aakifmucek
166 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
aakifmucek · 6 years ago
Text
BM Barış Gücü’nde ve Diplomaside Görev Yapan Sri Lanka’nın Savaş Suçluları!
The Guardian’da (21-07-2018) yer alan bir haberde Sri Lanka’da iç savaş sürecinde ağır insan hakları ihlallerine karışmış ve insanlığa karşı suç işlemekten ötürü haklarında somut kanıtlar olduğu bilinen üst düzey subayların Mali, Lübnan, Darfur ve Güney Sudan gibi çatışma bölgelerinde sorumluluklar üstlendikleri bilgisine yer verildi.
Konunun asıl gündeme gelmesini sağlayan ise İnternational Truth ve Justice Project tarafından 2018 Nisan ayında hazırlanan (Sri Lanka’s Special Task Forces) Sri Lanka Güvenlik güçlerinin durumunun irdelendiği 40 sayfalık bir raporda yer alan ayrıntılı bilgiler.
Gerçi raporda verilen bilgilerin bir kısmı Sri Lanka medyasında yer alan haberlere dayandırılmış. 2017 yılında medyada yapılan yayınlarda yaklaşık 140-200 arasında Sri Lanka Özel Kuvvetler mensubunun “Barış Koruma” misyonunda yer almak üzere görevlendirildikleri iddialarına yer verilmişti. Üstelik bu konudaki hazırlıkların evveliyatı iç savaşın hemen ertesine uzanmaktaydı.
İç savaşta cephe hattında görev almış iki komutan Waruna Jayasundra (BM uluslararası polis gücünde görev almak üzere davet edildiğini Amman’da görev aldığını kendisi açıklıyor.) ve eğtimini İngiltere ve İsrail’de tamamlamış olan Athula Daulagala Güney Sudan ‘da Barış Koruma Operasyonları’nda görev alan en çok bilinen iki örnek oldular.
Açıklamalara göre yine üst düzey özel polis şeflerinden oluşan 16 kişilik bir grup 2015 yılında Amman’da “barış koruma” adı altında eğitim almışlar. Raporda yer alan bilgilere göre, Sri Lanka’lı üst düzey subaylar LTTE’ye karşı yürütülen savaşın sona erdiği 2009 yılı sonrasında BM tarafından Barış Operasyonları’nda görevlendirilmeye başlanmış. İlginç olan zaten bu tarihlerde aynı subaylar, ve komutanlar için “insanlığa karşı işlenen suçlar” kapsamında yoğun şikayetler ve kanıtların ortaya çıkarılmış olmasıdır.
Açıkçası BM bu komutanları görevlendirerek onları koruma altına alırken, aynı zamanda Sri Lanka ordusunun rehabilite edilmesi, itibarını iade etme ve yeniden meşrulaştırma amacını gütmektedir. Salt bu görevlendirmeler dahi kamuoyunda hemen her çatışma bölgesine müdahaleyi öngören BM Barış Gücü Operasyonları’nın gerçek mahiyetleri hakkında kör olan gözleri dahi açmaya yarayacak bilgiler edinilmesini sağlamaktadır.
Sri Lanka’nın savaş suçlusu subaylarından üst düzey bir komutan 2016 yılında Mali’de Barış gücü Operasyonlarında önemli bir göreve atanırken, yine üst düzey bir başka komutan Güney Sudan’a, çatışmaların devam ettiği Darfur’da BM operasyonlarına komuta etmek üzere görevlendirilmişti.
İnternational Truth ve Justice Project tarafından hazırlanan raporda iç savaşta ağır insan hakları ihalallerine adı karşımış olan 56 subayın ismine yer verilmiş ve bunların karıştıkları suçlar itibariyle BM tarafından Barış Gücü bünyesinde görevlendirilmemeleri, Barış Gücü misyonunda görev almalarının yasaklanması gerektiğine dair uyarıda bulunulmuştu.
2015 yılı tarihini taşıyan bir başka İnsan Hakları Raporu’nda “barış koruma operasyonları’nda görev alan ve adları tecavüz, cinayet, toplu kıyım vb bir dizi suça karışmış Sri Lanka’lı subayların sayılarının ciddi artışlar gösterdiğine atıfta bulunulmuştu. 2016 yılı içerisinde 200 civarında Sri Lanka’lı subay Mali’de Barış Gücü bünyesinde görev yapmak üzere gönderilmişlerdi. BM Barış Gücü operasyonlarında toplamda yaklaşık 3500 Sri Lanka’lı askeri personelin görev yaptıkları tahmin edilmektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla Tamillere karşı insnaık dışı her tür savaş suçunu işleyen yüzlerce subay Barış Gücü misyonuyla gittikleri ülkelerde benzeri suçları işlemekten kaçınmadılar. Haiti buna bir başka örnek teşkil etmektedir.
Sri Lanka Özel kuvvetler mensupları BM Barış Misyonu kapsamında gittikleri ülkelerde benzeri savaş suçlarına karıştıkları bir başka rapora daha yansımıştı. (A Joint Report with Journalist for Democracy in Sri Lanka) Haiti’de Barış Koruma misyonunda görev yapan Sri Lanka ordusu mensupları çocukların cinsel sömürüsü, fuhuşa sürüklenmeleri ve istismar edilmeleriyle ilgili soruşturmaya uğradılar.
Buna göre 134 Sri Lanka’lı asker, cep harçlıkları karşılığında Haiti’de tesbit edilebildiği kadarıyla 9 kız ve erkek çocuğuna değişik zamanlarda tecavüz etmişlerdi. Bu görevlilerin bir kısmı 2009’da sonlanan iç savaş sürecinde Tamillere yönelik cinsel suçlar, tecavüz vb iddialarla suçlanmışlardı.
BM misyonlarında görev alan farklı ülkelerden 2000 civarında askerin bu tür suçlarla ilgili soruşturma geçirdikleri yine raporlarda yer alan bilgiler arasında. BM misyonunda yer alan askerlerin bu tür suçları yaygın olarak işledikleri istatistiklerle mevcut. Yani BM kurum olarak zaten temiz değil. Ancak bu kurumun Sri Lanka’da savaş suçlarına bulaşmış, deşifre olmuş suçluları her şeye rağmen görevlendirmesi yürüttüğü barış operasyonları konusunda ayrıca fikir vermektedir.
Sri Lanka özgülünde bir başka koruma yönetmi daha savaş suçlusu üst düzey komutanların diplomat olarak görev yapmaları oldu. BM Barış Gücü görevlendirmelerinin yanısıra bir çok eski üst düzey ordu mensubu 2009 yılından itibaren Sri Lanka devleti tarafından dokunulmazlık zırhına alınarak büyükelçiliklerde görevlendirildiler.
Bunların bir kısmı Peru, Şili, Brezilya, Kolombiya gibi Güney Amerika ülkelerinde çoğunluktaysa Güney Asya ülkelerinde büyükelçi veya askeri ataşe olarak görev aldılar. Bunlardan Brezilya Büyükelçisi eski General Jagath Jayasuriya hakkında kampanyalar yürütüldü.
Hiç biri işledikleri suçlardan ötürü yargılanmadı ve ceza almadılar. Ahmet Akif Mücek 2018-07-23
1 note · View note
aakifmucek · 6 years ago
Text
Rejimin Değişen Niteliği ve Devrimci Mücadele
Son genel seçimler AKP-MHP faşist blokunun bıçak sırtında aldıkları oylarla, mevcut rejimi köklü bir dönüşüme sürükleme yetkisine sahip oldukları bir orantısızlığı gösterdi. Hegemonyası tartışılan/sarsılan iktidar en zayıf olduğu düşünülen momentte, en kritik eşiği aştı. Bu durumu solun açmazları ve yetersizlikleri üzerinden izahata girişmek bir şey kazandırmayacaktır. Ancak böyle bir şey her seçim dönemi yenilgisi sonrasında olduğu üzere 24 Haziran sonrasında amaçsızca sayfalar dolusu yinelendi.
Milyonlarca emekçinin yaşamlarını cehenneme çeviren sömürü politikalarının, her geçen gün giderek ağırlaştırılan baskı ve terörle başetmenin düzenin koyduğu sınırlarda kalarak mümkün olmayacağı artık hemen herkes tarafından yinelenen bir şey. Ancak fiiliyatta yaşananların bununla uyumlu olmadığı bir gerçek. Bu son seçim sürecine yansıyan tavırlarda bir kez daha görüldü.
Özellikle tüm mücadeleyi seçim sandıklarında alınacak sonuçlara endeksleyen veya kendileri siyasi gelişmeleri tayin edici nitelikte, maddi bir güç halinde olmayan sol kesimlerin ağırlıkla hakim ittifak bileşenleri arasında cereyan eden kayıkçı dövüşünde birini/diğerine yeğ tutan (sanki tayin edici güç kendileriymiş gibi) yaklaşımların AKP/MHP blokuna karşı mücadelenin örgütlenmesi karşısında kafa karıştırıcı etkilerde bulundukları yadsınamaz bir gerçeklik.
Üstelik yaşadıkları bir garabeti hiç farketmez görünerek yaptılar bunu. Örneğin seçim sürecinde boykot tavrı alanları en hafifi “etkisiz bir mücadele yöntemi” olmak üzere çeşitli ithamlara boğarken, yukarıda belirtildiği üzere bizzatihi kendileri bir etkileri olmadığı halde hakim sınıflar arasındaki çekişmelerde, baş/tali çelişki söylemiyle, birinci tur ikinci tur hesapları arasında çakılıp kaldılar.
Gerçi seçimlere ilişkin yapılan değerlendirmelerde gördüğümüz kadarıyla kimse kendine pek toz kondurmadı. Ancak öyle veya böyle ortada bu tarz politikalar ve sahipleri vardı. Sonuçta kimsenin diğerinden pek ibr farkı olmamakla birlikte, her zaman olduğu gibi herkes yine haklı çıkmış oldu. Bunun dışında solun önemli bir bölümünün farklı saiklerle bile olsa, artık alışıldığı üzere –bu kesime temel eleştirilerimiz saklı kalmak üzere- Türkiye partisi olmayı, vitrine kürt olmayanları yerleştirmek ve Türkiye’nin her yanından oy almak olarak gören, hiç bir somut politik önermesi olmayan HDP etrafında kümelenmeleri, yaldızlı laflar bir yana bırakılırsa bir kez daha bir başka acziyetin ifadesi oldu. Bilindiği gibi kürt siyasi hareketi uzunca bir süredir bağımsız politika yapma kapasitesini yitirmiş durumdadır. Türkiyeli sol grupların “dayanışma” edebiyatıyla böylesi bir yapıya iradelerini devretmeleri ironiden ötedir.
Asıl konuya gelecek olursak, rejimin niteliği meselesinin evveliyatı bilindiği üzere 24 Ocak ve akabinde yapılan 12 Eylül faşist darbesine dayanır. Bu tarihler dünya ekonomisine uluslararası yeni işbölümü çerçevesinde eklemlenme, oligarşik ittifakın yeni bir dengeye kavuşturulması ve buna uygun paylaşım ve devletin neo-liberal dönüşüm politikalarına hizmet edecek tarzda re-organizasyonu açısından milat oldular.
Bu ekonomik-politikaları yansıtan ilişkiler yaklaşık 38 yıllık sürece damgasını vurdu. Bu süreçte askeri darbeler, hükümet değişiklikleri, restorasyon programları emperyalizm ve oligarşinin genel stratejik yönlendirmelerini ilerletecek, mevcut pazarı genişletip derinleştirecek bir tarzda ele alındı. Her bir dönem IMF, DB, NATO ve AB ile kurulan ilişkilere halel gelmeyecek tarzda, bu uluslararası örgütler ve onlarla yapılan stratejik anlaşmaların manivela olarak kullanıldıkları bir eksende geçildi.
İktidar kavgaları, siyasi partilerin kuruluşları, birleşme veya ayrılıkları, yeni partilerin kurulmaları veya kapatılmaları egemen sınıfların uzun veya kısa vadeli tercihlerine bir yanıt oluşturma, her bir gücün iktidar mevkiinde payını arttırma veya koruma amacına hizmet etti.
AKP 2002 yılı sonrasında uluslararası ve bölgesel konjonktürün pozitif etkilerini arkasına alarak iktidar olduğunda kimse bugün gelinen Başkanlık sistemine bir dönüşümü beklemiyor ve bu kadar uzun ömürlü olacakları tahmin edilmiyordu. Zaten AKP’nin (“islami ajanda”) sıradışı davranışları hissedildiği andan itibaren yapılan girişimler, emperyalizmin ve oligarşinin yeni dönem restorasyon sürecine dönük tasarruflarına taban tabana zıt olduğu için duvara çarptı. Bunlar sonrasında bir çok operasyon, yargılama ve tasfiye süreçlerine vesile edildi.
AKP’yi engelleme girişimleri, AKP’yi daha bir güçlendiren katalizöre dönüştüler. 2013 Gezi direnişine kadar sol- toplumsal muhalefet açısından ciddi bir karşı koyuş ve alternatif üretme/olma çabası görülemedi.
Yakın döneme gelirsek, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesinin temel ideolojik motifi olan Türk/İslam perspektifinde atılan adımlar, AKP/MHP faşist bloku Erdoğan liderliğinde 24 Haziran seçim sonuçlarıyla taçlandırıldı ve zaten parlamentonun uzun süredir işlevsiz kaldığı koşullarda OHAL gölgesinde faşizmin açıktan icra edildiği Başkanlık sistemine resmen geçildi. Rejimin niteliğini belirleyen etmenlerden biri OHAL sisteminin süreklileştirilmesi anlamına gelen yine “yasal” düzenlemeler oldu.
Bu noktada “seçilmiş başkan” meşruiyetini seçimlerden almakta ve üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunduğu artık tamamen göstermelik olan anayasal süreçten, ve kendisine verilen (kararname) yetkilere dayandırmaktadır. Her şeyden öte son gelişmelerle birlikte sağın alternatifinin sağ olarak tarif edildiği bir sistem oluşturuldu. Bu tek başına AKP’nin 2002 yılında kazandığı seçimlerin milat olarak gösterilemeyeceği, emperyalizmin ve oligarşinin Türkiye toplumuna dayattıkları bir hedefti.
Bu hedef daha 28 Şubat günlerinde askeri cenah tarafından açıkça dillendirilmiş ve toplumun büyük çoğunluğunun dindarlardan oluştuğu vurgulanarak önümüzdeki otuz-kırk yıllık dönemde muhafazakar yönetimlerin işbaşında olacakları bir süreç öngörülmüştü. 12 Eylül sonrası geliştirilen türk-islam sentezi ekolü bunun ilk adımlarını oluşturmuştu. Emperyalizm ve oligarşi tarafından sunulan bu programla çıkarları örtüşen AKP bu zemini kullanarak ilerledi.
AKP iktidarı 16 yıllık süreç içerisinde, emperyalizm ve oligarşiyle yaşanan çatışma ve çelişkiler zemininde her süreçten biraz daha taviz vererek, sağ çıkmayı, ayakta kalmayı başardı. Bu mücadele milyonlarca seçmenden oluşan tabanını konsolide etti. Ülke içi ve bölgesel ilişkilerde Erdoğan’ın öngörülemez, güvenilemez adımları, ABD ve AB ile ilişkilerini zedelerken, çelişkiler kimi zaman 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu üzere ölümcül bir boyuta evrildi.
Erdoğan 16 yıl boyunca ailesi, ve ortak paydaları müslümanlık olan yakın çevre ve dostlarından oluşan bir kaymak tabaka oluşturmageri kalanları ise dönüştürmek üzere özelleştirmeler, büyük ihalelerden oluşan önemli rant aktarımları yaptı.
Başkanlık sistemine gelinceye kadar yaşanan gelişmelerde Erdoğan ve AKP kendilerini Türkiye’nin bekasıyla özdeşleştiren yaklaşımlar sergilemeye başlamışlardı. Bu meselenin Başkanlık sistemiyle birlikte güvenlik boyutu -önümüzdeki süreçte daha iyi anlaşılacağı üzere- Erdoğan’ın kişisel güvenliği düzeyinde ele alınmaya başlandı. Erdoğan ve AKP’yi rejimin bekası bağlamında vazgeçilmez gören yaklaşımla liderin can ve mal güvenliğinin korunması öncelikli bir konuma geldi. Buna uygun güvenlik birimleri oluşturuldu. Devletin üst yönetimi, bu “güven ilişkileri” etrafında örülmeye başlandı.
Bu tarz yönetimin bir örneği Filipinler devrik diktatörü Marcos döneminde görülmüştü. Marcos ülkeyi sıkıyönetim ve OHAL ile yönetirken, halk muhalefetini bastırma, grevleri yasaklama gibi terörist saldırılarla birlikte doğrudan kendine bağlı, kişisel korumasından sorumlu büyük bir güvenlik aygıtı, kurumsal düzenlemelerin tuzu biberi olmuştu. Manila’daki Başkanlık Sarayı özel olarak oluşturulmuş (Marcos’un hemşehrilerinden oluşan) binlerce güvenlik mensubunun bağlı olduğu birimler tarafından korunuyor ve bu birimler halk muhalefetinin bastırılmasında öncelikli görev alıyorlardı.
Marcos sahip olduğu olağanüstü yetkilerle, muhaliflerini pervasızca infaz ettirmiş (bunlardan biri ve en önemlisi Amerika’dan dönen eski senatör Aquino’nun Manila havalanına indiğinde öldürülmesiydi.) Gerçi bu fiil ABD ve diğer ulsulararası güçlerin Marcos’tan desteklerini çektikleri ve muhalefet arayışlarını hızlandırmalarına yol açmıştı. Filipinler’de güçlü olan toplumsal muhalefet ve gerilla hareketi, ABD’nin arayışları haricinde Marcos rejimine karşı kesintisiz bir mücadeleye öncülük yapmaktaydı.
Marcos, sonuçta ABD’nin desteğini çektiği ve alternatif arayışlarını hızlandırdığı bir sürecin sonunda özellikle ordu üst yönetimi ve diğer güvenlik aygıtlarının saf değiştirmesi sonrasında muhalif kesimlerin geniş bir cephe etrafında biraraya geldikleri People Power (The Epifanio de los Santos Avenue -EDSA) devrimiyle altedilmişti.
Dolayısıyla Türkiye açısından düşünecek olursak, şimdi artık geçmişte yaşananlar ve rejimin niteliği üzerine meleklerin cinsiyetinin tartışılması yerine, bundan sonrasına dair oluşturulacak bir yol haritası üzerinde, belli siyasi partilerin etrafına dizilen siyasi anlayışların ötesinde bağımsız devrimci bir çizgi izlemek arzusunda olan çevrelerin bir araya gelmelerini sağlamak üzere adımların atılması öncelikli görev olmalıdır.
Böylesi birliktelikler için eğer Türkiye’de bugüne kadar yaşananlar yeterince bir fikir vermiyorsa yukarıda kısaca örneklenen Filipinler ve bir çok ülkedeki “halk ittifakı” deneyimleri ilham verici olabilir.
Bu tarz bir girişim somut görünümünü AKP-MHP faşist blokunun oluşturduğu, emperyalizm ve oligarşiyle her tür uzlaşma ve işbirliğini reddeden bir anlayış temelinde örgütlendirilmeli ve bu doğrultuda bir mücadele hattı örülmelidir.
Ahmet Akif Mücek 2018-07-22
1 note · View note
aakifmucek · 6 years ago
Photo
Tumblr media
NATO’nun Gündemindeki Tartışma Başlıkları
Donald Trump AB üyesi ülkelerle hesaplaşmayı bir sonuca vardırmak istediğini hiç gizlemedi. ABD soğuk savaş süresince Avrupa’yı SSCB ile nükleer bir savaşın ön cephesi olarak görmüştü. ABD askeri varlığı o dönem SSCB hedefine kilitlenirken “ortak düşman” esprisiyle Avrupa’yı elinin altında tutabiliyordu.
Soğuk savaşın bitmesi üzerine yaşanan ve sarsıntıları halen devam eden gelişmelerde, ABD liderliğinin mutlak hegemonya arzusu AB ülkeleri tarafından eskisi gibi kabul edilmedi. Ancak bu ABD liderliğinin reddi anlamına gelmedi. Sorun yalnızca yeni bir dizilişte herkesin daha “adil” bir paylaşım talep etmesiyle ilgili oldu.
Bu tartışmalar etrafında NATO’nun rolü ve önemi ilk dönem yapılan iyimser yorumlara rağmen azalmadı bilakis arttı. NATO tekrardan ısıtılan “Rus tehdidi” üzerinden Doğuya doğru genişledi. Baltık ülkelerini kapsadı ve ikili anlaşmalarla küresel ölçekte –Irak, Yugoslavya, Afganistan, Libya, Suriye- ABD’nin “meşru” gücü, emperyalist saldırganlığını meşrulaştırmasının bir aracı olarak kullanıldı. Özellikle AB ülkeleri yeni dönemde bu vasıtayla belli ölçülerde “terbiye” edildiler. Bu süreç bilindiği üzere devam etmektedir.
Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler ABD ile zaman zaman ortaya çıkan fikir ayrılıkları, ve gerilimlere rağmen, açık - örtülü anlaşmalarla yeni nüfuz alanlarına girme iznini elde etmekte ve ABD öncülüğündeki emperyalist saldırganlığın aktif bileşenleri pozisyonlarını korumaktadırlar.
