#toplama kamp
Explore tagged Tumblr posts
Text
Eğitim merkezleri değil işkence kampları
Yüzbinlerce #Uygur hapse gönderildi ve milyonlarca #DoğuTürkistan'lı suçsuz yere toplama kamplarına gönderildi. Onlar, Çin'in çeşitli işkencelerine maruz kalıyor; yemek, su, uykudan yoksun, aşırı soğuğa maruz bırakılıyor.
Yüzbinlerce Uygur hapse gönderildi ve tahminen 1,8 milyon Doğu Türkistanlı suçsuz yere toplama kamplarına gönderildi. Toplama kamplarında onlar; dayak, elektrik şoku, hücre hapsi, yemek, su ve uykudan yoksun bırakma, aşırı soğuğa maruz bırakma ve kaplan sandalyeleri gibi işkence aletleri de dahil olmak üzere kısıtlamaların kötü niyetli kullanımı şeklinde akıl almaz muamelelere maruz…
View On WordPress
1 note
·
View note
Text
Aptallığın Teorisi
Almanya tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkânları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç bir teolog, Dietrich Bonhoeffer bu zalimliğe yüksek sesle itiraz etti ve bu sebeple hapse atıldı. Hapiste uzun uzun düşündü; sayısız filozof, şair, fikir ve bilim insanı çıkaran bu kültür, nasıl olup da organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti? Bonhoeffer, “Sorunun kökeninde kötülük değil, aptallık yatıyor” dedi. Hapisten yazdığı mektuplarda aptallığın yarattığı kötülüğün diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunu belirtti. Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı argümanlarla kötülükle mücadele etmeniz mümkündü. Oysa organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki ediyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirler. Aptal insanlar hallerinden memnundur fakat saldırmaya da hazırlardır. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikelidirler... Bonhoeffer, aptallıkla mücadele edebilmek için önce aptallığın doğasını anlamaya çalıştı. Aptallık bir zekâ problemi değildi, ahlaki bir problemdi. Entelektüel birikimi olduğu halde aptal olan insanlar vardı. Aptallığın doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülse de bu da yanlıştı. İnsanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlardı; daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına müsaade ediyorlardı. Yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Buradan yola çıkarak aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir problem olduğu sonucuna vardı. Gücün tek kişide toplanması arzusuna politik ve dini hareketlerde sıklıkla rastlanırdı. Aptallık hastalığının bulaştığı yerler, böylesi gruplardı. Ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir korelasyon vardı, ikisi de birbirine ihtiyaç duyuyordu. İnsanların ahlaki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör, gücünü artırdıkça aptallar o gücün büyüsüne kapılıyor ve bağımsız düşünme yetileri kayboluyordu. Otonom biçimde hareket ediyorlardı. Gözüne sokulan gerçekleri inatçı bicimde reddediyorlardı. Onlarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşan bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz. Büyülenmiş gibiydiler, kötülük yaptıklarının farkında değillerdi... Ne yaptıklarının bile farkında değillerdi. Kullanıldıklarını, kötülük yaptıklarını onlara anlatarak bir yere varamıyordunuz. Onları bu katatonik uykudan çıkarmanın tek yolu bağımsız-özgür olmalarını sağlamaktı. 9 Nisan 1945 günü sabaha karşı Bonhoeffer’i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler. Ölümünden iki hafta sonra o kamp ABD askerleri tarafından ele geçirilerek imha edildi. Bonhoeffer yazılarında "Yaptığımız her şeyden sorumluyuz” diyordu..
…. Kaynak: Nezevanun - 10/10 Philosophy.
10 notes
·
View notes
Text
APTALLIĞIN TEORİSİ
Almanya tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkânları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç bir teolog olan Dietrich Bonhoeffer bu zalimliğe yüksek sesle itiraz etti ve bu sebeple hapse atıldı. Hapisteyken papaz bu konu üzerine uzun uzun düşündü. Sayısız filozof, şair, fikir adamı ve bilim adamı çıkaran bu kültür, nasıl organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti?
Bonhoeffer, “Sorunun kökeninde kötülük değil, aptallık yatıyor” dedi. Hapisteyken yazdığı mektuplarda aptallığın yarattığı kötülüğün diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunu fark etti. Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı argümanlarla kötülükle mücadele etmeniz mümkündü.
Oysa organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki ediyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirler. Aptal insanlar hallerinden memnundur fakat saldırıya da hazır haldedirler. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikelidirler...
Bonhoeffer, aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı: Aptallık bir zekâ problemi değildi, ahlaki bir problemdi.
Entelektüel birikimi olduğu halde aptal olan insanlar vardı. İlk etapta aptallığın doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülür, fakat bu da yanlıştı. İnsanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlardı, daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına müsaade ediyorlardı.
Aslında yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Buradan yola çıkarak aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir problem olduğu sonucuna vardı.
Güçlerin birisinde toplanması arzusuna politik ve dini hareketlerde çok rastlanırdı.
Aptallık hastalığının bulaştığı yerler, böylesi gruplardı. Ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir korelasyon vardı, ikisi de birbirine ihtiyaç duyuyordu.
