#yemeye içmeye her şeye
Explore tagged Tumblr posts
Text
Kız olmak köy şartlarında zor
#her işe çağorıyorlar#yoruldum ya#yemeye içmeye her şeye#vallahi eve gidtmek istiyorum#Aslinda kız olmak her şartta zor#pardon
3 notes
·
View notes
Note
yante bu ara nedendir bilmiyorum namaza karşı aşırı isteksizlik oluştu, menmun değilim bu durumdan ama ataleti de yenemiyorum.
tavsiyen var mıdır
sebep bulmak lazım. ruhunuz mu darlık içinde acaba, ruhsal darlık veya dargınlıklar her şeye etki edebiliyor. yemek yemeye de, uykuya da, ders çalışmaya da, kitap okumaya da, evdeki temizlik düzenine de, giyim kuşama da, namaz kılmaya da. ama her halükarda devam etmemiz gereken şeyler var. yaşamak için yemek yemeye, su içmeye, uyumaya, sağlıklı bir şekilde çok afedersiniz ama boşaltım yapmaya ihtiyacımız var. bunlar zorunluluklarımız. canımız istemese de, mükellef bi sofra kurmasak da, en azından bi çorba içiyoruz. zorunluluklar, istemesek de yerine getirdiğimiz şeyler. zorunluluğa bir miktar gönül ekleyerek sorumluluk kabul edip daha süslü şekilde yerine getirebiliyoruz. dünya ancak böyle yaşanıyor. ahiretin de düzgünce yaşanması için dünyada namazımızı kılmamız gerekiyor. namaz da zorunluluklarımız arasında. Allah emretmemiş olmasa, zorunlu olmasa niçin sabahın nurunda uykumuzu bölelim. yol akıp gidiyorken keyfimiz yerindeyken çişimiz yokken ve karnımız aç değilken niye dinlenme tesisinde durup mescid arayalım. e çünkü zorunlu. buna minnacık bi istek bile katsak bu sorumluluğumuz oluyor. bu sorumluluk düşüncesi abdest aldırıyor. nefsimiz kılmak istemiyorsa aklımız ve bedenimiz abdest alarak ona bunu hatırlatabilir. sizin nefsiniz istemiyor ama aklınız bana anonim oldurmuş mesela. yiğido bir aklınız var maşallah. istiyor. bana yazdırıyorsa aklınız, parmaklarınız hareket ediyorsa abdest de aldırabilir bi aklınız, iradeniz var emin olabilirsiniz.
tavsiyem, abdest alın. her ezan vaktinde abdestiniz yoksa eğer en az bir abdest almaya çalışın :) Allah yardımcınız olsun 🧡 maşallah.
2 notes
·
View notes
Text
Karadağ’da Yaz
Uzun süren soğuk günlerin ardından yaz nihayet kapımızda. Dolayısıyla tatil planları da her şeye rağmen yapılmakta. Bir yakınımın tatil dolayısıyla gitmek istediği Karadağ’ı bana sorunca ona yazdığım tavsiye notu bir gezi yazısına dönüştü. Bana da burada paylaşmak düştü. Güzel bir yolculuğa çıkmaya hazır olun, başlıyoruz…
Karadağ seyahati birçok şekilde gerçekleştirilebilir. Biri Arnavutluk’un kuzey kenti İşkodra’dan araçla vizesiz bir şekilde sınırdan geçmektir. Diğeri ise uçakla Tivat’a veya başkent Podgorica’ya inip güneye doğru devam etmektir. Ben arabayla seyahat ettiğim için ilk seçeneği yazmak istiyorum.
Arnavutluk sınırından geçer geçmez Bar şehri, Karadağ’ın güzel aynası elmas Adriyatik (Jadransko More) ile karşılaştığımız ilk yer olacaktır. Şirin bir kıyı kenti olan bu yer karşı kıyıdaki İtalyan Bari şehriyle uzaktan en yakın arkadaşlardır. Güney de ise Boşnakların ve özellikle Arnavutların yaşadığı müslüman şehir Ulcinj (Ulçin) yer alır. Daha kozmopolit bir şehir olan Ulcinj’de çan ve ezan seslerini aynı anda duymak mümkün. Şehrin tarihi mimarisi ise sadece kartal yuvası gibi konumlanan mahallelerinden ibaret olması ile beraber, kıyıya doğru uzanan ana caddede 20.yy yapıları bulunur. Arnavutların işlettiği Bonita restaurantta Pljeskavica yemek bu şehre ziyaret için bana göre en önemli nedendir. Büyük bir halk plajı bulunur ve deniz biraz dalgalı olup, kalabalık olur. Burada denize girmektense denizi izleyip bir maccihiato içmek bana göre şehre ziyaret edenlerin ikinci farzı olmalı. Sadece farza değil günaha da davet adettendir. Ayrıca bu şehirde Ada Bojana isminde bir çıplaklar kampı vardır.
Kuzeye doğru devam edelim. Güneyden sırasıyla Ulcin ve Bar şehirlerini geçtikten sonra St. Stefan’a ulaşırız. Harika yarım ada manzarasıyla yol kenarında bulanan bir restaurantta mola verip güzel bir espresso içmeye değer. Daha sonra ise tatil mabedi Budva’ya doğru yola çıkabiliriz.
Kako Budva druga nema! (Budva gibi, ikincisi daha yok!) İşte lafı gediğine oturtmak diye buna denir. Budva; tarihi kale-içi, gündüz plajları, gece hayatı ile enfes bir tatilin kapısını aralar. Açık hava klüpleri, kale-içi butikleri, harikulade deniziyle gençlerin ve pravoslav diasporasının (Sırp, Rus) tatil için en çok tercih ettiği yerlerin başında gelir. Balkanlara gitmişken yenilmeden, içilmeden dönülmesi kattiyen memnu olan şeyler vardır. Bunların başında köfte türevleri, kahve ve dondurma gelir. Köfte türevlerini ise en iyi Boşnaklar icra ederler. İşte tam burada bir Boşnak restaurantı bulmalı! Kendinizi yormayın, Çako buldu: Restaurant Sarajevo. Budva’da domuz etinden yapılan bir şey yemek istemiyorsanız kendinizi geleneksel olmayan fast-foodlara veya bir tavuk filetosuna hapsetmeyin. Balkanlar, gelenektir, gelenekseldir. Her noktada farklı bir renk ve tüm renklerin oluşturduğu bir hümanist harmoniler dünyasıdır! Sabah burek yemeye, akşam ise güzel bir ćevapi (parmak köfte) veya pljeskavica (büyük yuvarlak köfte) yemeye gidilebilir. Ayrıca deniz kıyısındaki balık restaurantı Jadran Restaurant otantik ambiyansı ile eski Yugoslavya’dan izler taşır; burası bir yaz akşamı yemeği için güzel tercih olabilir. Gece hayatı ise Perla’dan akar, kale-dibi kokteyl klüplere oradan ise kale-içi barlara kadar uzanır. Bir orta çağ şehrinin kale duvarında müziğin ve Adriyatik yelinin etkisiyle alkol içmeden sarhoş olabilirsiniz. Fiyatlar ise birçok Avrupa şehrine nazaran uygundur. Biz Türkler için, Avrupa kıtasında (Balkanlar’ın da aslında tümüyle farklı bir kıta olarak anılması hiç şüphesiz yerinde olacaktır.) vizesiz gidilebilecek ve sıcak bir denize kıyısı olan iki ülkeden (Arnavutluk) biri Karadağ’dır. Karadağ ise Budva’dır.