ABD yönetimi verdiği kısmi tavizlerle, AB ülkelerinden gelen eleştirileri ve farklı davranma eğilimlerini baskı altına alıp, bu ülkeleri yedeklemede her şeye rağmen önemli adımlar atarken, asıl olarak, artık herkesin çıplak gözle görebildiği şekilde, Rusya ve Çin eksenli bir alternatif ekseninin varlık koşullarını zayıflatma ve kuşatma mantığı üzerine yoğunlaşmıştır. Bu noktada ara hedefin İran olduğu epeyce bir süredir bilinmektedir.
Bugün örneğin, Rusya karşıtı kampanyada somutlanan, ekonomik yaptırımların arka planında bu kuşatma stratejisi yatmaktadır.
Brüksel’deki NATO toplantısını ilginçleştiren önemli bir unsur bu nedenlerle Donald Trump’ın bu toplantıyı takiben Rusya Devlet Ba��kanı Putin’le yapacağı görüşme olarak öne çıktı. Donald Trump en son yapılan toplantıda Rusya’nın G-7 zirvesine tekrardan alınmasını önermişti. Bunu önemli bir not olarak almak gerekir.
Bu gelişmelerden öte güncel konu olması itibariyle NATO toplantısı gündeminde yer alan konulara bakmakta yarar var. Bunlardan birincisi, NATO’nun caydırıcılığının arttırılması ve savunmanın güçlendirilmesi teması olarak öne çıkmaktadır.
NATO kaynakları –savaş kışkırtıcısı ve saldrıgan politikaları gizlemek üzere kullanılan tanıdık bir argümanla- örgütün “çatışma istemediği ve diyalog arayışlarını” sürdüren bir anlayışa sahip olduğunu “ancak üyelerini herhangi bir tehdide karşı koruma yükümlülüğüne” dikkat çekmektedirler. Bu perspektif doğrultusunda “düşman” tanımına uygun olarak Baltık bölgesi ve Karadeniz’de NATO askeri varlığının arttırıldığı bir sır değil. Tüm yığınaklar açıkça “Rus tehdidine karşı” Polonya üzerinden geliştirilen savunma hattına yöneltildi.
Ukrayna’daki provokatif süreçte Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesi, NATO genişlemesinde önemli dayanaklardan bir oldu.
NATO’nun yığınaklarının bir başka boyutu Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerinden kaynaklanan “tehditler” gerekçelendirilmesiyle öne çıktı. Bu bağlamda Türkiye’nin hava sahasının güçlendirilmesi dahil, Ege, Akdeniz bölgelerinde askeri varlığın arttırıldığı bir süreç öngörülmektedir.
NATO’nun genişleme ve yeni yığınak yapma politikasının bir ucu istikrarın sağlanması ve terörle mücadele, başlığıyla gerekçelendirilmektedir. Buna göre, NATO’nun Güney kanadı büyük önem arzetmektedir. İşte bu hususda öne çıkan ülke yine Türkiye olmaktadır. Bu konuda atılan yeni adımlar çerçevesinde öteden beri kullanılan Konya’daki askeri üsse havadan uyarı ve kontrol sistemi (Awacs) ile yeni görevler verilmiştir. Bu görevlendirmeyi NATO savunma hattının kuruluş mantığı içerisinde anlamlandırmak mümkündür.
NATO, bir ülkenin güvenliğinin ve istikrarının sağlanması için- savunma hattını ilgili ülkenin sınırları dışında oluşturmakta, ve saldırgan politikalarının yükü cephe ülkesine yüklenmektedir. Yani İran, Rusya gibi ülkelerin çevrelendiği bir stratejide, Türkiye’nin “güvenlik” sorunu olduğu saptaması üzerinden oluşturulan strateji nihai anlamda, bu çevre ülkelerin istikrara kavuşturulmasıyla ilişkilendirilmiştir. İran, vb. ülkelerde “istikrar” sağlandığı takdirde ilk planda Avrupalı müttefiklerin ve nihayetinde ABD’nin “güven” duyabilecekleri bir ortam yaratılmış olacaktır. NATO’nun “istikrar” projelendirmesinde altı çizilen bir başka husus uzunca yıllar yürütülen proje ve operasyonlar neticesinde, “terörizm ve istikrarsızlıkla mücadelede en iyi araçlardan birinin yerel güçleri eğitmek olduğu” saptamasıdır. Bu yeni bir durum olmamakla birlikte yakın zamanda ilgili lügatta “proxy war” olarak öne çıkarılmıştır. NATO bu kapsamdaki çalışmaları kırk civarında ülkede yürütmektedir. Bunların en önemlileri, bilindiği üzere şu an en aktif biçimde Suriye örneğinde, Orta Doğu’da yer almaktadır.
NATO “istikrar” konusunda projelerini Balkanlar, Ege, Akdeniz, Kafkasya, Baltık ülkeleri, Finlandiya ve İsveç dahil olmak üzere yoğunlaştırmaktadır. Bu konularda -tekrarlamak gerekirse- Türkiye özel bir yere sahiptir. Başkanlık sistemiyle girilen yeni yönelim ve dönüşüm projesi bu ilişkiler içerisinde bir anlama kavuşmaktadır.
NATO toplantılarında bir başka önemli başlık güncel anlamda yaşanan sorunlardan ötürü AB ile daha güçlü işbirliğinin sağlanması üzerine yapılan tesbittir.
NATO’nun genel “savunma stratejisi” ve “kriz yönetimi” konularında sahip olduğu insiyatif, AB ile ilişkilerde belirleyici öneme sahip olurken, bu birliğin mevcut olanaklarını, NATO projelerinde “tamamlayıcı” olarak kullanması –ABD yönetimince- arzulanmaktadır. NATO ve AB bu çerçevede, Ege, Akdeniz, bölgelerinde işbirliği yaparlarken, Hibrid Tehditlere Karşı Avrupa Mükemmeliyet Merkezi ortaklaşa Finlandiya’da açıldı. Buna benzer bir oluşum ayrıca İstanbul merkezli olarak oluşturuldu.
Brüksel Toplantısı, Varşova sonrasında yaşanan gelişmelerin bilançosunun yapılacağı bir eşik olarak düşünülmektedir. NATO-AB birlikteliği “en acil güvenlik sorunlarına nasıl odaklanabilir” sorusuna yanıtın yeni bir işbirliği deklarasyonuyla verilmesi, toplantı gündemlerinden birisidir.
NATO’nun modernizasyonu başlığı, yeni askeri-sınai komplekslerin oluşumu ve var olanların dönüştürülmeleri esası üzerine ele alınmaktadır. Bu yaklaşım sonuç itibariyle söylemek gerekirse silahlanma ve savaş harcamalarının arttrılması anlamına gelmektedir.
ABD liderliğinin AB ülkelerini uzun süredir silahlanma konularında sıkıştırdığı bilinmektedir. NATO üyesi ülkelerin “güvenlik ve istikrarlarının korunması” noktasında silahlanma ve savunma harcamalarının arttırılması adeta bir nirengi noktasıdır. Bu çerçevede, NATO hava gücünün ve, balistik füze savunma sisteminin geliştirilmesi, ortak istihbarat, gözetleme, keşif, denizlerin güvenliği için teknolojik donanımın geliştirilmesi vb. bir dizi konu ve alanda gelişme önerilmektedir. Tüm bunlar bilim ve teknolojiye yatırım yapılması dahil, ilgili ülkelerdeki silah endüstrisiyle yakın lişkiler içersinde ele alınmaktadır. Buna paralel NATO komuta yapısının, organizasyon şemasının güncellenmesi ve değişime uğraması ayrı bir planlanma başlığıdır.
NATO’nun bu yöneliminin sonuçlarından biri veya NATO politikalarının uzandığı alanlardan biri, silah ve savunma kapasitelerinin arttrılması amacıyla “ulusal ekonomilere görev verilmesi” olmaktadır. İlgili ülkeler NATO projeleri çerçevesinde hangi alanlara yatırım yapmaları gerektiği konusunda yönlendirken, bu amaçla gündeme getirilen “çok uluslu ortak projeler” özendirilmektedir. Bu çalışmalarda istekli ülkeler teşviklerle bu iş bölümü içerisinde yer almaya iteklenmektedirler.
ABD yönetiminin epeydir dillendirdiği NATO askeri yükünün adil paylaşımı meselesi ilk elden meyvelerini vermeye başladı.
ABD dayatmaları Trump döneminde iyice tırmandı ve son dönemlerde AB ülkeleri oldukça ciddi adımlar atmak zorunda kaldılar. Bir çok ülke açıkça savunma ve silahlanma harcamalarını arttrımak zorunda bırakıldı. Gerçi ABD’nin bu konuda özellikle Almanya ile halen devam eden bir anlaşmazlık yaşadığı ayyuka çıkmış durumdadır. Savunma harcamalarını istenen düzeyde arttırmayan Almanya’nın diğer AB üyesi ülkelere “kötü örnek” olması ABD açısından kabul edilemez bir durum olduğu Trump tarafından özellikle vurgulanmaktadır.
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg Yıllık Rapor’da İttifak’ın askeri harcamalarının “daha adil” olması konusunda yürütülen çabalara özel yer vermişti. Kısacası işler ABD’nin istediği hız ve ölçüde olmamakla birlikte belli bir çizgiye gelmiş durumda ve tüm ülkeler az-çok savunma harcamalarını arttıran politikalar benimsemiş durumdalar.
Küresel düzlemdeki “istikrarsızlık” hali NATO’nun askeri yeteneklerini, silahlanma harcamalarının ve askeri operasyonların daha fazla desteklenmesi için gerekli ön koşulları oluşturmaktadır. 2014 yılında tüm müttefikle savunma harcamalarını arttırmaya ve on yıl içerisinde toplam GSYİH’nın % 2’si oranına getirme sözü vermişlerdi. Bunun ardından son üç yıl içerisinde savunma harcamaları düzenli olarak arttı ve 46 milyar dolarlık bir yekün oluşturdu.
NATO’nun silahlanma ve savaş politikaları ilgili ülkelerin sahip oldukları “ortak değerler ve transatlantik birlik” anlayışına dayandırılmaktadır. NATO’nun bu bağlamda Avrupa ve Kuzey Amerika’yı biraraya getiren “eşssiz bağı temsil etmesi” en önemli ittifak vurgusudur.
Transatlantik Birliğin yaklaşık 70 yıldır insanların güven içerisinde yaşamalarına hizmet ettikleri anlayışı, NATO açısından temel diskurdur. Günümüzün kaotik dünyasında bu birliğin devamına, işbirliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu bu nedenle öne çıkarılmaktadır. Ahmet Akif Mücek 2018-07-08
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Suriye’de Amerikan İşgalinin ve Savaşın Geleceği
Suriye’deki savaş ve işgal gerekçeleri yedi yıl içerisinde değişen hedef ve ittifakların baş döndürücü çokluğu karşısında unutulur oldu. Bu durum Orta Doğu gibi istikrarsızlığın istikrar kazandığı coğrafya konumunda uzak ara önde olan bir bölge gerçekliğine son derece uygun. Öyle ki Orta Doğu’da istikrar sözcüğü ironi dahi sayılamaz.
Suriye özgülünde savaşın başlıca gerekçesi BOP kapsamında –Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi- Baas rejiminin tasfiye edilerek, dünya sistemine tam bir entegrasyon olarak kurgulanmıştı.
Gerçi Esat yönetimi dünya sistemine bağlanmak için reform girişimlerinde bulunmuş, bu doğrultuda epeyce adım atmıştı. Ne var ki, ABD yalnızca bir takım palyatif tedbirlerle rejimin kısmi dönüştürülmesini değil, çözülerek dağıtılması ve “ılımlı islam” projesine uygun yeni bir idari-hukuki yapının yaratılmasını istiyordu.
Pentagon’un doğruladığı üzere daha o sıralarda, ABD ve İngiltere Özel Kuvvetleri “muhalifleri” içeriden bir “devrim” için çoktan eğitmeye başlamışlardı. Dolayısıyla Suriye’nin mevcut yönetimiyle uluslararası sisteme eklemlenme ve bölgesel sorunlarını çözmek için yaptığı girişimler boşa çıktı.
Rusya ve İran’ın Suriye savaşına müdahale etmeleri Amerikan planlarını köklü biçimde sarstı. Rusya, daha önce Afganistan’da yaşadığı kötü deneyimin etkisiyle “sahada” sınırlı biçimde yer aldı. Daha çok İran ve Lübnan Hizbullahı ön planda oldular. Ancak Rusya’nın müdahalesi politik etki bakımından dünya çapında yaşanan hegemonya savaşlarının seyrini değiştirecek nitelikte oldu.
Ayrıca İran ve Suudi Arabistan arasında farklı motiflerle süregelen rekabet, ortaya çıkan boşlukta Suriye ve ardından Yemen üzerinden Bahreyn, Irak, Lübnan ve Pakistan’ı kapsayan geniş bir coğrafyaya yayıldı. Açık savaşın yaşanmadığı ülkeler ise “cephe gerisi” statüsünde askeri yığınak ve üsler için cazibe merkezleri haline geldiler.
ABD, Suriye’ye karşı tıpkı yıllar önce Afganistan’da “teröre karşı savaş” diyerek bütün dünyayı metazori veya vaatlerle peşine takıp elde ettiği meşruiyetin benzerini gerçekleştirmek istedi. Ancak Avrupa ülkeleri yekpare bir tutum sergilemediler.
AB genel anlamda Esat rejimine karşı tutum belirlemekle birlikte, bir çok ülke, İspanya, İsveç, Avusturya, Romanya, Bulgaristan, Esat yönetimiyle görüşülmesinden yana bir tavır sergilemişlerdi. Ayrıca Çek Cumhuriyeti ve AB üyesi olmayan Norveç ve İsviçre büyükelçiliklerini kapatmadılar.
Obama dönemi Dışişleri Bakanı John Kerry, Suriye derslerinin gerçekte pek başarılı olmadığını gördüğünde, “mevcut politikayla bir yere varılamayacağı gerçeğiyle yüzleşmeye başladıklarını” vurgulayıp bu nedenle, “eninde sonunda Esat’la müzakere etmek zorundayız” açıklaması (15 Mart 2015) yapmıştı.
Gerçi bu açıklamalara rağmen, Obama döneminde ABD resmi politikası değişmedi. “Esatsız bir geçiş süreci” politikası öncelikli oldu.
ABD’nin yanısıra, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin öncelikli hedefleri Beşar Esat yönetimiydi. Esad’ın Alevi olmasını gerekçeler arasında sayan bu ülkeler tarafından desteklenen IŞID ve El-Nusra gibi Sünni örgütlerin Suudi Arabistan, Katar gibi yönetimlerden nefret etmeleri tezat olarak görülmedi. Bu kargaşa içerisinde Rusya ve İran’ın aktif müdahaleleriyle Esat yönetimi “savaşan taraf” olmaktan çıktı. Cenevre, Astana vb. zirve, toplantı ve barış görüşmelerine bu bağlamda merkezi yönetim ve “muhalifler” olarak gidilmesi sağlandı. Esat yönetimi savaşın başından beri BM’de resmi temsil sıfatını kaybetmedi.
Asıl kritik nokta Suriye’de “rejim değişikliğini” hedefleyen “arap baharını” bu topraklara taşımak isteyen ABD’nin Rusya müdahalesi sonrasında manevra alanının daralmasıydı. ABD’nin “IŞID’a karşı mücadelenin yıllar alacağı” açıklaması bu savaş üzerinden bölge üzerinde hakimiyetini sürdürme ve pekiştirme stratejisi olduğu açıktı.
Türkiye ise bu denklemde ilk yıllardan itibaren PKK ve IŞID varlıklarını eşitleyen bir düşman tanımı vasıtasıyla, IŞID, El Nusra, ÖSO ve daha bir dizi cihatçı gruba, lojistik destek sağlayıp, eğitip, örgütleyip, Suriye’deki “vekalet savaşının” bir parçası haline getirdi.
Esat yönetimi “meşru ve yasal” olarak tanınmasına ve BM temsiliyetine rağmen ABD, Esat yönetimini devirmek için PKK/PYD işbirliği ve desteğiyle Suriye topraklarının doğal gaz ve petrol yataklarının bulunduğu en zengin üçte birinde askeri üsler kurdu. Son durumda Pentagon’a göre iki bin, ABD’li generallerin açıklamalarına göre dört bin civarında asker burada üslenmiştir.
Kısa bir süre öncesine kadar Trump yönetimi tarafından yapılan açıklamalarda, ABD’nin Suriye’de bulunmasının meşru olduğu, çünkü burada “terörizme karşı savaş” verdikleri argümanı tekrarlanıyordu. ABD’nin Suriye işgali Kongre’nin verdiği Askeri Güç Kullanımı Yetkisi’ne dayandırılmıştı.
Bu yaklaşım –ABD kamuoyu açısından bile- hiç bir zaman ikna edici olmadı. Çünkü Amerikan askeri varlığı, yasal Suriye yönetimine rağmen bu topraklara girmiş, uluslararsı hukuk ve BM ilkeleri çerçevesinde illegaldi. Bu noktada kimyasal saldırılar boyutunun -bir kısmını- ABD’nin “yasallık” handikapını aşma girişimleri çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Bu süreçte Rusya politikaları, AB ülkelerinin –başta Almanya- sergiledikleri farklı ve ikircikli tutumlar nedeniyle daha etkili oldu. Rusya etkisi, yakın zamanda Trump’ın önce yakın çalışma arkadaşlarında değişikliğe gitmesi ve hemen ardından “fevri” çıkışı gibi görülen bir açıklama ile kırılmaya çalışıldı.
Aslında Trump burada bireysel bir tutumdan ziyade savaşın gelişim düzeyi ve sahada mevcut güçlüklerin giderek içinden çıkılmaz boyutlara gelmesinden duyulan endişe ile daha fazla zarar görmeden, İngiltere ve Fransa’yı paylaşım meselesine daha fazla katmaya çalıştı. Suudi Arabistan’dan “masrafların karşılanmasını” istedi.
ABD, yaptığı hamlelerle, aynı anda farkklı coğrafyalara etki eden bir politik stratejik konuma sahiptir. Suriye meselesinde AB ülkelerini peşine takarak üzerindeki yükü hafifletmeyi hesaplarken aynı zamanda, AB’nin kendi savunma anlayışını geliştirme çabalarına müdahale etmeyi öngören yaklaşımı öne çıktı.
Trump, AB savunmasına müdahaleyi, Amerikan ekipmanlarının satın alınmasından bir adım daha ileriye taşıyarak, daha fazla Amerikan malı tüketilmesi gerektiği noktasına getirdi. Bunu Davos’ta açıkça söylemişti. AB ülkeleri ABD’nin talepleri karşısında hiç bir zaman bütünlüklü bir tutum geliştirmediler ve aralarındaki çelişkiler en kritik konularda dahi gizlenmedi. Ancak Münih Güvenlik Konferansı ve NATO toplantılarında yapılan açıklamalar AB ülkelerinin ABD liderliğine –genel anlamda- pek fazla itiraz etmediklerini gösteriyordu.
Bir diğer kritik nokta Suudi yönetimiyle birlikte, Orta Doğu’daki saç ayağının tamamlayıcısı olan İsrail’in ABD planlaması yanısıra kendi “planlarını” hayata geçirme konusunda attığı ciddi adımlar oldu. Başkan Trump aslında İsrail’e Kudüs’ün başkent olarak tanınmasıyla “açık çek” verdiğini bütün dünyaya deklare etmişti.
İsrail, Suriye savaşının Beşar Esat, İran ve Rusya lehine gelişmesinden duyduğu rahatsızlığı, Suriye topraklarını “açık savaş cephesi” olarak İran ve Hizbullah ile hesaplaşma alanına çevirmeye çalıştı. Bu girişimlerinden vazgeçmesi pek mümkün gözükmezken, Lübnan ve Suriye, Ürdün sınırlarının, Filistin sorunuyla birlikte “sürekli istikrarsızlık üreten bölge” olarak kalması bu ülkenin kendini “güvende” hissetmesinin garantisi gibidir.
Donald Trump yakın zamanda yönetimde yaptığı değişikliklerle yeni bir stratejik yönelime girildiğinin ipuçlarını verdi. Bunlardan biri Çin ile başlatılan ticaret savaşı olurken, İngiltere’de eski bir ajan ve kızına yapılan kimyasal saldırı sonrası, bütün ülkelerin söz birliği etmişçesine Rusya karşıtı tutum içerisine girilmesi ve ek yaptırımların peşpeşe gelmesi, bu konuda epeyce hazırlık yapıldığını kısaca, savaşın her cephede her yöntemle devam ettiğini göstermektedir.
AB ülkeleri, İngilere’deki “kimyasal saldırı” sonrasında Rusya tehdidi karşısında belli ölçülerde hizaya girebileceklerini gösterdiler. Trump, AB ülkelerini yanına alarak son bir kaç yıldır küresel çapta avantajlı konuma gelen Rusya’yı frenlemek istemektedir.
Bunların dışında Trump, Suriye, Türkiye ve İran politikalarında daha kesin ve belirleyici rol oynama arzusunu pek gizlemedi. İran ile nükleer anlaşmanın iptali için Kongre üzerinde baskı kurma girişimleri bu saldırgan politkaların geleceğini belirleyecek bir unsurdur. Bu girişim aslında daha ziyade İran’ın Suriye üzerindeki etkisini azaltma ve caydırma amaçlıdır.
Suriye ve İran politikaları, komşu ülke olan Türkiye’nin iç politik dengelerini derinden sarsacak bir potansiyel taşıdı. Türkiye, Suriye üzerine gelişmelerde şimdiye kadar genellikle “oyun bozan” rolünde gösterildi. Ancak Türkiye’nin tüm derdi ABD’nin kendisini “partner” olarak görmesine dayandırılmıştır. Türkiye tarafından atılan tüm adımlar bu amaç uğruna ve ABD’nin bu noktaya getirilmesi hedefine yöneliktir.