İnsanların ahlaki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör, gücünü artırdıkça aptallar o gücün büyüsüne kapılıyor ve bağımsız düşünme yetisini ele geçiriyordu. Otonom biçimde hareket ediyorlardı. Gözüne sokulan gerçekleri inatçı bicimde reddediyorlardı.
Onlarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşan bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz. Büyülenmiş gibiydiler, kötülük yaptıklarının farkında değillerdi... Ne yaptıklarının farkında bile değillerdi, kullanıldıklarını ve kötülük yaptıklarını onlara anlatarak bir yere varamıyordunuz. Onları bu katatonik uykudan çıkarmanın tek yolu bağımsız-özgür olmalarını sağlamaktı.
9 Nisan 1945 günü sabaha karşı Bonhoeffer’i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler. Ölümünden iki hafta sonra o kamp ABD askerleri tarafından ele geçirilerek lağv edildi. “Yaptığımız her şeyden sorumluyuz” diyordu yazılarında...
Kaynak: Nezevanun - 10/10 Philosophy.
Prof. Dr. Nurettin KALDIRIMCI
10 notes
·
View notes
Text
ev silindi , temizlendi. iki odayı sıldım, suyu döktüm ve suyu. içinde kumlar vardı. sonra bir daha dunyaptım diğer odaları diledim yine pis ve kumlu su. 1 2 gun s8nra bı daha sılıcem. camlar açık evin önğde açık ve tüm tozlar evin içinde. tozlar siz kucuksunuz nasıl toplama biliyorsunuz hayret .
evdeki sadeleşme yolunda ayrılanları verdim ve kadın bize çok dua etti içinede baktım ama inşallah başka şeyler katılmamıştır.
iki tane kitap kargosu var. bir emanet kitap kargosu var.
biraz toparlanma zamanı .
bu hafta fasli şifada harıka bir kamp var.
flu Tv'de güzel yayınlar var.
gzt Mustafa kutlu rportajı var.
terzi yeni sezon berbat olmuş. berbat ötesi. yazık ya .bide bu admala iş yaptık mı diyorlar.
6 notes
·
View notes
Text
Tarihin en sıcak günleri. 3-4 gün önceki sıcağa göre dün o kadar kötü değildi, nemin düşüklüğü sayesinde hızla serinleyebiliyorduk gölgede. Alışıyor muyuz ne sıcağa?
E insan dediğimiz de en hızlı alışan hayvan zaten- toplama kamplarında ölmeden kalabilmişti Yahudiler.
Gelgelelim hayat kalitemizi, yaşama sevincimizi, kendimize saygımızı düşüren bir şey bu kötüye alışma huyumuz. O arada iklim krizini kimsenin konuşmamasıysa ayrı bir tuhaflık. Veya Akbelen ormanının kesiliyor olması- AKP'ye de sıcaklar kadar hızlı alıştık desenize.
Adeta devasa bir toplama kampındayız. Evet, ayrı evlerimiz var, geceleri sevdiğimizle aynı yatakta uyuyoruz belki, sabah kendi aracımıza biniyoruz ama AKP'nin bizi getirdiği yer toplama kampında soluk alıyoruz hissi. Haliyle hepimiz sindirilmiş olarak itiraz etmenin, protestonun sonuçsuzluğuna kanaat getirip her sabah iş başı yapıyor, akşamına eve dönüyor, kamp arkadaşlarımızla görüşüp yemek yiyip yatıyoruz. En fazla başka kampları ziyaret ediyoruz seyahat ederek. Tek etkinliğimiz ve ruh halimiz bu. Oralardan fotoğraflar paylaşıyoruz kamp gardiyanlarımızın takibindeki dijital aygıtlardan.
Savaş patlayınca askerler işgal ediyor ekranları, deprem sonrası jeologlar. Şu dönemde yer yerinden oynamalıydı. Bilim insanlarıyla iklimi nasıl kurtaracağımızı konuşuyor olmalıydık. Türümüzün dünyayı sayılı yok oluş eşiklerinden birine nasıl getirdiğinden, şu andan sonra ne yapabiliriz ondan dem vurmalıydık. Akbelen gibi elimizde kalan doğa parçalarının üzerine titremeli, ormana yönelik tehditlere karşı ortalığı ayağa kaldırmalıydık.
Bizden istenecekleri tahmin ettiğimiz için mi önümüze bakıp susuyoruz? Milyonluk kentlerden, tüketim alışkanlıklarımızdan vazgeçmek mi bizlere zor geliyor? Halbuki korkacak bir şey yok. Bizler belki 50 km'den uzak bir yerden gelecek gıdayı soframıza koyamayacağız. Ama özel jetlerinden, saraylarından, koruma konvoylarından, mutlak iktidarlarından vazgeçmek zorunda kalacakların kaybedecekleri şeyler inanın çok daha fazla. Ve bizlerin tepkisinden korktukları için bu kadar jandarmayı polisi Akbelen'e yığıyorlar.
Yine de vantilatörü açıp, klimanın derecesini bir tık düşürüp sessizce geçiştiriyoruz. Ve bekliyoruz.
Neyi?
