yarışmasına katıldığı bu kitabının sonunda şöyle bir istekte de bulunuyor : “Atatürk’ün bu sözlerinin, tüm okulların ve TBMM’nin duvarına kazılmasını öneriyoruz.” O sözler de aşağıda : “Tam bağımsızlık demek, elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” Bu sözlerin altına, imzasını atmayacak Türk var mıdır acaba? Eğer varsa, biz de ona, en azından gülerek bakarız. Hem de vatan haini damgasını yemeden… Çünkü o Köprünün altından, 1958’den bu yana çok sular geçti.
0 notes
Photo
İşler Hiç, Ama Hiç Goley Değil
Sonunda bizim sınıftan biri bakan olamadıysa “Başkan” oldu… Dişçi Vecihi Küçük, Akşehir Belediye Başkanı seçildi. Arkadaşlar çok sevindi, biri telgraf çekip kutladı:
“Len oğlum, goley gele!” Vecihi’den cevap geldi: “işler goley değil! Goleyse başına gele!” Gerçekten işler “goley” değil!
Önümüzdeki günlerde, her tarzan zor durumda… Şimdi zor işleri teker teker sıralamaya başlayalım… Yarın gensorunun gündeme alınıp alınılmaması görüşülecek. Eh “goley” o gibi görünüyor. Eğer Nuri Bayar’ın dedikleri yanlış çıkmazsa, AP gensorunun gündeme girip görüşülmesi için beyaz oy verecek.
Ondan iki gün sonra gensorunun görüşülmesi başlayacak. Meclisin halini bir düşünebiliyor musunuz? Bir tarafta iktidarda kalabilmek için bugüne kadar neler yaptılarsa, bundan sonra da aynı şeyleri yapabilmek için her şeylerini ortaya koyanlar…
Bir tarafta iktidar olabilmek için belki de eline geçen önemli fırsatı hatasız kullanmak isteyenler… Ortada da bağımsızlar… Bir tarafa göre vatan kurtaranlar, bir tarafa göre de partiyi batıranlar.
Gonsoru işte bu hava içinde görüşülmeye başlanacak. Bir bölükbaşı eksik. Böyle şenlikli günlerin gülüdür Bölükbaşı… Kavga dövüş, patırdı gürültü, görüşmeler bitti. Sıra geldi gensorunun oylanmasına…
Kelle hesabı sayalım bakalım… CHP: 214 (Meclis Başkanı Cahit Karakaş’ı düşün) 213 + 12 AP den ayrılan bağımsız 4- CHP kökenli 2 bağımsız (Abdül-kerim Zilan ve Nurettin Yılmaz) + 2 CGP + 1 DP = 230.
Bunların oyu ilk bakışta kırmızı gibi görünüyor. Yani hükümeti düşürecekler. 230’a karşı MC’nin oyu ise 218… AP 178 + MSP 24 + MHP 16 = 218.
MC’nin, AP dışında fire vermesi pek olanak içi görülmüyor. Yani “MSP ve MHP’den adam kopmaz ama, AP hâlâ fire verebilir” deniliyor.
“Kim?” diye sorulursa “Edirneli Mustafa Bulut galiba.!.” deniliyor ama nafile. Mustafa Bulut’un hiç öyle bir niyeti yok.
“CHP fire vermez!” Vermesine vermez ama uyanık durmakta da sayısız faydalar var. Birinci MC kurulurken Sait Reşa’yı unutmamalı. Ya da partiden de milletvekilliğinden de istifa eden CHP’li Necati Aksoy’u…
CGP’ye golince Feyzioğlu ile Salih Yıldız’dan bu aşamada pek korkmamak lazım. Hükümetin düşmesi için oy verirler. AP’den kopan “12 ler”e gelince…
İşte her şeye rağmen buraya bir nokta koymak gerek. Günahı Sadettin Bilgiç’in boynuna bir şeyler çevirmeye çalışıyor galiba. Ama tutar, ama tutmaz! O başka hikâye Faruk Sükan “şudur, budur, zehir hafiyedir” ama sözünü tutar.
‘Kırmızı dedi mi, kırmızıyı basar. Yani bu hesaba göre, en yakın olanak hükümetin düşmesi. Buraya kadar biraz goley… Çünkü Demirel açıkça ilan etti ve bizi de yine bir ölçüde faka bastırdı.Biz ne diyorduk? Kendisinden menkul bir laf ediyorduk: “Boyler bulun 226’yı düşürün Süleyman Beyi!” diyorduk. Oysa Süleyman Bey bizi yine atlattı: “220 yı beklemeyeceğim, bir tane kırmızı fazla çıkarsa çekip gideceğim!”
Süleyman Bey bu! İlle de bizi açık düşürecek… Neyse buna da şükür diyelim Süleyman Bey düştü…
N’olacak? “Gerisi goley!”“Nah goley!”
Sayın Cumhurbaşkanı demokratik geleneklere uygun olarak Başbakanlık görevini Ecevit’e verdi ve hükümet kurmasını istedi.
‘Ecevit ne yapacak? Demirel’e gidip “Gel birlikte hükümet kuralım” mı diyecek. Dese bir türlü, demese bir türlü. Önce bütün CHP grubunu buna razı etmek mümkün mü? Sonra en önemlisi “12 ler”in tutumu… Bir kısmı açıktan açığa böyle bir şeye karşılar, işte Orhan Alp! “CHP-AP koalisyonu olmaz!” deyip kestirip attı.
Ya Cemaiettin: “Demirei ile Ecevit artık inatlaşmayı bırakmalıdır. Bir CHP-AP koalisyonu memleketi esenliğe kavuşturur.”
Gel de işin içinden çık bakalım. Bir de aynı sazı bir başka çalanlar var:
“Ecevit önce Demirel’e gidip koalisyon önermeli. Demirel kabul etmezse günah bizden gider. O zaman CHP ile ortak hükümet kurarız. ”Bize sorarsanız CHP-AP koalisyonu bugün için olmayacak duaya âmin!
Demirel, Ecevit’in başbakanlığına razı olmaz, Ecevit de haklı olarak kendisinden başka başbakan istemez.
Tek çare CHP – bağımsızlar koalisyonu… Hükümet nasıl kurulacak? Bakanlıklar nasıl dağıtılacak? Bağımsızlar her ne kadar yaptıkları açıklamada, “Biz makam ve mevki hırsı için yola çıkmadık” diyorlarsa da, yine “Her gönülde bir aslan yatar” lafını kulak arkası etmemek gerek.
Hem dikkat edin açıklamalarına… Hiçbirinde “Biz CHP’nin kuracağı hükümete oy veririz” demediler. “Bu hükümete kırmızı oy veririz!” dediler. Beyaz oylarını saklı tutuyorlar. Ya kadim Bağımsız Abdülkerim Zilan ile Nurettin Yılmaz…
Biri Kâmran İnan’ın ağabeyinin damadı, birinin de ne yapacağı her zaman belli olur mu? Feyzioğlu acaba Ecevit Hükümetine “evet” der mi?
1968’in yüreğindeki ateşini söndürdü mü?
DP’li Faruk Sükan kendisine bir koltuğu yakıştırmaz mı?
Ecevit hükümet kurmaya çalışırken “Süleyman Bey”in elleri de armut devşirecek değil ya! Şimdiden başladı “Koltuk ikram�� ile hükümet kurulmaz!” demeye… Sanki CHP’den aldığı Selahattin Kılıç İle Gıyasettin Kara-ça’ya koltuk ikram eden bizim rahmetli pederdi. Der o, daha neler der! “Süleyman Bey” demişler adına…
Bizim de diyeceğimiz şu ki, bu işler “goley” değil! Belki bu hükümeti düşürmek biraz “goley” de, yenisini kurmak hiç “goley” değil!
Diyeceksiniz ki, senin niyetin pişmiş aşa soğuk su katmak mı? Hayır, aşı pişireceklere tuzun, biberin, yağın, suyun ölçüsünü hatırlatmak. Aşı pişireyim derken, tencereyi devirmek de var. Allah “goleylık” versin.
0 notes
Photo
Şoför Tarafından Dağda Bırakılan Yolcular
Türkiye’de insanların canlarının kimlere emanet edildiğini hiç düşündünüz mü? Hızlı yaşam savaşımı içinde bunu düşünmeye hiçbirimizin vakti yok. Ama bir düşünmeye kalksak insan aklını kaçırır. Canımızı kimlere teslim ediyoruz? Aşağıdaki olay bu sorunun, belki de ufak bir cevabıdır.
Çıkmaz bir ayın beşinde gece saat 21.45’te İzmir’den bir otobüs İstanbul’a hareket eder. Otobüs Çanakkale üzerinden İstanbul’a gelmektedir. Gelibolu’yu geçince hava bozar. ‘Kardan, tipiden göz gözü görmez. Herkes Korudağı’ndan korkmaktadır. “Korudağı’ın atlatalım gerisi kolay” lafı ağızdan ağıza dolaşmaktadır.
Ve herkesin korktuğu başına gelir. Otobüs Korudağı’nın tepesinde kara saplanır. Saat sabaha karşı dört buçuktur. Şoför ayağa kalkar:
“Kurtuluş için tek çaremiz var, güçlü kuvvetli birkaç kişi, aşağı inip arabayı itecek, ben de direksiyonda bütün ustalığımı göstereceğim.”
Başka çare yoktur. Otobüs dağ başında kara saplanıp kalmıştır. Yolculardan 13 tane gönüllü çıkar. Kapıyı açıp aşağı inerler. Otobüsün devrileceğinden korkan çocuklu bir kadınla, yetmişlik bir ihtiyar da onlara katılır. Çocuklu kadınla, yaşlı adam gönüllülere “Ha gayret, biraz daha!” diye güç verirler. Onlar da kar, tipi altında otobüse dayanıp kurtarmaya çalışıyorlar.
Otobüsün tekerlekleri yavaş yavaş dönmeye başladı:
“Hayda, hooop, ha gayret, biraz daha, aman dikkat!” derken otobüs birden kalkıverir, kardan düze çıkıverir.
Otobüse dayananlar derin bir oh çekerler… Biraz sonra başlarına geleceği ne bilsinler. Kurtulan otobüs durmaz! Birkaç kişi can havliyle yetişip atlar. Diğerleri bir süre koşar, ama otobüsü kaçar.
Yaşlı adam, çocuklu kadın ve o kadar kişi Korudağı’nın tepesinde kalakalırlar. Hem de kar, hem de tipi altında… Be insafsız şoför, hiç mi vicdanın yoktu?” diye bir süre bağırıp çağırırlar.
Sonra can pazarı başlar. Dağın başında donup ölmek de vardır. Paltoları, pardösüleri bile otobüste kalmıştır. Çocuklu kadın ağlamaya, yaşlı adam duaya başlar. Diğerleri de ne yapacaklarını bilemezler. Sabahın dört buçuğunda Korudağı’nda karda, tipide kalmak. Sağa sola koşuşup, çare aramak… .
Tam umutlarını yitirecekleri sırada “Hızır” yetişir. Uzaktan bir otobüs görünür. 34 YT 302 plakalı otobüsün şoförü Hasan Ünal onları ölümden kurtarır ve gerisin geriye Gelibolu’ya götürür.
Doğru Gelibolu Emniyet Müdürlüğüne sığınırlar. Nöbetçi Polis İhsan Koçak hepsini buyur edip elinden geldiğince ağırlar. Başlarına geleni, öğrenince de telsizle Keşan’ı arar. Niyeti “o vicdansız şoförü” yakalatmaktır. Ama Keşan cevap vermez.
Biraz sonra gün ağarır. Emniyet Amirliğinin görevlileri birer İkişer gelmeye başlar. Hikâyeyi duyan “Vay namussuz” der başka bir şey demez. Canlarını kurtarmışlardır ama onların canlarını hiçe sayan bu şoförden hesap sorulmayacak mıdır?