Şahsi fikrim Budva’da konaklamalı ve daha sonra bir araç vasıtasıyla 25 km uzaklıktaki Kotor’u mutlaka ziyaret etmeli. Boka Kotorska (Kotor Körfezi) doğal güzelliğiyle sizi büyüler. Ülkenin isminin neden “Karadağ” olduğunu burada anlarsınız. Kıyı kenarında bu harika manzaranın eşliğinde soğuk bir şeyler içmek, muhteşem bir terapi gibi olacaktır. Dağların arasından bir tablonun içindeymiş hissi veren girintili-çıkıntılı kıyılar, körfezin ortasında kurulan bu şehri ziyaret etmemiz için en yeterli sebeplerden biridir. Kotor şehrinin merkezi kale-içidir. Kale-içi harika taş yapılar, birçok medeniyetin izlerini hala taşır. Kotor’a bir de 6.yy’da Venedikliler tarafından yapılmış şehri tümüyle tepeden gören St. Giovanni kalesi üzerinden bakmak mutlaka bu şehirde listemizde olması gereken gidilecek önemli noktalardan biridir.
Kotor’da güzel bir gün geçirdikten sonra biraz kararsız kalabileceğiniz bir durum olabilir. Ya kuzeye Perast’a ya da batıya Tivat’a doğru yola çıkmalısınız. Tivat’ı tercih ettiğinizi düşünelim. Perast’a ne yazık ki ben gidememiştim. Kesinlikle gitmeli.
İnsanoğlunun lüks ve ihtişam tutkusu Tivat’taki yat limanının temsilinde büyüleyici haliyle mevcut. Yat limanını çevreleyen en iyi malzemelerle inşa edilmiş lüks yeni yapıların altında mağazalar, restaurantlar ve cafe-restaurantlar mevcut. Gözlemlediğim kadarıyla denize girmek için bir plaj bulunmuyor. Tivat daha çok alışverişin ve lüksün adresi diyebiliriz. Şimdilerde inşa edilen Galataport’un çok daha üst düzey hali olarak da tanımlamak fena bir örnek sayılmaz. Kotor-Tivat arası ise 11 km. İkisine de Budva’dan günübirlik gezilerle ziyaret gerçekleştirilebilir.
Kuzeyinden güneyine, baştan çıkarıcı Adriyatik’in refakatinde, ‘karadağ’ların gölgesinde, nüfusu az ama gönlü bol insanların samimi misafirperverlikleri arasında harika bir tatil için Karadağ kesinlikle keşfe değer. 🇲🇪
10 notes
·
View notes
Text
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
S��k sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Bu muhteşem yazıyı Hazırlayanlara kucak dolusu selamlar sevgiler ve sonsuz saygılarımı sunuyorum/ÖZGÜRCE 💙🇹🇷❤
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma Demirel
Ahmet Gümüş
Ege Dinler..
121 notes
·
View notes
Text
bir veda mektubu
Bir sigara daha içtim az önce. İçimde bir şeylerle vedalaştım. Belki yanan sigaramın külleriyle, belki içime çekip çekip bıraktığım dumanıyla. Ama en çok seninle vedalaştım. Artık bitti dedim içimden, bitmeliydi de. İlişkilerin kaderi de bu değil midir? Başlangıçları ve sonları vardır. Sonlar sadece ertelenir. Başlangıçları güzeldir, insan sonunda aradığımı buldum der ama bazen elleri göğsünde kalakalır. Elbette bir şeye bitsin diye başlanmaz ama bazen kara erken görünür. Gemini yanaştırmamanın, karaya çıkıp derin bir nefes almamanın bir yararı yoktur. Bizimkinde de böyle oldu... İkimiz de karayı gördük, birimiz kaçtı belki gerçeklerden, diğerimiz yanaştırmak istedi gemisini oraya. Ben bu gece o karaya çıkmaya karar verdim anlayacağın. Biraz bu dalgalı denizde geçirdiğim mide bulantılarını hafifletip, kafamı toparlayıp, hala karada dururken ayaklarım yerden kayıyor da sallanıyormuşum boşlukta hissinden kurtulmaya ihtiyacım var. Ben seni sevdim mi gerçekten? Bilmiyorum. Sevgi gibi bir şeydi sadece belki. Seni görecek olmanın heyecanı, bana dokunduğunda titreyişlerim, içime akan sıcacık, ılık ılık bir his bunlara sebep oldu belki. Bu “gibi” hissine. Ayaklarım karaya ulaşınca anladım, aslında yer sağlam, dik durabiliyorum, neyim neredeyim, deniz aslında nasıl bir yer görebiliyorum. Evet hatalarım, hatalarımız oldu çokça. Ama biz hatalarımızdan çok birbirimizi sevemeyişlerimizden bu hale gelmedik mi? Hayatlarımıza sevgili figüranı arayan, masum insanlardık belki. Bulduk sandık, yanıldık. İnsan hatalarından ders çıkarır, yoluna bir şekilde devam eder elbette. Ama sevgisizlik bir hata olamaz, olmamalı da. O ya vardır ya yoktur. Kimse suçlanamaz, cezalandırılamaz bu nedenden. Ben içime dönüp baktığımda sevemeyişlerimi görüyorum. Seni hala sevmediğimi ama sevilmek isteyişlerimi yine de. Benim de cehennemim bu olmalı diyorum. İnsan sevildiğinden nasıl emin olur? Belki sen kırılacaksın bana, özledim yazarken kilometrelerce uzaktan gece ansızın bir mesajla, hala içimden senden ve bizden kalanlarla yola devam edecek olma ihtimalim mutlu etti seni. Ben de dedim sana, seni özledim diye. Ama ben seni özlemedim ki. Ben birinin hayatımda oluşunu, ona günümden bahsetmeyi, onun gününü dinlemeyi, birilerine iyi gelmeyi, “bak ne olursa olsun ben yanındayım” demeyi, şefkatimi açmayı, birinin elinden tutmayı, birini öpmeyi, birine sarılmayı özledim. Senle ya da sensiz. Ama çok iyi biliyorum, seni özlemedim ben. Birlikte kurulan o güzelim gelecek planlarının şimdi asla gerçekleşmeyecek olmasından korktum delice. Özlem çok nankör bir duygu değil mi hem? İnsan hiç geçmeyeceğini, kalbinde açılan boşluğun her gün kendini hissettireceğini, derin bir yara gibi her gün sızım sızım sızlayacağını, sanki ölüvermiş de bedeni sapasağlam dünyada kalmış gibi düşünüyor. Ama hislerle beden hep ihanet etmiyorlar mı birbirine? Hisler seni alıp derinlere çekerken, bedenin yeryüzünde yemeye, içmeye, “yaşamaya” devam etmiyor mu? Özlem de böyle bir his işte. Gün geçtikçe en yasını tuttuklarının özlemi bile küçülüyor, aklına geldikçe, durup düşündükçe sızlıyor hafiften insanın içi. Anlayacağın, özlem üzerine başlayamayız tekrar bir şeylere. Bu nankör duygunun önderliğinde, yine tutmamalı ellerimiz birbirini. Bitti işte, bu sondu. Kalsak, çabalasak, bu sevgisizlikle daha da eksilerek bitecektik. Bizim için bir umut kalmayışı en çok bundan. Elvada sana. Bende bıraktığın acı, tatlı, güzel, çirkin tüm anılar için teşekkür ederim. Umarım gün geldiğinde doğru kişiler çıkar da karşımıza, hem sever hem sevilir, bu ayrılığa koca bir “iyi ki” damgası basarız hatıralarımızda seninle. Kendine çok iyi bak. Bu klasik cümleyle bitirdiğim için de affet beni.
