#yeni paradigma süreci
Explore tagged Tumblr posts
Text
DEM-İmralı Görüşmesi: Öcalan’dan Yeni Paradigma Mesajı
1 minute DEM Parti milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan, 28 Aralık’ta İmralı Adası’nda PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüştü. Bu görüşme, hükümetin izniyle 4,5 yıl aradan sonra gerçekleşti. Açıklamada Neler Söylendi? Görüşme sonrası Buldan ve Önder, Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğunu ve moralinin yüksek olduğunu belirtti. Öcalan’ın Kürt sorununa kalıcı çözüm bulma…
#açılım süreci MHP#ABD Suriye PYD YPG etkisi#Abdullah Öcalan açıklaması#Öcalan TBMM çağrısı#barış ve demokrasi süreci#DEM Parti görüşmesi#Devlet Bahçeli İmralı açıklaması#Kandil ve Kürt sorunu#Pervin Buldan açıklaması#PKK süreci analizi#Sırrı Süreyya Önder açıklaması#Türk-Kürt kardeşliği#TBMM Kürt sorunu#yeni paradigma süreci#İmralı görüşmesi
0 notes
Text

Hala, Umut İnsanda!
✍🏻 Ercan Eroğlu
https://www.gundemarsivi.com/hala-umut-insanda/
Paulo Freire dünyaca bilinen saygın bir eğitimcidir ve ülkemizde “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı yapıtıyla tanınmaya başlamıştır.
Kitaplarının birçoğu da Türkçemize kazandırılmıştır. Sözünü ettiğimiz yapıtında yaşamı boyunca okuryazar olmayan ve ezilen olarak ifade ettiği yoksul yetişkinlerin eğitimiyle ilgilenmiş bir eğitimcidir. Freire Ezilenlerin Pedagojisi kitabında sadece belli eğitim merkezinde uygulanacak alternatif bir pedagojiyi değil, amaçları kadar kullandığı araçları da özgürlükçü olan bir özgürleşme siyaseti önermektedir. Freire’e göre siyaset, kelimenin en geniş anlamıyla bir eğitim süreci olarak ifade edilebilir. Freire öncelikle “bankacı eğitim modeli” diye adlandırdığı ezberci eğitim yöntemini reddeder.
Bu ezberci yöntemde ezilenler, üzerlerine bilgi yatırımı yapılan boş kaplar olarak değerlendirilmektedir. Bankacı eğitim modelinde eğitim öğrenenlere sunulur. Bankacı eğitim modelinde öğrenenler nesne, öğretmenler veya siyasal liderler ise öznedir.
Bu modelde dünya;
Kapalı, durağan bir düzen, tamamlanmış bir gerçeklik olarak sunulur. Eğitim faaliyetlerinde diyalog karşıtı tek yanlı bir zorlama, diretme söz konusudur. Diyalog karşıtlığı; ezilenleri kaderciliğe iten, özgürlükten korkmalarına yol açan ve bu yüzden ezenlerin üzerlerindeki hükmetme isteğini pekiştiren bir model olarak ifade edilir. Freire diyalog karşıtlığının aksine ezilenlere dayatılmayan, onlarla diyalog içinde oluşturulan bir pedagojiyi “problem tanımlayıcı eğitim” modeli diye adlandırdığı bir metodolojiyi önerir. Freire’e göre yoksul ve eğitimsiz insanları “nesne” olarak algılayan, sınıf farklılığı nedeniyle insani ilişkiler yerine otoriter ilişkileri savunan düşünceler özgürleştirici olamaz. Özgürleşme, ezilenlere lütfedilecek bir olgu değildir ve bu şekilde sunulamaz; aksine ezilen insanların bağımsızlık uğruna verecekleri çabanın sonucudur. Freire’in önerdiği eğitim modelinde, “İnsanların dünya ile ilişkilerindeki problemleri tanımlamalarını, dünyayı insanın kendini yaratma (kendini gerçekleştirme) görevinde kullandığı bir malzeme olarak görmelerini sağlar.’‘ Diyalogun en önemli ön şartı ise insanlara gerçek anlamda inanmak ve insanları sevmektir. Burada “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” dizelerinin sahibi Zülfü Livaneli’yi de anmış olalım.
Büyük eğitimci Freire ve eğitim felsefesini kısaca andıktan sonra bu bağlamda dünya panoramasına kısaca değinmekte yarar var. Çünkü bankacı eğitim modeli başta bizim eğitim sistemimiz olmak üzere birçok ülkede egemen durumda. Bu eğitim modeli eleştirel düşünen, sorgulayan, özgürleştiren birey değil, tabii olan, uyumlu, itaatkâr birey yetiştirir.
Çok uzun süredir insanlık çok ciddi bir akıl tutulması yaşıyor. Bir yandan da insanlığın önündeki temel sorunlara ışık tutacak paradigma arayışlar sürüyor. Ülkemizde ve dünyada fikirler dünyasında hegemonya kurmuş olan düşünce akımlarının, kısaca hepsinin çıkış kaynağı olarak değerlendirilebilecek olan neoliberalizm insanlığa kan kusturmaya devam ediyor.
Bütün acımasızlığıyla İsrail-Filistin savaşı dünyanın orta yerinde sürüyor ve dünya ülkeleri izliyor. Oysa yaşanan adeta bir soykırım. İnsanlık adına ve geçmişten gelen geleneğimiz adına tarafımız belli ezilenlerden, mazlum Filistin Halkından yanayız. Hitlerin kıyımına uğramış, katledilmiş bir halkın seçilmişleri olan Binyamin Netenyahu hükümeti ABD ve birçok AB ülkesi desteği ile yeni savaş teknolojilerini mazlum Filistin halkı üzerinde kullanıyor.
Dünyanın gündeminde sadece savaş yok elbette.
Ukrayna Rusya savaşı da dâhil savaşların tetiklediği iklim, ekonomik, gıda ve enerji krizi, yoksulluğun küreselleşmesi, güneyden kuzeye doğru kitleler halinde yaşanan göç sorunu insanlığın önünde duran belki de orta vade de insanlığın sonunu getirebilecek sorunlar olarak karşımızda duruyor.
Ülkemiz de dünyada yaşanan bunca sorunun tam da orta yerinde bulunuyor ve doğrudan olumsuz olarak etkileniyor.
Ülkemizi nasıl bir gelecek bekliyor?
Çok uzun süredir eğitim, ekonomi, adalet, sağlık, tarım, demokratikleşme, basın özgürlüğü vb. birçok alanda, bir önceki yılı aratan bir şekilde artan, kronikleşen krizler yaşıyoruz. Kısa ve orta vadede krizden çıkış görünmüyor.
Prof. Dr. Mustafa Durmuş’un yakın zamanda Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonun düzenlediği panelde Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifinde, 2024 yılı için; 11 Trilyon 89 Milyar TL’lik gider (Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın yüzde 27’si); 8 Trilyon 437 Milyar TL’lik gelir öngörülüyor. Dolayısıyla bütçe açığının 2 Trilyon 651,9 Milyar TL (yüzde 6,4), faiz dışı açığın ise 1 trilyon 398 milyar TL olarak gerçekleşmesi öngörülüyor. Böylece önümüzdeki Orta Vadeli Plan döneminde 3 yılda 3 Trilyon 654 Milyar TL bütçe açığı verilmiş olacak. Bu üç yıllık dönemdeki faiz dışı açığın ise 945,3 Milyar TL’ye indirilmesi hedefleniyor. Bu da halka dönük sosyal harcamalarda ciddi bir kesinti olacağını ve / veya vergi yükünün daha da artacağını gösteriyor. Bu yılın Ocak–Eylül (9 aylık) dönemi bütçe açığının 512 Milyar TL olduğu dikkate alındığında, iktidar bloku yılın geri kalan son üç ayında 2 Trilyon 140 Milyar TL’lik bir açığı gerçekleştirecek harcamalarda bulunacak demektir. Yani iktidar sadece deprem harcamaları değil, yerel yönetim seçimleri yolunda çok ciddi harcama yapmayı da planlamış görünüyor. Tabi her şey tasarlandığı gibi giderse, fakat bu plan yapılırken Filistin İsrail savaşı gündemde yoktu!
20 milyonun üzerinde öğrencisi ve 1 milyon 300 bine yaklaşan öğretmen sayısıyla dev bir sistem olan eğitim sistemimiz bu hantal yapısıyla yönetilebilir olmaktan hızla çıkmaktadır.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın açıklamalarına göre, Milli Eğitim Bakanlığı için 2024 yılında 1 trilyon 90,2 milyar lira bütçe ayrıldı. Böylece bütçeden eğitime ayrılan pay yüzde 14,6 oldu. Eğitime ayrılan bu bütçe elbette ki yeterli değil. Belirlenen bu bütçenin içinde eğitim çalışanlarının ücretleri önemli bir pay tutuyor. Aslında eğitimin niteliğini geliştirmek için de geriye pek bir şey kalmıyor.
Eğitim sistemimizin yapısal sorunları nelerdir?
Belki de 20 yıl kadar önce bu sorunun cevabına ilk sıralara birçok eğitimci “öğretmen yetiştirme düzenimiz!” derdi. Ama artık eğitim sistemimizin en önemli sorunu eğitim bilim uzmanı ve iki öğrenci babası olarak diyebilirim ki laik, demokratik, çağdaş eğitimden hızla uzaklaşılması ve emekçi sınıfların, Freire gönderme yapalım “ezilenlerin” eğitime erişimidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı uzun yıllardır eğitim sistemimize dışardan ya da içerden müdahil olma çabasındadır. Örneğin 1996 yılında “Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif” oldukça kapsamlı bir çalışmayı kitaplaştırmıştır. ”Güle Oynaya Camiye Gel” projesi kapsamında 40 gün sabah namazına gelene bisiklet, okul öncesi eğitim çağındaki çocuklar için Kur’an Kursları açma ve kitap dağıtma, ÇEDES Projesinin (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum Projesi) amacı şöyle açıklanmış; “Öğrencilerimizin “millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerimizi benimseyen, koruyan ve geliştiren fertler olmalarına” ayrıca çağın ve geleceğin becerileriyle donanmış, bu donanımı insanlık hayrına sarf edebilen, bilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı; millî, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerimizi kendi yaşantılarında inşa etmiş; akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi, bedensel ve sosyal bakımdan dengeli bireyler olarak yetiştirilmesine katkı sağlamaktır.”
ÇEDES Koordinasyon Kurulu:
a) MEB DÖGM, DİB DHGM ve GSB GHGM’de, Daire Başkanları başkanlığında en az birer kişiden oluşan ortak kurulu,
b) İl ve ilçe düzeyinde İl / ilçe Müdürü ve Müftüsü başkanlığında il / ilçe müdür yardımcısı / müftü yardımcısı / şube müdürü, il / ilçe koordinatörleri, temsilci öğretmen, manevi danışman ve gençlik merkezi sorumlusu olmak üzere en az altışar kişiden oluşan ortak kurulu,
artık son aşama olarak Millî Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde yapılan değişiklikle, “Yatılı bölge ortaokullarının pansiyon kısımlarında ibadethane açılır. Okulöncesi eğitim ve ilköğretim kurumlarında talep edilmesi halinde ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak uygun mekân ayrılabilir” maddesi “okulöncesi eğitim ve ilköğretim kurumları ile yatılı bölge ortaokullarının pansiyon kısımlarında ibadet ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla doğal aydınlatmalı uygun mekânda mescit açılır” şeklinde değiştirildi.
Milli Eğitim Bakanlığının üst politika belgeleri incelendiğinde (MEB Stratejik Planı, Öğretmen Strateji Belgesi, Kalkınma Planı, OECD Bir Bakışta Eğitim, Orta Vadeli Program vb.) aslında bu uygulamaların söz konusu belgelerde yer almadığını görüyoruz. Bu tür projeler maalesef eğitim dünyasının dışından projelendirilmekte ve MEB’e sunulmaktadır. Kendi düşünceme göre, günümüz dünyasında yeri olmayan bu tür uygulamalar maalesef dışarıdan kotarılmaktadır. Yolukla, yoksullukla, yolsuzlukla debelenen insanlarımızın beklentileri çok başkadır.
Daha geçenlerde iki üniversite öğrencisi ekonomik nedenlerle kendi yaşamını sonlandırdı. Bu düzen maalesef sadece kendi mezar kazıcılığını yapmıyor, ülkemizin de mezarını kazıyor. Madde bağımlılığının yaygınlaştığı, erişiminin çok kolay olduğu, pandemi sonrası ağır psikolojik sorunlar ve öğrenme kayıpları yaşayan çocuklarımızın, eğitim dünyamızın sorunları aynı kalmakla birlikte yenileri de eklenmektedir.
Küresel dünyada küresel bir güç olmak, gönenç içinde yaşayan bir toplum olmak istiyorsak, yolsuzlukların, yoksunlukların ve yoksulluğun olmadığı, daha yaşanabilir bir dünya ve Türkiye istiyorsak, demokratik, çağdaş ve laik bir eğitim sistemi zorunluluktur. Eğitimin dini saiklerle yönetildiği, içeriğinin dinselleştirildiği hiçbir ülke demokratik ve çağdaş değildir. Ülke ve birey olarak refah içinde mutlu olarak yaşamaz.
Son olarak çocuklarımız bilgisayar ya da cep telefonları aracılığıyla dijital bağımlılık yaşamaktadırlar.
Bu durum da onların sosyalleşmelerini engellemekte, iletişim becerilerini zayıflatma, birlikte iş yapma, çalışma alışkanlıklarını yok etmekte, dikkat dağınıklığına neden olmakta, endüstriyel beslenme alışkanlığı yaratmakta, aile bağlarının kopmasına neden olmaktadır.
9.216.000 nüfusuyla İsrail, 57 İslam ülkesinin 1 milyar 600 milyon nüfusa meydan okuyor, çevresi sarılmış durumda Ortadoğu’da çıbanbaşı olarak duruyor. Biz “hiç akletmez miyiz?” ArGe çalışmalarına önem veren, bilim ve teknolojiyi gündelik hayatın her alanında kullanan İsrail’in diğer ülkelerden ne farkı var? Bence bu işin sırrı “Hayatta en hakiki mürit ilimdir, fendir, ilim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir” (M. K. Atatürk) sözlerinde saklıdır.
Burada konuşmamı öğrenci arkadaşlarıma ve anne babalarımıza okuma önerisi olarak üç kitap ismini telaffuz etmek isterim.
1. Yazarı Johann Hari olan “Çalınan Dikkat” ve “Kaybolan Bağlar”
2. Yazarı, Richard Bach, “Martı Jonathan Livingston”
Herkese iyi okumalar diliyorum. Lakin okumakla kalmayalım, anlayıp yorumlayalım, önce kendimizi sonra yakın çevremizi değiştirelim. Benim umudum hala var. Umut İnsanda!
Umutmayalım, cesaret hayatın eleştirisidir.
Büyük öğretmen Fakir Bayburt’un ifadesiyle “Sonsuz bir yaşam sonsuz bir umutla yaşanır”.
Sevgiyle kalın.
Ercan EROĞLU
Eğitim Bilimleri Uzmanı
#ErcanEroğlu #Eğitim #EzilenlerinPedogojisi #Paulo Freire #Ekonomi #Filistin #İsrail #ÇEDES #Demokratikleşme #Özgürlük #gundemarsivi #ogrencisorunlari #egitimpolitikalari #butceacigi
0 notes
Text
MEDYA KELİMESİNİN KÖKENİ:
İngilizce media "araçlar, özellikle basın ve yayın araçları" sözcüğünden alıntıdır. İngilizce sözcük Latince media "araçlar, aracılar" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince medium "aradaki şey, araç" sözcüğünün çoğuludur.
Medyanın Teknolojik Seyri ve Kısa Tarihi
Haber toplama ve halkı bilgilendirme anlayışının neredeyse insanlık tarihi kadar eski olduğunu tarihi kalıntılardan ve arkeolojik eserlerden anlayabiliyoruz. Bir haberleşme ve iletişim aracı olarak medyanın insanlığın hayatında varlığı Mısır’daki resmi gazetelerle ve Roma Senatosu’nun MÖ 59 yılında çıkarttığı Acta Diurna ile gerçekleşmiştir.
Roma İmparatoru Julius Caesar’ın, imparatorlukta gerçekleşen önemli olayları halka duyurmak amacıyla hazırlattığı bu tabletler, okuma-yazma bilen Romalılar tarafından şehrin meydanlarında okunur, halkın imparatorlukta yaşanan olaylar hakkında bilgilendirilmesi sağlanırdı.
İmparatorluğun başkentinin İstanbul’a taşınmasından sonra Acta Diurna kayıtlarının yayınlanmasına son verilmiştir.
Bilinen bir diğer tarihi resmi gazete de Kaiyuan Za Bao’dur. İpek üzerine yazılan haberler editörler tarafından düzenlenmekte ve halkın alınan kararlar, çıkartılan yasalar ve mahkeme sonuçları hakkında bilgilendirilmesi sağlanmaktaydı.
15.yy medya tarihi açısından önemli bir dönemeç olarak kabul edilmektedir. Johannes Gutenberg tarafından 1448 yılında geliştirilen el ile dizilebilen harflerle basım tekniği, matbaacılığın gelişimi açısından önemli bir kilometre taşıdır. Daha önceleri el yazmaları ve tahta harflerle kısıtlı sayıda çoğaltılabilen eserler, metal harflerle basım tekniğiyle binlerce adet basılmaya başlandı. 15.yy’ın sonlarına gelindiğinde ise Avrupa’da baskı makinesi sayısı binlerle ifade ediliyordu.
Habercilik açısından bir sonraki büyük gelişme radyonun icadı ile gerçekleşmiştir. Guglielmo Marconi isimli İtalyan bir kaşif tarafından 1898 yılında keşfedilen radyo, yüksek frekanslı radyo dalgalarının İyonosfer’e çarparak geri dönmesi ve dönen sinyallerin de yine dünyada bir başka alıcı tarafından toplanması prensibine göre çalışıyordu.
1947 yılında ilk transistörün icadı ile de radyo çok daha geniş bir kitlenin erişim sağlayabileceği bir haberleşme aracı haline geldi.
Medya tarihi için büyük devrim olarak nitelendirilebilecek gelişmelerden biri de televizyonun icadı ile gerçekleşmiştir. 1924 yılında John Logie Baird tarafından icat edilen televizyon tamamen mekanik özelliklere sahip bir aygıttı. Günümüz teknolojisine uyarlanması ise 1929 yılında Philo Taylor Farnsworth tarafından yapılmıştır.
İlerleyen yıllarda gazete, radyo ve televizyon teknolojisi kendi içerisinde gelişmeye devam etmiş fakat hem habercilik hem de medya teknolojileri için en köklü ilerleme internetin icadı ile olmuştur.
TDK Türkçe Sözlüğü’nde dilimize “genel ağ” olarak aktarılan internetin temelleri 1960’lı yıllarda ABD’de atılmıştır. Daha çok askeri amaçlı tasarlanan ve kesintisiz, güvenli iletişimi sağlamak için kurgulanan ARPANET sonraki dönemlerde ise bilimsel amaçlarla kullanılmıştır. Üniversiteleri birbirine bağlayan bu ağ ilerleyen yıllarda FTP, HTTP, TCP/IP gibi bağlantı protokolleri geliştirilerek bütün dünyayı birbirine bağlamıştır. Ülkemizde de 1994 yılında kullanılmaya başlanan internetin BTK (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu) verilerine göre 2013 yılının dördüncü çeyreği itibariyle 32.61 milyon kişi tarafından kullanıldığı belirtilmektedir.
Yeni medyanın temelleri de internetin gelişimi ile atılmıştır. İnternetin gelişim süreci Web 1.0, Web 2.0 ve Web 3.0 olarak dönemlere ayrılmaktadır.
Web 1.0 döneminde kullanıcılar sadece okuyucu durumundadır. Kontrol tamamen kaynak sitenin elindedir. İnsan etkileşimi yoktur, var olana erişilir, okunur, indirilir. Bu dönem “pasif internet” olarak da nitelendirilmektedir.
