Tumgik
#yunan kanun
gundemarsivi · 7 months
Text
Tumblr media
Öğretmenler günü, Kadınlara yapılan şiddete karşı uluslararası mücadele günü, Komşumuz Yunanistan, Arjantin ve Hollanda seçimleri İklim krizi ve aşırı hava olayları…
✍🏻 Orhan Ayber
https://www.gundemarsivi.com/ogretmenler-gunu-kadinlara-yapilan-siddete-karsi-uluslararasi-mucadele-gunu-komsumuz-yunanistan-arjantin-ve-hollanda-secimleri-iklim-krizi-ve-asiri-hava-olaylari/
Öğretmenler günü
İlkokulu Manisa Murat Germen ilkokulunda ortaokul ve liseyi Manisa Lisesinde tamamladım. Bende emeği geçen tüm öğretmenlerim bugün hayatta değiller. Hepsini rahmetle ve saygı ile anıyorum…
Bu günün anısına büyük önderimiz Mustafa Kemal’in şu sözleri çok önemli “Cumhuriyet, fikren, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seviyeli muhafızlar ister. Bu arzuladığımız yeni nesilleri sizler yetiştireceksiniz.”
1923’te Ata’mıza soruyorlar, vekillerin maaşlarını düzenliyoruz ne öneriyorsunuz?
Atamızın verdiği yanıt, “Öğretmen maaşlarını geçmesin.”
Büyük önderimiz Mustafa Kemal’in bu sözlerini günümüz Milli Eğitim Bakanı’na ithaf etmek istiyorum.
24 Kasım aynı zamanda, Büyük Önderimiz Mustafa Kemal’e, Büyük Millet Meclisimizde çıkarılan bir kanun ile ATATÜRK soyadı verilmiştir.
Kadınlara yapılan şiddete karşı uluslararası mücadele günü
25 Kasım, “Kadınlara yapılan şiddete karşı uluslararası mücadele günü” olarak kabul edilmiştir. Bu karar BM genel kurulu tarafından 1999 yılında alınmıştır.
Komşumuz Yunanistan
Yaklaşık 100 yıl önce İngiliz emperyalizmi emriyle Yunan ordusu Anadolu’muza geldi. Karşılarında Mustafa Kemal’in önderliğindeki TÜRK ORDUSUNU buldu!!!
Ordumuz tarafından çok ağır bir bozguna uğratıldılar. 9 Eylül günü ülkemizden kaçtılar…
Şimdi aynı Yunanistan bu kez ABD Emperyalizminin güdümüne girdi ve Karadeniz’de hem Türkiye’ye hem Rusya’ya meydan okuyor.
Rusya, Yunanistan’nın Moskova’da bulunan konsolosluğunu iptal etti. (1 Kasım itibarı ile)
Yunanistan’daki turistlerini geri çekti. Türkiye ile ilişkileri düzgün. Turizm cenneti olan ülkemize gelecekler, özellikle Antalya’ya…
Çok daha önemlisi Rus gazını üçüncü ülkelere taşıyan gün itibarı ile dünyanın en büyük deniz filosuna sahip olan Yunanistan. Rusya’dan veto yerse Türkiye için yeni bir şans doğabilir.
Bu komşu ülke tarihi boyunca hep emperyalist güçlerin boyunduruğundan kurtulamamıştır.
Keşke komşusu Türkiye’den ve onun büyük önderi Atatürk’ten esinlenebilseydi! Tam bağımsız bir ülke olabilmenin ancak emperyalizmi yok ederek mümkün olduğunu öğrenebilseydi…
Nasıl İngilizler onları Anadolu’ya sürdükten sonra desteklerini çektiyse yakında ABD de onu sırtından atacaktır.
Arjantin ve Hollanda seçimleri
Arjantin şu anda ekonomik olarak dünyanın en fazla krizde olan ülkesi. ABD emperyalizmi Brezilya’yı sosyalistlere kaptırınca bir diğer güney Amerika ülkesi olan Arjantin de bir ruh hastasını iktidara getirdi; aşırı sağcı olan ve “El Loco” yani deli olarak anılan bir adam!
İşte vaatleri:
Arjantin Merkez Bankasını kapatmak
Eğitim ve Çevre Bakanlıklarını kapatmak.
Ve milli paraları Pezo yerine ABD doları kullanmak.
Bu delinin iktidarı ne kadar sürer derseniz;
Bence ülkenin geçmişinde çok önemli görevler üslenmiş Peroncular en geç bir yıl içinde ABD’ye rağmen karşı bir darbe yapabilirler ve belki bir iç savaş olabilir.
Hollanda’ya gelirsek burada ise aşırı ırkçı lider Geert Wilders seçimleri önde tamamladı.
Türk ve Müslüman göçmenlere karşı sözde (Özgürlük Partisi) özellikle Türklerin yoğun yaşadığı bu ülkedeki gelişmeleri yakından takip ederken tüm dünyada aşırı sağa kayan ülkelerin durumlarını araştırmak gerekiyor.
İklim krizi ve aşırı hava olayları
İklim krizi ve aşırı hava olayları ülkemizde pek çok yurttaşımızın hayatına mal oldu; gün itibarı ile dokuz yurttaşımız seller nedeni ile hayatını kaybederken bir gemimizdeki kayıp on denizcimiz için zaman tükeniyor. Dilerim bir şekilde kurtulmuşlardır. Maddi zararlar ise on milyonlarca liradır.
Bu arada yazılarına saygı duyduğum iklim bilimci Doğan Yaşar, İzmir Kordonu için her yıl 1 santimetre çöküyor, ayrıca denizde (tüm dünyada) 3 milim yükseliyor, önemli tedbirler alınmasını öneriyor.
İklim krizi ile ilgili tüm dostlarımızın 23 Kasım günü Cumhuriyet yazarı Sayın Engin Yıldızoğlu’nun yazısına ulaşmalarını öneriyorum.
Dubai de COP 28 iklim zirvesi var genellikle iç politika çıkmazındaki ülkemizde gerek iktidar ki başta İklim Bakanı olmak üzere ve de muhalefet partilerinin ilgisi olmayacağını tahmin ediyorum, isterim ki yanılırım ve katılırlar…
Tüm konuşmaları ve çözüm önerilerini takip ederek siz takipçilerime ulaştırmaya gayret edeceğim.
Orhan Ayber
0 notes
tferyal · 8 months
Text
Tumblr media
GÖZÜNÜZÜ FEDA EDER MİYDİNİZ?
Zaleucus, MÖ. 7. yüzyılda yaşamış Yunan uygarlığının ilk yazılı kanunlarını kaleme alan yasa koyucudur. Son derece önemli bir figür olmasına rağmen Zaleucus hakkında çok az bilgiye sahibiz.
Adalet Tanrıçası Athena tarafından kendisine verilen yasaları Zaleucus’un Locrian Kodeksi ismi ile yazılı hale getirdiği rivayet edilir.
‘Parlayan’ adı ile ölümsüzleşen ismi ile Işığın Kaynağı kanun koruyucu Zaleucus’un yasalarının önemi ise kendi oğluna dâhi ayrıcalık tanımamasıdır.
Adalet terazisinde her birey eşittir,
Kim olduğuna bakılmadan uygulanacak ceza keyfi uygulamalardan uzaktır.
Yasaların külliyatı günümüze ulaşmasa da Cicero, Polybius, Stobaeus gibi yazarların alıntıların sayesinde bazı bölümlerine ulaşılabilir.
Bu anlatılardan birinde Zaleucus’un oğlu hırsızlık suçu ile itham edilir.
Zaleucus oğlunun duruşmasına izleyici olarak katılır. İtham edilen suçun karşılığı ise suçlunun iki gözünü feda etmesidir. Mahkeme kararını verir; oğul iki gözünü kaybedecektir.
Zaleucus kararı duyar duymaz oturduğu kürsüden kalkıp söz ister:
'Sayın Hakimler! Suçlanacak tek kişi oğlum değildir. Oğlumun suç işlemesinin sebebi bir baba olarak benim kabahatim. Bu yüzden sizden ricam oğlumu yarı yarıya affedip yalnızca bir gözünün çıkarılmasıdır. Diğer gözünü alacaksınız ama o gözün sahibi ben olacağım.
Çünkü babası olarak O'nu daha iyi yetiştirmeliydim. Bu biçimde yasa yerine getirilmiş olacak. Yasada belirtilen iki gözünde kör edilmesi ise iki gözü vereceğiz' der.
1564 yılında heykeltraş Jean Goujon tarafından tasvir edilen eser; günümüzde Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir.
mitolojikkadın
1 note · View note
kadimdenuyanisa · 2 years
Text
PLATO'NUN ATLANTİS TARİHİ -1
Tumblr media
PLATON, Atlantis'in tarihini bizim için korumuştur. Eğer görüşlerimiz doğruysa, antik çağlardan bize ulaşan en değerli kayıtlardan biridir.
Platon, İsa'nın doğumundan 400 yıl önce yaşadı. Atası Solon, Hıristiyanlık döneminden 600 yıl önce Atina'nın büyük kanun koyucusuydu. Solon Mısır'ı ziyaret etti. Plutarkhos, "Solon, Sais'in bilge adamlarından öğrendiği ve özellikle Atinalıları ilgilendiren Atlantik Adası'nın geniş bir tasvirini ya da daha doğrusu masalsı bir tasvirini mısralarda denedi; ama yaşı nedeniyle, boş zamanlarını (Platon'un dediği gibi), işin kendisine çok fazla geleceğinden endişeliydi ve bu yüzden devam etmedi.Şu ayetler ticaretin engel olmadığının bir kanıtıdır:
"'Yaşım büyüdükçe öğrenmede büyüyorum.'
Ve yeniden:
"'Şarap, zeka ve güzellik hala çekiciliklerini bahşederler,
Hayatın tüm tonlarını aydınlatın ve yolumuza devam ederken bizi neşelendirin.'
"Atlantis Adası konusunu, Solon'la akrabalığı nedeniyle de üzerinde hak iddia edilen, boş, güzel bir tarlada hoş bir yer olarak yetiştirmek ve süslemek konusunda hırslı olan Platon, muhteşem avlular ve çitler yerleştirdi ve dikildi. başka hiçbir hikaye, masal ya da şiirin sahip olmadığı büyük bir giriş, ama geç başladığı için, hayatını çalışmadan önce sonlandırdı, böylece okuyucu yazılan bölümden daha çok memnun oldu, Bitmemiş bulması için daha fazla pişmanlık duyuyor."
Solon'un Mısır'ı ziyaret ettiğine şüphe yok. On yıllık bir süre için Atina'dan ayrılma nedenleri Plutarch tarafından tam olarak açıklanmaktadır.
"Canopian kıyısında, Nil'in derin ağzının yanında."
Mısırlı rahiplerin en bilgilileriyle felsefe ve tarih konularında sohbet edilebilir. Bize korunmuş olan yasaları ve sözlerinin de kanıtladığı gibi, olağanüstü bir güce ve akla nüfuz eden bir adamdı. Atlantis'in ölümünden sonra yarım kalan bir tarih ve tasvirin mısrayla başlatılacağı ifadesinde hiçbir olasılık yoktur; ve bu elyazmasının halefi ve soyundan gelen Platon'un ellerine ulaştığına inanmak için çok fazla hayal gücü gerektirmez; kendisi gibi bir bilgin, düşünür ve tarihçi ve kendisi gibi antik dünyanın en derin zihinlerinden biri. Mısırlı rahip Solon'a, "Senin eski bir tarihin yok ve hiçbir antik çağ tarihin yok" demişti; ve Solon, insanlık tarihini yalnızca Yunan uygarlığı döneminden binlerce yıl öncesine değil, hatta Mısır krallığının kuruluşundan bile binlerce yıl öncesine götüren bir kaydın büyük önemini kuşkusuz tam olarak anladı; ve yarı medeni yurttaşları için geçmişin bu paha biçilmez kaydını korumak için endişeliydi.
Atlantis hakkında bir kitaba başlamak için Platon tarafından korunan kaydı eksiksiz olarak vermekten daha iyi bir yol bilmiyoruz. Aşağıdaki gibidir:
"Öyleyse Sokrates, yedi bilgenin en bilgesi olan Solon'un açıkladığı gibi, kesinlikle doğru olan garip bir hikayeyi dinle. Büyük büyükbabam Dropidas'ın bir akrabası ve yakın arkadaşıydı, kendisinin de birkaç şiirinde dediği gibi; Dropidas, büyükbabam Critias'a, Atinalıların zaman içinde unutulmaya yüz tutmuş eski büyük ve harikulade eylemlerinin olduğunu ve insan ırkının yok edildiğini ve özellikle bir tanesinin, hepsinin en büyüğü, size olan minnettarlığımızın uygun bir ifadesi olacak olan resitali..."
Yaşlı bir adamdan duyduğum bir eski dünya hikayesi anlatacağım; çünkü Critias, söylendiği gibi, o zaman yaklaşık doksan yaşındaydı ve ben yaklaşık on yaşındaydım. Şimdi gün, gençliğin tescili olarak adlandırılan Apaturia'nın o günüydü; Geleneklere göre, ailelerimiz ezberden okumalar için ödüller verdi ve birkaç şairin şiirleri biz çocuklar tarafından okundu ve çoğumuz o zamanlar yeni olan Solon'un şiirlerini söyledik. Kabilemizden biri, ya bu onun gerçek görüşü olduğu için ya da Critias'ı memnun edeceğini düşündüğü için, kendi yargısına göre Solon'un yalnızca insanların en bilgesi değil, aynı zamanda şairlerin de en soylusu olduğunu söyledi. Yaşlı adam, çok iyi hatırlıyorum, buna neşelendi ve gülümseyerek şöyle dedi: "Evet, Amynander, keşke Solon, diğer şairler gibi, şiiri hayatının işi yapsaydı ve beraberinde getirdiği hikayeyi tamamlasaydı. Mısır'dan gelmemişti ve eve döndüğünde bu ülkede karıştığını fark ettiği hizipler ve sorunlar nedeniyle, başka meselelerle ilgilenmek zorunda kalmamış olsaydı, bence Homer ya da Hesiodos kadar ünlü olurdu ya da herhangi bir şair."
"Peki o şiir ne hakkındaydı, Critias?" dedi kendisine hitap eden kişi.
"Atinalıların şimdiye kadar yaptıkları en büyük eylem hakkında ve en ünlü olması gereken, ancak zamanın geçmesi ve oyuncuların yok edilmesi nedeniyle bize ulaşmadı."
"Söyle bize," dedi diğeri, "bütün hikayeyi ve Solon'un bu gerçek geleneği nasıl ve kimden duyduğunu."
Cevap verdi: "Nil nehrinin ayrıldığı Mısır Deltası'nın başında, Sais ilçesi olarak adlandırılan belirli bir bölge var ve bu bölgenin büyük kentine de Sais denir ve Amasis'in doğduğu şehirdir. Ve yurttaşların kurucuları olan bir tanrıları var: Mısır dilinde ona Neith denir, bu da onlar tarafından Helenlerin Athene dediği kişiyle aynı olduğunu iddia eder.Şimdi, bu şehrin vatandaşları büyük aşıklardır. Atinalıların bir şekilde onlarla akraba olduklarını söylüyorlar.Onlar tarafından büyük bir onurla karşılanan Solon geldi ve bu konularda en maharetli olan rahiplere antikite hakkında soru soruldu ve bu keşfi yaptı.  Bir keresinde, onları antikiteden bahsetmeye çekerken, bizim dünyamızdaki en eski şeylerden bahsetmeye başladı. 'İlk' olarak adlandırılan Phoroneus ve yaklaşık Niobe; ve Tufandan sonra Deucalion ve Pyrrha'nın hayatlarını anlatmak için; ve onların soyundan gelenlerin şeceresinin izini sürdü ve yayların, bahsettiği olaylardan çok eski olduğunu kabul etmeye ve tarihlerini vermeye çalıştı. Bunun üzerine, yaşı çok büyük olan rahiplerden biri; 'Ey Solon, Solon, siz Hellenler çocuksunuz ve Helen olan yaşlı bir adam asla yoktur' dedi. Bunu taşıyan Solon, 'Ne demek istiyorsun?' dedi. 'Söylemek istiyorum' diye yanıtladı, 'hepinizin genç olduğunu; aranızda eski gelenek tarafından aktarılan eski bir görüş ya da zamanla eskiyen hiçbir bilim yoktur. Ben de size bunun sebebini söyleyeceğim: İnsanlığın birçok sebepten kaynaklanan birçok yıkımı olmuştur ve olacaktır.
