#zarfın
Explore tagged Tumblr posts
Text
Yorulursan bana yaslan, ağlayacaksan omzumda ağla, güleceksen yüzüme gül, gel, gel bul beni. Beraber yazalım sevginin kurallarını, beraber gülüp beraber ağlayalım, çocuklar gibi olalım gel, gel bul beni. Mektuplar yazalım birbirimize eskiler gibi. Zarfın içine mektubu ve kalplerimizi koyalım gel, gel bul beni. Yasaklı hırçın ve kanunsuz aşklar yaşayalım gel. Gel bulalım birbirimizi.
98 notes
·
View notes
Text
Bir avuç ''Ekmek" verdim bugün postacıya,
Kuşlara götür dedim..
Bir avuç ''Selâm" verdim bugün postacıya,
Dostlarıma götür dedim.
Bir avuç ''Barış'' verdim bugün postacıya,
Dünyaya götür dedim.
Bir zarfın içine,
Bir avuç dua, 🤲
Bir kucak şükür, ☝️
Bir avuç da Kırmızı Gül koydum...
🫴🌹
Kime götüreceğini söylemedim...
Postacı sorunca,
Her yere serp dedim;
HER YERE! .....HER YERE!
Ama önce "Can Dostlarımın" yollarına "SER"...!🫶🌹
Günaydın🌞 Sabah Şerifleriniz Hayırlı Eviniz Neşeli Sağlığınız Daim Olsun İnşALLAH..🤲
53 notes
·
View notes
Text
🌍𝙀𝙎-𝙎𝙀𝙇𝘼𝙈🌏 EY BENİM KUTLU VATANIM _______𝙂𝙐̈𝙉𝘼𝙔𝘿𝙄𝙉________
🗣️Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı
𝙔𝙖𝙝𝙮𝙖 𝙆𝙚𝙢𝙖𝙡’in.
🔹Şöyle yazıyordu: ~"Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci Garında gece saat 10.00’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim."
•••✍️Celile muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece Paris’e giderken Sirkeci Garı’nda vermişti Yahya Kemal’e göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği.
⚓ SESSİZ GEMİ⚓ Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan Hiç yolcusu yokmuş gibi sessiz alıyor Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Bir çok giden memnun ki yerinden Çok seneler geçti, çok seneler geçti Dönen yok seferinden. Bîçare gönüller ne giden son gemidir bu Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. 🛳 Yahya Kemal BEYATLI
🌹💙🍀🌹💙🍀🌹💙🍀🌹 AŞKLA, GÜVENLE, DUAYLA.. 🌹💙🍀🌹💙🍀🌹💙🍀🌹
36 notes
·
View notes
Text
Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı Yahya Kemal’in...
Şöyle yazıyordu:
“Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir...
Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim...”
Celile muhtemelen bu aşkın devam, etmeyeceğini anladığı gece Paris’e giderken,
Sirkeci Garı’nda vermişti
Yahya Kemal’e göğsünde duran,
o iki yapraklı çiçeği...
SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessiz alıyor..
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol
Bir çok giden memnun ki yerinden,
Çok seneler geçti, çok seneler geçti,
Dönen yok seferinden..
Bi çare gönüller ne giden son gemidir bu,
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu,
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler,
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler...
Yahya Kemal BEYATLI
27 notes
·
View notes
Text
Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?
Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…
Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları “Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.
Ben altı yaşında büyüdüm.
Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.
Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.
Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.
Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.
Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.
Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.
Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.
Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…
Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.
Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.
“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”
“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”
“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?
Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…
O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?
Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.
On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.
Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…
Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.
Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.
Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”
Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.
Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.
Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.
Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.
Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.
Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.
Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.
Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”
Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.
Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu djestekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum...
Gün Semray
35 notes
·
View notes
Text
“evlendim, hanımı anne babaya bıraktım ve gittim. üç yıl okudum. mektupla haberleşirdik, başka imkan yok zaten. yazdığın mektubun cevabı da iyi şartlarda bir ayda gelir. bir ay sonra mektubun cevabı gelir ve sen satır satır ezberlersin, onun da sebepleri vardır yani.. doğrudan hanıma mektup yazamazsın ayıp diye bir şey var. babaya mektup yazarsın, o zarfın içindeki küçük mektup hanıma gönderilmiştir. o mektup kayınvalidenin amme cüzü arasında bir hafta filan gezer, sonra merhameten geline uzatılır. gelin cesaretini toplayacak da bunu okuyacak, bir cevap yazacak, sonra kendine gelecek, babayla görüşebilecek, babaya verecek, o postaneye götürecek, unutmazsa. postane on günde İstanbul'a getirecek. yüzlerce hukuk talebesi var, onlara gelen mektup binlerce. arasında bir hafta eşeleyip bulacaksın mektubu da, ohoo.. bir ay sonra mektup gelince sevinir ve ezberlersin.