Web 2.0 dönemi web-insan, insan-insan etkileşimine imkan sağlayan altyapıya sahiptir. Temel mantık paylaşım ve etkileşimdir. Artık kullanıcılar da internette içeriğin oluşturulmasında söz sahibidir. Sosyal ağlar, arama motorları, sözlükler bu dönemin ürünüdür. Web 2.0 tanımı ilk defa O’Reilly Media tarafından 2004 yılında kullanılarak kavramsal çerçeveye oturtulmuştur. Etkileşimli iletişim servislerinin kurulması Web 2.0’ın getirdiği yenilikler aracılığıyla gerçekleşmiştir.
Şu anda kullanıcısı olduğumuz Web 3.0 ise cihazlar arası etkileşim ile insan kontrolü olmadan cihazların karar alabildiği, insan-makine, makine-makine, insan-insan etkileşimine imkan sağlar. Yapay zekâ önemli bir rol oynar, kullanıcı davranışlarını öğrenir, kısaca sezgisel bir ekosistemin bütünüdür.
Zamanla internet alt yapısının güçlenmesi, bu alt yapıyı kullanacak olan teknolojik cihazların ve teknolojilerin de gelişmesine kapı araladı. Yeni medyanın en önemli gerekliliği olan “etkileşimli sayfalar” için imkan sunan Web 2.0, yeni medyanın oluşması ve gelişmesi için eşsiz bir ekosistem yarattı.
Programlama dillerinin sağladığı gelişmeler çok daha fazla veriyi etkileşimli olarak kullanıcı tarafına sunmaya imkan sağladı. Metin haberciliğinden, multimedya (çokluortam) haberciliğine geçişin temelleri de bu teknolojinin sağladığı en önemli gelişmelerden biridir. Salt metin veya resim ile anlatımdan, anlık video akışına doğru seyreden paradigma, mobil teknolojilerin gelişmesi ve bu teknolojilere erişimi sağlayan cihazların son kullanıcının erişebileceği bir fiyat düzeyine gelmesiyle de mobil ekranlara doğru kaymıştır.
Binlerce yıllık habercilik tarihinin belki de en çok tebessüm ettiren yanı da tabletlerin yaygınlaşması ile yaşanmıştır. Taş ve metal tabletler ile halka duyurulan haberler artık elektronik tabletler ile geniş kitlelere ulaştırılmaktadır. Mesaj hiç değişmemiş, araç ise binlerce yıllık serüvende kendi hüviyetini korumuş, bilimin ve teknolojinin seyrine paralel olarak gelişmeler göstermiştir.
Taş tabletlerden, ipeğe, papirüse, oradan Gutenberg’in matbaasına, ardından Guglielmo Marconi’nin radyosuna, sonrasında günümüz haberciliğinin yapı taşlarını oluşturan John Logie Baird’ın televizyonuna ve evrensel bir miras olan internete doğru haberciliğin destansı serüveni hız kesmeksizin devam ediyor.

Televizyonun babası John Logie Baird

İlk radyonun mucidi Guglielmo Marconi

#medya#medya tarihi#sosyal medya#tarih#original photographers#faydalı bilgiler#bilgilendirme#medyaya#anlamlı sözler#trees#yazılarım#artists on tumblr#instagram#facebook#youtube#blogger#google art#sanatci#mısır#romanogers#julio cesar chavez
6 notes
·
View notes
Text
TOPLUMUN EVRIMI
ACI OLAN HAYATA GEÇ BAŞLANMASIDIR.
1-Diyalektiği tez, antitez ve sentez üçlüsüne dayandırarak açıklayan Hegel’e göre, gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır. Düşünce, bir kavramdan (tez) onun içindeki karşıtına (antitez) bundan da yeniden karşıtına (yani ilk kavrama) dönmekle, diyalektik hareket içinde, iki kavramın birliğini oluşturan üçüncü kavrama (sentez) ulaşır. Bu süreç, düşüncenin kendisini kavramasını sağlayan bilinç içeriğini artırır. Hegel’e göre diyalektik, varlığı belirleyen düşüncenin kendi süreci olduğu gibi dünya tarihinin de oluşum ilkesidir.
2-Marks maddenin hareketinin diyalektik iç-çelişkilerinin ürünü olduğunu ileri sürer ve düşüncenin diyalektiği de bu noktada maddenin hareketinin bilince yansıması olarak değerlendirilir.
3-Kuhn bilimsel çalışma ortamının sırayla geçirdiği üç evre tanımlar. Paradigma öncesi ya da pre-paradigma dediği ilk evrede, bilimsel nitelikte bir araştırma sürdürülüyor olsa da, belirli bir kuram üzerinde mutabakat yoktur. Bu evrenin tipik özelliği, çeşitli uyumsuz ve tamamlanmamış kuramların bir arada varlığıdır. Eğer bilimsel toplumun oyuncuları giderek bu kavramsal çerçevelerden birisine yönelir ve bilimsel yöntemler, terminoloji, deney türleri üzerinde geniş mutabakat sağlanırsa, ikinci evre olan normal bilim başlar. Bu evrenin özelliği de baskın paradigma kapsamında problem ya da bir anlamda yapboz çözmektir. Zamanla, normal bilim sürecinde anomaliler, mevcut paradigma kapsamında açıklanması zor olgular belirebilir, dahası bunlar birikerek normal bilimi zorlaştıran ve paradigmanın güçsüzlüklerini sergileyen bir noktaya, Kuhn'un adlandırmasıyla krize, ulaşabilir. Ama, gene Kuhn'un gözlemlerine göre, anomaliler ne denli çok sayıda ve büyük olursa olsun, güvenilir bir seçenek ortaya çıkana kadar, uygulamadaki bilim insanlarının çoğunluğu mevcut paradigmaya sadık kalır ve normal bilimi sürdürürler, çünkü sorunların çözüleceğine inançsızlık bilim insanı olmayı bırakmak anlamına gelir. Kuhn'a göre bütün bilimsel topluluklarda çoğunluğa aykırı düşen, kriz durumlarında yeni paradigmalar geliştiren az sayıda cüretkar birey de vardır. Bu bilim insanları Kuhn'un devrimci bilim dediği işe girişirler ve böylece bilim üçüncü evreye geçer. Bilimsel devrim diye de adlandırılabilecek bu evrede, eski paradigmaya güven sarsılır, temeldeki varsayımlar gözden geçirilir ve zamanla yeni bir paradigma itibar kazanır. Her iki paradigmanın da yan yana varolduğu ve yeni paradigmanın başlangıçtaki eksiklerinin zamanla kapatıldığı bir dönem sonunda yeni paradigma başat duruma geldiğinde, yani paradigma değişimi gerçekleştiğinde, bilim insanları yeni paradigma çerçevesinde yapbozla uğraştıkları normal bilime dönerler. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Bilimsel_Devrimlerin_Yap%C4%B1s%C4%B1)
4-Onun bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli” sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi tutmaya dayanır. Çünkü Popper’e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. Ama yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir olması gereklidir. Böyle kuramların eleştirel olarak incelenmesi, hem bu kuramların hem de kuramlara karşı eleştiri dürtüsü olmaksızın daha önce düşünülemeyecek türden deney ve gözlemlere götürür. Böylece bilim varsayımlar ve reddetmeler yoluyla eski problemlerden yeni problemlere ilerler ve hatalar elenerek yeni bir sorunla karşılaşır. Rasyonel eleştirici tutum bir kuramların doğru olduğu iddiasının eleştirisidir. Kuramları doğrulamak yerine onları akılcı bir şekilde eleştirerek, eleştirilere karşı fazla direnenleri ve büyük açıklayıcı gücü olanları geçici olarak kabul etmek gerekir. Ancak bu kuramlar her şeyi açıklama iddiasında bulunmamalıdır. Böyle bir iddiada bulunan kuramlar ancak “ sözde- bilimsel(sel) kuramlar ” olabilirler. Akılcı tutum ben yanılmış olabilirim e sen haklı olabilirsin ve ortak çaba sonucunda belki doğruluğa biraz daha yaklaşabiliriz. (http://www.flsfdergisi.com/sayi7/59-76.pdf)
5-Popper’un bilim felsefesindeki görüşlerini liberal ekonomiye de (alt yapıya) uygulayabiliriz:
(yanlışlanmamış) Verimli ve rekabet gücü yüksek şirketler / kuramlar.
6-Toplumu bütünüyle yeni baştan kurmak için hedeflenen amaca ulaşacak parçalı adımların teker teker gerçekleştirilmesi gerekliliğine inanır. Toplumun bütününü değiştirmeye yönelik toptancı mühendislik zihinlerde var olan ideal topluma yönelik değişimlerle toplumu dönüştürmeyi tercih eder. Ütopyacı toplumsal mühendislik Popper tarafından Marks’a mal edilir. Marks’a göre “toplum bizim akılcı planlarımıza göre değil, tarihin yasalarına gelişmek zorundadır.” Bu nedenle Marks her türlü toplumsal yapıcılığa karşı kökten tarihsici bir tavır takınır Popper, Ütopyacı toplum mühendisliğine karşı kendisinin “ Bölük pörçük toplum mühendisliği ” dediği tutumu savunur. Bölük pörçük toplum mühendisliği bilimsel yönetim toplumsal inceleme ve politikalara taşınırken eleştirel bir tutum benimsemek ve yanlışı olmayan, kusursuz bir politika uygulamanın bir daha olmayacağını kabul etmektir. Birer deneme niteliğinde olan uygulamaların yanlışlarını, hatalarını arayıp bularak, bu hataları eleyerek topluma daha uygun politikalara geçilebilir. Popper’ın savunusu insan hayatında her şeyin olabileceği üzerine temellendirilir. İnsan ve toplum hayatında rastlantıların rolü, Popper’ı geleceğin kurulmasına bugünden müdahale edilemeyeceği kanısına ulaştırır. Uygulanan politikalar toptancı mühendisliğin düşüncelerinin tersine bir sonuç doğurabilir, hatta hiç umulmayan sonuçlara yol açabilir. (http://www.flsfdergisi.com/sayi7/59-76.pdf)
7-Toplum da Popper’un bilim felsefesi kuramına göre evrimleşir:
Yeni bir alternatif (kuram) ortaya atılır.
Bu alternatif denenir. (eleştiri)
Bu alternatif işe yaramazsa (yanlışlama), başka alternatifler (kuramlar) denenir.
8-Toplumlar da bireyler gibi deneme yanılma yöntemiyle hata yapa yapa, kah yanlış yollara saparak, kah bataklıklardan geçerek, kah kafasını duvarlara vura vura öğrenir. Popper’ıın vurguladığı gibi her alternatifi denerken yeni problemlerle karşılaşır, yeni alternatifler üretir, bu arada bilgisi, görgüsü, deneyimi artar, zenginleşir.
9-Türkiye halkları da Kürt sorununda yıllarca savaş paradigmasını kullanmış, gözyaşı ve kanla bunun çıkar yol olmadığını öğrenmiş, savaş paradigmasının, biriken nicel olumsuzlukların sonucunda tıkanması üzerine, devrimci ve nitel bir değişiklik yaparak barış paradigmasına geçiş yapmıştır. Mevcut paradigma içinde yapılan olağan denemeler, küçük adımlarla o paradigmanın topluma uygun olup olmadığı sınanmış ve sınanacaktır. Barış sürecinde de sürekli dikenli yollardan geçilmiş, bu sürecin baş aktörlerinden AKP’nin bataklığa saplanması ve ülkeyi de kendisiyle birlikte sürüklemesi üzerine HDP’yi meclise parti olarak sokmuştur. AKP’li yıllar boyunca toplum olumlu olumsuz bir çok deneyim yaşamış, şimdi yeni bir aşamaya geçmiştir. Bu aşama da topluma olumlu olumsuz bir çok deneyim kazandıracak, yeni sorunlar doğuracak, yeni alternatifler yaratacaktır.
10-Tarih (toplum) dev adımlarıyla ilerler. Toplumun küçük bir adım atması yüz yılları bulur. Rasyonel olan, alternatifler arasında marjinal faydası en yüksek olanların öncelikle denenerek bu sürecin olabildiğince hızlandırılmasıdır.
11-ACI OLAN HAYATIN KISA OLMASI DEĞİL ONA GEÇ BAŞLANMASIDIR.
0 notes
Text
Yüz yüze eğitim devam edecek mi, nasıl olacak?

Koronavirüs vaka sayılarının hızla yükselmesi "Okullar kapanacak mı?" sorusunu gündeme getirdi. Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer koronavirüs vaka veya temaslıların tespit edilmesi nedeniyle yüz yüze eğitime başlayan 198 sınıfta online eğitime dönüldüğünü açıklamıştı. İşte Bakan Özer'in yüz yüze eğitim açıklaması...MEB OKULLAR KAPANACAK MI?İstanbul Sanayi Odası (İSO) Meclisinin "Eğitimde Yeni Eğilimler, Mesleki ve Teknik Eğitimde Paradigma Değişiminin Sanayimiz Açısından Önemi" ana gündemiyle yapılan aylık olağan toplantısında konuşan Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, hayatı normalleştirmenin okulları normalleştirmekten geçtiğini vurguladı. Bakan Özer, eğitim sisteminde 57 bin 108 devlet okulu olmak üzere 71 bin 320 okul, yaklaşık 850 bin de derslik bulunduğunu dile getirerek, yeni yaklaşımla sadece vakanın veya yakın temasında olduğu sınıflarda 14 gün yüz yüze eğitime ara verildiğini, bu 14 günlük arada canlı sınıflarla öğrencilerin eğitime devam etmesiyle ilgili her türlü desteği verdiklerini anlattı.14 günlük ara verilen sınıfların bu sürecin ardından yeniden sistemin içine dahil edildiğini belirten Özer, konuşmasını şöyle sürdürdü:YÜZ YÜZE EĞİTİME DEVAM"3. haftadayız, 6 Eylül'de eğitim-öğretim başladı. Kurulan mekanizma hakikaten çok sağlıklı bir şekilde işliyor. Kamuoyunda zaman zaman farklı iddialar ortaya atılıyor. Onlara burada değinmek isterim. İşte 'Başlangıçta 2 haftada 200'ün altında sınıf yüz yüze eğitime ara verirken, daha sonra bu sayılar arttı.' Bu sayıların artması okullarda Kovid-19 salgınıyla ilgili alınması gereken önlemlerin alınmamasından kaynaklanmıyor. Virüs okulu seçmiyor, virüs toplumun her yerinde, kafede, restoranda, sinemada, kültür sanat etkinliklerinde yani insanların bir araya geldiği her noktada virüsün yayılma imkanı var. Virüsün nereden başlayıp okula nasıl geldiğiyle, hangi noktada olduğuyla ilgili hiçbir bilimsel veri yok. Dolayısıyla bizim okullardaki eğitim sistemimizdeki sınıfların kapanma sayısı, toplumdaki vaka sayısının artışıyla doğrusal ilişkiye sahip. Toplumda vaka sayısı arttığı zaman yüz yüze ara veren sınıf sayımız artıyor, azaldığı zaman yüz yüze eğitime ara veren sınıf sayımız azalıyor. Ama burada enteresan bir nokta var, 14 gün sonra bu çocuklarımız tekrar yüz yüze eğitime devam ediyorlar. Yani okul kapatılmıyor. İnşallah bunu kararlılıkla uygulamaya devam edeceğiz."YÜZ YÜZE EĞİTİMDE EN BÜYÜK AVANTAJ AŞILANAN ÖĞRETMENLERSağlık ve İçişleri bakanlıklarıyla süreci koordineli şekilde yönettiklerini belirten Özer, "Şu anda okulları açık tutmamızla ilgili en büyük avantajımız öğretmenlerimizin aşılanma oranı. Hem birinci doz hem de ikinci doz aşılanma oranlarında öğretmenlerimizin yakalamış olduğu oran Türkiye ortalamasının çok üzerinde. Birinci dozda yüzde 92, ikinci dozda veya aşı olmadan bağışıklık kazanıp antikor oluşturmuş olan öğretmen oranımız yüzde 85'lerde. Özellikle 6 Ağustos ile bugün arasında öğretmenlerin aşılanmasında da ciddi bir ivmelenme var. Yani öğretmenlerimiz okulların açılmasıyla ilgili irade gösterildiği zaman sadece kendi sağlıkları için değil, topluma örneklik oluşturma bağlamında da sorumlulukları üzerine alarak çok hızlı bir şekilde aşılarını tamamladılar." diye konuştu."OKULLARIN AÇIK OLMASI BİR MİLLİ GÜVENLİK MESELESİDİR"Vakalara bakıldığı zaman öğretmenlerdeki vaka sayılarının çok düşük olduğunu vurgulayan Özer, şöyle devam etti:"İşte bizim okulları açık tutmayla ilgili en büyük avantajımızı öğretmenlerimizin aşılanma oranlarının yüksek olması oluşturuyor. Öğretmenlerimizin aşılanma oranının, İsveç, Finlandiya ve Almanya'daki öğretmenlerin 2 doz aşılanmalarından çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. İnşallah bu kararlılıkla okullarımız hep açık olur, öğrencilerimiz arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle, öğretmenlerimiz öğrencileriyle, okullarıyla buluşur ve eğer Türkiye'nin bir gelecek iddiası varsa bu iddia beşeri sermayenin niteliğinden geçiyor. Eğer okulları kapalı tutarsak bu iddiamızı kaybederiz. Onun için ben dedim ki 'Okulların açık olması bir milli güvenlik meselesidir.' Okulları açık tutmalıyız. Öğrencilerimizi sadece öğrenme olarak değil, psikolojik, sosyal, kültürel, sanatsal etkinliklerle sürekli destekleyip tam bir insan olarak Türkiye'nin geleceğinin inşasında rol alacak, sorumluluk alabilecek niteliklere sahip insanlar olarak yetiştirmek durumundayız."ERDOĞAN'DAN YÜZ YÜZE EĞİTİM İÇİN AŞI ÇAĞRISIKabine toplantısının ardından okullarda yüz yüze eğitimle ilgili sorulara da yanıt veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "Ülke genelindeki resmi ve özel 71 bin 320 okulda 1 milyon 172 bin öğretmenle, 17 milyon 436 bini aşkın öğrencimizle eğitim öğretim faaliyetleri devam ediyor. Yaklaşık bir buçuk yıllık aranın ardından elbette ufak tefek aksaklıklar olmuştur ama bunlar da ilgili kurumlarımız tarafından süratle giderilmiştir.Okullarda yüz yüze eğitimin sağlıklı şekilde yürütülebilmesi amacıyla bu dönem için 722 milyon liralık ödeneği yerlerine ulaştırdık. Temizlik konusunda herhangi bir aksaklık yaşanmaması için mevcut 71 bin temizlik personelini 42 bin ilaveyle 113 bine çıkardık. Öğrencilerimizin neredeyse tamamının derslere katılması çocuklarımızın okulu özlediğini gösteriyor. Öğretmenlerimizin aşılama oranı artarken, velilerimizi ve aşı sırası gelen öğrencilerimizi de yüz yüze eğitimin kesintisiz şekilde devamı için aşı olmaya davet ediyoruz." dedi.SAĞLIK BAKANI: OKULLAR ASLA KAPANMAYACAKSağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın okullarda yüz yüze eğitime devam edilip edilmeyeceği yönündeki sorulara verdiği yanıt şöyle:"Okulların son üç hafta açık kalmasıyla 0-17 yaş arası vaka sayısı bir kat daha arttı. Ortalama aktif vakamız şu an 400 bin. Dörtte biri 0-17 yaş grubunda. Yüzde 25 oranında. Daha önce yüzde 10-11 oranındaydı. Bu vaka sayılarındaki artış hastane yatışına yüzde 10 yansıdı. Yoğun bakım ve entübe sayılarına yansımadı. Dolayısıyla bu anlamda tedirgin olabilecek bir durum yok. Yakından takip ediyoruz. Bilim Kurulu ve Sağlık Bakanlığı olarak ikili ve hafta sonu eğitim dahil olmak üzere bütün alternatiflerin denenmesini ve her haliyle okulların açık kalmasını düşünüyoruz. Sadece Milli Eğitim Bakanlığı okulları değil üniversite eğitimi için de aynı şekilde düşünüyoruz.Temel hedefimiz, aşı gücümüzle toplum bağışıklığının elde edilmesi. Yeni dönemde kapanmaları gündeme almak istemiyoruz. Yeni dönemi, kişisel tedbirlerin daha çok devreye girdiği, kişisel güvenlik çemberinin daha çok önemsendiği ve aşılamayı ön planda tuttuğumuz bir dönem olarak görüyoruz. Yeni dönemde kısıtlamaları gündeme almak istemiyoruz. Okullar da asla kapanmayacak olan kurumlar olacak. Yükseköğretim de buna dahil" Read the full article
0 notes
Text
Son derece etkili olmak istiyorsanız uygulamanız gereken 7 alışkanlık
Son derece etkili olmak istiyorsanız uygulamanız gereken 7 alışkanlık

Yıllar geçiyor ve bu kitap dünya çapında en çok satan kitaplardan biri ve benim de favorilerimden biri. İçinde istediğiniz hayatı çizebilen, etkili, üretken bir insan olmak için gereken her şeyi öğrenebiliriz.