2 notes
·
View notes
Text
Doğa kampı ilk misafirlerini ağırladı
https://pazaryerigundem.com/haber/183702/doga-kampi-ilk-misafirlerini-agirladi/
Doğa kampı ilk misafirlerini ağırladı
Antalya’da Muratpaşa Belediyesi’nin çocukları ekran başından kaldırıp tabiatla buluşturan doğa kampı Zeytinpark’ta başladı.
ANTALYA (İGFA) – Muratpaşa Belediyesi, 2 milyon 630 metrekare genişliğiyle Türkiye’nin bir şehir merkezindeki en büyük yeşil alanı Zeytinpark’ta 3’üncü kez doğa kampı etkinliği gerçekleştiriyor. Sosyal Fırsat Eşitliği ve Teknoloji Okuryazarlığı Geliştirme Derneği ve Ata Doğa İzcilik Gençlik Spor Kulübü iş birliğiyle gerçekleşen kamp eğitimlerinde MAKSAT ve PARS arama kurtarma dernekleri yer alıyor.
10-15 yaşa yönelik düzenlenen kampın ilk haftasında 23 çocuk yer aldı. Çocuklar kampa çadırlarını kendileri kurarak başladı. Kamp tanıtımı, kuralları, toplanma bölgeleri ve yangın eğitimlerinin verilmesiyle başlayan kamp, afet türleri ve afetlere hazırlık eğitimleriyle devam etti. İlk akşam yemeğinin ardından ise kamp alanı ve çevresinde hafif tempo yürüyüş yapıldı. Bitki örtüsü ve endemik bitkiler hakkında bilgiler verildi. Çocuklar akşam ise kamp ateşinin etrafında toplandı. 23.30’da çadırlarda ilk uykuya geçildi.
Kampın 2’nci günü kişisel temizliğini kahvaltısını yapan çocuklar temel ilkyardım ve hijyen eğitimi, iple tırmanış eğitimi, doğada kontrollü ateş yakma ve kamp yemekleri eğitimi, pusula ve harita eğitimi, doğada hayatta kalma eğitimi ve uygulamalı arama kurtarma eğitimlerini aldı. Eğitimler MAKSAT ve PARS arama kurtarma ekipleri tarafından verildi. Eğitimlerin ardından ise çocuklar spor ve zeka oyunları oynadı. Kampın 3’üncü günü de kahvaltı, temizlik, çadır toplama işlemlerinin tamamlanmasıyla kamptan ayrıldı.
Çadır, uyku tulumu gibi temel kamp malzemelerin belediye tarafından ücretsiz karşılandığı kamp, her hafta yeni öğrencilerle 8 hafta boyunca devam edecek.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
0 notes
Text
Turgay Buğdacigil
2,0 7 Eylül 2021 tarihinde eklendi
“The Boy in the Striped Pyjamas” veya nam-ı diğer “The Boy in the Striped Pajamas” ın yönetmen koltuğunda, aynı zamanda filminin senaryosunu da John Boyne’un aynı adlı romanından (2006) uyarlayarak yazan Mark Herman oturuyor…
12,5 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilerek 44,1 milyon dolarlık bir gişe yapan filmin yapımcılığını İngiliz BBC ve Heyday Films, dağıtımını da ABD’li Miramax üstlenmiş…
Kısaca hikâyesi, biri kamp komutanın diğeri de kamptaki bir mahkûm ailesinin oğlu olan 8 yaşındaki Bruno ile Shmuel isimli iki masum çocuğun bakış açısından İkinci Dünya Savaşında, Nazi toplama kamplarında gerçekleştirilen Yahudi soykırımının anlatımı olarak özetlenebilecek filmin, 7.8/10 (160.485 oy) ve 3.9/5 (114.236 oy) olan IMDB ve Rotten Tomatoes izleyici puanı ortalamalarıyla 6.3/10 (137 yorum) ve 55/100 (28 yorum) olan Rotten Tomatoes ve Metacritic yorum ortalamaları arasında hiç de azımsanmayacak bir çelişki var…
Hani aslında bu; birinin (izleyicinin) ak dediğine, diğerinin (sinema eleştirmeninin) kara dediği boyut da, uzlaşılması imkânsız bir çelişki gibi durmuyorsa da nedenini sorgulamamızın önünde de her hangi bir engel yok…
O nedenle, gelin isterseniz, her zamanki gibi önceliği yine oyuncu kadrosuna vermek suretiyle filmimize biraz daha yakından bakalım…
Oyuncu kadrosu deyince de yorumumuzun temelini oluşturacağı için kısaca da olsa başroldeki karakterlere bir göz atalım…
1. Alman ailesinin annesi Elsa - Vera Farmiga (ABD’li)
2. Alman ailesinin kamp komutanı olan babası Ralf - David Thewlis (İngiliz)
3. Alman ailesinin kızı Gretel - Amber Beattie (İngiliz)
4. Alman ailesinin 8 yaşındaki oğlu Bruno - Asa Butterfield (İngiliz)
5. 8 yaşındaki Polonyalı Yahudi mahkûm Shmuel - Jack Scanlon (İngiliz)
6. Polonyalı Yahudi mahkûm (Doktor) Pavel - David Hayman (İskoç)
7. Alman SS subayı Teğmen Kotler - Rupert Friend (İngiliz)
Sanıyoruz bu kadarı yeterli…
Şimdi diyeceksiniz ki; “Hayırdır, ne oldu da böyle bir liste yapma ihtiyacı duydun?”