0 notes
Photo
Tumblr media
Hypatia: Filozof Matematikçi ve Astronom
Günümüzde bile kadının hem toplumdaki hem bilimdeki yeri tartışılırken, 1600 sene önce yaşamış İskenderiyeli Hypatia (370–415), felsefe ve bilim alanında önemli katkılarda bulunmuş ancak dönemin gerici zihniyeti tarafından, onun “inanmadan önce sorgulama ve bildiklerinin arkasında durma” olarak belirteceğimiz düşünce tarzı sebebiyle yok edilmiştir. Bu sadece Hypatia’nın değil bilim dünyasının cinayetiydi ve tarih boyunca da başka örnekleri yaşanacaktı.
Tumblr media
İskenderiyeli Hypatia filozof, matematikçi ve astronomdur. Bilimi ve zerafeti dışında güzelliği ile de ünlüdür. Hypatia’nın yaşadığı dönemde, İskenderiye Roma’nın bir eyaletiydi. İskenderiye’nin en önemli özelliği ve ünü ise müzesi ve kütüphanesine aitti. Hatta hepimizin çok yakından tanıdığı matematikçi Öklid (Euclid M.Ö-300) bu merkezde yaşamıştır. İskenderiye Kütüphanesi, felsefe okulu, müzesi ve bunlardan daha da önemlisi “eklektik” olarak adlandırdığımız geniş bir bakış açısına sahip öğretisi ile ünlüydü.
Tumblr media
Hypatia’nın biliminin temelleri, filizof olan babası Theon ile atılmaya başlandı. İlk eğitimlerini aldığı babası, Hypatia’nın dogma düşüncelere saplanmasına izin vermedi. Kendine saygısı olan bir kimse tarafından son gerçek olarak; hiçbir bilginin kabul edilmemesi gerektiğini, düşünme hakkını hep kullanmasını, yanlış düşünmenin hiç düşünmekten yeğ olduğunu öğretti. Babası, eserlerinde de bahsettiği üzere kızıyla hep gurur duymuştur. Hypatia, Atina’da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye döndü ve buradaki okulun başına geçti. Platon’un fikirlerini benimsedi. Hatta Platon, Aristo ve Suda gibi filozoflar hakkında İskenderiye’de halka açık dersler verdi. Bu sınıfta, daha sonra İskenderiye valisi olacak Orestes ve Ptolemais’in piskoposu olacak Synesius da vardı. Sonradan büyük bir filozof olan Synesius ona hayranlığını ve ilmine duyduğu takdirlerini içeren pek çok mektup yazdı. Synesios’un Hypatia’ya yazdığı mektuplar, felsefe tarih kitaplarında günümüze kadar gelmiştir.
Tumblr media
İskenderiye eklektik okulunda yeni Plâtoncu geleneği hâkimdi. Bu okul, hangi inanca, felsefi tarza sahip olursa olsun, herkese açtı. Farklılıkları bir çatışma unsuru olarak algılamayı değil, çeşitli görünümlerde olan temellerini aldıkları tek ve aynı kaynağa yönelterek, insanlık tarihinin belleğindeki kadim bilgiyi inisiyellerden filozoflara ve topluma aktarma çabası gösteren bir felsefe okuluydu.
Hypatia, sahip olduğu bilgileri cesurca ve kaygı duymadan öğrencilerine anlatmaya, dönemin önemli siyaset, bilim, din adamlarıyla görüşmeler yapmaya devam ediyordu. Bu bilgiler görünüşte ayrı olan inançların özündeki ortak bilgiye dayanıyordu.
Tumblr media
Hypatia, Roma’nın yavaş yavaş çökmeye başladığı, karmaşık bir dönemde yaşadı. Genel eğitim seviyesi çok düşüktü, bilgiye ulaşmak zahmetliydi, mesafeleri aşmak çok zordu. Kısacası tam bir ortaçağın yaşandığı dönemde, Hypatia bilime yaptığı katkılarla o döneme ışık oldu. Doğayı mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalıştı. Hypatia, matematik ve astronomi ilgili kitaplar da yazdı. Bu eserlerinden birinin adı “astronomik kanun”’dur. Eski olarak adlandırılan bilgileri yeniden açığa çıkarmış ve yeniden sunmuştur.
Tumblr media
Eğer Hypatia ve Theon olmasaydı Batlamyus (Ptolomy), Öklid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze ulaşmayacaktı. Kendisi ve babası Batlamyus’un astronomi kitaplarını düzenlediler ve yorumladılar. Ortaya çıkardıkları, canlandırdıkları bilgileri, öğrencilerine aktardılar. Yorumların bir tanesinin girişinde babasının, “Bu baskı filozof olan kızım Hypatia tarafından hazırlanmıştır” yazdığını görüyoruz.
O yıllarda İskenderiye’deki (Bu şehir Büyük İskender tarafından kurulmuştu) en önemli yapılardan biri Serapis tapınağıydı. Büyük İskender’in generali olan ve ölümünün ardından Mısır’a gelip kendini firavun ilan eden I. Ptolemaios Soter, bu Tanrı kültünü ilk yerleştiren firavundur. İlk başta şehir buna karşı çıkmıştır. Ama firavun bunu rüyasında Osiris tarafından söylendiğini belirtmiş ve tartışmaları sona erdirmiştir. Bunun üzerine şehirde muazzam bir tapınak yaptırılmıştır. Bu tapınak sûni bir tepe üzerinde 100 basamakla çıkılan bir yapıydı. Bir tıp eğitimi yuvası ve tedavi merkezi olarak pek çok yapıdan meydana geliyordu.
Tumblr media
Serapis tapınağı, müze ve İskenderiye kütüphanesi Hıristiyanlık için önemli engellerdi. İmparator Theodisius İskenderiye piskoposundan eski dine ait her şeyin yok edilmesini istedi. Başpiskopos Theodisius, elinde bir haçla ve ona eşlik eden rahiplerle tapınağa gitti. Tapınağın kollarını dışarı çekip parçalattı. Bu olayda pek çok tapınak görevlisinin ve hekimlerin öldüğü bilinmektedir. Daha sonra aynı yere bir kilise dikilmiştir.
Bu hareket İskenderiye Okulu üzerinde bir baskı kurmuş ve ayrıca fanatizmi de güçlendirmiştir. İskenderiye piskoposunun yerini almak için başpiskopos Timotheus ile rekabet halinde olan piskopos Cyril’in onun şehirdeki etkisinden ve liderlik özelliğinden hiç hoşlanmadığını kaynaklardan öğreniyoruz. Piskoposun şehirde rakibi sayılabilecek vali Orestes de, Hypatia’nın dinleyicileri arasındaydı. Piskopos Cyril Hypatia’nın sonunu hazırlarken bir yandan da cemaati Hypatia’nın değersiz olduğuna inandırması gerekiyordu. İncil’den yaptığı alıntılardan ilham alıyordu “Kadın sessizliği ve uysallığı öğrenmelidir. Kadının ne ders vermesine ne de erkeğin üzerinde yetki sahibi olmasına izin vermeyeceğim. Suskun olacak ve sessiz kalacaktır. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratılmıştır”. Cyril Hypatia’nın ölümünü doğrudan emretti veya halkı bunun için teşvik etti. Halkı kışkırtmış ve halk arasında Hypatia “dinsiz” ve “şeytan” olarak nitelendirilmiştir.
Tumblr media
Siyah kukuletalı, yaklaşık 500 kadar kalabalık bir fanatik grup, bir sabah Hypati evden çıkarken, onu durdurup arabasından indirdi. Saçlarından sürükleyerek kiliseye götürdüler, ardından da vahşice öldürdüler. Sonra bu güruh yaptıklarının dehşetine kapılarak onu kilisenin içinde ateşe verdi. Olay şehirde büyük yankı buldu.
Hypatia böyle acımasız bir şekilde yok oldu ve Hypatia’nın ölümünden sonra yeni Plâtoncu okul da onunla birlikte yok oldu. Hypatia, ölümünden bu yana unutulmayan bir isimdir ve adeta bir efsane haline gelmiştir. Bilim ve sanat alanında sembol olan Hypatia hakkında zaman içerisinde şiirler, romanlar, oyunlar yazılmıştır. Feminist sanata da konu olmuştur. Feminist sanatçı Judy Chicago, 1979’da San Francisco modern sanat müzesinde açtığı sergide Hypatia’yı o şiirlerde güzelliği ile değil de tüm görkemiyle ünlü ve yetenekli kadınlarla birlikte göz kamaştıran bir akşam yemeğinde sunar.
Tumblr media
Voltaire’e göre Hypatia, “bağnazlığın masum bir kurbanı; öldürülmesi ise yunan tanrılarıyla beraber, sorgulama özgürlüğünün de ortadan kalkışın bir simgesidir”. Voltaire bir aydınlanma filozofudur ve Hypatia onun muhalifliğinde sembol olarak kullandığı bir isimdir. Diğer yandan kendisine karşıt grup içerisinde “İskenderiyeli hayâsız bir öğretmen olarak kabul edilmiştir”.
Hypatia’yı daha sonra Ortaçağ’da ünlü usta Raphael’in en büyük eserlerinden biri olan “Atina Okulu”nda görmekteyiz. Raphael’in bu eseri Vatikan’da Papa Julius II döneminden Stanza della Segnatura’nın dört duvarından birinde yer almaktadır. Usta eserine başladığında, kendisine sorulan bir soru üzerine Hypatia’nın “Atina okulunun en ünlü öğrencisi” olduğunu söylemiştir. Ona hemen bu kaydı değiştirmesi gerektiği, aksi halde eserin yok edileceği söylenir. Bunun üzerine o da eserdeki kişiyi Papa’nın yeğeni olan “Francesco Maria della Rovere” (1490-1538) olarak değiştirdiğini belirtmiştir.
Tumblr media
Hypatia’nın bilime katkıları; gök cisimlerinin sınıflandırılmasında, hidrometre’nin bulunmasında, sıvıların yoğunluk derecesinin belirlenmesinde ve daha birçok konuda etkisi olmuştur.
Tumblr media
Hypatia’nın yaşadığı dönemden itibaren 1000 yıldan fazla süre geçmiş, ona rağmen kilise Raphael’in eserine Hypatia’yı katmasını engellemeye çalışmıştır. Bugüne kadar söylenen sözlerin eserde belirtilenin Hypatia olduğunu fısıldamaktadır. Zaten eserdeki kişiliklere baktığımızda Hermes, Platon, Aristo, Diyojen, Zenon, Fucino, Alkibiades arasında sıradan birisinin bulunamayacağını anlayabiliriz. Ve Hypatia, bulunduğu yerden hala bize gülümsemektedir.
Tumblr media
Hypatia işte böyle bağnaz, sığ düşüncelerden dolayı acımasızca, canice yok edildi. Düşünce özgürlüğü istedi, düşündüğünü söyledi, adaletsizliğe isyan etti, inandığı ve savunduğu bilim ve akıl için öldü…
Hypatia : filozof, matematikçi ve astronomdur. İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler vermiştir. Doğum tarihi: MS 360, İskenderiye, Mısır Ölüm tarihi ve yeri: MS Mart 415, İskenderiye, Mısır
69 notes · View notes
cinaraslan · 2 years
Text
📗 TARİHTE BUGÜN (1 NİSAN)📌
1564 - İlk "1 Nisan" şakaları Fransa'da yapılmaya başlandı. Bu yıl değiştirilen takvime göre, eski yılbaşı sayılan Nisan'ın 1'i, yerini yeni yılbaşı 1 Ocak'a bırakmaktaydı. Nisan'ın ilk günü, yeni yıl kutlamaya alışmış olan halk ve yeni takvim uygulamasını beğenmeyenler, çeşitli şakalar yapmaya başladılar. Fransızlar, bu şakalara "Poisson D'avril" (Nisan balığı) adını verdiler.
1778 - Oliver Pollock, Dolar'ın simgesini yarattı.
1916 - Mustafa Kemal, Miralaylığa (Albaylığa) yükseltildi.
1921 - Metristepe'deki 10. Yunan Tümeni'nin geri çekilmesinin ardından taarruza geçen Kuvâ-yi Milliye, İkinci İnönü Muharebesi'ni kazandı.
1924 - Münih'teki darbe girişimi dolayısıyla Nazi lideri Adolf Hitler, 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Fakat sadece 9 ay hapis kaldı ve bu sırada Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabını yazdı.
1926 - Türkiye'de 30 Ağustos'un, "Zafer Bayramı" olarak kutlanması hakkındaki kanun kabul edildi.
1948 - Soğuk Savaş: Sovyetler Birliği'nin direktifleri doğrultusunda Doğu Almanya Hükûmetine bağlı askeri güçler, Batı Berlin'i karadan ablukaya aldı.
1961 - Türkiye'de 27 Mayıs Darbesi'nden sonra faaliyetleri yasaklanan siyasi partilerin faaliyetleri kısmen serbest bırakıldı.
1976 - Apple; Steve Jobs, Steve Wozniak ve Ronald Wayne tarafından kuruldu.
1981 - Yaz saati uygulaması, Sovyetler Birliği'nde ilk kez hayata geçirildi.
2001 - Hollanda, eşcinsel evliliği yasallaştıran dünyanın ilk ülkesi oldu.
2004 - Google, Gmail'i halka duyurdu.
👇🏻DOĞUMLAR👇🏻
1937 - Yılmaz Güney, Türk oyuncu ve yönetmen (ö. 1984)
#1nisan #1nisanşakası #tarihtebugün #fypppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppppp #keşfet
2 notes · View notes
mantikutayr · 2 years
Photo
Tumblr media
nuremberg chronicle'da (nürnberg kroniği, kitâb-ı mukaddes temel alınarak hazırlanan ve insanlık tarihinin çizimlerle birlikte anlatıldığı yazma.) tasvir edilen yedi bilge
‘’antik yunan uygarlığının altın çağı olan m.ö 7. ve 6. yüzyıllara damgasını vurmuş yedi filozof, devlet adamı ve kanun koyucuya verilen isimdir. yunanistan’da ilk felsefe etkinliklerini hesiodos’dan bir yüzyıl kadar sonra yedi bilgeler olarak bilinen ilk ahlakçılar başlattılar. gerçekte düşüncelerini özdeyişler biçiminde ortaya koyan bu kişilerin birer filozof olmaktan çok felsefeyi başlatan düşünürler olduğunu söylemek yanlış olmaz. gerçekte onlar iktisadi ve toplumsal dengeleri gittikçe bozulan, buna bağlı olarak ahlak açısından büyük sorunlar yaşayan yunanistan’ın kuralkoyucuları oldular.’’
miletli thales atinalı solon spartalı chilon korinthli periander lindoslu cleobulos prieneli bias midillili pittacus
hindistan’da buda, çin’de konfüçyüs, lao-tzu, iran’da zerdüşt, thales ve sözde ‘’yunan mucizesi’’ ahmet cevizci felsefe tarihi kitabında felsefenin başlangıcı bölümüne böyle başlıyor ve yunan felsefesinin kültürel açıdan öne çıkma nedenlerinden sonra ilkçağ felsefesini sınıflandırıyor. 
sokrates öncesi doğa felsefesi / presokratik dönem (İÖ 6. ve 5. yüzyıl)
doğaya ilişkin açıklamaların yine doğanın kendi içinde aranması. 
iyonyalı filozofların varlığın temeline maddeyi, maddi bir ilkeyi yerleştirdikleri yerde, pythagorasçılar varlığın arkhesi olarak formel bir ikeyi, sayıyı öne sürmüşlrdir; elea okulu değişmenin yanılsamadan başka bir şey olmadığını söylerken, herakleitos değişmenin gerçek olduğunu iddia etmiştir; thales, anaksimandros ve anaksimenes gibi filozofların varlığı tek bir maddeden türettikleri yerde, empedokles ve anaksagoras gibi plüralist filozoflar varlığın temeline birçok madde yerleştirmişlerdir.