Tarihsel Kürt düşmanlığı ve PKK meselesinin “beka sorunu” olarak ele alınmasına paralel, Türkiye’yi “mutlu” edecek formül budur. Bu noktada asıl enteresan durum, Afrin’de PKK’nin (stratejik bir çöküş sayılabilecek şekilde, bu durum YNK’nın Bağdat yönetimiyle anlaşarak Kerkük’ü terketmesinden daha vahimdir!) çekilerek bölgeyi “koşullarda anlaşamadık” diyerek, Suriye yerine “gerçek düşman” Türkiye’ye terketmesidir.
Bu yalnızca Rusya’nın attığı kazıkla ilgili değil, asıl olarak Rojava’da yirmi civarında askeri üsse sahip bulunan, ABD müdahalesiyle ilgilidir. Bir taraftan NATO, Türkiye’nin işbirlikçisidir, diyerek Rojava’da ABD korumasına yaslanmak üzerinde düşünülmesi gereken bir politik açmazdır. Gerçi PKK, Türkiye operasyoan başladığında, “Suriye egemen devlettir, sınırlarını korumalıdır” çağrısı yaparken yine illegal Amerikan varlığına yaslandığını ve yaptığı işbirliğini unutmuş gibiydi.
Herşey bir yana Rusya ile imzalanan S-400 gibi güncel çatışmalar eşliğinde, Afrin işgali Türkiye ve ABD arasında Suriye politikalarına ilişkin var olan mesafeyi daraltmıştır.
Suriye savaşında Esat yönetimi belli bir istikrar kazanırken, Amerikan girişimleri Türkiye ve PKK üzerinden yeni bir safhaya girdi. Şimdilerde dillendirilen “yeni askeri eylem planı” özellikle Doğu Guta bölgesinde kimyasal saldırı iddiaları üzerine şekillendirilmek istendi. Bu bölgede “kimyasal saldırı” yapılacağı iddiaları uzun bir süreden beri gündemdeydi. Yalnızca uygun bir zamanın beklendiği, nihayetinde anlaşıldı.
Kötü hazırlanmış bir senaryoya dört elle sarılmaları, ABD ve müttefiklerinin sıkışmışlıklarını gösterirken, “uygar dünyanın Esat rejiminin kimyasal silah kullanmayı sürdürmesine tahammül etmeyeceği” argümanından vazgeçilmeyeceği, bir yıl önceki kimyasal saldırının yıl dönümünde yaptıkları “kınama” açıklamasıyla gösterilmişti.
Emperyalist kamptan özellikle ABD cenahının kimyasal saldırı tehdidi etrafında oluşturmak istediği geniş cephe biraz spekülatif olmakla birlikte İngiltere’deki saldırıdaki ayak izlerinin bir kanıtı olabilir. Bilindiği gibi 2003 yılındaki Irak işgali “kimyasal silah depoları yalanına bağlanmış ve daha sonraları bu yalanlar açıkça itiraf edilmişti.
Şimdi bu saldırılar, dünyadaki hegemonya savaşının bir parçası olarak, İran ve doğrudan Rusya’yı hedef alırken, Suriye’de yeni oluşan statükoyu bozmayı, İsrail’in Filistin, ve çevre ülkelerle çatışmalarında avantaj yakalaması, Türkiye’nin ABD nizamına yanaşık konumlanması ve daha bir dizi görünen/görünmeyen çelişkilerin çözümü doğrultusunda atılmış adımlardır. Suriye’ye saldırı tehditleri etrafında gerilim bilinçli olarak tırmandırılırken, Cihatçı çeteler “kimyasal saldırı” yapıldığı iddia edilen Doğu Guta’yı çoktan terkettiler.
Fransa ve İngiltere, ABD yanında saf tutarken, önce Çin, Almanya ve ardından İtalya’nın “silahlı müdahale” karşıtı tutum almaları daha önceki politik duruşlarının devamı oldu. Sonuç olarak, Trump’ın “füze tehditleri” gerçek olsun olmasın –gerçi daha önce 50-60 civarında Tomehawk göndermişlerdi- ABD’nin Suriye yenilgisini “onurlu” bir biçimde kabullenmesidir.
Öte yandan ABD Savunma Bakanı Mattis’in “Cenevre Görüşmeleri”ne vurgu yapması bu durumu doğrular gibi gözükmekle birlikte, meselenin yalnızca diplomatik sahada devam edeceği anlamına gelmez.
Provokatif süreç farklı cephelerde, farklı araçlarla sürdürüleceği gibi, Suriye’nin “bütünlüğünü muhafaza etmesi” bağlamında geleceği, ABD askerlerinin çekilmeleri vs çetrefilli konulardaki belirsizlik devam edecektir. ABD’yi Orta Doğu’da tutacak gerekçeler ve dayanaklar her daim fazlasıyla mevcuttur.
Ahmet Akif Mücek 2018-04-12
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Faşizme Karşı Direnişin Politik-Pratiği
Gezi ve Haziran Direnişi öngörülerin ötesinde “birşeyler değişmez” denilen yerde, umutsuzluğun dip noktasında boğulan milyonların bir nefes alma çabası olarak gelişti. Bu direnişlerin sonrasında ortaya çıkan kalkışmalar, seçim, referandum dönemlerinde açığa çıkan güçlü itirazlar AKP iktidarı tarafından klasik şiddet, hile ve demagoji yöntemleriyle bastırıldı.
Uluslararası ve bölgesel konjoktürün lehine seyrettiği koşullarda AKP, Erdoğan liderliğinde iktidar sürelerini uzatacak, güçlerini konsolide edecek her tür manevrayı islami referans temelinde geliştirdi.
AKP’nin MHP ile kurduğu “Cumhur İttifakı”nın geliştirilmesi çabaları, Afrin savaşı etrafında kızıştırılan milliyetçi histeriler, “seçim güvenliği” adı altında Erdoğan’ın önünü açacak “yasal” düzenlemelerle pekiştirildi. Afrin’de kazanılan “zafer”, programlarını gerçekleştirme açısından ciddi sonuçlar yaratması artık olasılık olmaktan çıktı.
AKP iktidarının devamı, Erdoğan liderliğinin pekiştirilmesi anlamında 2019 seçimleri kritik nokta olarak belirlendi. Bu belirleme parlamento içi/dışı muhalif çevreler tarafından farklı düzeylerde olmak kaydıyla benimsendi. AKP’nin bu yönelimi gündemi değiştirme gücüne sahip olmayan sol çevreler dahil 2019 başlığı herkes için bir yol haritası hazırlanmasına vesile oldu. Şimdilerde, AKP ve tek adam diktatörlüğü üzerine çoğunlukla “durum tesbiti” olmaktan öte bir anlamı olmayan üstelik çok ayrıntılı değerlendirmeler peşpeşe yapılmaktadır. Ne var ki bir çok iyi değerlendirme, güzel fikir vs. politik/pratik önermeler kısmına gelindiğinde soluksuz kalmakta, anlamsız mırıldanmalara dönüşmektedir.
Bu nedenle lafı uzatmadan çokça sözü edilen birleşik bir muhalefetin örgütlenmesinin bugün fiilen AKP faşizmine karşı demokrasi mücadelesini sürdüren, bunu sürdürme iddası ve niyetinde olanların buluşma zeminlerini, eylem birlikleri ve ittifaklarını çoğaltmaktan geçtiğini tekrar vurgulamak bir zaruret.
Yapılan değerlendirmelerde istisnasız öne sürülen talepler, uğrunda mücadele edilen/edilecek çerçeve vb. bugün tüm demokrat-devrimci çevreler açısından herkesin altına imzasını atabileceği kadar, net olduğu, bu bağlamda örgüt, parti, çevre, vs bir çok kesimin benzer yaklaşımlar içerisinde oldukları görülmektedir.
Bu nedenle farklılıkların, ayrı duruşların kelimelerin farklı telaffuzuna indirgendiği bir saflaşma yerine ortak paydalar etrafında faşizme karşı demokrasi mücadelesini fiili manada politik pratik zeminde sürdürmek, mevcut önerilerin sınanacağı, karşılıklı saygı ve güven ilişkilerinin tesis edileceği yegane çözüm noktasıdır.
Dolayısıyla tartışılması gereken konu, politik/pratik sürece müdahale imkanlarının nasıl arttırılacağıdır. Bu müdahale imkanlarının lafla yaratılamayacağı aşikar. Çünkü yakın dönemden örnekleyecek olursak Afrin savaşı etrafında bir “savaşa hayır” kampanyasının dahi başlatılamadığı kör bir noktada olduğumuzun bilinciyle hareket etmek zorundayız.
Savaş karşıtı veya demokratik kurum ve kişilere yönelik yoğun saldırılar karşısında, istisnai bir-iki etkinlik haricinde parti, dernek, sendika binalarının (dışında bile değil!) içinde basın bildirileri anca okunabildi. Bu herkes, her çevre için geçerli bir durumdur. Bu konuda kimsenin bir diğerinden eksiği-fazlası görülmedi.
Bu duruma elbetteki bir günde gelinmedi. Suruç’tan başlayarak sürüdürülen kıyım ve yoketme, baskı ve sindirme politikalarıyla toplumun sivri uçları köreltildi. Direnç noktaları bir bir kırıldı.
Bunu bilerek ve bu durumun nasıl aşılacağını somut olarak göstererek ilerlemek “yol açmak” ve ileriye adım atmak mümkündür.
Bilindiği üzere faşizme karşı mücadele sınıf mücadelesidir. Bu mücadele emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelenin ayrılmaz parçası ve içiçe ilerleyen bir süreçtir. Değişen dünyada değişmeyen bir konu varsa budur. Bu nedenle oluşturulan veya oluşturulacak yatay/dikey tüm faaliyetlerin bu anlayış temelinde inşa edilmesi bir zorunluluktur.
Demokrasi mücadelesinde hedeflerin somut olarak ortaya konulması ve her tür muğlaklıktan arındırılmaları ayrı bir zarurettir. Demokrasi mücadelesinin yanlış bir eksende örgütlenmesi ve ittifaklar politikasının bu yanlış zemin üzerinden hayata geçirilmesi çabaları halk nezdinde yeni umutsuzlukların yeşermesine katkıda bulunmaktan öte bir anlam taşımaz.
Bu bağlamda yeri gelmişken bir demokrasi cephesinin bugünkü AKP faşizmiyle hangi başlık altında olursa olsun –dizginleme, geriletme, kuşatma, tavizler elde etme vs- en ufak bir uzlaşma ve diyalog kurulması yaklaşımını reddettiğini peşinen ve koşulsuz deklare etmek zorunda olduğunun altı çizilmelidir.
Bugün AKP ve Erdoğan liderliğine karşı çıkan muhalefet yürüttüğünü iddia eden parti ve çevrelerin bir çoğu AKP’nin islami yaşam tarzına karşı alternatif olabilecek, AKP’nin rüşvet, yolsuzluk, partizanca kadro aktarma, yağma ve rant aktarma mekanizmalarına karşı halkçı bir tutumu yansıtacak, bir model oluşturma kapasite ve anlayışından uzaktırlar.
Bu konuda özellikle muhalefet partileri olan HDP ve CHP’den söz etmek gerekmektedir. Bu partiler daha çok “pragmatik” politik çizgileriyle öne çıktılar. CHP, “Adalet Yürüyüşü” dışında hiç bir ciddi muhalefet örneği sergileyemedi. Çoğunlukla AKP faşizminin arkasından gitti ve Milletvekili dokunulmazılıklarından son Afrin savaşı örneğine kadar bir çok konuda konuda payanda oldu.
CHP’nin sarsak ve ikircikli tutumu faşizme karşı mücadelenin sekteye uğramasında, daha geniş ittifakların oluşturulmasının engellerinden biridir. Bu parti, AKP’nin hiç bir etik norma uymayan, pervasız saldırılarına karşı politikalar önermek yerine, “kriminalize” olmamak için sürekli uzlaşmalar ve tavizlerle krizlerin aşılması için yatıştırıcı rolü üstlendi. CHP her adımında “devlet aklı” gibi davranma eğilimini öne çıkardı.
HDP, burada çok ayrıntılı girilmesi gerekmemekle birlikte herkesin malumu olduğu üzere, Orta Doğu eksenli ve etnik tabanlı ve salt “çözüm sürecine” endeksli kuruluş perspektifiyle kendi prangalarını yaratmıştı. Ancak HDP “çözüm Süreci” sonrasında ilişkilierin kopması üzerine AKP faşizminin boy hedefi oldu. Binlerce yöneticisi, kadrosu ve oy verenler dahil “terörist” yaftasıyla tutuklandı. Parti dağıtılmak istendi. HDP başkaca nedenlerin yanısıra, sürekli yediği darbelerin ağırlığı nedeniyle etkili olamadı.
Ancak öncesine “normal dönemlere” bakacak olursak, CHP ve (kayyım atamalarından önce) HDP sahip oldukları belediyelerde AKP faşizmine “alternatif” oluşturabilecek, “model” sayılabilecek insiyatifleri geliştirmediler. Bu konuda bir çaba sergilemediler. Çünkü böylesi bir anlayışa sahip değillerdi.
Dolayısıyla AKP faşizminin bölücü-parçalayıcı ve bugünkü kutuplaşmaların başlıca nednei olan neo-liberal arka plana sahip kontrgerilla politikalarına karşı toplumsal dayanışmanın ve mücadelenin örgütlenmesi yalnızca devrimci çevrelerin çabalarıyla sınırlı kaldı.
Bu arada yer gelmişken etkisi-çapı bugünden pek belli olmamakla birlikte DİB’den söz etmek gerekir. AKP muhalifi olarak deklare edilen Demokrasi İçin Birlik (DİB) oldukça esnek bir ilişkiler ağı üzerinden politika yapacağını çeşitli kereler vurgulamıştı. Ancak bu çevrenin problemli ilişkileri ve mevcut yapısı, halk muhalefetini geliştirici olmaktan uzak manipülatif özellikler taşımaktadır.
Bu yapılanma içerisinde Amerikan tarzı muhalefeti savunanlar, Erdoğansız AKP isteyenler, AKP-CHP koalisyonu savunucuları, Abant Platformu katılımcıları, HDP ve bazı sol parti ve çevrelerin yer aldıkları bir sır değil. Bu nedenle “hangi konuda, nasıl yan yana yürünebileceği” meselesinde son derece “karmaşık” bir görüntü ortaya çıkmaktadır.
Kısacası içerisinde kimi devrimci muhalif çevreler olmakla birlikte, DİB, mevcut yapısı ve muğlak program hedefleriyle halk muhalefetini ve alternatif arayışlarını saptırma potansiyeli içeren basit ama tehlikeli bir dolandırıcılık örneği olduğunu söylemek abartılı görülmemelidir.
BHH bugüne kadar arzuladığı, deklare ettiği amaçlarına ve söylemine uygun adım atamadı veya böylesi bir pozisyona gelemedi. Söylemleriyle ve –kabul edelim ki niyetleri böyle olmamakla birlikte- daha ziyade “sosyal medya” üzerinden etkili olmaya çalışan bir görüntü verdi. Bunun yanısıra ÖDP’nin son kongresi politik müdahale olanaklarının geliştirilmesi doğrultusunda somut politika ve açılım üretebileceğine dair bir ipucu vermedi. Bu şimdiden sonra ne kadar ve nasıl değişebilir sorusunun yanıtını –hamasete kaçmadan- savunucuları verebilir.
Sonuçta, iyi olan, “ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız” söyleminin bugün, bayağı bir popülarite kazanması ve “bir yol açalım” özetine dönüşmesidir. Bunu düşünmeye başlamanın başlıbaşına önemli olduğunun altı çizmek gerekir. Ancak zaten meselenin ötedenberi bu yola girmekte, bu yola girmeyi göze almakta düğümlendiği bir o kadar gerçektir.
Somutlamak gerekirse, yakın zamanlarda bir gösteride inanılması mümkün olmayan görüntüler vardı. Görüntülerde katılımcılar, polis saldırısı başladığında, ve devamında arkadaşları gözaltına alınırken, “orda yokmuş” gibi, “yoldan geçiyormuş” gibi” davranıyor, daha doğrusu “ölü taklidi” yapıyor, bir tepki göstermiyorlardı. Şunu söylemeye çalışıyorum: Toplumsal dayanışmayı örgütlemek isteyenler öncelikle birbirleriyle kol kola girmesini, yanyana durmasını becermek zorundalar. Bunu yapmadan, daha fazlasını söylemek abesle iştigaldir. Durum böyleyken resmi hesaplardan “isyan” görüntüleri içeren yayınlar yapmak durumu değiştirmek için yeterli olmaz. Sadece hayaller ve gerçekler arasındaki devasa açıyı anlamamızı kolaylaştırır.
Çözüm kısa vadeli anlamda (uzun uzun tartışmalar yapmak yerine veya o tartışmalar devam ederken!) faşizme karşı demokrasi cephesi zemininde bir araya gelebilenlerin ortak eylemlilikler için somut kararlar almaları ve bunun uygulama safhasıdır.
Emperyalizme ve faşizme karşı mücadeleyi öngören politikalarımızla bugünkü AKP faşizminin alternatifinin mevcut sömürü ilişkilerini aklayacak sistem içi çözümler olmayacağını gösterebiliriz.
Önümüzdeki sürece dair, özellikle “boykot” yapılmaması konusunda Cumhuriyet gazetesi yazarlarınca peşpeşe “uyarılar” yapıldı. Bunların ciddiye alınır bir tarafları olmadığını söylemeye gerek yok. Faşizme karşı mücadeleyi ve güncel siyasal sorunları onların bulundukları –muhalefeti ve meşruiyeti sandıkla sınırlı gören ve CHP etrafında kümelendirmek isteyen- zaviyeden değerlendirmek zorunda değiliz.
Bunun dışında Birgün gazetesinde bir-iki yazarın İYİ Parti, SP vs. ittifak görüşmesi önerilerini bu cenahın, Birgün okurlarının genel eğilimleri veya ÖDP’nin resmi görüşü olarak görmek/göstermek mümkün değil. Böyle bir şey söylemek zaten sadece haksızlık olmakla kalmaz.
Önümüzdeki sürece dair boykot veya sandık gibi ikilemlere hapsolmadan, mücadele ve örgütlenme sarmalının adaylı/adaysız faşizme karşı mücadelenin etkin bir siyasi kampanya düzeyinde sürdürülmesiyle, bugünkü soygun, sömürü ve zulüm düzenine karşı alternatif politikalarımızı işaret ederek, varolabilmeliyiz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, CHP ve HDP dışında devrimci bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasını, faşizme karşı mücadeleyi ve talepleri bir “aday” etrafında somutlayarak –hiç bir siyasi partiyle pazarlık yapmadan- ilerlemek, üzerinde düşünülmesi gereken ve tutum alınması gereken bir konudur.
Bugünün somut politik mücadelesi bağlamında, emek karşıtı düzenlemeler, kıdem tazminatı, sigortasız, güvencesiz çalıştırma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, özelleştirmeler, laiklik, eğitimde gericileşme, kadınların toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmaları, etnik ve dinsel problemlerin çözümü, emperyalizmin Türkiye ve Orta Doğu’ya müdahalesi, savaş karşıtlığı vb., daha bir dizi konu faşizme karşı mücadelenin köşe taşlarıdır.
Ahmet Akif Mücek 2018-04-04
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Rohingya’da Nobel Barış Ödülü Referanslı Etnik Temizlik Operasyonu
Myanmar jeo-stratejik açıdan Hindistan, Çin, Laos, Bangladeş ve Tayland tarafından sarılıp-sarmalanmış ve politik anlamda Çin-ABD arasında salınım halinde bir ülke. Doğal kaynak zengini ülkenin ihracatı doğal gaza dayalıdır.
Myanmar’daki etnik temizlik operasyonu bilindiği üzere 25 Ağustos tarihinde başladı. Bölgedeki müslümanların eşit haklar mücadelesi ise çok daha gerilere gitmektedir. Rakhine bölgesinde “eşit haklar” mücadelesi daha Myanmar’ın “bağımsızlığını” kazandığı 1948 sonrasında (Doğu Pakistan) bugünkü Bangladeş yakın sınır kesiminde başlamıştı.
Henüz 1977/1978 yıllarında Rakine Eyaletinde yaşayan müslümanlara yönelik askeri operasyonlar yaklaşık 200 bin müslümanın komşu Bangladeş’e sığınmalarıyla sonuçlandı. Bir süre sonra Bangladeş ve Myanmar sığınmacıların geri dönüşleri için anlaşma yaptılar. Ancak mültecilerin çoğunluğu dönmeye yanaşmayınca, Bangladeş yönetimi kamplarda kalanları “cezalandırmak” için gıda, sağlık vs. yardımlarını sınırladı. Böylece Rohingyalıları geri dönmeye “ikna” etmeyi umuyorlardı.
Bu uygulamalar sonucunda Sınır Tanımayan Doktorlar’ın yayınladıkları raporlara göre 10 bin mülteci yaşamını yitirdi. Bir yıl sonra 1979 yılında yaklaşık 180 bin mülteci Myanmar’a geri dönmek zorunda kalmıştı.
Rohingyalar 1982 yılında askeri cunta tarafından çıkarılan etnik tabanlı vatandaşlık yasasıyla yurttaşlık statülerini yitirdiler. Bu süreçten itibaren resmi anlamda “vatansız” sayılıyorlardı. Aslında bu yasa 1824 İngiliz işgali öncesinde ülkede yerleşik olan herkesin otomatikman vatandaş sayılmasını öngörüyordu. Üstelik Myanmar’da halihazırda 135 resmen tanınmış azınlık topluluk olmasına rağmen Rohingyalar bunların dışında tutuldu.