4 notes
·
View notes
Text
Yüksek Performans için Zihninizi Organize Edin
Şu anda birden fazla proje üzerinde çalışıyorum. Psikolojik ve fizyolojik parametrelerin yapısının, uygun şekilde değerlendirilmesinin verimli bir program sağlamanın anahtarı olduğunu düşünenlerdenim. Yapı olmadan, tam ve dengeli bir yaşam tarzından zevk alma şansınız önemli ölçüde azalır. Motivasyonunuz ve ruh haliniz saygı açısından zarar görür.
Hayatınızda ne kadar meşgul olursanız olun, bugün önereceğim program verimlilik sisteminize değer katacaktır. Leonardo Da Vinci, "Dolu bir günün kutsanmış uykuyu getirmesi gibi, iyi istihdam edilmiş bir yaşam kutsanmış bir ölüm getirir" demiş.
Dolu bir yaşam arayışında, Da Vinci'nin sözü, bana programımı daha yaratıcı, amaçlı ve eğlenceli hale getirmek için yeniden yaratmaya devam etmem konusunda ilham verdi. Bunun için bazı sorulara cevap arayışımızın gerçekçiliği önemli hale gelmeye başlar.
- Nasıl yaratıcı olunur ve günlük olarak akışa nasıl girilir?
- Kesintilerin akışınızı mahvetmesine nasıl izin verilmez?
- Ertelemeyi bırakıp işleri nasıl halledebilirim?
- Tükenmişlik yaşamadığınızdan nasıl emin olabilirsiniz?
- Yeterince sosyalleştiğinizden ve işi oyunla dengelediğinizden nasıl emin olabilirsiniz?
Bunun arkasındaki ana fikir, bol miktarda görevden bunalmadan programınızda kendinize yeterince akışkanlık sağlamaktır.
İşleyiş şekli şöyledir:
Bazı insanlar planlamanın haftanın ilk gününde başlaması gerektiğini öneriyor, böylece hafta sonundan sonra kendinize biraz zaman tanıyabilirsiniz. Bu bana göre yanlış. Planlama Pazar akşamı başlamalı. Çünkü Pazartesi sizin “derin dalış” gününüz olmalıdır. Pazartesiyi sabahın erken saatlerine denk olarak düşünün. Sabahları zihniniz dinlenir ve sağlayabileceği üretkenlikle sizi şaşırtabilir. Hafta için "erken saatleriniz" Pazartesi-Salı-Çarşambadır.
- Bu paralelden yararlanmak için görevlerinizi Pazar günü planlamanız gerekiyor.
- Her Pazar akşamı, belli bir saatte masanıza oturun, hafta sonunuzu düşünün, odaklanın ve haftanızı planlamaya başlayın.
- Planlama söz konusu olduğunda zor olan unsur önceliklendirmedir.
- Kendinize karşı çok dürüst olmanız, görevlerinizi ne kadar önemli olduklarına ve ne kadar derin çalışma gerektirdiklerine göre dikkatlice sınıflandırmanız gerekir.
Peki, haftalık ve günlük planınız kabaca nasıl görünmeli, bunu şu şekilde ayrıntılandıralım;
Öncelikle günlük plan için aşağıdaki kategorizasyonu kullanmamız gerekiyor:
- Derin Çalışma
- Yönetici Çalışması
- Toplantılar
- Spor / İyi Beslenme
- Ağ / Buluşmalar
- Sosyal Hayat
Derin çalışma, sert derin çalışma ve yumuşak derin çalışmayı içerir.
Derin çalışmaları bu iki kategoriye ayırmaya karar verdim çünkü derin çalışma bir yelpaze. Bu spektrum, her bireyin tercihlerine duyarlıdır. Örneğin, derin çalışma gerektiren iki faaliyetim var diyelim: Yazma ve programlama.
Örneklemek gerekirse, son zamanlarda programlamaya başladığınızı düşünün. Zorlu bir görev olmasına rağmen, analitik ve matematik odaklı doğanız nedeniyle bunu yazmaktan daha kolay buluyorsunuz. Bu nedenle, sizin için programlama yumuşak derin çalışma, yazma ise sert derin çalışma olarak görünür olabilir.
Temelde, bunun anlamı, derin iş görevlerinizi nasıl değerlendirdiğinize bağlı olarak, zorlu görevlerin Pazartesi’den Çarşamba’ya, yumuşak olanların Perşembe'den Cuma'ya gerçekleştirilmesi gerektiğidir.
Yönetici çalışması
Yönetici çalışması, e-posta, belge düzenleme, malzeme siparişi, toplantı planlama vb. gibi şeyleri içerir. Kısacası, kişisel bir asistan tarafından yapılabilecek her şeyi yeterli bütçeniz olmadığında, kendinizin tamamlaması gerekir.
Bu görevler çok önemlidir ve çoğu zaman beklenenden daha uzun sürebilir. Bu nedenle, deneme yanılma yoluyla bunları tamamlamak ve buna göre planlamak için gereken süreyi değerlendirmek önemli. Bunun için yönetici işlerini organize etmede önemli ölçüde yardımcı olan farklı araçlar ve uygulamalar işinizi kolaylaştırabilir.
Toplantılar
Bir şirkette çalışırken, toplantılar programınızın çok önemli bir unsurudur. Evet, önemlidirler, deneyimlerime göre, ekip oluşturma ve proje akışını kesinlikle iyileştirebilirler, ancak çoğu durumda zaman kaybı da olabilirler.
Bir toplantının derin iş akışınızı kesintiye uğratmamasını sağlamak için, toplantıların sabah erken veya öğleden sonra geç saatlerde planlanması gerekir. Bu saat 10'dan önce ve 3'den sonra gibi.
Erken aşama çalışanıysanız, bu süreç üzerinde kontrol sahibi olmak zordur. Deneyebileceğiniz şey, kesintisiz derin çalışmanın önemini yetkililerle tartışmak ve önerinizi benimsemelerine yardımcı olmaktır. Bir ekibi yönetiyorsanız, genellikle organizatör olduğunuz için bu alanda kesinlikle daha fazla esnekliğin tadını çıkarabilirsiniz.
Spor
Benim için fitness, koşu ve spor salonunu içerir. Neredeyse haftada 3–4 kez spor salonuna gidiyorum. Koşmak, birazdan bahsedeceğim sabah rutinime zaman zaman dahil edilmiştir. Spor salonu söz konusu olduğunda, akşam geç saatlerdeki yorgunluktan kaçınmak için işten hemen sonra egzersiz yapmayı seviyorum. Öğleden sonra 5 civarında bir şeyler yemeye özen gösteriyorum ve saat 18:30 gibi spor salonuna gidiyorum.
Ağ ve Buluşmalar
Haftada en az bir veya iki kez buluşmaları, diğer ağ oluşturma etkinliklerine katılmayı seviyorum. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum çünkü kendime meydan okumama, satış becerilerimi geliştirmeme, farklı düşünce yapılarını ve yaşam felsefelerini keşfetmeme yardımcı olmama izin veriyor.
Buluşmaların işle ilgili olması gerekmiyor. Bunlar felsefe buluşmaları, edebiyat buluşmaları ve hatta spor buluşmaları dahi olabilir. Bu yaklaşımın arkasındaki fikir, kendinize bağlı kalmanıza, sosyal erişiminizi artırmanıza ve aynı zamanda sosyalleşme ihtiyacınızı karşılamanıza izin vermenizdir.
Sosyalleşme
Bu, kafanızı dağıtabileceğiniz ve zevklere kendinizi kaptırabileceğiniz zamandır. Bu zevkler, Youtube videolarını izlemekten, video oyunları oynamaya ve arkadaşlarla içki içmeye kadar değişebilir.
Bu yalnızca size ve kişisel tercihlerinize bağlıdır, ancak deneyimlerim, planlamanın bu süreçten daha fazla keyif almanıza yardımcı olabileceğini göstermiştir.