Stephen Covey’in ” Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı ” adlı kitabı 1989’da basıldı ve peş peşe tükendi.
2012 yılında vefat eden yazar, uluslararası saygın bir liderlik otoritesi, öğretmen, organizasyon danışmanı ve yazar olmuştur. Hayatını ilkeli bir yaşam tarzını öğretmeye ve hem aileleri hem de organizasyonları inşa etmek için liderlik etmeye adadı.
Bu çalışmada, bugün nerede olursanız olun, etkili insanlar olmak için deneyimlerini yoğunlaştırdı. Bunlar, yüksek üretkenlik, kişisel ve profesyonel verimlilik hedeflerine ulaşmak için zamanla sürdürülen eğitilmesi gereken 7 alışkanlıktır.
Son derece etkili insanların ilk alışkanlığı proaktif olmaktır.
İlk adım temeldir ve Covey’in “özel zafer” dediği şeydir, çünkü bunlar yalnızca size bağlıdır. Yazar, hayata karşı reaktif insanlar ve proaktif insanlar olmak üzere iki pozisyon olduğunu garanti eder. İnsanlar, harici bir soruyla ilgili olarak reaktif eylem olarak kabul edilir, sürekli olarak dış uyaranlara bekler ve yanıt verirler. Bu davranış biçimi hiçbir zaman tatmin bulmaz çünkü sürekli itilip kakılır.
Öte yandan, proaktif insanlar var. Karar verir vermez, varlığınız üzerinde sahip olduğunuz tüm özgürlüğü uygulamaya başlayabilir, tüm kararlarınızı besleyen içsel bir motoru harekete geçirmek için kendi kimliğinizle hareket edebilirsiniz.
Proaktif bir insan olmak için, hayatınızın tüm sorumluluğunu üstlenmeniz ve kontrolün sizde olduğu bir bakış açısıyla hareket etmeniz gerekecek. Yazar, yaşayabileceğiniz iki tür psikolojik alan olduğundan bahseder: Etki çemberi veya ilgi çemberi.
Endişe çemberi, önemsediğiniz (sizi kızdıran şeyler bile) ama kontrol edemediğiniz her şeyle doludur. Öte yandan, etki çemberi sizinle ilgili olanlardan oluşur ve onu değiştirme kontrolünüz de vardır.
Örneğin, sosyal ağlarda dünyada birçok problemin olduğunu görüyorsunuz. Vakaların büyük çoğunluğunda, bu konuda yapabileceğiniz pek bir şey yoktur, yalnızca yaşamı takdir etme yeteneğinizi etkileyen gereksiz endişeler yaratabilecek çok fazla bilgi vardır.
Proaktif vizyon, çoğu zaman sonucu etkileme yeteneğine sahip olduğunuz etki çemberine konsantre olmanızda yatar, örneğin, mali durumunuz size ve büyümenize bağlıdır; Ve hayatınızın bu yönünü geliştirmek istiyorsanız, aradığınız sonuçları size verecek bir strateji oluşturmaya başlamak sizin sorumluluğunuzdadır.
Proaktif zihin, sorunlarınıza ve hayal kırıklıklarınıza tepki vermek yerine vizyonunuz ve hedefleriniz tarafından beslendiğinde devreye girer.
İkinci alışkanlık akılda bir sonla başlar
Hayat projenizi geliştirirken, gerçekten ne istediğinizi bilmek için kendinize birçok soru sormalısınız. Bir vizyonla, yani yaşamınızla elde etmek istediğiniz şeyi temsil eden zihinsel bir görüntüyle başlamalısınız. Bu vizyon ne kadar net ve anlamlı olursa, ona doğru yürümeniz o kadar kolay olacaktır. Hangi yöne gideceğinizi bilmek için, bugün nereye gitmek istediğinize dair net bir fikre sahip olmalısınız.
Bugün nerede olduğunuzu anlamaya başlamak için geleceğe ilham verici bir vizyon yaratarak başlayın. Harekete geçin, hangi tekniği ve renkleri kullanacağınızı bilmek için hayatınızı bir sanat eseri olarak düşünün. Sonunda tüm resmin nasıl görüneceğine dair net bir fikir oluşturmalısınız.
Üçüncü alışkanlık, önce ilk şeyleri kurmaktır.
Bir önceki noktada, detaylı bir eylem planı geliştirmeye başlayabileceğiniz ve ardından onu en iyi şekilde uygulayabileceğiniz zamandır. Bu, günlük hayatınızı yönetmeye başlama zamanıdır.
Okuduğunuz gibi ilk alışkanlık sorumluluk almayı seçmektir; İkinci alışkanlık, geleceğiniz için ideal bir vizyon yaratarak oluşturulur ve bu üçüncü alışkanlık, bu vizyonu gerçeğe dönüştürmek ve onu inşa etmeye başlamaktır.
Bir örnek vermek gerekirse, bir ev inşa etmek istediğinizi hayal edin. İlk alışkanlık sizi başlama kararı vermeye yönlendirir, ikinci alışkanlık ise o evin planlarını geliştirmeye ve onu hayal etmeye ve detaylı bir şekilde oluşturmaya odaklanır. Aklınızda her şey net olduğunda, inşa etme zamanıdır. Üçüncü alışkanlık, evin temelini oluşturmaya ve duvarları yükseltmek için tuğlaları döşemeye başlamaktır.
Gelişiminizin bu aşamasında ilkeleriniz ve değerleriniz bir öncelik olmalıdır, bu nedenle elinizdeki zamanın yönetiminin farkında olmaya başlamanız çok önemlidir.
Stephen Covey, faaliyetlerinizin aciliyet ve önem derecesine göre konumlandığı dört bloklu bir model önermektedir.
İlk çeyrekte önemli olan acil faaliyetler vardır , bu sizin en acil önceliklerinizle ilgilidir. Pratik olarak zorunlu bir şekilde yapmanız gereken faaliyetler, örneğin bir krizi çözmek, ödemeler, son teslim tarihi olan projeler.
İkinci çeyrekte, acil olmayan ancak vizyonunuz için önemli olan faaliyetler bulunur. İşte projenizi ilerletmek için kararlar almakla ilgili olan şey. Örneğin, okuma, öğrenme, planlama, ilişki kurma, yeni fırsatlar arama ile ilgili şeyler. Gelişmeye devam etmekle ilgili her şey.
Üçüncü kadranda acil ama önemli olmayan faaliyetler, yani ortaya çıkan kesintiler, gereksiz toplantılar, zaman kaybı ve esas olana odaklanma ve genel olarak dikkatinizi gerektiren dışsal her şey var. yaşam projeniz için önemli olmasa bile. Buradaki anahtar, etkin bir şekilde yetki vermeyi öğrenmektir.
Dördüncü kadran ise ne acil ne de önemli olan faaliyetlerden oluşur. Bu kadran hayatınızı mahvedebilir. Bu sadece bir kaçış ve istediğiniz hayatı kurmamıza yardımcı olmayan tüm alışkanlıkları, sıkıldığınızda yaptığınız dikkat dağıtıcı şeyleri içeriyor; inşa etmek istediğiniz vizyonla ilgili zaman kaybıdır. Bu, gereksiz dikkat dağıtıcıları ve kesintileri ortadan kaldırmakla ilgilidir.
Bu modeli gözlemleyen Covey, önemli etkinliklerle beslenen bir program oluşturmanızı, yani zamanınızın en az %50’sini birinci ve ikinci çeyrekte olduğunu düşündüğünüz etkinliklere ayırmanızı ve mümkün olduğunca çok etkinliği ortadan kaldırmanızı önerir. çeyrekler üç ve dört.
Yavaşça başlamayı ve sizin için en önemli olana göre zamanınızı kademeli olarak yönetmeyi unutmayın.
Etkililiğe doğru tırmanma
Covey’in 7 alışkanlığına dönersek, ilk 3 alışkanlıkta ustalaştıktan sonra sonraki 3’le devam edebilirsiniz. diğer insanlara karşı liderlik becerilerini uygulamaya başlar.
Temel fikir, bir vizyon inşa etme ve onu taahhüt etme yeteneğine sahip bir birey olduğunuzda, sonunda başkalarına ortak bir vizyona doğru size katılmaları için ilham verebileceksiniz.
Dördüncü alışkanlık kazan-kazan düşünmektir.
(Kendiniz için) bir “özel zafer” elde etmek için alışkanlıklar geliştirerek, bireysel olarak kazanmanın ne gerektiğini anladınız, şimdi bir sonraki adım, sizinle birlikte olan tüm insanların kazanabileceği durumlar yaratmaktır.
Bir bakıma, birinin kazanması için birinin kaybetmesi gereken yıkıcı paradigmalara alışkınız, bu kolay yol. Birçok ilişki bir tarafa çok dengesiz yüklenir. Bu yeni paradigma ile bir faaliyete size en fazla faydayı sağlama niyetiyle yaklaşmak yerine, her iki tarafın da faydalanabileceği bir yol arıyorsunuz.
Sonunda, güvenin onları birleştirdiği çok güçlü ilişkiler kurmanıza yardımcı olacak.
Beşinci alışkanlık, önce anlamaya, sonra anlaşılmaya çalışmaktır.
Dinlemeyi öğrenmek, geliştirebileceğiniz en önemli becerilerden biridir. Bu yeteneğe sahip değilseniz bir ilişki kurmak imkansız olacaktır. İyi bir dinleyici olmanın anahtarı, diğer kişinin sözünü kesme arzusundan kaçınmak ve bunun yerine anlamaya çalışmak için derin bir merak beslemektir.
Bir insanı anlamak istemek sizin açınızdan çaba ve düşünmeyi gerektirir ve diğer yandan kendinizi anlamak, gerçekten ne düşündüğünüzü söylemek için cesaret ve kesinlik gerektirir.
Empati, yani insanın bir sorunu çözmeye çalışırken bir başkasının bakış açısını anlamaya çalışmak için sahip olduğu inanılmaz yetenek, son derece önemlidir.
İletişim, dinleme ve bilgi paylaşma yeteneği ile çözüme ulaşmamızı sağlar. Sahip olduğumuz en kötü alışkanlıklardan biri, duymaktan vazgeçemediğimiz sorunlara çözüm önermek istemektir ve bu da iletişiminizi etkileyebilir ve ilişkinizi riske atabilir. Bunu akılda tutarak, önce birini anlamak için mümkün olduğunca fazla bilgi toplamanız ve ardından daha net bir vizyona sahip olduğunuzda başarılı bir çözüme katkıda bulunmanız önemlidir.
Altıncı alışkanlık: sinerji kullanın
Bu, etkili insan gruplarıyla bir arada yaşamayı başardığınız zamandır.
Kişisel ve profesyonel ilişkileriniz güven ve sorumluluk üzerine kuruludur. Bu noktaya geldiğinizde, etrafınızı birlikte yaratıcı çözümler arayan insanlarla çevrelersiniz. Böylece bireyler arasındaki işbirliği sayesinde çok daha büyük şeyler başarabilirsiniz.
Bu noktada bilmediğiniz şeyler olduğunu anlarsınız ve kendi sınırlarınızı da anlarsınız; ancak, bu sınırlamaları aşmaya yardımcı olan ve daha geniş bir etki alanını kapsayan insanları bulabilirsiniz.
Bu kitabın ana konsepti, hepimizin farklı olduğunu kutlayabilmenizdir.
Çok çeşitli yetenekler, fikirler ve yetenekler vardır ve bu nedenle etkili bireylerden oluşan ekiplerde çalışmak her zaman daha iyi sonuçlar getirecektir.
İşlemi tamamlamak için yedinci ve son alışkanlık, testereyi bilemektir. Stephen Covey’in ” Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı ” kitabında önerdiği bu döngüyü bitirmek için odaklanmanız gerekiyor. Hayatınızın tüm yönlerini sürekli olarak geliştirmenize izin verecek azim odaklı, her gün gelişmeye devam etmeye çalışın.
Yazar bu bölümü, birbirini tamamlayan ve birbiriyle bağlantılı dört bölümden oluşan dengeli bir kendini yenileme süreci olarak tanımlar.
Sürekli beslemeniz gereken 4 önemli boyut vardır: Fiziksel kısım yani beslenme ve egzersiz gibi vücudunuzla ilgili her şey; zihinsel kısım, örneğin, okuma, meditasyon yapma ve hedefleri planlama; sosyal kısım, başkalarına sunduğunuz hizmet, güven ve empatiniz; ve değerlerinizle ve en derin merkezinizle ilgili olan manevi kısım.
Bu dört bölüme zaman ayırmayı başardığınızda, çok yakında etrafınızdaki faydaları göreceğiniz ve daha büyük bir tatmin ve tatmin durumuna gireceğiniz sürekli bir büyüme halinde yaşayabileceksiniz.
Zaferlerini gözden geçirmek
Bu son alışkanlık, Steven Covey’in 7 alışkanlığının paradigmasını tamamlar: Başlangıçta, aşağıdakilerden oluşan “özel zafer” ile başladınız: bir, proaktif olun; İki, aklında bir sonla başla; ve üç, ilk şeyleri ilk sıraya koyun.
Bu ilk aşamanın sonunda, aşağıdakilerden oluşan “kamu zaferini” keşfetmeye başlayabilirsiniz: dördüncü: kazan-kazan; beşincisi, önce anlamaya, sonra anlaşılmaya çalışın; ve altıncısı, sinerjiyi kullanın.
Bu altı güçlü alışkanlığı kurarak, dünyada olma ve yapma şeklinizi yenilemenin, her gün büyümeye, öğrenmeye ve gelişmeye devam etme zamanı. Tabii ki: Yedinci alışkanlığı uygulama niyetini (testereyi bilemeye devam et) ve hayatında kendin için en iyi kararları vermeye devam etmene izin veren bir sistem yaratma niyetini her zaman aklında tutacaksın, tüm insan grubunu desteklemeyi ve onlara fayda sağlamayı düşüneceksin. sana kim yardım eder. çevreler.
Kaynak, Siteyi Ziyaret Edin
0 notes
Text
Marx Değil, Locke Değil, Fakat Hobbes: Rus Devrimi’nin Anlamı

Lars T. Lih
Çeviri: K. Mustafa Ateş
Her devrim eski ve çürümüş olanı yok eder. Eskinin külleri üzerinde yeni ve güzel bir yapı inşa edilmeye başlanana kadar zorlu bir süreç geçirilmesi zorunludur.
Nikolay Buharin, 1918
Rus Devrimi neyle ilgiliydi? Bazıları bu soruyu yönetilenlerin rızası bakımından ele alır. Çarı alt etmek, meşruiyetini halkın serbest seçimler yoluyla ifade edilen rızasından alan bir hükümet kurmanın ilk adımıydı. Bu perspektiften ele alınan devrim anlatısı çoğunlukla, büyük vaatlerin felaketle sonuçlanmasından ibarettir. İster 1917’deki coşkun demokratik havanın ardından hızlıca bürokratik bir çarka dönüşen sovyetleri, isterse de tüm yetişkin nüfusun oyuyla seçilen fakat Bolşevikler tarafından dağıtılan Kurucu Meclis’i göz önüne alalım, nihai sonuç baskıcı bir diktatörlüktür.
Başka gözlemciler içinse Rus Devrimi proletaryanın sınıf misyonuyla ilgilidir. Bu perspektiften ele alanlar için önemli olan devrimin türüdür: Burjuva, sosyalist, demokratik bir devrim mi? Yahut bir tür karışım mı? Bu sorunun cevabı, hangi sınıfların hangi tarihsel görevleri yerine getireceğini belirler. Bu perspektifin en güçlü seslerinden biri olan Troçkist gelenek için de devrim anlatısı büyük vaatlerin felaketle sonuçlanmasından ibarettir: devrimin dejenerasyonu, bürokrasinin zaferi ve Stalinist karşı devrim.
İlk okumayı John Locke’un, ikinci okumayı ise Karl Marx’ın ismiyle özdeşleştirebiliriz. Fakat Thomas Hobbes ismiyle özdeşleşen üçüncü bir perspektiften daha söz etmek mümkün; bu perspektif, Hobbes’un Leviathan olarak isimlendirdiği, genel olarak kabul görmüş egemen otoritenin varlığı ya da yokluğuyla ilgilenir. Sözü geçen egemen otoriteye karşılık gelen Rusça kelime vlasttır ve Hobbesçu perspektifi yansıtmakta herhangi bir İngilizce kelimeden çok daha yeterlidir.
Yazıda da görülebileceği gibi devrimde ve iç savaşta rol almış veya gözlemcilik etmiş Ruslar bu kelimeyi neredeyse takıntılı bir şekilde kullanmıştır. Bu nedenlerden dolayı takip eden satırlarda vlast kelimesini başka bir dile çevirmeden kullandım. Power (güç) birkaç nedenden dolayı tam anlamıyla yeterli bir karşılık oluşturmaz. İngilizce bir kelime olan powerdan farklı olarak vlast, belirli bir ülkedeki egemen otoriteyi işaret etmesinden ötürü daha spesifik bir anlama sahiptir. Vlasta sahip olmak demek, son sözü söyleme hakkını elinde bulundurmak, kararlar vermeye ve bu kararların hayata geçtiğini görmeye muktedir olmak demektir. Genellikle vlast, bu nüansları yakalayabilmek için, İngilizceye the power olarak çevrilir. Soviet power (sovyet gücü) ya da sovetskasia vlast terimleri ise sovyetlere, onun ilkelerine ve toplumsal seçmen zeminine dayalı bir vlasta işaret eder.
Devrim, demokrasinin tesisi (yönetilenlerin rızası) veya “gücün yeni bir toplumsal grup ya da sınıf (sınıf misyonu) tarafından ele geçirilmesi” olarak tanımlanabilir. Ancak devrim terimi, Hobbesçu yıkım ve yeniden inşa paradigmasına pek de uygun değildir. Rusların bu paradigma için güzel bir tabiri vardır: “zor zamanlar”. Bu tabir ilk olarak iç savaşın, istilaların, eşkıyalığın, kıtlığın, vesairenin görüldüğü 1603 (Boris Godunov’un ölümü) ile 1612 (ilk Romanovların taç giymesi) arasındaki zaman dilimi için kullanılmıştır. Yine çoğu Rus 1914 ile 1921 arası ve sonrasında 1990’lar için bu tabiri kullanmıştır. Ben de gıda arzı politikaları üzerine olan çalışmamda (Bread and Authority in Russia, 1914-1921) “zor zamanlar” terimini, yıkım ve yeniden inşanın birleşik bir süreci olarak görülen, savaş, devrim ve iç savaş dinamiklerini açığa çıkarmak amacıyla analitik bir araç olarak kullandım.
Hobbesçu siyaset yaklaşımının başlıca temalarını incelemekle başlayalım. İlk olarak Hobbes’un teorisi aşırı durumlara odaklanır: iç savaş, yıkım, gündelik yaşamın olağanlığının hiçbir anlam ifade etmediği ve salt fiziksel varoluşun söz konusu olduğu zamanlar. Hobbes’a göre bu gibi durumların başlıca özelliği genel kabul görmüş bir vlastın olmayışıdır; öyle ki bir egemen otoritenin oluşturulması kaçınılmaz bir zorunluluk halini alır.