Myanmar ordusu Rohingyalara yönelik uygulamalara gerekçe sunmak için onların daha önce Bangladeş’ten göç ettiklerini ve aslen “Bengalli” oldukları tezine sarıldı. Bu durumda bir değişiklik olmadı. Rohingya mültecilerin bulundukları yerde –Bangladeş’te- kalmaları ve bir daha geri dönmemeleri absürd bile sayılmayacak bir “tez” vasıtasıyla dünya kamuoyunun gözüne sokuldu.
Aung San Suu Kyi’nin Partisi, Demokrasi için Ulusal Birlik 1990 seçimlerini kazandı. Ancak askeri cunta seçim sonuçlarını tanımadı. 1991/1992 yıllarında yaklaşık 200-250 bin civarında Rohingyalı devlet terörü karşısında bir kez daha komşu ülke Bangladeşe’e sığındılar. Cox’ Bazaar bölgesinde bir dizi kamp daha o dönemde kuruldu. Rohingyalılar geri dönmeyi yine reddettiler. Sonrasında 230 bin Rohingyalı bir kez daha geri gönderildi.
Ancak bu yıllarda geri dönmeyi reddeden Rohingyaların kaldıkları Kutupalong ve Nayapara kampları 2000’li yıllara gelindiğinde halen açıktı. Buralarda mülteci statüsünde 33 bin kişi kalıyordu.
2011 yılında askeri cunta iktidarı kısmen sivillere devretmeyi kabul etti. Uluslararası sistemle bütünleşmek için ekonomik ve siyasal reformlar yapılması planlanıyordu. Askeri cunta tarafından yıllarca ev hapsinde tutulan Nobel ödüllü Aung San Suu Kyi 2012 yılı nisan ayında milletvekilliğine seçildi.
Bu sırada Eyalette Rohingyalar ve Budist Rakhineler arasında çatışmalar baş göstermişti. Yaklaşık 130 bin kişi ordu tarafından Eyaletin orta bölgelerine sürüldüler. Etnik ve dini çatışmaların tetiklendiği süreçte 2015 yılından itibaren ülkeden kaçışlar arttı. Beşbinden fazla insan deniz yoluyla kaçmak isterlerken açık denizde terkedildiler. Bu sırad Malezya donanması geçiş yollarını bloke etmişti. Bu sırada 370 mülteci hayatını kaybetmişti. Geride kalanlar Tayland, Malezya Endonezya kıyılarına gelip buralarda sığınma aradılar.
Aung San Suu Kyi 2015 seçimlerini kazandı. Rohingyaların oy kullanmaları yasaklanmıştı ve meclise bir tek Rohingya dahi giremedi. Ancak Nobel ödüllü lider Myanmar’ın uluslararası itibarına önemli katkılar yaptı.
The Arakan Rohingya Salvation Army adlı Suudi Arabistan destekli örgüt 2013 yılında silahlı mücadeleye başladığını deklare etmişti. ARSA olarak tanınan örgütün lideri Ata Ullah isimli Pakistan doğumlu ve Suudi Arabistan’da eğtim almış bir militan.
Bu cihadist örgüt din adamlarından aldıkları “fetva” Myanmar yönetimine karşı savaş açtıklarını ilan ettiler. Bu örgüte mensub (eski adı Harakah al-Yaqin -HaY) isyancılar ülkenin Kuzey bölgesindeki Rakhine Eyaletinde bir çok polis karakolu ve askeri birliğe saldırı düzenlediler. Bu eylemler Myanmar ordusunun müslüman halka karşı harekete geçmesine gerekçe oldu.
Askeri birlikler doğrudan olaylarla ilgisi bulunmayan sivil halkın bulunduğu köylere saldırdılar. Köylüler bir kez daha dünyanın en yoksul ve en kalabalık ülkelerinden biri olan Bangladeş’e kaçmaya başladı. Bu sırada Bangladeş’te önceden kaçmış olan yaklaşık 300 bin Rohingyalı mülteci bulunuyordu.
Myanmar’da askeri cuntaya karşı başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin “demokratik adayları ve Nobel barış ödülüyle uluslararası tanınırlık ve meşruiyet elde etmiş olan Aung San Suu Kyi, ülkenin Budist çoğunluğunun lideri olarak bu “etnik temizlik” karşısında bir süre susmayı denedi. Sonra orduyu ve polisi savunmaya çalıştı. Ancak bunların hiç biri soykırım uygulandığı gerçeğini örtmeye yetmedi.
Rohingya’lı mültecilerden 650 bin civarında önemli bir kesimi Bangladeş’te Cox’s Bazar yakınlarındaki Kutupalong mülteci kampında yaşamlarını sürdürüyorlar. Mültecilerin tamamını Myanmar ordusunun Ağustos ayında başlattığı etnik temizlik operasyonundan kurtulmayı başaranlar oluşturmaktadır.
Rohingya mültecilerin sığındıkları bir başka yer Bengal Körfezi’ndeki ıssız Vashan Char (Thengar Char) adası oldu. Burası tam anlamıyla bir bataklık adasıydı. Yaklaşık 100 bin mültecinin bu hiç bir altyapının bulunmadığı adaya sığınmaları bile Bangladeş yönetimi tarafından hoş karşılanmadı ve zorla çıkarılacakları sinyalleri verildi. Buradaki mültecilere Myanmar’a geri dönmeleri veya üçüncü bir ülkeye gitmeleri konusunda seçenek sunuldu.
Mültecilerin Myanmar ordusunun uyguladığı teröre ilişkin anlatımları dünyanın dört bir köşesinde hüküm süren manzaraların, artık herkesin kanıksadığı benzeri bir tablonun devamı niteliğindedir. Çocuk, yaşlı, kadın, erkek demeden toplu kıyım, evlerin, köylerin yakılması, kadınlara tecavüz, emperyalizmin, sömürgeciliğin hangi makyaj altına gizlenirse gizlensin her dönem alamet-i farikası oldu.
Kamplarda yaşayan mültecilerin, açlık yaygın hastalıklar ve yaşadıkları derin travma içerisinde, bir diğer endişeleri geri dönmeye zorlandıklarında tekrardan kendilerine bu acıları yaşatan Myanmar devletinin eline teslim edilecek olmalarıdır. Kısacası, adli soruşturmalari geri dönüş için verilen sözler ve yapılan anlaşmaların, taahhüt edilen uluslararası sözleşmelerin bir hükmünün bulunmadığı bir soru ve sorun var.
Halihazırda üniformalı ve üniformasız çetelerin saldırısına, tecavüzüne uğrayanların, salgın hastalıkla boğuşanların çok azına, son derece sınırlı bir ulaşım sözkonusuyken, uluslararası medyaya yansıyan çağrı ve çabalar bir karşılık bulmadı. Zaten kimsenin kılını kıprdatmak gibi bir niyeti olmadığı kıyımın başladığı tarihten itibaren bilinen bir şey.
Bunun dışında insani açıdan Bangladeş veya Myanmar’ın sağlık, gıda vd yardımlar için dahi pek gönüllü olduklarını söylemek mümkün değil.
Askeri cunta Rohingyaların vatandaşlık haklarını iptal ettiğinde kimlik kartlarını ellerinden alıp yerine geçici bir kimlik belgesi olan “beyaz kart” vermişti. Bir çok Rohingya askeri cuntanın vatandaşlık yasası çıkarmadan önce sahip oldukları “yeşil kartlarını” gizlemişti. Şimdi Bangladeş’te bu kimlik kartlarını göstererek kendilerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
BM ve ABD Myanmar’daki bu gelişmeleri “temizlik operasyonu” olarak tanımladılar. Ancak küresel ve bölgesel rekabeti yansıtan bu “eleştirel” duruşlara rağmen Rohingya mültecilerin durumlarında bir değişiklik söz konusu değil.
BM Mülteciler Komiserliği, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Gıda Programı ve yüzlerce sivil toplum örgütünün faaliyet gösterdiği kamplarda Rohingyalılar hayatta kalmaya çalışıyorlar. Gelinen nokta Myanmar devletinin tüm dünyanın gözü önünde Nobel barış ödülü referanslı “etnik temizlik operasyonu”nda başarılı olduğunu göstermektedir.
Ahmet Akif Mücek 2018-03-17
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
ABD Baskısı, Avrupa’nın Güvenliği ve NATO Harcamalarının Paylaşımı
ABD ve Avrupa ülkeleri arasında savunma ve güvenlik konularında yaşanan gerilim, rekabet ve işbirliği bugüne kadar ABD’nin oluşturduğu basınçla istikrarlı bir süreç olarak ilerledi. Taraflar uluslararası platformları bu anlamda eleştiri, tehdit, meydan okuma fırsatı olarak kullandılar. İkili görüşmeler, basın açıklamaları, röportajlar vs. bunların katalize edildiği mecralar oldular.
Körfez Savaşı döneminde Avrupa seferine çıkan George Bush görüş ayrılıkları ve Orta Doğu’ya müdahale ve işgal konusunda gönülsüzlük beyanlarını daha fazla “tolere” edememiş ve “yaşlı kıta” tanımlamasıyla, ABD nezdinde Avrupa’nın nerede durduğunu büyük bir kibir ve aşağılamayla göstermişti. Bu minvalde sayısız gelişme yaşandı.
Son bir yıldır Donald Trump yönetiminde ABD baskısı Avrupa’nın üzerinde daha hissedilir oldu. Obama dahil önceki başkanların bir şey yapmadıkları anlamında değil, sadece açılan yolun artık bu aşamadan itibaren açık sonuçlarını vermesi için baskı arttırıldı.
Meselenin nirengi noktası, gezegenin yönetiminde ABD önderliğinin, daha fazla Avrupa katkısıyla pekiştirilmesi, ve ”ortak düşmana” karşı koşulsuz destek verilmesiydi. Avrupa ülkeleri farklı saiklerle ayak diretiyorlardı ve ABD bu durumu aşmak üzere NATO dahil tüm tehdit, şantaj ve baskı araçlarını kullandı.
Obama döneminde 2014 Galler Toplantısı’nda NATO harcamalarının ilgili ülkeler açısından GSYİH’nın % 2’si olması hedefi benimsenmişti.
Trump yönetime geldikten sonra el attığı öncelikli konu Avrupa’nın “savunma harcamalarını paylaşma” ve “daha fazla sorumluluk” üstlenmesine dair sözlerini tutmaları meselesi olmuştu. Bu anlamda Savunma Bakanı Jim Mattis’in “ABD’nin İttifak konusundaki kararlılığında bir zayıflama görmek istemiyorsanız, ortak savunmamıza daha fazla destek vermelisiniz” sözleri yerini bulmuş ve Avrupa ülkeleri biraz daha hızlanmışlardı.
ABD açısından aslında gelinen nokta istenen düzeyde olmasa bile tatmin edici olduğu yine Mattis’in vurgularında netleşti. NATO ittifakının –ABD’nin aslan payını üstlendiği önceki çeyrek yüzyılın aksine askeri harcamaları ABD ve Avrupa arasında paylaştırmaya başlaması, Amerikan yönetiminin önceliğiydi.
Dolayısıyla Avrupa’da, ABD’nin görmek istediği tablonun siluetleri belirginleşmişti. Avrupa ülkeleri, Mattis’in ifadesiyle, “bu demokratik ülkelerin bir çoğu ekonomik açıdan güçlüklerle boğuşmalarına rağmen, geçtiğimiz on yıllık döneme kıyasla savunma harcamalarını arttırmışlardı.” Gerçi Trump yönetimi açısından bu % 2’nin NATO’nun caydırıcılığını arttıracağı muğlaktı fakat henüz daha istenen hedefe ulaşmamakla birlikte sonuçta “savunmaya daha fazla kaynak ayıran bir Avrupa vardı.”
Gerçi kalkınma ve savunma arasındaki dengenin tutturulması Avrupa’nın “yaşlı demokrasileri” için problem teşkil ediyor ve bir çok Avrupa ülkesi açısından sorun yaratmaya şimdiden aday. Bu nedenle GSYİH’nın % 2’lik kısmı için NATO Genle Sekreteri dahil sözler verilmekle birlikte, bu sözlerin nasıl yerine getirileceği Avrupa ülkelerinin iç dengeleri açısından muğlaklığını korumaktadır.
Ayrıca Avrupa’nın savunmaya daha fazla kaynak ayırması, daha fazla odaklanması savunma ve güvenlik konularında “bağımsızlık” anlamına gelmiyordu. AB ülkeleri bir çok konuda ABD’den bağımsız savunma amaçlı programlar geliştirmekle birlikte karşılıklı bağımlılık ve ABD üstünlüğü tartışılmaz biçimde açık. Bu nedenle rekabet kuşkusuz devam etmekle birlikte ABD açısından mesele “işbirliği” ve “birlikte üretim” gibi temalar etrafında öncülüğünün ve bu temeldeki paylaşımın kabul ettirilmesidir.
Avrupa’nın ABD’nin sunduğu güvenlik ve savunma projelerinde kritik evreye gelindiği Jim Mattis’in yakın zamanda yaptığı açıklamalarda net olarak görüldü. ABD Savunma Bakanı Mattis, “NATO, Birleşik Devletler’in en önemli ittifakı olarak kalacaktır” açıklaması yaptı. Jim Mattis muhataplarını ikna etmek için olsa gerek “NATO bizim ilk ısrardaki ittifakımızdır,” vurgusunu yapma ihtiyacı duydu.
Bu hem bir düzeltme ve hem de AB ülkelerinin “savunma eksenli” çabalarına hali hazırda Baltık Denizinden Doğu Avrupa ve Akdeniz’e Avrupa’nın göbeğinde “güvenlik gücü” olarak görev yapan NATO’nun belirleyiciliğinin hatırlatılması oldu.
Sonuç itibariyle NATO üzerinde başlatılan tartışmalar, taraflar arasında yeni dengeler ve anlaşmaların yapılmasıyla ilerletilmektedir. Yaşanan büyük karmaşaya ve dağınıklığa rağmen emperyalist kampın bir biçimde yeni hiyerarşik dengelerini kurma doğrultusunda ilerlediğini kaydetmek gerekir. NATO bünyesindeki paylaşımın yeniden belirlenmesi ve sabitlenmesi yeni düzeni kurma çabaları açısından ABD emperyalizmi lehine kesinlikle kayda değer bir ilerlemedir.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-28
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Video
youtube
Deportee (Plane Crash At Los Gatos) Woody Guthrie
Los Gatos’ta Düşen Uçaktaki Göçmen İşçiler
Oakland’dan Meksika’ya giden bir uçak 27 Şubat 1948 sabahı Kaliforniya’da Fresno’nun Güney Batı kesitinde yaklaşık bir saat mesafedeki Los Gatos Kanyonu’nda düştü. Uçakta bulunan 32 yolcunun tamamı öldü. Ölenlerin 28’si Göçmen işçi anlaşması (Bracero Programı) kapsamında çalışmak üzere Birleşik Devletler’e giden tarım işçilerinden oluşuyordu. Uçak kazasında herkes benzer şekilde öldüler. Ancak ölülere aynı muamele yapılmadı. Uçak personeli olan dört kişi için Amerikalı yetkililer olağanüstü gayret sarfedip cesetleri topladılar ve resmi tören için ailelerine gönderdiler. Ancak geri kalan 28 göçmen işçiden arta kalan ceset parçaları geleneklere uygun biçimde gömülebilmeleri için ailelerine verilmek üzere Meksika’ya gönderilmedi. Ölen işçilerin hepsi için toplu bir mezar yapıldı ve üzerine “Coalinga yakınlarındaki uçak kazasında ölen Meksika vatandaşları” ibaresini taşıyan bir plakat yeterli görüldü. Medyada toplu mezara konulan 28 kişi için “deportees” denilmesi uygun bulunmuştu. Bu göçmen işçiler yaşarken görünmez ve öldüklerinde isimsizlerdi. Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra nihayet bu işçilerin öyküleri kitaplaştırıldı. “All They Will Call You” Meksika kökenli Amerikalı yazar Tim Hernandez onların kim olduklarını araştırdı. Bu öyküyü anlatan yolculuk Woody Guthrie’den Deportee (Plane Crash At Los Gatos) şarkısıyla başlamış!
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
ABD’nin Lübnan’daki anti-Hizbullah Planı, İsrail’in Kırmızı Çizgileri, Yeni Savaş Olasılığı
İsrail politikalarının meşruiyetini sağlamak için iki argümana başvurulur. Bunlar Yahudi soykırımı üzerinden sürekli öne çıkarılan “mağduriyet duygusu” ve İsrail’in Orta Doğu’daki “tek demokratik ülke” olduğu absürd iddiasıdır. Mağduriyet, İsrail’in bugünkü kıyım poltikalarının örtüsüdür.
Tarihsel olarak, ABD ve İngiltere Orta Doğu’daki işbirlikçi rejimlerle basit kıyaslamalar yapmak suretiyle, bu ülkenin siyonist-işgalci politikalarını olumlayan bir çizgiyi sürdürdüler.
Orta Doğu’daki politik dengeler itibariyle bu ittifaka önce Mısır sonrasındaysa açık-örtülü bir çok zengin petrol ülkesi katıldı. İsrail’in Ulusal Güvenlik Ajandası “terörizm” başlığı altında “müslüman arap dünyası” üzerine kurgulanmıştır.
Yakın zamandaysa eski Savunma Bakanı Moshe Ya’alon adıyla öne çıkartılan savunma doktrini aslında İsrail’in kuruluşundan itibaren sahip olduğu siyonist-işgalci felsefenin özetidir. Çok basit kurgulanmıştır: Görev yaptıkları yerlerde İsrail askerlerine yönelik her türlü saldırı kırmızı çizgidir. Bu potansiyel tehdidi ortadan kaldırmayı içeren ve saldırgan harekete geçmeden yanıt verilmesine yönelik bir hat olarak yürütülür. İsrail’in bütün politikalarında bu şiddet kökenli politikanın izleri vardır.
Lübnan’la ilgili Amerikan politikası –Ronald Reagan dönemini baz alacak olursak- istikrarlı bir çizgide sürdürüldü. Lübnan iç savaşı sırasında Lübnan’da Cumhubaşkanlığına CIA patentli hristiyan falanjistlerin lideri Beşir Cemayel getirilmiş ve kendisinden Suriye karşıtı ve İsrail yanlısı bir politika izlemesi talep edilmişti.
Konuyu uzatmadan evdeki hesabın çarşıya uymadığını ve olayların farklı geliştiğini söyleyelim. Amerikan, Fransız varlığı ve İsrail işgali ortamında bugünkü Hizbullah’ın temelleri atıldı.
Trump dönemine gelecek olursak Amerikan politikalarında Lübnan’la ilgili görünürde bir değişiklik olmadı. Düşman tanımlamaları, öncelikler ve ittifaklar farklılaştı. Ancak öz olarak her şey yerli yerinde bırakıldı.
Amerikalı yetkililer şimdilerde yeni dönem politikalarına uygun olarak ekonomik ve finansal projelerle Lübnan’lı yöneticileri anti-Hizbullahçı bir çizgide tutmak için ikna çabasına girişmiş durumdalar. Böylesi bir durum açıkça İran’ın bölgesel nüfuz alanları politikasına ciddi bir darbe indirmek gibi –artık herkesin çıplak gözle görebildiği- daha stratejik boyutlu bir resmi ortaya koymaktadır.
ABD temsilcileri somut olarak “Hizbullah’ın Lübnan’ın bağrında bir tümör” olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini vaaz etmekteler. Doğal olarak bu “Counter-İnsurgency” politikalarının hayata geçirilmesiyle ilintilidir. Amerikan yönetiminin asıl amacının gerçekleştirilmesi için bu kapsamda farklı düzeylerde bir dizi girişimin ipuçları epeydir görülmekteydi.
ABD temsilcileri yaptıkları açıklamalarda, bölge ülkelerini ikna edebilme açısından mütemadiyen, İran’ın “Arap hükümetlerini yıkma ve ekonomilerini zayıflatma” çabalarına atıfta bulundular.
Son derece sıkıntılı bir coğrafyada uzun süren iç savaşın ardından çeyrek yüzyıla yakın bir süredir hala enkaz kaldırmakla uğraşılan Lübnan’da, son derece büyük çeşitlilik arzeden etnik, dini mezhepsel ayrımların ortasında “ulusal birliğin ve toprak bütünlüğünün teminatı olarak Lübnan ordusu” gösterilmektedir. Bu özellikle Bush döneminden itibaren Lübnan’a dönük Amerikan politikasının diskuru oldu.
Trump yönetimi yardımların Hizbullah’a gittiği endişesiyle Lübnan ordusuna yardımları kesti, ancak bu Hizbullah’ın daha fazla güç kazanması anlamına geldi. Bu nedenle Trump yönetimi şimdilerde “terörizmle mücadelenin” finansal-mali boyutlarına odaklandılar. Lübnan piyasaları, bankalar, para hareketleri üzerinde denetim sağlanarak Hizbullah’ın kuşatılması politikası öne çıktı
Lübnan mali sistemini denetleyen temsilciler, “eğer kanserden söz ediyorsanız, yapacağınız en son şey hastayı öldürmek olur,” diyerek Lübnan’ın kontrol edilme seviyesini, kapsamlı konsültasyonu izah ettiler. ABD yönetimi, Hizbullahı mümkün mertebe etkisizleştirme, veya başka deyimle ülke politikasını etkileme gücünü sınırlama politikasıyla Lübnan’ı daha yönetilir, daha güçlü ve istikrarlı bir sürece itmeye çalışmaktadır.