3 notes · View notes
sybllll · 4 years
Text
Tumblr media
#Anma
#MelihCevdetAnday
♦️MELİH CEVDET ANDAY
(13 Mart 1915, İstanbul / 28 Kasım 2002, İstanbul)
♦️YAŞAMI
1915'te İstanbul'da doğdu. Ankara Gazi Lisesi'nden 1936'da mezun oldu. Oktay Rifat ve Orhan Veli okul arkadaşlarıydı. 1938'de sosyoloji öğrenimi için Belçika'ya gitti. İki yıl sonra II. Dünya Savaşı çıkınca zorunlu olarak yurda döndü. 1942'den başlayarak Ankara'da Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde danışmanlık, Ankara Kitaplığı'nda memurluk, gazetecilik yaptı. Daha sonra İstanbul'a yerleşti. "Akşam", "Büyük Gazete", "Tanin" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde fıkra yazarlığı, sanat sayfası yöneticiliği yaptı, denemeler yazdı. 1954'te başladığı İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü fonetik-diksiyon öğretmenliğinden 1977'de emekli oldu. 1964-1969 arasında TRT Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu. 1979'da UNESCO Genel Merkezi Kültür Müşaviri olarak Paris'e gitti.
♦️"Ukde" adlı ilk şiiri 1936'da Varlık dergisinde çıktı. İlk şiirlerinde hececilerin biçim ve tema özelliklerini benimsedi. Gizemci denebilecek bir duyarlılıkla nesneleri sıralayan, çevresine çocuksu bir şaşkınlıkla bakan bu şiirlerin ayırıcı yanı, uyaklı yazılmalarına rağmen uyağa bağlı olmamaları.
♦️Orhan Veli ve Oktay Rifat'la ortak eserleri "Garip"teki (1941) şiirlerinde çocuksu şaşkınlığın bilince dönüştüğü, uyakların aşıldığı ve ölçünün kırıldığı görülür. Bu ilk dönem şiirlerinde yer yer Dadaizm'den etkiler hissedilir ama belirleyici değildir.
♦️Başlangıçta çocukluktan beri arkadaş olduğu Orhan Veli ve Oktay Rifat'la aynı şiir çizgisinde yürüdü. Ama Veli ve Rifat'tan "duygu" bakımından ayrıldı.
♦️Şiirlerinde duygu, düşünceyle gelişir, hatta düşünceyi hazırlar. Düşünce ögesi duygularını hep ayrıntıdan kotarır.
♦️"Telgrafhane" ve "Yan Yana" kitaplarındaki şiirlerle bu kez, toplum ve insan değerlerini savunan, kavgacı bir şiire yöneldiği dikkat çekti.
♦️Duyguya toplumu da eklediği bu dönem kitaplarından "Yan Yana" sakıncalı bulunup toplatıldı ama beraat etti.
♦️Lirizme karşı çıkmasına rağmen, toplumsal güçlüklerin içe akışı olarak gördüğü bu unsuru şiirlerinde kullanmaktan geri durmadı.
♦️1960 sonrası şiirinde bu kez mitolojik unsurlar görülmeye başlandı. "Kolları Bağlı Odysseus" (1963) ile başlayan bu süreçte, Anadolu'daki eski Yunan kültürü ile yaşadığımız tarihsel ve güncel koşullar arasında bir metafor kurmayı istedi.
♦️1975 sonrası eserlerinde yeni sorularla yeni arayışlara yönelmek isteyen bir şairin aynı zamanda bir filozofun ve halk ermişinin sesi duyulur. Mitologya serüvenine Doğu kültürleri unsurlarını da katmaya başlar. Şiirindeki bu gelişme denemeleri ve romanlarında da hissedilir.
♦️TAKMA ADLARI
Anday, eserlerinde kendi adı haricinde şu takma adları da kullanmıştır: Yaşar Tellidede, Niyaz Niyazoğlu, A. Mecdi Velet, M. C. A., H. Mecdi Velet, Yaşar Tellidere, Gani Girgin, Zater, Yaşar Tellioğlu
♦️MELİH CEVDET ANDAY'IN ESERLERİ
♦️ŞİİR KİTAPLARI:
Garip (1941, Orhan Veli ve Oktay Rifat'la birlikte)
Rahatı Kaçan Ağaç (1946)
Telgrafhane (1952)
Yanyana (1956)
Kolları Bağlı Odysseus (1962)
Göçebe Denizin Üstünde (1970)
Teknenin Ölümü (1975)
Sözcükler (1978, toplu şiirler)
Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (1981)
Tanıdık Dünya (1984)
Güneşte (1989)
Yağmurun Altında (1995)
Yalan
Rahatı Kaçan Ağaç
Şinanay
♦️ŞİİR ÇEVİRİLERİ:
Annabel Lee - Edgar Allan Poe
Atlının Türküsü - Federico Garcia Lorca
Ben de - Langston Hughes
Bir Zenci Kızın Türküsü - Langston Hughes
Çayhane - Ezra Pound
Gece. Şehir Uyumuş. - Aleksandr Blok
Hürriyet - Paul Éluard
Kanun - Wystan Hugh Auden
Pan Öldü - Ezra Pound
Şiir Sanatı - Paul Verlaine
♦️ROMAN ÇEVİRİSİ:
Buz Sarayı (1973 - Tarjei Vesaas)
Babalar ve Oğullar (1983 - Turgenyev)
♦️ROMANLARI:
Zifaftan Önce (1957 - Murat Tek adıyla)
Yağmurlu Sokak (1959 - Murat Tek adıyla)
Dullar Çıkmazı (1962 - Murat Tek adıyla)
Bir Gecede Üç Erkek (Murat Tek adıyla)
Aylaklar (1965)
Gizli Emir (1970)
İsa'nın Güncesi (1974)
Raziye (1975)
♦️ŞİİR ÜZERİNE YAZILARI:
Anlamın Anlamı
Çağlar Geçiyor
Şiir Üzerine
Şiirin Vazgeçilmez Üç Dönemi
Şiirin Anlamı
Uzun Şiir - Kısa Şiir
Yarın Düşüncesi
♦️TİYATRO OYUNLARI:
İçerdekiler (1965)
Mikadonun Çöpleri (1967)
Yarın Başka Koruda
Dikkat Köpek Var
Ölüler Konuşmak İster
Müfettişler (1972)
Ölümsüzler (1984)
♦️ÖDÜLLERİ:
1970 TRT Roman Armağanı (Gizli Emir ile)
1973 TDK Çeviri Ödülü (Buz Sarayı ile)
1976 Yeditepe Şiir Armağanı (Teknenin Ölümü ile)
1978 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü (Sözcükler ile)
1981 İş Bankası Büyük Ödülü (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış ile)
1984 Enka Sanat Ödülleri (Mansiyon - Ölümsüzler ile)
1991 TÜYAP Onur Ödülü
2000 Aydın Doğan Vakfı Şiir Ödülü
3 notes · View notes
yusufserkan · 4 years
Text
Atatürk’ün Vasiyeti ve İş Bankası’ndaki CHP Hisseleri – Sözcü Gazetesi
Geçtiğimiz hafta, FETÖ'nün siyasi ayağı tartışması alevlendiği sırada, birden bire, 2018'de ve 2019'da AKP'li Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan'ın gündeme getirdiği “İş Bankası'ndaki CHP hisselerinin Hazine'ye devri” konusu yeniden ısıtılıp gündeme getirildi.
Bu vesileyle bugün, İş Bankası'nın kuruluşu, Atatürk'ün vasiyeti ve İş Bankası'ndaki CHP hisseleri konusundaki belli başlı 13 soruya cevap vereceğim.
1 – ATATÜRK, İŞ BANKASI'NI HANGİ PARAYLA KURDU?
Milli Mücadele'de “Hint Hilafet Komitesi”, Hint Müslümanlarından yardım toplayıp Türkiye'ye gönderdi. Atatürk, Milli Mücadele sonrasında bu paradan elinde kalanın bir kısmıyla İş Bankası'nı kurdu.
2 – HİNDİSTAN'DAN MİLLİ MÜCADELE'YE NE KADAR PARA GELDİ?
Hint Hilafet Komitesi, Milli Mücadele sırasında Türkiye'ye 14 seferde toplam 675 bin 494 Türk lirası gönderdi.
3 – HİNT HİLAFET KOMİTESİ PARAYI OSMANLI HALİFESİNE Mİ GÖNDERDİ?
Hayır! Hint Hilafet Komitesi parayı doğrudan Atatürk'ün şahsi hesabına Ankara'ya gönderdi. Atatürk bu parayı Osmanlı Bankası'nın Ankara şubesine yatırdı.
4 – ATATÜRK, HİNDİSTAN'DAN GELEN BU PARAYI NASIL KULLANDI?
Hint Müslümanları gönderdikleri paranın –nasıl kullanılacağı konusunda hiçbir şart koşmadan– Türkiye'nin bağımsızlığı için göndermişlerdi. Atatürk, bu paranın her kuruşunu Türkiye'nin bağımsızlığı için kullandı. Şöyle ki, paranın 500 bin lirasını, Milli Mücadele'de savaş giderlerinin karşılanması için Milli Savunma Bakanlığı'na verdi. 110 bin lirasını, Yunan ordusunun yenilip kaçarken yakıp yıktığı şehirlerdeki aç insanlara dağıttı. Böylece Milli Mücadele sonrasında Atatürk'ün elinde sadece 65 bin 494 lira kaldı. Ancak savaştan sonra Bakanlar Kurulu, Atatürk'ün savaş giderlerinin karşılanması için Milli Savunma Bakanlığı'na verdiği 500 bin liranın 380 bin lirasını Atatürk'e geri verdi. Böylece Milli Mücadele sonrasında Atatürk'ün elinde (380 bin+65 bin 494 = 445 bin 494 lira) kaldı.
Atatürk, Türkiye İş Bankası'nın Yeni Cami Şubesi'ni ziyareti sırasında, şubeye asılacak fotoğraflarını imzalıyor.
(16.06.1928)
5 – ATATÜRK MİLLİ MÜCADELE SONRASINDA ELİNDE KALAN PARAYI NE YAPTI?
1924'te halifelik kaldırıldı. Hint Hilafet Komitesi, halifeliğin kaldırılmasına tepki duyarak gönderdiği parayı Atatürk'ten geri isteyebilirdi. Bu nedenle Atatürk, geri istenme ihtimaline karşı parayı bir süre daha Osmanlı Bankası'nda tuttu. Hint Hilafet Komitesi parayı geri istemeyince Atatürk, elinde kalan parayı Türkiye'nin bağımsızlığı için nasıl kullanacağını düşünmeye başladı.
Atatürk, 445 bin lirayı şöyle kullandı:
– 120 bin liraya, tarım ve hayvancılığı geliştirmek için örnek çiftlikler kurdu.
– 65 bin liraya İş Bankası'ndan Maden TAŞ hisseleri satın aldı.
– 250 bin liraya da İş Bankası'nı kurdu.
Atatürk, Hindistan Müslümanlarının gönderdiği paranın tek kuruşunu bile şahsı için harcamadı. Hasan Rıza Soyak'ın da ifade ettiği gibi örnek çiftliklerin ürünlerini bile kendi parasıyla satın aldı.
Atatürk, Hint Müslümanlarının gönderdiği parayla yaptığı bu yatırımları tamamen “milletin malı” olarak gördüğü için 12 Haziran 1933'te 2307 Sayılı özel bir kanun çıkarttırdı. Bu kanuna göre Medeni Kanun gereği yakınlarına kalması gereken “mahfuz hisse” dâhil, üzerinde görünen tüm bu mal varlığını, son kuruşuna kadar millete bağışlamanın yolunu açtı.
Nitekim örnek çiftlikleri, içindeki tüm varlıklarıyla birlikte 12 Haziran 1937 tarihli bir vasiyet mektubuyla millete bıraktı. İş Bankası hisselerini ise 5 Eylül 1938 tarihli bir vasiyet mektubuyla yıllık gelirleri TTK ve TDK'ya verilmek üzere CHP'ye bıraktı.
6 – ATATÜRK'ÜN CİHAT PARASIYLA BANKA KURMASI DOĞRU MUYDU?
Daha önce de ifade ettiğim gibi Hint Müslümanları, gönderdikleri parayı –hiçbir şart koşmadan– Türkiye'nin bağımsızlığı için göndermişlerdi. Atatürk, bu parayı son kuruşuna kadar Türkiye'nin bağımsızlığı için kullandı. Milli Mücadele'de “siyasi bağımsızlık”, Milli Mücadele sonrasında ise “ekonomik bağımsızlık” için harcadı. Milli Mücadele sonrasında elinde kalan parayı Hint Hilafet Komitesi geri isteseydi, parayı geri verecekti. Ancak parayı isteyen olmadı. Bunun üzerine Atatürk elinde kalan parayı tamamen milli çıkarlara uygun olarak kullandı. Ülkenin kalkınması için örnek çiftlikler inşa etti ve İş Bankası'nı kurdu.
Atatürk'ün 5 Eylül 1938 tarihli vasiyetinin, vasiyette adı geçen Atatürk'ün yakınları hariç üç tarafı var:
1. CHP, 2. İş Bankası, 3. TTK ve TDK. Hazine, bu taraflardan biri değil.
7 – ATATÜRK ÖLÜRKEN BANKA HESAPLARINDA NE KADAR PARASI VARDI?
Atatürk, 10 Kasım 1938'de öldüğünde İş Bankası 2 numaralı hesabında 1.446.872 lira 3 kuruş ile 114.891 adet hisse senedi vardı. (Hindistan'dan gelen paradan kalan, örnek çiftliklerin gelirleri ve Abbas Hilmi Paşa'nın CHP'ye bağışladığı 900 bin lira) İşte Atatürk'ün milletin parası olarak görüp vasiyetinde CHP'nin yönetimine ve denetimine bıraktığı para buydu. Atatürk ölürken emekli hesabında 19.566 lira 80 kuruş, 4 numaralı şahsi hesabında ise 53.453 lira 18 kuruş olmak üzere toplam 73.019 lira 98 kuruşu vardı. Atatürk'ün tüm şahsi mal varlığı buydu: 73.019 lira 98 kuruş!
8 – ATATÜRK VASİYETİNİ NE ZAMAN HAZIRLADI, KİME TESLİM ETTİ?
Atatürk, 5 Eylül 1938'de Dolmabahçe'de vasiyetine son şeklini verdi. El yazısıyla hazırladığı vasiyetini 6 Ekim 1938'de İstanbul 6. Noteri İsmail Kunter'e teslim etti. Atatürk'ün vasiyeti, 28 Kasım 1938'de Ankara 3. Sulh Hakimliği'nde açıldı.
9 – ATATÜRK VASİYETİNDE KİMLERE NE BIRAKTI?
Atatürk, tüm mal varlığını -belli şartlarla- CHP'ye bırakıyor. Nakit ve hisse senetlerinin “İş Bankası tarafından nemalandırılmasını” istiyor. Her yıl nemadan elde edilecek gelirin TTK ve TDK'ya paylaştırılmasını istiyor. Her yıl nemadan, “yaşadıkları sürece” kız kardeşi Makbule'ye ayda 1000, manevi kızlarından Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira, Rukiye ve Nebile'ye o zamanki gibi 100'er lira verilmesini istiyor. Sabiha Gökçen'e ayrıca bir ev alabilecek para verilmesini istiyor. Makbule yaşadığı müddetçe “Çankaya'da oturduğu evin emrine kalmasını” istiyor. İsmet İnönü'nün çocuklarına da yüksek tahsillerini tamamlamaları için gerekli yardımın yapılmasını istiyor. (İnönü bu yardıma ihtiyaç duymamıştır.)