İkinci olarak, Hobbes vlastın yokluğunda ortaya çıkan dinamikleri “herkesin herkesle savaşı” olarak özetler. Toplumda güvenilir düzenleyici kurumlar olmadığında kimse kimseye gerçekten güvenemez. İnsan psikolojisi gözetilmeksizin, böyle bir durumda herkesin herkesle savaşı objektif bir gereklilik olur. Hobbes ve Rus iç savaşını deneyimleyen -yahut hayatta kalamayan- çoğu insan için bu olabilecek en kötü durumdur.
Üçüncü olarak, faal bir egemen otorite bir Leviathan olmak zorundadır: rakiplerine müsamaha gösteremez, onları sindirmelidir. Leviathan’ın gerekliliği denen şey illaki diktatoryal ya da otoriter bir devleti şart koşmaz. Eğer Leviathan’ın varlığına tehdit arz etmiyorsa, belirli bir derecede özgürlüğe, ademimerkeziyetçiliğe ve vatandaşların karar mekanizmalarına katılımına izin vermek Leviathan’ın işine gelir. Yine de Leviathan’ın varlığının güvencede olması için, herkesin onunla uğraşılmaması gerektiğini iyice bellemiş olması gerekir.
Son olarak Hobbesçu argümanın mantığı, herkesin herkesle savaşının felaketlerinden kaçınmak için faal bir vlastı korumanın ahlaki bir görev olduğunu ima eder. Fakat bu ahlaki görev, Leviathan’ın, herkesi sindirmek anlamına gelen görevini yerine getirme kapasitesine bağlıdır. Ne zaman var olan bir vlast yıkılsa veya yalpalasa, ne zaman egemenlik için mücadele eden rakipler ortaya çıksa; bireyler (onlara vatandaş diyemeyiz!) kendi çıkarlarını gözetmekte ve destekleyecekleri Leviathan adayını seçmekte özgür olurlar. Aslına bakarsanız bu seçimi yapmaya mecbur kalırlar. Belirlemesi zor olsa da bir noktada tek ama sadece tek bir egemen otorite ayakta kalır ve olağan ahlaki sorumluluk tekrardan baş gösterir.
Hobbesçu çerçeve son dönem akademisyenler tarafından olayların yorumlanmasında yararlanılan bir şey değil. Önceki bir yazımda olayların Hobbesçu çerçeveyi benimsemiş doğrudan tanıkları tarafından -pek tabii bu Rus yazarlardan bekleyebileceğimiz gibi Hobbes’un ismi anılmadan- sunulan sofistike ve geniş açılı analizine üç örnek vermiştim. Bu üç yazar politik spektrumun geniş bir aralığını kapsıyor; milliyetçi sağdan Sergey Lukyanov, Bolşevik soldan Nikolay Buharin ve liberalizm ile sosyalizmin buluştuğu merkezden Aleksi Peşehanov. İlerleyen zamanlarda, uygun gördükçe bu tanıklara başvuracağım.1
Buradaki amacım Bolşeviklerin, Şubat 1917’de bir gecede yok olan çarın vlastının yerini doldurmak şeklindeki Hobbesçu imtihana nasıl karşılık verdiklerini incelemek. Ekimde başarıyla iktidarı ele geçiren ve akabinde iç savaşta rakiplerine karşı onu elinde tutanlar neden Bolşevikler oldu? —ki bu1917'de dahi sayıca az olan Bolşevikler için dudak uçuklatan bir neticedir. Bolşevikler, savaş öncesi dönemde sahip oldukları perspektif sayesinde, Şubat devriminden sonra Rusya’yı bekleyen asli imtihana etkin bir yanıt oluşturacak biçimde ön adaptasyon gerçekleştirmişlerdi: Yeni ve çelikten bir vlast (tverdaia vlast, politik spektrumu boydan boya kat eden bir slogan) oluşturmaya, yeterli devlet kurumlarını küllerinden inşa etmeye ve Leviathan’ın “herkesi sindirmesini” sağlamaya hazırdılar.
Hegemonya Senaryosu: Bolşeviklerin Ön Adaptasyonu
1910’da Lenin’in sağkollarından biri olan Lev Kamenev, proleterya her zaman “bütün sorunları ve bütün mücadeleleri vlast için mücadele seviyesine yükseltecektir... Rus Devrimi -liberalizmin aksine- tamamına ermek için, vlastı devrimci sınıfın ellerine teslim etmek için çabalıyor”2 der. Vlasta bu denli odaklanılması Bolşeviklerin 1917’nin beklenmeyen imtihanlarına önden adapte olduklarını kanıtlıyor.
“Ön adaptasyon” evrimsel biyolojiden alınmış bir kavramdır. Bazen belirli bir ortamdaki bir zorlukla baş etmek için evrilen bir özellik beklenmedik bir şekilde farklı bir ortamdaki zorluklara karşı da işlevli olur. Örneğin dinozorların vücut ısısını düzenlemek amacıyla gelişmiş olan tüyler sonrasında kuşların uçmasını sağlamıştır. Bu kavram herkes için olduğu gibi Bolşevikler için de yeni ve öngörülmemiş olan, 1917’nin Hobbesçu imtihanlarına neden diğerlerinin değil de Bolşeviklerin karşılık verebildiğini açıklamaya yardımcı olur.
Vlasta verilen önem Bolşevizmin hegemonya senaryosunun, yani 1905 devriminin deneyiminin ardından politik stratejilerinin dayanağı olan, yaklaşan Rus Devrimi’ne yönelik beklentinin ve dinamik güçlere dair haritalarının bir parçasıydı. Başka bir yerde hegemonya senaryosunu ayrıntılarıyla tarif etmiştim. Burada bizim amaçlarımız için üç özellik önem arz ediyor.3
Birinci olarak, proletaryanın temel dünya-tarihsel görevi devlet gücünü, yani vlastı kullanarak sosyalizmi inşa etmekti. Kautsky’nin 1909’da Bolşevik liderlerce çokça takdir edilen bir kitabında dediği gibi, Sosyal Demokratlar devrimcidir çünkü “devletin gücünün sınıf yönetimindeki bir enstrüman, hatta en güçlü enstrüman olduğunu anlarlar ve politik gücü [Macht] ele geçirmediği takdirde proletaryanın amaçladığı toplumsal devrim gerçekleştirilemez.”4 1914’te Lenin bu sözü onaylayarak alıntılamıştır.
Bir sınıfın, toplumu kendi imajına göre yeniden şekillendirmek amacıyla devletin gücünü ele geçirmesinin paradigmatik örneği 1798’deki Fransız İhtilali ve diğer “burjuva devrimleri”ndeki burjuvazidir. Fakat 1848 ile yirminci yüzyılın başları arasında Marksist teorideki en büyük ilerleme, Almanya ve Rusya gibi ülkelerde burjuvazinin “burjuva devrimi” yapabilme olanağının giderek azaldığının ve bununla birlikte proletaryanın devrimci kapasitesinin giderek arttığının farkına varılmasıydı. Engels 1892’de “eğer Alman burjuvazisi politik kabiliyet, disiplin, enerji ve azim bakımından içler acısı bir şekilde noksan olduğunu gösterdiyse, Alman işçi sınıfı tüm bu özelliklerin yetkin örnekleri vermiştir”5 iddiasında bulunmuştu.
Böylece -ve bu aynı zamanda ikinci önemli özelliktir- proletarya, burjuvazinin, mutlakiyetçiliğin yerine demokrasi ve tam politik özgürlüğü koymak şeklindeki tarihsel görevini üstleniyordu. Almanya’da da Rusya’da da ne kadar radikal ve demokratik olurlarsa olsunlar işi bitirmek için burjuva partilerine bel bağlamak mantıksızdı: “Devrim hâlâ yalnızca proletarya devrimi olarak mümkündür. Örgütlü proletarya, elverişli koşullarda ulusun çoğunluğunu peşinden sürükleyecek kadar büyük ve yoğun bir güç [Macht] oluşturmadıkça, sözü geçen devrim imkansızdır.”6 Burjuva devrimi burjuvaziye bırakılamayacak kadar önemliydi!
Stratejideki bu değişiminin altında ekonomik ve politik gelişimi engelleyen tarihi geçmiş kurumlardan kurtulmak, modern ekonomik ve politik kurumlar inşa etmek ve demokratik bir ruhla toplumda azimli bir dönüşümü hayata geçirmek gibi toplumsal gelişim için gerekli olan ulusal görevlerin proletaryanın sorumluluğunda olduğu düşüncesinin gittikçe güçlenmesi vardı. Böylece proletarya ulusal gelişim için gerekli olan demokratik bir devrimin hegemonu ya da lideri olmuş oldu.
Takip eden soru şudur: Kimin lideri? Rusya’da Bolşevik cevap –bu cevap Kautsky tarafından, Bolşevikleri coşkulandıracak biçimde takdir edilmişti– belliydi: köylülerin. Her ne kadar köylülerin sınıf çıkarı toplumu tamamıyla demokratikleştirmede onları potansiyel bir müttefik yapsa da; devrim mücadelesinde etkili politik liderliğe ve çıkarlarına dair daha fazla farkındalığa ihtiyaçları vardı. Bolşevik strateji bu liderlik için Rus proletaryasını ve onun partisini atamıştı.
Rusya’ya uygulanan hegemonya stratejisi şöyle özetlenebilir: toplumu tamamen demokratikleştirmek ve böylece olası hayati engelleri kaldırarak sosyalizme giden yolu temizlemek için, sosyalist parti, işçi ve köylülere dayanan devrimci bir vlast oluşturmaya çabalamalıydı. 1917’de bu strateji kolayca “Tüm İktidar Sovyetlere!” (Vsia vlast Sovetam!) sloganına dönüştü.7 Her ne kadar savaş öncesi Bolşevikler “vlastı fethetmeye” odaklandıysalar da, ortada fethedilecek bir vlastın olmayabileceğini hiç göz önünde bulundurmamışlardı. Devlet kurumlarını küllerinden yeniden inşa etmenin öncelikli programları olacağını hiçbir biçimde öngörmemişlerdi. Devrimden sonraki en büyük başarılarının Kızıl Ordu’yu kurmak olacağını öğrenseler çok şaşırırlardı. Gerçekte, bu tarz zorluklara göğüs germek için ön adaptasyon geçirmişlerdi fakat bu ön adaptasyonu acımasız ve emsalsiz bir siyasi ortam için efektif bir adaptasyona dönüştürebileceklerinin garantisi yoktu.
1917: “Tarihsel Vlast” Kaybolur
1917 Şubat’ında, yakın zamanda üç yüzüncü yıl dönümünü kutlamış olan bir hanedanlık, genel olarak kabul görmüş meşruiyet prensipleriyle beraber yok oldu. Bir anda, bir dizi yeni zorluk ortaya çıktı, fakat bu zorlukların kapsamının kendini göstermesi zaman aldı. Geçici Hükümet’in Gıda Arzı bakanı olan Aleksi Peşehanov, yeni durumu gözlemlemek ve üzerine düşünmek için iyi bir konumdaydı. Gıda arzı ekonomik, idari ve toplumsal dokuyu artan bir ivmeyle parçalayan gerilimlerin odak noktası haline gelmişti. Birkaç yıl sonra, 1922’de gönülsüz bir şekilde sınır dışı edilmesinin ardından, 1917’de durumun nasıl olduğunu hatırlatıyordu. Betimlemesini uzunca alıntılamaktan daha iyisini yapamayız:
“27 Şubat 1917’de eski devlet vlastı devrildi. Yerini dolduran Geçici Hükümet kelimenin tam manasıyla bir devlet vlastı değildi; yalnızca vlastın sembolü, vlast düşüncesinin taşıyıcısı, veya en iyi tabirle onun embriyosuydu.” Çar yönetimini destekleyen mekanizma da çökmeye başlamıştı. “Devlet yönetiminin işleyişi aniden bozuldu. Devlet vlastının varlığı için azami önemdeki unsurlar tamamen yok edildi. Mahkemeler, kolluk kuvvetleri ve devletin diğer baskı araçlarının izi bile kalmadı. Bu yıkım süreci kısa sürede aşağıya doğru bütün yerel organlara, cephe ve cephe gerisini kapsayacak şekilde orduya yayıldı.” Yerel yönetimin yeni organları yavaş ve etkisizdi. “Eğer herhangi bir devlet düzeni kendini herhangi bir şekilde devam ettirdiyse, bu ataletle oluyordu. Onu güç kullanarak desteklemesi gereken güçler orada değildi.”8
Etkili bir vlastın olmayışının farkındalığının nüfusun tümüne yayılması zaman aldı. Peşehanov’a göre köylü nüfus yeni durumu ancak mayıs ayında kavradı. Bu esnada talihsiz Haziran Saldırısı (Galiçya Saldırısı) yeni seçilmiş asker komitelerinin ve eskiden miras kalmış subay birliklerinin bileşiminin ne kadar etkisiz olduğunu gözler önüne serdi. Ordu birimleri halkı yağmalamıştı ve komuta heyeti durumu kontrol altına alamadı çünkü askeri polis de ordu birimleri kadar güvenilmezdi, hatta çoğu zaman onlar da bu yağmalara katılmıştı.9 Tsuyoshi Hasegawa yeni kitabı “Crime and Punishment in the Russian Revolution” (Rus Devrimi’nde Suç ve Ceza), hiç sevilmeyen fakat etkili olan sivil polis kuvvetinin çözülmesinin ve onun yerine yeni belediye polisinin getirilmesinin nasıl hızlıca düzenin çöküşüne ve şiddet suçlarında artışa yol açtığını detaylarıyla anlatır. Tepki ilk olarak mafyadan, ardından Çeka’nın bir hayli baskıcı ve illegal faaliyetlerinden gelmişti.10
Peşehanov’a göre vlastın yıkılışı Ekim Devrimi’ni takip eden aylarda zirveye ulaştı, daha doğrusu dibe vurdu. “Fetihleriyle birlikte, tabiri caizse ortada hiçbir etkili Rus vlastı bırakmadılar: orduyu kararlılıkla yok ettiler, Geçici Hükümet’in yaratmaya çalıştığı yeni devlet aygıtının temellerini dahi yeryüzünden sildiler. Ülke tam anlamıyla anarşi içine atılmıştı.”11 İnsanlar acımasız Bolşevik zorbalığından ziyade, anarşinin karşı devrimin zaferiyle sonuçlanmasından korkuyorlardı. Peşehanov yeni devrimci rejimin ilk aylarındaki durumu özetleyen bir anekdot aktarır:
Moskova’da 1918’in Mart veya Nisan ayında, yani Bolşeviklerin iktidara gelmesinden yaklaşık altı ay sonra, Geçici Hükümet’in bir üyesiyken şoförlüğümü yapan şoföre rastladım. Eski arkadaşlar gibi birbirimizi selamladık. “Nasıl gidiyor? Bir zamanlar Çarın şoförlüğünü yapardın, şimdi kiminkini yapıyorsun?” diye sordum. “Şimdi Bolşeviklere çalışıyorum, zaten başka yolu da yok... Fakat bilirsin onlara o kadar da boyun eğmiyorum. Dün yoldaş (Halk Komiserleri’nden birinin adını söyledi) bir otomobil istedi ve ben de, organizasyonumuzun bir katibi olarak, ona yazarak cevap verdim: orada, yukarıda bir vlast var, doğru, fakat burada, aşağıda da bir vlast var, size otomobil vermeyeceğiz!” dedim. Eğer alttaki vlast üsttekinden güçsüz değilse, aslında ortada hiçbir vlast olmadığı söylenebilir.12
Devletin parçalanması gerekli değildi; zaten yıkılmıştı. Şimdi konuya farklı bir açıdan bakalım ve şunu soralım: Rus toplumundaki hangi güçler yeni bir vlast yaratmak şeklindeki Hobbesçu zorluğu üstlenmek için hazır, yeterli ve istekliydi? Asgari düzeyde uyumlu ulusal bir yapıya sahip güçler arasında, bürokrasiyi, seçkinleri (dvorianstvo), Kilise’yi, seferberliğe yardımcı olmak için kurulmuş “gönüllü kuruluşları”, yeni oluşturulmuş seçim kurumlarını (Sovyet Kongreleri ve Kurucu Meclis), orduyu ve siyasi partileri sayabiliriz.
İlk dördünü kolaylıkla eleyebiliriz. Devlet bürokrasisinin, işlerlik kazanmak ve anlaşmazlıkları düzenlemek için dışsal bir otorite kaynağına ihtiyacı vardı. Bu tür bir dışsal otorite olmadan, Ekim 1917’de gerçekleşen, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesini selamlayan yaygın iş durdurma eylemleri türünden negatif ve pasif eylemlere imza atabilirlerdi yalnızca. Seçkinlerin ömrü ise, etkili bir politik liderlik kaynağı olmak, hatta ulusal bir vlasta etkili bir destek sunmak bakımından, çoktan dolmuştu. Çeşitli nedenlerden dolayı Ortodoks Kilisesi güçlü bir politik müdahalede bulunabilmekten uzaktı, zaten bunu hiçbir zaman denemedi. Savaş zamanının gönüllü organizasyonları başlangıçta Geçici Hükümet’e prestij ve meşruluk kazandırmış olsalar da çok geçmeden halkla olan bağlarının zayıflığı belirginleşti.
Ulusal sovyet sisteminin ve sonrasında Kurucu Meclis’in yeni bir vlast oluşturma imtihanı karşısında özgün bir avantajı vardı: şimdi ve burada seçimler yoluyla başa gelmişlerdi, haliyle “yönetilenin rızası”nı temsil etmek gibi gayet sahici -fakat birbiriyle rekabet halinde olan- iddiaları vardı. Şu rakip sloganlar bir anlam taşıyordu: “Tüm İktidar Sovyetlere!” ve “Tüm İktidar Kurucu Meclis’e!”. Fakat etkili bir vlast için kaynağını seçimden alan meşruiyet tek başına yeterli değildi. Bu meclisler, bir idari yapı, baskı araçları ve tutarlı liderlik olmaksızın, kavanozdaki beyinlerden farksız olurlardı.
Ordunun yüksek komutası, benzersiz baskı araçları üzerindeki kontrolü sayesinde -karşı-devrimci de olsa- yeni bir vlast için doğal bir kaynak gibi görünüyordu. Fakat şaşırtıcı biçimde 1917’de ne Şubat Devrimi esnasında, ne Ağustos’taki Kornilov Olayı’nda ne de Ekim’de bu rolü oynayabilmişti Rus Ordusu. En nihayetinde, askerler Ordu’nun yüksek komutasına, sovyetlere besledikleri sadakatten daha az sadakat besliyordu - askerlerin gözünde manasız bir katliam olan savaşın istenmemesinden kaynaklanan çarpıcı bir gerçek.
Bu durumda geriye politik partiler kalıyor. Üç kamptan bahsedilebilir: liberal Kadetler (Anayasal Demokratların kısaltması) ve ilişkili sağ-kanat müttefikleri; Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin (SR) çoğunluğunun meydana getirdiği “ılımlı sosyalistler”; ve küçük grupların yanında esasen Bolşeviklerin oluşturduğu elit politikacılarla her türlü koalisyona ve “anlaşmacılığa” karşı olan “enternasyonalistler”. Bu grupların bazıları bağımsızken bazıları ılımlı sosyalistlerin içindeki hiziplerdi, bazılarıysa doğrudan Bolşeviklere katılmıştı.
Şimdi Sergey Lukyanov’un, neden Bolşeviklerin rakiplerinin yeni ve etkili bir vlast oluşturamadığı hakkındaki düşmanca fakat keskin bir bakışa sahip analizine bakalım. Lukyanov politik spektrumun, mensupları “1917’nin adamları”na fena halde öfkeli olan sağ kanadından gelmedir, lakin pek az eski yoldaşı Bolşevikleri onun kadar övmüştür. Lukyanov’un analizleri kullanışlıdır, çünkü spesifik olarak yeni bir vlast yaratma sorununa dikkat çeker.