Gerçi bu girişim bazen “Hükümette ve Mecliste yer alan Hizbullah üyelerine maaş ödenmemesi” gibi absürd noktalara uzanmakta ve ciddiyetine dair kuşku uyandırmaktadır. Ancak Obama döneminden beri Hizbullah’ın Orta Doğu’da uyuşturucu trafiğinde rol oynadığı ve buradan elde edilen yüksek miktarda paranın Lübnan piyasasına girdiği ve bunun engelllenmesi için mali-finans sektörünün yoğun denetim altına alındığı bilinmektedir.
Amerikan yaklaşımı bu doğrultuda olmakla birlikte IŞID saldırıları karşısında dahi Lübnan ordusu ve Hizbullah arasında koordinasyonun sağlanmasının son derece sorunlu olduğunu hatırlamak gerekir. Bu sorunun çıkış kaynağıysa, Hizbullah ve askeri güçlerinin devlet içinde devlet olan varlığı, ek olarak İran’la “özdeş” toplumsal-etnik bir yapı olması ve Akdeniz’e uzanan ayağı olarak görülmesidir.
Dolayısıyla bu yapının politik-askeri vb tüm düzeylerde ortadan kaldırılması veya fikir jimnastiği düzeyinde bile olsa İran’a karşı nötr bir tavra sürüklenmesi ihtimali, Amerikan politikasının gerçekleşme ihtimaliyle orantılıdır.
ABD yeni ve kapsamlı planlamalar ve pratik adımlarla Lübnan üzerinde kontrol oluştururken, İsrail aslında bu politikayı belli anlamlarda gözeterek, yine Hizbullah ve İran eksenli tehdit değerlendirmesine dayalı “kırmızı çizgi” hassasiyetini agresif tavırlarla sergilemeye başladı.
İsrail’in saldırgan politik hattı şu sıralarda iki sacayak üzerinde ilerletilmektedir. Bunlardan birincisi, İran’ın Suriye’de askeri üsler kurma kararı ve ikincisiyse, bununla bağlantılı, Hizbullah’ın Suriye ve Lübnan’daki askeri varlığıdır, şimdilerde buna önemli bir ek yapıldı. İran’ın Lübnan’da silah ve cephane fabrikası kurduğu iddiaları tekrardan gündeme getirildi.
Gerçi bu iddialar yeni olmakla birlikte İsrail’in Lübnan’da “yeni bir savaş” başlatma söylemi pek yeni sayılmaz. 2015 yılında basına yansıyan bilgilerde daha -2006 savaşı bittikten hemen sonra- 2007 tarihinden itibaren İsrail Ordusunun “Üçüncü Lübnan Savaşı” senaryoları dolaşıma girmişti. Örnek senaryo bugünkü söylemlerin üzerinde uzun süre düşünülmüş, tartışılmış konular olduklarını göstermektedir.
Senaryoda Lübnan’dan İsrail’e günde 1200 roket atıldığı varsayımı üzerine, binaların aldıkları hasar, sivil kayıplar, yaralılar bunların tamamına ilişkin “öngörüler” hazırlanmış, Sivil Savunma ve Belediyeler dahil sivil yöneticilere varıncaya değin dağıtımı yapılmıştı. İsrail ordusunun görevi Lübnan’daki “terörün kaynağını kurutmak” olarak belirlenmişti.
İsrail kaynakları önemli bir savaş potansiyeline kavuşan Hizbullah’ın stoklarında 150 bin füze ve roket olduğundan hareketle korkuları daha fazla tetikleyen söylemlerle gerilimi tırmandırmaya devam ettiler. Dolayısıyla İsrail’in şimdiki iddiaları uzun süredir hazırlıkları yapılan bir planlamanın Trump döneminde hızlandırılmasıdır.
İsrail, Trump’ın Kudüs kararı sonrasında Filistin’i, Gazze’yi bir kenara bırakmamakla birlikte, asıl olarak bu iki konuya odaklandı. Suriye hava sahasını ihlal ederek “İran hedeflerini vurma” açıklamaları, yalnızca İsrail jeo-politiğinin temelini oluşturan “meşru müdafaa” çizgisinin güncel tanımıydı.
Suriye ve İran üzerine konuşulurken, mesele bir anda Lübnan’a kaydı. İsrailli yetkililer bir anda “Lübnan’ı taş devrine geri göndermekle” tehdit etmeye başladılar. Şu anki bölgesel kompozisyon itibariyle Hizbullah’ın –ilk saldıranın İsrail olmasını- bunu belki çok daha fazla istediğini söylemek mümkün. Suriye’nin Güney kesiminde cihatçı yapıların varlığı, Golan Tepeleri, Ürdün, Lübnan sınırı, Batı Şeria ve Mısır Sina Yarımadası gibi sorunlu alanlar zaten yeterince savaş gerekçesi sunmaktadır.
Gerçi El Nusra (El Kaide) İsrail-Suriye sınırını ele geçirdikten sonra bu güzergahta İsrail’in hiç bir sıkıntı yaşanmadığı açıklanmıştı. İsrail burada Suriye yöentimine karşı savaşmaları için El Kaide miltanlarına lojistik, eğitim vs. destek sağladı. Savunma Bakanı Moshe Ya’alon bunu “İran’ın Golan Tepeleri’nde yeni cephe açma girişimlerine karşı” yaptıklarını açıklamıştı.
İsrail özellikle bu ülkelerle olan sınır problemlerini canlı tutmakta ve tarafların düzeltme, önerilerine kapalı bir tutumla süreç içersinde dengeleri ve sınır çizgilerini kendi lehine değiştirme stratejisini bugüne kadar başarıyla uyguladı.
En son Lübnan, kıyılarındaki petrol ve doğal gaz araştırma ve işletme haklarını (Fransız Total, İtalyan ENI ve Rus Novatek) uluslararası bir konsorsiyuma devretmek istediğinde İsrail’in “kışkırtıcı” tavrıyla karşılaşıldı. Bu nedenle Suriye-İsrail sınırlarında görev yapan ancak varlığı tamamen belirsizleşmiş, ne işe yaradığı bilinmeyen Lübnan barış gücünün (UNIFIL) güçlendirilmesi seçeneği gündeme getirildi.
İsrail’in Hizbullah’ı gerçekten çökertme veya yok etme gibi bir amacının olması hayal sınırlarının zorlanması olur. İsrail’in sunduğu çerçeve retorik olarak taraflardan birinin (İsrail veya Hizbullah) tam imhası anlamına gelmektedir. Göründüğü kadarıyla İsrail, ABD yönetiminin anti-Hizbullah Lübnan politikasının kuvveden fiile çıkartılması için gerekli yol temizliklerinde yer alarak, bunu ayrıca kendi jeo-stratejik amaçları doğrultusunda bir ilerleme olarak değerlendirmek istiyor.
ABD politikaları yanısıra hareket etmek isteyen İsrail’in asıl sorunu saldırganlığını açıklayacak yeterli argümanları inandırıcı bir tarzda öne süremeyişidir. Suriye savaşının geldiği nokta, IŞID’ın “toprak egemenliğini kaybetmesi” vb. gelişmeler Orta Doğu savaşının bir başka cephesini alevlendirme potansiyeli taşımaktadır.
Lübnan yönetimi “İran’ın cephane fabrikası kurduğu” iddialarının “yanlış istihbarat” olduğunu söyleyerek İsrail iddialarını reddetti. Ayrıca Lübnan merkezi hükümetinin İsrail saldırısına karşı tutumu son derece önemli. Lübnan yönetiminin verdiği mesajlar “İsrail’in saldırgan tutmuna karşı direnecekleri” yönünde.
Gerçi İsrail tüm suçlamalara rağmen, açık savaşın yaşandığı Suriye’de ve Filistin’de saldırılarını sürdürürken, Lübnan sahasını “ihlal” etmekten bugüne kadar kaçındı. Çünkü bu Hizbullah açısından bir savaş ilanı olarak görülecekti.
İsrail yakın zamanda Lübnan sınırında gerçekleştirdiği geniş kapsamlı askeri tatbikatla, bir operasyon sinyali verdi. Ancak bunun için “IŞID’la mücadelenin sulandırılmasını istemeyen” ve hedef olarak artık İran’ı işaret eden ABD’nin onayını alması şart. Anlaşıldığı kadarıyla İsrail, İran ve Hizbullah “caydırıcılık” noktasında birbirlerini test etmeyi sürdürecekler. Hesaplaşma alanı olarak şu sıralarda Suriye öne çıkmış durumda. İsrail, İran ve Hizbullah’a yönelik eylemlerini son uçak düşürülmesi eyleminde olduğu gibi, bu güçleri “misafir” eden ve askeri üsler için kolaylık sağlayan Esad yönetimini kapsayacak şekilde sürdürerek “çoklu mesaj” vermeyi tercih etti.
Ancak bu son hava saldırısında İran ve Hizbullah güçlerine esaslı bir ders vermek ve bundan sonraki operasyon ve konumlarını düşünmeye zorlamak olan İsrail için hayal kırıklığına dönüştü.
Taraflardan hiç biri caydırıcılık yaratmayı içeren vur-kaç eylemlerinden daha öte ağır ve yakıcı sonuçları olabilecek bir savaşın başlatıcısı olduğu görüntüsü vermek istemiyor. Ancak böyle bir ihtimali güçlendiren pratikler son dönemde İsrail tarafında daha fazla öne çıkmaya başladı.
Bugünkü gerilimin dışına nasıl ve hangi koşullarda çıkacakları, krizin derinleşmesine ne ölçüde izin verecekleri özellikle İsrail’in düşünmesi gereken bir konudur. Zira İsrail’in 1982 ve 2006 yılında Lübnan’da yaşadığı spektaküler yenilgiler halen moral bozucu deneyimler olarak duruyor.
2018-02-22 Ahmet Akif Mücek
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
ABD-Rusya Geriliminde ‘Stratejik Bir Uzlaşma’ Mümkün Olabilir Mi?
İki emperyalist güç arasındaki çatışma ve gerilimler uzun zamandır gündemde ve dünyadaki tüm politik-ekonomik gelişmelerde izlerini takip etmek mümkün. Elbette sistem yalnızca bu iki güçten ibaret değil ve tüm tarafların katılımlarıyla, muhtelif düzeylerde uzlaşma ve çatışmalarla geleceğin tablosunda herkes en iyi yerde olmanın kıyasıya mücadelesine girmiş durumdadır.
ABD savunma stratejisinde somutlanan “Önce Amerika” yaklaşımıyla çizilen dünya tablosunda açık rekabet halindeki güçler “revizyonist devletler” olarak tanımlamıştı. Bulundukları çeperde “düzeltmeler” isteyen ve buunla yetinmeyecekleri attıkları adımlarla belli olan Çin ve Rusya bu tanımlamanın asıl hedefleriydiler.
Amerikan pozisyonu “uzun süredir belli kurallara dayalı hüküm süren ‘uluslararası sistem’in çöküşüyle karakterize olan ‘küresel düzensizlik’ tesbitine daynıyordu. Gerçi Trump yönetimi artık “kuralların geçerli olmadığını” ilan ettiğinden hiçbir emperyalist gücün kendini aşınmış kurallar dizisiyle sınırlaması beklenemezdi.
Çin’in devasa gücünün oluşturduğu uzun gölgelerin hissedildiği -tabi bu Almanya, Japonya vb. güçlerin ihmal edilebilecekleri sonucunu çıkarmaz- bir ortamda ABD ve Rusya gerilimin sivri uçlarını temsil etmekteler. Ayrıca Trump döneminde Avrupa’nın NATO ve ortak savunma konularındaki eleştirileri, AB ülkelerini, kendi göbeklerini kesmek üzere bir güvenlik alt yapısı oluşturma çabalarını hızlandırdı.
Aslında ABD ve Rusya, bazı durumlarda (“kırmızı telefon diplomasisi”) şaşılacak işbirliklerine girerken, bir çok durumda birbirlerine azami zararı verdirecek her tür girişimin içerisinde yer alıyorlar. Bunlardan ilk örnekler son derece ciddi ve kalıcı hasarlar oluşturan Ukranya meselesi ve 2016 Başkanlık seçimlerinde manipülasyon iddialarıydı.
Buna mukabil geçtiğimiz yıl Vladimir Putin, CIA’nın verdiği istihbaratla St. Petersburg’da cihatçıların bir saldırısını önlediklerinde Donald Trump’a “işbirliği” nedeniyle açık teşekkür yayınlamıştı.
Gerçi bu durumun “bazı konuları gözlerden ırak tutmak amacıyla ‘aşırı teatral jest’olarak” tanımlayanlar olmuştu. Ancak bunda doğruluk payı yüksek olmakla birlikte iki taraf bu türden sınırlı bile olsa “terörizme karşı mücadele” ortak çabalara girebiliyorlar. Gerçi Suriye gibi hassas bir alanda birbirlerinin nüfuz bölgelerini kendileri veya proxy (işbirlikçi) güçler bir kaç metre ihlal ettiklerinde ‘teatral jestler’ geçersiz kalmakta ve yanlış davranışlar çok ağır cezalandırılmaktadır.
Rusya, açıkça görüldüğü ve tanımlandığı üzere, ABD’nin düşmanıdır. Rusya’nın NATO’yu etkisizleştirmeye dönük politikaları ve ABD’nin stratejik amaçları arasında derin bir tezat vardır.
Gerçi ABD “terörle mücadele” çabaları içerisinde, Rusya’yı yanında görmek istemekle birlikte, aynı fotoğraf karesinde yer alması “eşit ilişki” anlamına geleceğinden Rusya’nın “demonize” edilmesi doğrultusundaki çabaları baltalayıcı olabilmektedir. Bu nedenle Amerikan yönetimi açısından Rusya ile ilişkiler zorunlu haller dışında “sürdürülebilir” değildir.
Rusya ve ABD arasındaki gerilimlerin olanca çıplaklığıyla yansıtıldığı platformlardan biri Münih Güvenlik Konferansı oldu. Bu Konferans son yıllarda görüş farklılıklarının altının çizildiği bir platform işlevi görüyordu. Bu son toplantılar esnasında Rusya ve ABD elçileri Washington’daki “seçim maniplüasyonu” dosyası konusunda oldukça yoğun temasta bulundular.
Konferans’ta Ukrayna’da çatışmalı bölgelere BM Barış Koruma Birlikleri’nin yerleştirilmesi, konusunda olumlu manada çok sınırlı sinyal verildi. Ukrayna’daki “ayrılıkçılar” ile Almanya, Fransa, Rusya ve Ukrayna’dan temsilciler savaşın durdurulması konusu için biraraya gelemediler. Almanya, Ukrayna’daki çatışmaların durdurulması konusunda Rusya’nın önemini teslim ettiğini, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in “havuç politikasıyla” yeterince gösterdi. Gabriel, BM Barış Misyonu’nun Ukrayna’da insiyatif kullanması karşılığında Rusya’ya dönük “yaptrımların adım adım kaldırılabileceği” sinyalini verdi.
Bu aynı zamanda ABD tarafından Rus yönetici ve şirketlerine karşı alınan son yaptırım kararlarına verilen bir yanıt oldu. Almanya ve ABD’nin bu konulardaki zamanlamaları haliyle manidardı!
Gerçi bu girişimlerin en azından şimdilik kaydıyla sonuçsuz kaldıklarını Ukrayna Dışişleri Bakanı Pavlo Klimkin’in, Sergey Lavrov’la Münih’te yaptıkları toplantıda “barış misyonu” konusunda ilerleme sağlayamadıklarını açıklamasıyla öğrenildi. Keza NATO Genel Sekreteri ve Lavrov arasındaki görüşmede hemen hiç bir konuda kayda değer bir ilerleme olmadı.
NATO Genel Sekreteri, Rusya ile ilişkilerin bozulmasının ana nedeni olarak Ukrayna sorunun gösteriyor ve Doğu Avrupa ve Baltıklardaki askeri varlık ve hareketliliği bununla ilişkilendiriyor.
Rusya daha yakın zamanda Ukrayna konusundaki “barış misyonu” sorununun çözümü için Lugansk ve Donetsk ile Ukraynalı güçlerin bulundukları bölgeyi ayıran bir sınır çizgisinde BM Barış Gücü Misyonu’nun konuşlandırılmasını önermişti.
Gerçi bu öneri Rusya’nın “nüfuz alanını��� meşrulaştıracağı ve silah sevkiyatını sürdüreceği düşüncesiyle pek sıcak karşılanmadı. Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel, 2014 yılından beri ağır çatışmalara ve insani felakete neden olan savaşın mutlaka bitirilmesi konusunda “tüm seçeneklerin kullanılması” için politik baskı kurmaya çalışırken, Rusya’nın Minsk Anlaşması’nın tüm maddelerinin eksiksiz uygulanması çabalarının “gerçekçi olmadığını” vurguladı.
Ukrayna lideri Poroşenko Rusya’yı “küresel hibrid savaş” sürdürmekle suçlarken, Sergey Lavrov Rusya’nın batıya dair şikayetlerini dile getiren bir dizi başlık sıraladı. Bunlardan biri, artık kimsenin gizlemeye gerek görmediği, AB’nin Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç’e yönelik darbeyi desteklediğine dair kanıtlardı.
Tabi bunlar en son Amerikan Başkanlık seçimleri manipülasyonuna karıştıkları iddasıyla 13 Rus üst düzey yöentici ve 3 Rus şirketine yönelik ABD tarafından alınan yasaklama ve yaptırım kararının peşisıra görüşülüyordu.
Sergey Lavrov, manipülasyon iddialarını yalanlarken, Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster, FBI tarafından hazırlanan dosyada bu konuya ilişkin herşeyin ayrıntılı olarak yer aldığının “Amerikan seçimlerine Rus müdahalesinin gerçekten tartışılmaz olduğunun” altını çizdi.
McMaster’ın uluslararası medyada gündem yaratan açıklamalarından biri daha İran’la ilgili oldu. İran’ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki “etki ağını” güçlendirdiğini, sivil (ulaşım ağı) yatırımlarla birlikte, savaş ve silah kapasitesini arttırdığını vurgulayan McMaster, “artık İran’a karşı harekete geçme zamanının geldiğine inanıyoruz” dedi. Mc Master’ın bir başka çıkışı yine Suriye konsundaydı. McMaster, mevcut raporlara göre Esat yönetiminin “kimyasal silah” kullanmaya devam ettiğini ileri sürdü. Gerçi bunu daha önce Dışişleri bakanı Tillerson açıklamıştı.
Amerikan yönetimi yaptıkları açıklamalarla, Ukrayna, ve Suriye’de savaşın tırmandırılacağı, İran’a karşı açık bir savaşı başlatacaklarına dair son olarak güçlü bir sinyal vermiş oldu. Başkan Trump, daha önce “eski düzenin kurallarını” kastederek, bizzat sarfettiği “artık kuralların geçerli olmadığı” sözlerine paralel Pentagon’un (free hands) “ellerini serbest” bırakmıştı. Bunun anlamı örneğin bombardıman sonucu Suriye genelinde can kayıpları artarken, IŞID'dan alınan Rakka’nın % 80’inin oturulamaz hale gelmesi, öte yandan Yemen ve Somali vb. bir çok ülkede sivil can kayıplarındaki olağanüstü artışlardır. Pentagon şimdilerde kendilerine sunulan bu “free doctrine” tadını çıkarıyor.
Bu konularda karşılarındaki başlıca muhatap Rusya ve arkasından Çin olurken, ABD tarafından Güney Çin Denizi dahil egemenlik alanlarında fazlasıyla rahatsız edilen Çin’in bundan böyle daha fazla öne çıkması pek sürpriz olmayacaktır. Bunu yaparken yangına körükle gitme değil, öncelikle şimdiye kadar olduğu gibi “yumuşak güç” olarak devreye girmek isteyecektir. Ancak sertlik politikası izlemesi gerektiği noktalarda elinde çok fazla seçenek olduğu bilinmektedir.
Yukarıdaki açıklama ve gelişmelerin yanısıra, ABD’nin saldırganlık politikalarını hızlandıracağının işaretleri Suriye’de kısa bir süre önce medyaya yansımıştı. Irak’ta IŞID’ın “teritoryal egemenliğinin sona ermesi” gerekçesiyle Amerikan birlikleri, Suriye’ye geçmeye başladıkları medyaya yansımıştı. Bunun dışında ABD’nin bir süredenberi YPG vasıtasıyla 30 bin kişilik “sınır koruma birlikleri” oluşturma projesi asıl olarak İran’a yönelik bir hamle olarak geliştirildi.
İran’daki ayaklanma dalgasından ve “sınır birlikleri” konusundaki açıklamalar yapılmadan önce PKK'nin İran’ı “IŞID’dan daha tehlikeli rejim” diye suçlaması böylesi bir göreve hazırlık yaptıklarının politik düzlemdeki ipuçlarından biriydi.
ABD Savunma Bakanı Jim Mattis aslında tüm yaldızlı diplomatik sözcükler yerine gerçekte neyin olup-bittiğini özetlemişti: “Birleşik Devletler Ulusal Güvenliğinin önceliği, terörizm değil, büyük güçler arasındaki rekabettir”.
Dolayısıyla, etnik, dinsel, mezhepsel, aşiret veya başka çelişkilerin Orta Doğu’da maskelediği tek şey emperyalist rekabet ve gerici-faşist rejimlerin işbirlikçi tutumları olmaktadır. Cenevre, Astana, Soçi vb. görüşme, toplantılar, paneller bunların tümü başarıları/başarısızlıklarıyla, Orta Doğu özelinde tarafların mevcut dengeleri bir miktar dahi olsa kendi lehlerine dönüştürme amacıyla değerlendirilmektedir.