Baştan hemen söyleyelim; bu listenin, iyi veya kötü oynayan oyuncularla hiçbir alakası olmadığı gibi filmde kötü oynayan oyuncu da yok zaten…
Peki, bu listenin anlamı ne o zaman?
Bu konuya, işin teknik kısmına da şöyle bir değindikten sonra tekrar geri döneceğiz…
Teknik demişken de aslında dönemin ruhuna ve atmosferine uygun olarak tasarlanan mekân (toplama kampı görüntüleri Macaristan da çekilmiş), dekor, kostüm ve makyajların yanı sıra kamera, ışık, kurgu ve müzik gibi unsurlarda da herhangi bir sorun yok…
Oyuncular kısmında olduğu gibi burada da her şey yolunda gibi…
Ama işlerin yolunda olmadığı çok önemli bir şey var bu filmde ki o da bize göre, Türkçe dâhil pek çok dile tercüme edilen ve bütün dünyada beş milyon adetten fazla satan “The Boy in the Striped Pyjamas” (2006) isimli roman ve o romandan uyarlanan filmin senaryosu…
Burası yeri olmadığı için şimdi uzun uzadıya, aslında toplama kamplarında örneğin Auschwitz’de işler böyle yürümüyordu yahut çocuklar zaten daha en başta gaz odalarına gönderiliyordu şeklinde bir kitap eleştirisi faslına girmeyeceğiz…
Girmeyeceğiz de, “aynı şekilde gerçeklerden kaçmanın da pek fazla bir anlamı mevcut değil” demeyi de ihmal etmeyeceğiz…
Evet...
İşlenen konunun tarihi detaylarına hâkim olmayan veya bırak hâkim olmayı, detaylara ilişkin en ufak bir bilgisi dahi bulunmayan yahut işin o kısmıyla hiç ilgilenmeyen sıradan sinema izleyicisi için “The Boy in the Striped Pyjamas”, yanlışlarla dolu hikâyesi ile kimi sahnelerde yürek burkan bir film halini de almış olabilir…
Tamam da be kardeşim, Alman’ından Polonyalısına kadar filmdeki bütün karakterleri ne diye İngilizce (hem de pırıl pırıl aksansız bir İngilizce) konuşturuyorsunuz?
Hadi film, İngiltere ve ABD için çekildiğinden öyle oldu diyelim ve biz filmin aslında Almanca olduğunu ve herkesin Almanca konuştuğunu varsayalım…
O zamanda, 8 yaşındaki Polonyalı Yahudi Shmuel’in nasıl olup da şakır şakır Almanca konuşabildiği sorusu çıkıyor ortaya… (Mümkün değil ama Doktor olduğu için Polonyalı mahkûm Pavel’i Almanca biliyor kabul etsek dahi)…
Şimdi bazıları, “Ne olacak, o da biliyordur” diyebilirler…
Böyle diyenlere bizde, “Hayır canım” deriz…
Eğer öyle olsaydı, birbirlerinin isimlerinin “Shmuel” ve “Bruno” olduğunu öğrenen iki küçük çocuk, “böyle bir ismi ilk kez duyuyorum” diyerek büyük bir şaşkınlık yaşamazlardı…
Sanıyoruz şu ana kadar ki açıklamalarımızla hem baştaki oyuncu listesinin yapılış amacına hem de sinema izleyicisi ile sinema eleştirmenleri arasındaki yorum farklılığının nedenlerine (en azından bir kısmına) ışık tutarak netlik kazandırmış olduk…
Sonuç olarak, sadece tarihsel gerçekleri çarpıtmakla kalmayıp çocuklar üzerinden duygu sömürüsü de yapmaya çalışan bu film için çok net bir “izleyin” ya da “izlemeyin” önerisinde bulunmayacağız… Keyfiyet tamamen size ve tercihlerinize kalmış…
Son bir not:
Tüm hakları bize ait olan bu yorumun orijinali; bir başka mecrada tarafımızca, 12 Eylül 2018 günü saat 01.51’de yazılarak paylaşılmıştır...
0 notes
Text
Toplama Kamp Mağdur yakınları ve avukatları, BM'nın kararını ve onun uygulanmasını talep eden dilekçeyi yetkililere sunulmak üzere Çin'in Ankara Büyükelçiliğine götürdü. Çin Büyükelçiliği belgeleri kabul etmedi. 👉 http://UygurHaber.com/?p=7400
0 notes
Text
Doğa ve Nehir Kenarında Orman Evleri🏡 Dachas Cove Houses ~ Ağva, İstanbul ( @dachasevleriagva )
🌿 İstanbul Ağva’da Göksu Nehri kenarında yer alıyor Dachas Evleri, hem otel hem çiftlik…
Ne kadar da yakışmış olduğu yere @dachasevleriagva . 20 yıl önce buraya yerleşip, çiftlik kurmuş bir ailenin, artık konuk ağırlamak için kurdukları hayal bu sene gerçek olmuş.