Lukyanov’a göre otokrasinin yıkılışından sonra iki yol açılmıştı: sorumlu ve gerçekçi reformcuların yolu ve sorumsuz ve son derece hayalperest demagogların yolu. Acımasız paradoks ise demagogların, tam olarak da demagog olmalarından ötürü, daha gerçekçi ve daha sorumlu olduklarını kanıtlamış olmasıydı. Liberal Kadetlerin hiçbir zaman ciddi bir kitlesel desteği olmadı. Geçici Hükümet’in, çoğunluğu Kadetlerden oluşan kabine tarafından yönetildiği ilk zamanlarındaki meşruiyeti, halkın sadakatini kazanma kabiliyetinden ziyade, çar karşıtı reformcuların ulusal ve uluslararası prestijinden kaynaklanıyordu. Liberal reformcuların toplumsal destek sorununu çözmeye yönelik birkaç olası izleği vardı - fakat hepsi başarısızlığa mahkumdu. “Köylülerin kültürel düzeyini aşamalı olarak yükseltmek ve ancak o zaman, köylüler tam bir yeniden-eğitimden geçtikten sonra vlastı onlara devretmek”13 için çalışarak (ve bekleyerek), narodu öz-yönetime hazırlamak şeklindeki devrim-öncesi projelerine devam edebilirlerdi. Fakat 1917’de bu proje, köylülerin ve proletaryanın, onlardan daha iyiler onların hazır olduğuna kanaat getirene kadar sabırla beklemeleri şeklindeki imkânsız bir talep üzerine kurulmuştu.
Eğer liberaller meşruiyetin kaynağı olarak “sınıflar üstü” bir vlast hayal ettiyse, ılımlı sosyalistler de bütün umutlarını, Lukyanov’un hor gören tabiriyle “kendisini dayandırmak istediği spesifik sınıfın ekonomi ve adalet anlayışına yabancı bir dil konuşan (…) bir sözde-sınıf vlast”14ına bağlamıştı. Kerenski’ye yakın bir neo-popülist politikacı olan Vladimir Stankeviç’in hatıratındaki bir enstantane bize Lukyanov’un düşüncesinin somut bir betimini verir. Ekim’deki Bolşevik ayaklanması devam ederken, Stankeviç kendisini Petrograd Duması’nda bulmuştu. Duma kıpır kıpırdı, enerjik direniş lafları duyuluyordu ve sonunda birkaç yüz insan kuşatılmış Geçici Hükümet’e desteklerini göstermek için Kışlık Saray’a yürümek üzere sokaklara döküldü. Maalesef ki:
Bolşevik devriyeleri yolu kapattığı için kafile bir anda durdu. Sonrasında atışmalar başladı. Ağzına kadar denizciyle dolu bir kamyon kafilenin yanına yaklaştı: genç, cesur, fakat o anda şaşırtıcı şekilde düşünceli olan delikanlılar. Kamyonun etrafını saran elit politikacılar, onları, böyle bir zamanda hükümetinin yanında olmanın, her vatandaşın vazgeçilemez hakkı olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Denizciler cevap bile vermedikleri gibi bambaşka bir yere bakıyorlardı; kafalarımızın üzerinden kayan bakışları, kamyonun platformunun tam karşısında bir yere sabitlenmişti. Belki dinlemiyorlardı, kendi düşünceleriyle meşgullerdi, fakat her halükârda eğitimli insanların [intelligentskie] ağızlarından çıkan bu güzelce kurulmuş cümleleri anlamadıkları kesindi. Ve sonra, tek bir söz bile etmeden uzaklaşıp gittiler. Devriyeler yine de yerlerinde kaldı ve bizi geçirmediler. Biraz daha durduktan sonra dağılıp dönmeye karar verdik: “eski rejimde olduğu gibi şiddet karşısında boyun eğmiştik”...15
Lukyanov ılımlı sosyalistlerin mantığını şöyle özetliyordu: “Reformlar vazgeçilmezdir, fakat ülkenin ekonomik, finansal ve askeri gücünü zayıflatmamalıdır, bunun yanı sıra kültürel ve yasal değerleri yok etmemelidir; bu değerler narodun çoğunluğuna yabancı olsa bile.” Bu akıl yürütme ılımlı sosyalistlerin üzerindeki kaçınılmaz çift taraflı baskıyı yansıtıyordu:
1917’nin ilk yarısında politik liderlerin sahip oldukları bu ihtiyatlılık onların asıl ve bağışlanamaz başarısızlıkları ve Devrime, nihayetinde de Rusya’ya karşı suçlarıydı. Yine de insanlardan kahince bir keskin bakışlılık ve Geçici Hükümet’in üyelerinden, geriye kalan alternatif yola, yani işçi-köylü vlastının hemen kurulabileceği inancına organik bir adanma bekleyemeyiz. Dahası böyle bir vlastı kurmak gelişigüzelliğin bulanıklığına dalmayı, kan dökmeyi ve de maddi ve kültürel değerlerin yok edilmesini kaçınılmaz kılıyordu.
Bu noktada biri hariç bütün alternatifleri elemiş bulunuyoruz: Bolşevikler.
Bir Embriyo Vlast: 1917’de Sovyetler
Inside the Russian Revolution (Rus Devrimi’nin İçinde) adlı kitabında Amerikalı sosyalist ve öncü kadın muhabir Rheta Childe Dorr, Rusya’daki ilk izlenimlerini anlatıyor:
Petrograd’a gelişimin ilk sabahı, yaklaşık yirmi genç erkekten oluşmuş bir grubun, ellerinde, üzerinde büyük beyaz harflerle yazılmış bir yazının olduğu kırmızı bir pankartla yürüyerek otelimin önünden geçtiğini gördüm. Yanımda duran otel görevlisine “O pankartta ne yazıyor?” diye sordum. Cevap “Bütün iktidar Sovyetlere” oldu. “Sovyet nedir?” dedim ve kısaca yanıtladı: “Şu an Rusya’daki tek hükümet.”16
Bu yazıya bakılarak, Dorr Rusya’ya ne zaman gelmiş olabilir? Çoğu kişi, sovyetlerin Geçici Hükümeti devirmesinin ardından, yani, Ekim’deki Bolşevik devriminden sonra geldiğini düşünecektir. Ama aslında, Dorr Rusya’ya Mayıs 1917’nin sonunda gelmiş ve sadece Ağustos’un sonuna kadar kalmıştır. Kitabı basıma Ekim devriminden önce gitmiştir, bu sebeple bize 1917’de neler olduğuna dair, geriye dönük bir yeniden-okuma içermeyen benzersiz bir bakış verir. Dorr’un açıklaması çok önemli bir gerçeği görünür kılar:
Devrimin ilk günlerinden beri Rusya’da hükümete en çok benzeyen, bütün ülkeye yayılmış olan sovyetler, ya da asker konseyleri ve işçi delegeleriydi… Petrograd, İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri’nin Rus halkının kaderinin kontrolünü üstlendiği tek şehir değildi. Her şehrin kendi konseyi vardı ve askeri ya da sivil olsun cevaplayamayacaklarını düşündükleri soru yoktu.17
Hobbesçu perspektife göre Bolşeviklerin başarısı, sovyet sisteminin embriyo vlastını, Rus tarihsel vlastının yerini sürdürülebilir biçimde dolduracak şekilde dönüştürmekti. Bu başarıyı bağlamına oturtabilmek için Ekim öncesi sovyetlere bakmalıyız. Dorr’un tarif ettiği ve hayıflandığı durum Şubat devriminde ortaya çıkmıştır. Şubat ayında uzun süredir devam eden Romanov hanedanlığı öyle bir dağıldı ki sonunda Rusya’da işleyen bir vlast, yani genel olarak kabul görmüş bir egemen otorite kalmadı. Vlastın bu ani yok oluşu büyük bir şok yarattı ve muazzam sonuçları oldu. Neredeyse hanedanlığın çöktüğü saatlerde Petrograd Sovyeti, o aşamada ismi kullanmamakta dikkatli olsa da, vlastın nihai kaynağı olma rolünü üstlendi. Sovyet, işçi ve askerlerin seçilmiş temsilcisiydi, ki bu onun 1905’teki aynı isimli kurumdan temel farkıydı.
Bu otorite olma iddiasında iki önemli moment vardı: Birinci olarak, Geçici Hükümet asgari düzeyde meşruiyet kazanmak ve var olabilmek için Sovyet programının kritik noktalarını kabul etmek zorunda kaldı. İkinci olarak Sovyet, Bir Numaralı Emir (Order Number One) sayesinde, neredeyse amaçlamadığı halde, her vlast için temel olan bir nitelik kazandı: en büyük baskı aracı olan ordunun üzerinde kontrol sağladı. Bu iki gerçek, yani hükümetin Sovyet programının kritik noktalarını uygulamayı kabul etmesi ve ordunun Geçici Hükümet yerine Petrograd Sovyeti’ne sadık olması yılın kalanında politikanın gidişatını belirledi. Dönemin Bolşevik gözlemcilerine göre Sovyet henüz “embriyonik bir vlast”tı. Bence harika olan bu metafor bizi şunu sormaya itiyor: Bu embriyonik vlastın kendine yeterli, bağımsız ve tam bir vlast olması için ne gerekiyordu? Max Weber ve Gaetano Mosca gibi yazarlara dayanan şu liste bence sorulan soruya tartışmasız bir yanıttır:
İç meşruiyet diyebileceğimiz bir görev duygusu
Makul ve sadakat uyandırıcı bir meşruiyet iddiası, ya da “dış meşruiyet”
Baskı araçları üzerinde kontrol (Weber’in ünlü tanımına göre “meşru baskı araçları tekeli”)
Bütün rakipleri alaşağı etme kabiliyeti - Hobbes’un dediği gibi hepsini sindirebilen tek bir güç
Günün önemli ulusal sorunlarıyla mücadele edecek geniş kapsamlı bir program
Çarlık Rusya’sında dvorianstvonun (Çarlık altındaki seçkin sınıfın) oynadığı rolü oynayan geniş bir politik sınıf
Merkez vlastın iradesini ülke geneline yayabilecek nitelikte bir yönetsel aygıt
Bana göre, etkin bir vlastın ya da “gücün” anahtar unsurları işte bunlardır. Özet geçmek gerekirse Şubat’ta kurulan embriyonik sovyet vlastı başlangıçta bu özelliklerin bazılarına virtüel formda sahipti, sonrasında, ilk olarak 1917’de ve ardından iç savaş boyunca, bunlar ve diğer özellikler iyice somutluk kazandı. Örneğin Sovyet, Mart’ta olan bir tüm Rusya konferansı ve -Haziran ve Ekim’de gerçekleşen- iki Sovyetler Kongresi ile birlikte hızlı bir şekilde ulusal çapta bir kurumsal forma ulaştı. Geçici Hükümet ise, aksine, günden güne sahip olduğu özellikleri de kaybetti; gitgide gerçekliğini yitirerek 1917’de hayalet bir vlasta dönüştü.
Sovyetler uygulanabilir bir vlast için bir iskelet oluşturmuştu, fakat bu iskelet ancak etkin bir politik liderlikle desteklenirse sağ kalabilirdi. Diğer politik partiler gibi Bolşevikler de hiç değilse, bir ulusal yapı iskeletine, on yıl boyunca olumsuz koşullara rağmen örgütsel tutarlılığı koruma deneyimine ve görev duygusuna sahipti. Bolşevik Parti, sovyet sisteminin politik liderliğini kazandıktan sonra vlastı elde etti. Sovyetlerin seçmen kitlesi (işçiler ve askerler) Bolşevik liderliğini, sovyetlerin bütün iktidara sahip olması gerektiğine karar verdiğinde; Hobbesçu terimlerle konuşursak, sadece bir tek vlastın var olabileceğini bütünüyle anladığında kabul etti. Sovyet seçmeni sovyetlerin ya herkesi sindirmesi ya da sahneden çekilmesi gerektiğine kanaat getirmişti ve bunu yerine getirme hazırlığı içinde olanlar sadece Bolşeviklerdi.
Bu makaledeki odağımız Bolşeviklerin politik liderliği nasıl kazandığının hep anlatılan dramatik öyküsü değil. Niyetimiz şu Hobbesçu soru üzerinde düşünmek: Bolşevikler nasıl embriyo bir vlastı kanlı canlı hale getirdiler?
Embriyo Vlast Gerçeklik Kazanıyor: Kızıl Ordu Paradigması
25 Ekim’den sonra Bolşevikleri bekleyen ana sorun sovyetler ve seçmen kitlesi tarafından inşa edilmiş embriyo vlastı canlı, nefes alan ve en önemlisi de sürdürülebilir bir vlasta dönüştürmekti. Diğer bütün hükümetler için olduğu gibi sovyet iktidarı için de esas imtihan, evdeki düzeni sağlamak üzere nihai cebir desteği ve egemen otorite üzerinde hak iddia eden rakiplerin ihlallerine karşı garanti sağlamak şeklindeki ikili amaca hizmet eden güvenilebilir ve efektif bir ordu kurmaktı. Bu süreci Hobbesçu perspektiften ele alırken, çoğunlukla katılanların ve doğrudan gözlemcilerin, Hobbesçu perspektifin gerçek ve o dönemin insanları için anlamlı olduğunu gözler önüne seren tanıklıklarına dayanacağım.
Genel olarak Bolşevik Parti’nin teorik sözcüsü olarak bilinen Nikolay Buharin, devrimin temel dinamiğini yıkım ve yeniden inşa süreci olarak saptamıştı: “Geçici ‘anarşi’ eski ‘aygıt’ın çöküşüyle ortaya çıkan devrimci sürecin tamamıyla kaçınılmaz bir aşamasıdır… Eski sistemin parçalanması ve yenisinin örgütlenmesi; geçiş döneminin temel ve en genel özelliğidir.”18
Bu “özellik” hem devlet hem de ekonomi için efektif bir aygıt yaratma sürecinin tamamını belirledi. Buharin’in 1920’de yayınlanmış olan Geçiş Döneminin Ekonomisi kitabı ekonomideki yıkım ve yeniden-inşa sürecini analiz etmiştir. Nihayetinde Sovyet bürokrasisinde (1922’de sınır dışı edilmesinden önce) istatistik uzmanı (spets) olarak çalışmış olan Peşehonov’un ise sivil bürokrasinin evrimine dair şahitliği paha biçilemezdir. Peşehanov bize, yavaş fakat emin adımlarla, “devrimci bilincin” yerini yazılı yasaların, doğaçlama kararnamelerin yerini asgari bürokratik koordinasyonun aldığını; merkezin, talimatların uygulanmasında yerel otoritelere gün geçtikçe daha da fazla güvendiğini ve düzenli vergi toplandığını söyler. Bunlar normal zamanlarda hepimizin kanıksadığı şeylerdir, fakat Rusların “zor zamanlar”ı gibi kriz durumlarının da gösterdiği üzere otomatik olmaktan çok uzaktır. Peşehanov şöyle özetler:
Bolşeviklerin devlet aygıtını yeniden inşası, ordunun yeniden inşasından bile uzun sürdü -ve bu durum görevin çok zor olmasından değil, nasıl yapacaklarını bilmemelerindendi... Fakat adım adım öğrendiler, hatta içlerinde bazı yetenekler belirmeye başladı. Devlet aygıtı henüz tamamlanmış sayılamaz, daha içinde birçok beceriksizlik, gereksizlik, uygunsuzluk, hatta absürtlük var. Yine de başlangıçtaki saçmalıklardan eser kalmadı, hatta günümüz şartlarında görevini yeterince tatmin edici bir şekilde yerine getirdiği söylenebilir. Farklı katmanlarında ve en derinlere ulaşacak şekilde ülke genelinde yeterince farklılaştı ve özelleşti.19
Tabii ki eğer yeni vlast etkili bir orduya sahip olmasaydı, bütün bu başarıların hiçbir anlamı olmazdı. Çarlık ordusunun enkazından bir savaş gücü yaratmak, yeni bir vlast iddiasına sahip olanların yüzleşmesi gereken temel zorluktu. Buharin bize durumun canlı bir tarifini vermiştir: “Çara karşı ayaklanan askerler tam da Çarlık ordusunun dağınıklığının sonucuydu. Her devrim eski ve çürümüş olanı yok eder: eskinin pisliğinin üzerinde yeni ve güzel bir yapı inşa edilmeye başlanana kadar -sağ salim çıkması bir hayli zor- belirli bir dönemin geçmesi zorunludur.”20
Fakat bir enkazın üzerinde nasıl bir ordu inşa edilebilir? Peşehanov Sibirya’daki anti-Bolşevik hükümetlerden biri için bir ordu hazırlayan General Boldyrev ile arasında geçen konuşmaları anlatır.21 Peşehanov’un görüşleri yeni bir vlast yaratmak şeklindeki Hobbesçu zorluğu çağrıştırması bakımından öyle işe yarardır ki uzun bir alıntıya layıktır:
Bir fikir, tutku veya maddi çıkar uğruna disipline uyacak hatta hayatını riske atacak yüzlerce, hatta binlerce insan bulunabilir. Fakat ölümü göze almış yüzlerce, binlerce, on binlerce değil yüz binlerce hatta milyonlarca insan gerekiyor. Hem de bu ordunun barış zamanlarında değil, her taraftan saldıran düşmanların ortasındayken yeniden kurulması gerekiyor.
Peki yeni doğmuş, hâlâ güçsüz ve tanınmamış olan bir devlet vlastının bu yüz binlerce insanı harekete geçirebileceğinin garantisi nerede? Evlerine kaçıp gitmeden önce, askerler vlastın kendisini devirebilir. Eğer devlet vlastından kaçmanın ve saklanmanın mümkün olmadığına dair asırlık inanışın baskısı altındaki bu eski ordu, düşmanla karşı karşıyayken bile sonunda isyan ettiyse, o zaman bundan, devlet vlastının devrilebileceğini bilen ve buna katılmış insanları bünyesinde barındıran bir ordudan yeni bir ordu nasıl kurulur?22
Sonuç olarak iç savaş hangi ordunun daha yavaş dağılacağı hakkında bir yarış olarak tanımlanabilir. Peshekhonov, “iç savaşımızdaki iniş çıkışlar karşısında muhtemelen başı dönecek” geleceğin tarihçilerine acırdı. “Her cephede bir kez değil birçok kez, önce Beyazların Kızılları, sonra Kızılların Beyazları bozguna uğratacağını nasıl açıklayabilirsin ki? Fakat sır aslında basit: Önce Kızıl Ordu sonra Beyaz Ordu dağılacak ve sonra da apar topar kaçacaklardı. Ardından bir kez daha bir ordu kuracak ve atağa geçirecektin.”23
Bolşevikler tarafından benimsenen -deyim yerindeyse- teknik çözümü herkes bilir: partinin işçi/entelektüel tabanının oluşturduğu “siyasi komiserlik” aracılığıyla köylü askerleri ve eski çarist askeri birlikleri bir araya getirmek. Bu çözüm yeterli savaş kapasitesi sağlarken bir yandan da sıkı politik kontrolü muhafaza etti. Fakat Hobbesçu perspektife göre, vlastın ve haliyle ordunun toplumsal desteğinin geniş bağlamına bakmalıyız. İşte tam bu noktada mesele savaş öncesi “hegemonya” senaryosuna bağlanıyor: partinin liderliği altındaki proletaryanın, tamamen devrimci bir program uygulamaya adanmış bir vlast yaratmak ve korumakta köylülere liderlik etmesi. Özellikle Kızıl Ordu örneğinde, Bolşevikler Rusya’nın tarihsel vlastının yerini doldurmak şeklindeki varoluşsal Hobbesçu imtihan ile yüzleştiğinde hegemonya senaryosunun sağladığı “ön adaptasyon”u tüm kapsamıyla görürüz.