10 – ATATÜRK, İŞ BANKASI'NDAKİ HİSSELERİNİ KİME BIRAKTI? BU HİSSELER HAZİNE'YE DEVREDİLEBİLİR Mİ?
Atatürk vasiyetine şöyle başlıyor: “Malik olduğum, bütün nukut (nakitler) ve hisse senetleriyle Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi'ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum.” Dolayısıyla Atatürk, yoruma ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde İş Bankası'ndaki hisselerini -belli şartlarla- CHP'ye bırakıyor. Atatürk, vasiyetinin 1. maddesinde aynen şöyle diyor: “Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.” Yine yoruma ve şüpheye yer bırakmayacak biçimde Atatürk, CHP'ye bıraktığı hisselerinin -daha önceden olduğu gibi, bundan sonra da- İş Bankası tarafından nemalandırılmasını istiyor. Dolayısıyla Atatürk'ün vasiyetinde CHP'ye bıraktığı ve İş Bankası'nda nemalandırılmasını istediği hisselerinin CHP'den ve İş Bankası'ndan alınıp Hazine'ye devredilmesi açık bir “hukuksuzluk” olur. Böyle bir girişim “Atatürk'ün vasiyetinin iptal edilmesi” anlamına gelir ki, bu durum hem “miras hukukuna” aykırı olur, hem de Atatürk'ün maddi ve manevi mirasına yönelik büyük bir saygısızlık olur.
DP, 14 Aralık 1953 tarihli 6195 Sayılı kanunla Atatürk'ün vasiyetini hiçe sayarak CHP'nin tüm mallarına el koyup Hazine'ye devretmişti. Anayasa Mahkemesi 11 Ekim 1963 tarihli ve 963/124 sayılı kararla 14 Aralık 1953 tarihli ve 6195 sayılı kanunu iptal etti. Anayasa Mahkemesi yukarıdaki gerekçeli kararında Atatürk'ün vasiyetiyle CHP'ye bıraktığı malların CHP'den alınıp Hazine'ye devredilmesinin “mülkiyet haklarına”, “miras hukukuna” ve “anayasaya” aykırı olduğunu belirtmişti.
11 – CHP, İŞ BANKASI'NDAKİ HİSSELERDEN BİR GELİR ELDE EDİYOR MU?
Atatürk, vasiyetinin 6. maddesinde şöyle diyor: “Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir.” Yani İş Bankası'ndaki Atatürk hisselerinin yıllık geliri yarı yarıya TTK ve TDK'ya veriliyor. CHP, bu nemadan herhangi bir maddi gelir elde etmiyor. Vasiyet gereği CHP, yüzde 28.09 oranındaki Atatürk hissesi nedeniyle İş Bankası yönetim kurullarına 3-4 üye sokabiliyor.
12 – GEÇMİŞTE İŞ BANKASI'NDAKİ CHP HİSSELERİNİ HAZİNE'YE DEVRETMEK İSTEYENLER OLDU MU?
Evet! 1950'de Demokrat Parti (DP) iktidara gelir gelmez, İş Bankası'ndaki CHP hisselerini Hazine'ye devretmek için çalışmaya başladı. DP, bunun için Atatürk'ün vasiyetini tartışmaya açtı.
DP, 14 Aralık 1953 tarihli 6195 Sayılı bir kanunla CHP'nin -Atatürk'ün vasiyetiyle CHP'ye bıraktığı tüm varlıklar dâhil- menkul, gayrimenkul tüm mal varlığını Hazine'ye devretti. Böylece Atatürk'ün vasiyeti iptal edilmiş oldu.
Bunun üzerine CHP, “Vasiyetin iptalinin iptali” isteği ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi, 11 Ekim 1963 tarihli ve 963/124 sayılı kararıyla Atatürk'ün vasiyetini iptal eden 14 Aralık 1953 tarihli 6195 sayılı kanunu iptal etti.
Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararında şöyle diyordu: “(CHP'nin) Atatürk'ten vasiyet yoluyla iktisap ettiği bütün malları, para, hak ve alacakları hiçbir ayrım yapmaksızın ve bedelini peşin ödemeksizin toptan Hazine'ye geçirtmekle mülkiyet hakkını tamamıyla yok eden bir durum yaratılmış ve Atatürk'ün vasiyeti iptal edilmiştir. Vasiyet de mülkiyet ve miras haklarının tabi sonucu olmak itibarıyla bu hal anayasanın 36. ve 11 maddelerine açıkça aykırılık teşkil eder.”
1963'te Anayasa Mahkemesi, CHP'nin tüm mallarını CHP'ye iade etti. Bunun üzerine, İş Bankası'ndaki Atatürk hisselerinin temsili de yeniden CHP'ye verildi.
13 – KENAN EVREN'İN DE CHP HİSSELERİNİ HAZİNE'YE DEVRETTİĞİ DOĞRU MU?
Doğru! 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 16 Ekim 1981'de çıkarılan 2533 sayılı bir kanunla tüm partiler gibi CHP de kapatıldı. Bu sırada İş Bankası'ndaki Atatürk hisseleri de Hazine'ye devredildi. Böylece ikinci kez Atatürk'ün vasiyeti iptal edildi. 1992'de siyasi partilerin açılmasına izin verilince CHP de açıldı. İş Bankası'ndaki Atatürk hisselerinin yönetimi de yeniden CHP'ye verildi.
Sözün özü şu ki; Atatürk, 5 Eylül 1938'de, el yazısıyla hazırladığı vasiyetiyle İş Bankası'ndaki hisselerini, belli şartlarla, CHP'ye bıraktı. Nakit ve hisse senetlerinin İş Bankası'nda nemalandırılmasını ve bu nemadan elde edilen gelirin de her yıl yarı yarıya TTK ve TDK'ya ödenmesini istedi. Bu nedenle İş Bankası'ndaki CHP hisselerinin Hazine'ye devredilmesi “hukuken” mümkün değildir. Böyle bir devir, “Atatürk'ün vasiyetinin iptali” anlamına gelir. 11 Ekim 1963 tarihli, 963/124 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı, Atatürk'ün vasiyetinin iptalinin “anayasaya aykırı olduğunu” tescilleyen “emsal bir karar” olarak elimizdedir.
6 notes · View notes
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Ateistler de bir gelenek arıyor
Hermann Hesse Bozkır Kurdunun Düş Yolculukları'nda 'geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağını' söyler. Ben bunu kendi fehmime şöyle yaklaştırıyorum: Herşey maneviyatının üzerinde duruyor. Onu sırf bir marifete indirgediğinizde bile 'şey'lerin ilmî tarafını tezahürlerinden evvel (daha doğrusu aşkın) bir şekilde kabul etmeniz gerekiyor. Plansız bir mimari mümkün değil. Yazardaki tahayyülünden mahrum bir roman teşekkül etmez. Çay yapmasını arzulamayan çay yapamaz. Fiilerin ortaya çıkabilmesi için öncelerinde maneviyatlarının oluşması lazım. Bu zaman içre düşünürken bile böyle. Maddesellik daha sonra o maneviyatın üzerine kurgulanıyor. Senaryosu olmadan film çekilmiyor. Projesi olmadan eser yapılamıyor. Ve hakeza. İnsan sırf mantığıyla bile bu sonuca ulaşabiliyor: Mana maddenin öncesidir. Bunu kendi gündelik yaşamımızdan alıp evrenin oluşum sürecine götürdüğümüzde kainatın kaderle ilişkisinin kaçınılmaz olduğunu görürüz. Zaman içinde varlaşan, varlaştığı için zamanlaşan şeyler varsa, o halde bunların zaman ötesi bir maneviyatı da vardır. Sana çay yapmam öncesinde sahip olduğum çay yapma bilgisine, iradesine ve kudretine dayanır. Kainatın varlığı da bir önceye dayanmak zorunda. Kaosla yönetilmiyoruz. Kaos yönetilemez. Yönetilemeyen süreç varolamaz. Bilinç kaos içinde yeşeremez. Newton'un kafasına elma düşmesinden milyonlarca yıl önce de kütle çekim kanunu fire vermeden işlemekteydi. Düzen, adı konulmamış olsa bile, oradaydı. Bize hâdiselerin plansız gerçekleşmediğini öğreten bilim/ilim dallarını evrene biz katmadık. Zaten olagelen şeylerdi. Dikkatimiz üzerindeki gübüre şöyle bir üfledik. Gözümüzün üzerindeki tozu kaldırdık. Olanı keşfettik. Ve olan bize şunu söylüyordu: Herşey bir düzenle işliyor. Fizik de öyle. Kimya da. Matematik de. Hatta psikoloji de. Evet. Psikoloji de. Çünkü insan da. İnsan da kendisine ait yasalar içinde işliyor. Bu yasaların karmaşıklığı bazen "Aman kaostur canım!" deyip zihin yorgunluğumuzdan kaçmamızı sağlasa da, mantığımızı alıp sahaya geri döndüğümüzde, bunda da dikkat çekici tekerrürlerin yaşandığını görüyoruz. Aydınlanma çağında Firavunlaşmış beşer dini arkasında bıracağını sanrılamıştı. Hatta iddialaşmıştı. Nihayetinde ne oldu? Kızıldeniz üzerlerine kapandı. Firavun ayıldı. Stefan Zweig Günlükler'inde I. Dünya Savaşı üzerinden bu duruma şöyle çeker: "Ölüyor sandığımız dinler savaşla hayata geri döndü." Çünkü insanın da bir yasası var. Yaratıldığı gün fıtratına işlendi. Örtülüyor amma değişmiyor. Küfür, örtmek anlamıyla, geçici bir süreci ifade ediyor. Ki Kur'an'da da kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!" Bizim kütle çekim kanunumuz da bu. İnsanın kalbi Rabbine doğru çekilir. Ne kadar şaşırırsa şaşırsın. Çekimi hisseder. Şirklerin bu zemindeki konumu dünyaya gelirken aya çarpan meteorlar gibidir. Şaşma ihtimali nübüvvet kanununu gerekli kılar. İlk insanın bir peygamber olması bu açıdan bana çok mantıklı geliyor. Çünkü madde mananın üzerinde durur. Hatta, elhamdülillah, 'Levlake levlak....' sırrını dahi bununla irtibatlandırabiliyorum. Evet. Kaçınılmaz. Tohumda ağacın ifade bulması gerek. Ağaç en nihayetinde ne yapacak? Ne olacak? Neye varacak? Tohumda özetle yazılı olmalı. Ondan aşağısı olamaz. Bu açıdan nübüvvet insanlığın en kemalde halidir. Elbette tohumluk olarak da bu kemal ayrılmıştır. Kader penceresinden seyredince zaten öncelik-sonralık kalmaz. Herşeyin başlangıcında Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam olmak zorunda. Çünkü nihayeti ona evrilecek. Hz. Âdem aleyhisselam bir peygamber olmalı. Çünkü neslinden/bağrından onlar da çıkacak. Manevi olanın zamandan da aşkın olması gerektiğini hissediyoruz. Bu nedenle kendimize zamanın evvelinde kökler arıyoruz. Bunu bugün ateistler bile yapıyor. Bilimkurgu yapımlarına şu gözle baktığınızda tanrı tanımazlığın dahi putperestliği kendisine gelenek kılmaya çalıştığını görürsünüz. Yahut da mitolojiyi kendi inanışına masadak kılmaya çalıştığını. Sözgelimi: Marvel vb. yapımlara baktığınızda Yunan mitolojisi mutasyon geçirmiş insanların hikayesidir. Tanrılaştırılmasıdır. Yani o zamanın X-Man'leridir. Kendi kökleridir. Onlar da, her ne kadar hayale de dayansa, bir köke yaslanmak ihtiyacı hissederler. Köksüzlüğün hakikatsizliğini sezerler. Bunların hâzâ hurafatını bir kenara atıp mahz-ı hakikat olan İslam'a baktığınızda ise herşeyin zaten gayet berrak bir şekilde ifade edildiğini görürsünüz. Zaman ötesiyle lüzumlu olan bağın sağlam bir şekilde kurulduğuna şahitlik edersiniz. Yine Kur'an-ı Hakîm'de kısa bir mealiyle buyrulur: "Hiçbirşey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin." İşte kainatı kuşatan gelenek. Evrenin yasası. Varlığın töresi. Ve arkadaşım, hatırlatırım, bu dine girdiğinde, sadece son peygambere değil, bütün peygamberlere iman edersin. Böylece nübüvvete 'bir kanun olarak da' inanırsın. Küçük âlem olan insanla büyük âlemin tezahürlerini birbirine sararsın. İlmeklerini kavuşturursun. Düğmelerini iliklersin. Parçaları en uyumlu bir şekilde eklemlersin. Evet. Açlık varsa yemek de vardır. Arayış varsa hidayet de vardır. Tasarım varsa tasarı da vardır. İnsanlık varsa nübüvvet de vardır. Herşeyin manası/öncesi vardır. Hepsinin evvelinde de, öncesi olmayan Ezelî, sonrası olmayan Ahir, Kadîm, herşeye kadir olan Allah vardır. Âmenna.
2 notes · View notes
onderkaracay · 5 years
Text
Tumblr media
Siyasette Din Gibi Aldatma Aracına Dönüştü
Siyaset nedir?
Siyasetin normal olması gereken tanımı; devlet işlerini toplum çıkarına düzenleme ve yürütme ile ilgili hukuk kuralları içinde kalarak gücü kötüye kullanmadan denetlenebilir ve hesap verilebilir temsile denir.
Günümüzde yaşanan ise şu şekildedir;
"Toplumdan yetkiyi alıp toplumu sömürenlerle kol kola girerek sömürgeyi ve şahsi çıkarı kayırmak adına devleti dizayn etmek, yasama, yargı ve yürütmeyi kontrol ederek denetleme ve hesap vermekten uzak durarak temsil alınan toplumu temsili aldıktan sonra unutmak gizli ajandası niyetini topluma dayatmanın adı siyaset olmuştur."
Siyaset Arapça seyis (at) bakıcısı kelimesinden türemiştir. Kaynağı sorunlu bir bataklık olduğu için bugün kötüye kullanılmaya aynı din gibi musait bir alandır.
Dünyaya bütün kötülükler Arap coğrafyasından yayılmıştır.
Siyaset ve din bunun en iyi iki bariz örneğidir.
Yunan siyasal yaşamında ise siyaset polise veya devlete ait etkinlik olarak aslında kanun zoruyla bir zorbalığın kılıfı olarak tarif edilir. Oysa demokrasinin yayıldığı uygarlık diye yuttururlar insana. Bu tarifte arızalıdır.
Siyaset veya politika basit tarifi ile ele geçen gücü kötüye kullanmamak demektir.
Kullanan için bir müddet fayda ve hayranlık ile rağbet görebilir yalnız gücü kötüye kullanan her temsilin sonu hüsrandır.
Yaşam kadar yaşamın sonu daha önemlidir. Çünkü tarihte nasıl anıldığınızı belirler o sona giden her tutum.
Dünya ve insanlık tarihi gücü doğru kullanamamış örneklerle doludur. Çünkü temsil gücü herkesin tasıyabilecegi bir ağırlık değildir.
Mustafa Kemal Atatürk gibi toplumdan aldığı gücü toplum çıkarına kullanan bir örneği yakın tarih yazmamıştır. Örnek alanlar olmuştur. Atatürk'ü aşmak pek mümkün gözükmemektedir.
Temsile seçilenlerin mevki, makam, mal ve mülk kaygısı varsa o temsil gücün sayesinde bir talana dönüşür.
Bu manada bugün ki siyaset bir paravan sitasetidir. Ne yapacağını toplum yerine sömürgeci tehditlerden alan siyaset anlayışı paravandır.
Siyaseti iyi yalan konuşma sanatı diye tarif edip yalanı legal ve ahlaklı göstermek kötü niyetli bir tariftir.