Huffington Post’ta yer alan bir haberde ABD’nin Suriye’deki devasa varlığına atıfta bulunularak, “stratejik üslerde bir kaç bin askerin konuşlandırıldığını, ve bu bölgenin Suriye’nin en zengin üçte birini temsil ettiği” vurgulanmaktaydı. Yani stratejik meseleler söz konusu olduğunda kimsenin PKK/PYD gibi bir sorun üzerinden hareket etmediği bir kez daha vurgulanacak olursa, açıkça anlaşılmaktadır.
ABD Suriye’de dezavantajlı konumunu, Suriye’yi bölerek, Kuzey Doğu kesimini stabilize ederek, PYD üzerinden kendini “davet ettirme” suretiyle, buradaki “hukuk-dışı” konumunu değiştirme, legalize etme, buradaki bir oluşum üzerine uzun vadeli tutunma ve “İran’a karşı harekete geçme zamanı” sözlerini gerçekleştirmek üzere karşı strateji oluşturma çabalarını güçlendirmenin arayışındadır.
ABD’nin attığı adımlar ve bir çok gözlemcinin değerlendirmeleri –Türkiye’nin ‘kürt tehdidi’ paranoyaları bir kenara- bu hususun doğruluğunu kanıtlayıcıdır.
Sonuç olarak emperyalistler arası çatışmalar özellikle ABD ve Rusya ekseninde yoğunlaşmaktadır. Her iki güç açısından ilişki ve ittifaklar, uzlaşma ve gerilimlerdeki tırmanmalar gerçek manadaki düşmanlıkları ortadan kaldırıcı bir nitelikte değildir. Küçük uzlaşma ve işbirlikleri, çatışma hallerinde olduğu gibi, toplamda büyük bir uzlaşma anlamına gelmedi bugüne kadar. Ancak stratejik manada bir arada yaşamaları, varlıklarını sürdürmeleri, meselesine vakıflar, bu nedenle gerilimin yine hiç eksik olmayacağı ateşkesler, nüfuz alanları ve paylaşım konularında tatmin olma/edilme düzeylerine bağlıdır. Mesele Jim Mattis’in dediğigibi “terörizmle mücadele değil rekabettir.” Dolayısıyla stratejik anlamda bir yakınlaşma emperyalistler arasında çok şiddetli sarsıntılar ve yer/saf değiştirmeler sonucu olabilir ki, böylesi bir durum şu an kaf dağının ardındadır.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-18
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Suriye’deki Emperyalist İşgali ve Cihatçı Çeteleri Meşrulaştırmak İçin Kullanılan “Özel İmalat”: The White Helmets
Suriye’deki savaşın başından beri ve özellikle Esat yönetimi lehine gelişmeye başladığından beri, manipülatif bir çok kampanya yapıldı. The White Helmets (Beyaz Kasklılar) denilen grubu ve faaliyetlerini meşrulaştırmak için uluslararası kampanyayla milyonlarca dolarlık PR çalışmaları yürütüldü.
The White Helmets (Beyas Kasklılar) olarak bilinen cihatçı çeteyle ilgili bir çok yazı ve yayın olmakla birlikte son günlerde yine gündeme gelen ve provokasyonlarını sürdürmekte ısrarlı bu çetenin yaptıklarını ve varlıklarını tekrar tekrar anımsamak gerekir.
Tüm çabalar cihatçı çetelerin “Suriye’de demokrasi isteyen muhalifler” oldukları iddialarını güçlendirmeye dönük oldu. Bu amaçla cihadist gürühun “Suriye topraklarında kendiliğinden oluşan, gönüllü arama-kurtarma çalışanları” olduklarına dair uluslararası medyada ardı arkası gelmez yayınlar yapıldı.
Bu çabaların oldukça etkili olduklarını söylemek gerekir. Bunun ilk meyvesi and the Oscar goes to…ok…The White Helmets! sözleriyle hafızalara kazındı. Örgütün lideri Raed Saleh ödül törenine “Suriye’de insanları kurtarmaya devam ettiği ve çatışmalardaki yoğunluk nedeniyle” gelememişti. Gerçekteyse Raed Saleh ödül töreni için gelmiş, fakat bizzat Amerikan polisi Wahington Dulles Havalanından giriş yapmasını engellemişti. Gerçi ortada filmin yönetmeni denilebilecek kimse de yoktu. Üretim Netflix’e aittti ve sonuçta belgesel ödülünü kazanmışlardı!
Yine geçtiğimiz yıl “alternatif nobel” ödülü Stockholm’de bu güruha verilmişti. Cumhuriyet gazetesi temsilcilerinin (Zeynep Oral) aynı ödülü almak üzere orada bulunduklarını eklemek bir zorunluluk. Gerçi Beyaz Kasklıların ödüle boğulmaları için gizli servislerin, medyanın entellektüellerin uluslararası kampanya yürüttükleri bir ortamda –Türkiye dahil- bu küçük bir ayrıntı olarak dahi ilgi görmedi
Swiss Press Club tarafından Cenevre’de yapılan bir sunumda “Suriye Sivil Savunması” olarak lanse edilen bu “tarafsız” ve “gönüllü arama grubunun” kendi pozisyonlarını, “insanların yaşamlarını kurtarmak ve halkın maneviyatını güçlendirmek” olarak tarif ettikleri vurgulanmıştı. Bu manipülatif söylem bir gerçeği gizlemek üzere yapılıyordu. Sunumu yapan gazeteci Vanessa Beeley, bu “tarafsız” sivil toplum örgütünü faaliyetlerini anlatırken, İngiltere ve cihatçı gruplar arasındaki bağlantıları ortaya koymuştu.
Gazeteci Beeley, Doğu Halep’te bulunduğu süre içerisinde bu “sivil toplum örgütünün” El Nusra ile birlikte çalıştıklarına tanıklık etmişti. Beyaz Kasklılar her semtte Nusra Cephesi karargahlarına yakın veya onlarla biraradaydılar.
Bu iddialara karşı, The Guardian’da Vanessa Beeley ve bu konuya ilgi duyan bir çok kişi “Rus propaganda kampanyasının araçları” olarak resmedildi. Haliyle bunlar tesadüf değildi. The White Helmets açıkça “batılı devletlerin” bir propaganda aracıydı ve “yıpratılmasına” izin verilemezdi! Uluslararası medyada cihatçı örgütü meşrulaştırmaya çalışan yayın organlarından biri “bağımsız” The Guardian’dı. The Guardian bu cihatçı örgütün deşifre edilmesine bir hayli üzülmüş olmalı ki, Suriye Beyaz Kasklılar Örgütü nasıl bir anda sosyal medya propaganda makinesinin kurbanı haline geldi? türü yayınlarla “embedded” işlevine devam etti.
The Guardian bu konuda yalnız olmadı. CNN, BBC News, Channel 4 ve daha bir dizi ana akım medya bunlara eşlik etti, ve başarılı bir PR çalışması gerçekleştirdiler.
Bir çok savaş deneyimi olan John Pilger, bu cihatçı örgütün “Suriye’de neye müdahale edeceğini, nasıl manipülasyon yapılacağını çok iyi bildiklerini” söylüyordu. Cihatçı çetelerin “insani” yüzlerini öne çıkarmak üzere oluşturulmuş bu güruh, için uluslararsı düzeyde lobi ve propaganda çalışmaları yapan, istihbarat örgütleri ve karanlık finansman odaklarını çıkardığımızda geriye manipülatif görüntü ve söylemlerden başka bir şey kalmadığı görülür.
Bu çok iyi faaliyetlerinden biri, “Ümran bebek” propagandasıydı. Bu fotoğrafın ve devamında anlatılan öykünün “fake” haber, ve propaganda olduğu daha sonra ortaya çıktı. Ancak dolaşıma girdiğinde büyük ilgi görmüştü. Bu etkinin izleri halen görülebiliyor ve bir çok insan bunun gerçek olduğuna inanıyor.
The White Helmets bilindiği üzere 2013 yılında eski bir İngiliz istihbarat subayı olan James Le Mesurier tarafından Türkiye’de kurulmuştu. Le Mesurier sözleşmeli olarak İngiliz ve Amerikan ordusuna çalışıyordu Bu kuruluş öyküsü bir spekülasyon değildi. Bizzat Le Mesurier, Lizbon’da (2015) bir toplantıda örgütün kuruluş öyküsünde payına düşeni şu sözlerle anlatmıştı:
"2013 yılında Halep’ten gelen dokuz yerel liderle görüşmeler yaptık. Halep’teki genel durum üzerine genel bir çerçeve çizdim. ABD ve İngiltere hükümetleri adına programlar oluşturmuştuk, bu sayede onlara iyi yönetişim, demokrasi ve başka şeyler üzerine eğitim teklifinde bulunduk. Bundan bir kaç gün sonra Türkiye’den doğal afetlerle ilgili gönüllü çalışmalar yapan bir grup insanla biraraya geldik. AKUT adına faaliyetlerde bulunuyorlardı. Depremlerde insanları kurtarabilenlerin, bombardıman sonucunda enkaz altında kalanları kurtarmaları mümkün olur muydu? Bu bir dizi fikrin gelişimine, tartışmalara yolaçtı. Suriye’den yanlarında bina enkazlarına dair numunelerle bir çok insan geldi. Depremlerde faaliyet gösteren AKUT, savaş bölgelerinde faaliyet göstermiş olan benim ekibim ve Suriye rejiminin taktiklerini bilen insanların birikimlerini bir araya getirdik."
James Le Mesurier ve ekibi bu sahte kurtarma ekibini Suriye’de çalışmaları bilinen ve gerçekte 1953 yılında kurulmuş olan Syria Civil Defence olarak ikame etmeye giriştiler ve onun ismini kullandılar.
Bir dizi sahte kurtarma operasyonları, sahte videolar, yalan röportajlar örgütün uluslararsı medyada bir “mit” haline gelmesi için seferber edilmişti. ABD, İngiltere ve suç ortaklarınıa harekete geçirmek ve olası bir operasyonu meşrulaştırmak amacıyla Suriye yönetiminin “klor gazı” kullandığı yolundaki iddiaları içeren haberi yine bunlardan çıkmıştı.
alta’da bir Norveç film şirketi tarafından üretilen Suriyeli erkek çocuğun kızkardeşini sniper ateşinden kurtarmaya çalıştığı” görüntüler bu cihatçı güruhun boyunu oldukça aşan işlerden biriydi.
Cihatçı çetelerin “insani” yüzlerini öne çıkarmak üzere oluşturulmuş bu güruh, için uluslararası düzeyde lobi ve propaganda çalışmaları yapan, istihbarat örgütleri ve karanlık finansman odaklarını çıkardığımızda geriye manipülatif görüntü ve söylemlerden başka bir şey kalmadığı görülür.
Nitekim bu konuda kalem oynatan ve COİN stratejisini bilen gazeteciler ve analistler, Beyaz Kasklıların Liderleri Batı Medyasıyla Nasıl Oynadılar?”, “Beyaz Kasklıların Sahtekarlığı!” gibi yazılarla kendi tahammül sınırlarının dahi zorlandığını ifade etmişlerdi.
The White Helmets’in daha önceki “gaz saldırısı” provokasyonlarıyla ilgili en ciddi uyarıyı SWEDHR (Swedish Professors & Doctors For Human Rights) yapmıştı. Gerçi bu uyarı İsveç’in yüksek tirajlı Dagens Nyheter’de yapılan SWEDHR’in “Rusya destekli Esad rejimini korumak üzere” yapıldığı şeklindeki manipülatif haberlerle itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Dagens Nyheter’in iddiasına göre SWEDHR, Rus devlet yetkilileriyle kısa bir kaç görüşme yapmış ve ardından alelacele rapor hazırlamışlardı. Hazırlanan rapor Suriye tarafından karşı-kanıt olarak BM Güvenlik Konseyi’nde kullanılmıştı. Böylece “Rusya destekli Suriye yönetimine koz” verilmişti!
SWEDHR buna karşın hazırladıkları rapor ve çalışmalara atıfta bulunarak, “savaş suçları, insan hakları ihlalleri, özel hayatın gizliliği ve kişisel özgürlüklere yönelik devlet saldırılarına” karşı mücadele ettikleri açıklamasıyla yetindi.
CNN, The Guardian, BBC, Dagens Nyheter vs. dezenformasyon kampanyası üretimine bizzat katkıda bulundukları The White Helmets’in “hayat kurtarma” “sivil savunma” kisvesiyle işledikleri savaş suçlarını “aklamak” konusunda tereddüt etmemişlerdi.
The White Helmets adını kullanan bu cihatçı örgüt son günlerde yine bir “klor gazı” operasyonuna dair haberlerle gündeme geldi. Beyaz Saray sözcülerinin “Suriye yönetiminin zehirli gaz kullanımına” dair iddiaları, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “saldırırız” tehdidi ardından bu güruhun “tatbikatlar” yaptıklarının açıklanması savaşı kaybettiklerinin kesinleştiği bir süreçte yeni bir tezgah ve saldırı hazırlıkları yaptıklarını göstermektedir.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-15
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
#blacklivesmatter leader Muhiyidin d'Baha was murdered!
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Münih Güvenlik Konferansı ve ‘Çökmekte Olan Düzen’ Etrafında Tartışmalar
Münih Konferansı’nın önemli bir özelliği hiç bir resmi sıfatı bulunmayışı ve toplantıların “güvenlik politikaları üzerine güncel ve geleceğe dair” tartışmaların yürütülmesi amacıyla sınırlı tutulduğunun vurgulanmasıdır.
Gerçi bu anlamda bir dizi konferans ve tartışm toplantısının benzer içeriklere sahip oldukları söylenmştir. Ancak bu tarz toplantıların ortak yönleri, belli konuların özellikle ikili görüşmeler dahil, tartışılması etrafında dünya kamuoyuna verilen mesaj ve politik sorunlarda yönlendirme, etkili olma arzularıdır.
Bu Münih Konferansı açısından tartışma götürmez bir şeydir.
Münih Güvenlik Konferansı’nda sonuç raporu veya ortak bildirge yayınlanmaması pek seyrek rastlanan bir durum oldu. Gerçi bu 2015 yılında “Çökmekte Olan Düzen” başlığıyla içinde bulunulan uluslararası konjonktürde yaşanan kaos, tehdit ve tehlikelere dikkat çekilmişti. Bu “eski düzen”in işlevini yitirdiğine dair bu toplantılardan ilk ciddi uyarıydı.
Bu uyarılar kapsamında Rusya ile ilgili sorunlar, Ukrayna’daki savaş, İngiltere’nin AB’den çıkışı, Orta Doğu’daki gelişmeler, İran’ın artan nüfuzu, Suriye’deki savaş, Asya-Pasifik’te yaşanan gerilimler, IŞID’ın Irak ve Suriye’deki varlığı, Avrupa’daki IŞID eylemleri sayılırken, bir önemli başlık olarak Türkiye ve RTE Orta Doğu’daki “risk” unsurlarında biri olarak öne çıkmıştı.
Bir sonraki yıl 2016 yılı toplantılarında yaklaşık benzer konular gündeme alınırken, Türkiye yine “risk” faktörleri arasında sayıldı.
Geçtiğimiz yıl, (2017) bu kez uyarı dozunun daha arttırıldığı görüldü. Güvenlik Konferansı Başkanı “Uçurumun Eşiğine Gelen Dünya” başlığıyla gelişmeleri özetlerken, tartışma başlıkları arasında ABD Başkanı Donald Trump, Brexit, Trump’ın Başkan seçilmesinden sonra NATO ile ilişkiler soru işaretleri yaratırken, Almanya Dışişleri Bakanı “NATO’nun ortak değerler ittifakı” olduğunu vurgulama gereği görüyordu. Ayrıca, Asya-Pasifik, Pegida örneğinde somutlanan milliyetçilik ve Türkiye’de T��SİAD liberal politikalara ağıt yakmadan çok önce Münih’te tartışma başlıklarından biri bu olmuştu.
Son olarak Münih Güvenlik Konferansı nedeniyle hazırlanan 88 sayfalık 2018 raporu (To the Brink -and Back?) okuyanların hemfikir oldukları üzere uluslararası sermayenin sözcüleri tarafından son derece karamsar bir tablo çizmektedir.
Mevcut erozyon karşısında uluslararası düzen uçurumun eşiğinde mi? sorusuyla esas olarak liberal politikalar başta olmak üzere, ikinci paylaşım savaşı sonrasında önemli ölçüde ABD tarafından biçimlendirlen uluslararası düzen, uluslararası kurum ve kuruluşlar ve bunların üzerinde yer alan hukuki vb. normlar tartışma konusu edilmektedir. Bu tartışmanın açılması ilk kez olmamakla birlikte Münich gibi “güvenlik politikaları” üzerine fikir egzersizlerinin yapıldığı bir ortamda olması nedeniyle artık “uygulama safhasına” ilişkin konuların ele alınacağını göstermektedir.
Raporun girişinde dünya düzeninde “revizyon” talebinin bu düzenin yaratıcısı ve dünyanın jandarması rolünü oynayan ABD’den geldiği ve bunun John İkenberry’nin ifadesiyle “sabotaj” olduğuna atıfta bulunulmuştur.
“Uluslararası liberal düzen”in bir gecede krize girmediği tesbitinin emperyalist kamp ideologlarının “nesnellik” hanesine yazılması pek mümkün gözükmüyor. Bu değerlendirmeler yıllardır yaşanan dibe vurmanın kabulüdür. Bu ifade tarzı bile başlı başına emperyalist kamp içerisindeki düşmanlık, rekabet, kırılgan ilişkiler, ititfaklar, sabah-akşam değişen politikaları yeterince yansıtmaktadır.
Ancak burda asıl olarak ABD’nin Trump yönetiminde “revizyon” talebine itiraz ediliyordu. Çünkü yapılan değerlendirmelerde mevcut düzenin daha fazla desteklenmesi gerektiği, çünkü AB’nin krizden (euro, finansal) çıkmaya başlamakla birlikte bunun henüz “istikrar” kazanmadığı, AB’nin daha küresel düzlemde stratejik rol oynamaya hazır olmadığı, buna mukabil, Rusya ve Çin gibi iki ülkenin farklı düzeylerde oldukça iddialı bir duruma geldiklerine vurgu yapılmaktadır. Buna ek olarak göçmen akıı, mülteci sorunları ve ırkçı-milliyetçi gelişime dikkat çekilmiştir.
Yine “ortak tehdit” konularına odaklanılması amacıyla bir çok noktada uluslararsı hukuk ve yerleşik normlara meydan okunduğu, Nükleer Silahların Kontrolü, Paris Şartı vb. bir dizi anlaşma başlığının tehlikede olduğu veya halühazırda ağır hasar gördükleri, buna mukabil “silahlanma harcamalarının dizginsiz artışı” eleştiri başlığı olarak yer almıştır. Bu itirazın Almanya tarafından yapılmış olması bir anlamda ironi sayılabilir. Ancak bu itiraz dikkatleri Almanya’nın küresel düzeyde silahlanma ve savunma harcamalarındaki rolündeki artış ve azalışlara, teknolojik ve yenileştirme yatırımlarına kaydırmaya yarıyor.
Çünkü daha önceki toplantılarda Almanya’nın “dış politikada küresel rol oynamaya hazır olduğu ve daha fazla sorumluluk üstlenmek istediğine” dair açıklamalar bizzat Almanya Başbakanı tarafından yapılmıştı. İtiraz ve eleştiri başlıkları bu husus gözönünde bulundurularak değerlendirmeye alınmalıdır.
Öte yandan ilişkilerde “revizyon” isteyen Donald Trump bu itiraz konularının tamamında, ilişkileri germe ve kutuplaştırma konularında ABD iç politikası ve dünya politikasında elinden geleni pek ardına koymadı diyebiliriz. Bugüne kadar ki tutumu bunu gösterdi.
Şimdi herkesin bildiği ve gayet net olan husus, günümüzde uluslararası sistemin, emperyalist kampın yol ayrımında olduğu gerçeğidir. Şimdilerde dünyanın dört bir yanında yaşanan boğazlaşmalar bunun nasıl sonuçlanacağına dair görüntüler vermektedir.
Almanya işte bu noktada dünyanın giderek daha az liberal, daha az küresel ve daha az düzen ihtiva etmeye başladığı değerlendirmesi yapmaktadır. Yerküreye dair “daha az liberal daha fazla muhafazakar”, değerlendirmesi Freedom House’ın 2017 yılı raporunda “dünya genelinde politik haklar ve sivil özgürlüklerin kullanımlarının son on yılda oldukça dramatik boyutlarda engellendiğine dair saptamalarıyla somutlanmıştır.
Otokratik yönetimler, karanlık demokrasiler, Birleşik Devletler’in “insanların özgürlükleri için küresel mücadeledeki önderlik rolünden vaz geçmesi”nin büyük hayal kırıklıklarına ve tepkilere yol açtığı değerlendirmesi; bugünkü kaotik ortamda ABD’nin önderlik rolünün AB ülkeleri tarafından aslında benimsendiği ancak yeni bir paylaşım esası üzerine itirazlarının gözönünde bulundurularak yeni bir konsensusa gidilmesini ifade etmektedir.
ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, yeni pozisyonlarına dair, Almanya’nın vurgularının tersine “ortak değerlerin yükseltilmesi çabalarının ABD çıkarlarının ilerletilmesine ‘engel’ olduğu sözleriyle yanıt vermişti. ABD’nin bu yaklaşımı en güçlü devletin (yani ABD’nin) “kuralları ve değerleri” belirlemesi ve diğerlerinin bu güçlü ülkeyi takip etmesi gerektiği yönündedir.