12 kişiyi dağ başında yaşlı, çocuklu demeden ölüme bırakan şoförden hesap sorulmayacak mıdır? Hep birlikte bir dilekçe hazırlarlar ve savcılığa verirler. Herkes onlara hak vermektedir ama ne yapılabilir? Bu şoför hakkında hangi kanunun, hangi maddesi uygulanacaktır?
Kanun yapıcı herhalde böyle bir vicdansızlığı düşünememiştir. Tek çare vardır, otobüs firması hakkında tazminat davası açmak… Ama 12 kişinin hiçbiri de bunu istemez. Onların canları birkaç kuruş tazminattan çok daha önemliydi.
Bu arada otobüs şirketinin sahibi İzmir’den telefon edip dava açmamalarını, her türlü yardımı yapacağını, onların zararını ödeyeceğini hem polise, hem de 12 kişiden Murat Acıpayamlı’ya söyler.
Hayır davacıydılar. Dilekçelerini verirler. ‘İstanbul’a dönerler. Sonuç arkadan gelir.
Şoför hakkında takipsizlik kararı verilmiştir.
0 notes
Photo
Bazıları Sıcak Sever, Bazıları Da MC'yi
Eğer bu hükümetin başına bir hal gelirse, zinhar Süleyman Beyden, Türkeş’ten, Erbakan’dan, şundan bundan bilmeyin. Eğer bu hükümet giderse, bilin ki dostlarının narına yanıp gitmiştir. Hem de hangi dostlarının?
Aklı evvel dostlarının… Önce kontrgerilla ile işe başladılar. Sanki çok gerekmiş gibi, daha ayağının tozunu silmeden hükümeti olmayacak sıkıntılara soktular. O yetmedi… Arkadan Eğitim Enstitülerini getirdiler.
“ille de faşistler dışarı atılmalı!” diyerek binlerce çocuğun sokaklara dökülmesini önerdiler. Hem de tafralarından yanlarına yaklaşılmayarak. “Görülmemiş direniş biçimleri uygularız!”
Bu da yetmedi. Son marifetle ortaya çıktılar. Üniversitedeki katliamı protesto edecekler. Elbette yüreğinde bir zerre insan sevgisi taşıyan, insanlıktan nasibini alan herkes bu katliamı protesto eder. Ama nasıl? Yollar kapatılacak, polisle çatışılacak, çocuklar okullardan çıkarılacak, dersler yapılmayacak… Bunun adı da faşizmi protesto… Bu hükümet faşist mi? Değil!
Hükümet, “Yapmayın bu işi” dememiş mi? Demiş! Hem de Başbakan hem de Milli Eğitim Bakanı televizyonda, radyoda söylemiş…
Ama aklı evvelin aklı bu kadar! Bu ortamda ortalığı karıştırmak kimin işine yarar?
Bedri’nin dünkü karikatürü ortada… Kim zil çalıp oynuyor, kim? Ama dedik ya aklı evvelin, aklı da bu kadar! Sonunda Ecevit’i bile isyan ettirip Ömer Seyfettin’in ünlü “Diyet” hikâyesini anımsatacak kadar. Hikâyeyi bilirsiniz…
Adam ünlü bir demircidir. Onun yaptığı, çeliğine su verdiği kılıçların üstüne yoktur. Bir gün hırsızlık iftirasına uğrar. Şeriat gereği sağ eli kesilecekken zengin bir kasap diyetini verip kurtarır ve kendisine köle yapar. Demirci ustasının hayatı bundan böyle cehennem olur. Zengin kasap yapmadığını bırakmaz ve her seferinde de “Senin sağ elinin diyetini ben verdim” der. Sonunda demircinin canına tak eder, sağ bileğini kütüğün üzerine kor, satırı bileğine indirir ve kopan elini kasabın suratına atar:
“Al diyetini!” Yürür gider… Ecevit de işte böyle isyan etmiştir:
“Biz iktidar oluşumuzu özgürlükçü demokrasiyi yaşatmak, iç barışa kavuşmak ve ülkenin gelişmesini toplumsal adalet içinde hızlandırmak isteyen halkımıza borçluyuz. Başka hiç kimseye ve hiçbir kuruluşa borcumuz yoktur. İktidarda kimseye ödeyecek diyetimiz yoktur. Daha önce başka ülkelerde başkalarının düştüğü tuzaklara düşmeye veya demokrasimizi o tuzaklara düşürmeye de niyetimiz yoktur. Türkiye’de demokrasi ve ekonomi, cumhuriyet tarihinin en ağır bunalım döneminden geçiyor. Böylesine ağır bir bunalıma karşın ülkemizde demokrasinin yaşayabilmesi her şeyden önce halkımızın demokrasiye bağlılığındandır.”
Ne diyeceksiniz?
Bazıları sıcak sever, bazıları da MC’yi… Birincisinden, İkincisinden ağızlarının tadını alamadılar, şimdi sıra üçüncü de… Allah onların ağzına tat, bize de kolaylık versin.
0 notes
Photo
Tarihi Anlatılarda “Kibbutz”
Kibbutz’lar… ‘Moşav’lar… ‘İsrail köyleri bunlar. Çöl ortasında, ya da verimli topraklarda tarım yapanların yerleri… İsrail modeli köyler. Önce Kibbutz’lardan başlayalım. Kibbutz grup demek.
Otuz kişi bir araya geldik Hükümete başvurduk. Hükümet bize el sürülmemiş bir arazi verdi. Çadırları kurduk ve Kibbutz’ umuzu hazırlamaya başladık. Malzemeyi devlet bize krediyle verdi. Gündeliklerimizi ise yine devlet ödüyor. İlk evlerimizi yapıyoruz. Evler bitince ekip biçmeye başlayacağız. Evleri bitirdik, tarıma geçtik. Ne ekeceğimizi devlet bildirdi. Şu kadar elma, şu kadar portakal, fidan dikeceğiz, şu kadar tavuk, şu kadar koyun, ya da inek besleyeceğiz. Kendimiz toplandık yöneticilerimizi seçtik. Her şey ortak burada toprak hepimizin, ağaçlar hepimizin, tavuklar hepimizin, üretim araçları hepimizin, sadece evler bizim. O da mülkiyeti bizim değil.
Oturduğumuz sürece bizim. Birlikte yemek yiyoruz, birlikte eğleniyoruz, çocuklarımız doğar doğmaz bakımevlerinde büyüyor. Akşam paydostan sonra çocuklarımızı görüyoruz. Onlarla oynuyoruz, seviyoruz, yatma saati gelince onlar da evlerine gidiyor. Kibbutz’umuzda her şeyimiz var. Plajımızdan yüzme havuzumuza, çocuk bahçemizden evimizdeki televizyona kadar. Yiyeceğimizi, içeceğimizi, sigaramızı, elbisemizi, ayakkabımızı, şapkamızı, çorabımızı Kibbutz veriyor.
Kibbutz’un esası şu: Herkes gücü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. Yıl sonu genel kurulu topluyoruz. Hepimiz oy sahibiyiz. Hesap kitap ortaya dökülüyor. Şu kadar mal ürettik, şu kadar para kazandık. Bu parayı ne yapacağız?
Traktör mü alalım, kümes mi yapalım, sinema salonu mu açalım, spor takımı mı kuralım, evlerimize kütüphane mi yaptıralım?
Herkes bir fikir atıyor ortaya? Mesela siz yılda iki çift ayakkabı az geliyor diyorsunuz, üç çift’olsun. Oya konuyor. Genel kurul kabul ederse o yıl üç çift ayakkabı alacağız. Birkaç kişi, daha çok kazanmalıyız, diyor, bir fabrika kuralım, mozaik taşı yapalım. Tartışıyoruz, oyluyoruz, kabul edersek mozaik fabrikasının yapımına başlıyoruz. Kibbutz’un ilk kuruluş günleri hariç, gündelik, haftalık, aylık, yıllık diye bir şey yok. Her ihtiyacı Kibbutz karşıladığına göre paraya ne gerek var? İşi yavaş yavaş büyütüyoruz. Kibbutz’a yeni üyeler gerek.
Kibbutz demek büyük bir aile. Aileye girecek yeni fertleri bir yıl deniyoruz, bir yılın sonunda yeni arkadaş bizim şartlarımıza uyuyorsa aramıza alıyoruz, uymazsa «Güle güle» diyoruz. Ya da tam tersi. O, ben bu hayatı yaşayamam, diyor ayrılıyor. Kibbutz’a! girmek de insanın isteğine bağlı, çıkmak da. İstediğin an, kaç yıllık Kibbutz üyesi olursan ol ayrılıp gidiyorsun.
Topluiğneden televizyona, yatak çarşafından halına kadar her şeyi Kibbutz karşıladığına göre paraya ne ihtiyacın var? Ama ‘yıl sonunda genel kurul toplantısında, «Canım biraz cep harçlığımız olsa» diyenler çıkabilir. Eğer kabul edilirse, yatırım için gerekli paradan onu da veriyoruz.
Kibbutz’larda her şey ortak ve herkes eşit. Amir, memur, üst ast yok. İş var, iş bölümü var.
Diyelim ki yaşlandınız, ya da hastalandınız.
O zaman ne olacak?
Siz hiç evinizdeki yaşlı babanızı, ya da hasta çocuğunuzu, karınızı sokağa atar mısınız?
Kibbutz da kocaman bir ev ve aile olduğuna göre…
Yaşadıkça orada kalacaksınız, yiyeceksiniz, içeceksiniz ve yararlı olmaya çalışacaksınız. Artık tarlada traktör süremiyor, portakal toplayamıyorsunuz, ama Kibbutz’daki arkadaşlarınızın kitaplarını da cilt yapamaz mısınız? Ya da kirli çamaşırları yıkayan çamaşır makinesinin başında durup, sökükleri dikemez, misiniz?
Diyeceksiniz ki hepsi iyi hoş, ama bu ürettiğimiz malları ne yapacağız.
İsrail ekonomisi kooperatiflere dayanıyor. Hisdadut denilen sendikalar konfederasyonunun tüketim kooperatifleri emrinizde. Ama isterseniz özel sektöre de satabilirsiniz. İsrail’de aracı ma-racı yok! Devlet fiyatları altı ay önceden tespit ediyor. Ürettiğiniz malı kimse, bu fiyatın altına alamaz. Ama yüksek fiyatla satabilirsiniz.Kibbutz bir ortak yaşama. Üretimde, tüketimde, mülkiyette her şeyde ortaklık. Ama istekle, zorla değil.
‘Fakat böylesine ideal görülen Kibbutz’larda, tarım nüfusunun ancak yüzde üçü veya dördü yaşıyor. İnsanlar her demokratik ülkede olduğu gibi İsrail’de de «mülkiyet» tutkularından vazgeçmiyorlar.
Kibbutz çocuklarına, Sabra dendiğini daha önce yazmıştık.
Nedir bu Sahraların özelliği? diye sorsanız şöyle anlatırlar :
Çocuk musluğu kendisi açar, elektrik düğmesini kendisi çevirir. Bu, şu demektir: Kibbutz bakımevlerinde çocuklar özel bir eğitimle yetişirler. Çocukların yaşlarına göre bakımevlerinin eşyaları yapılır. Sandalyeler onun boyunda, masalar onun boyunda, musluklar onun boyunda, elektrik düğmeleri onun boyunda, her şey ona uygundur. Sahralar evde yetişen çocuklar gibi, Anne musluğu aç, sandalyeme minder koy’ demezler. Her işlerini kendileri yapar. Bu onlara kişilik* kazandırır. Öyle bir kişilik ki, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek..