Örneğin, hafta içi bazı arkadaşlarıma mesaj atmayı ve onlarla önceden görüşmeyi seviyorum. Ya da çarşamba akşamı bir film planlamayı. Farklı müzikler ve yeni diller öğrenmek gibi bazı hobilerimi uyguladığım belirli bir zaman planlamaları da bana göre.
Görev listesi, en güçlü üretkenlik aracıdır. Gerçekten üretkenliğin özünü özetler ve beyninizin dağınıklığını gidermenize yardımcı olur. Her gün, sabahları en önemli 5 görevinizi yazın ve bunları etkili bir şekilde sınıflandırın. Biri derin çalışmayı içermeli ve geri kalanı yönetici çalışma alanına ait olmalıdır.
Akış
Kendinizi kesintisiz derin çalışmaya daldırdığınızda akış oluşur. Oraya ulaşmanın bir püf noktası, zevk aldığınız müziği dinlemektir (tercihen beyin dalgalarının odaklanmaya yardımcı olabilecek bir ritimle) ve e-posta, telefon ve ilgisiz tarayıcı sekmeleri gibi tüm harici uyaranları kapatmaktır. Akışa girmek için 15 dakikaya ihtiyacınız var ve bu durumda dört saate kadar çalışabilirsiniz.
O zaman yukarıda yazdıklarımızı daha net cümlelerle, alışkanlıklar haline getirmek için bir sabah rutini oluşturalım:
Erken uyanın. Koşabilme imkanımız varsa 2-3 km koşun. Sonrasında soğuk bir duş alın. Cildinize önem vermeyi unutmayın. Kendinize sağlıklı bir kahvaltı hazırlayın. 30 dakika kitap okuyun. 20 dakika ilginizi çeken haberleri veya makaleleri okuyun. 10-15 dakika meditasyon yapın, işe gidin.
Bunları çoğu yerde okumuşsunuzdur, yazması kolay, yapması hiç kolay olmayan şeyler. Peki bunun için ne kadar irade ortaya koyuyorsunuz? Bence bu oran aldukça az!
Şu anda üç farklı projeyle ilgilenmem gerekiyor, bu yüzden zaman zaman hafta sonları da çalışıyorum. Ancak bu, kendimi tamamen kapattığım anlamına gelmez. Gelmemeli!
7-8 saatlik uyku önemli. Gözünüzü her açtığınız da, her zamanki sabah rutininizi tekrarlayarak uyanmak için yeterince güçlü müsünüz? Daha sonra sevdiğin faaliyetlere dalmak için zaman harcıyor musun?
Her durumda, hafta sonunuz her şeye izin verilen zamandır ve yaptığınız her şey stressiz olmalıdır.
Son düşünceler
Yapıyı haftalık ve günlük programınıza getirmek, kişisel alanınızı dağıtmaya benzer. Dağınıklığı ortadan kaldırdığınızda, zihniniz çevrenizi organize bir alan olarak algılar ve bu da kalıpları daha etkili bir şekilde analiz etmesine izin verir. Bu şekilde, etkili bir günlük programın tadını çıkarabilir ve doymuş bir şekilde yatağa gidebilirsiniz.
4 notes
·
View notes
Text
TÜRKİYE 9.SINIF ÖĞRENCİSİ 3 GENCİN YAZDIĞI YAZIYI KONUŞUYOR.
Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi.
Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı.
Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi.
Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı.
Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı.
Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü.
Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır.
O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı.
Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm.
Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm.
Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında
Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm.
Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı.
O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık…
O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı.
Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi.
Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi?
Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç?
Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi?
Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı.
Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi.
Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı.
Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü.
Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu…
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü.
Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi.
En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı.
Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi.
Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi.
Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi.
Değişik bir insandı..
Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti.
Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi.
En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu.
Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti.
Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi.
Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı.
Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi?”diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu.
Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi.
Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.
İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi.
Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi.
Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı.
Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona:
-Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu.
Rektör:
-Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi.
İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak:
-Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi.
Sevgili Atatürk,
Bırakıp gittin bizi
Sen’i unuttuk sanma
Zaman alışmayı öğretir belki; ama
Unutmayı asla!
Hazırlayanlar:
Özel Izmir Tevfik Fikret Okulu öğrencileri
9/B’den
Hüma D
Ahmet G
Ege D….
ataturkiyehaber.com
14 Mart 2018
130 notes
·
View notes
Photo
07 Mart 21;46
Hadi gelin bir aşk hikayesi yazalım şimdi şuracıkta
nazım kafiye redif falan filan uzatmayalım hem
öylece çalakalem yazalım gitsin
Hani şu eski türk filimlerindeki gibi
sen zengin kız ben fakir ama gururlu genç dememize de gerek yok hani
öyle olduğumuz gibi..
yani sen güzel ben deli
bi sahil kıyısında başlasın aşkımız
kayalalıklara nazır sabah koşusu nasıl
bi kahramanlık uydurmamıza da gerek yok sanırım
koşarken sen beni gör ben seni
bakışalım önce koşarken
ve becerebilirsek koşarken romantik bakışmayı oracıkta aşık olalım birbirimize
gökten kıçımıza bir aşk şimşeği çakmış gibi işte
ve başlasın hikayemiz
sonra ufak ufak yavaş yavaş gelişsin öykü
birden değil yani
yani patlamalar çatlamalar
ay tutulmaları dil tutulmaları
ve tutulma ihtimali olan ne varsa hiç yazmayalım olurmu
yangınlar, hasret hüzün felan
kendi yazdığımız hikayede de hüzünlenmek komik
sıkıntı üretmeye de gerek yok dimi
yani olduğu gibi yazalım gitsin
ve
ilk buluşmamız gerçekleşsin o akşam
beklemek yersiz bence
ve gerek yok öyle lüks returantlara felan
buluşalım gitsin
Üsküdar da kız kulesine nazır nöbetçi simitçi varya hah orası işte