mesajın cevabı üç dakika gecikti diye küsen gençlere duyurulur.”
| Hayati İnanç
16 notes
·
View notes
Text
ANKARA TACETTİN DERGAHI'NDAKİ TARİHİ SIR NEDİR?
Ankara’da Tacettin Mahallesi’ndeki ev 30 Ekim 1949’da müzeye çevrildi.
Peki bu evi değerli kılan neydi?
Bu kiralık evde Eşref, Mehmet ve Hasan adında üç kişi yaşıyordu.
Üçünün ortak noktası milletvekili oluşlarıydı. 1921 senesinin Mayıs ayında bu eve bir mektup ulaştı.. Mustafa adında bir zata geliyordu.
Mustafa kim miydi?
Mustafa, bu evde yaşayan o üç milletvekiliyle yakınlık kurmuş bir Hintliydi. Mustafa’nın kesin bir adresi olmadığı için bu adresi “mektuplaşmak için” kullanıyordu. Kendisine gönderilen mektuplar bu eve ulaşıyor, Mustafa da mektuplarını buradan alıyordu. Ve yine bir gün bir mektup ulaştı.
Evdeki mebuslardan adı Mehmet olan, yarı açık vaziyetteki mektubu alıp içine baktı. Zarfın içinde boş sayfalar vardı. “İnsan neden birine boş sayfalar gönderir ki!” diye düşündü.. Şüphelendi. Mektup özel bir yöntemle yazılmış, gizli bilgiler içeriyordu. Hemen bir kimyager bulundu. Avni Refik (Bekman) özel bir solüsyonla ile mektupta yazılanları gün ışığına çıkardı! Mustafa gözaltına alındı.
Ve her şeyi itiraf etti.. Bu Hintli Mustafa bir İngiliz ajanıydı.
Şubat 1919’da Afgan Emiri Habibullah’ı öldürmüş, ardından Mustafa Kemal Paşa’ya suikast düzenlemek için Ankara’ya gitmişti. Ankara’da herkesle dost gibi görünüyor, casus olarak bilgi topluyor, Atatürk’ü öldürmek için fırsat kolluyor ve...mektuplarıyla İngilizlere gelişmeleri bildiriyordu. Evet, amacı İngilizlerin isteğiyle Atatürk’ü ortadan kaldırmaktı. İşte o görünmez mürekkeple yazılan mektupta da Atatürk’ü öldürmesi için başarılar dileniyordu.
Neticede suçunu itiraf etti ve 24 Mayıs 1921’de idam edildi..
Evin duvarları birçok hadiseye tanıklık etmiştir. Atatürk’e suikastı bu evde yaşayan Mehmet adındaki kişi ortaya çıkarmıştı.
O mektuptan şüphelenmese belki Mustafa Kemal Paşa, Hintli Mustafa haini tarafından öldürülecekti.. Bu evi değerli kılan başka bir özellik daha vardı, ne mi? İstiklal Marşı işte bu gecekondu evde yazılmıştı.
Mustafa Sagir’in yakalanmasını sağlayarak Atatürk’e suikastı önleyen kişi bu evde yaşamış olan
Burdur Mebusu Mehmet yani
Mehmet Akif Ersoy’dan başkası değildi..Bilgisizlik ve cehalet karanlığının hüküm sürerek, her gün daha da arttığı günümüzde, aydınlık yarınlar için
bu bilgileri Türk gençlerimizden
lütfen esirgemeyin.
Prof. Dr. Kenan Aydın
Not;
Bahsigeçen milletvekilleri
Burdur Milletvekili M.Akif Ersoy
Balikesir Milletvekili Hasan Basri Çantay
Adana Milletvekili Dr.Eşref Akman
19 notes
·
View notes
Text
Sessiz Gemi bilinenin aksine ölümü değil bir ayrılığı anlatır. Yahya Kemal, Nazım Hikmet'e ders vermeye gittiği sıralarda annesi Celile Hanım'a aşık olur. Nazım Hikmet bu durumdan rahatsız olur ve Yahya Kemal'e bir not bırakır. Notta aşağıdaki cümle yazılıdır:
"Muallimim olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremeyeceksiniz."