İlk Kibbutz’ları 1907 yıllarında Rusya’dan göç edenler çölde kurmuş. Fakat giderek bundan şikâyetler başlamış. Demişler ki:
Tamam anladık, herkes güçü kadar çalışacak, ihtiyacı kadar alacak. İyi hoş ama ben, senden daha kuvvetliyim, daha becerikliyim, daha bilgiliyim, elim işe daha yatkın. O halde niçin seninle eşit ve ortak olayım. Ürettiğimiz değerde, bu eşitlik adil değil. Buna bir çare bulmak gerek.
0 notes
Photo
Eski Türk Hikayelerinden Derlemeler
Tevetoğlu Böyle Konuşur
AP Samsun Senatörü Fethi Tevetoğlu Çorum kongresine davet edilmişti. Tevetoğlu günlerden beri kongre kongre dolaşıyor ve hiç durmadan konuşuyordu. Çorum’da da kürsüye çıktı. Önce sağ kolunu dimdik ileri uzatıp dinleyicileri selamladı. AP liIer bu maruf senatörlerinin ne diyeceğini merak ediyorlardı. Tevetoğlu “Aziz Çorumlular!” diyerek söze başladı. Sonra birkaç saniye durdu, gözlerini kendisini dinlemeye hazırlanan kalabalığın üzerinde gezdirdi ve devam etti : “Sözlerime başlamadan size niçin ‘Aziz Çorumlular dediğimi izah edeyim!”
Konuşmasının başında cafcaflı birkaç laf ederek alkış toplamak istiyordu. “Siz azizsiniz, çünki” Dinleyenler merakla gözlerini dört açmış, lafın sonunu bekliyorlardı. “Siz azizsiniz çünkü, aziz olan ekmek Çorum’da yapılır!” Tevetoğlu birkaç alkış bekledi. Ne gezer! Siz azizsiniz çünkü, aziz camiler Çorum’da vardır!”
Hayret, yine alkış yok! Siz azizsiniz çünkü, aziz olan minareler Çorum’da yükselir!” AP’liler pür dikkat senatörlerini dinliyorlardı. Ne alkış, ne ses, ne de nefes!.. Tevetoğlu hırsından dudaklarını ısırdı. Nereden girmişti bu laf çıkmazına! Ama başaracaktı. Sağ yumruğunu sıktı, sesini ayarladı ve başladı:
Aziz Çorumlular! Siz azizsiniz! Çünkü Samsun’da denize iki beton kol uzanır. O kolların içindeki taşları birbirine tutturan, yapıştıran çimento Çorum’dan çıkar. Bu çimento azizdir! Siz de çimento gibi azizsiniz!” Salonda bir alkış yükseldi.
Tevetoğlu hızlandı : “Çimento gibi aziz hemşerilerim! Sağ olun, var olun Mübarek çimentonun çıktığı Çorum’un aziz sakinleri! İşte si; bundan dolayı azizsiniz! Siz bin yaşayın! Kahrolsun komünistler!..” Bütün salon ayağa kalkmış, Tevetoğlu’nu çılgınca alkışlıyordu.
Gökay Halı Altında Ne Arıyordu?
Yüksek Planlama Kurulu toplantılarından birinde, İmar ve İskân Bakanı Fahrettin Kerim Gökay salona telaşla girdi, çantasını masaya koydu, önce dolapları aradı, sonra eğildi masanın altına baktı. Bütün Bakanlar Gökay’ı hayretle takip ediyor, içlerinden “Dur bakalım ne olacak” diyorlardı. Gökay yerdeki halıyı da eliyle kaldırıp altını dikkatle inceleyince Sanayi Bakanı Fethi Çelikbaş dayanamayıp sordu : “Ne arıyorsun Allah aşkına?” Gökay cevap verdi : “Gazeteci!”
Norstad Yetişecek İnönü Bekleyecek
İnönü ve Norstad… İkisi de asker… Biri dün 79 yaşının ilk günü yaşadı, diğeri dün Türklere veda etmek için Türkiye’ye geldi. Bu, onun Türkiye’ye ikinci gelişi. Norstad Ankara’ya ilk gelişinde İnönü ile tanışmış ve Paris’e döndüğü zaman, “O günü asla unutamayacağım.” diyerek bir gazeteciye şunları söylemişti.
“O gece saat 22.30’a kadar süren bir yemek vardı. Ben işlerimin ve yolculuğun tesiri ile kendimi yorgun hissediyordum. Onu da yorgun görseydim hiç şaşmayacaktım. Çünkü sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar ağır bir mesai yaptığını biliyordum. Fakat o hiç yorgun gözükmüyordu. Konuşma sırasında yaşından bahsetti. Ona müsterih olmasını, kendisine yetişeceğimi söyledim. Güldü ve hemen cevap verdi ; ‘Sizi bekleyeceğim!’
#daha önce duyulmamış gerçekler#duyulmamış gerçekler#garip hadiseler#Hababam hikayeleri#ilginç hikayeler#komik hikayeler#olaylar olaylar#türk hikayeleri#Türk olayları#türkiye hikayeleri
0 notes
Photo
Sıkıyönetim Halindeki Yaşanan Olaylar
Tarifname
Kimya Fakültesi öğrencilerinden iki arkadaş İstiklal Caddesinde yürürlerken yanlarına “«alkol duvarım» aşmış bir vatandaş yaklaştı ve eğilip sordu: “Abiler ateşiniz var mı?” Biri çıkarıp ateşi verdi: “Bir sigaranız da var mı?” O da verildi.
Adam sigarasını yakıp dumanı çektikten sonra sordu: “Abiler siz sosyalist misiniz?” Hoppala! Bu da nereden çıkmıştı? Adam sorusunun cevabını yine kendisi verdi: “Ateşi de sigarayı da hiç laf etmeden verdiniz de”. Bu da sosyalizmin yeni bir tarifnamesiydi!
Oh Çekince
Köylünün biri panayırdan eşek almış. Satıcı “İyi eşektir, hoş eşektir ama, deh çüşten anlamaz” demiş. “Ya ne yapacağız?” “Oh deyince yürür, amin deyince durur.”
İyi, demiş köylü «Ben de öyle yaparım.» Atlamış eşeğe ve başlamış «Oh!» çekerek köye gitmeye. Eşek her «oh»ta biraz daha hızlanırmış. Ama birden yolun ucunda uçurum gözükmüş. Eşek doludizgin uçuruma gidiyor. Köylü ne diyeceğini unutmuş. “Amini” dese duracak ama aklına gelmiyor. Eşekle birlikte uçurumdan aşağı uçacaklar. Tam uçurumun kenarına geldikleri sırada ne diyeceği köylünün aklına gelmiş. Bir “Amin!” çekmiş ki, yer gök inlemiş. Eşek de durmuş. Köylü bu sefer kurtulduğuna şükredip derinden bir “Oh” çekmez mİ?!..
İmam Efendi «Kolera» Demedi
Kolera kıtı yine dillere düştü. Geçen yıl adını koymamak için direnip durduğumuz koleraya karşı bu yıl «sözlü mücadele» yapılacak. Yani vatandaşlar öğütle uyarılacak. “ Şunu yapın, bunu yapmayın, şunu yeyin, bunu yemeyin!” denilecek. Vatandaşlarla birlikte, inşallah kolera da bu nasihatleri tutacak!
Geçenlerde aynıyla vaki bir kolera hikâyesi anlattılar. Hikâye İstanbul’un burnunun dibindeki bir ilde geçer. Kolera aşı ekipleri köylere giderler. Bir köye varıp imamı bulurlar : “Caminin hoparlöründen halka bizim geldiğimizi bildir. Kahvenin önünde toplansınlar, aşı yapalım.” İmam “Olmaz! diye itiraz eder. “Ben caminin hoparlöründen sizin geldiğinizi bağıramam!” “Niye?”
“ Kolera kelimesi gâvurcadır, caminin hoparlöründen gavurca kelime çıkmaz. Oradan sadece pzan-ı muhammedi okunur.” Aşı ekibi ımamı kandırmaya çalışır ama nafile! İmam bir türlü razı olmaz. Ekip başka köye gider ve dönüşte yine uğrar, imam hâlâ diretmektedir. Onlar da kahveye gidip isteyenlere aşı yaparlar. Aşıcıların geldiğini duyanlar tek tük sökün etmektedirler. Akşam olup hava kararmaya başlayınca aşıcılar kalkarlar, tam cipe binmek üzereyken birkaç kişi yollarını keser: Herkesi aşılamadan nereye gidiyorsunuz?” “Biz imama söyledik, hoparlörle duyursaydı.” “Biz onu, bunu bilmeyiz, bütün köy aşılanmadan bir yere gidemezsiniz.” Gidersin, gidemezsin, derken aşıcılar bir güzel dayak yeyip köyden alayı vala ile uğurlanırlar. “Zengin” ama çok zengin bir adam varmış.
Ve bu adam her gün bir Mercedes otomobil alırmış…Acaba niçin? Cevap : Belki İpinden bir Coca-Cola çıkar diye…
Çirkin Politikacı İşte Marifetin
Buyur bakalım çirkin politikacı! İşte marifetin ortada! Cumhuriyetin hiçbir devrinde, hiçbir kuvvet Türkiye’yi bu hale getirememişti. Monteni günah gibi ebediyete kadar sırtında taşı… Taşıyabilirsen!
Bana eğitim reformu, dediler, el altından çıkarcılarla anlaştın, uyuttun. Bana toprak reformu, dediler, eveledin ” geveledin, dil üstünde kaydırdın. Sosyal adalet dediler, “Müslümanım diyebilmek hürriyetinden söz ettin. “Devlet aşınıyor» dediler, cevabın, «Yürümekle yollar aşınmaz” oldu.
Taksim Meydanında irfanlar öldürüldü, cihad-ı mukaddesler ilan edildi, misak-ı milli sınırlan reddedildi, Türkiye halktan denildi, üniversitelerde, sokaklarda silahlar patladı, insanlar avlandı ve sen “dur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” safsatasını devlet felsefesi sandın.
Anayasa var, kanunlar var diyordun. O sözünü ittiğin anayasada, o yazılı kanunlarda devletin böyle idare edileceği de var mıydı? Bayramlarda huzuruna varıp göstermelik ceket ilikleyip, boyun kırdığın devletin kurucusuna kiminin “deccal”, kiminin «burjuva paşası» dediklerini sana söyleyen olmadı mı? Söylemez olurlar mıydı? Ama sen… Bak, seni, sana anlatalım.
Anlatmadan önce de bir gerçeği itiraf edelim: Yazarıyla, çizeriyle, düşüneniyle, bilim adamıyla, sade vatandaşıyla hepimiz bugünkü durumdan sorumluyuz. Kimimiz korkaklığıyla, kimimiz çıkarcılığıyla, kimimiz eyyamcılığıyla, kimimiz bugün ortaya çıkan sahtekârlığıyla, kimimiz de iyi niyetiyle… Ama sen hükümettin, her işin başı sendin! Ne demiştik? Sana, seni anlatalım, demiştik.
Dinle, belki hatırlarsın… Sıkıyönetim ilan edildiği günlerde Ankara’daydık. Sıkıyönetimin gerekçesi konuşuluyordu. Türkiye’yi bölme çabalan. Cumhuriyeti yıkma oyunları, iç savaş hazırlıkları… Birden lafa karıştın: “Bize de bunları söylemişlerdi!” Senden başka herkesin tüyleri diken diken olmuştu. Devlet koltuğundan ineli şunun şurasında kaç gün olmuştu ki! Biri dayanamadı:
Söylendi de» siz ne yaptınız?” “İnanmamıştık!” Sen zaten neye inanmıştın ki!