ve ben ilk günden öpim seni alnının çatından gitsin olmaz mı
hani yıllarca el ele dolaşan sabırlı aşık
hem o gerçek aşklarda olur (benimki gibi yani)
gerek yok öyle med cezirlere
askıda geçen cani gecelere
intizar kokulu sabahımsı şeylere
ne bileyim sanki biraz banal kaçar
genede sen bilirsin
neyse sonra uzun uzun konuşalım
simit çay olsun muhabbetin katığı
sonra bir ara susalım sen bana bak mavi mavi
lens kullandığını felan da yazmamızada gerek yok hani
nede olsa ben buradan bakınca görüyorum altındaki kahvenin rengini
ve hatta yüreğini, başkası bilmese de olur
mavidir kahve rengidir ama sen hep aşık bak bana nolur
sonra bende sana bakayım şimdi yaptığım gibi
öyle uzun öyle derin ve manidar
ve yatamayalım o gece ikimizde
ben bir gece daha eklerim yatamadıklarıma
sen sıfırdan başla olurmu
uzun uzun dönelim yatak döşek önce
kendi kendimize gülelim
akşam konuştuklarımız aklımıza düşünce
ve sabah ilk işimiz buluşmak olsun ben işi asim
sen işi ek sahilde buluşalım
gerçi ben yakın kovulurum işimden
sen bilmedin hiç ben senin için kaç kere kırdım işi
börtü böcük çayır çimen
Pendik kartal yorulana kadar dolaşalım sahilde
El ele ve yüzümüzde anlamsız bir sırıtma olsun hep
Neden gülümsediğimizi bizde bilmeyelim mesela
İçimizden seni seviyorum demek geçsin ama demeyelim
Ve hiç demedim ben seni seviyorum
Neler neler geçti içimden
seni seviyorum demek bile Kafi gelmez içimden geçenlere
dedim kendi kendime belki yüz belki binlerce
Çok erken diyelim içimizden
İçimizden biri diğerine sarılsın sımsıkı
İçimiz dışımız bir olsun olamaz mı
Sarılalım sarmaş dolaş öyle
Dolaşalım öyle aşkı tam aklı yarım iki sevgili
Ve
Günler birbirini kovalasın
ve biz her geçen gün daha da aşık olalım
her şey çok basit olsun ama naz olamasın
öfke nöbetleri olmasın mesela
hem yalnızca günler birbirini kovalasın
biz hiç kaçmayalım birbirimizden olmaz mı
sonra iyiden iyiye bassın aşk gecemize gündüzümüze
ve aşk kemal bulsun ve korku başlasın
kaybetme korkusu, sarıldığımızda anlamsız gülüşlerin yerini aslın
anlamsız ağlamalar,
ağlayalım nedensiz bir gün gidersin korkusundan muzdarip
akşam olup evlerimize gitmek koysun mesela evlat acısı gibi
sen annemden kıskan beni ben babandan seni
sonra her bişey anlamsızlaşsın sessizliğe beş kala
sensizliğe beş kala bir ömür yaşadım ben
yani sen ol her bişeye anlam katan olmaz mı
ve sonra bişeyler olsun anlamsız anlamsız
gereksiz sebepsiz ve biz birden ayrılalım
sonra sen kendini odana kapat
ben kendimi sahillere atim
sen orda ağla ben burada
gerçi ben farklı bişey yapmıcam ama olsun
ve sebebini bile anlayamadığımız
yada hiçbir anlam taşımayan ayrılığımızı düşünelim
ve üzülelim incinelim, duygusallık ta rakım binbeşyüz yani
nefes nefese kalalım munzurdan koşan biri gibi sanki
sonra hasreti tanıyalım tanışalım önce ben sevgili bu sevdiğim
buda hasret diyelim birbirimize
iştahsız günler akşamlar
yemeye içmeye hatta yaşamaya iştahsız anlar yaşayalım nedersin
dayanamayalım birbirimizi deliler gibi özleyelim
yada delirelim özlemekten
özlem kendinden utansın seni beni görünce olmaz mı
koşarak uzaklaşalım hasretten kederden ve özlemekten
birbirimize doğru olur mu barışalım
bir iki gün böyle geçsin gene gülüşmeler
gene masum öpüşmeler , dudaklarından kız kulesine nispet ler göndermeler
yaşanacak şeylerin azlığındanmıdır nedir
uzun sürmesin güzel gülüşmeler,
ve anlam veremeyelim ikimizde
sevgimizin çoğaldığı yerde gülüşmelerimizin azalmasına
azalan zamana rağmen azalmayan efkara
ve uzun uzun konuşalım nerde hata yapıyoruz diye mesela
hata yapmaz birilerine soralım hatta
aşkta hata yaptık mı ne yapalım diye olmaz mı
aşktamı hata yaptık yoksa aşkın kendisimi hata
ve hatta soralım sen hiç aşık oldunmu diye
bize aşk tarifi yapacak olana ve yapsın bize aşkın tarifini
çablayalım elimizden geldiğince gülmek için
içi boş gülmeler yesin bitirsin bizi için için
sonra olmadığına kara verelim diyelim ki
biraz ara verelim
sen dediğinde bir ara vermiştik hani
sen benden uzaklaşmıştın ben hayattan
ve ben o gün den beri uzaklaştığım hiçbir şeye yaklaşamıyorum
uzaklaştırma cezası almış öğrenciler gibi hayattan soğudum
uzak kalmanın tadını çıkaralım birkaç gün
sıkıntısız ve telaşsız
sonra koca bir boşluk peyda olsun içimizde
içimizde birbirimizin doldurabildiği bir manasız bir sızı
ne bileyim işte onsuz olmazı andıran bir anlam
bir his coşa gelsin
ve ikimiz de anlayalım ikimizin yazdığı şiirde bile
ağlamak ve aşk aynı şey
hatanın aşık olmak olmadığını geçte olsa anlayalım
anlayalım aslında aşkın kendisinin başlı başına hata olduğunu
ama gene de düşelim kendi yazdığımız hikayede bile
o hata ya bile bile
en iyis,mi ben hiç yazmayım hikaye felan
o kadar zamana yazık
sen sadece ayırma gözlerini gözlerimden
ve ben sana bu şiiri yazmadan önce aşık olmuştum zaten
sadece bil istedim
ne kastettiğimi ben sana aşk derken
sadece hisset kağıt üzerinde de olsa yaşadıklarımı
kara geceye ay nasıl doğarmış
gündüz kimin gözünde rehin kalmış anla istedim
ellerini tuttuğumda bir ay tutluması vardı baş ucumuzda
sen de çıplak gözle gör istedim
sadece istedim seni her şeyinle kendime
Allahın emri peygamberin kavliyle
ve sev istedim onca acı kapıda beklerken
hep gülüşmek değil aşk hep öpüşmek değil
el sürmeden bir ömür yaşamakta var ihtimallerde
bil istedim ve bu varken önümüzde
beni gözü kapalı sev istedim
sadece sev
176 notes
·
View notes
Text
nefes almanın bile çok güç olduğu bir noktadayım artık. nefreti öyle iliklerimde hissediyorum ki her dakikayı her saniyeyi bana zehir ediyor. en yakının bilir seni en çok neyin yaralayacağını, kendimi çok iyi tanıyorum. kendi canımı en iyi ben yakıyorum. nefretim öyle büyüyor ki her geçen gün; bir kez nefret edebilseydim, tek bir kişiden nefret edebilseydim eğer.. kendim olurdu bu. hiçbir şeye layık hissetmiyorum kendimi. yemeye, içmeye, sevmeye, sevilmeye, nefret etmeye, konuşmaya, dokunmaya, düşünmeye, yaşamaya layık hissetmiyorum. öyle bir noktadayım ki ölümümle insanları üzmeye bile layık olamıyorum. kimseyi görmek, konuşmak istemiyorum. kimsenin de benimle konuşmasını, beni görmesini istemiyorum. bir köşede sessiz sedasız yok olmak istiyorum.
0 notes
Text
KUSUŞ
I. Tesir
Onu, ilçenin girişindeki tepede bulunan mezarlığa defnetmiştik. Evin penceresinden mezarlığın olduğu tepe gözüküyordu. Artık her gün o tepeyi seyretmek, yemek yemek, su içmek gibi zaruri bir ihtiyaçtı benim için. Naaşını mezarlığa indirirken, zihnimde onu ve hatırasını hep canlı tutacağıma dair söz vermiştim kendi kendime. O sıralar, hayat hiç devam etmeyecekmiş gibi geliyordu bana. Sanki onunla beraber ben de ölmüştüm. Ama öyle olmadı, bir süre sonra alıştım. Kaldığı yerden devam ediyordu hayatım.