Bu olaydan sonra ikilinin ilişkisi imkansız bir hâl alır. Sonunda Celile Hanım önce Heybeliada ardından Paris'te yaşar. Celile Hanım Paris'e gitmeden önce Yahya Kemalle Sirkeci Garı'nda görüşür ona çiçek verir, ardından Paris'e gider. Yahya Kemal öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıkar. Ve içinde böyle yazıyordur:
"Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930'da Sirkeci Garı'nda gece saat 10'da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir... Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim..."
Velhasıl Sessiz Gemi Yahya Kemal'in hayatındaki en büyük aşkı olan Celile'sinin uzaklaşışı esnasında yaşadığı çaresizliği anlatır.
...
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler,
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden.
8 notes
·
View notes
Text
(Büyük, büyük aşklarla evlenen, bir dönem sonra aynı evde birbirine yabancı hayatlar sürenlere gelsin diye minik bir not ile paylaşmış olayım)
HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ ; GÂM ZEDEYİM DEVA BULMAM...🎻
Yakın geçmişe değin her müzik eserinin bir hikayesi vardı, "Gamzede’yim Deva Bulmam" da bu eserlerden bir tanesidir.
(Gâm zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.)
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi’nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevdiği varmış.Aile o tarihlerde Erivan’a göç ettiğinden evlenememişler. Aradan uzun seneler geçmiş Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hiç evlenmemiş ve bir gün İstanbul’a dönmüş.
Bunu öğrenen Tatyos Efendi sözlerini de yazarak bir eser bestelemiş...
Kısa zaman sonra Beyoğlu’nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış uşşak makamındaki şarkıyı ilk defa söylemiş...
Gâm zede’yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep çektiren,
İnlerim hiç reha bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta'kât yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kadri,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin çok kıymetin yok,
Git talihine küs bari...
Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur...
Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar...
Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor. Eseri besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor naaşı kilisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim’in yanına üzerinde
"Tatyos ile birlikte defnedilecektir..."
yazılı bir zarf bırakıyor...
Yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;
Gamzede'sin devân benim
Garip kuşsun yuvan benim Çektiğimiz yeter gayri
Kaderimsin inan benim.
Ta'kât yetişmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim şu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim, İste;
canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos
Çok durmam ben de gelirim...
6 notes
·
View notes
Text
Yorgun ruhunu bi zarfın içine koymaya mektup deniyo unutma...
25 notes
·
View notes
Text
Seçim için önemli bir hatırlatma yapmaya geldim.
Oy pusulalarında ve zarfın üzerinde, arkasında çizik, ufak yırtık vs. olup olmadığını oy kabinine girmeden önce kontrol etmelisiniz. Oy kabininde fark edilip değiştirilmek istenmesi asla kabul edilmez, sayılı olduğu gerekçesi ile sizin sorumlulugunuzda olduğu kabul edilir. Eğer aldığınız anda kontrol edip fark ederseniz değiştirebilirsiniz. Geçersiz olması için arkasına, kenarına ufak çizik atan sandık görevlileri olabiliyor.
44 notes
·
View notes
Text
Bir avuç ''Ekmek" verdim bugün postacıya,
Kuşlara götür dedim..
Bir avuç ''Selâm" verdim bugün postacıya.
Dostlarıma götür dedim.
Bir avuç ''Barış'' verdim bugün postacıya.
Dünyaya götür dedim.
Bir zarfın içine,
Bir avuç dua, 🤲
Bir kucak şükür, ☝️
Bir avuç da Kırmızı Gül koydum...🌹🫴🌹
Kime götüreceğini söylemedim...
Postacı sorunca,
Her yere serp dedim;
HER YERE! .....HER YERE!