Felsefen buydu… Sen böyleydin işte! Böyle olduğun için de “Yurdumuz, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokuldu. Atatürk’ ün hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidi kamuoyunda yitirildi, anayasanın öngördüğü reformlar tahakkuk ettirilmedi ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürüldü.” Buyur bakalım şimdi! işte marifetin… Gününü gün etmeyi, herkese mavi boncuk dağıtmayı, devlet idare etmek sananların marifetidir bu!
Asiyab-ı devleti her kim olsa döndürürmüş… Döndürür zahir! Ama işte böyle döndürür. 14 yaşında bir masumun hayatı üzerinde oyun oynatacak insanlık dışı dramı hazırlayarak…
#ankara olayları#Enteresan olaylar#garip vakalar#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#olaylar olaylar#sıkıyönetim zamanında#Sıkıyönetim zamanları#türk hikayeleri#türkiyedeki enteresan olaylar
0 notes
Photo
Eski Anlatı Olaylarından Günümüze Gelenler
Kızmayın Kaymakamım Bu İnsanlara Kızmayın
Bazı hikâyeler vardır ki, bunları ancak yaşayanlar yazabilir. Kaleminiz ve hayal gücünüz, ne kadar güçlü olsa, yine de aciz kalırsınız “Çileyi çeken bilir” lafı boşuna söylenmemiştir. Vardır bir hikmeti. Arpaçay Kaymakamı Fahri Görgülü’nün mektubu da tam bu, dediklerimize uygun. Okuyun da. Görün burası Arpaçay.
Vatanımızın en uç noktası. Türk-Sovyet hududunda bir belde. Çok sert kış altında yaşamlarım sürdüren insanların diyarı. Eskiden vatanının bu köşesini tanımıyordum. Fakat kamu sektöründe çalışanların “Geri kalmış bölge” anlamındaki Şark efsanesini herkesten duyardım. Anadolu’nun batısında 8 yıl hizmet verdikten sonra gönüllü olarak geldim buraya. Üçüncü kışımın tipisi dışarıda esiyor şimdi.
Arpaçay’ın 87 köyünden sadece Akmazdam köyünün yolu yoktu. 2000 metre yükseklikteki bir tepeye yerleşen ve bir at arabasının dahi çıkmasına imkân olmayan bir köydü bura sı. Geçen iki yıldaki tecrübelerime göre yalnız insanlara, yiyecekleri değil, hayvanların yemleri bile atlarla götürülürdü köye Bu koy sahihlerinin Çilesi bu yıl bitsin istedik. Burada teferruatına lüzum görmediğini çeşitti engelleri aşarak dozeri alıp yakınındaki Kardeştepe köyüne götürdüm. Vakit geç olmuştu. Gece evime döndüğüm zaman bir köyümü daha yola kavuşturacağımdan dolayı sevinçliydim. Zira ne demişlerdi: “ Gidemediğin yer senin değildir”. Şimdi bizim olacaktı artık Akmazdam.
Dozerin yağından mazotuna, havasından üstübüsüne kadar her şey kaymakamın sorumluluğunda olduğundan ertesi gün saat 9’da dozere mazot götürmem gerekiyordu. Arabama mazotu yükleyip yola çıktığım zaman gece yağan kan görünce 39 derece ateşle yola çıktığımı bile unutmuştum. Kardeştepe köyüne saatte 20 Km. hızla gidebildim. Oradan sonra yol olmadığından mazotu götürecek bir öküz arabasına ihtiyaç vardı. Dozer tarafından açılan ilk izden öküzler gidebilirlerdi. Kardeştepe köylülerine mazotun dozere hemen ulaştırılması gerektiğini, zira dozerin bir saatlik ücretinin 500 lira olduğunu; üstelik daha fazla kar yağar ve toprak donarsa bu yolun yapılmasının geri kalacağını anlattım. Kimisi öküzünün evde olmadığından, kimisi arabasının bozuk olduğundan bahsetti. Bir kısmı da getirmeye gidiyormuş gibi yanımdan ayrıldı. Tam bir saat bekledim. Kimse Öküz
arabası vermedi. Bembeyaz karlar içinden toprağı bulup yol yapmaya çalışan dozeri uzaktan gördükçe heyecanım artıyordu. Hiç değilse bana at versinler. Akmazdam’a gidip oradan öküz arabası göndereyim, diye düşündüm. Şimdi de Kardeştepe köylülerinin kimisinde at yoktu. Kimisinde de eyer. Çıplak olarak da ata binebileceğimi söylediğim bir sırada köy ihtiyar meclisinin birinci üyesi, benim saatlerdir kar üzerinde bekletilmemden utanmış olacak ki, hepsinde at bulunduğunu söyledi ve komşularına çıkıştı. Kimseden ses çıkmadığım görünce de dayanamadı: Ulen siz padişah mısınız be!” diye bağırdı.
Ve sonra herkes evlerine gitti.. Yalnız katmıştım. Paçalarıma birer mendil bağlayarak yaya olarak Akmazdam’m karlı tepelerini tırmandım. Dönüşte arabam da çamura saplandığından 23 Km. lik yolu yaya yürüyerek ilçeye geldim.
Vatanımı ve vatanımın insanlarım çok severim. 39 derece ateşle onlara hizmet etmek istediğim halde köylülerden bir kısmı bir öküz arabasını ve bir atı çok görmüştü bana. Oysa atlarının kira bedelini de vermeye hazırdım. Ne yapmıştım bu insanlara. 67 köyün tamamına yol yapmıştım. Kışta, tipide dertlerine ortak olayım diye bütün köylere telefon getirmiştim. 30 köyde köy kalkındırma kooperatifi kurmuştum. Batı Anadolu’da bile bu hizmet seviyesine ulaşmış ilçe azdır. Oysa buradaki görevime başladığım zaman hiçbir köyünde yol ve telefon yoktu. Bu belde hizmetlerine gönüllü olarak talip olmuştum. Ayağımdaki varis ve romatizma illetini onlara hizmet ederken edinmiştim. Onların mutlulukları için 52 Km. yol yürüdüğümü bile hatırlarım. Hem de kimsenin bunu benden istemeye hakkı olmadığı halde…
Çünkü ülkemizde kimse kimseden hizmet istemez ve kişisel gayretlere kalmıştır her şey. Çalışmak büyük bir marifet de değildir bizim düzenimizde. Bu koşullar altında sorunlarına gönül verdiğim bu insanlardan bir şey de beklemiyordum. Türk-Sovyet hududunun sıfır noktasına kadar standart yollar açtırdığım zaman “Sen bizi ikinci Cumhuriyete kavuşturdun” diye ağlayan insanlar yanında, sabahın altısında köylülerin haberi olmadan yol açtığım bir köyde “Çok zahmet etmişsin ama biz yol istemiyorduk” diyen insanlarla da karşılaşmıştım bu meslekte. 1937 yılından beri imar görmeyen üçe içi yolların tamamına yetecek kadar çimento, çakil, hatta kalıp tahtasını şahsi temaslarımla sağladığım halde ihtiyaç duyulan 100 gr. çivi için, 75 kuruşu peşin verirsen veririm, diyen esnafa da rastladım. İnsanlara kızdığım oldu ama, vatanıma asla!
Şimdi de Kardeştepe köyünde karşılaştıklarıma kızdım. Personel Kanunu ile maaşının 120 lirası çok görülerek geri alman bir kaymakam daha ne verecekti bu ülkeye ve bu insanlara? Kim değiştiriyor bu insanları? İlçeme yaya olarak gelirken, hep İhtiyar Meclisi birinci üyesinin sözlerini düşünüyordum:
“Ulan siz padişah mısınız be!”
Haklısınız yurtsever Kaymakamım! Ama yine de siz, Kardeştepe köyündeki insanları affedin. Kızmayın onlara. Onlarr bu sonuca götüren sebepleri çok iyi bilirsiniz. Ezilen, horlanan, savaşta «Kahraman» diye bağırlara basılan, barışta «Hadi oradan!» diye devlet kapısından kovulan bu yurttaşlara naSıl kızabiliriz. Büyük şehirde oturup ahkam kesmek kolaydır belki. Onlarla birlikte bizi de affedin. Bu yoksulluğun, bu geri kalmışlığın kefenini yırtacağız elbet.
Hep beraber, insanları severek…
Yorgun Zeytin
Ramazan günü bir Karadenizli iftar için bir lokantaya girmiş. Önüne iftarlık çerezler getirmişler. Birkaç tane de yeşil zeytin var. Orucu onunla bozmak İstemiş, çatalı saplamış, zeytin kaçmış. Bir daha denemiş, yine kaçmiş. Üçüncü defa yine kaçınca vazgeçmiş. Müşterinin zorluğa düştüğünü gören dikkatti bir garson bir çatal almış gelmiş . Zeytinin içine saplamış ve müşteriye vermiş. Adam kendi beceremediği şeyi garsonun yapmış olmasına İçerlemiş ve dik dik bakmış.
Pisibalığı Değil 7 Canlı Ejderha
Ana kız dolmuşla Bakırköy’e gidiyorlardı. Önde oturmuşlardı. Kız” Şimdi sana bir şey anlatsam inanmazsın anne!” diye lafa başladı. Annesi, “Niye inanmayayım kızım!” diye karşılık verdi: “Anlat bakalım!” Kız başladı anlatmaya: “Geçen akşam misafir gelecekti. Cevat pisibalığı almış. Canlı canlı, diye getirdi. Bilirsin ben canlı balıktan korkarım.
Mutfağa girip o ayıkladı. Ben de sofrayı kurdum. Cevat balığı ayıklayıp ellerini yıkadıktan sonra ben kızartmak için mutfağa girdim. Tam balığı unlarken fırlayıp elimden yere atlamaz mı? Çığlık çığlığa kaçtım. Cevat koştu, balığı tutup aldı. Baktım hareketsiz duruyor. Ölmüştür, deyip unlarken yine atlamaz mı? Sen beni görseydin. Artık elimi sürmem diyordum. Cevat’la birlikte unlayıp tavaya koyduk. Balığın bir yüzü kızardı. Tam çevirip öteki yüzünü kızartırken hop deyip kendini tavadan dışarı fırlatmaz mı? Sen bizim halimizi görseydin!” Dolmuştakiler yedi canlı pisibalığının macerasını hayretle dinliyorlardı. Kız annesine tekrar sordu : İnanmadın değil mi? Kime anlatsak inanmıyor.” Kadın ne desin! Anne yüreği bu! İnanmadım, diyebilir mi? “İnandım kızım!” diye başını salladı: “Nasıl inanmam! Allah’ın işi bu! Öldürmeyen Allah öldürmez.” Arkada oturanlardan bir delikanlı dayanamayıp lafa karıştı : “Hanımefendi o balığı yediniz mi?” “Yedik tabii!”
“O halde hikâyenin devamını niye anlatmıyorsunuz? O atlayan sıçrayan balık var ya! Siz onu yiyip yuttuktan sonra, o yine canlanıp midenizden çıkmış, ağzınızdan sofraya atlamıştır da farkına bile varmamışsınızdır. Ne balıkmış bu yahu! Balık değil yedi canlı ejderha!”
#duyulmamış hikayeler#efso hikayeler#Enteresan olaylar#ilginç olaylar#ilginç yaşanmışlıklar#kaleme alınmış olaylar#olaylar olaylar#tarihteki ilginç olaylar#türk yaşanmış olayları
0 notes
Text
Olaylar Olaylar
Yaslı Kadın Ve Cumhuriyet Bayramı
Devrek mahkemesi başkâtibinin odasına, elinde dilekçe ile yaşlı bir kadın girdi. Oda doluydu. Vatandaşın biri girip, biri çıkıyordu. Yaşlı kadın köylüydü, korkaktı, ürkekti, elbisesi yamalıydı, çekiniyordu, devlet kapısına işi düşmüştü, kim bilir başına ne haller gelecekti! Hep öyle duymuş, hep öyle işitmiş, çok kere de öyle görmüştü. Ya «Bugün git, yarın gel» denecek, ya da terslenip tersyüz edilecekti.