🏠 Hülya Hanım’ın çiftliğin sade güzelliğinden esinlenerek yaptığı, rengârenk hatlı, yüksek tavanlı taş evleri yemyeşil ağaçların arasında…
Burada tabiatın kalbinde olmanın getirdiği özenle ama acele etmeden, anın tadını çıkararak konuk ağırlıyorlar.
🌴 Geniş bir bahçede; kafesi, restoranı, at çiftliği, organik sebze tarhanalar, yüzme havuzu, meyve ağaçları, kazları, tavukları inekleri ve keçileri bulunuyor.!
🛏 Birbirinden farklı konseptli, müstakil girişli 19 tane evden oluşuyor Dachas Cove. Evler, banyolar ve balkonlar gayet geniş ve keyifli. Kaldığım Silo isimli evde ne yaparsam yapayım çok hoşuma gidiyor... Zevkle kurulmuş, temiz ve keyifle işletilen bir yerdeyim, tadını çıkarıyorum anın...
🍽 Hem mutfağın kalitesi hem de manzaranın güzelliği ile özel bir deneyim yaşamak isteyenler Dachas Cove Houses’a...
✏️ Sömestr tatilinde “Ailemle Çiftlikteyiz Kampı”💚
2 Gece 3 gün aile kampı ile bol keşifli bol eğlenceli bir kamp sizleri bekliyor.
Neler mi var ❓Sadece birkaç tanesini yazalım☺️
🌳Süt sağma ve mayalama
🌳Folluktan yumurta toplama
🌳Taş boyama
🌳Ateş başında Marshmallow Partisi
🌳Binicilik
🌳Kitap okuma
🌳Hazine avı
🌳Ateş yakma ve Doğada Hayatta Kalma(Temel Seviye)
🌳Teraryum Yapımı
🌳Ritim Etkinlikleri
🌳Kestane Eşliğinde Masal Saati
✏️ Sömestr aile kamp etkinliği için kendileri ile iletişime geçebileceğiniz telefon numaraları: 0 535 247 55 45-46
🐶 Evcil dostlarımıza kapıları her daim açık.
✈️ Sabiha Gökçen Havalimanı 75 km uzaklıkta bulunuyor. Daha fazla detay blogda www.kucukoteller.com.tr/dachas-evleri
Yakın çevrede özellikle zaman ayırın dediğim yerler: Sardala Koyu, Hacılı Şelalesi, Aşıklar Yolu ve Ağvanın kasaba merkezi.
📌 Odada ve tesiste jakuzi
📌 Tesiste ve odalarda şömine
📌 Nehir kenarında
0 notes
Text
Rüzgâra izin
Köyün yamaçlarına kamp kurmuş mimoza ağaçlı tarlalar vardır. Toplama zamanı oralardan uzakta, kolları gün boyu kırılgan dallarla uğraşmış bir kıza rastlarsınız ara sıra. Alabildiğine güzel kokulu bir karşılaşmadır bu. Işıltı çemberi kokudan bir lambaya benzeyen kız, sırtı batan güneşe dönük, yürür gider. Onunla konuşmak bir kutsallığı çiğnemek olur. Otları ezen bez çarıklarıyla yol verin geçsin. Kim bilir, belki de dudaklarının üstünde bir sanrı gibi, Gece’nin nemini görebilirsiniz.
— René Char (çeviri: Samih Rifat)
10 notes
·
View notes
Text
Yörük Türkmen Çepni Kurultayı'nda Uygur Soykırımı anlatıldı
Türk dünyasının buluştuğu Yörük Türkmen Çepni Kurultayı ve kültür şöleni İstanbul'da düzenlendi. Etkinlikte Uygur kültürü tanıtıldı ve Uygur soykırımı anlatıldı.
View On WordPress
2 notes
·
View notes
Photo
Adhan Changed By Chinese Authorities Before Uyghur Muslims were sent to concentration camps, Chinese authorities forced Uyghur Muslims to change the Adhan (call to prayer). Uyghurs were required to say 'Our homeland is Great' instead of 'Allahu Akbar' (Allah is Great). 🇫🇷 Avant que les musulmans ouïghours étaient envoyés dans des camps de concentration, les autorités chinoises ont forcé les musulmans ouïghours à changer le Adhan (l'appel à la prière). On demandait aux ouïghours de dire " Notre patrie est grande" au lieu de "Allahu Akbar" (Allah est grand). 🇲🇾 Sebelum umat Islam Uyghur dihantar ke kem tahanan, penguasa China memaksa Uyghur Muslim ubah seruan Azan. Mereka diarah melaungkan ‘Tanah Air kami Hebat’ dan bukannya ‘Allahu Akbar’ (Allah Maha Besar). 🇮🇩 Sebelum Muslim etnis #Uighur dikirim ke dalam kamp konsentrasi, otoritas Cina memaksa mereka untuk mengganti kalimat Adzan. Muslim Uighur dipaksa untuk menggunakan 'Negaraku Maha Besar' sebagai ganti dari 'Allahu Akbar' (Allah Maha Besar). 🇩🇪 Bevor uigurische Muslime in Konzentrationslager gebracht wurden, zwangen chinesische Behörden #uigurische Muslime, den Adhan (Gebetsruf) zu ändern. Uiguren mussten sagen: „Unsere Heimat ist groß“ statt „Allahu Akbar“ (Allah ist groß). 🇹🇷 Uygur Müslümanlar toplama kamplarına gönderilmeden önce, Çin yetkilileri #Uygur Müslümanları ezanı değiştirmeye zorladı. 'Allahu Ekber' (Allah en büyüktür) yerine 'Memleketimiz en büyüktür' demeleri istendi. 