Ama önce "beni sevenlerin" yollarına "SER"...!🫵🫶🌹
Günaydın. 🌞
Sabah Şerifleriniz Hayırlı Eviniz Neşeli, Sağlığınız Daim olsun inşallah.☝️🤲
(Evde olmayacağım yorumsun lütfen 😊)
43 notes
·
View notes
Text
aferin güzel kızım, gömdüğüm çiçekleri buldun.
mezatın kırk yıllık bekçisini vurdun.
artık şişmanlarım,
göz kapaklarını düşürme dibime
yorgunum.
söğütten aradım seni geçen,
sesinden tanıdım, bilet almışsın.
heybene bir ekmek koydum.
bir de çeşmeden su.
inceldiği yerden kopsun.
içimde ince bir neşet,
parçalı bir telaş,
sana daha mektup yazmam,
zarfın içi kan.
yaşam dediğim bir boğum.
içimde ince bir düğüm.
neresinden tutsam,
yine ben tutmuş olacağım.
aferin güzel kızım gömdüğüm çiçekleri buldun.
şimdi adadan bir fayton geçecek,
bir de kırılgan bir şarapçı.
canlının birine taşıdığı yük ağır gelecek.
diğeri yine içecek.
saatin biri duracak,
gemi dediğin demir atacak,
kalp bazen duracak
bazen atacak.
ben de artık sürdürülebilir değilim.
aferin güzel kızım gömdüğüm çiçekleri buldun.
sırtıma üflediğin şey, bir doğum.
aslında sırtıma üflediğinde iyi oldu.
pasajda yeni vesikalık çektirdim
son tıraşım baya iyi oldu.
beni artık ne annem anlar ne sen
içimde ince bir ölüm
saatin biri duracak,
gemi dediğin demir atacak.
bahçenden elma kopardım
helal et
mahallenin ortasında
üryanım
sende kaldı bir yanım
o yanıma bir daha dönersem
kahrolayım.
aferin güzel kızım gömdüğüm çiçekleri buldun.
mezatın kırk yıllık bekçisini vurdun.
6 notes
·
View notes
Text
"O mektubu elime aldığımda, daha önce hissetmediğim o duyguları hissetmiştim. Parmaklarım, beyaz ve biraz kirli olan o zarfın etrafında dolaştığında aynı zamanda, o zarfı açmamam için direniyordu. Titreyen ellerim, zarfı tutmakta zorlanınca, onu bir kenara bıraktım. Ama orda geçmişimin sırlarını bıraktığımın farkında değildim."
11 notes
·
View notes
Text
Annem, evi, babamı ve bizi terk ettiğinde ben altı yaşında, abim sekiz yaşındaydı. Annemin babamı terk etmesini o yaşta bile anlamıştım da, bizi terk etmesini anlamamıştım. Anne çocuklarını terk eder miydi?
Babam, annemi döverdi. Babam beni, abimi döverdi. Ben o yaşlarda babalar döver diye biliyordum. Babalar döver…
Anneler olmayınca, evlerin yalnız dört duvardan ibaret olacağını da, annem gidince öğrenmiştim. Sabahları “Elinizi, yüzünüzü yıkayın, kahvaltı hazır” diyen olmadığı gibi, günlerce aç kalsan, “Aç mısın?” diye soranında olmadığını öğrendim.Öğrendiklerim içinde canımı en çok yakan şey ise, anne kokusu olmayınca, çocuklar kaç yaşında olursa olsun, büyüdüğüydü.
Ben altı yaşında büyüdüm.
Annem evi terk ettiğinden sanırım on gün sonra evimize polisler geldi. Söylediklerine göre, annem intihar etmiş. Elinde sıkı sıkı tuttuğu bir zarf varmış.
Zarfın üzerinde, kızım ve oğluma verilsin, yazıyormuş.
Ben o zamanlar okumayı bilmiyorum, nasıl okuyacağım? Abim okudu, mektubu dinlerken, ağladım. Abim de ağladı. Biliyor musunuz, ben en son o gün ağlamıştım ve şimdi bunları yazarken. Elimde o mektup, yeni bir mektup yazmama gerek yok. Annemin yazdıkları ile benim hayatım arasında fark yok. O genç yaşta intihar etmekten başka çare bırakılmayan kadın, ben yaşarken ölüme mahkûm kadın.
Annem, bizi terk edince, baba evine gitmiş. Babası sinirlenmiş. Kadın dediğin evinde otururmuş. Kadın dediğin, ağzı dolu kan olsa, kızılcık şerbeti içtim, demeliymiş. Ona o evde yer yokmuş. Annem dedeme yalvarmış. “Bir ay kadar kalayım, sonra bir çare bulurum, çocuklarımı yanıma alır, yeni bir hayata başlarım” demiş.