Baş katibe dilekçesini uzatırken elleri titriyordu. “Arzuhalciye onca yalvarmış, onca yakarmış, “Gözünün yağını yiyem” demişti. “Şöyle guvvetli bir arzuhal yaz da, işim ola!» Arzuhalci “guvvetli” yazdığını söylemişti ama, bakalım başkâtip ne diyecekti? Başkâtip dilekçeyi aldı, kalın bir deftere kaydını yaptı, okudu, mühürledi, bir şeyler yazıp çizip hesapladı ve sonra «İki lira vereceksin teyze» dedi. Yaşlı kadın boğum boğum olmuş kesesini koynundan çıkardı, düğümü çözdü, içinden iki liracığım çıkarıp başkâtibe uzattı. Başkâtip parayı aldıktan sonra “Tamam teyze!” dedi. “Biz sana davetiye yollarız!” Kadıncağız inanamadı. İşi bitmişti ha! Hiç devlet kapısında iş bu kadar çabuk biter miydi? Bir bityeniği vardı bu işte! Utana, sıkıla, çekine sordu : “Oğlum, essahtan mı benim işim bitti?” “Bitti teyze.” “Başka bir yere gitmeyecek miyim?” “Gitmeyeceksin teyze.” “Oğlum ayağının kurbanı olayım, doğru söyle, beni uğraştırma”
Başkâtip ciddi ve biraz da kızgın teminat verdi ; “Tamam teyzeciğim, tamam! Merak etme, işin tamam. Ama müsaade et de şunları bitireyim, bak masanın üzerinde evrak dolu” Yaşlı kadın o zaman işinin olduğuna inandı, heyecanlandı, sevindi, bir şeyler söylemek geldi içinden ve birden bağırdı: “Yaşasın Cumhuriyet Bayramı!” “Ertesi gün Cumhuriyet Bayramıydı ve ilkokula giden torunu günlerdir bu şiiri ezberliyordu.
En Akıllısı Deli Memet, O Da…
Deli Memet’i tanır mısınız? Tanımaya değer bir adamdır Deli Memet. öyle hikayeleri vardır kİ Deli Memet’in arada sırada size anlatacağız. Deli Memet köy yerinde yarenlik ediyormuş. Birden karşıdaki lahana tarlasına bir dana girmiş. Tarlanın sahibi davranıp, koşmak isterken Deli Memet fırlamış yerinden: “Dur ağa. Ben şimdi kovalarım o danayı! Ve dalmış tarlanın içine. Ama ne dalış. Dana bir yanda, Deli Memet bir yanda ve en güzel lahanalar bir yanda. Lahana tarlasına kırk dana girse böyle olmazmış. Tarla sahibinin oğlu bakmış iş kötü o da başlamış tarlaya koşmaya. Arkasından da babası bağırırmış: Lan oğlum önce şu Deli Memet’i çıkar tarladan, vazgeçtim danadan!»
Deli Memet, köyden kasabaya gidecek. Yolun kenarına çıkıp kamyon beklemeye başlamış. Bir kamyon gözükmüş uzaktan. Deli Memet el edip kamyonu durdurmuş, atlamış içine… O havalide Deli Memet’i tanımayan yok. Şoför «Lan Deli Memet” demiş “‘Doğru dürüst dur, başıma iş çıkarma!” Ama Deli Memet bu, hiç durur mu? Kamyon rampa aşağı kayıp giderken rüzgârdan başındaki kasket uçmuş. Deli Memet de şapkasının ardından cup diye kendisini yere atmış. Kamyon şoförü basıp frene durmuş ve inip Deli Memet’in yanına koşmuş: Lan deli, ne demeye kalkıp kendini atarsın aşağı?»” “Kasketim uçtu” Lan kasketin mi kıymetli canın mı?” “Elbette canım kıymetli.” “O halde ne bok yemeye atlıyorsun?” “İyi emme kasketimin içine beş kağıt saklamıştım!”Deli Memet bu işte! Ne demişler? “En akıllısı Deli Memet” demişler. “O da kazığa bağlı!”
Düşmeye Göresin Bir Kere Demişler
Bir, “Hain-i vatan” diye yazıp, ilan etmedikleri kaldı. Ne faşistlikleri, ne solculukları ve ne de düşen maskeleri… Hepsi bir bir sıralandı. “12 Mart”ın kuyruk acısı, 11 Nisandan çıkarılıyordu. Düşmeye göresin, demişlerdi… Boşa söylenmemişti bu laf. İşte aynıyla vaki. Düne kadar önlerinde elpençe divan duranların, yarın neler yapacaklarını da göreceksiniz. Bitmeyen bir oyundur bu.Bekleyin. 11 adamdılar, adam. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, sevaplarıyla ve de inançlarıyla on bir adam. Kulun hatadan münezzeh olduğu görülmüş müydü? Onların da elbet hataları vardı. Ama namusları, şerefleri ve haysiyetleri dimdik ayaktaydı. Bildikleri çok şey vardı bilmedikleri tek şey: Politika! Politikayı bilmiyorlardı. Bu yüzden ters düşüyorlardı.
Politikanın alfabesi, karşılıklı taviz vermeyle başlardı. Politikanın belirli kuralları vardı. Bu kuralların doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilirdi. Ama politika yapınca, bu kurallara uymak gerekti. Fakat onların ne bu kuralları öğrenmeye niyetleri vardı, ne de hevesleri’.
Önce, “Sen bana bir kere gel, ben sana yirmi kere giderim» sözünü yadırgadılar. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Erim, politikayı biliyordu. Politikacıyı tanıyordu ve oyunun adı: P0litika’ydı. Futbol, futbolun kuralıyla, basketbol basketbolun kuralıyla oynanırdı. Politika da politikanın kuralıyla… Bu kuralı bilmedin mi, ters düşerdin… “11’ler” de ters düştüler. Aslında en büyük hataları, oyunun kuralının sonucunu işin başında görememeleriydi.
Devirler ışık gibi akıp gider, günler ses gibi gelip geçer, ama bir Karaosmanoğlu, bir Koçaş, bir Özgüneş, bir Çilingiroğlu, bir Olcay, bir Babüroğlu, bir Akyol, bir Derbil, bir Orel, bir Sav, bir Ömeroğlu unutulamaz… Hatalarıyla, sevaplarıyla ve inançlarıyla…
Geçmiş devirde vali bir köye gitmiş. Muhtarı çağırmış, “Bu köyü ağaçlandıracağız” demiş. “Hadi bakalım sıvayın kollarınızı, fidan dikin!” Akşama kadar köy arazisine yüzlerce fidan dikilmiş. Vali ayrılırken muhtara sıkı sıkı tembih etmiş : “Gelecek yıl geldiğim zaman bu fidanları yeşermiş göreceğim.” Vali ertesi yıl köye gitmiş. Bakmış ki arazide fidan filan yok. Kızmış, muhtara haber salmış: “Bütün köylüyü toplasın, buraya gelsin!” Biraz sonra başta muhtar, bütün köylü çoluk çocuk çıkagelmiş. Vali hepsini azarlamış: “Ben size ne dedim? Hani fidanlar? Sizde hiç Allah korkusu, vicdan yok mu? Ne yaptınız fidanları? “
Muhtar boynunu büküp, çocukları göstermiş: Kusura bakma vali bey, bizim diktiklerimiz tutmuyor da, şey ettiklerimiz tutuyor. Biz de anlayamadık bu işi!
#Enteresan olaylar#ilgi çekici olaylar#ilginç hikayeler#ilginç olaylar#komik hikayeler#komik olaylar#olaylar olaylar#rivayetler#türk hikayaler#türkiyedeki hikayeler#türkiyedeki olaylar#yaşanmış hikayeler
0 notes
Text
ALTINDAĞ TİYATROSUNUN SAMİMİ SEYİRCİSİ
Devlet Tiyatrosu yöneticileri Altındağ Tiyatrosunu açtoaya karar verdikleri zaman çok düşündüler. Ya tiyatro tutmazsa, ya halk tiyatroya ilgi göstermezse diye çok endişelendiler. Tiyatro açıldı ve bir hafta sonra endişelerinde ne kadar haksız olduklarını anlayıp, her gece salonu dolduran halkın yüzlerine bakarak utandılar. Halk İyiyi, güzeli anlıyordu. Mesele halka iyiyi, güzeli, doğruyu onun anlayacağı dilde verebilmekteydi. Gecekondu mahallesi Altındağ’ın halkı da böyleydi. Salon her gece allı güllü başörtülü kadınlarla, kasketli erkeklerle dolup taşıyor ve oyunu büyük ilgiyle izliyorlardı. Bir kusurları hislerini hemen yüksek şeşle anıklamalarıydı, O kadar samimi ‘tiyatro’ seyircisiydiler ki, neredeyse sahneye çıkıp oyuncularla kavga edecek ler, yahut sarılıp öpüşeceklerdi. İşte oyun esnasında Altındağ Tiyatrosu salonunda yükselen seslerden birkaçı:
“Herife ba… Zengin oldum diye böbürlenip duruyol… Ölen senin neren zengin? Galıbına, gıyafetine bakıp ta. gendin! zengin, oldun mu sanıyon? Golunda saatin bilem yok!”
“Ülen hizmetçi garıya bak! Zaten onda hizmetçi gılığt yoktu ki… Herifi yalandan dazlattılar.,. Ondan sonra hanımefendi oldu çıhtı! Sen ne diyon? Ben taa başından anladım o herifin ga-rısı olacağını.” “Yaşlı garıya bak! Leğeni önüne almış sözüm oğa çamaşır çiteliyo… Leğende su bilem yok! Lan kocakarı sen kime yutturuyon? Hem leğende öyle mî çamaşır yakana?! Öyle yıkanmaz! Sen srkmasını bilem beceremiyon!…”
“Tam vaktinde perdeyi kapattılar. Yoksam tüm rezalet çıkacaktı! Görüyon mu herifin gafasına ihtiyar nasıl da indiriverdi çantayı! Ama o herifte dayağı yiyecek göz yok! İçerde garanti dövüyo onu”. İşte Altındağ seyircisi böyle içten, böylesine samimi bir seyirciydi..
AMERİKALI GAZETECİ VE KIBRISLI TÜRK
Amerikalı bir gazeteci Kıbrıs’ta köyleri dolaşıyordu. Yanmış, yıkılmış bir Türk köyünde bir ihtiyarla karşılaştı. Yaşlı Türk sırtını bir ağaca vermiş, ağzında çubuğu, bacaklarının arasında değneği, dalgın dalgın batan güneşe bakıyordu. Amerikalı gazeteci ihtiyar Türkün yanına yaklaştı. Tek bildiği Türkçe keli-meyle ‘Merhaba!’ dedi. Yaşlı Türk Merhaba’ diye cevap verdi ve tekrar batan güneşi seyre devam etti. Amerikalı gazeteci tercümanı aracılığı ile ihtiyara bir soru sordu:
“Üzüntünüzü anlıyorum. Kim bilir belki siz de yüzlercenız ,! gibi çarpışmalarda çocuklarınızı, torunlarınızı, yakınlarınızı kaybettiniz. Eviniz barkınız yakıldı, yıkıldı. Bunların hepsinin sizi ne kadar müteessir ettiğini biliyorum. Fakat size şu anda bir şey sormak isterim. Belki zamansız ama… Bütün bu acıları bir gün unutup bu Ada’da Rumlarla bir arada yaşamayı düşünüyor musunuz?”
ihtiyar Türk dudaklarında buruk bir tebessüm, tercümana döndü. «Aniatacağım hikâyeyi hiç değiştirmeden Amerikalıya söyle» dedi. «Sorduğunun cevabını bu hikâyede bulacak!”