ABD’nin bir süredir bu yaklaşımı benimsemiş olması nedeniyle bir önceki yılın Münih Güvenlik Raporu’nda post-truth, post-west ve post-order ironik başlıklarıyla ABD’nin tutumuna gönderme yapılmıştı.
Gerçi bu başlıklardan biri özellikle post-west İran tarafından anında benimsenmişti. İran Dışişleri Bakanı Zarifi “Batı sonrası küresel düzene geçiş” hakkında konuşmuş, hedef tahtasında olan Rusya’nın Dışişleri Bakanı Lavrov “Rusya’yı suçlayanların iddialarını ve liberal dünyayı parçalamaya çalışan küresel güç merkezinin” bu girişimlerini reddettiklerini açıklamıştı.
ABD yönetimi bu konuda niyetlerini hiç gizlemedi. Trump yönetiminde ABD’nin önerdiği yeni “model” öncelikle bir ülkenin büyümesi ve ötekiler üzerinde mutlak hükümranlığının kabulü üzerine kurgulanmıştı. Bu ülke Amerika’ydı. Tabi olayın “gerçekçilik” boyutu sorunları ortadan kaldırmıyordu. Çünkü zaten mevcut “model” işlemiyordu ve bu nedenle tartışma konusuydu. Böyle bir sistemin sonsuza dek sürmesi mümkün değildi.
İran ve Rusya’nın bugünkü liberal düzene çok ciddi bir alternatif oluşturmaları mümkün gözükmezken, Çin giderek daha fazla “otoriter liderlik ve karma ekonomiyi” bugün erozyona uğrayan sisteme alternatif olarak sunduğunda ABD’nin bam teline basmış oldu. Bu anlamda “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi Çin’in dünya pazarıyla bütünleşmesinde ABD’yi yerinden hoplatacak son derece stratejik bir hamle, güçlü bir adım olarak değerlendirildi.
Eurosia Group analistleri bu durumu doğru değerlendirerek, “hiç bir ülkenin Çin kadar, küresel ticaret ve yatırım stratejisi bağlamında etkili bir proje geliştirmediği” yolunda görüş belirttiler. Çin’in bu “modelinin” Afrika, Asya ve Orta Doğu bölgesinde “taklit” edilmesinin mümkün olduğu yine Çin’in stratejik adımına ilişkin saygılı bir değerlendirmeydi.
Münich Konferansı’nda bu yıla dair tartışma başlıklarında giderek daha fazla ülkenin, bölgesel ve uluslararası sistem içerisinde rekabet halinde oldukları yeni bir döneme girildiği görüşüne yer verilmektedir. Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, “demokratik ve otokratik devletler arasında süregiden bir rekabet ortamındayız. Otokratik ülkelerin AB bünyesinde hakim olmaya çalıştıklarını vurgularken, Gabriel, açıkça Çin’den bahsediyor ve Avrupa ülkeleri üzerinde “baskı” oluşturma girişimlerine gönderme yapıyordu.
Bu yıl ABD tarafından ulusal güvenlik stratejisinde yapılan değişiklikle, “kurallara dayalı uluslararası düzen” vurgusu 2017 itibariyle rafa kaldırıldı. Bu yaklaşım ABD’nin “yeni döneme” dair tutumunu yansıtan güçlü bir veridir.
Eurosia Group, değerlendirmelerinin ne kadarı felaket tellalığı bilinmez ancak, 2017 yılında “Jeo-politik durgunluk” konusunda uyarı yaptıktan sonra şimdilerde “jeo-politik depresyon” değerlendirmesiyle “dünyanın eski istikrarına kavuşmak yerine böylesi bir çöküşe daha yakın olduğuna” dikkat çekmektedir. Eurasia Group artık dünyada “daha az düzen ve daha çok gerilim potansiyeli” değerlendirmesiyle 2018 yılı “risk” analizinde on başlık seçti. Bunları kısaca aktaralım:
Çin: Boşluktan yararlanmayı seviyor. Washington’un politik tutarsızlık ve işlevsizlikle malul olduğu zaman diliminde en etkili küresel ticaret ve yatırım stratejisini gündeme getirdi. Bu strateji haliyle işletme, yeni kural, standartlar ve uygulamalar anlamına gelmektedir. Sırf bu nedenle bile olsa, özellikle 2018 yılında ticari alanda çok ciddi bir ABD-Çin çatışması güçlü bir olasılıktır.
Tehdit Unsurları/Terörizm: 9/11 sonrasında bu tarzda büyük bir jeopolitik kriz yaşanmadı. Küba füze krizinden bu yana böylesi olaylar pek görülmedi. Fakat şimdi bir çok bölgede, yanlış atılacak bir adımın uluslararası çatışmalar dönüşme potansiyeli taşıdığı bilinmektedir. Kuzey Kore, Suriye’de “olası” kazalar, ABD-Rusya arasında artan gerilim, IŞID savaşçılarının Suriye ve Irak’tan ayrılmaları küresel tehdit oluşturmaktadır.
Teknoloji Alanında Soğuk Savaş: ABD ve Çin arasında yapay zeka ve süper bilgisayarlar konusunda dünya çapında pazar hakimiyeti mücadelesi kızışması bekleniyor ve bu durumda “teknolojik araştırmalarda kurulan ortaklıkların bozulması” pazar ve güvenlik riskleri anlamına gelebilir.
Meksika: NAFTA müzakerelerinin çökmesi anlaşmanın ölümü anlamına gelmiyor, ancak gelecek açısından oluşacak belirsizliğin Meksika ekonomisine telafisi güç zararlar vermesi uyarısı yapılmakta ve Başkanlık seçimlerinde ibre “son yatırımcı dostu ekonomi politikaları ile bir kopuşu temsil eden” Andres Manuel Lopez Obrador’dan yana gözüküyor.
ABD-İran İlişkileri: Nükleer anlaşmanın 2018’i kazasız belasız atlatacağı öngörüsü hakim. Bu arada bölgesel gelişmelere İran’ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’de frenlenmesi için Trump’ın Suudi yönetimine daha fazla destek vermesi gündemde. Ayrıca İran’a yönelik yeni yaptırımların gerekçelendirilmesi ise, füze testleri ve teröre verdiği destek olarak göze batıyor.
Kurumların Erozyonu: (barışçıl ve müreffeh toplumun (-kapitalist ülkelerde!- temelini oluşturan) hükümetler, siyasi partiler, mahkemeler, medya ve finans kuruluşları meşruiyet kaybına uğruyorlar, bu nedenle burjuva toplumun tabanını iyice zayıflatmaktadır. Bu meşruiyet bunalımı ekonomi politikalar ve güvenlik politikalarını daha az öngörülebilir hale getirmektedir.
Korumacılık 2.0: Sadece sanayi ve tarımda değil, dijital ekonomi ve innovasyon-yoğun sektörlerde korumacılığın başlı başına sorun olduğu, ortaya çıkan yeni engellerin eskinin ithalat tarifeleri ve kontenjanları yerine günümüzün kurtarma araçları, sübvansiyonlar, “yerel satın alma” şartları gibi çok daha az görünür uygulamalar oldukları, bu nedenle rakiplere karşı alınacak önlemlerin daha çok mikro hedefli olacağı savunulmaktadır.
Birleşik Krallık: İngiltere Brexit ve siyasi kargaşalıklar nedeniyle şiddetli iç çatışmalara gömüldü. Brexit ile ilgili olarak pragmatik bir yaklaşımla “her konuda anlaşma yapılıncaya kadar, hiç bir konuda anlaşma sağlanmış sayılmaz” ilkesine dönüldü. Bu her iki taraf arasında bir dolu teferruat üzerinde sonsuz tartışmalar dizisi anlamına gelmektedir. Bu tartışmalar ekonomik politikalar üzerinde risk oluşturması nedeniyle Başbakan Theresa May’ın koltuğuna mal olabilir.
Güney Asya’da Kimlik Politikaları: Güney Asya’da özellikle Malezya ve Endonezya’da islamın yerel kültürlerden beslendiği vurgusu yapılmıştır. Ayrıca Çinlilere yönelik ırkçı-nefret görüntüleri buralarda tekrardan ortaya çıktı. Öte yandan Hindistan’da Başbakan Narendra Modi’nin 2019 seçimleri öncesinde var olan desteği konsolide etmek üzere Hindu milliyetçiliğini kullanması ciddi bir risk ve gerilim faktörü olarak öne çkmaktadır.
Afrika’nın Güvenliği: En netameli konulardan biri olduğu biliniyor. Kıtanın periferi ülkelerinde, Sahel bölgesinde yaşanan kriz ve çatışmaların çekirdek bölgeleri etkilemesi büyük olasılık olarak görülüyor. El Kaide, El Şebab gibi örgütlerin varlığı yeni değil. Ancak değerlendirmeye göre, daha önce kıtadaki zayıf hükümetlere destek veren (emperyalist ülkelerin!) partnerlerin “dikkatleri dağılmış” durumda ve bu tehditin boyutunu arttırmaktadır.
Sonuç itibariyle küresel düzeyde devam eden kriz ve savaş koşullarında her bir emperyalist güç küçük bir parça için kıyasıya mücadeleye girmiş durumda. Daha önce Cibuti ile ilgili yazıda aktardığım üzere, bu küçük ülkede on civarında askeri üs birbirine yanaşık düzen konumlanmış durumdadır. Emperyalistler, her ibir köy, her bir yerleşim birimi için kıyasıya savaş vermektedir. Suriye buna en açık örnek.
Bu yoğun çatışma ve çelişkilerin ortasında bu yıl Münih Güvenlik Konferansı küresel sorunlara çözüm egzersizleri yaparken, başlıklardan biri daha Almanya’nın liderliğinde AB’nin geleceği meselesiyle ilgili, AB’nin kendi içinde ve bir çok AB ülkesinin kendi içinde (İspanya/Katalonya) ciddi sorunlarla yüzleştiği biliniyor.
Temel sorun Rapor’da değinildiği üzere, hala destek beklediği koşullarda AB’nin küresel aktör olarak yoluna nasıl ve hangi koşullarda devam edeceğidir. Bu bağlamda ABD ve Rusya ile ilişkilerin nasıl şekillendirileceği hayati öneme sahip bir tartışma başlığıdır. Çünkü AB Rusya ile ilişkilerde ABD’nin çizgisinde ilerlemedi.
Wolfgang Ischinger’in deyimiyle “dünya geçen yıl, ağır bir çatışmanın eşiğine geldi.” Bu çatışmalarda “bireysel karar alıcıların söylemlerindeki kışkırtıcı ton endişe verici oldu. Kore Yarımadası, İran Körfezi veya Doğu Avrupa’da bu tarz bir söylemle alınacak yanlış bir karar son derece tehlikeli zincirleme bir reaksiyonun tetiklenmesine neden olabilir. Bu nedenle önemli aktörler arasında diyalog ve buluşmaları güçlendirmek önemlidir. Münih Güvenlik Konferansı bunun için doğru bir forumdur. Böyle bir forum olmasaydı bile böyle bir forumun önerilmesi gerekecekti.” Emperyalist kampın sorunları ertelenemez boyutt ve çözüm bekliyor. Münich Konferansı bu çözüm adreslerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-11
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
AKP Faşizmi Açısından “Afrin Zaferi” Müzakere Sürecine Dönüşün Ön Şartıdır!
Türkiye AKP faşzminin her tür muhalefetin üzerine karabasan gibi çöktüğü koşullarda faşizmin kurumsallaşmasında kritik bir merhale olan 2019 seçimlerine odaklanmış durumda. Mevcut burjuva partilerin tüm söylemleri buna kilitlendi. Sol cenah açısından ise, (Biz farklıyız diyenler olabilir! Buna bir itirazım olmaz!) söylem düzeyinde bir itiraz vaki olmakla birlikte pratik boyutlarıyla yine seçim süreci üzerinden bir dizilim sözkonusudur.
Afrin operasyon ve başka bir dizi saldırının Erdoğan yönetiminin içeride iktidarını konsolide etmesi, bu bağlamda devletin re-organizasyonu, ve kontrgerilla kitaplarında ve uygulamalarında “kriz yönetimi” olarak tarif edilen Başkanlık rejiminin güçlü bir toplumsal onayla kabul ettirmesi amacına dönük olduğu gizli-saklı değil. Orta Doğu haritasının yeniden çizilmesi hususna gelince bu konuda ABD’nin Orta Doğu politikalarına eklemlenme amacıyla, kendini “dayatarak” ilerleme tarzında bir yolun seçildiği uzun zamandır gözlenmektedır.
Afrin operasyonu bunların her biriyle farklı düzlemlerde ilişkilidir. Bu yazıda değinilecek husus “müzakere süreci” olacaktır. Gerçi bu konuda ötedenberi farklı adlandırmaların yapıldığı malum. Bunların çoğuğunun konuya olan ilgi azlığından kaynaklı olduğu anlaşılıyor. Çözüm süreci, Ateşkes Süreci, negatif veya pozitif barış, Barış süreci, Barış Kurma, vb. burada sıralanabilecek bir dizi kavram birbirinin yerine kolayca geçirilmektedir.
Burda kavramları izah etmeye girişmekten ziyade sadece anımsatmak yeterli olacaktır.
Müzakere sürecine gelecek olursam, Dolmabahçe’de yapılan açıklamaların geçersizliği hemen ardından RTE tarafından açıklanmıştı. Ardından Türkiye referandum, Sur, Cizre, Nusaybin ve daha bir çok kürt bölgesinde uygulanan “çökertme planı”, amerikancı kanlı bir darbe girişimi, katliam, suikast, yaygın tutuklamalar, OHAL, KHK, son derece yoğun ve çalkantılı bir süreç yaşadı.
Fazla uzatmadan bugün kısmi direnme eğilimleri olmakla birlikte toplumun genelini susturmayı başardıkları, muhalefetin genel hatlarıyla AKP politikalarına endeksli davranmaya zorlandıkları bir noktaya iteklenmiş olduğumuzun altını çizmek gerekir. “Savaşa hayır” demek bir “vatan hainliği” titri haline getirildi, ancak buna karşı güçlü itirazlarda bulunabilecek takatin olmadığı yadsınamaz.
Müzakere süreçleri, bir kez başladıktan ve özellikle “psikolojik bariyerler” aşıldıktan sonra temasın kesilmeyeceği kanaatindeyim. Dünyadaki bir çok ülkede yaşananlar bunu kanıtladı. Kuzey İrlanda, Sri Lanka, Filipinleri Kolombiya en ağır çatışmaların yaşandığ koşullarda dahi “temas” sürdürülmüştür. Eğer ortada bir görüşme masası varsa, Sri Lanka’da olduğu gibi, LTTE ülkenin en büyük savaş gemisine sabotja süzenlediğinde veya Bandaranaike Havaalanında Sri Lanka Hava Kuvvetlerine ait onlarca uçağı yok ettiği koşullarda dahi “görüşmeler” sürdü.
Daha ileri boyutlarda Vietnam örneği var, Cenevre’de “müzakereler” devam ederken Amerikan uçakları bomba yağdırıyordu. Kısacası bu tür konularda kimsenin duygusallığa prim vereceği kanaatinde değilim.
Sonuçta bir “varsayım” üzerinde durmakla birlikte 2019 seçimleri sürecinde Erdoğan rejimi yaygın biçimde ifade edildiği gibi, % 51’e ulaşmak için değil, bunun daha üzerinde tüm Türkiye sathını kapsayan bir “toplumsal onay” almak için strateji geliştirmektedir.
Kısa veya orta vadede Afrin’de PKK/YPG güçlerinin yaşayacakları bir yenilgi bunun psikolojik altyapısını sağlayacaktır. Evdeki hesap çarşıya uyar mı bilinmez, ancak bunların hedeflendiği görülüyor. Afrin’in bugünkü “tartışmalı” durumu (Suriye yönetimiyle görüşmeler, Rusya’nın hava sahasını açması, ABD’nin mesafeli davranması vb. anlamında söylüyorum.)
Yani RTE’nin, bunun üzerinden kendini çok daha fazla avantajlı hissettiği koşullarda ABD, Rusya, AB’nin uzun zamandır istediği doğrultuda “müzakere” adımını atıp kürtlerin desteğini sağlamak istemesi güçlü bir ihtimaldir.
Afrin Operasyonu bu anlamda görünür-görünmez tüm aktör ve tarafların her tür “pazarlığa” ve “uzlaşmaya” açık oldukları bir zeminde, tüm diplomatik girişimlerin ortasında, askeri boyutlarından ziyade politik alandaki sonuçlarıyla Türkiye’de RTE ve AKP diktatörlüğünün kaderini belirleyecektir.
Bu yüzden karşılıklı korkunç bir dezenfermasyonun yaşandığı Afrin üzerinde ilgili tarafların “hamasi” nutuklarına değil, bunların gerisindeki meseleye odaklanmak daha doğru olur. Öte yandan AKP faşizmini dağıtacak yegane unsur uzlaşmaz bir mücadele hattı olduğunu vurgulayalım. CHP veya HDP gibi seçim veya “pazarlık” hedefleyen bir muhalif mücadele çizgisiyle bugünkü olumsuzlukların aşılamayacağı artık ezberlendi.
Bugünkü olumsuzluklardan çıkış ancak emperyalizme ve faşizme karşı her gün her saat mücadele etmekten geçer.
Medyada, kendini yakan, intihar eden çaresiz insanların görüntülerinin yer alması nerdeyse rutin oldu. İşte devrimcilik bu noktada, kendini “çaresiz” hissseden insanlarla mahcubiyet duymadan dayanışmayı ve mücadeleyi örgütlemektir.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-10
0 notes
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Katar’ın Politik Hattı Bugünkü Orta Doğu Tablosunu Sergiliyor!
Enerji zengini olan Katar tarihi boyunca tüm politik-ekonomik yönelimini, jeo-stratejisi uyarınca emperyalist ve bölgesel müttefiklerinin şidddetli tazyiki altında belirlemek zorunda kaldı. Buna klasik manada jeo-politiğini eklemek gerekir. Haritaya baklıdığında bir yarım ada şeklinde İran Körfezi’nde yer alan ülkenin hareket alanlarının oldukça sınırlı olduğu görülmektedir.
Katar “makus talihini” değiştirmek için olsa gerek, 1990’lı yıllarda geleneksel müttefiki, mezhepdaşı (vahhabi) ve hamisi Suudi Arabistan’a mesafeli davranmaya ve “bağımsız” bir çizgi izlemeye başladı. Bu aslında Birinci Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin Orta Doğu’da yeni hegemonik ilişkiler geliştirme anlayışı sayesinde oldu. Katar Şeyhi Hammad bin Halife al Tani bunu yapmaya oldukça teşneydi.
Katar’ın yeni çizgisi bununla sınırlı kalmadı. ABD ile (1992) imzalanan Savunma İşbirliği Anlaşması iki ülke arasındaki ilişkilere yeni ve farklı bir boyut kazandırdı.
Bu anlaşma ile ABD ülkedeki tüm askeri üsleri doğrudan denetimi altına alıyor ve askeri mühimmatını istediği gibi sevkedebileceği şekilde açık çek elde etmiş oluyordu. ABD Orta Doğu’daki İsrail’in yanısıra en önemli müttefiki olan Suudi Şeyhliğini dahi devre-dışı bırakacak denli “kıskanç” bir politika oluşturmaya başlamıştı.
Ancak Katar’ın bu adımlarının bir çok noktada ülkenin bölgedeki ve emperyalit güçler nezdindeki konumunu sarsıcı etkiler yapmakla birlikte, “emperyalistler arası ve bölgedeki aktörlerin aralarındaki çelişkilerden yararlanma hamlesi olarak geliştiği ortaya çıktı. Bunun ilk örneği İran ve İsrail ile kurulan ilişkiler oldu.
Katar bu konudaki uyarı ve yaptırımlara rağmen, bir çok alanda yeni ilişkiler ve işbirlikleri geliştirmek üzere İran ile bir dizi anlaşma imzaladı. Bu adım enteresan gelişmelere kaynaklık etti. Katar ve Suudi Arabistan arasında sınır çatışması çıktı. Katar bunun üzerine Körfez ülkeleri tarafından düzenlenen askeri tatbikatlardan çekildiğini açıkladı. İran’la ilişkiler göz ardı edilemeyecek denli önemli alanlara hitap etmekteydi. Petrol ve Doğal gaz alanlarında işbirliğini geliştirmek için adımlar atıldı. Katar ve İran Körfez bölgesinde uyuşturucu trafiğini engellemek için çalışmalar başlattılar.
Katar öte taraftan İsrail ile ilişkilerde yeni adımlar attı. 1994 yılında Katar’ın İsrail’e doğal gaz tedariki için diplomatik girişimler oldu. Katar, İran ve İsrail ilişkilerini geliştirdikçe Suudi Arabistan ile ilişkileri gerildi, büyük kırılmalar yaşandı.
1994 yılı içerisinde Suudi Arabistan ile bir kaç kez daha sınır çatışmaları yaşandı. Katar bu gelişmeler karşısında Körfez İşbirliği Konseyi çalışmalarına katılmayı reddetti. Tam bu sırada Şeyh Hammad babasına karşı kansız bir darbe düzenledi. Aslında Şeyh Hammad karar mekanizmasının başında olan babasını tam kontrol altına almıştı. Şeyh Halife iktidarından vazgeçmek istemedi ve Abu Dabi’de Mısır, Suriye ve özellikle Suudi Arabistan desteğiyle tahtını tekrar ele geçirmek istedi. Şeyh Hammad 1996 yılında darbe girişimiyle karşılaştıtı. Bu girişimler çoşa çıktı. Katar iyice gerginleşen ilişkilerin ortasında darbe girişimi ve bu kaotik durumdan Suudi Arabistan, Bahreyn ve BAE’yi sorumlu tutuyordu.