1920’deki konuşmalarından birinde Troçki ordunun, onu çevreleyen toplumun toplumsal yapısının bir yansıması olduğunu söyler. Bu söz Kızıl Ordu için olduğu kadar Beyaz ordular için de doğrudur. Çarlık ordusunun sovyetler dışındaki herhangi bir vlast için etkisiz bir destek olduğunu daha önce görmüştük. 1918’de Buharin, geriye bakarak 1917’deki bu başarısızlığın nedenlerini analiz eder:
Devrimle beraber, tamamıyla eski Çarist temele dayanan, Kerenski tarafından bile Konstantinapol’ü fethetmek için katliama sürülen ordunun alt üst olması kaçınılmazdı. Neden diye mi soruyorsunuz? Çünkü askerler, burjuvazinin cani hırsları uğruna örgütlendiklerini, eğitilip savaşın içine atıldıklarını gördü. Başka insanların para keseleri için nerdeyse üç yılı perişan, aç, acı içinde siperlerde geçirdiklerini, başkalarının çıkarı uğruna öldürdüklerini ve öldürüldükleri gördüler. Devrimin eski düzeni yerinden ettiği ve yeni düzenin henüz oturmadığı dönemde, doğal olarak, eski ordunun çöküşü, yıkımı ve ölümü cereyan etti. Bu illet kaçınılmazdı.24
Aynı problem Beyaz ordulardan miras kalmıştı; Buharin’in deyişiyle, “Beyaz ordular da dahil olmak üzere bütün eski ordular parçalandı, çünkü gelişen olaylar kapitalist esasa dayalı bir toplumsal dengeyi imkânsız hale getirdi.”25 Lukyanov, Beyaz orduların bu toplumsal zayıflığının, aynı zamanda, liberal ve ılımlı sosyalist güçlerin devrimci programı öne alan bir vlast yaratmaya dönük uğraşlarını da başarısızlığa mahkûm ettiğine dikkat çeker. Er ya da geç herkes -reformcu politikacılar, Beyaz ordu subayları ve toplum- Beyaz askeri birliklere tamamen dayanmaksızın hiçbir sovyet-olmayan-vlastın sağ kalamayacağını anladı. Lukyanov, Beyaz hareketin tarihinin, ılımlı sosyalist ve liberal aydınların eski elit kesimle herhangi bir ittifakta ne kadar etkisiz olduğunu ve Beyaz hareketin kendisi stabil toplumsal destekten yoksun olduğu için tüm bunların nafile olduğunu gösterdiğini söyler.
Sağcı bir milliyetçi olarak diğer sağcı milliyetçilere konuşan Lukyanov, onları, Bolşeviklerin vlastın etkin askeri savunmasını kurmaktaki başarısını, terör ve şiddetin tek başına açıklamayacağına ikna etmeye çalıştı:
Kızıl Ordu’nun Beyaz harekete karşı olan mücadelesinin başarısı; eğer, generallerle çevrilmiş, liberal ve hatta bazen “sosyalist” olduğunu iddia eden entelektüel çevrelerce yönetilen ve eski toplumsal yapının kendilerinden uzun yaşamış unsurlarına dayanan (ki meselenin özü budur) “karşı devrimci” vlastın aksine, köylünün, kendi sovyet vlastını tercih etmemiş olduklarını göstermeye çalışırsak tamamıyla anlaşılamaz kalır.26
Beyaz ordular bu antagonistik toplumun yapısını yansıtıyordu ve bu yüzden etkisizdi. Kızıl Ordu ise tam aksine, Sovdepia’nın (Rusya’nın Sovyet iktidarı altındaki kısımları için kullanılan iğneleyici terim) temel sınıfsal konfigürasyonunu yansıtıyordu. Luky
anov’un deyişiyle:
Burada, kentsel proleter kitlelerin sadece Ekim 1917’de devrimci vlastın kuruluşunda işe yarar hale gelmelerinde değil, aynı zamanda bu vlastı organize oluşundan sonra sağlamlaştıracak kadar güçlü olmalarında da etkili olmuş nedenleri uzun uzadıya açıklamaya gerek yok… Doğru, bu son birkaç yılda, kır ve kent arasında yaşanan iç çelişkiler sovyet vlastını çok zor bir duruma düşürdü, fakat tam olarak da bu zorluk vlastı taktik noktasında evrime açık ve esnek olmak, ve de kenti ve onun entelektüel ve sanatsal kültürünü korumakla ilgilenmek zorunda bıraktı.27
Lukyanov, kentli işçilerin rolü hakkındaki argümanının Bolşevizmin hegemonya senaryosunun bir versiyonu olduğunun farkında mıydı bilmiyorum. Hatta Lukyanov’un yaklaşımının tamamı bu senaryonun şüpheci ve “gerçekçi” bir versiyonu olarak görülebilir. Buradaki basit mantık, sosyalist proletaryanın, tam da uzun vadeli sosyalizm hedefine olan ateşli bağlılığı sebebiyle, ulusun kısa vadeli hedeflerine erişmede doğal lider olduğu iddiasından türemiştir. Lukyanov şüphesizce gerçek dışı olarak gördüğü uzun vadeli sosyalist ütopya hedefine nazaran, vlastı yeniden yaratmak şeklindeki kısa vadeli hedefle daha fazla ilgiliydi.
Başka bir anti-Bolşevik gözlemci de Kızıl Ordu’nun başarısının toplumsal nedenlerini ortaya çıkarmak için kıvranıyordu - bunu 1920 yılında Polonya’daki başarısızlığı açıklamak bağlamında yapıyor olsa da. 1922 yılında yazdığı yazıda önemli Menşevik lider Fedor Dan şöyle diyor:
Kızıl Ordu, savunma ya da köylülerin devrimci kazanımlarını yerli tepkilere ve yabancı emperyalistlerin saldırılarına karşı korumaya geldiğinde her zaman yenilmez oldu, oluyor ve olacak. Ele geçirdiği toprağı toprak sahiplerinin dönüşüne karşı korumak için her bir köylü Kızıl Ordu askeri kahramanca ve coşkuyla savaşacaktır. Onlar çıplak elleriyle toplara, tanklara göğüs gerecek ve devrimci şevkleriyle (Almanlarda, İngilizlerde ve Fransızlarda olduğu gibi) en görkemli ve disiplinli orduları bile altüst edecektir.28
Dan şöyle devam ediyor: “Peki ne daha çarpıcı bir şekilde Bolşevik dönemdeki bütün iç savaşların galibinin yalnızca ve yalnızca Rus köylüsü olduğunu gösterebilir?”29 Genellikle iç savaş, ta ki 1921’de Bolşevikler geç de olsa köylülerin çıkarına saygı göstermek zorunda olduklarını anlayıp Yeni Ekonomi Politikası’nı (NEP) sunana kadar devam eden bir köylü karşıtı “savaş komünizmi” dönemi olarak nitelendirilir. Fakat gerçekte sadece Dan gibi sosyalist eleştirmenler değil, o zamanki Bolşevikler de zaferlerini işçi-köylü ittifakıyla açıklamışlardı.
1920’de Ekim Devrimi’nin üçüncü yıl dönümü için yazılan bir Pravda makalesinde, Evgenii Preobrazhensky (Sol Muhalefet’in gelecekteki bir üyesi), orta-köylülüğü “devrimin merkezi figürü” olarak tarif etmiştir: “İç savaşın tamamında, orta-köylülük proletaryanın yanında sağlam adımlarla yürümedi. Özellikle yeni durumlarla ve yeni sorumluluklarla karşılaştığında birden fazla kez tereddüt etti; birden fazla kez kendi sınıf düşmanlarıyla aynı yönde hareket etti. Lakin yine de, Rusya sınırları içerisinde, hiçbir vlast adayı, proletaryanın köylülüğün yüzde sekseniyle ittifakı üstüne kurulu olan işçi köylü devletiyle, yalnızca bu gerçek sebebiyle bile, rakip olamaz.”30 Böylece hegemonya senaryosu Bolşeviklerin nasıl Hobbesçu imtihana başarıyla cevap verdiğini açıklamaktadır.
Terör ve Şiddet
Kızıl terör ve aşırı şiddet, arkasında toplumsal destek olmasa etkisiz olabilirdi, fakat bu destekle bile, durumun Hobbesçu mantığı üst seviyelerde bir baskı gerektirdi. İlk olarak, Peşehanov’un da dikkat çektiği gibi, yeni herhangi bir vlast; genel manzaranın doğal ve daimi bir parçası gibi görünen vlasta rıza; diğer herkesin de itaat edip hükümeti mümkün kıldığı bilgisi ve son olarak rutin, yani günlük itaat için standart motivasyonlar olmadan işlemek zorundaydı. Vlast için çekişen çeşitli rakiplerin yüksek politik ideallere başvurması sadece küçük azınlıklarda işe yarardı. Kaçınılmaz soru şudur: Neden emirlerinize itaat edeyim? Çekinmesiz bir şiddet kullanımından duyulan korku itaat için güçlü bir motivasyon sağlamaktadır.
Dahası Hobbesçu Leviathan herkese korku salabileceğini göstermediği takdirde görevini yerine getirmiş olmaz. Fakat iç savaşın esası, bazı toplumsal güçlerin, korku salınamadığını ve egemen otoritenin ciddi rakiplerinin henüz ezilmemiş olduğunu açık etmesidir. Vlasta her ciddi aday, buralardaki en çetin ve sağlam olanın o olduğunu göstermelidir. Bu savaşçı eğilim, nihai olarak, desteğin yerine geçmez, fakat, tuhaf görünse de, bir destek kazanma aracıdır.
Bu mutsuz edici gerçekler Hobbesçu gözlemcilerimizi, rahatsız edici biçimde (hem onlar hem de bizim için) şiddeti meşrulaştırmaya itmişti. 1917’de Geçici Hükümet’in bir üyesi olan Peşehanov’un gözü, herkesin istediğini iddia ettiği çelikten vlastı (tverdaia vlast) yaratma yetersizliğiyle açılmıştı.
İtiraf ediyorum ki Geçici Hükümet’in bir parçasıyken en acil görev olan devletin baskı gücünü yeniden kurmaya korkuyla baktım. Kim vlastın emirlerini yerine getirmeye halkı mecbur edecekti ve nasıl? Özellikle kim halkı vergi vermeye ve devletin zorunlu tuttuğu yükümlülükleri yerine getirmeye mecbur bırakacaktı? Bunu sadece ikazlarla yapamazsınız. Baskılara boyun eğmeyen sistematik bir kararlılık gerekli. Yeni vlast bu “kirli işi” yapmak için gerekli sert kararlılığı sergiler mi? Yoksa gün be gün bunu erteler mi? Fakat, açık ki bu durumda hakiki bir vlast olamaz. Tabii ki bu ağırdan almanın nedenleri vardı: Devrimci ateşin sönmesi için beklenmeli; önce bir aygıt yaratılmalı; en iyisi, Rus toprağının gerçek efendisini, yani Kurucu Meclis’i beklemeli... Kısacası, gerekli olan kararlılık yeterince mevcut değildi.31
Peşehanov “Çeka’nın bütün sovyet bölgesi boyunca yaptığı kanlı işleri” ve Bolşeviklerin “daha önce görülmemiş ve tamamıyla aşırı acımasızlıklarını” savunmadı: “Hâlâ kıyaslanamaz biçimde daha hafif önlemlerin yardımıyla, kıyaslanamaz biçimde daha iyi sonuçlara ulaşılabilirdi diye düşünüyorum.”32 Ama yine de Bolşevikler yapılması gerekeni yapmıştı, bu sebeple Bolşevik karşıtı göçmenleri şöyle uyarıyordu: “Devlet vlastının prestijinin altını kazmaya çalışmayın, çünkü en baştan yenisini kurmaya gücünüz yetmeyebilir.”33 Şiddetli terörü meşrulaştırmak için Lukyanov da Hobbesçu mantığı kullanmaya hazırdı:
Ulusal yaşamın yeni temelinin ve vlastın hâlâ kendini inşa ve tanzim aşamasında olduğu dönemde, belirli bir tarihsel anda kaçınılmaz (ancak yine de korkunç) terör formunu alan şiddet olmazsa olmazdı.
Rus Devrimi’nin aşırıcı bir karakteristik edinmesi kaçınılmazdı, zamanı geldiğinde Rus Bolşevizmi’ni kılavuz olarak bellemesi de... Rus Devrimi, kendisine insan hayatının yanı sıra kültürel değerler bakımından da muazzam kayıpların eşlik etmesine engel olamadı. Bolşevik sosyalistler olmasaydı, devrimin şiddetli fırtınası [stikhiia] —cinayet ve yağmadan daha çok, devrimin yozlaşarak anarşi ve isyana [bunt] dönüşmesi ve kaçınılmaz olarak ölümcül bir restorasyonla neticelenmesi tehdidi nedeniyle— çok daha korkunç bir şeye yol açardı.34
Buharin ve Troçki de vlastı ve ekonomiyi yeniden oluşturmak için şiddetin bir yol olarak kullanılmasını aman dilemeden savunmaları konusunda kötü şöhretliydiler. Bukharin şunu iddia ediyordu: “Sanayinin yeniden doğuşu şehir yaşamı için ihtiyaç duyulan malların akışına bağlı olduğundan, ne olursa olsun bu akışın mutlak gerekliliği ortadadır. Bu minimal ‘denge’ye (a) kentlerde kalan kaynakların bir kısmının [maddi teşvik olarak] kullanımı ve (b) proleter devletinin zoru yardımıyla ulaşılabilir.”35
Bugün hala iki Bolşevik lider sözde “savaş komünizmi” denen ilüzyona kendilerini kaptırdıkları, şiddeti sosyalizmi kurmak için öncelikli, hatta tek yol olarak gördükleri için eleştiriliyorlar. Onların argümanlarına biraz dikkat gösterilmesi bile, devrimin, yıkım ve yeniden inşadan oluşan Hobbesçu durumu yarattığı yönündeki inançlarını açığa çıkarıyor. Örneğin, Buharin’in az önce değinilen argümanında köyden kaynak çıkarmak için gereken "zorlama" maddi teşviklerin yerini almaya yönelik değil, maddi teşvikler yararına zorlamaydı. Hobbesçu acil durumdan kurtulmak, hırpalanmış normalliğe dönmek ve daha olağan motivasyonların öne çıkmasını sağlamak için şiddet tek olmasa da kaçınılmaz bir yoldu.36
Sonuç
Öncesinde gözlemlediğimiz gibi, Locke ve Marx gelenekleri Rus Devrimi’ne felaketin takip ettiği büyük umut vaad eden bir an olarak bakmaya yatkınken, yıkım ve yeniden inşanın Hobbesçu anlatısı bu kalıba pek uymaz. Geleceğe doğru büyük bir adım atan toplum yerine, esasen bir gecede yok olmuş “tarihsel vlast”ın yerini doldurmak gibi korkunç fakat kaçınılmaz bir görevle yüzleşen bir toplum görürüz. Hikayenin sonu ne bir zafer ne de bir felaket, yalnızca başarısızlık gibi görünen bir başarıdır: dinmeyen yıkımın, kaosun ve korkunun, yani herkesin herkesle savaşının yerini doldurmak için normal yaşam gibi bir şeye izin veren, yeni ve işleyen bir vlastın yaratımı.
Sonucu kimsenin tahmin edemeyecek olmasına rağmen, Bolşeviklerin bu görevi yerine getirmek için en iyi adapte olmuş ─ya da daha doğru tabirle ön-adapte olmuş─ siyasi güç oldukları ortaya çıktı. Savaş öncesi Bolşevik hegemonya senaryosu Hobbesçu değil Marksist nedenlerle vlast sorununu merkeze aldı. Bu hegemonya senaryosu aynı zamanda şubat sonrasında uygulanabilir bir vlastı destekleyebilecek tek toplumsal düzenlemeye işaret ediyordu: narodun bir bölümünün (kentli işçilerin) diğerine (köylülere) politik liderlik yaptığı, doğrudan eğitimsiz ve “kara cahil” Rus halkına dayanan bir düzenlemeye. Kızıl Ordu, hegemonya senaryosunun en dikkat çeken somut örneğiydi. Bu senaryonun hayata geçirilmesi, korkunç insan ve kültürel değer maliyeti ile beraber yıkıcı bir deneyim olduğunu kanıtladı. Yine de, tüm dehşetlerin ardında yapıcı bir başarıyı görebilir ve takdir edebiliriz.
Kaynakça:
Bukharin, Nikolay 1918, Programma kommunistov (bol’shevikov). Moskova: Volna.
Bukharin, Nikolay 1920, Ekonomika perekhodnogo perioda. Moskova: Gozisdat.
Cosson, Yves-Marie editörlüğünde 2005, Le Changement de Jalons, Paris: L’Age d’homme.
Dan, Fedor 2016, Two Years of Wandering: A Menshevik Leadwer in Lenin’s Russia, Franscis King editörlüğünde, Londra: Lawrence & Wishart.
Dorr, Rheta Childe 1918, Inside the Russian Revolution. New York: The Macmillan Company.
Engels, Friedrich 1892, Introduction to the English edition of Socialism Utopian and Scientific, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1880/soc-utop/int-hist.htm
Hasegawa, Tsuyoshi 2017, Crime and Punishment in the Russian Revolution: Mob Justice and Police in Petrograd, Cambridge, MA: Belknap Press.
Kautsky, Karl 1909, Der Weg zur Macht: Politische Betrachtungen über das Hineinwachsen in die Revolution, Berlin: Vorwärts.
Kliuchnikov, Iurii, et al., 1921, Smena vekh, Prag: Politika.
Lih, Lars T 2007, “‘Our Position is in the Highest Degree Tragic’: Bolshevik ‘Euphoria’ in 1920,” in History and Revolution: Refuting Revisionism, Mike Haynes and Jim Wolfreys, eds. London: Verso.
------ 2011, “The Ironic Triumph of Old Bolshevism: The Debates of April 1917 in Context,” Russian History 38
------ 2015, “Bolshevism's ‘Services to the State’: Three Russian Observers,” Revolutionary Russia, 28:2.
------ “The Proletariat and its Ally: The Logic of Bolshevik ‘Hegemony’,” 26 Nisan 2017: https://johnriddell.wordpress.com/2017/04/26/the-proletariat-and-its-ally-the-logic-of-bolshevik-hegemony/
Peshekhonov, Alexei 1923, Pochemu ia ne emigriroval. Berlin: Obelisk.
Smith, Scott 2011, Captives of Revolution: The Socialist Revolutionaries and the Bolshevik Dictatorship, 1918-1923, Pittsburgh: University of Pittsburgh Press.
Stankevich, V. B. 1991, “Oktiabr‘skoe vosstanie” Oktiabr’skaia revoliutsiia: memuary içinde, Moscow: Gosizdat
Kaynak:
http://crisiscritique.org/2017/november/Lars%20T%20Lih.pdf
Crisis& Critique / Volume 4 / Issue 2 / November 2017
1 Lih 2015 (bu makaleye şu linkten ulaşılabilir: http://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/09546545.20 15.1092774).
2 Lih 2011, s. 199–242.
3 Lih 2017.
4 Kautsky 1909.
5 Engels 1892 (https://www.marxists.org/archive/marx/works/1880/soc-utop/int-hist.htm)
6 Kautsky 1909.
7 Hegemonya senaryosu ve “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganı arasındaki ilişkiye dair daha fazlasını John Riddell’in bloğunda yayınlanan yazı dizimde bulabilirsiniz: https://johnriddell.wordpress.com/2017/03/23/allpower-to-the-soviets-part-1-biography-of-a-slogan/.
8 Peshekhonov 1923, s. 50-60.
9 Stankevich 1991, s. 207.
10Hasegawa 2017.
11Peshekhonov, 1923, s. 50-60.
12 Peshekhonov, 1923, s. 50-60.
13 Kliuchnikov 1921; Lukyanov’un makalesinin Fransızca çevirisi bugün daha ulaşılabilirdir; bkz. Cosson 2005 (Lukyanov’un makalesi: s. 87-103).
14 Kliuchnikov 1921.
15 Stankevich 1991, s. 213.
16 Dorr 1918, s. 10.
17 Dorr 1918, s. 10, 19.
18 Bukharin 1920, s. 154.
19 Peshekhonov, 1923, s. 50-60.
20 Bukharin 1920. Vurucu canlılığına hayran olduğum için metnin o dönemdeki İngilizce çevirisinden alıntılıyorum; çeviri Marksist İnternet Arşivi’nde (Marxists Internet Archive) “Programme of the World Revolution” başlığı altında bulunabilir.