Ve hikâyeyi anlattı: Geçmiş zaman içinde bir çoban varmış. 8u çoban koyunları dağa götürüp otlatırken bir yılanla dost olmuş. Yılan her gün kovuğundan çıkar ve çobana ağzından bir altın çıkartıp verirmiş. Bu yıllarca devam etmiş. Çoban sırrını kimseye söylememiş. Çobanın bir gün şehre inmesi gerekmiş. Bir ay kadar orada kalacakmış. Sırrını oğluna açmış ve sürüsünü teslim edip gitmjş. Çobanın oğlu da birkaç gün sürüyü dağa götürüp yılandan birer altını almış. Ama bir gün şeytana uymuş. Her gün birer altın alacağına bu yılanı öldürüp kovuğundaki altınların hepsine sahip olayım diye düşünmüş… Ertesi gün yanına bir balta alıp dağa çıkmış. Kovuğun önüne gelmiş ve yılanın yıllardan beri alıştığı ıslığı çalmış. Yılan kovuktan çıkmış. Tam altını verirken çocuk arkasına sakladığı baltayla yılana hücum etmiş… Fakat yılan birden çekilince balta kuyruğuna inmiş ve yaralamış. Yılan can acısıyla çocuğa saldırıp sokmuş ve zehirleyerek öldürmüş. Bir ay sonra çoban dönmüş, durumu öğrenmiş… Bir süre oğlunun ölümüne ağlamış. Sonra acısı geçmiş, yılanla tekrar dost olmayı düşünmüş… Dağa çıkmış, kovuğun önüne gelmiş, ıslığı çalmış ve yılanı çağırmış. Yılan dışarı çıkmış. Çoban, ‘Gel artık barışalım’ demiş. ‘Olan oldu! Benim oğlum öldü, sen de kuyruğundan sakat kaldın! Her şeyi unutup eski düzene dönelim.
Yılan, Bak arkadaş!’ diye cevap vermiş. Bizim barışmamız imkânsız! Bende bu kuyruk acısı, sende bu evlat”acısı varken biz dost olamayız. Ve donup kovuğuna girmiş.” İhtiyar Türk bu hikâyeyi anlattıktan sonra başını çevirip yine -güneşin batışını seyre başladı. Amerikalı gazeteci de sorduğunun cevabını bin kere fazlası ile almanın sessizliği içinde uzaklaşıp gitti.
0 notes
Photo
Asmalımescit’ten Taksim Tünel’e Doğru Bir Seyir Turu
Asmalımescit’ten Tünel’e doğru ilerleyelim. Tünel’e Müeyyet Sokak’tan çıkabileceğimiz gibi son yıllarda açılan restoranların ve kafelerin hoş bir hale getirdiği Tünel Pasajı’ndan da çıkabiliriz. Tünel Meydam’mn hemen altında açık pembe renkli, büyük bir bina var. Bugün pek dikkati çekmeyen bu bina, aslında Beyoğlu ve İstiklal Caddesi’nin bugünkü görünümünü almasını sağlayan yer.
yüzyıla gelindiğinde Osmanlı başkenti demografik ve fiziksel olarak büyümüştü. Bu, sorunları da beraberinde getiriyordu. Sorunların çözümü için bir takım idari reformlar gerektiğinin farkına varıldı. İdari reformların gerçekleştirilmesinde Avrupa’dan kente göçmüş nüfusun da etkisi oldu.
Kırım Savaşı’ndan sonra 1855’te, kent yönetiminin yeniden düzenlenmesinde önemli bir adım daha atıldı. Fransız modeli uygulanarak “pröfecture de la vüle”in Türkçe karşılığı olan “şehreminlik” makamı yaratıldı. Hatta İstanbul’da bugün aynı adı taşıyan bir semt de var. Şehreminlikten önce varolan kadüık sistemine göre İstanbul dört kadılığa ayrılmıştı: İstanbul, Üsküdar, Galata ve Eyüp. Kadı, belediye başkamnın görevlerini yerine getirmekle beraber aynı zamanda vali, emniyet müdürü ve hakim demekti. Şehreminlik makamına bağlı olarak İntizam-ı Şehir Komisyonu kuruldu. Komisyonun başlıca görevleri şehrin güzelleştirilmesi (tezyin) 4 temizlenmesi (tanzif), sokakların aydınlatılması (tenvir-i esvak), yolların genişletilmesi (tevessü) ve inşaat usullerinin iyileştirilmesi (ıslah-ı usul-i ebniye) olarak belirlendi. Komisyonun kararıyla İstanbul, Paris veya Viyana’daki uygulamalara benzer bir şekilde on dört daireye ayrıldı.
Pera, Galata ve Tophane’yi kapsayan bölge altıncı bölgeydi ve kent reformunda pilot bölge olarak belirlendi. Bu bölgede sokakların düzenlenmesi, döşenmesi, su ve kanalizasyon şebekelerinin tesisi ve bakımı, çöplerin toplanması, sokakların aydınlatılması, çarşı-pazarm denetlenmesi gibi konular Altıncı Daire-i Belediye’nin sorumluluğunda olacaktı. Nitekim, 19. yüzyılın ikinci yansında Beyoğlu bölgesi bir şantiyeyi andırıyordu.
Tüm bu gelişmeler yaşanmaya başlamışken 1870 yılının Haziran ayında Taksim civarında bir evde çıkan ve “harik-i kebir” diye de bilinen Büyük Beyoğlu Yangını, güçlü rüzgarın etkisiyle yayılarak kısa sürede Tarlabaşı, Taksim, Cadde-i Kebir ve Galatasaray semtlerini tahrip etti. Bir gecede 8 bin yapıyı yok eden, 650 kadar kişinin de ölümüne yol açan yangın sonucunda bugünkü Büyük Parmakkapı Sokak’tan başlayarak Galata dahü olmak üzere aradaki bölge tamamen yandı. Bu, Beyoğlu’nun üçte ikilik bir bölümü demekti. Şu ana kadar gördüğümüz binalarının birçoğunun farklı tarihlerdeki yangınlardan sonra onarıldığından, yıkılıp yeniden yapıldığından söz ettik. İstanbul’un ahşap konut dokusu kentin tarihi boyunca birçok yangına neden oldu. Nüfus arttıkça bina sayısı, bina sayısı arttıkça da yangınlar arttı. Gerçekten de İstanbul’da yaşanan yangınların sayısı yüzlerle ifade edilir.
Sadece 1853 – 1906 yılları arasında 229 büyük yangın görüldü. İstanbul seyahati sırasında bu yangınlardan birisine denk gelmese de görgü tanıklarından duyduklarını bir hikayede toplayan en ünlü İtalyan gezgini Edmondo de Amicis İstanbul halkının yaşadığı paniği ve acıyı şöyle ifade eder: “ İstanbul sakinleri için yangın’ kelimesi ‘her türlü belayı’ ifade eder. Yangın var!’ feryadı ise tüyleri diken diken edici korkunç, meşum, duyanı yeise gark eden bir feryattır ki şehir iliklerinde hisseder ve insanlar Allah’ın gazabının haberini almışçasına sokaklara akarlar.” (Amicis, Edmondo de, İstanbul, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1986) Şehre belirgin karakterini veren ahşap konut tipini tercih edilmesinin çeşitli nedenleri vardı: Deprem korkusu, kırsal alışkanlık, maddi imkanların yetersizliği ve kaderci dünya anlayışı gibi. Ama temel neden ekonomikti. Ahşap ucuzdu ve inşaatı kolaydı. Bu nedenlerden dolayı yangınların yok ettiği ahşap binaların yerine sürekli yenileri yapıldı. Belli bir zamana kadar ahşap yerine kagir bina yapılması sadece “tavsiye” edildi; ancak 1870 yangınından sonra zorunlu hale getirildi. Yangının İstanbul’a sağladığı tek fayda belki de modem anlamda bir itfaiye teşkilatının kurulmasına sebep olmasıydı. Macaristan’dan getirilen Kont Seçeni (tam adı Comte Öden Szecheny) adlı bir subay yangından altı sene sonra İstanbul’da bir itfaiye alayı oluşturdu.
Ünlü Macar yurtseveri Istvan Seçeni’nin oğlu olan Kont Seçeni, tam kırk sekiz sene İstanbul itfaiyesinin müdürü olarak hizmet vermişti. Seçeni, gerçekten alanında çok bilgili ve ileri görüşlüydü. 1877’de Boğaziçi’ndeki yalıların ahşap olduğunu görerek (bugün bile olmayan) deniz itfaiyesini kurma fikrini ortaya atmıştı. II. Abdülhamid’den de paşalık unvanı alan Seçeni, 1922’de İstanbul’da öldü ve Feriköy’deki Latin Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Hatta, Fatih’te Seçeni’nin adını taşıyan ve’pek fazla kişinin bilmediği bir de müzesi (Türkiye’nin tek itfaiye müzesi) var.
Aslında Kont Seçeni, bitmek bilmeyen yangınlarla mücadelesine başlamadan çok daha önce, 1836’da İngütere’ye sefir olarak gönderilen Mustafa Reşid Paşa, sultana gönderdiği mektupta yangınlarla başı belada olan Türklerin, İngiliz gazetelerinde “Acaba memleketinizde taş yok mudur? Tlığla imalini ve kagir inşasını büenler bulunmaz mı?” türünde cümlelerle, alay konusu yapıldığını ifade etmişti.
Reşid Paşa’nm ünlü mektubu hemen olmamakla beraber, şehir reformları için düğmeye basılmasında etkili olmuştur. Nihayetinde, mühendis, mimar ve yöneticüerden oluşan bir komisyon kuruldu. Komisyonun ilk işi bir yeni şehir (nouvelle vüle) projesi tasarlamak oldu. Proje tam olarak uygulamaya dökülmese de Beyoğlu’nda önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Büyük Yangını izleyen 20-30 yılda ahşap binalar yerini Batı tarzı modem ve estetik taş binalara bıraktı.
Büyük anıtsal yapıların, apartmanların, okulların, ibadethanelerin, hanların ve pasajların yapımı kısa zamanda tamamlandı. Yeni yapılan binaları Avrupai tarzda restoran ve kafeler, iş ve alışveriş merkezleri, şarküteriler, oteller, modaevleri, kitapçılar, yayınevleri, seyahat acenteleri, kuaför ve güzellik salonları, saatçiler, tuhafiyeciler, perukçular, şapkacılar, oyuncakçı dükkanları süsledi. İstanbul halkı tiyatrolar, sinemalar, kafe-şantanlar, barlar, pavyonlarla tanıştı. Sokakların yıkanması, çöplerin toplanması, kaldırımların döşenmesi gibi basit şehircilik hizmetleri başladı. Türkiye’de ilk sokak ışıklandırması yapılan yer İstiklal Caddesi, ilk halka açık park alam da Taksim Gezi Parkı oldu. Reformlar sonucunda Beyoğlu bölgesi bambaşka bir görünüme kavuştu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Grand Rue de Pera zamanın gözde başkentleri Paris, New York, Londra ve Viyana’daki caddelerle yarışacak duruma geldi. Hatta, Beyoğlu’ndaki çok kültürlülük dünyanın hiçbir kentinde yoktu.