Türklerde siyaset ise eşitliği temsile taşıyan dünyada ilk örnek olan kadın ve erkeğin birlikte vatan, toprak, toplum, doğa ve gelecek kuşaklar çıkarına devleti yönetme ve emaneti sorunsuz bir sonraki kuşağa teslim ederek sonsuza kadar huzurlu yaşama düzeninin adıdır siyaset.
Mete han ile başlayan bu asil temsil düzenini Mustafa Kemal Atatürk günümüze taşımış son örnektir.
Gelelim asıl konumuza siyaset din gibi bir aldatma aracıdır yargısını incelemeye;
Nereden çıktı böyle bir soru diye siyasetten nemalananlar hemen tepki gösterecekler biliyorum.
Milli bir siyasetin kalmadığı bir toplum için siyasetin varlığını ve olması gerektiğini açıklayabilecek bir gerekçe çıkar sağlama dışında göremiyorum.
Bugün siyasi partiler çıkarları örgütleyen kurumlara dönüştüğü için genel çıkarlar siyasetin konusu olmaktan çıkmıştır.
Sürekli seçim kazanmak üzerine yapılan siyasette örgütleri de gereksiz hatta topluma zarar veren aynı zamanda cehaleti örgütleyen ve sürekli günlük siyasetin içinde gelişmeyi yok eden vahim bir çöküş gerekçesidir.
Her toplum da olduğu gibi bizimde milli birlik ve beraberlik içerisinde bir siyasete ihtiyacımız var.
1919 yılında Sivas Kongresi yapıldığı zaman Mustafa Kemal bu konuda bizim ihtiyacımız siyasi partiler olmadığını bölünme üreteceğini bildiği için bizleri aşağıdaki gibi uyarmıstır.
"Bizim siyasi partilere ihtiyacımız yoktur. Bizim milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var."
Atatürk'ün bu önemli uyarısı nasıl ve neden önensenmedi?
Öyleyse nasıl ve neden bu noktaya geldik? Bu konuyu biraz açarak günümüze gelelim.
Bu çok sağlam bir çimentoydu toplumu bir arada tutan çok üst düzey ve ahlaklı bir siyasetin gereği bir şarttı.
Bu sağlam yapı neyle aşılabilirdi?
Çok partili siyasi yaşamı sözde demokrasi kılıfı yalanı içine sığınan kötü niyetleri harekete dış düşmanın bir beklentisi adına milli birlik ve beraberliğe bayrak açan bir iç ihanet yapabilirdi.
Nitekim öyle de oldu.
1950 sonrası bu ihanetin ve başımıza açılan her belanın başlangıç noktasıdır.
Bu arada şunu da belirtmek isterim ki Atatürk'ün en önemli veya eksik öngörüsü Cumhuriyet Halk Partisini kurmuş olmasıdır.
Kurmamıs olsaydı bile bizim partilere ihtiyacımız var diye yine toplumu kandıran ihanetler çıkacaktı.
Partisiz parlamenter sistem değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez şeklinde Anayasa maddesi yapılabilirdi.
Bugün yine aynı noktaya gelmissek yapılması gereken bellidir.
Bu konudaki daha detaylı bilgileri Partisiz Parlamenter Sistem adlı yazımı okuyarak bilgi edinebilirsiniz.
Öyleyse çok partili sistemle amaç neydi?
Bu emperyalist bir talepti amaç süreç içerisinde toplumu Atatürk devrimlerine karşı bölmek ve Atatürk'ü kötületmek adına din düşmanı göstermek gibi konuları savunan bölücü her ideolojiyi ülkeye özgürlük ve demokrasi kılıfı içinde bir ihanet kaması olarak yerlestirmekti.
Atatürk'ün hayata erken veda etmesi devrimin yarım kalmasına sebep olmuştur.
İkinci adam diye bildiğimiz İsmet İnönü ne yazık ki ikinci dünya savaşından ülkemizi uzak tutmayı başarmış olmasına rağmen çok partili siyasi çöküşü engelleyememiştir.
Burada iç düşmanın işbirlikçi her niyetin büyük bir gayreti olması bunu önlemeyi zorlaştırmıştır.
Siyaset 12 Eylül 1980 sonrası bir tehdide dönüşen işburlikçi sermayenin hizmetinde bir faaliyete dönüşmüştür. Halktan yetki alana kadar Halkçı yetki aldıktan sonra her faaliyet halkın aleyhine sömúrgeci sermayenin lehine bir faaliyete dönüşmüştür.
80 askeri darbesini asker ve tanklar ile gerçekleşmesini sağlayan küresel mafya "Tanklardan sonra bankalar gelir" diyecek kadar haddini aşmakla kalmamış 80 sonrası tüm ekonomik krizlerle bankaların vurgun vurmakarının yolu açılmıştır.
2001 krizi tüm ihbar ve suç duyurusu yapmama rağmen ilgili tüm bankalara hesabı sorulmamış yanlarına kâr kalmıştır.
2002 sonrası özelleştirme ihaneti ile bankalar bu küresel tefeciler tarafından satın alınarak kendilerinin karşılıksız bastıkları paraları borsa ve bankalar aracılığı ile Türk Milletinin siyaset tarafından düşürülen bilinçli çaresizliği borç ve tüketim ile sömürülmüş bugün 600 milyar dolar borç bir tahdit unsuruna dönüşmüştür.
Tanklardan sonra bankalar gelir sözü siyasetin desteği ile hayat bulmuştur.
Toplum medya terörü, din ve kapital oyunlarla uyuşturularak 39 yıldır (Kısmen Bülent Ecevit dönemi hariç) sömürgeye hizmet ettirilmiştir.
Tüm askeri ve sivil darbelerin hepsinde basın halkı kandırmak için millete ihanet etmekte başrolü oynamıştır.
Siyaset dinle aldatmak gibi 12 Eylül 1980 sonrası milleti aldatmak için her türlü hilenin içinde milleti hem kandırmış hemde sömürgeyi sürdürülebilir hale getirmek için hala bir çaba icerisindedir.
Selçuklu devleti siyaset çizgisi ne zaman din bağlantılı bir Arap zuhniyetine büründü o zaman sonu geldi.
Osmanlı ha keza saray, halifelik gibi siyaseti dine bulaştıran küresel mafyalarca sòmurülmeleri sonucu tarihe karıştı
Mustafa Kemal Atatürk bizi öz benliğimize döndürmesine rağmen iç düşman dış destekle yine aynı kaderi bize yaşatmak niyetindeler.
Atatürk'ün askerleri olarak tek yumruk halinde nöbetteyiz.
Önder Karaçay
5 notes · View notes
trizinden-blog · 5 years
Text
III- II. MEŞRUTİYET DEVRİ VE OSMANLI DEVLETİNİN PARÇALANMASI (1908 – 1918)
II. MEŞRUTİYET OLAYLARI
Osmanlı Devletindeki bütün unsurların birliğini sağlayarak bir Osmanlı milleti oluşturma düşüncesiyle kurulan I. Meşrutiyet’le bu düşüncenin sağlanamayacağı anlaşıldı.
Bu durum Osmanlı aydınlarını devleti kurtarabilmek için yeni arayışlara itti.
II. Abdülhamid’in sıkı takibine rağmen gizli cemiyetler kuruldu ve bunların en önemlisi Mekteb-i Tıbbiye’dekiİbrahim Temo, İshak Sukuti, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid ve Hikmet Emin’in katılmasıyla 21 Mayıs 1889’da kurulan İttihad-i Osmani Cemiyeti’dir. Kurulduktan 5 yıl sonra Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, daha sonra da İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştır.
Bu cemiyet başta vatanseverlik duygularından etkilenen bir öğrenci örgütü durumundaydı.
1906 yılından sonra bu cemiyet tam bir siyasi örgüt haline geldi.
1902 ve 1907 kongrelerinden sonra faaliyetlerini açıktan sürdüren bu cemiyet meşrutiyeti zorla da olsa kabul ettirmeyi amaçlıyordu.
Revâl Mülakatında (9 Haziran 1908’de İngiliz kralı Edvard ile Rus çarı II. Nikola’nın Osmanlı İmparatorluğunu bölüşmek için anlaşmaya vardıkları görüşme) Rusya ile İngiltere’nin Makedonya’nın Osmanlı’dan ayrılması konusunda anlaştıklarını öğrenince bu cemiyetin üyeleri ayaklanarak dağa çıktı.
Selanik, Manastır ve diğer Rumeli şehirlerinde hürriyet ilan edildi.
Ayaklanmanın büyümesinden çekinen II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de İkinci kez Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı.
Osmanlı’nın içinde bulunduğu bu durumdan faydalanmak isteyen Bulgaristan, 1 Ekim’de tam bağımsızlığını, Avusturya – Macaristan ise Bosna Hersek’i tamamıyla kendisine kattığını ilan etti.
Yeniden yürürlüğe giren anayasa ile birlikte yapılan seçimlerde İttihat ve terakki, meclisin en büyük çoğunluğuna sahip olmayı başardı.
17 Aralık 1908’de Abdülhamid’in açılış konuşmasıyla meclis tekrar açıldı.
İttihat ve Terakki çalışmaların çoğunu mecliste geçiriyor, muhalefetteki Ahrar Partisi ile mücadele ediyordu.
İttihat ve Terakki, Makedonya’dan getirdiği dört avcı taburlarını İstanbul’a getirerek başkentin güvenliğini sağlamaya çalıştı.
Çok geçmeden bu taburları karşı grup elde etmeyi başardı.
13 Nisan gecesi (31 Mart) bu avcı taburları ayaklandılar ve Ayasofya meydanında toplandılar.
Meşrutiyet yanlısı okullu subayları öldürmeye başladılar. Karşılarında direnen güç görmeyince işi ilerleterek meclisi bastılar.
Ayaklanma haberi bütün yurtta duyuldu ve özellikle Selanik’te büyük bir heyecana sebep oldu.
Selanik’teki İttihat ve Terakki Partisi hemen İstanbul’a bir ordu gönderilmesine karar verdi.
Donanmanın da Hareket Ordusu tarafını tutması üzerine milletvekilleri ve Ayanlar, Hareket Ordusu’nun komutanlığına Mahmut Şevket Paşa’yı atadılar.
23 Nisan’da Mahmut Şevket Paşa bir bildiri yayınlayarak güvenliği sağlamak için geldiğini duyurdu.
24 Nisan sabahı İstanbul’a girdi. Ufak tefek çatışmalardan sonra isyancı askerler teslim oldu ve Yıldız Sarayı Hareket Ordusunun kontrolüne geçti.
Yıldız Sarayı kuşatma altındayken bir taraftan da Meclis toplanarak II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini görüşmeye başladı. (26 Nisan)
27 Nisan günü Meclis olağanüstü toplanarak, Şeyhülislam’dan alınan ve şeraite uygun davranmadığı belirtilen fetva okunarak II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesini kabul etti.
Abdülhamid’in kardeşi Reşat Efendi’nin V. Mehmet adı ile tahta çıkması kararlaştırıldı.
Abdülhamid 33 yıllık saltanatından sonra 28 Nisan 1909 günü sorunlu ikamet için Selanik’e gönderildi.
21 Ağustos 1909’da 130 sayılı kanunda 1876 anayasasında şu değişiklikler yapıldı.
Yürütmenin başı olan Padişah’ın yetkileri sınırlandırıldı.
Hükümet meclise karşı sorumlu olacaktır.
Meclise kendi başka ve başkan vekilini seçme hakkı tanınacak, milletvekillerine kanun teklif etme yetkisi verildi.
Padişahın onaylamayıp geri gönderdiği kanunlar iki ay içinde İkinci görüşmeyle üçte iki çoğunlukla tekrar kabul edilirse padişahın onaylaması mecbur hale getirildi.
Padişah’ın meclisi fesih yetkisi şartlara bağlanarak sınırlandırıldı.
B. İTTİHAT VE TERAKKİ PARTİSİ VE YÖNETİMİ
1908 – 1909 yılarında İttihat ve Terakki yönetimi doğru ele almıştı. 1909 – 1912 yıllarında yine iktidar partisi diye söz edilmiş fakat iktidarda değildi. Çünkü hükümet olmamıştı.
31 Mart’tan sonra İstanbul’da uygulanan sıkıyönetim, İttihat ve Terakki yalnız iktidarda değil ülkedeki siyasi hayatı da kontrolüne almıştı.
Tek güç olmak istiyordu. Buna rağmen yapılan baskıyla muhalefet güçlendi ve 21 Kasım 1911’de kurulan Hürriyet ve İhtilaf Fırkası 70 kadar milletvekili yanına aldı. Bu fırka “Osmanlıcılık” ve yerinden yönetim ilkelerini savunuyordu.
Kuruluşundan 20 gün sonra 11 Aralık 1911’da İstanbul’da yapılan ara seçimde bir oy fark ile kazandı. Bunun üzerine İttihat ve Terakki padişaha meclisi feshettirdi. (18 Ocak 1912)
Bunun üzerine muhalefet meclisin dışına çıktı. Ordu içinde İttihat ve Terakki’nin iktidarını yok etmek isteyen Halaskar (kurtarıcı) Zabitan grubu kuruldu.
Bu grup, hükümetin çekilmesi, sorumsuz hareketlerin hükümet işlerine karışmamaları, ordunun siyasetten uzaklaştırılması gibi isteklerle ortaya çıktı.
Halaskan baskısı etkili oldu. Sait Paşa güvenoyu alınmasına rağmen hükümetten çekildi. Yerine Meclis-i Ayan Reisi Gazi Ahmet Muhtar Paşa yeni hükümet oluşturdu. (22 Temmuz 1912)
Bu bozgun ortamının oluşturduğu havadan yararlanan Enver ve Talat Beyler, düzenledikleri Bab-ı Ali Baskını ile (23 Ocak 1913) Kamil Paşa istifa ettirildi.
Yerine getirilen Mahmut Şevket Paşa, İttihatçılara karşı bağımsız kalmaya özen gösterdi. Ancak muhaliflerce düzenlenen bir suikastla öldürüldü. ( 11 Haziran 1913)
Yerine Prens Sait Halim Paşa kabinesi geldi böylece İttihat ve Terakki kesin iktidar oldu.
İttihat ve Terakki Türkçü ve laik bir politika takip etti.
I. Dünya Harbi yenilgisinden sonra 1918’de kendini feshetme kararı aldı.
C. TÜRK İTALYAN HARBİ VE TRABLUSGARP SAVAŞI (1911- 1912)
Birliğini geç tamamlayan İtalya sömürgecilik siyasetinde de geç kamıştı. İtalya Afrika’da Tunus, Trablusgarp ve Etiyopya ve Habeşistan’ı ele geçirerek büyük bir Kuzey – Doğu Afrika İmparatorluğu kurmak hedefindeydi.
Ancak 1881’de Fransızlar Tunus’u 1882’de İngilizler Mısır’ı işgal etmişti.
İtalyanlar 1 Mart 1896’da da Habeşlilere yenişmişlerdi
Etiyopya hayalleri suya düşünce Trablusgarp ve Bingazi’yi (Libya) ele geçirerek Afrika’nın içlerine doğru genişlemeyi düşünüyorlardı.
Rusya ve Avusturya ile anlaşma yaptı, askeri harekâta başlamadan önce İngiltere ve Almanya’nın kendisine engel olmayacağını anladı.
Hazırlıklarını tamamlayan İtalya 28 Eylül 1911’de Bab-ı Ali’ye bir nota vererek Trablusgarp ve Bingazi’nin boşaltılmasını istedi.
Gerekçesi ise buraların iyi yönetilmediğini savundu. Buradaki İtalyanlara ve Yabancılara kötü davranıldığını iddia etti.
Notanın kabulü için 24 saatlik süre verdi. Bab-ı Ali 29 Eylül’de cevabi bir nota vererek bu isteği reddettiğini bildirdi.
Aynı gün Osmanlıya cevap vererek Osmanlı ile savaşa hazır olduğunu bildirdi.
Kuzey Afrika’daki Osmanlı kıyılarına asker çıkarmaya başladı.