Körfez ülkelerinin darbe girişimi konusundaki tutumları nedeniyle Şeyh Hammad İran ve İsrail ile ilişkileri geliştirme hususunda daha kararlı bir politika izlemeye başladı. Katar 1995 yılında FKÖ ile barış görüşmeleri sekteye uğramasına rağmen İsrail ile ilişkilerini geliştirmeyi sürdürdü.
Yine bir ilginç nota tüm bunlara rağmen İran’ın herhangi bir tavır göstermemesi ve Katar ile tarihi anlaşmalar imzalamaya devam etmesiydi. Bunun dışında Katar İsrail’e doğal gaz satışına başladı. İsrail Başbakanı Simon Perez’in 1996 yılında Katar’ı ziyareti tarihsel bir dönüm noktası oldu. Doha’da İsrail Ticari temsilciliği açıldı. İsrail ayrıca 1997 yılında yapılan Orta Doğu ve Kuzey Afrika Ekonomik Konferansı’na katıldı. Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri bu duruma “tepki” gösterdiler.
Tüm bunlara rağmen İran lideri Muhammed Hatemi 1999 yılında Körfez turuna Katar’ı eklemekte bir sakınca görmemişti. Katar’ın Körfez’de yarımada hali aslında bölgesel güç İran’la girdiği ilişkileri anlaşılır kılan bir unsurdur.
Katar “yumuşak güç” pozisyonunu güçlendirmek amacıyla çok yönlü diplomatik ataklarını sürdürdü ve Suudi Arabistan’la yaşanan gerilimin dozunu düşürmeye çalıştı. Benzer bir adımı Bahreyn ile attı. Bahreyn ile ihtilaf konusu olan Hawar adaları meselesini uluslararası mahkemeye götrüdü ve adalar 2001 yılında Bahreyn’e verildi. Böylece iki ülke arasındaki anlaşmazlıklar çözülmüş oldu.
Katar Şeyhinin darbe girişimi sonrasında attığı önemli adımlardan biri 1996 yılında El Cezire kanalının kurulması oldu. Bunu Katar yönetimi bizzat akıl ederek mi yaptı, yoksa “akıl” verildi mi? Ancak her koşulda El Cezire stratejik bir rol oynadı. El Cezire Arap dünyasının “özgür konuşma platformu” haline geldi. El Cezire mevcut statükoyu sarsan, Arap liderleri eleştiren yayınlarla sivrildi. Katar salt bu kanal sayesinde bile Orta Doğu’da daha fazla “itibar” kazandı. Bu kanal sonrasında “Arap Baharı” dahil bir çok gelişmede başrolü oynadı. Daha doğrusu adım adım planlanan büyük projenin bölgedeki en önemli sacayağı haline geldi.
Katar özellikle 9/11 saldırıları sonrasında, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri, İsrail’in Lübnan işgali ve Filistin’e saldırıları, Suudi Arabistan ve İran’da temsil edilen şii-sünni hilali saflaşmasının ortasında, sakin sularda kalabilmek amacıyla gücün nerede olduğuna daha fazla dikkat etmek zorunda kaldığı bir sürece girdi.
Katar daha önce attığı imzaların getirdiği yükümlülükler ve ABD’nin sert tutumu karşısında kapılarını Amerikan birliklerine ardına kadar açtı. ABD Hava Kuvvetleri Afganistan saldırılarını buradan yönlendirdi. Irak işgali Türkiye’nin “teskereye red” oyu verdiği dönemde yine Katar’daki üslerden komutayla yürütüldü.
Katar eksenli gelişmelerin mahiyeti daha sonra ABD tarafından bölgeye dayatılan BOP ile ilgili adımların hızla atılmaya başlanmasıyla anlaşıldı. Katar asıl olarak bir rota arayışında olmadı. Körfez ülkeleri arasında “arabulucu” ve yumuşak güç” olarak öne çıkmak istiyordu. Uluslararası konjonktürün buna uygun olduğundan hareket diyorlardı. Bunu destekleyecek doğal zenginliklere, finansman kaynaklarına sahiplerdi. Bunun dışında Katar özellikle ABD’nin 9/11 saldırılarına verdiği karşılıkların doğrudan muhatabı değildi. Dokunulmazlığı olan ülkelerden biri sayılırdı.
Katar Suriye savaşında Türkiye ile birlikte Esat rejimiyle ilişkilerini keserek “muhalifleri” desteklemeye başladı. El Cezire başından itibaren Suriye’deki provokasyonları kışkırtıcı bir rol oynadı. Hamas 2012 yılında Suriye’yi terk ettiğinde kapılarını açtı. Ancak Arap Baharı’nın vaatleri ve olumsuz sonuçları üzerinde bir dengeleme siyaseti, politik güç dengelerindeki kaymalar ve ağır basan yöne doğru revizyona girme zorunluğunu farketmişti.
Şeyh Hammad 25 Haziran 2013 tarihinde seçimler öncesinde beklenmedik bir çıkış yaparak oğlu Şeyh Tamim lehine tahtını bıraktı. Katar’daki bu değişim bir çok spekülasyona yol açarken, babasının açık desteğini alan Şeyh Tamim, zaten geleceğin lideri olarak görülüyor ve Katar için hazırlanan Vizyon 2030 Projesinin başında bulunuyordu. Ancak bu değişimin arka planında Katar’ın bir çok çevreyi rahatsız eden dış politikasından çarketme çabası olduğu yolundaki iddialar oldukça ciddi veriler içeriyordu.
Bu savı doğrulayan gerekçeler ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Orta Doğu’daki ziyaretlerine yansımıştı. John kerry Suudi Arabistan’da Mısır meselesini görüşüyor bunun İsrail ve Filistin’e etkileri üzerine kaygılarını dile getiriyordu. Katar’da “kansız bir saray darbesi” daha olmuştu. Zira görevi oğluna bırakan Hammad el-Thani Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarının başlıca finansörüydü ve görevi devretmeden önce El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra’ya destek verdiği iddia edilen Başbakan Hammad bin Jassimi görevden almıştı.
Aslında bu bile başlı başına yeterli bir nedendi.
Bu girişimin bir hafta sonrasında Mısır’da askeri darbe oldu ve Mursi yönetimi sona erdirildi. Özellikle 2013 yılında Müslüman Kardeşler iktidarını alaşağı eden ve bir kez daha Mısır iç politikası ve Orta Doğu’da İsrail başta olmak üzere ilişkilerin dizaynında önemli rol oynayan Genelkurmay Başkanı Sisi önderliğindeki askeri darbe Katar’daki ön gelişmenin nedensiz olmadığını kanıtladı.
Katar’ın “suçları” toplamda oldukça fazlaydı. İran ile son derece yakın ve sıcak ilişkiler geliştirmiş; Hamas’ı resmen tanımış ve Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabul etmiş; Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarını finansal ve diplomatik açılardan desteklemişti. Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarına beş yıllık bir süreye yayılmış 10 milyar dolar finansal destek sözü vermişti. Askeri darbe sonrası bir çok Müslüman Kardeşler örgütü yöneticisinin Katar’dan sığınma istemeleri ve El Cezire’nin Müslüman Kardeşleri desteklemeye devam eden yayınları, bu ülke hanesine yazılan eksi puanlar oldu.
Mısır bu arada öteki Körfez ülkeleriyle diplomatik siyasal ve özellikle finansal konularda yakın ilişkiler geliştirmişti. Katar bu bağlamda Körfez güvenliğini sekteye uğratmakla suçlandı.
Ancak Katar yönetimi “aykırı” adımlar atmaya doymadı. Şeyh Hammad 2012 Ekim ayında Hamas’ın iktidarı almasından sonra Gazze’yi ziyaret etmiş ve açık biçimde Türkiye (RTE yönetimiyle) ile yakın ilişkilere girmişti. Bu sıralarda emperyalist politikaların uygulanması anlamında yaptığı “tek doğru iş”, Suriye’de “muhaliflere” doğrudan açık destek vermesiydi. Ancak bu bile durumu kurtarmaya yetmiyordu.
Arap Baharı vesilesiyle ABD “demokrasiyi teşvik” politikasını tekrardan öne çıkardığında bölgedeki gerici şeyhliklerin buna yanıtları en çok merak edilen husus olmakla birlikte aykırı bir duruma kimse pek ihtimal vermiyordu.
Condoleezza Rice tarafından çok daha önceleri altı çizildiği üzere, “Orta Doğu’nun Dönüştürülmesi” gerekiyordu ve kimse bundan muaf değildi. 2001 yılından itibaren BOP anlamına gelecek “değişimi zorunlu gören bir anlayış” bağlamında Orta Doğu politikaları aslında genel anlamda kabul görmüştü.
Ancak bu proje veye girişimin önünde İran gibi nükleer silahlara sahip olmak isteyen ve bölgesel hegemonya oluşturan bir “haydut ülke”, Suriye’de evdeki hesabın çarşıya uymaması, Rusya’nın müdahalesi, bu projenin sadık savunucusu Türkiye’de, RTE’nin “öngörülemez” ve “güvenilmez” bir müttefik olduğunun anlaşılması gibi negatif etki yaratıcı faktörler belirdi.
Özellikle İran’ın “Arap Sokakları” stratejisi ABD’nin kısa ve orta vadeli (bölgesel) ve uzun vadeli küresel) politikaların alt üst etti. Ancak Orta Doğu’daki hegemonya krizi, bölgenin bir tek emperyalist güç tarafından hükmedilemeyeceği derinlik ve genişliğe sahip olması nedeniyle derinleşti.
ABD büyük bir aç gözlülükle bütün bölgeyi, yönetim değişiklikleriyle noe-liberal politikalara eklemleyerek bir lokmada yutmak istedi. Sorunlar önemli ölçüde burdan kaynaklandı.
Katar, doğal zenginliklerinin verdiği güce dayanarak politika yapmaya devam etti. IŞID’ın Suriye ve Irak’ta güç kazanması ve Yemen’deki savaş Katar’ın Suudi Arabistan ve Türkiye’nin yanısıra önüne büyük fırsatlar koymuştu. Katar Şeyhi, CNN’e verdiği demeçte “asıl problem Esad rejimidir ve öncelikle o cezalandırılmalıdır” diyordu. Katar bu noktada Amerikan saflarında yani “doğru” tarafta yer almıştı. Bu arada Afganistan Taliban örgütü “barış görüşmelerinin kolaylaştırılması amacıyla Yemen’de ofis açtıklarını” deklare ettiler.
İran nüfuzunun iyice hissedilmesi ve Suudi Arabistan’ın arka bahçesinde İran varlığı Katar’ın Körfez ülkeleriyle ilişkilerini yumuşatma fırsatı olarak belirdi. Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn, Doha’daki elçiliklerini yeniden açtılar. Katar ilişkileri düzeltmek adına (Eylül 2014) Müslüman Kardeşler örgütü liderlerinden bazılarını sınır dışı etti. Katar, Yemen’de Hutilere karşı Hava Kuvvetlerini Suudi bayrağı altında savaşa sürdü.
Ancak bu sırada ABD ve Suudi yönetimi tarafından kuşku uyandırıcı olarak görülen adımları sürdürdüler.Katar batı tarafından hiç hazzedilmeyen RTE yönetimiyle Ankara’da on yıllık askeri işbirliği anlaşması imzaladı. Türkiye bu anlaşma çerçevesinde Katar’da askeri üs kurdu. Katar ayrıca Rusya ile S-400 füzeleri ve hava savunma sistemi için anlaşmalara yöneldi. Bununla yetinmeyip Rusya’dan Suriye barış sürecinde yapıcı rol oynaması üzerinde girişimde bulundu.
Katar’a yönelik operasyonun işaret fişeği gözle görülür manada Mayıs ayında atılmıştı.
Washington Post gazetesinde verilen bilgilerde, BAE tarafından öne sürülen savlara göre hacklenen Katar Hükümete bağlı sitelerinde Katar emirine atfen “İran ve Hamas’ı destekleyici mesajlar” suçlamalara dayanak teşkil etmekteydi. Gerçi bunların özellikle böyle yansıtıldığı BAE’nin Katar’a yönelik operasyonda provokatör olarak rol aldığı anlaşıldı. Ancak Suudi Arabistan ve öteki Körfez ülkeleri bir kez harekete geçmişlerdi.
Trump artık alışılan tweetlerinde Katar’ın hedef tahtasına oturtulduğunu ve kesinlikle hizaya getirileceğini vurgulamıştı: Suudi Arabistan ziyaretinden övgüyle söz eden Trump, bu ülkenin radikal örgütlere karşı sert bir tutum içerisine girecekleri sözü verdiklerini ve bu tür finansman desteği konularına Katar’ın işaret edildiğini duyurmuştu. Trump devamla, bu gelişme muhtemelen terörizm korkusunun bitmesinin başlangıçını teşkil edecektir. Orta Doğu ziyaretimde radikal ideolojinin finanse edilmesine müsaade edemeyeceğimizi belirtti. Tüm liderler Katar’ı işaret ettiler, demekteydi.
Trump’ın yaptığı görüşmeler sonrasında “uluslararası terörizm bağlantıları ve İran’la yakın ilişkileri nedeniyle” suçlayan ifadeleri nedeniyle Suudi Arabistan önderliğinde Katar’a hava, kara ve deniz ambargosu uygulanması ve izole edilmesi oldu.
Suudi Medyası bu gelişmeleri “46 yılda beş darbe, altıncısı olasılık-dışı değil” başlıklarıyla aktardı. Suudi Arabistan bu süreçte Katar’ı açıkça darbe tehdidiyle yola getirmeye çalıştı. Suudi diplomat açıkça “Katar emirinin Mursi gibi bir askeri darbeye muhatap olacağı” yolunda tehdit etti. Suudi Arabistan kendinden gayet emin bu girişimleri ABD başkanı Trump’la imzaladıkları 110 milyar dolarlık askeri anlaşmayla sağlama almışlardı. Bu gelişmelerde Katar’ın yanında bir başka izole yönetim AKP vardı. Katar’ın elinde çıkış için yalnızca Rusya, İran, Irak ve Türkiye hava sahalarının kalması ilişkilerin rengini vermektedir.
Gerçi bunlar olurken, asıl amacına ulaşan ABD Başkanı Trump silah satış anlaşması için Katar emiriyle çoktan masaya oturmuştu. Sonuçta Katar'ın yeni konjonktürün Orta Doğu'da sunduğu olanaklardan, gerilim ve çelişkilerden yararlanma çabası bu noktaya varmış oldu.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-08
1 note · View note
aakifmucek · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Rusya’nın Tarihsel Mirasına ve Gövdesine Uygun Ağırlık Kazanması
Onlarca yıl SSCB şemsiyesi altında “planlı ekonomi” koşullarında yaşadıktan sonra, Moskova 1991 kışını açlıkla karşılamıştı. AB bünyesinde Almanya’nın 5 milyar mark tutarında acil gıda yardımı belki hatırlardadır. SSCB’nin dağılmasına yol açan gelişmelerde Gorbaçov ve Yeltsin gibi şarlatanların oynadıkları “tarihi” role yıllardır bir çok kez değinildi.Yinelemek gereksiz bir uğraş olur.
Putin dönemine gelecek olursak, Rusya Federasyonu, bugün iç politikada demokratik hak ve özgürlüklerin son derece sınırlı olduğu, muhalif gazetecilerin katledildiği ülke konumunda. Putin ve Medvedev ikilisi Rus milliyetçiliğinin tarihsel yayılmacı histerileri ve Ortodoks kilisesinin açık desteği, KGB’nin ardılı olan sağlam örgütlenmiş FSB ve askeri organizasyon sayesinde Rusya’yı yönetmektedirler.
Elbette bunların gerisinde Rus oligarşisini temsil eden Gazprom ve bir dizi uluslararası enerji ve silah üreticisi/satıcısı tekel yer almaktadır. Bunları taçlandıran ise, Rusya’nın sahip olduğu nükleer caydırıcılık ve son dönemlerde dünya piyasalarında ağırlığı iyice hissedilen silah üretim ve ihracatıdır.
Son dönem gelişmeleri Leonid Brejnev dönemi SSCB doktriniyle benzeştirilmektedir. Putin’in Brejnev Doktrini’ne dönüş yaptığı görüşleri ne sürülmektedir. Tarihsel süreçlerin birebir tekrarlanmasının ne kadar mümkün olacağı bir kenara bırakılacak olursa, burda yalnızca retorik düzeyde bir benzeşmeden söz etmek mantıklı olacaktır. Ancak Çarlık Rusyası koşullarıyla daha fazla bir özdeşleşme çok daha yakın durmaktadır.
Çarlık Rusyası açısından “sıcak denizlere inmek” ve bir dönem özellikle Balkanlardaki “slav kökenli ulusları özgürleştirmek” için askeri, politik diplomatik müdahalelerde bulunmak bir devlet politikası halindeydi. Rusya bu argümanlarla “yüce gönüllü” Çarın insiyatifinde kendini “uygar dünyanın misyoneri” olarak lanse edebiliyordu.
Brejnev Doktrini’nde genellikle öne çıkarılan ve burada iddia konusu olan, SSCB’nin “nüfuz alanlarına yönelik her tür tehdidi askeri müdahale dahil tüm yöntemleri kullanarak bertaraf etmesi” ve ek olarak yine etki alanındaki ülkelerde (özellikle Doğu Avrupa için söz konusuydu) “sınırlı egemenlik” oluşuuna izin verilmesi yaklaşımıdır.
Rusya bu anlamda Putin yönetimi altında gayet açık emperyalist bir politika olarak, bu yaklaşımı nükleer silahlar ve konvansiyonel silahların kullanılması, askeri anlaşma, silah satışları ve üsler vb sürdürmektedir. Rusya’nın yakın zamanlarda geleneksel müttefiki sayılan ülkeler harcinde Singapur, Şeyseller gibi stratejik bölgelerde üs kurma görüşmeleri yaptığı açıklandı. Bu konuda soğuk savaş sürecine uygun bir saflaşma belirginleşmiştir.
Tabii ki sıralamanın değiştiği, müttefik ülkeler vb bir dizi farklı ve yeni saflaşmaların yaşandığı kaotik bir ortamdan söz etmekteyiz.
Rusya yakın zamanda yine benzer bir politik-askeri yaklaşımla örneğin, Osetya, Abhazya, son olarak Kırım’da “etki alanındaki ülkelerin iç işlerine (askeri müdahale dahil) müdahale etme hakkına sahiptir”, formülasyonuna uygun tutum aldı. Burda temel motivasyon olarak Rus azınlıklar, enerji şantajı, nükleer ve konvansiyonel silahlar, “istikrasızlaştırma”, askeri operasyon tehdidi dahil bir dizi “hibrid” yöntemi devreye soktu.
Bunlardan enerji şantajına en fazla ABD ve AB’nin çevirdikleri entrikalarla başlayan Ukrayna krizinde başvuruldu. Bu trajik gelişmeler, karşılıklı komplolar, Ukrayna’yı sandviçe çevirdi ve bilindiği üzere, Kırım’ın Rusya’ya ilhakı ve Doğu Ukrayna’nın bir nevi Rusya toprağına dönüşmesine yol açtı, dolayısıyla başarılı oldu.
Bu gelişmeler ışığında Rusya AB ile özel enerji anlaşmaları ve enerji nakil hatları geliştirmede ABD’nin farklı güzergah girişimlerine rağmen, daha rahat davrandı. Rusya, Ukrayna ve Baltık ülkelerini adım adım dönüştürme stratejisi uygulayarak enerji bağlantılarını korumak isterken, Baltık ülkeleri üzerindeki artan NATO baskısı açıklığa kavuşmaktadır.
Sonuçta AB görünür bir gelecekte enerji bakımından Rusya’ya bağımlı kalacağı anlaşmalara imza atmıştır.
Putin’in 2000 yılında belirlediği Rusya askeri varlığı ve donanımının ABD ile eşitlenmesine dair 2020 hedefleri ve şimdiki değerlendirmeler, bu amaçlara genel hatlarıyla ulaşıldığını kanıtladı. Rusya bu anlamda son beş yılda özellikle devasa yatırımlara imza attı. Örneğin, birden fazla nükleer başlık taşıyan (yedi adet) denizaltı yapımları, deniz aşırı hegemonya savaşına yeni ve ayrı bir boyut katacak niteliktedir.
Hava savunmasındaki yeni nesil Sukhoi T50 ve uçaksavar füzeleri S-500, yeni kıtalararası balistik füze üretimlerinin devreye girmeleri Rusya’nı ABD ile hegemonya savaşında başbabaş mücadele etmesini sağlamıştır. Bunların denendikleri ilk yerler, daha çok konvansiyonel silahlar olmak üzere Ukrayna ve asıl olarak tüm silah kapasitelerinin görücüye çıkarıldıkları Suriye olmuştur.
Kısacası Rusya ve Putin başta ABD olmak üzere AB ve diğerlerinin “demonize” etme çabalarına, hatta bunların SSCB –Stalin karşıtlığı üzerinden okul kitaplarına girmesine rağmen, Suriye müdahalesiyle bir anda bunları etkisizleştirmeyi başardı.
Daha önce Çeçen savaşı nedeniyle son derece bozuk olan sicilini, iç politikadaki baskıcı profilini Kırım’ın ilhakı konusunda yaşanan tartışma ve suçlamalara rağmen, stratejik Suriye hamlesiyle değiştirdi.
Rusya’nın kazandığı yeni politik-askeri ağırlıkta Çin’le yanaşık düzen ve birbirlerini gözeten politikalar ürettikleri stratejik bir çizgide buluşmaları önemli rol oynamaktadır.
Ahmet Akif Mücek 2018-02-05
0 notes