21 Vasilii Boldyrev Komuch olarak adlandırılan hükümetin bir üyesiydi (Komuch, çoğunlukla Sosyalist Devrimcilerden oluşan “Kurucu Meclis Üyeleri Komitesi”nin kısaltmasıdır. Bu hükümet bir askeri darbeyle yıkıldı. İşler bir vlast yaratmadaki bu başarısızlığa ilişkin öğretici bir vaka incelemesi için, bkz. Smith 2011.
22Peshekhonov 1923, s. 50-60.
23Peshekhonov 1923, s. 50-60.
24 Bukharin 1918.
25 Bukharin 1920, s. 154.
26 Kliuchnikov 1921.
27 Kliuchnikov 1921.
28 Dan 2016 (1922), s. 82-3
29 Dan 2016 (1922), s. 84
30 Preobrazhensky, “Social Base of the October Revolution,” Pravda, 7 Kasım 1920.
31 Peshekhonov, 1923, s. 50-60.
32 Peshekhonov 1923, s. 50-60.
33 Peshekhonov 1923, s. 50-60
34 Kliuchinov 1921.
35 Referans?
36 1920’nin Troçki’sine dair, bkz. Lih 2007, s. 118-137. “Savaş komünizmi” mitinin eleştirisi için Deferred Dreams isimli çalışmama bakınız.
https://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/1146-marx-degil-locke-degil-fakat-hobbes-rus-devrimi-nin-anlami
0 notes
Text
Korona Sonrası Yeni Dünyada, Yeniden Büyük Türkiye Mümkün mü? Nasıl?
COVID-19 salgını sonrası dünyasında ekonomik, sosyal ve siyasal çözülmelerin yoğunlaştığını ve yaşamın her geçen gün daha travmatik bir hal aldığını söyleyen İnovatif Stratejik Araştırmalar Merkezi (İNOSAM) Başkanı Gürkan Avcı, bu süreci iyi analiz ederek Türkiye’nin gelecek yürüyüşüne katkı sağlayacak bilimsel ve sosyal çalışmalar yapmaya başladıklarını belirtti. İNOSAM çatısı altında başta ekonomi, eğitim, kamu yönetimi ve siyaset olmak üzere uluslararası ilişkiler, tıp, mimarlık, teknoloji, din, hukuk ve sosyoloji gibi disiplinlerden uzman, bürokrat, akademisyen ve araştırmacıların iştirak edeceği dijital çalıştaylar ve organizasyonlarla “Yeni Dünya Düzeninde, Yeniden Büyük Türkiye Perspektifleri” başlıklı konsept çalışmaları ve vizyon belgeleri ortaya koyacaklarını kaydeden Gürkan Avcı şunları söyledi: DİJİTAL ÖNGÖRÜLEMEZLİK Korona salgını sonrası yaşanan küresel krizler sosyal izolasyonu da beraberinde getirdi. Bankalardan okullara kadar tüm dünya hatta evlerimiz bile çevrimiçi uygulamalara ve aktivitelere yöneldi. Online eğitim, bankacılık, alışveriş, ticaret ve dahi sportif ve psikolojik terapilere kadar. Gençlerin ve özellikle Z kuşağının teknoloji ve internete ilgisi malum. Artık nerede olduğunuzun önemi yok. BELLİ OLAN ŞEY BELİRSİZLİK Gördüğümüz en büyük değişimin başındayız. Nesnelerin interneti veya 5G veya gerçek zamanlı sanal takip veya bulut bilişim ya da yapay zekâ danışmanlığı gibi teknolojiler dijital dönüşümün daha ilk aşamalarını oluşturuyor. Korona sonrası teknoloji her gün ve her saat neredeyse her şeyi yapmamıza imkân tanımaya başlayacak. Sanal müze ziyaretleri, yapay zekâ hizmetleri, cep bankacılığı, sosyal medya gibi şeyler dijital sos eklenmiş temel ihtiyaçlarımız haline geldi. Bu karmaşada hepimizin biraz kaybolacağı kesin. Tüm bunların bile çocukların beyin gelişimini nasıl etkileyeceğini ve eğitim açısından anlamını henüz tam olarak kestiremiyor, bilemiyoruz. İNOVASYON VE İNSAN ÇAĞI Ama aslında nelerin önemli olduğunu da hatırladık. Bu dijital çağda teknolojiyle birlikte ilişkilerimizi de insan merkezli kılmaya çalışmalıyız. Çünkü korona sonrasının yeni dijital dünyasında insan olmanın, vicdan ve ahlak sahibi olmanın en önemli olacağı devire giriyoruz. Teknolojiyi almak ve anlamak için dışarıdan destek alabilirsiniz. Akıl ve ilaç ithal edebilirsiniz. Zekâyı, mühendisliği ve parayı da ikame edebilirsiniz. Ama insani değerleri ve sevgiyi yenidünyanın merkezine almak için hepimize düşen büyük görevler var. ISRARLA İNSANA ODAKLANMAK Krizler değişimleri başlatır ve hızlandırır. Korona tehlikesi daha önce görülmemiş bir hız ve büyüklükte değişim ve dönüşümü ateşledi. İnternet üzerinden eğitim ve uzaktan çalışma konusundaki tüm önyargılar birkaç haftada yıkıldı. Tüm dünya dijital devrimlerin işlevselliğini, keyfini ve konforunu tattı. Her türlü iletişim ve ilişkilerin çoğu görüntülü konuşma, e-posta ve telefonla yapılıyor artık. DEĞİŞEN TUVAL Öte yandan 20. Yüzyıldan kalmış tek-kutuplu eski dünya tasavvuru yok olmaya doğru ilerliyor. ABD’nin ve küresel güç merkezlerinin dünyaya dayattığı politikalara itiraz eden, uygulamayan hatta kafa tutan devletler ve örgütler çoğalıyor. Küresel oligarkların ve hami devletlerin hegemonyası zayıflamaya devam ediyor. Dünyamız hem Jeopolitik hem de iktisadi anlamda çok-kutuplu bir yola, B, C ve D planlarına belki de üçüncü bir yol arayışına giriyor. YENİDÜNYAYA HAZIRLIK Korona virüs vakasının tetiklemesiyle çatlaklarla bölünmeye başlayan dünyada barış ve adalet temalı ortak bir gelecek yaratmak zaman geçtikçe zorlaşıyor. Özünü ve ruhunu kaybettiği için hoşgörüsüzlük ve çatışmaların arttığı bir dünya var karşımızda. Kurtarıcı olarak sunulan Block Chain sisteminin kurallarını oturtmak adına geleceğin üretim ve tüketim kalıplarını biçimlendirmek, dijital ekonominin ilerlemesi için toplumu hazırlamak, eğitimden hukuk sistemine kadar, çalışma hayatından demokratik standartlara kadar geleceği düşünmek dahası güvenliğin geleceğini güvence altına almak zorunda kalacağız. BİZİ GELECEĞE HAZIRLAYACAK ARAÇLAR Korona tehlikesi sonrası yenidünya sürekli bir değişim ve devinim içerisinde çalkanacak ki buda birçok siyasi istikrarsızlıkları, askeri çatışmaları ve ağır ekonomik tahribatları doğuracaktır doğal olarak. Türkiye, bağımsız ve eleştirel stratejik araştırma merkezlerinin ürettiği dinamik ve yenilikçi vizyon inşalarıyla ancak kendi karanlık geçmişinin biriktirdiği tüm riskleri kolayca aşabilir. Türkiye, diplomatik rekabetin temeli, görevi ve yapı taşı olan ve sıklıkla ‘Dış Güçler’ diye tabir edilen aktörlerin yarattığı engel ve tehlikeleri de ancak bu yolla minimize edebilir. Ağır ağır ısıtılan sudaki kurbağa kaynayarak ölüyor çünkü tam sıçrayıp çıkması gereken anda rehavet içinde. Biran önce eyleme geçmemiz gerekiyor. PARADİGMA KAYMASININ GÜCÜNÜ KULLANMAK Eleştirel düşünce üretmeye odaklanmış kurumlarımızı ve kurumsallaşmış özgün yapılarımızı güçlendirir ve desteklersek Türk toplumu, Türk devleti, Türk şirket ve markaları, Türk eğitim-çalışma sistemi sürekli kendini yeniler ve ancak yeni şartlara kolayca uyum sağlayabilir. Jenerik başlıklar altında ilerleyen bu trentde ABD ve Batının öncülük yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Fakat bunun bizim tarihi referanslarımızda çok derin ve güçlü örnekleri de bulunuyor. Tarihsel pratiklerimizi ve genetik potansiyelimizi canlandırmanın, ortaya çıkarmanın şimdi tam zamanı. Bu tür kurumlar ve kişilerin bürokrasiye, diplomasiye ve siyasete transfer olmalarının da şimdi tam mevsimi. Türk bürokratlarının, diplomat ve siyasetçilerinin hemen tamamı stajını görevdeyken yapıyor ki bu Türkiye için ciddi bir zaman ve enerji israfı getiriyor. YIKIM ÇAĞINDA TÜRKİYE COVID-19 salgınıyla birlikte kurulmaya başlanılan yenidünyanın yeni Türkiye algısını oluşturmak daha çok bizim yol haritalarımıza bağlı. Türkiye, dijital küreselleşmeye doğru hızla sürüklenen yenidünya ile eş güdümlü olarak devrimci kapasitesini öncelikle yapısal ve temel reformlara harcamalıdır. Birçok ülkenin dahası uluslararası örgütlerin dahi krizlere ve sistemsizliğe doğru savrulacağı türbülanslarla dolu bir süreçten bahsediyorum! TÜRKİYE’NİN YENİÇAĞI Türkiye stratejik ve taktik hata yapmadan birlik ruhuyla ilerlediği sürece jeopolitik konumundan, tarihsel ve kültürel arka planından kaynaklanan avantajlarını kullanma potansiyeline sahiptir. Böylece İslam Dünyasının rol modelliğini ve başat güç merkezlerinin alternatif sistem modelliğini kolaylıkla üstlenebiliriz. Türkiye insan, vicdan, adalet, eşitlik, barış ve demokrasi temelli özgün, yeni ve büyük bir medeniyet projesi ile yeni küresel sistemin kurucu perspektiflerinden birisi olabilir ki, neden olmasın? Olmalıdır da! Yani yeni bir dünya kuruluyor! Bu kesin! Türkiye de buradaki yerini alacak. Nasıl mı? Dediğim gibi tamamen bize bağlı! Ve inanıyorum ki Türkiye kurulan yenidünyada istediği yeri alacaktır! Read the full article
0 notes
Text
Ordulu Emin’in “Kurtuluş “ Tarihi Üzerine Notlar
Türkiye’de dönemler ve kuşaklar belirli mitler etrafında ele alınıyor.
Mitler etrafında ele alınması olumsuz değil. Mitler ve mitoloji; insanlığın düşünsel gelişiminin ve ideolojilerin-fikirlerin mayasını oluşturuyor. Düşünce ve düşünme süreçleri arasında bir yerde salınıyor mitler fakat düşünen’in ve düşünce’nin cini ve/veya perisi gibi her yere giriyor ve her yerde kuşatıcı olabiliyor. Farklı paradigmalara, yaklaşımlara, kanaatlere eşlik ediyor. Türkiye’nin 70-80 dönemi de bundan muaf değil. Kaldı ki 70-80 dönemi diyerek bir parantez açmak-dönemleştirmek-periyodlaştırmak fazlasıyla zorlama olur.
70′lere değinen solcu miti şu: köyden kente gelmişler / kentliyse köylü olmuşlar / birey olmamışlar / örgütlere girmişler / ordu gelmiş / herkesi yenmiş/ bu güzel yurda binlerce birey vermiş /bireylerin kimi holding kimi derme çatma baraka olmuş / masal buymuş / her koyun kendi bacağından asılıyormuş.
Düşünce tarihi- düşünce oluşumu- fikirler ile toplum-toplumsal hareketler arasında sağlıklı bir ilişki kurulamadığı çok açık. Bu tek başına uzunca bir tartışma konusu. Türkiye tarihi üzerine değerlendirmelerde iktisat ve ekonomi gibi kurucu paradigmalar olunca ve bu paradigmalarda başı çeken marksistler olunca işler daha da karışıyor.
Toplum kuramı ile toplum üzerine kuram yazma; toplumu inceleme için belirli kavram ve yaklaşımlar geliştirme felsefi-düşünsel pratiklerle iç içe geçmiştir. Fakat bilim dallarındaki ayrışma sebebiyle bunlara ilişkin felsefi bir düşünüm gerçekleştirilememektedir.
Türkiye’de düşünce üretim süreci daha çok ithal-ikameci olduğu için eleştirel düşünce ithal edilse bile bu öz-düşünümle taçlanmıyor. Eleştirel düşüncenin gerisinde bıraktığı tüm birikim sıfırlanıyor. Örneğin sınıf hareketi, kendinden öncekiler tarafından sınıf hareketi olarak taçlandırıldığı ölçüde reddiyeye uğruyor. Her paradigma ve her yeni yaklaşım izleği ve izlenirini tarihle kuruyor. Kadınlar geliyor ve tarihi işçisiz yazıyor. İşçiçiler geliyor ve tarihe kadınları ekliyor ama dipnot olarak.
Kısaca söyleyecek olursak sosyoloji içinde ve felsefe içinde yeni akımlar ortaya çıkmıştır. Bu akımları değerlendirmeye sadece “teorik” kertede yanıtlar-incelemelerle devam edemeyiz. Tarihimizi açmalı ve yeni olasılıklarla taçlandırmalı. Manuel De Landa’nın “öbekleşme teorisi” ve Ranciere’den ilham alarak bu tartışmayı yürütmekte fayda var.( Uzun uzun açılacak bu bölüm )
Ordulu Emin; tam bir arzu akışı olmadan, verili sabit formlara doğmuş bir devrimci. Köyden ve kasabadan kente gelişinde yoğun bir arzu akışı yok veya fırlatılma yok. Kendi öbeği ile bağını kesmeden; onunla eşgüdüm sağlayarak yeni bir öbeğe geçiyor; örgütlü gündelik yaşama. Gündelik yaşam engin, örgütlü yaşam onu daraltmıyor, yeni imkan ve olasılıklara ve buluşmalara erteliyor. Emin konumlanıyor. Siyasal hareketi ve “konum” gereği hareket ediyor.
İlk öbeği-öbekleşmesi ve/veya kendini ördüğü öbekleşme olan köy/ilköğrenim arkadaşları/aile/aile çevresi onun “çelik çekirdeği” oluyor. Bunu sonradan anlıyoruz. Çünkü o “yeni öbeğin” Kurtuluş öbeğinin dünyasında fakat onun ailesinde değil. Örgüt disiplinine bağlı fakat örgüt üyesi değil. Bu sınırda-eşikte durma hali onu rahatsız etmiyor, çünkü o “asker Memet”. Kendini “konumlarda” doğru “konumlarda” yerleşik kıldıkça ve tarih olarak adlandırdığı mevhumda üzerine düşen rolü yerine getirdikçe anlam buluyor. Fakat 12 Eylül sonrası bu “sınırda militan” öbeğini arıyor. Evlenemez/aşık olamaz militanlığına bir de yurtdışına çıkamaz mlitanlık ekleniyor. Konum almayı aşkla sürdürüyor. Çünkü bir de devrimci metafizik var, solun-sosyalistlerin bir türlü ele almadığı-alamadığı. Bu metafizik çözülmüyor, bu metafiziği çözen de bir biçimiyle şeflik mekanizmaları. Şeflik mekanizmalarının “kişisel” öykülerini sunmalarını-söylemelerini dinlersek onlar da bir tür şaşkınlık içerisinde. Kurtuluş özelinde hareket geleneği öbekleşmesi ile parti geleneği öbekleşmesi içerisinde ve bu öbekleşmeler yurtdışı çin-sscb-arnavutluk ayrımları da ekleniyor, bir olmak ve yürümek tek başına rasyonel bir yola çıkarılmıyor. Sorun tek başına solun deneyim eksikliği ve/veya teorik eksikliği değil. Sorun solun cinsel politikayı ve öbekleşmeyi göz ardı etmesi. İnsan toplumunun sıradan ve ilkel güdülerle örgütlediği hiyerarşik ve sınıf yapılarıyla evrimleşmesi. Bunların tesadüfü ve her zaman ahlakla ilgisi olmaması fakat sürdürülmesi için her zaman ahlak ve felsefenin BİR’lerin sahaya sürmesi. Sol işte bu toplum öbeğinin içine düştü ve onunla beraber örüldü.
Emin bir “asker memet” “sınırdaki militan” ve çıplak beden. Sıcak çatışmalara giren/dava/adanmışlık gibi koşulları devrimci metafizikle kucaklayan bir beden, konumunca/konumlandığınca düşünen bir beden. Aynı zamanda ketlenmiş bir beden. Aşkın reddi/cinselliğin reddi/kadının reddi ve kesin redler bir sınır oluşturuyor. Kesin red + evi red + ten’i red ; sonuç olarak güçlü bir bilinçdışı kabul ve çekim merkezi halini alıyor. İki öbek arasında kalan Emin hareket toplumsal bağlamıyla çözülünce geriye ilk öbeğine / çelik çekirdeğine ailesine dönüyor. Özgürlük Savaşına katılması önünde bedensel engeller var ve sonrası hikaye olarak yok. Bir macera ve olasılık olarak sokak’tan eve dönüş gerçekleşiyor.
Başka olasılıklar da vardı. Bunu bize anlattığı için memnun ve mahcubuz. Devrimci metafizikleri kalbimizde çarpıyor. Daha deli ve sınırda gezen, uçlara değen ve yeni fark ve yeni dayanışma öbekleri yaratmak için bu hikayeyi bitiremeyiz. Aileyi ve “kadınla” ilişkiyi reddedemeyiz. Ailenin salt bir yeniden üretim odağı /formu olduğunu söylemeyiz, üretici rolünü teslim etmeliyiz. Bu üretici rolün olumlu ve olumsuz yanlarını görmeliyiz. Cinsellik üzerine daha fazla konuşmalı ve düşünmeliyiz. Ketleyen ve kesin red’leri dile getiren konumlanmış ve felsefe-ahlakların BİR’leri tarafından hizaya getirilmiş özne olarak konuşmayı reddederek tarihe kurulmamış olasılıklar ve yeni-tahayyüller alanı olarak bakabiliriz.