Bir sene kadar geçmişti. Pencerenin başına oturdum, keyifli anlarım için sakladığım bir şişe şarabım vardı, onu açtım. İçmeye başladım. Kafamda bir çok soru... O sırada kapı çalındı. Kapıyı açtım. Elinde iki kutu tutan genç bir adam. Kim olduğunu anlayamadım. Dalgındım. Ne zaman onu düşünsem, gerçekliği algılamam zaman alıyordu. Pideci! Elinde iki pide kutusu. Kutunun deliklerinden yüzüme vuran, pidenin sıcak buharı beni kendime getirmişti. Pidenin kokusunu alıyordum. ''Taylan sen misin?'' diye sordu. Rahat tavrı kaba gibi gözükse de, bana samimi gelmişti. ''Evet'' dedim. Kapıyı eliyle iterek içeri girdi. Elinde ki kutuları masanın üstüne koydu. Ardından etrafı süzdü, tanıdık bir yere uzun bir zaman sonra tekrar gelmiş gibi bir hali vardı. Oturduğum koltuğun karşısındaki koltuğa yöneldi. Ben neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. O ise ben yokmuşum gibi davranıyordu. Her zaman yaptığı bir şeymiş gibi gidip koltuğa kuruldu. ''Üstteki kutu kuşbaşı kaşarlı. Sen seversin'' dedi. Kendine bir bardak şarap doldurdu ve içmeye başladı. ''Eyvallah!'' Şaşkındım. Üstteki kutuyu alıp koltuğuma oturdum. Kutuyu açıp, pideyi yemeye başladım. Pencereden mezarlığa doğru baktı. ''Mezarlığın deniz manzarası var ama göremiyorum.'' dedi. Gülmeye başladı. Bir süre sonra kahkaha attı. Ben de ona katılıp kahkaha atmaya başladım. Gülerken yediğim lokmaları etrafa saçıyordum. ''Buradan ise mezarlık gözüküyor sadece.'' diye onayladım onu. Bir süre tereddüt ettikten sonra, içimi kemiren o soruyu sordum. ''Sen misin?'' ... Yüzüme baktı... Beni incitmek istemeyen bir hali vardı... Gülümseyerek onayladı.
O an vücudumun her yanının titrediğini hissettim. Bu oydu. Babam... Bir sene önce ansızın ölmüştü. Ve o öldüğünden beri daha bir samimiydik sanki. Yaşadığı zamanlar ulaşılabilir olması, onu bu kadar derin düşünmeme sebep olmazdı. Ama öldüğünden beri her anımı ona adayarak yaşıyordum adeta. Bir film gibi... Müzik başlar... Jenerik akmaktadır. Siyah ekran üzerine ‘’Babamın anısına...’’ yazar ve sahne açılır. Her güne böyle başlıyordum.
‘’Rahatla biraz.’’ dedi. ‘’Otur istersen.’’ Kendimi koltuğa bıraktım. Ona sormak istediğim o kadar çok şey vardı ki, onunla paylaşmak istediğim. Nereden başlayacağımı bilemedim. Öylece susuvermiştim karşısında.
Hiç ölümü bu kadar yakından tatbik ettiğiniz oldu mu? Ölümü bu kadar derin düşündüğünüz? Çıldıracak gibi oluyorsunuz. Sonra bir şey oluyor. Ne olduğuna vasıl olamadığım bir şey. Yaşıyordu diyorsunuz. Dün, geçen hafta, geçen sene. En son şunu konuşmuştuk falan... Sonra öldüğü anı düşünüyorsunuz. Gasilhane... Buz gibi... Yeni yıkanmış cansız bir beden. Gülümser bir halde. Her ölü gülümser biraz, bir parça bez yardımıyla. İşte o an aklını kaçıracak gibi oluyor insan. İşte o an tam uçurumdan düşecekken bir şeylere tutunup kendini gerisin geriye fırlatır gibi bir şey oluyor. Anlıyorsun ölümü, barışıyorsun onunla.
Zaman zamanda içine Epikür kaçmış gibi oluyor. ‘’ Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.’’ diye sarılıyorsun felsefeye.
Ayağa kalkmak istedim, belki de ona sarılmak. Kalktığım an başım dönmeye başladı. Pideci, yani babam beni tutmak için ayağa fırladı ama çoktan serilmiştim yere. Midem öyle bulanıyordu ki. ‘’İyi misin?’’ Bunu o sordu sanırım. Yani babam. Cevap verecek gücüm kalmamıştı. En son beni lavaboya taşımaya çalıştığını hatırlıyorum.
II. Uyanma
Salonun ortasında boylu boyunca uzanırken buldum kendimi, Başımda dayanılmaz bir ağrı, midem ise bulanmaya devam ediyordu. O sırada kapı çalındı. Zorlanarak ayağa kalktım. Masanın üstünde iki tane pide kutusu duruyordu. Etraftaki eşyalara tutunarak kapıya kadar gittim. Kapıyı açtığımda karşımda orta yaşlı bir polis buldum.Ona ne istediğini sormaya hazırlanıyordum ki dengemi kaybettim. Düşmek üzereyken polis kolumdan tuttu. ‘’Tuttum, merak etme’’
‘’İyiyim’’ dedim. ‘’Merak etme iyi olacaksın!’’ dedi. Sesinde sakinleştirici bir hal vardı.’’Seni gördüğüme sevindim.’’ diye ekledi. Bu o. Babam! Bir an duraksadım. ‘’Baba!’’ diye seslenmeye çalıştığımı hatırlıyorum...
Gözümde parlak bir ışık var hissediyorum. Başımda beyaz önlüklü bir adam. Elindeki ışıkla gözlerime bakıyor. Işığı kapattı. Bu o! Babam, doktor önlüğü giymiş bu sefer. Onunla konuşmak istiyorum. Hatta konuşuyorum...
‘’Neredeydin bunca zaman?... Tekrar seni görebilecek miyim?’’ Nafile artık beni duymuyor.
Pideci, telaşla salona girdi. Masanın üstünde duran kutuları aldı. ‘’Ben artık gideyim polis ağabey. Siparişler gecikti.’’ Babam, yani pideci kutuları alıp salondan çıktı. ‘’Baba nereye gidiyorsun?’’ Nafile. Beni kimse duymuyor.
Midem bulanıyor.
Seslerini duyuyorum. Beyaz önlüklü olan babam, nabzımı ölçüyor. ‘’Ne olmuş?’’, ‘’Pideci bulmuş! Başka bir daireye sipariş getirirken. Yanlışlıkla bu daireye gelmiş. Kapı açıkmış. Kafasını uzatıp baktığında, yerde hareketsiz böyle yatıyormuş. Hemen polisi aramış. Evde hiç bir şey yok. Kapı da zorlanmamış. Darp izi var mı?’, ‘’Yok.Bu boş şişelere bakılırsa, ilaç içmiş. Hemen hastaneye götürmek gerek.’’
Midem bulanıyor. Sanırım kusacağım. .
III. Arınma
İtiraf ediyorum. Kuru kuruya itiraf. İtiraflar türünden ilk eser orta çağ filozoflarından bir din adamına ait. Tabi o zaman kendilerine pek filozof demiyorlar. İlahiyatçı diye adlandırılmak daha çok hoşlarına gidiyor. İtiraflar? Hangi suçun itirafları? Her bireyin yörüngesi, tamamlanmış hayatının tarihsel varlığıdır. Yaşamak süre gelen hareketin bir parçası olduğundan birçok girdisi olan bir gerçekliktir. Bu kadar girdili olan, olmakta olanı kavramak için onu en iyi ihtimalle biraz basitleştiririz. Bu da en iyi ihtimalle gerçeği saptırır.
Olmuş olandan başka bir gerçeklik yoktur kavrayabildiğimiz. Hayatın rengini ve yönünü arayıp duruyoruz. Zaman zaman hayatın sırrına vasıl oluyoruz. Hayata dair tek bir şey söyleyebiliyoruz. O da ölüm için söylediğim şeyin ta kendisi. Hiç! Sıfatsız, eksiz, takısız, herhangi bir tanıma ihtiyaç duymayan bir kelime, sade ve sadece bir hiç.