Vay! Vay! Vay! Kadın tek başına yaşayacakmış. Dedemin namusunu beş paralık edecekmiş, kahveye bile gidemez edecekmiş, ölsün daha iyiymiş.
Annem o akşam, çamaşır ipini hiç düşünmeden boynuna geçirmiş. Bunları yıllar sonra anneannem ölüm döşeğinde, ben on dokuz yaşında iken anlattı. Babam, annemin ölüm haberini alınca, hiç üzülmedi. Bizi yetiştirme yurduna vereceğini söyledi. Abim sekiz yaşındaydı ama her şeyi biliyordu. Biz artık orada yaşayacakmışız. Orası bizim evimiz olacakmış. Birbirimizden ayrılabilirmişiz, Kardeşler birbirini unutuyormuş. Biz unutmazmışız ama çok yıllar sonra birbirimizi tanımayabilirmişiz, onun için ikimizde annemin mektubunu saklamalıymışız.
Saklarız da tek mektup var, nasıl ikimizde saklayacağız, diye sormama gerek kalmadan, abim makasla mektubu boyundan tam ortadan kesti. Cümlelerin baş tarafı olan kısmını bana verdi. Cümlelerin baş kısmı bende olunca, ben okumayı öğrenince devamını tahmin edermişim. O zaten ezberlemiş.
Halam bizim yurda gönderileceğimizi öğrenince, bize geldi. Babama “Kız çocuğu yurda verilmez. ”Ben alayım hayatı” dedi. Kız çocuğunun yurda neden verilmeyeceğini de, halamla yaşamaya başladığımda anladım. Kız çocuğu demek, evde iş yaptırılacak bedava hizmetçi demekti. Halam, bir gün olsun ismimi söylemedi. İsmim, Uyuşuk olmuştu. Uyuşuk su getir… Uyuşuk şu tabakları yıka… Uyuşuk şu çoraplarımı bir güzel sabunla…
Abim ayda bir kez halama beni ziyarete geliyordu. Yurtta rahat olduğunu söylüyordu. Bende rahat olduğumu söylüyordum. Abim üzülsün istemiyordum. Acaba abim de, ben üzülmeyeyim diye mi, rahatım diyordu? Bunu sormaya hiç cesaret edemedim.
Okula başlamıştım. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim. Nasıl öğrenmeyeyim, annemin mektubunu okuyacaktım. Mektupta, “Hayat güzel kızım, ben seni…” yazan cümlenin bu kısmından kesilmişti. Ben her gece yatağımda, o cümleyi farklı tamamlıyordum.
“Hayat kızım ben seni ÇOK SEVİYORUM.”
“Hayat kızım ben seni ÇOK ÖZLEDİM.”
“Hayat kızım ben seni BEKLİYORUM.” Cümleye eklediğim sözcüğe göre hayal kuruyordum. Hayallerimde hep mutluydum. İnsan mutsuz hayal kurar mı?
Ortaokulu bitirdiğimde, halam artık okula gitmeyeceğimi söyledi. Oysa ben okumak istiyordum. Okuyup, ayaklarımın üzerinde durabilmek ve abimle bir evde yaşamak…
O yaz mahalle bakkalı üç çocuklu Hasan Amca’nın karısı kanserden öldü. Çok üzüldüm. Üç çocuk ne yapacaktı, annelerinin kokusunu ne çok özleyeceklerdi. Anneler neden ölüyordu? O üç çocukta benim gibi isimlerini unutacak, uyuşuk mu olacaklardı?
Ben Hasan amcanın çocuklarına üzülürken, meğerse Hasan amcanın sözlüsü olmuşum. Sekiz bileziğe, üç bin liraya satılmışım. Yaşım resmi nikâh için küçük olduğundan, kırk gün sonra, imam nikâhı ile Hasan Amcanın karısı oldum.
On beş yaşındaydım. Hasan amcanın karısıydım. İki, beş, altı yaşında üç çocuğum vardı. Birde bir çocuğum olmasını öğütleyen halam… Benimde bir çocuğum olmalıymış ki, yerim sağlam olsun. Hasan amca başka kadınlara gitmesin.