🇧🇷 Antes que os muçulmanos uigures fossem enviados para campos de concentração, as autoridades chinesas forçaram os muçulmanos # uigures a mudar o Adhan (chamado para a oração). Os uigures eram obrigados a dizer 'Nossa pátria é Grande' em vez de 'Allahu Akbar' (Allah é Grande). Credit @doamuslims #Islam #Ummah #Muslims #Uyghurs #China #EastTurkestan #Xinjiang #Islamophobia #Islamophobie #Musulmans #Ouïghours #HearUyghurs #Hijabi #Muslimah #Dawah #Hijabis #Niqab #الأويغور #الصين #تركستان_الشرقية #UyghurHolocaust #Hijab #Turkey #UyghursLivesMatter #StandWithUyghurs #UyghurGenocide #Muslimah #Hijab #Turkey https://www.instagram.com/p/CRTzdiDtIf2/?utm_medium=tumblr
#uighur#uigurische#uygur#islam#ummah#muslims#uyghurs#china#eastturkestan#xinjiang#islamophobia#islamophobie#musulmans#ouïghours#hearuyghurs#hijabi#muslimah#dawah#hijabis#niqab#الأويغور#الصين#تركستان_الشرقية#uyghurholocaust#hijab#turkey#uyghurslivesmatter#standwithuyghurs#uyghurgenocide
4 notes
·
View notes
Text
Her gün farklı bir güne uyanmak pek mümkün olmuyor içinde (pandemi,kısıtlamalar) bulunmuş olduğumuz süreçten dolayı ama her gün sevdiğim iş ile meşgul olmak beni mutlu edebiliyor.
Bahsedeceğim bir sürü seyler birikti hemencecik başlayayım. Aslında taslaklara bir sürü şeyler kayıt ediyorum ama üşengeçlikten paylaşmayı unutuyorum. Aaa nasılda tuhaf değil mi jsjsjjlk
• Ali bey ile yazın çıkacagımız kamp için hazırlıklar yapmaya başladık çadırımızı yastıklarımızı ve kafa lambamızı aldık sırada uyku tulumları ve diğer ıvır zıvırlar düğünden cok beni heyecanlandıran kısım birlikte yapacağımız kamplar.
• Mevsim olarak bir türlü kışı göremedik bu gidişle bizi neler bekliyor az çok fragmandan belli ne yağmur yağdı ne kar doğa da katledilmemiş tek bir alan mı bıraktık (?) sadece tüketim odaklı! insan olup çıktık az bile oldu olanlar. Barajlar göller hep kurudu sonumuz hayrola. (Kamu spotu)
• Kıştan hallice bir sonbahar gibi yaşarken bu mevsimde görüş alanıma giren her sararmış yaprağın fotoğraflarını çekerken buluyorum. Keşke hafta sonları yasak olmasa kış pikniği yapabilsek, öylesine özledim ki yasaklar bitsin kendimi direk bir ağaç dibinde konuk edeceğim(inşallah).
• Ananemin çeyizlik kumaşından kendime jile diktim geçen hafta oldu bu muhteşem olay. Allah’ım nasıl güzel bir kumaşı var. Jilen çok hoş diyen her kişiye ben diktim diye nasıl ballandıra ballandıra anlatıyorum. 5 yaş öğretmeni olduğum ektedir.
• Zeze geçen hafta cumartesi günü markete diye çıkıp bir koşu bize geldi o beş saat nasıl geçti ben hiçbir şey anlamadım. Oturup sohbet etmeye hasret kalmışım. Ablamların evi, şuan oturduğumuz eve uzak olduğu için onları da göremiyorum. Onları da çok özlüyorum. Sağlık olsun ne diyelim.
• Geçen gün kitaplarımı yavaştan toplamaya niyet ettim malumunuz nikâha az kaldı. Oda az bir iş değil ki efenim yılların birikimi insan bir duygulanıyor tuhaf da geliyor ama mutluda hissediyor. Tamamen karmakarışık duygular sonra elime şiir kitaplarım geldi. Oturduğum yerde sevdiğim sayfaları karıştırdım. Neyse anlayacağınız kitap toplama girişimim gene yarım kaldı. Odama gelip sevdiğim kokulu mumlarımdan yakıp sevdiğim, işaretlediğim, katladığım yerleri tekrar okudum. Vicdan rahatlama cümlesi olarak ta mayısa daha çok var. :D
dokuz ocak İkibin yirmi bir 🌿
9 notes
·
View notes
Text
Tumblr'da bu sohbeti senin için bulduk
HADİ TOPLAŞIN GELİİİİN ÇIKIN ÇIKIN GELİN
3 notes
·
View notes
Text
Corona: Sosyalizmin çığırtkanı (Corona Hakkında Son Kez)
Önce market arabasını aldı, el tutacak yerlerine dezenfektan sıktı. Sonra eldivenlerini kontrol etti. En son da maskesini düzeltti. Sonra çekinerek markete girdi. Yaşlı bir kadın ve erkek ondan hemen önce girmişlerdi. Onların uzaklaşması için bir süre durdu. Onlar uzaklaşırken yüzlerini süzdü, terleme veya kızarma var mı diye baktı. Sonra sebze meyve reyonuna sürdü arabasını, giriş kapatılmıştı. Girişte bekleyen ve eldivenli maskeli olan reyon görevlilerine ne istediğini söyledi ancak söylerken geriden geriden söylemeye özen gösterdi. Sonra unlu mamul reyonuna gitti, aynı ritüel bir kere daha sergilendi.