Öleceğim! Acılı, acısız, öyle ya da böyle öleceğim! Ve eğer öleceksem ve her an bir ihtimal yaşıyorsam ya da bir ihtimal öleceksem. Ve öldükten sonra yaşamış olmak bende hiç bir farklılık yaratmayacaksa, tüm farkındalığımın sona erdiği ansa ölmek; farkında olmadığım andan itibaren tüm farkında oluşlarım anlamlarını yitiriyor. Yani beni geleceği tasarlamaya iten her durum her an ölebilme ihtimalimle anlamsızlaşıyor ve her an, her şekilde ölebilirim. Bu durum beni korkutuyor olabilir mi? Belki. Ama bu olası ise ne yapabilirim?
Kusuyorum. Hiç durmayacak gibi kusuyorum. Kustukça azaldığımı düşünüyorum. Hiç durmayacakmışım gibi geliyor. Kusa kusa biteceğimi düşünüyorum. Bunun bir ceza olduğunu düşünüyorum. Hiç kimse tarafından kesilmiş bir ceza. Çünkü bitmeyebilirdim. Biteceğim kuşkusuz, ama bir süre daha bitmeyebilirdim. Gencim henüz yirmi dokuz yaşımdayım ve yaşadığım her ansa tek karım bu hayattan daha anım olabilirdi. Ama ben kusuyorum ve kusa kusa biteceğim... Kusmadan önce bir tek şeye yaslayabilmeyi çabaladım varlığımı olmadı. Boşluk... Öyle, sadece boşluk. Hiç bir şey tutmuyor ayakta var oluşumu. Ne olur? En fazla ölürüm. Ölmek istemiyorum ama en fazla bu olur. Bu olursa da her şey hiçe varır. Hayat hiçe doğru doludizgin koşarken biz neyi arıyoruz bu hayatta ya da ne arıyoruz?
Olmuş olan, olmakta olanla işimiz. olmuş olanı haber yaparız olacak olanı taşırız gündemimize. Ölürsek olan olmuştur... Ölenle ölünmez ne sinir bozucu bir durum, ölen için ne hasetlik bir an. Ölen dünyanın en sevilen insanı dahi olsa tecrübe ettiği şey bir tek kendisine ait, bir insanın yalnız tek başına tecrübe edip kimseyle paylaşamayacağı tek durumdur ölüm.
Müthiş bir spiralin içinde dönerek işliyor beynim. Zihnimden geçen her şey dönerek geçiyor. Renkler geçiyor, yönler geçiyor. Dairenin içinde her yön var. Her yön farklı, sadece saliselik bir kayma onu farklı bir yön yapıyor. Yön nedir? Çok karmaşık! Biz sadece onu kavramak için basitleriz. Onun karmaşıklığı, bu karmaşıklığın varlığı ona aittir. Biz onu kavramak için varoluşunu basitleriz. İnsanları da öyle… İnsanları hep başka insanlardan dinleriz ve başka bir insanın anlama yolunda ki basite indirgenmiş halleri oluruz. Topu topu bir kaç anı oluruz…
Basitleştirerek kusuyorum. Spiralin içindeyim, arada beyaz ya da siyah bir yerde salisenin milyonda birinin milyonda biri bir anda soluklandığımı hissedip dönmeye devam ediyorum. Gücümün tükendiğini hissediyorum ama devam edebileceğimi umuyorum. Şuana kadar zihnimde olup bitenler, umudumun tek teminatı.
1 note
·
View note
Text
Adet Sancısına Ne iyi Gelir
New Post has been published on https://yehhu.net/adet-sancisina-ne-iyi-gelir/
Adet Sancısına Ne iyi Gelir
Adet sancısına ne iyi gelir, herhangi bir komplikasyon olmadan adet dönemi geçirmek oldukça zor. Şimdi, hormonsal dengesizlikler ve düzenli yan etkilerin zirvesindeki kramplarla uğraşmak zorundasınız. Kramplar rahim kasılmasından kaynaklanır çünkü rahim, olası bir gebelik için hazırlanan verimli tabakayı dışarı atar. Yumurtlama gerçekleştikten sonra döllenmiş bir yumurtanın eksikliği söz konusu ise rahim duvarı kabarır ve dökülmeye başlar.Adet kramplarının genellikle normal rahim kas kasılmalarından daha büyük yan etkileri vardır.Bu kasılmalar sırasında oluşan ağrılar hafif,orta ya da şiddetli olabilir. Adet kramplarının karında (rahimin gelen alanında), alt sırtta ve bazı durumlarda bacaklarda oluştuğu bilinir. Ibuprofen, acetaminophen ve diğer ağrı kesiciler ağrıyı hafifletmek için kullanılır ancak tedavi için yalnızca reçetede önerilen dozda kullanılması tavsiye edilir çünkü aşırı dozda daima tehlike olasılığı vardır.
Adet Sancısına Ne iyi Gelir
1. Sağlıklı bir diyetten vazgeçmeyin.Sağlıklı bir diyetten kasıt, bol miktarda meyve sebze ve bunun yanı sıra bol su. Düzenli gıdaların adet döneminizi nasıl etkilediğini takip edin. Bol miktarda lif vücuttaki aşırı östrojeni(daha ağır ve daha ağrılı süreçlere ve kramplara yola açabilen hormon) temizlemede özellikle faydalıdır. Sizin için sağlıklı olmayan gıdaları yemeyin ve ay boyunca bol bol egzersiz yapın.
2. Diyet takviyeleri alın.Bazı çalışmalar E vitamini, thiamine ve Omega-3 takviyelerinin adet kramplarını azalttığını göstermektedir. Çinko ve kalsiyumun krampları,şişkinliği ve bunla bağlantılı PMS belirtilerini arttırdığı gözlenmiştir.Kalsiyum ve magnezyum kas ağrılarını azaltır fakat gözle görülür bir etki üretmeden önce 2-3 ay boyunca her gün alınmalıdır.
3. Sağlıklı olmak için düzenli sağlık kontrolü yaptırdığınızdan emin olun.Adet döneminizle ilgili herhangi bir problem olduğunu düşünüyorsanız doktoruna başvurun ve adet sırasında IBS ya da anemia gibi durumların sizi nasıl hissettirdi��ini dikkate alın. Buna ilave olarak adet sancıları endometrioz ya da miyomlar gibi altta yatan bir sebepten kaynaklanıyor olabilir.Bu durumda belirtilerinizi hafifletmek için dokuların cerrahi yolla alınması gerekebilir.
4. Adetinizin bağladığını hissettiğiniz anda ağrı kesici kullanın.Birçok kadın ağrı kesicilerin adet sancılarını azaltabildiğini düşünmektedir.
5. Hormonsal doğum kontrol kullanın.Doğum kontrol hapları, yumurtlamayı önleyen ve şiddetli adet sancılarını azaltan hormonlar içerir. Doktorunuzun adet sancıları için doğum kontrol haplarını tavsiye etmesinin nedeni budur. Aynı hormonlar ayrıca enjeksiyon yoluyla, cildinize kullandığınız bir yama parçasıyla ya da vajinanızın içine yerleştirdiğiniz bir halka şeklinde vücuda iletilebilir.
6. Farklı pozisyonlarda yatın.Dizlerinizi göğsünüzün içinde sıkıştırarak yan yatmak geçici olarak ağrıyı azaltabilir. Bazı insanlar yüzünüz yastıkta yüzüstü yatmanızı söylüyor. Poponuzu havada dikili tutun. Bu, gazı hafifletip daha iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Ayrıca ayaklarınızı yastıkla hava tutarak sırtüstü yatmaya çalışın.
7. Karnınıza sıcak su torbası ya da ısıtma pedi koyun.Bu, kaslarınızın rahatlamasına yardımcı olacaktır. Sıcak bir yıkama bezi ya da yalnızca sıcak bir battaniye de yardımcı olabilir. Mayo Clinic’e göre bunun piyasadaki ağrı kesiciler kadar etkili olduğu görünür. Ayrıca sıcak bir banyo ya da duş almayı deneyin. Isıtma pediniz yoksa sıcak bir banyo ya da duş almayı deneyin, bunu yapabilirsiniz.