Tüm bu reformların planlandığı, finanse edildiği ve de uygulandığı yer olan Altıncı Daire Binası bugün Beyoğlu Belediyesi olarak hizmet veriyor. 1879-83 yıllan arasında adım Hollanda Elçiliği’nden hatırlayacağımız İtalyan mimar Giovanni Battista Barborini tarafından yapılan bina Türkiye’nin ük belediye binası olma özelliğini taşıyor. Barborini, 1820’de Piacenza’da doğdu ve İtalyan ekolüyle yetiştikten sonra 1849’da İstanbul’a geldi. Otuz bir yıl kaldığı İstanbul’da Tarla-başı Alman Protestan Kilisesi, Çemberlitaş Hamamı, Moda’daki Assumption Church ve Mercan’daki Ali Paşa Canın gibi binalara da imzasını attı. Beyoğlu Belediye binası veya eski adıyla Palais Communal de Pera, simetrik cepheleri, geniş kat silmeleri, saçak silmeleri, köşe pilastrlan, pencere korkuluk ve allıklarıyla kendine özgü bir yapı.
#asmalımescit#Assumption Church#çemberlitaş hamamı#eliçikler tarihi#Hollanda elçiliği#İstanbul anıtsal yapıları#İstanbul elçilikleri#İstanbul gezisi#İstanbul rehberi#İstanbul seyehat#İstanbul taksim tünel#İstanbul tarihi#İstanbul tarihi yapıları#İstanbul turu#taksim tüneli
3 notes
·
View notes
Photo
Beyazıt Kulesi, Roma Amfiteatrı ve Roma Sirki Hakkında Bilgiler
Beyazıt Kulesi
Telefon olmadığı için eskiden yangın haberinin duyulması da, söndürülmesi de çok güçtü. Bunun için yüksek kuleler yapılır ve buraya dikilen nöbetçiler çevrede çıkacak yangınları gözlerlerdi. Beyazıt kulesi de bunun için yapılmıştı.
İstanbul’da Üniversite bahçesinde yükselen İlk kule 1749’da Ağakapısı’ndakl sarayın iç avlusunda ahşap olarak dikilmişti. Padişah, eski sarayı Askerkapısına ayırınca burada yine ahşap bir kule yapıldı. Kule bir yeniçeri ayaklanmasında yakılınca 2’nci Mahmud’un emriyle 1828’de bugünkü mermer kule yapıldı. 85 metre yüksekliğindeki bu kule, aşağıdan yukarı doğru nöbet katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katandan ibarettir. 1849’da yuvarlak pencereli taştan yapılmış taraşla parmaklıklı üç kat İlâve edilmiştir. 1889’da ise demirden bir bayrak direğinin eklenmesiyle kule bugünkü hâlini almıştır.
Roma Amfiteatrı
Roma amfiteatrları. Üzerinde seyircilerin oturması için basamaklar bulunan, yuvarlak ya da oval biçimde kale duvarları gibi yüksek yapılardı. Ortadaki «arena» denen meydanlıkta spor gösterileri veya kanlı boğuşmalar yapılırdı.
Fransa’nın Nimes şehrindeki ünlü arana, Romalılardan günümüze kadar kalmış arenaların başında gelir. Bu arenalarda bugün bile gösteriler, ya da boğa güreşleri yapılır. Ortadaki arena diye adlandırılan meydan, kumla örtülüdür. Eskiden bu kuma altın tozu karıştırıldığı da olurdu. Bu meydanlarda gladyatörler, ölesiye dövüşerek Roma’lıları eğlendirirlerdi. Yenilen gladyatör halktan hayatının bağışlanmasını isterdi. Eğer seyircilerin büyük bir kısmı yumruklarını beşparmakları yukarı gelecek şekilde kaldırırsa zavallı gladyatörün hayatı bağışlanırdı.
Roma Sirki
Roma’da Büyük Sirk’in taştan basamakları üzerinde 300.000’den fazla seyirci; oyunları, mücadeleleri, çeşitli gösterileri, araba yarışlarını rahatça izleyebilirdi. Öylesine heyecanlanırlardı ki aralarında, kazanacaklar üzerinde bahse de tutuşurlardı.
Eski Roma’da sirk gösterileri, yıllık büyük bayramlar ya da önemli olaylar münasebetiyle halkı bir araya toplamak için devlet tarafından düzenlenirdi. Seyirciler, kanlı ve zorlu gösterilerden çok hoşlanırlardı. O çağın sirklerinde yumruk dövüşü, kanlı kavgalar gibi gösteriler ve daha çok araba yarışları yapılırdı. Yarışçıların rakiplerini’ geride bırakmak İçin birbirlerini kırbaçladıkları, arabasından aşağı yuvarladıkları çok olurdu. Günümüzde sirktaşka anlamda ve çok daha eğlenceli, ilgi çekicidir.
0 notes
Text
Radyometre, Lazer ve Flaş Hakkında Faydalı Bilgiler
Radyometre
Camdan bir ampul içinde, beyaz ve siyah kanatlı küçük bir fırıldak, motoru olmadığı hâlde kendiliğinden süratle döner. Bu fırıldağı bu kadar hızla döndüren, kanatlarının üzerine çarparak iten gün ışığıdır.
Siyah renk, ışık ışınlarını alıkoyar; beyaz ise yansıtır. Işık enerjisi (fotonlar) siyah cisimler üzerine, beyaz cisimler üzerine yaptığından çok daha fazla bir kuvvetle etki yapar. Işığın bu özelliği radyometre adlı bir filetle İspat edilir. İçindeki havası boşaltılmış cam bir ampulün içine, kolları, nın ucunda bir yüzü siyah, öteki yüzü beyaz kanatçıklar bulunan küçücük ve çok hafif bir fırıldak yerleştirilmiştir. Radyometre denen bu filet ışığın karşısına konur. Siyah kanatçıkların üzerine fotonların yaptığı itişle fırıldak dönmeye başlar. Etraf karartılırsa fırıldak yavaşlar ve durur.
Lazer
Lazer, özel bir ışık ışını veren modem bir aygıttır. Bu özel ışın çok sert cisimleri delmekte, ya da uzayda tel olmadan elektrik akımı nakletmekte kullanılır.
Lazer, gezegenler arası mesafeleri ya da iki kıta arasındaki uzaklığı kesinlikle ölçmemizi sağlar. Operatörler de lazerden hasta hücreleri, etrafındaki sağlamlarını zedelemeden yok etmek için yararlanırlar. Lazer aynı zamanda gerek sesli, gerek görüntülü haberleşmeleri, daha önceden teller çekilmesine ihtiyaç bırakmadan çok uzaklara nakletmeyi sağlar. Güç etkilenen cisimleri eritir, çok sert cisimleri bile kolaylıkla deler. Işını pek az ışıklıdır: Enerji ve sıcaklık bakımından çok zengin, bir kızılötesi ışındır.
Flâş
Flaş, fotoğraf çekildiği zaman gerekli anda şimşek gibi kuvvetli, fakat bir anda çakıp sönen ışık veren bir aygıttır. Fotoğrafı çekmek için ‘ basılan düğmeyle senkronize edildiği için aynı zamanda çakan bu şimşek gibi ışık özel bir ampulden çıkar.
Bir fotoğrafın iyi çıkması her şeyden önce konunun iyi ışıklandırılmış olmasına bağlıdır. Ne var ki her zaman tıpkı film stüdyolarında olduğu gibi sunî güneş ışığı veren özel projektörler kullanıp ışığı artırmak imkânsızdır. Eskiden fotoğrafçılar kötü ışıklı yerlerde fotoğraf çekerken bir sopanın üzerindeki tablada taşıdıkları magnezyum tozunu yakarlar, bol ışık elde ederlerdi. Bu usul hem kullanışsız, hem tehlikeliydi, üstelik de etraf dumana boğulurdu. Günümüzdeki elektronik flaşlarla yüksek voltajlı elektrik şimşekleri elde edilmektedir. Amatörler için en kullanılışlısı magnezyumlu küçük lambalardır.
0 notes
Photo
Silo, Tohum ve Larva Hakkında Duymadığınız Bilgiler
Silo
Tarımla uğraşanlar tahıl, patates, pancar ve benzeri gibi ürünlerini saklamak için silolardan yararlanırlar. Bu ürünler siloda durdukları sürece filizlenip bozulmadıkları gibi kışın şiddetli soğuklarından da korunmuş olurlar.
Tahıl taneleri nemli bir yerde kalırlarsa mayalanıp ekşirler, hele devamlı olarak havalandırılmazlarsa kızışıp tutuşabilirler. Modern tarım kooperatiflerinde, mevsimine göre sıcak ya da soğuk havayla havalandırılabilen silindir biçiminde dev silolar bulunur. Bu silolara konan taneler zaman zaman hem hareket ettirilir, hem de havalandırılırlar. Hayvan yiyeceği olarak saklanacak pancarlar İse toprakta açılan büyük çukurlara konur. Normal ısısını devam ettirmek, aynı zamanda İçeriye yağmur sularınırr girip pancarları çürütmesini önlemek İçin çukurun üstü örtülür. İlkbaharda ağaçların dallarında yapraklar çıkar, çiçekler açar.
Bu yapraklar ve çiçekler çıkmadan önce, bir önceki yılın sonbaharında tomurcukların içinde meydana gelmişlerdir.
İlkbaharda, kupkuru dalların üzerinde yaprakların çıkmaya, çiçeklerin açmaya başlaması hemen herkesin ilgisini çeker de bir önceki sonbaharda tomurcukların meydana gelmesinin pek az kimse farkına varır. Bu tomurcuklar ya dalların uçlarında, ya da yaprak saplarının hemen altında meydana gelmişlerdir, içinde küçücük yaprakçıklar bulunan bu tomurcuklar, kışı, üzeri su geçirmez, koruyucu bir maddeyle örtülü kabukların İçinde geçirirler. Kuşkonmaz ve Brüksel löhanası gibi bazı bitkilerin uç tomurcukları sebze olarak yenir.
Tohum
Tohum, bitkinin üremesine yarayan kısmıdır. Yere düştüğü zaman filizlenir ve yeni bir bitki hâlinde sürmeye başlar. Ama henüz yeteri kadar kuvvetli olmayan bu yavru bitki gerekli besinini bir süre daha kendisini meydana getiren tohumdan alır.
Bitkilerin tohumları pekçok çeşit ve biçimde olur. Kirazın çekirdeği, buğdayın tanesi kahve bitkisinin kavrulup öğütülen içi, bezelyenin yenilen yuvarlacık tanecikleri hep birer tohum çeşididir. Tohum, bitkinin bir kökçük, bir filizcik ve küçücük yaprakçıklarından meydana gelen oğulcuğudur. En elverişli ortamı buluncaya kadar uzunca bir süre bozulmadan durabilir. Ama gerek toprak, gerek iklim yönünden elverişli ortamı bulunca içindeki oğulcuk çimlenir ve ana bitkinin tohumun içine depo ettiği besin maddeleri sayesinde gelişmeye başlar ve büyür.
Larva
Hayvanların büyük bir kısmı doğduklarında anne ve babalarına benzemezler Bunlardan bazıları yumurtadan kârtçuk ya da tırtıl hâlinde çıkar; büyüyünce sinek ya da kelebek hâline gelir. Bu tırtıl ya da kurtçuk biçimindeki hâllerine “larva” denir.
Genellikle larvalarla anne-babalarının yaşayış şekilleri birbirine hiç benzemez. Kız-böceği denen böceğin larvası su İçinde yaşar başkalaşım geçirdikten sonra havalarda uçuşan güzel bir böcek hAHne gelir. Su kenarlarında yaşayan, solunumunu bizler gibi havayla yapan kurbağalar ergin hile gelmeden önce tıpkı balığa benzeyen ve balıklar gibi suların içinde yaşayan küçücük tetarlar halindedirler. Larvalar çoğu zaman başkalaşım geçirmeden önce nemf hâlinde bir bekleme devresi geçirirler. İpek böceğinin kendine ördüğü bir kozanın İçindeki hâil, nemf hâlidir.