Her adımında diğer müşterileri kesiyordu, takip mesafesini aşan biri olursa hızlanıp arayı açıyordu. En sonunda ödeme kuyruğuna geldi. Bir önceki müşteriyle arasına (1,5 metre mi demişlerdi, hatırlayamadı) 2,5 metre gibi bir uzaklık koydu. Arkasında, ensesinde bir nefes hissetti, ürperdi. Döndü, market arabası olmayan ve aldıklarını elinde taşıyan bir genç dibine kadar gelmişti, sertçe “uzakta dursana be yavrum” dedi. Genç adam şaşırdı, özür diledi ve geriye doğru birkaç adım attı. Sırası geldi, iki poşet satın aldı. Aldıklarını poşetlere yerleştirdi, kredi kartıyla kadın kasiyere ödeme yaptı. Kasiyerin eldiveni vardı ama maskesi yoktu. Marketten çıkarken danışmaya şikayette bulunmayı unutmadı.
Çıktı, market arabasını bıraktı. Poşetleri aldı ve marketin önündeki banka koyacaktı ki, aklına geldi. Yüzeylere dokunmaması gerekiyordu. Arabanın kapısını açtı, arka koltuğa poşetleri bıraktı. Eldiveni çıkararak en yakın çöp kutusuna attı. Sonra ellerini dezenfektanla duşa soktu, bastı dezenfektanı, bastı, bastı. Ellerinden aşağı dezenfektan damlıyordu. Sonra dezenfektanı poşetlerin tutacak yerlerine sıktı, hatta bir kolonyalı mendille poşetlerin yüzeyini sildi. Sonra ellerini dezenfektan ile bir kere daha yıkadı.
Tam arabaya binecekken kredi kartı geldi aklına, kasiyerin ve kendisinin eldivenli elleri değmişti. Kredi kartını ivedilikle çıkardı, onun üstüne de boca etti dezenfektanı. Arabaya atladı, evine geldi. Arabadan çıkarken bir eldiven daha taktı. Poşetleri aldı, apartmanın kapısını açarken dikkat etti, eldivenli eli dışında bir yeri temas etmesin diye. Asansörde de aynı töreni tekrarladı, evinin kapısına geldi. Kapıdan içeri girince önce poşetleri balkona attı, iki saat bekleyeceklerdi orada. Hemen üstünü başını çıkardı, mantoyu balkona serdi, diğerlerini de çamaşır makinesine bastı. Eldivenleri çıkardı, özenle özel çöp poşetine attı. Hemen banyoya gidip ellerini yıkadı, uzun ve de uzun, uzun hatta çok uzun. Sonra yeterli olduğuna kanaat getirince bu defa yüzünü yıkadı.
Tam o sırada kocası girdi içeri, işten geliyordu. Çalışmak zorundaydı, sabahları işe giderken gergin oluyordu, kendisini eve atınca bir nebze rahatlıyordu ama öyle çok da değil. Çünkü karısı rahatlamasına izin vermeden onu kapının önünde durduruyordu. Hemen yeni bir eldiven ve maske taktı. Kocasına doğru seyirtti, ancak uzakta durdu. ��nce paltosunu derisini soyar gibi çıkarttı, balkona fırlattı. Sonra üstündekileri çekiştire çekiştire hem de uzaktan çıkardı. Kocası hem sokağa çıkma yasağı ilan etmeyenlere hem de ona söyleniyordu. Kabir azabıydı be. Kocasını don paça bırakana kadar soydu, sonra ona özel bir terlik verdi. Onun maskesini poşet eldivenle çıkardı ve özel çöpe attı. Sonra onu ite kaka banyoya soktu.
Ardından plastik eldiveni tam çıkarmıştı ki küçük oğlu girdi kapıdan. Sıkıldığı için sitenin bahçesine inmişti, hem de onun tüm itirazlarına rağmen. Nefes nefese girdi içeri, üstü başı toz ve toprak içindeydi. İçinde bir şeyler koptu, ağzıyla değil nerdeyse tüm vücuduyla eyvah dedi. Koşturdu, yeni bir plastik eldiven giydi. Oğluna girişte durmasını söyledi, aslında söylemedi çığlık attı. Ancak çocuktu o, devrimci ve asiydi. Dinlemedi, daldı salona. Üstünü başını çıkarıp bir oraya bir buraya fırlattı. Sıfır kilometre yeni eldivenleriyle peşinden daldı salona fırlattıklarını toplarken bağırmaya, hırlamaya devam ediyordu. Çocuk cevap vermedi, müstehzi gülümsedi. Gülmek isyandır. Topladıklarını da bastı çamaşır makinesine, sonra atlet ve donla kalan çocuğu itmeye başladı banyonun kapısına doğru. Bu arada yine bağırarak orada beklemesini ve babası çıkar çıkmaz banyoya girmesini söylüyordu. Çocuğu iterken canını yakmıştı galiba. Çocuk “Yeter anne!” diye kesti onun hırlamasını, “bulaşacaksa bulaşır, ne yapalım” dedi. Dondu, sahi neye dönüşmeye başlamışlardı? Neye acaba?