Osmanlı’nın donanma gücü buralara asker çıkarmak için yeterli değildi.
Mustafa Kemal, Enver Bey, Fethi Bey gibi cesur Türk subayları Mısır ve Tunus yoluyla buraya gelerek halkı örgütlediler.
İtalyanlar bu çetin direniş karşısında kıyılardan içeri giremediler
Bunun üzerine bir filo ile Çanakkale’yi geçerek İstanbul’a gelip savaşı burada bitirmek istediler fakat başarılı olamadılar.
Limni, Rodos ve çevresindeki on iki adayı işgal ettiler.
Bu sırada Balkan devletlerinin Osmanlı’ya karşı birleştikleri haberi üzerine İtalya ile barış için çareler arandı.
Barış görüşmeleri I. Balkan savaşının başlamasından sonra başladı.
Görüşmeler 15 Ekim 1912’de Loussanne (Lozan) yakınlarındaki Ochy (Uşi) kasabasında sonuçlandı. 18 Ekim’de barış anlaşması imzalandı.
Uşi anlaşmasına göre Osmanlı, Kuzey Afrika’daki bu toprakları İtalya’ya bırakıyordu.
İtalya’da Ege Denizinde işgal ettiği adaları Osmanlı’ya geri verecekti.
Osmanlı’ya bağlılığın bir göstergesi olarak padişah, halife sıfatıyla yönetim yetkisi olmayan bir temsilci bulunduracaktı.
On iki adalar Balkan Savaşı bittikten sonra Osmanlı’ya verilecekti.
Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’daki son vatan toprağını kaybetti
D. BALKAN SAVAŞLARI (8 EKİM 1912-30 EKİM 1913),(16 HAZİRAN-18 TEMMUZ 1913)
İtalya ile savaştan faydalanmak isteyen Balkanlardaki devletler, Rumeli topraklarını paylaştırmak için anlaşmaya başladılar.
Abdülhamid iktidarı döneminde bu devlet arasındaki anlaşmazlıklardan hep faydalandı ve aralarında anlaşma zemini oluşmasına engel oluyordu.
Jön Türklerin Osmanlı milleti meydana getirme politikaları, Balkan devletlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarını da oradan kaldırınca bu devletlerin birleşmelerine yol açtı.
Rusya’nın Balkan politikasına geri dönmesiyle 13 Mart 1912’de Bulgar – Sırp ve 29 Mayıs 1912’de Bulgar – Yunan Anlaşmaları imzalandı. Kısa süre sonra Karabağ da bu anlaşmalara dahil oldu.
Bu gelişmelerden rahatsız olan diğer devletler 7 Ekim 1912’de Rusya ve Avusturya’yı uyararak savaşa sebep olacak durumlardan kaçınmalarını, savaş çıksa da sınırların değiştirilmeyeceğine izin verilmeyeceğini bildirdi.
Ancak Karabağ bir gün sonra Osmanlı’ya savaş ilan etti. (8 Ekim). 13 Ekim’de de diğer anlaşmış Balkan devletleri Osmanlı’ya bir nota vererek Rumeli’de etnik yapıya göre özerklik verilmesini istediler. Osmanlı buna karşılık savaş ilan etti.
Bulgarlar Çatalca çizgisinde durdurulabildi.
Rauf Orbay’ın komutasındaki Hamidiye savaş gemisiyle Ege’de deniz savaşlarında önemli başarılar elde etti.
Sırpların Arnavutluğa girmesi üzerine Arnavutlar bağımsızlığını ilan etti ve bütün Avrupa’yı içine alan bir savaşa doğru gitmesi üzerine Aralık 1912’de Londra’da bir konferans düzenlenmesine karar verildi.
Konferans özellikle Rusya ve Avusturya’nın savaşmasını önlemeye çalışıyordu.
30 Mayıs 1913’te Londra ön antlaşması imza edildi.
Buna Göre;
Yunanistan Selanik’i Güney Makedonya Girid’i
Sırbistan Orta ve Kuzey Makedonya’yı
Bulgaristan Kavala ve Dedeağaçla beraber bütün Trakya’yı alıyordu.
Osmanlı Midye – Enes hattına çekiliyordu. Adalarla ilgili ilerde büyük devletler karar vereceklerdi. Böylece I. Balkan savaşı sona erdi.
Ancak bu anlaşma Bulgaristan’ı memnun etmedi. Bunu anlayan Yunanistan ve Sırbistan Bulgaristan’a karşı anlaşmışlardır.
29 Haziran’da Bulgaristan bu iki devlete saldırmaya geçti ama başarılı olamadı ve Makedonya’dan da çıkarıldı.4
Bu durumdan faydalanmak isteyen Romanya Bulgaristan’a savaş açtı.
Bulgaristan’ın her cephede yenildiği gören Osmanlı Enver Paşa komutasındaki ordularına ileri emri vererek 22 Temmuz 1913’te Edirne’yi Bulgarlardan kurtardı.
Bulgaristan 10 Ağustos 1913’te Romanya ile 29 Eylül 1913’te Osmanlı Devleti ile barış anlaşması imzalamak zorunda kaldı.
Osmanlı ile imzaladığı İstanbul Antlaşması ile Bulgaristan Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’yi geri verdi.
Osmanlı Devleti 14 Kasım 1914’te Londra’da toplanan büyük devletler, İmroz, Bozcaada ve Meis’i Osmanlı’ya, diğerlerini Yunanistan’a ve İtalya işgalindekileri de İtalya’ya bırakmıştır.
Bunun üzerine bir anlaşma sağlanamadan I. Dünya Savaşı çıkmıştır.
Sonuç olarak Osmanlı, Afrika’daki son Osmanlı toprağını kaybetti.
Balkanlarda Türklerin oturmadığı toprakların tümü elden çıktı.
İtalya gibi güçlü bir devlet ile karasularında komşu olduk.
I.DÜNYA HARBİ (28 TEMMUZ 1914) VE OSMANLI DEVLETİNİN HARBE GİRMESİ (11 KASIM 1914)
  1917’de Almanya’nın Fransa’yı yenerek Orta Avrupa’da büyük bir Alman devletinin kurulmasıyla Avrupa’da dengeler değişti.    Alman Başbakanı Bismarck Almanya’nın güçlenmesini, Avrupa’da sürecek olan barış ortamına, Fransa’nın yalnız bırakılmasına yeni pazarlar bularak ekonomisinin güçlenmesine bağlı olduğuna inanıyordu. Bismarck Eylül 1872’de Avusturya ile anlaşma yaparak dış politikadaki ustalığını gösterdi.     Hatta Rusya ile 1877’de ikili bir anlaşma imzalayarak Rusya’nın ve Fransa’ya yakınlaşmasını engelledi.     Ancak Almanya’da İmparator olan II. Wilhelm (1888 – 1918) Bismarck’ın gücünden rahatsız oldu ve istifaya zorladı.    Bismarck başbakanlıktan ayrılınca yerine Caprivi başbakan oldu. Yeni başbakan Alman diplomatlarından Holstein’in etkisinde kalarak Rus Anlaşmasını yenilemek istemedi.     Böylece Fransa ile Rusya’nın yakınlaşmasına yol açtı. Almanya’nın sömürge politikası, İngiltere’nin aleyhindeki faaliyetleri sonucu İngiltere’yi Fransa ve Rusya’ya yakınlaştırdı.    Rusya’nın 1905’te Uzak Doğuda Japonlara yenilmesi, Rusların tekrar Balkan politikası’na döndürdü.    Bu gelişmelerle Almanya – Avusturya – Macaristan ve İtalya’yı İttifak Devletleri    İngiltere – Fransa ve Rusya’yı İtilaf devletleri olarak gruplaştırdı.    Yalnız İtalya gizlice Fransa ile anlaşarak Avusturya hakimiyetinde bulunan topraklarını kurtarmak istiyordu.    İngiltere Avrupa’daki dengeyi kendi lehine çevirmek, sömürge yollarını tehlikeden uzak tutmak, Fransa ise Almanya’dan intikam alıp Alsace – Lorraine’i geri alarak ortaklarının yardımıyla Almanya’yı zararsız hale getirmek; Rusya’da Avusturya Macaristan’ı parçalayarak bütün Slavları Rus tacı altında birleştirmek, boğazları ele geçirmek istiyordu.     Bu gelişmelerden sonra bütün Avrupa sorunlarının savaş ile düzenleneceğini düşünüyordu.     28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaret etmekle olan Avusturya veliahtı Franz Ferdinand Sırplı bir öğrenci tarafından suiskastle öldürüldü.     28 Temmuz 1914’te Avusturya Macaristan Sırbistan’a savaş ilan etti.     Cemal Paşa’nın Fransız yetkilerle yaptığı görüşme sonunda; bize her ne karşılığında olursa olsun yardım etmek istemediklerini söyledi.     Bunun üzerine Almanlarla yapılan görüşmeler sonunda 2 Ağustos 1914’te Türk – Alman ittifakı imzalandı.    Bu sırada İtalya’yı kendi yanlarında savaşa katılmayı ikna etmek için iki güçlü Alman gemisi Akdeniz’e bir filo yolladılar. Goben ve Bresleau’ı Akdeniz’e gönderildi.    Buna engel olmak isteyen İtilaf devletleri de Akdeniz’e bir filo yolladılar. Bunu haber alan Alman gemileri İtalya’nın Brindizi limanından ayrılarak Ege denizine geçip Çanakkale Boğazına geldiler.    Osmanlı devletinden sığınma istediler. Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle 5 Ağustos’ta gemiler boğazdan geçerek 16 Ağustos’ta Marmara denizine geldiler.    17 Ağustos’ta İtilaf devletleri, Osmanlı devletine bu durumu protesto ettiğini söyledi. Osmanlı satın aldığını bildirerek Goben’e Yavuz Sultan Selim, Bresleau da Midilli adları verildi.    Osmanlı devletini savaşa sokmak isteyen Almanya 27 Ekim 1914’te bu iki geminin Alman komutan Souchon (Suşon) Karadeniz’e çıkardı.    28-29 Ekim’de Rusların Odessa ve Sivastopal limanlarını bombaladı. 2 Kasım’da Rusya Osmanlı devletine savaş açtı. 5 Kasımda da İtilaf devletleri savaş ilan etti.    11 Kasım 1914’te de Osmanlı Devleti karşı savaş ilan etti.    Savaş ilanından 3 gün sonra padişah V. Mehmed Reşad 14 Kasım 1914’te Cihad-ı Ekber (Büyük Cihat) ilan etti.
OSMANLI’NIN SAVAŞTIĞI CEPHELER
“Kafkas Cephesi, Suriye Cephesi, Irak, Kanal, Filistin, Çanakkale Cephesi”    Batıda; Galiçya, Romanya ve Makedonya’da savaştılar.    Kafkas cephesinde savaşlar 1 Kasım 1914’te Rus saldırılarıyla başladı. Osmanlı ordusu bunu başarıyla durdurdu ve karşı harekâta geçti.    Rusların bölgede fazla kuvvetlerinin olmaması Başkomutan vekili Enver Paşa’ya ve Kafkasları zapt etme ümidi verdi.    Seferin doğru olup olmadığını düşünen III. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’nın ve 9 ve 10. Kolordu komutanlarının istifalarına rağmen Liman Van Sanders’in desteklediği taarruz 90 bin kişilik ordudan 12 bin’i geri çekilecek şekilde kurtuldu.    Rusya 1917 yılı Mart ayında Bolşevik İhtilali patlak verince savaştan çekildi.    Rusların yerini alan Ermenilerin katliamlarını önlemek için Kazım Karabekir Paşa’nın başlattığı Şark Harekatı’yla Erzincan ve Erzurum kurtarıldı.    3 Mart 1918’de Ruslarla Brest Litovsk anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla 93 harbinden beri Rus işgalinde olan Kars, Ardahan, Batum geri alındı.    Suriye ve Irak cephesinde Bağdat yakınlarına kadar ilerleyen İngiliz kuvvetleri 22-24 Kasım 1915’te Osmanlı ordusu tarafından yenilerek geri püskürtüldü.    Bir yıl sonra 29 Nisan 1916’da yine Kut’ül Amare savaşında 18.000 İngiliz askeri ve 5 general esir alınmasına rağmen İngilizler durdurulamadı. Sürekli takviye edilen İngiliz ordusu 11 Mart 1917’de Bağdat’a girdi.    Kanal cephesinde Sina, Hicaz ve Yemen’de kutsal yerleri korumak için savaşan Osmanlı ordusu çölün olumsuz şartlarında başarısız oldular. Hicaz ve Yemen’de İngilizlere karşı kahramanca savaşırken bir yandan da İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin yüzünden başarı sağlanamadı.    Filistin cephesi 4. kolordu komutanı Cemal Paşa’ydı. Bu savaşta da önemli kayıplarımız oldu.    Osmanlı’nın en önemli başarısı Çanakkale’de alınan başarıdır. İtilaf devletleri boğazları kolayca geçip Çanakkale’ye kolayca erişmeyi ve Rusya’ya yardım etmeyi düşünüyorlardı.    Boğazlar ve Osmanlı başkenti alınarak Osmanlı savaş dışı bırakılacaktı. Rusya’dan da buğday getirebileceklerdi.    İtilaf devletleri İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan büyük bir filo ile Çanakkale’yi önce denizden geçmeye çalıştılar. 19 Şubat 1915’ten itibaren bölgeye tonlarca bomba yağdırdılar.    18 Martta yapılan büyük saldırıda İtilaf devletlerinin 7 büyük savaş gemisi batırıldı.    Çanakkale savaşları sonucunda 1. Dünya savaşı uzayınca Ruslara yardım gidemedi.    Rusya’da sosyal patlama oldu ve Bolşevik ihtilali gerçekleşti.    Mustafa Kemal’in adı ilk kez Çanakkale Cephesinde duyuldu.
İTİLAF DEVLETLERİNİN GİZLİ ANLAŞMALARI (1915-1917)
İstanbul Anlaşması İstanbul ve Boğazların, Marmara denizi ile Çanakkale boğazının batı sahillerinin ve Midye- Enez hattına kadar Güney Trakya’nın Ruslara bırakılması    12 Mart’ta İngiltere, 10 Nisan 1915’te Fransa tarafından kabul edildi.    Londra Anlaşması 26 Nisan 1915’te İtalya, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın arasında imzalandı. İtalya, Trablusgarp savaşı sonunda işgal ettiği 12 adayı ve Anadolu’yu işgal ederse de Antalya ve çevresini alacaktı.    Sykes – Picot Anlaşması Ortadoğu ile beraber büyük bir kısmının paylaşıldığı gizli anlaşmadır. Buna göre Ortadoğu  bölgeye ayrıldı. Adana, Antakya bölgesi ile Suriye kıyıları ve Lübnan toprakları Fransa’ya, Musul dışında Irak, Fırat ve Dicle arasında kalan topraklar İngiltere’ye verildi.    Sain – Jean’de imzalanan Maurienne Anlaşması” Londro anlaşması ile kendine verilen bölgelerin azlığından şikayet eden İtalya, Aydın, İzmir’i almayı sağlamıştı. Anlaşma’nın işlerlik kazanması için Rusya’nın onayı gerekiyordu fakat Çarlık Rusya ihtilal edilince anlaşma geçersiz kaldı.
HARBİN SONA ERMESİ VE İTTİFAK DEVLETLERİYLE YAPILAN ANLAŞMALAR
Almanya’nın çeşitli cephelerde savaşmak zorunda kalması İtilaf devletlerinin galip güç, savaşın sona ermesinde etkili olmuştur. Bunun yanında ABD İtilaf devletlerini destekledi ve onun yanında savaşa girdi.