0 notes
Text
Paradigmayı değiştirmeden olmaz! - Fikret Başkaya
https://wp.me/pXsHy-KyE Türkiye toplumu bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş bulunuyor. Artık bu çöküş tablosundan bildik yöntem ve araçlarla çıkmak mümkün değil. Zira, söz konusu olan sadece ekonomik kriz değil, politik, sosyal, ekolojik, etik krizi, değerler krizi… söz konusu. Dolayısıyla, politik mücadelenin zeminini, politika anlayışını, politika yöntem ve araçlarını değiştirmek gerekiyor. Zira, iflas eden sadece Politik İslamcı AKP iktidarı değil. Kırk yıldır dayatılan bağnaz ekonomik ve sosyal politikalar. Bu da, AKP öncesine dönmekle işin içinden çıkmanın mümkün olmadığı anlamına gelir. Fakat bir şey daha var: Neoliberalizm öncesini, 1980 öncesini ihya etmek de mümkün değil. Artık radikal bir paradigma değişikliğini dayatan zaman gelip çattı… Tek adam rejiminin alternatifi ‘parlamenter demokrasi’ değil… AKP’nin zaten parlamenter demokrasinin iflası üzerinde yükseldiği ekseri gözden kaçıyor. Aslında parlamenter demokrasi denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok ama olduğuna inananlar çoğunlukta. Parlamenter demokrasi, demokrasiyle değil, mülk sahibi sınıfların ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusuyla ilgili… Kitleleri aldatmanın, oyalamanın bir aracı… Kaldı ki, bidayette, şimdilerde ‘Batı Demokrasisi’, ‘Temsili Demokrasi’ denilen, gerçek demokrasinin önünü kesmek, kitlelerin politik sürece müdahalesini engellemek amacıyla peydahlanmıştı. Zira, dört-beş yıl aralıklar kurulan sandığa oy atmak, hiç bir zaman şeylerin seyrini değiştirmiyor. İnsanlar, egemen sınıfların devleti tarafından kurulan/kurdurulan siyasi partilere oy vererek, süreci etkilediklerini sanıyorlar. Oysa, gerçek anlamda bir temsil hiç bir zaman söz konusu değil. Seçilenler seçenleri değil, egemenleri, tabii biraz da kendilerini temsil ediyorlar… Sahte bir oyun tekrarlanıp duruyor… Seçimler “görünen yöneticileri” değiştirebilir ama asla ‘asıl yöneticileri’, ‘gerçek iktidarı’ değiştirmez… Öyle bir şey ancak radikal bir politik-sosyal- kültürel devrimle mümkündür… İleri sürüldüğü gibi siyasi partiler ve seçimler burjuva demokrasisinin vazgeçilmezleri değildir. Gerektiğinde her zaman ‘vazgeçilebiliyorlar’… Aslında seçimlerde insanlar ‘daha iyiyi’ değil, ‘daha az kötüyü’ seçiyorlar… Zira nesnel olarak iyisi mümkün değil… O zaman halkın sürece gerçekten müdahale etmesini sağlayacak yöntem ve araçların oluşturulması gerekiyor. Başka türlü söylersek, halkın kendi kendini yönetmesini sağlayacak, ‘doğrudan demokrasiyi’ olabildiğince hayata geçirmek gerekiyor ve bu mümkün… Bu dünyada her sorunun bir cevabı olduğuna göre… Zira, soru sormak, o soruyu cevaplayacak yüksekliğe çıkıldığı anlamına da gelir… Birincisi, şimdilerde tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarmış olan neoliberal politikaları mahkûm etmek yeterli değil, asıl kapitalizmi de sorun etmek gerekiyor. Bundan sonra radikal olarak antikapitalist olmayan hiç bir hareketin ve siyasetin başarı şansı yok… Sadece kitleleri aldatmaya, oyalamaya yarayabilir… Lâkin bir şey daha var: Artık sorunlar ertelenebilir olmaktan çıktı… İkincisi, yeni ve farklı bir şey yapmak, verili paradigmanın dışına çıkabilmek, resmi tarihle, resmi ideolojiyle ve egemen burjuva ideolojisiyle radikal bir hesaplaşmayı gerektiriyor. Zira, yüz yıllık ‘resmi ideoloji’ toplumun kendi hakkında düşünmesini engelliyor. Resmi ideolojiyle, resmi tarihle hesaplaşmak, toplumu oluşturan farklı kimliklerin ‘gerçek yurttaşlar’ oldukları bilincini de güçlendirir. Aksi halde başta Kürt Sorunu olmak üzere hiç bir sorun kalıcı çözüme kavuşturulamaz… Üçüncüsü, dini devletten arındırmak gerekiyor. Türkiye’de laiklik söyleminin gerçek bir karşılığı yok. Devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı [doğrusu, Diyanet İleri Bakanlığı] diye devasa bir kurum var iken, laiklikten söz etmek abesle iştigaldir… Din dersinin zorunlu olduğu laik bir rejim olabilir mi? Laiklik demokrasinin olmazsa olmazı olduğuna göre... Dördüncüsü, ekolojik yıkımı ve iklim krizini tüm kaygıların önüne koymak ve gereğini yapmak gerekiyor. Zira, sürece vakitlice ve etkin bir tarzda müdahale edilmezse, işlerin hızla sarpa sarması ve kritik eşiğin aşılması kaçınılmaz olacak. Zira, halen yaşananlar neler olabileceği hakkında bir fikir veriyor. Oysa, burjuva politikacılarının gündeminde ekolojik yıkım, iklim krizi diye bir şey yok… Beşincisi, Türkiye 1952 de NATO’ya üye olduğu günden beri adı konmamış bir Batı uydusu. Daha doğrusu kolektif emperyalizmin bir uydusu. Türkiye o tarihten beri ‘bağımsız dış politika’ yapma yeteneğini kaybetti. Malûm, NATO denilen militer örgüt, başkomutanı ABD’li bir general olan emperyalist bir saldırı paktıdır. Eğer öyleyse, Türkiye gibi bir ülkenin emperyalist bir saldırı paktında ne işi var denmesi gerekmiyor mu? Bir de neymiş efendim, ABD bizim “stratejik müttefikimizmiş”… Oysa hegomonik-emperyalist bir devletin hiç bir zaman ‘stratejik müttefiki’ olmaz. Sadece, stratejik çıkarları olur… Biraz tarih bilgisi olanlar öyle olduğunu bilir… Politik İslamcı, şeriat sevdalısı AK iktidar, geride kalan 17 yılda tam bir çöküş tablosu yarattı, toplumun geleceğini kararttı. Çöküş sadece ekonomiyi değil, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini angaje ediyor. Özelleştirilmemiş, metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış hiç bir şey bırakılmadı. Esasen özelleştirme demek, herkesin olan, topluma-kamuya ait olan, olması gereken varlıkları, kaynakları, hizmetleri, müşterekleri özel şahıslara, sermayeye peşkeş çekmektir… Oysa, her şeyin özelleştirildiği bir toplumsal yaşam mümkün ve sürdürülebilir değildir. Zira, müşterekler, toplumu bir arada tutan tutkaldır. Önümüzdeki dönemde muhalefetin öncelikli hedeflerinden biri, halktan çalınanı ona iade etmek olmalıdır. Hiç bir saldırı karşılıksız kalmaz. Saldırı- savunma ve karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. İnsanlar sömürüye, yağma ve kalana, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe keyfiliğe, sınırlı özgürlüklerin de yok edilmesine, kamusal alanların dincileştirilmesine, 2013 Gezi Parkı kalkışmasından başlayarak itiraz ediyorlar. 2015 Haziran seçimleri, 2017 Anayasa referandumu, , 2018 cumhur başkanlığı ve genel seçimler ve Adalet Yürüyüşü nihayet 31 Mart 2019 belediye seçimleri sürecinde bardak dolmaktaydı. Yenilgiyi kabuk etmeyen iktidar partisinin gayri hukukî , gayri ahlâkî ve gayri mantıkî müdahalesiyle İstanbul seçimlerinin geçersiz sayılıp, seçimin yenilenmesiyse 23 Haziranda taştı… Muhalefet moral üstünlük sağladı. Bu önemli bir başlangıç. İnsanlar politik sürece etkili bir müdahale yapmayı başardılar. Elbette her şey güzel olacak demek önemli ama neler yapılır-neler yapılmazsa, hangi radikal önlemler alınırsa güzel olur sorusunun da sorulması ve gereğinin yapılması kaydıyla… Artık radikal dönüşümlerin gerekli olduğu bir zamandayız. Bundan sonra şeylerin seyri, muhalefetin basiretine bağlı olacak. Haysiyetli insanlar olarak yaşamanın, toplumun geleceğini kurtarmanın yolu, mücadeleyi derinleştirmekten geçiyor… Artık politika yapma ‘işini’, ‘şeyini’ profesyonel politikacılara emanet etmemek gerekiyor ki, bu da insanların politik özneler olmasıyla, yeni, orijinal etkin politik araçlar ve yöntemler üretebilmesiyle, velhasıl, perspektifi ve paradigmayı değiştirmekle, yeni bir şey yapmakla mümkün!..
0 notes
Text
adı başka
Seçim sistemleri ve seçime katılma süreçleri, demokratik bir yarışı değil, egemenlerin çıkarları doğrultusunda istikrar arayışlarını içeriyor. Bu nedenle her seçim süreci yeni bir paradigma ile başlatılıyor, başka bir deyişle her seçime bir misyon yükleniyor. Oysa demokratik bir sistemde seçim yasalarına sadece demokratik sorumluluklar yüklenebilir. Bu da seçmen iradesinin en adaletli bir …
View On WordPress
0 notes
Text
Aristoteles'ten Newton'a Paradigmatik Bilim Tarihi Kitabı pdf indir pdf indir
Aristoteles’ten Newton’a Paradigmatik Bilim Tarihi Bilimin, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi, düşünürleri bilimi anlama etkinliği olarak tanımlanabilecek bilim felsefesi alanında yeni ve farklı görüşler oluşturmaya itmiştir. Bu tartışma süreci, bilimin işleyişi, onun mantıksal yapısının neliği, sonuçlarının sorgulanması gibi konuların yanı sıra bilimin diğer alanlarla ilişkisi, bilim sürecine etki eden faktörlerin araştırılması ile ilgili sorunları da gündeme getirmiştir. … Bir bütün olarak bilim etkinliğine tarihsel, bağlamsal, kimi zamanda toplumbilimsel yönlerini öne çıkararak yaklaşmış olan post-pozitivist bilim felsefecileri, bilim tarihini bütün incelikleriyle mercek altına almadan bilimi anlamaya çalışmış olan bütün bilim felsefesi çalışmalarının başarısız olmaya mahkûm olduğu saptamasında bulunmuşlardır.
İlk paradigmanın ortaya çıkmasının ardından gelen olağan bilim döneminde ise, olağan bilimin en önemli etkinliği ve belirgin hali olan “bulmacalar”, “bulmaca-çözücüler” ve oluşturdukları “bilimsel topluluklar” ele alınmıştır. Ayrıca, paradigma öncesi dönemdeki okullar içinde güçlükle bulabildiğimiz bilimsel ilerlemenin Aristoteles sonrası Antik Yunan, Hellenistik Dönem, Geç Antik Çağ, Orta Çağ Hıristiyan Uygarlığı İslam Uygarlığı gibi farklı tarih ve kültürlerde bile varlığınsürdürebildiğinin belirlenimi, bu çalışmanın bir başka önem yanını oluşturmaktadır. Bu belirlenim devinim çalışmalarında olağan bilim etkinliklerinin Kuhn’un belirlediği çerçevede bütün açıklığıyla yaşanmış olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Aristoteles'ten Newton'a Paradigmatik Bilim Tarihi Kitabı pdf indir pdf indir oku
#Aristoteles'ten Newton'a Paradigmatik Bilim Tarihi kitabı pdf indir#Aristoteles'ten Newton'a Paradigmatik Bilim Tarihi pdf oku#Aristoteles'ten Newton'a Paradigmatik Bilim Tarihi ücretsiz indir#Aristoteles'ten Newton'a Paradigmatik Bilim Tarihi ücretsiz pdf indir#Bilim Tarihi
0 notes
Text
SENFONI
ÇOK SESLİLİK, DEMOKRASİ, GERÇEKLİK BİZE SENTEZ LAZIM CANCAĞIZIM Bülent Ersoy, anlaşıldığı kadarıyla, önünü arkasını düşünmeden şiddetli tepkiler gösteren, akılla dizginleyemediği duygularıyla hareket eden heyecanlı bir kadın. Bu özelliklerini, daha önce, Deniz Baykal olayında görmüştük. Kanıtlayamayacağı bir iddia ile ortaya çıkmış ve zor durumda kalmıştı. (Gerçi bu konuda rivayet muhtelif, bu olayı gündeme gelmek için, birilerinin telkinleriyle kullandığı da öne sürüldü, neyse, herkesin günahı boynuna).
Hegel’in diyalektiğine göre varlıklar da, düşünceler de tez, antitez, sentez aşamalarından geçerek ilerler. Önce tez ortaya çıkar, onun karşısına antitez dikilir, her ikisini de, hem tez, hem de antitezin zayıf yönlerini dışlayıp, kuvvetli yönlerini içine alan bir sentez izler. Artık sentez, eski tezin yerini almıştır. Tez, antitez, sentez döngüsü yeniden başlar.
Hegel’de tez, antitez, sentez sürecinin başlangıç noktası tindir. Tin kendini, özellikle düşünce dünyasının doruğunu oluşturan felsefede olmak üzere, düşünce dünyası (üstyapı) ve maddi dünyada (altyapı) açarak bu süreçlerin onlarda da görünür hale gelmesini sağlar. Marx ters durduğunu öne sürdüğü bu düşünceyi, (ayakları üstüne oturttuğunu söyleyerek) kendi fikirlerinin temeline yerleştirmiştir. Böylece varlıklar dünyasında (altyapıda) gelişen tez, antitez, sentez sürecine (altyapıdaki diyalektik sürece) koşut olarak ilerleyen düşünce ve kültür dünyasındaki (üstyapı) tez, antitez, sentez süreci karşı gelmektedir. Tabii ki her iki diyalektik süreç her zaman tam (zamansal) olarak çakışmayabilir. O yüzden de, düşünce dünyasındaki tez, antitez, sentez süreci (altyapıdan bağımsız olarak, onun tarafından belirlenmeden) salt kendi dinamikleri gereğince (kendi içine kapalı bir sistem gibi) gelişiyormuş gibi görünebilir.
Thomas Kuhn , bilimsel devrimlerin yapısı adlı çalışmasında, bilimin gelişme sürecinin iki ayrı evreden [olağan bilim (evrimsel gelişme, niceliklerin birikmesi evresi) ve bilimsel devrim (niteliksel değişim)] oluştuğunu öne sürer. Önce bir paradigmayla (bilimsel kuram, tez) ile başlanır, bu paradigma içinde kalınarak bilimsel çalışmalar (olağan bilim) yapılır, bir süre sonra paradigma ile olgular arasında uyuşmazlıklar (bunalım dönemi) ortaya çıkar ve süreç, uyuşmayan olguları da açıklayan yeni bir paradigmanın (bilimsel devrim, antitez / sentez) ortaya atılmasıyla yeniden başlar.
Belli bir anda çok sayıda paradigma olabilir varsayımıyla, Thomas Kuhn’un bilimsel (düşünsel) gelişime ilişkin paradigmasıyla, Hegel’in, (düşünce dünyasındaki) tez, antitez, sentez süreci paradigması arasında çok fazla fark kalmaz. Thomas Kuhn’un başlangıç paradigması Hegel’in tezine, bilimsel devrimi de antitez ve sentezine karşı gelir. Bilimsel devrim biçiminde ortaya çıkan yeni paradigmalar, eskinin antitezi olabilir, mevcut tez ve antitezin sentezi olabilir, ya da mevcut bir paradigmayı, Einstein’ın görelilik kuramının, Newton’un çekim kuramını genişlettiği gibi, genişletebilir. Bu yüzden, Thomas Kuhn’un tez, antitez, genişletici tez, sentez kategorilerinden oluşan bilimsel ilerleme paradigmasının, Hegel’in tez, antitez, sentez kategorilerinden oluşan düşünsel ilerleme paradigmasından (çok az) daha kapsamlı olduğu söylenebilir.
Pozitivizmin son aşaması olan, üyeleri arasında Ludwig Wittgenstein’ın da bulunduğu mantıksal pozitivizm (Viyana) Okulu ise bilgi katına erişecek önermeler için modern pozitivizmin özünü oluşturan olgularla sınanabilirlik ölçütünü ortaya atmıştır. Herhangi bir önermenin bilgi katında yerini alabilmesi için olgular tarafından sınanabilir olması gerekmektedir artık. Viyana okulunun sınama düzeneği ise doğrulamadır. Bilgi statüsüne haiz gibi görünen metafizik önermeleri bilgi dünyasından dışlamayı amaçlayan mantıksal pozitivizm, aralarında ahlak, matematik mantık gibi olgusal içerikten yoksun (olduğu düşünülen) disiplinleri de bilginin sarayından kapı dışarı etmiştir.
Mantıksal pozitivizmin ortaya attığı sınanabilirlik ölçütü bir bilimsel kuramlar çokluğuna izin vermektedir. Herhangi bir bilimsel kuram, tez, antitez, genişletici tez, sentez kategorilerine girebileceği gibi, bu kategorilerden hiç birine girmeyen (şu anda bilmediğimiz, tanımlayamadığımız) başka kategorilere de girebilir, yeter ki önermeleri olgular tarafından doğrulanabilir (sınanabilir) olsun. Bu yüzden, mantıksal pozitivizm, Hegel’in paradigmasını genişletmiş olan Thomas Kuhn’un paradigmasını bir adım daha ileriye götürmüştür.
Mantıksal pozitivizm, (sosyal demokrat) Karl Popper tarafından, güvenilmez bir yöntem olan tümevarımı kullanması nedeniyle, sınanabilirlik ölçütü için kullanılan doğrulama düzeneği yerine yanlışlama düzeneği konularak değiştirilmiştir. İlki Platon’a, ikincisi Marx’a karşı yazılmış iki ciltten oluşan Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinde, devrimin yerine evrimi [(açıkça yazdığını hatırlamıyorum ama, devlet tarafında yapılan, öyle olması gerekiyor), bölük pörçük toplum mühendisliği adını verdiği, küçük küçük iyileştirmelerle toplumu düzenlemeyi, kapitalizmi dizginlemeyi] savunmuş, ve bilimsel metodolojisinden de anlaşılabileceği gibi, serbest piyasa ekonomisinden yana tavır almıştır.
Popper’ın bilime ilişkin metolojisinde özü, bilim adamları (girişimciler) tarafından çok sayıda kuramın, hipotezin (şirket) ortaya atılması (kurulması) ve bu kuramların (şirketlerin) birbiriyle yarışarak (rekabet ederek) olgular (gerçeklik / piyasa) tarafından sınanması, çürütülenlerin (yanlışlanan, iflas eden) ayıklanması (tasfiye edilmesi), gerçekliği daha iyi açıklayan (gereksinimleri daha iyi karşılayan, etkin, verimli) kuramların (şirketlerin) ayakta kalması oluşturur.
Bülent Ersoy haklıdır. O sözleri söyleme durumuna gelmek için bir çocuğunuz olması gerekmez. Kaybetmekten dolayı çok acı çekeceğiniz bir sevdiğinizin olması, anne babaların çocuklarını kaybetmekten dolayı yaşayacakları acıyı anlamak için yeterlidir. Kim, canının yarısını, ciğer paresini, göz göre göre ölüme gönderebilir. [Halikarnas Balıkçısı da, “İnsan Öleceğini Bile Bile İdam Edilmeye Nasıl Gider” mealinde bir yazı yazdığı için, İstiklal Mahkemesi tarafından hayatının mavi sürgününe, (o zamanlar yol olmadığı için, Güvercinlik’ten sonrasını yürüyerek gideceği) Bodrum’a gönderilmişti].
Ahmet Altan da haklıdır. Başkalarının hayatı üzerinden kahramanlık yapmak kadar kolayı yoktur. Ama Oya Başar da haklıdır. Dünya cennet bahçesi değildir. Toplumlar, yaşamını (çıkarlarını) savunmak için savaşmak, savaşırken de bazı evlatlarının ölümüne katlanmak zorundadır. Ama o evlatlar da birilerinin ana kuzusudur. Yani hem savaşmak hem de anne babaların evlatlarını savaşa istemeden de olsa göndermesi bir zorunluluktur. Bu, insanın en trajik çatışmalarından birisidir.
Savaşlar hayatın gerçeğidir. Ben savaşa karşıyım, savaşmak istemiyorum diyerek, birilerinin savaşması sayesinde korunan çıkarlardan (kamu malı) yararlanmakla, ben çalışmak istemiyorum, tembellik hakkımı kullanmak istiyorum diyerek, birilerinin çalışarak ürettiği milli gelirden pay almak arasında bir fark yoktur.
Sorun, kimsenin çocuğunu savaşa göndermemekle çözümlenemez. Evet, mümkün olduğunca, savaş içermeyen çözümler için çaba göstermeliyiz. Ama ne kadar uğraşırsanız uğraşın, savaşların içine düşmeniz kaçınılmazdır. Önemli olan bu külfetin, topluluk üyeleri arasında mümkün olduğunca eşit bir şekilde paylaştırılmasıdır. Kimseye yetmediği gibi, bize de sadece tez ve antitez yetmez.
Bize senfoni gerek cancağızım.
0 notes