8. Bazı hafif egzersizleri yapın.Sokağınızın etrafında yürüyün, koşu bandında koşun, bisiklete binin ya da keyif aldığınız herhangi bir egzersizi yapın. Bu, krampların gitmesine yardımcı olan kan akışını arttıracaktır.
9. Vücudun kendi ağrı kesicilerini kullanın.Eğer geleneksel ağrı kesicilerin aşırı kullanımını merak ediyorsanız ya da elinizde mevcut değilse vücudun kendi ağrı yönetim mekanizmaların yararlanmak isteyebilirsiniz.
Ağrıdan kaçmak için kendini oyalayın. Oyalamak en güçlü ve en kolay temin edebileceğiniz ağrı kesicilerden biridir. Bu yüzden ağrılarınız yoğunsa, iyi arkadaşlarla sosyalleşmek, kitap okumak, bilgisayar oyunu oynamak ya da Facebook’ta zaman geçirmek gibi sizi normalde tamamen kitleyen bir şeyler yapın.
Düzenli egzersiz yapın. Egzersiz genel serotonin düzeyinizi arttırır. Serotonin vücudun kendi ağrı kesicisidir ve bizi daha mutlu hissettirir.
10. Mayo Clinic’e göre adet kramplarıyla ilişkili ağrıları dindirmeye yardımcı olabilecek akupunkturu deneyin.Akupunktur 2.000 yıldır bir ağrı kesici yöntemi olarak kullanılmaktadır. Saç inceliğindeki iğneler vücudunuzun belirli bölgeler üzerinde derinin içerisine yerleştirilir. İğneler birçok insan için ağrıya neden olmaz.
11. Yoga, masaj ve meditasyon gibi stres giderici faaliyetlerle uğraşın çünkü onlar adet kramp ağrılarını rahatlatabilir.
12. Alkol ve kahveye bir sınır koyun. Kahvedeki alkol ve kafein krampları daha kötü yapacaktır.
13. Hepsi bir arada olanlar gibi karnınızı sıkmayan kıyafetler giymeye çalışın.Bu kıyafetler sıcak, rahattır ve sıkı giysilerden kaynaklanan adet kramplarını azaltmaya yardımcı olabilir. Dance Direct bazı kaliteli olanlardan satıyor.
Adet Sancısını Geçirmek için ipuçları
Krampları yatıştırmaya yardımcı olacak bu yiyecekleri içecekleri yemeye içmeye çalışın.
Bol su için. Yanınızda 4-5 şişe su bulundurun. Su içmek kramplara yardımcı olur.
Muz yiyin. Potasyum krampları azaltmaya yardımcı olur.
Papatya çayı ya da herhangi bir kafeinsiz çay için. Limonlu sıcak çay için. Ayrıca sıcak çikolata da iyidir.
Kalsiyumu ve magnezyum yönünden zengin yiyecek ve içecekler tüketin. Bol miktarda süt, peynir, yoğurt ve diğer takviyelerden alın. Süt ve süt ürünlerindeki kalsiyum kasları sıkı tutmaya ve krampları rahatlatmaya yardımcı olur. Sporcular egzersizden sonra yorulan kaslarına yardımcı olması için süt kullanırlar. Ya da 2-3 ay boyunca her gün kalsiyum ve magnezyum takviyeleri alın. Bu süreçten sonra ağrıda ve bulantıda belirgin bir azalma olduğunu fark etmeye başlamalısınız. Bir kez iyi hissettikten sonra takviyeleri almayı durdurmayın. Yorulan rahim kaslarınızı beslemek için sürekli uygulamanız gerekir.
Bitter çikolata ağrı gidermeye yardımcı olur.
Tablet almadan önce bir şeyler yiyin çünkü tablet almadan önce yemezseniz kusacakmış gibi ya da daha kötü hissettirebilir. Eğer ilaç alacaksanız doğru şekilde alın. Kendinizi mideniz bulanacak gibi yapmayın yoksa ilacı aşağı gönderemeyebilirsiniz.
Karnınızı ısıtma pediyle sararak sırt üstü uzanın ve iPod’unuzun üzerine hafif bir battaniye atın ve kendinizi müziğe verin.
Krampları azaltmak için bunları yatarak ya da oturarak yapmaya çalışın.
Yatağa en yakın olan tarafınızdaki bacağı düz tutarak diğerini olabildiğince yukarı çekerek yatın (aslında olabildiğince düz yatmayı başarabilirseniz). Ayrıca sıcak tutmak ve kramplara yardımcı olması için ellerini karnınıza koyabilirsiniz.
Yatakta kitap okurken ya da telefonunuzla uğraşırken dizleriniz yukarda uzanın. Bu, aklınızın kramplardan çok yaptığınız şeye odaklanmasına yardımcı olacaktır.
Bacaklarınızı sandalyenin oturma kısmına koyarak yere uzanın. Kalçanızı sandalyeye yaklaştırın, dizlerinizi sandalyenin oturma kısmına kırarak yatın. Böyleye oturuyor gibi görüneceksiniz. Yükseklik, pelvic kaslarını (karın kasları) rahatlatır, krampları azaltır ve akışınızı yavaşlatır. Saçma görünebilirsiniz fakat bu size yardımcı olacaktır.
Yatağa en yakın olan tarafınızdaki bacağı düz, diğerini göğsünüzün karşısında tutarak yatın. Temelde hemen hemen düz yatmış olacaksınız. Karnınızın altına küçük bir yastık koyun.
Yüz üstü yatarken midenizin üzerine yatın ve bacaklarınızı çapraz tutun. Bu, karın kaslarınızın rahatlamasına yardımcı olacaktır.
Midenizin üzerine yatın ve bacaklarınız yere düz iken kendinizi yavaşça yukarı kaldırın, derin nefes alın, 10’a kadar sayın, rahatlayın ve tekrar başlayın.
Egzersiz balonunun üzerine yatın (karnınız topun üzerinde) ve vücudunuzu topun etrafında sallayın.
Ocakta sıcak suyun içinde kapalı bir şekilde 10 dakika taze zencefil demleyin. Biraz kesme şeker ekleyin. Sıcakken azar azar için.
Sandalyede mümkün olduğunca düz oturun. İleri çökmeyin ya da geri eğilmeyin.
Herhangi bir gaz çıkarma, karnınızdaki basıncın azalmasından dolayı krampları güçsüzleştirecektir. Şöyle hareketlerle gazı rahatlatmaya çalışın: Sırt üstü düz yatın, dizlerinizi göğsünüze doğru kıvırın, bacağınızı içeri çekin.
Sol tarafınıza dizlerinizi yukarı çekerek yatmak iç kaslarınızda basıncı çıkararak yardımcı olabilir. Ayrıca bu gazdan kaynaklanan herhangi bir şişkinliğin giderilmense yardımcı olabilir.
Yatakta göğsünüze kadar sıkıca çekilmiş her iki bacağınızla yan tarafınıza yatın. Sıcak bir battaniyenin altına yatın. Bu ağrının hafiflemesine yardımcı olacaktır.
Biraz kestirin. Bu sizi oyalar ve kaslarınızı yatıştırır.
Sıcak banyo ya da duş alın. Duş başlığını doğrudan karnınıza tutun. Sıcak bir duş alın ve küveti sonuna kadar doldurun. Bu şekilde karnınız kaplandıktan yalnızca bir süre dar bir alana havlu koyun. Bu ısının çevrelenmesine yardımcı olur ve oldukça rahatlatıcıdır.
0 notes