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson 1918 başında bir dizi prensipler içeren bildiri yayınladı. “Wilson Prensipleri”ne göre hiçbir devlet topraklarını genişletmeyecek, uluslar kendi kaderini kendileri belirleyecekler, yenenler yenilenlerden savaş tazminatı almayacak… Bu anlaşmalar İtilaf devletine güven verdi ve savaş şu anlaşmalar ile bitti. Bulgaristan >>> Nevilly Mondros (30 Ekim 1918) Osmanlı >>> Mondros (30 Ekim 1918) Avusturya – Macaristan >>> Saint Germen (30 Ekim 1918) Almanya >>> Versailles (11 Kasım 1918)
1 note · View note
noblewind-blog · 6 years
Text
Yunan Mitolojisi
Dike: Adalet Tanrıçası,
Semele : Ahiret Tanrıçası
Hestia : Aile Faziletleri Tanrıçası
Momos : Alay ve Hiciv Tanrıçası
Artemis : Ana Tanrıça
Aristalos : Arıcılık Tanrısı
Eros : Aşk Tanrısı
Afrodit : Aşk ve Güzellik Tanrıçası
Atalante : Avcı Kız
Bendis : Ay Tanrıçası
Eirene : Barış Tanrıçası
Minemosyne : Bellek Tanrıçası
Hermes : Belagat Tanrısı
Ceres : Bereket Tanrıçası
Poros : Bereket Tanrısı
Okeanos : Bütün Irmakların Babası Sayılan Tanrı
Kirke : Büyücü Tanrıça
Amphitrite : Deniz Dibi Tanrıçası
Thetis : Deniz Tanrıçası
Poseidon : Deniz Tanrısı
Sentinus : Duygu Tanrısı
Eileithhyia : Doğumlarda Kadınlara Yardım Eden Tanrıça
Fornaks : Fırınların Tanrısı
Adonis : Erkeklik ve Bereket Tanrısı
Hera : Evlilik Tanrıçası
Phantaso . Fantazi tanrısı
Kairos : Fırsat Tanrısı
Thyphon : Fırtına Tanrısı
Nyks : Gece Tanrıçası
Hebe : Gençlik Tanrıçası
Hymenalos : Gençlik Ve Evlendirme Tanrısı
Androgeo : Minos’un Oğlu
Uranos : Gök Tanrıçası
Helios : Güneş Tanrısı
Apollon : Güzel Sanatlar Tanrısı
Enyalios : Harp Tanrısı
Ate : Hata Ve Günah Tanrıçası
Hybris : Hayasızlık Tanrısı
Klotho : Hayat İpliğini Büken Tanrıça
Hermaphroditos : Hem Erkek Hem Dişiliği Olan Tanrısal Yaratık
Furina : Hırsızların Tanrısı
Metis : Hikmet ve Tedbirlilik Tanrıçası
Fraude : Hile Tanrıçası
Asopos : Irmak Tanrısı
Aigina : Irmak Tanrısının Kızı
Algos : Izdırap Tanrısı
Penthos : Keder Tanrısı
Artemis : İffet Tanrıçası
Senius : İhtiyarlık Tanrısı
Nemesis : İntikam Tanrıçası
Poine : Ceza ve İntikam Tanrıçası
Moiralar : Kader Tanrıçaları
Kronos : Kainatin Hakimi
Pitho : Kandırma Tanrıçası
Themis : Kanun ve Adalet Tanrıçası
Eresbos : Karanlık Tanrısı
Fons : Kaynaklar Tanrıçası
Pan : Kır Tanrısı
Vakana : Kırlarda Dinlenenleri Koruyan Tanrı
Phobos : Korku Tanrıçası
Herakles : Kuvvet Tanrısı
Zeus : Mutlak Kudret Tanrısı
Orfe : Müzikçi Ozan
Risus : Neşe Tanrısı
Eris : Nifak Tanrıçası
Feronia : Ormanları Koruyan Tanrıça
Ultio : İntikam Tanrıçası
Thanatos . Ölüm Tanrısı
Oinone : Pınar Perisi
Amykos : Poseidon’un Oğlu
Morpheus : Rüyalar Tanrısı
Boreas : Rüzgar Tanrısı
Alkyone : Rüzgar Tanrıçası
Eolo : Rüzgarların Bekçisi
Penelope : Sadakat Timsali
Hygieia : Sağlık Tanrıçası
Akslepios : Sağlık ve Hekimlik Tanrısı
Hephaistos : Sanayi Tanrısı
Ares : Savaş Tanrısı
Urania : Semavi Aşk Tanrıçası
Febris : Sıcaklık Tanrıçası
Fides : Sözünde Durma Tanrıçası
Perimelis : Sürülere Gözcülük Eden Periler
Eos : Şafak Tanrıçası
Dionysos : Şarap ve Coşku Tanrısı
Ros : Şebnem Tanrısı
Bia : Şiddet Tanrıçası
Rheme : Şöhret Tanrıçası
142 notes · View notes
sanalkelam · 5 years
Text
Krallar filozof, filozoflar kral olunca...
Tumblr media
Asırlardan beri süre gelen “devlet” hakkında yazılan bütün eserlerin yazımlarının aslında birer cevap olduğunun gerçeği su götürmezdir. Aristoteles’ten günümüze kadar yazılan bütün bu eserler aslında “Devlet” isimli bu esere cevaptır.
Platon MÖ 428 - 348 tarihleri arasında yaşamış ileri görüşlü Yunan düşünce adamı, ekstremisttir. Platon Peloponnes Savaşı başlangıcından 4 yıl sonra doğmuştur. Atina’da demokrasi çöktüğünde 23 yaşındaydı. Yenilenen demokrasi MÖ 399 yılında hocası Sokrates’i idam ettiğinde 28 yaşındaydı. Bu olaydan sonra Atina’dan ayrılmış - tahminen 18 yıl süren bir ayrılık – bütün Yunan topraklarını gezmiştir. Döndüğünde ise Platonik akademinin – Akademos – kurucusu olmuştur. Ki kurulan bu akademi daha sonrasında çevresine ve özellikle de Yunan ve Roma dünyasına felsefi kaynaklık etmiştir. Okulun en bilindik öğrencilerinden birisi de Aristoteles’tir. Yaklaşık olarak 300 yıl etkin bir şekilde eğitimin devam ettiği bu okullarda Hristiyanlığı’nda çıkması ve yaygınlaşmasıyla manastırlara devredilmiş; akabinde ise modern çağın üniversiteleri haline gelmiştir. 80 yaşına kadar yaşamıştır.
“Bir adam güzel şeyleri sever ama güzelliğin kendine inanmaz, onu öğretmek isteyenin ardından gitmezse, gerçekten yaşıyor mu dersin bu adam? Yoksa ömrü bir rüya içinde mi geçiyor? Rüyanın ne olduğunu bir düşün... Uyurken ya da uyanıkken bir şeyin benzerini, onun benzerini olarak değil de, kendisiymiş gibi görmek değil midir rüya?
...
Oysa ki, güzelliğin kendi varlığına inanan, hem onu hem de katıldığı şeyleri gören, güzeli güzel şeylerle, güzel şeyleri güzelle karıştırmayan adam rüya içinde mi yaşar, yoksa gerçek içinde mi?” (Alıntı)
Hazır üniversite demişken Platon’un şehri Kallipolis ve üniversiteler arasındaki benzerliği de görmemek elde değildir. Her iki yerde de kızlı-erkekli kişiler “genç bir yaşta” “bilgi, cesaret, özgüven, liderlik, sorumluluk ve disiplin” kapasiteleri ile seçilip, beraber eğitim görürler ve –burası önemli – “ailelerinden uzakta…” Ortak yaşam alanları, ortak yemek alanları, aile kavramının ortadan kalktığı bir yerde birlikte ders çalışarak eğitimlerini sürdürürler. Her iki kurumda da bu saydığımız özellikler ortaktır ve en iyi olmak, insan yararına, kamu yararına en iyi olanları seçmektir. Akabinde ise yıllar sürecek zorlu bir ders ve eğitimden geçerler. Eğitim sonucunda ise başarılı olanlar hem Kallipolis’te hem de üniversitelerde yani günümüzde liderlik, kamusal pozisyon almak için hayata atılırlar. Bu da bize Platon’un mirasçısı olduğumuz kanısını güçlendirir. Bir deyime ise Platon olmasaydı üniversiteler olmazdı.
Platon’un Devleti neden yazdığını anlamak için yine 70’li yaşlarında kendi yazımları olan otobiyografi değeri taşıyan mektuplarına bakmak en yeterli kaynaktır. Buradaki mektupları bir dönem Sicilya’da bulunmuş olmasından dolayıdır; 7. Mektup olarak ele alınan “Platon'dan Dion'un akraba ve dostlarına” başlığıyla gönderilmiş mektuptur.
“Gençlikte, ben de birçok genç gibiydim. Kendi kendime davranabileceğim gün gelince, hemen devlet işlerine atılmaya karar vermiştim. Ama o zaman, bu alanda birçok değişme olmuştu; kendimi şu durum karşısında buldum: Birçok kimse, o zamanki yönetime saldırmış, ayaklanma çıkmış ve yeni yönetimin başına elli bir kişi konmuştu. Bunlardan on biri kentte, onu da Peiraieus'da görev almıştı; görevleri agorayla kentin yönetimini ilgilendiren işlerle uğraşmaktı. Öteki otuzuna, tam yetkiyle en yüksek erk verilmişti. Bunlar arasında tanıdıklarım, akrabalarım vardı; uygun bir iş vermek üzere beni hemen çağırdılar. Genç yaşım düşünülecek olursa, hiç de aşırı olmayan birtakım düşlemler kuruyordum: Bunların devleti, eğrilik yolundan doğruluk yoluna getirerek yöneteceklerini sanıyor, ne yapacaklarını merakla bekliyordum. Oysa çok geçmeden, eski düzeni sanki altın çağmış gibi arattıklarını açıkça gördüm. Birçok zorbalıktan başka, o zamanın en doğru adamı olduğunu çekinmeden söyleyebileceğim yaşlı dostum Sokrates'e de saldırdılar. Onu başka kimselerle birlikte, bir yurttaşı yakalamaya göndermek; bu yurttaşı ölümle cezalandırıp, Sokrates'i, istesin istemesin, siyasetlerine karıştırmak istiyorlardı. Sokrates onları dinlemedi; onların büyük suçlarına ortak olmaktansa, bütün tehlikelere göğüs germeyi yeğledi. Ben de, bu türlü şiddet olayları ve buna benzer, bunlar gibi önemli daha başka zorbalıklar karşısında tiksinti duydum; olup biten iğrençliklerden uzaklaştım. Az zaman sonra, Otuzlar düştü; kurmuş oldukları yönetim biçimi de onlarla birlikte ortadan kalktı.
… Bununla birlikte, bu durumu iyileştirmek ve tüm yönetim biçimini değiştirmek için yollar aramaktan geri kalmıyor, eyleme geçebileceğim anı bekliyordum. Ama sonunda, o zamanki bütün devletlerin kötü yönetildiğini anladım; çünkü yönetim, uygun koşullar altında yetkin olarak yeniden düzenlenemezse, yasalarının iyileşmesine hemen hemen olanak yoktur. İşte bunun için, felsefeyi överken, ancak felsefenin yardımıyla devletlerin ve kişilerin yönetiminde doğruluk gösterilebileceğini söylemiş; bundan ötürü de, insan soyunun, başına çöken belalardan ancak tam ve gerçek filozofların yönetimi ele almasıyla ya da devletin başında olanların, Tanrı'nın iyicilliğiyle gerçekten filozof olmaları durumunda kurtulabileceğini belirtmiştim.” Kaynak: Platon – Mektuplar - Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. – Aralık 1999 – Sayfa 14/15/16
Devlet bir ütopyadır. Bunu söyleyen Platon değildir. 15. Yüzyılda Sir Thomas More tarafından söylenmiştir. Muhakkak ki Devlet bir ütopyadır ve siyasetin çok iyi bir vizyonunu sunar. Kitabın rehber ilkesi karşılılıktır. Devlet ve insan ruhu arasındaki karşılaştırmadır. Modern ve totaliter bir devletin modeli anlatılmaktadır. Şiirde ve teolojide ciddi bir sansürün yapılması, özel yaşam alanı ve ailenin kişilerin hakları olmamasını öngören bir yapıdadır.
“Kamusal eğitim hakkında iyi bir fikir edinmek istiyorsanız Platon'un Devletini okuyun. O, kitapları başlıklarıyla yargılayanlar gibi siyasi bir deneme değildir, eğitim üzerine şimdiye kadar yazılmış en iyi, en güzel eserdir.” Jean-Jacques Rousseau
Devlet on tane kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitap bir önsöz, hazırlık, hazırlama mahiyetindedir. İkinci kitap ile altıncı kitap ise kurumun/devletin yani siyaset felsefesinin en yoğun olduğu bölümlerdir. Yedinci ile onuncu kitap ise devlet insan, devlet insan ruhu ve insan metafiziği olarak devam etmektedir.
Birinci kitapta adalet ve doğruluğun tanımı değil de yararlarının konu edildiği diyalog adaletin faydasıyla çözeme ulaşmayı hedefler. Ancak ikinci kitapta bulunan bir hikâye ise mutlak bir gücün hâkiminin neden adaletli ya da adaletsiz olunmasını çürütmektedir. Gyges adındaki bu çobanın hikâyesi bize “güçsüzün” doğruluk arayışı olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü güçlüye adalet gerekmez, o kendi adaletini kendisi yaratabilir. Bu kısım Adeimantos’un sahneye giriş yeridir ve kitabın değiştiği, ismine uygun olarak şekillenmeye başladığı alandır. Sokrates burada bir düşünce fırtınası yaratmayı teklif eder ve bu düşünce paylaşımının ise bir devlet yaratma düşüncesi olduğunu kabul ettirir. Buradan sonraki kısımlar ise kendisi gibi aristokratlara yani diyalogda bulunan Glaukon ve Adeimantos’a göre ilerleyişini sürdürür. Şehir ve ruh metaforunu, her şey kendine benzer ya da benzerini arar düşüncesiyle doğruluğu her ikisine de uygular. Şehir ve ruh hipotezi o şehirlerde yaşayan kişilerinde benzer olduğunu, bu benzerliklerin Timokrasi, Oligarşi, Demokrasi ya da zorbalıkla yönetilen şehirler arasındaki benzerlikleri açığa çıkarır. Her rejim kendinden sonra gelen rejime referans ve rehber olur.
“Bir şehrin duvarları tuğladan değil insandan yapıldı mı, surları olmasa da olur.” (Alıntı)
İdeal insanı keşfe çıktığımız yedinci kitabımızda yapılan bir mağara benzetmesi kişilerin konfor alanından uzaklaşmasından korkmasını, zincirlerini kırıp yeniliklere ulaşamamasını içermektedir. Belki de kitapta bulunan en can alıcı insan psikolojisinin dibine inilen yerdir bu kısım.
Adil bir devlet kurulumda ilk önce yapılacak şeyin şairlerden, mit yaratıcılardan, hikâyecilerden başlanılmasını gerektiğini öne sürer ve bu ütopyada sansürü ileri derecede meşrulaştırır. Çünkü çocuğa küçük yaşta neyi hikâyelerseniz büyüdüğünde de o yönde bir yaşam tarzı benimsemesine olanak tanırsınız. Özellikle üçüncü kitapta Sokrates’i Homeros’un üzerine yürütüp, mitoloji yaratıcısı bu adamı yerdiğini gördüysek de onuncu kitapta bunun daha fazlasını görmekteyiz. Platon’un Homeros kitabından çekinmesinin sebebi günümüz anlayışı ile bakmak yerine; o devirde Homeros kitaplarının dini kitap olduğunu varsaydığımızda ortaya çıkar. Günümüz şiir, destan diye nitelendirdiğimiz bu kitaplar; o devrin yegâne din kitaplarıydı. En küçük bir sorunda o kitaplar açılır, onlardan bakılıp ona göre hareket edilirdi. İnsanlar o kitaplara göre yetişir; özel hayatlarından ziyade siyasal hayatlarını da buna göre düzenlerler ve Homerik kahramanların onları takip edenlere kötü örnek olmaktadır. Hatta Homeros’un iyi, hoş birisi olduğunu da söyler; ancak insanlık adına, devlet adına bir şey yapmadığını da açıkça belirtir. Ne bir Sparta Kralı ve Kanun Koyucusu olan Lykurgos olduğunu ne de Yunan Devlet Adamı Solon olduğunu söyler.