Hasan amcadan ilk tokadı, Hasan amca dediğim için yedim. Bir kadın kocasına, “amca” der miymiş… Ben altı yaşında annem gittiğinde susmayı öğrenmiştim. Hiç der miydim, İnsan on beş yaşında bir kıza karım der mi, diye…
Hasan amca bana tokat attığında, üç çocuk babasının ayaklarına sarıldı. “Hayat ablamı dövme, o bizimle oyun oynuyor. Masal anlatıyor” diye yalvardılar. Ben, o çocukların ablasıydım. Masal diye anlattıklarım ise hayallerimdi.
Hasan amca evden gidince, aynanın karşısına geçtim. Hasan demeyi öğrenecektim. Her Hasan, deyişimde aynada, Hasan amcanın, tepeden saçları dökülmüş başı, burnunun üzerine düşmüş gözlüğü, göbeğiyle görüntüsü belirliyordu. Ben her Hasan dediğimde suç işlemiş gibi utanıyordum. Hasan amcaya, Hasan diyemiyordum.
Aynanın karşısında deneme yaparken, Hasan amcanın altı yaşındaki oğlu yanıma geldi. “Hayat abla” dedi “Annem, babama bey derdi. Sende bey de.”
Bey, evet, evet bey iyiydi. Eğilip kara gözlü, hayallerimi masal diye dinleyen, Sami’yi öptüm. Beş yaşındaki Elif’i, iki yaşındaki Zehra’yı da çağırıp, onlara masal anlatmaya başladım. O gün masalıma; Tatlımı tatlı, güzel mi güzel altı yaşında, ismi Masal olan bir kız çocuğu varmış. Masal annesini kaybetmiş. Her yerde annesini aramış, bulamayınca hayaller ülkesine gitmiş. Masal, hayaller ülkesinde o kadar mutluymuş ki, bir daha gerçek dünyaya gelmemiş, diye başladım.
Masal, masalımda hep mutluydu. Hep gülümsüyordu. Her gün çocuklara Masal’ın masalını anlatıyordum. Çok mutluyduk.
Hasan amcada iyiydi. Artık, Bey diyordum. Zaman zaman öfkeleniyordu ama ben onun neden öfkelendiğini anlıyordum. O sekiz bilezik ile üç bin liraya bir masal abla satın almıştı. Oysa o, bir kadın almak istemişti.
Abim ziyaretime geliyordu. Her geldiğinde, annemin mektubunun yarısını vermek istediğini söylüyordu. Kabul etmiyordum. Mektubun diğer yarısını okursam, Masal hayal ülkesinden, acımasız dünyaya dönecek, mutsuz olacak gibime geliyordu. Benim tüm hayalim, mektubun diğer yarısı üzerine kurulmuştu.
Kırk yaşına geldiğimde, masalımı dinleyen çocuklarım büyümüştü. Sami doktor olmuş, tayini bir başka şehre çıkmıştı. Ne zaman mutsuz olsa, beni telefonla arayıp, “Hayat abla” diyordu “Bana masal anlat” Ben hemen Masal’ın hayaller ülkesindeki serüvenlerini anlatmaya başlıyordum.
Elif öğretmen olmuş, evlenmişti. Bir kız torunum olmuştu. İsmini Hayat koymayı çok istemişlerdi. İzin vermedim. Elif, “O zaman torunun ismi Masal, olacak” dedi. Torunumun ismi, Masal.
Zehra’m benim küçük kızım, veteriner olmuştu. “Hayat abla, hangi hayvan huzursuzluk yapsa, masal anlatıyorum, sakinleşiyor” diyordu. Zehra da evlenmişti. Bir erkek torunum olmuştu. Torunuma masallarımda ki, Masal’ın arkadaşının ismini koymuştu. Kahraman.
Kırk beş yaşımda iken, Hasan Amca yani Bey’im öldüğünde çok üzüldüm. Son sözü, “Hakkını helal et” olmuştu. “Hakkını helal et”
Tüm içtenliğimle hakkımı helal ettim. O iyi bir insandı.
Hakkımı, on beş yaşında kız çocuklarının evlenmesinde bir beis görmeyen zihniyete ve bu zihniyeti destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı her gün şiddete maruz kaldığını bildikleri kızlarının boşanmasını namussuzluk sayan, kör zihniyete ve bunu destekleyenlere helal etmiyorum.
Hakkımı yaralı bir kuş gibi, çaresizce umutlarına düşmüş çocuklara merhametsiz davranan yüreklere helal etmiyorum...🙏
Gün Semray
6 notes
·
View notes