0 notes
Text
Tarak Dubası, Maden Ocakları ve Elmas Hakkında
Tarak Dubası
Tarak dubası, denizlerin diplerinde biriken çamuru, çakılları, kumları kazıyıp çıkarmaya yarar. Böylece kum ve çakıllar temizlenip dip derinleştiği için gemilerin, oradan tehlikesizce geçmesi sağlanır.
Taraklar ya deniz kıyısına ya da özel gemi veya düjşalarin üzerine yerleştirilmiş makinelerdir. Bunlara tarak küreği de denir. O bölgeye akan suların getirdiği pislikler ve kumlarla dibi dolan limanları, geçitleri temizlemekte kullanılırlar. Bir zincirin ucuna takılmış su dolabı kovalarına benzeyen büyük kepçelerden meydana gelmiştir. Tarak çalıştığı zaman bu kepçelere dolan çamur ya da çakıl ve kum ya kıyıya ya kamyonlara ya da mavnalara boşaltılar Bu kum ve çakıllar yapılarda beton atılırken ya da yolları kaplamakta kullanılır.
Maden Ocakları
Toprağın içinde kömür, tuz, altın, elmas, mermer, demir, kükürt gibi pekçok zenginlik yer alır. Bunlan bulup elde etmek için çoğu yerde toprağı kazarak kuyular açmak ve arayarak çıkartmak gerekir.
Maden filizlerini ve mineralleri topraktan çıkartmak İçin değişik yollara başvurulur. Çoğu zaman bu İşler, açık havada kazıcı âletler ve dinamitin yardımıyla gerçekleş, tlrillr. Bu çeşit maden ocakları tıpkı taş ocaklarına benzer. Bazen maden filizleri, tıpkı kalay çıkartılan ocaklarda olduğu gibi toprağı çok baaınçlı su püskürterek ufalayıp dağıtmakla çıkartılır. Maden ocakları, nın hemen hemen hepsi toprağın derinliklerine açılmış kuyular ve koridorlar fiilindedir.
Sertleşirken billûrlaşıp kristalleşen pekçok cisim vardır. Elmas da kristalleşmiş sâf karbondur. Toprağın içinde yarı saydam taşlar hâlinde bulunur. Bunların büyükleri, mücevher hâlinde kullanılmak üzere usta sanatkârlar tarafından titizlikle yontulur, biçimlendirilir. Öte yandan elmas, bilinen cisimlerin en sertlerinden biri olduğu için cam kesmekte, sondaj için yararlanılan delgilerin uçlarına keskinlik vermekte kullanılır. Elmas, aslında karbonun en sâf hâ. II olduğu için kömür gibi yanar. Tabi, çok kıymetli bir taş olduğu için elması yakmak düşünülemez bile.
Elmas ve Altın Külçeleri
İyi yontulduğu zaman etrafa ışıklar saçan, bu yüzden de mücevhercilikte kullanılan, çok değerli bir taştır. Çok ender bulunduğundan, özellikle büyükleri çok pahalıya satılır. Altın Külçeleri madenlerin büyük bir kısmı toprağın içinde maden filizleri hâlinde bulunur. Bunlar sâf maden hâline getirmek için sonradan üzerinde çalışmak gerekir. Fakat altın, kayaların çatlaklarında külçe hâlinde ve sâf olarak bulunabilen ender madenlerdendir.
Altın filizleri çoğu yerde, kayaların ve kristalleşmiş kaya ve kuvars bloklarıyla karışmış başka maden damarlarıyla bir arada bufuhur. Bazan altın, ağırlığı 80 – 90 gramı bulan parlak parçalar hâlinde de bu. lunur ki bunlara altın külçesi denir. Bu külçelerin değeri dere yataklarında altın arayıcılarının buldukları zerreler hâlindeki altın parçacıklarından çok daha fazladır. Altın arayıcıları, günün birinde kendilerini milyarder yapacak muazzam altın külçesi bulmak hayaliyle yaşarlar. En çok altın çıkartan ülkelerin başında Güney Afrika Birliği gelir.
0 notes
Photo
Bulutlar, Küme Bulut ve Sisler Hakkında Faydalı Bilgiler
Bulutlar
Bulutlar, çok hafif oldukları için rüzgâr tarafından havada tutulan çok küçük su damlacıkları, ya da buz iğneciklerinden meydana gelmiştir. Hazan bunlar bir araya gelerek yağmur hâlinde yere düşerler.
Bulutlar pek çok kimsenin sandığı gibi su buharı değil, sıvı, ya da donmuş hâldeki su parçacıklarıdır. Bu parçacıkların da kendine göre bir ağırlığı vardır bunun etkisiyle de havadan yere doğru düşerler. Ne var kİ hızları o kadar azdır ki saatte 50 metreyi geçmez. Bazı kereler düşerken- sıcak hava tabakalarına rastlarlar, buharlaşarak dağılırlar. O zaman bulut faize havada uçuyormuş gibi görünür. Batı kerelerde aralarında birleşerek ağır yağmur damlası, ince sis perdesi, ya da hafif kar tanecikleri hâlini alırlar.
Küme Bulut
Küme bulutlar «kümülüs» güzel havalarda görülen beyaz ve yusyuvarlak bulutlardır. Yağmur taşıyan kurşuni renkli ve yere yakın ağır karabulutların «nimbüs» tam tersidirler. Biçimleri ve duruşlarına göre bulutlar başlıca dört grupta toplanır. Yağmur yağacağına işaret eden İnce uzun lifler hâlindeki beyaz tüybulutlar “sirüs”; Güneşin batışı sırasında meydana çıkan, yatay şeritler hâlindeki katmanbulut’lar “stratüa”; Alçaklarda meydana gelen, kurşuni ronkte, yağmur dolu karabulutlar. “nimbüs”; Hava açık olduğu zaman masmavi gökyüzünde uçuşan, İyi hava habercisi kümebulut’lar “kümülüs”. Ayrıca bunlar aralarında birleşerek yumakbulut “sirrokümûlüs”, tülbulut “sirrostratüa”, yığınbulut “strâtokümülüs”, boranbulut “kümülonimbüs”, kababulut “altokümülüs”, üst-katmanbulut “altosratüa” gibi bulutları meydana getirirler.
Sis
Toprak, ya da su yüzeyinde meydana gelen bir buluttur. Küçücük su damlacıklarından meydana gelen bu bulut, arkasında kalan manzarayı bir perde gibi örter. Çoğu kere kara trafiğinin yavaşlamasına, deniz trafiğinin ise tamamen durmasına sebep olur.
Sis, sakin havalarda, su buharıyla dolmuş olan havanın, suyun donmasını gerektiren bir ısıyla karşılaştığı zaman meydana gelir. Bu da, nemli ve sıcak olan havanın ya soğuk bir hava akımıyla soğuması, ya da gece soğuğuna maruz kalmış olan toprağın etkisi sonucu olur. Şehirlerin üzerinde sis, dumanların ve tozların etkisiyle daha kolay meydana gelir. Londra’da ais bazı kereler öylesine kalın olur ki, İnsanların üzerindeki çamaşırları bile kirletir. İngilizler böyle sisler için «bezelye püresi gibi sis», derler.
#altosratüa#boranbulut#bulut#bulutlar#kaba buluti kümülokimbüs#küme bulut#Sis#strâtokümülüs#üst katman bulut#yığın bulut#yumak bulut
1 note
·
View note
Photo
Hikâyelerle Efsaneleşen Tarihi İmgeler
Ferhat ile Şirin
Gerek Türk, gerek İran edebiyatında, çeşitli yazarlar tarafından konu edinilmiş aşk hikâyesinin iki kahramanı, Ferhat ile şirin hikâyesi aynı zamanda Karagöz ve orta oyunundaki bölümlerden birini meydana getirir. Bu hikâyenin konusu şudur: Enen şehrinin kadın hükümdarı Mahmene Banu, kız kardeşler Şirin İçin bir köşk yaptırır ve köşkün duvarlarını nakkaş Ferhat’tı süsletir. Ferhat İle Şirin bu sırada karşılaşır ve sevişirler. Sevgililerin ara sıra gizilce buluştuklarını öğrenen Mehmene Banu. Ferhat’ı bir kaleye hapsettirir, sonra bağışlayıp şehri terk etmesini ister. Amasya’ hükümdarı Hürmüz Şah, Ferhat’ı himayesine alır ve delikanlı İçin Mehmene Banu‘dan Şirin’i istetir. Dileği reddedilince ordusuyla Erzen’o yürür ve Şirin’i alıp Amasya’ya getirir. Bu arada, kendisi de Şirin’e tutulduğu İçin Ferhat’tan yapılması imkânsız bir İşi başarmasını, Elma dağının ötesindeki suyu şehre bağlamasını İster. Suyolunu tamamladığı sırada Ferhat’a Şirin’in öldüğü söylenir. Ferhat kendini öldürür. Bunu duyan Şirin de canına kıyar.
Faust
Birçok edebiyat eserinin kahramanı olan gerçek kişi, 1480’e doğru Knittlingen’de (Almanya) doğdu, 1540’a doğru Staufenen Brisgau’da (Almanya) öldü.
Goethe ve ünlü kompozitörler tarafından ölümsüzleştirilmiştir. Doktor Faust, Almanya’ya bu takım İsimle yerleştiği sanılan, esrarengiz bir büyücüdür. Şöhretini, Goethe’nin 1808 yılında, Faust İsmiyle yayımladığı ve Schuman, Bor-lioz ve Gounod gibi büyük kompozitörlere İlham kaynağı olan şahesere borçludur. Bu efsanevi Faust, kendisine dünyada var olan bütün zevk ve bilgileri sunması İçin ruhunu şeytana satar. Mephistopheles ismindeki bu şeytan, söz verdiği bu hususları yerine getirir ve genç, güzel, zengin ve bilgin Faust, çok zevkli bir hayat sürbr. Kendine âşık olan mâsun Margarete’yle karşılaşır, onu baştan çıkarır, sonra yüzüstü bırakır. Margarete çocuğunu öldürür, sonra kendi de ölür. Goethe’nin dramında Faust duyduğu samimi pişmanlık sonucu lânetlenmekten kurtulur. Fakat daha hoşgörüsüz bazı yazarlar, Faust’u hiç bitmeyecek ıstıraplar çekmeye mahkûm ederler.
Çalıkuşu
Reşat Nuri Güntekin’in ilk romanı Çalıkuşu’nun (1922) aynı adı taşıyan kahramanı, Feride adındaki bir genç kızın günlüğünden meydana gelen Çalıkuşu, ilk Anadolu romanlarından biridir.
Türkçede defalarca basılan Çalıkuşu’nun konusu şöyledir: Neşeli ve muzip bir kız olduğu için Çalıkuşu diye anılan Feride, İstanbul’da bir Fransız okulunda yatılı öğrencidir. Babası uzak bir yerde subaydır. Annesi ölmüştür. Tatillerini teyzesinin yanında geçirir ve teyzesinin oğlu Kâmuran’la sevişir. Onunla nişanlanır. Evleneceği gece, nişanlısının başka bir kadınla İlgisi olduğunu öğrenince evden kaçar, Anadolu’ya gidip uzun süre öğretmenlik yapar. Kendisini korumak isteyen Doktor Hayrullah beyle evlenir; ama bu evlilik şekilde kalır. Onun ölümünden sonra teyzesinin evine döner. Orada Hayrullah beyin göndermiş olduğu hâtıra defterini okuyan Kâmuran’la barışır ve evlenir. Çalıkuşu, içtenliği, duygululuğu, gerçekçiliği ve temiz diliyle en çok okunan romanlarımızdandır.
#çalıkuşu#efsane aşklar#faust#Ferhat ile Şirin#Ferhat ile şirin hikayesi#Margarete#Mephistopheles#reşat nuri Güntekin
0 notes