“...şehirlerin de insanlar gibi kaderleri olduğuna... inanılırdı.” (Alıntı)
Platon kitabından bedenin çürümesine değinmiş ve ruhun ölümsüz olduğunu vurgulamıştır. Ruhun ölümsüz olduğunu savunan belki de ilk Yunan filozofu olduğunu söylesek hata etmemiş oluruz. Ayrıca kitabın sonunda verilen “Er’in” hikâyesi ise bir cennet / cehennemvari bir yerin varlığından bahsetmektedir. Genellikle tek bir tanrıdan ve bazen de tanrılardan bahsetmesi ise tek tanrının varlığına inandığını göstermektedir. Bu tek tanrı söylemi de ölümsüz ruh söylemi gibi bulunduğu coğrafyada ilk bir söylemdir.
“Özü gereği, bir şeye bağlantısı olan her şey, tek başına ve kendi içinde ele alınınca, yalnız kendisine bağlı kalır. Buna karşılık belli şeylerle ilgileri bakımından ele alınırsa, kendisi de belli bir şey olur!” (Alıntı)
Diyalog karakterleri;
Sokrates; ana karakter. Diyalogda bulunan diğer karakterlerin doğrularını tartışma, konuşma vasıtasıyla çürütme yoluna giden, bu yolda ikna edebilen, erdemin, bilginin ve insan ruhunun en ince ayrıntılarını çok iyi gözlemleyen karakterdir.
Glaukon; Platon’un kardeşi, aristokrat. Diyalogda düşünceyi edilgen etmeye yarayan iki karakterden biridir. Genellikle içerikte “Evet,” “Hayır,” “Doğrudur…” gibi kelimeler ile karşımıza çıkar. Ancak Kallipolisi yönetebilecek karakterlerden birisi olarak gözükmektedirler.
Adeimantos; Platon’un kardeşi, aristokrat, zevk düşkünü, hedonist. Diyalogda düşünceyi edilgen etmeye yarayan iki karakterden biridir. Genellikle içerikte “Evet,” “Hayır,” “Doğrudur…” gibi kelimeler ile karşımıza çıkar. Ancak Kallipolisi yönetebilecek karakterlerden birisi olarak gözükmektedirler. Glaukon ile arasında fark ise Adeimantos daha cesurdur. Adaletin ise güçsüzlerin dostu olduğunu savunur.
Kephalos; gelenekçi, düz kafalı. Diyalogda aileyi temsil eder. Hatta ailenin başıdır. Ailenin başı olması sebebiyle en yaşlısıdır. Aralarındaki konuşmalar yaşlılığın nasıl olduğu ve cinsel ihtiyaçlara dem vurur. Kitap içerisinde Sophokles ile alakalı bir hikâye anlatır. “Sophokles: “Bırak canım sen de, dedi; bu işten kurtulduğuma bilsen ne kadar seviniyorum. Deli ve belalı bir efendinin elinden kurtulmuş gibiyim”. Sophokles’in bu sözünü beğenmiştim o zaman. Yine de beğeniyorum. Gerçekten, ihtiyarlık bu bakımdan kurtuluş sayılır. İstekler, hırslar gevşeyince insan rahatlar, Sophokles’in dediği gibi zırdeli bir zorbanın elinden yakasını sıyırmış olur. Yaşlıların yakınlarından çektiklerine gelince Sokrates, bunların da sebebi ihtiyarlık değil, insanların kendi huyudur. Ölçülü, uysal olana ihtiyarlık dert olmaz. Öyle olmayana ise, gençlik de bela olur, ihtiyarlık da.” (Sayfa 3) Helenistik dönem yaşam tarzı cinsellik ve para kazanma olarak yaşam tarzıydı. Yaşlanınca ise dine kendini adar ve bu yaşam tarzından kurtulurdu. Platon’a göre bu yaşam tarzı düşündeki devlete uymuyordu ve bu sebeple sadece birinci kitaptan sonra Kephalos’a diyalogda yer verilmemiş, böylece gelenek kovulmuştur. Bu hususta en iyi söylemi Jean-Jacques Rousseau yapmıştır; “Siyasette de ahlakta olduğu gibi, iyilik etmemek kötülük etmektir. Yararlı olmayan her yurttaş zararlı bir insan sayılır.” (Alıntı)
Polemarkhos; mirasçı, vatansever, soylu ya da centilmen. Adalet olarak herkese hakkının verilmesi taraftarıdır. Dostlara iyilik, düşmana ise kötülük yapmayı amaçlar. Dost ve düşman arasındaki ayrım, adil ile adaletsizlik arasındaki ayrım ve iyi ile kötü konularına en iyi sorular bu karakterden sorulur. Sokrates ise gereken cevapları verir ve karakterin düşüncelerini çürütür.
Thrasymakhos; Sokrates’in karşıtı, zıt görüşü, rakibi, realizm taraftarı. Kendisi eğitmendir ve öğrencileriyle beraber girerler diyaloğa. Diyalogda bulunan en dişli karakterdir. Adaleti bildiğini ve bunu diğer kişilere öğrettiğini savunur. En belirgin cümlesi ise; “Doğruluk/adalet, güçlünün işine gelendir.” (Sayfa 17) Kanunları bu güçlü kişiler koyar ve kanunlar tamamen bu kişilerin elindedir. Kanunlar ise bu güçlü kişilere hizmet eder savını ortaya atar. Konunun özeti olacak alıntı ise;
“Derler ki, tabiatta haksızlık etmek iyi, haksızlığa uğramak kötü bir şeydir. Haksızlığa uğrayanlar ise haksızlık edenlerden çok daha fazladır. İnsanlar, birbirlerine haksızlık ede ede haksızlığa uğraya uğraya, birinin tadını, ötekinin acısını duymuşlar. Haksızlığa uğramaktan sakınamayacaklarını, haksızlık etmeyi de her zaman beceremeyeceklerini anlayınca, bir anlaşmaya varmayı düşünmüşler, kanun koymuşlar, kimse haksızlık etmeyecek, haksızlığa uğramayacak diye. Kanunun buyurduğuna, kanuna uygun olana da doğru demişler. İşte doğruluğun kaynağı, özü budur. Doğruluk, en iyi şeyle en kötü şeyin ortasında, yani haksızlık edip ceza görmemekle, haksızlığa uğrayıp öç alamamanın arasındadır. Bu iki şeyin arasında olan doğruluk iyi bir şeydir diye sevilmez: Ona değer verdiren, insanın hep haksızlık etmeye gücünün yetmemesidir. Gücü yetseydi, haksızlık etmeyi, haksızlığa uğramayı ortadan kaldırmak için kimseyle anlaşmaya kalkmazdı. Böyle yapması delilik olurdu.” (Alıntı)
Sözün özü; okuduğumuz bu kitabın görünen kısmı bir diyalogdur. Ancak içerisine girildiğinde edebiyat, felsefe, metafizik, siyaset felsefesi gibi sayısız bir içeriğe ulaşmaktayız. İstenilen açıdan bakılmadığında 50 kere okusak dahi anlamayacağımız bir içeriktir. Her okumada yeni bir şeylerin keşfine açıktır. Diyalog tarzı olduğu için yüksek sesle okunması tavsiye edilir. Okunması gereken naçizane eserlerin en başında olanı dersek hata etmemiş oluruz.
Sevgi ile kalın…
1 note · View note
1-yolcu · 6 years
Note
Geceye bir şiir?
İğreniyorum!Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor? İğreniyorum! Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum! Olanlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı 'cek' ve 'cak' edatlarından iğreniyorum! (Perikles) gibi (Attik) Yunan medeniyetinin en haşmetli ve her şeyi tamam cemiyetinde, (Lirik) şiirin babası (Pindaros) şöyle der:'Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum! '... Ben de aynı meraret duygusuyla güneşi cepte kaybetmiş bir topluma bu sırrı anlatamamanın sefaletinden iğreniyorum! Dudaklarla kalbler arasındaki mesafeden, her akşam başına yorganı çeker çekmez uyuyuveren nefs muhasebesi yoksunu eyyamgüder politikacıdan, tecrit kampı ve iman zindanı haline getirdikleri camilere hissizce girip çıkan marka müslümanlarından iğreniyorum! Gördüğü şeyi nasıl görebildiğini izahtan âcizken gözüyle görmediği için Allahı inkar eden maddeciden iğreniyorum! Posayı cevher sanan kabuk milliyetçisinden, çile çekmeden olmaya bakan ezberci medeniyetçiden, hayat ağacını devirmeyi ve nurlu meyveleriyle ateşe atmayı inkilâp sayan devrimbazdan ve bunlara inananlardan, kapılanlardan iğreniyorum! Hâsılı, dil adına dilden, ev adına elden, vatan adına vatandan ve köy, köylü, şehir, şehirli, gazete, dergi, kitap, mektep, talebe, muallim, polis, memur, kanun, nizam, kadın, erkek, dost, ahbap ne varsa bunların gerçekleri adına hepsinden iğreniyorum! Ötesi var mı? ...Ağlayamayan, anlayamayan, içini kanatamayan, yumruğunu sıkamayan insandan, Allahın Kur'anda 'belhüm adal-Hayvandan aşağı' diye andığı iki ayaklılardan iğreniyorum! 17 Mart 1980 | Necip Fazıl
38 notes · View notes
barisapaydin · 6 years
Photo
Tumblr media
HALİME ÇAVUŞ: Kadın olduğu halde vatanını, milletini, bayrağını, dinini korumak için "erkek kılığına giren", günümüzde askerliği bedelli yapmak için kanun çıkmasını dört gözle bekleyen erkeklerin yüzünü kızartan Kurtuluş Savaşı kahramanıdır... Asıl adı Halime Kocabıyık'tır... 1898 yılında Kastamonu'nun Duruçay köyünde doğmuştur... Milli Mücadele yıllarında ailesinin tüm engellemelerine rağmen savaşa katılmıştır... Erkek kılığına girerek İnebolu'dan Ankara ve Sakarya'ya cephane taşıyan yardım kolunda görev almıştır... Bu işin üstesinden "kadın olmasına rağmen" başarıyla gelen Halime Çavuş, soğuk bir kış gününde İnebolu'yu denetlemeye gelen Mustafa Kemal Atatürk ile karşılaştı... Soğuk hava ve kar yağışına rağmen üzerindeki montu cephanenin üstüne örten Halime Çavuş, Mustafa Kemal Atatürk ile beraberindeki heyetin dikkatini çekti... Mustafa Kemal Atatürk, cepheye taşıdığı mermileri kendi hayatından bile fazla önemseyen bu askeri görünce çok etkilendi ve ona "Neden üstündeki montu mermilerin üzerine örttün, üşümüyor musun?" diye sordu... Halime Çavuş ise "Benim üşümem önemli değil. Bur mermi cephane yüzlerce belki de binlerce askerimizi koruyacak." demiştir... Bu cevap üzerine Atatürk, Halime Çavuş'tan kimliğini istedi... Kadın olduğunu anlayınca yaverine, Halime Çavuş ile ilgili tüm bilgileri not aldırarak Ankara'ya döndü... Görevine kaldığı yerden devam eden ve savaşta bulunduğu süre içerisinde gösterdiği başarılarla büyük takdir toplayan Halime Çavuş, 9 Haziran 1921 tarihinde Yunan savaş gemileri Kılkış ve Averof'un İnebolu'yu bombaladığı sırada şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak sakat kaldı... Kurtuluş Savaşı sonunda Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara'ya çağrılan Halime Çavuş, Çankaya Köşkü'nde 15 gün misafir edildi... Burada düzenlenen törenle kendisine İstiklal Madalyası ve "Çavuş" rütbesi verildi... Atatürk'ün verdiği emirle maaşa bağlanan Halime Çavuş, daha sonra Kastamonu'ya döndü... Kendisini milletine ve vatanına adayan Halime Çavuş, hayatı boyunca hiç evlenmedi... Kardeşi Hasan Kocabıyık'ın oğlu 13 yaşındaki Sadık Kocabıyık'ı evlat edinerek büyüttü. Hayatının son 6 yılını doğum yeri olan Duruçay köyündeki evinde yatalak olarak geçirdi... Halime Çavuş, 20 Şubat 1976 tarihinde 75 yaşında vefat etti...
69 notes · View notes
cinaraslan · 2 years
Text
📗 TARİHTE BUGÜN (23 MART):
625 - Arabistan'da Müslümanlarla Kureyşler arasında, Uhud Savaşı başladı.
1839 - "OK" sözcüğü, (oll correct) Boston Morning Post gazetesinde ilk kez kayıtlara geçti
1848 - Macaristan, Avusturya'dan bağımsızlığını ilan etti.
1918 - Rus İç Savaşı kapsamında Beyaz Ordu'nun bölgeden çekilmesinin ardından Don Sovyet Cumhuriyeti ilan edildi.
1919 - Benito Mussolini, İtalya'da Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı (Fasci Italiani di Combattimento) partisini kurdu. 9 Kasım 1921'de ise Ulusal Faşist Parti kuruldu.
1921 - II. İnönü Muharebesi başladı. Yunan birlikleri, Uşak ve Bursa üzerinden, Afyon ve Eskişehir'e doğru iki koldan taarruz başlattı.
1931 - Türk çocuklarının ilk öğrenimlerini Türk okullarında yapmalarını zorunlu kılan kanun kabul edildi.
1933 - Alman Millî Meclisi Reichstag, Adolf Hitler'e kararnamelerle ülkeyi yönetme yetkisi verdi.
1959 - Ankara'da yayınlanan Öncü gazetesi, süresiz olarak kapatıldı
1971 - Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu liderlerinden Deniz Gezmiş'in arkadaşları, Hüseyin İnan ve Mehmet Nakipoğlu yakalandı.
1972 - Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezalarını onayladı.
1974 - Hükümet, İmralı Adası'nda gömülü olan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın mezarlarının başka bir yere taşınabilmesine izin verdi.
1977 - Liselerde okutulan "Felsefeye Başlangıç" adlı kitabın yazarı Prof. Nebahat Küyel, Aleviler'i küçük düşürme iddiasıyla yargılandı.
1982 - Uğur Mumcu, köşesinde, "Terör, öncelikle demokrasinin düşmanıdır. Bu açıdan bakarsak, «12 Eylül 1980 öncesinde Türkiye'de düşünce özgürlüğü vardır, Anayasa yürürlüktedir, demokrasi tastamam işlemektedir» diyemeyiz, dersek: inandırıcı olamayız." yazdı.
1992 - Şırnak'ın Cizre ilçesinde çıkan olaylarda, güvenlik güçleri ile göstericiler arasındaki çatışmaları izleyen Sabah Gazetesi muhabiri İzzet Kezer, başından vurularak öldü.
1996 - Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Oğuzhan Asiltürk, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni din düşmanlığı yapmakla suçladı.
2000 - Galatasaray futbol takımı, UEFA Kupası çeyrek finalinde deplasmandaki ilk maçta 4-1 yendiği Mallorca'yı, Ali Sami Yen Stadı'nda da yenip, yarı finalist oldu
2004 - Gelibolu Yarımadası Tarihî Millî Parkı'nda Doğa Koruma ve Millî Parklar Genel Müdürlüğü'nce yürütülen "Şehitler Coğrafyası" projesi kapsamında yapılan araştırmalar sonucu, iki bin askerin gömüldüğü gerçek şehitlik bulundu.
2008 - "Ergenekon" soruşturması kapsamında gözaltına alınan İlhan Selçuk, savcılık sorgusunun ardından serbest bırakıldı ve yurt dışına çıkışı yasaklandı.
✨ÖLÜMLER👇🏻
1960 - Said Nursi, İslam düşünürü ve tefsir yazarı (Risale-i Nur Külliyatı'nın yazarı ve Nur Cemaati'nin kurucu lideri) (d. 1878)
1 note · View note