İtalya’dan bizlere ulaşan görüntüler iç karartıcı ve hüzünlü. Ölüme yaklaşan yaşlı hastalar tablet üzerinden sevdikleriyle vedalaşıyorlar. Ölenler topluca gömülüyorlar. Meksika’da ya da Kolombiya’da uyuşturucu kartelleri öldürdükleri kurbanları kimsenin bulmayacağı, yıllar sonra kaza eseri bulunacak yerlere topluca gömerler. Naziler toplama kamplarında ölen kurbanlar için tek tek mezar açmaya tenezzül etmezlerdi. Mezarı (mezarı diyorum çünkü tek bir büyük çukurdu aslında) kurbanlara kazdırırlardı. Kazma işi bitince kafalarına tek bir kurşun, bedenler otomatik olarak canlıyken kazdıkları çukura yuvarlanırdı. Böylece işgücünden oldukça tasarruf etmiş olurlardı. Kapitalist sermaye birikimi aslen sürekli işgücünden tasarruf eden dinamikleri hayata geçirmek gibi karşı konulamaz bir eğilime sahiptir. Faşizm ise yoğunlaşmış/yoğunlaştırılmış kapitalizmdir. Naziler sistemin en amansız eğilimine en iyi ve fakat en hayvanca cevap verenlerdir. Kapitalizm var ise faşizm vardır, ötesi yok. Neyse, şimdi de kapitalist devletler salgından ölenleri topluca, yakınlarını bile yaklaştırmadan sessiz ve kimsesiz gömüyorlar. Yetmiyor, yine salgını yoğun bir şekilde yaşayan ülkelerden gelen haberlere göre solunum cihazı ve yoğun bakım odası sayısının yetersizliğinden dolayı belirli bir yaşın üstündeki hastaların yoğun bakıma alınmamasına ve solunum cihazlarına bağlanmamasına karar verilmiş durumdadır. Yaşlıları seçerek ölüme yolluyorlar. Nazi toplama kampları genellikle tren yollarının dibine kurulurdu, çünkü çok sayıda savaş esirini ya da Yahudiyi toplama kamplarına ulaştırmanın en düşük maliyetli yolunu demiryolu ulaşımı sağlıyordu. Trenle toplama kampına ulaştırılan kafileler trenden indirilip sıralı hale getirilirdi. Kamp subayları sırayı tetkik ederek çok yaşlı ve çok küçük olanları ayırırdı. Böylece iki grup ortaya çıkardı, çalışma kampına gidecekler ve gaz odasına gidecekler. Şimdi yaşlıları seçiyoruz, sistemdeki yükü azaltmak adına onları ölüme yolluyoruz. Aslında onları öldüren coronaydı değil mi?
Gerçekten corona mı öldürüyor? Ölü sayısı gün be gün arttıkça salgından ölenlerin yaş ve sağlık durumuna dair tablo da giderek netleşti. Yaşlılar ve kronik rahatsızlıkları olanlar, şu aralar hep bu terane söyleniyor. Yaşla birlikte vücut direncinin düştüğü doğrudur. Yaşlıyı yük, masraf kapısı ve bakıma muhtaç gibi gören insanlık dışı bir sistemde bu sorun olabilir. Ancak yaşlıyı deneyimle yücelmiş bir ağaç, bir bilge gibi gören düzenlenmiş bir toplumda bu sorun ortadan kalkacaktır. Kronik rahatsızlıklar mı? Şeker hastalığı, yüksek tansiyon, kalp damar rahatsızlıklarıdır kastedilen. Bu rahatsızlıklar temelde düzgün beslenmeme, hareketsizlik ve stres kaynaklıdır değil mi? Sorun öyle ise gıda rejimimizdedir. Peki nasıl bir gıda rejimdir bu? Öncelikle dünyanın ekserisini aç bırakan, ve mutlu bir azınlığa homini gırtlak yediren bir gıda rejimidir. Dünyanın fukaraları yetersiz beslenmekten, zenginleri ise aşırı beslenmekten kronik hastalıklarla boğuşmaktadırlar. Üstelik bu türden bir gıda ve beslenme rejimi insanlık dışı bir çalışma rejiminin üstüne oturtulmuştur. İyi kazananlar bir ofis sandalyesinin üstüne tünemiş bir şekilde monoton, anlamsız ve gereksiz işleri yaparken saatleri ve hatta yaşamı tüketmektedirler. Diğer taraftan yeryüzünün lanetlileri ve zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanlar da sağlıksız ortamlarda, zararlı maddeleri soluyarak, kötü beslenerek ve uzun çalışarak ömür tüketmekteler. Bir üçüncü kesim var ki onlar sanki ilk günahın lanetini, yani çalışmayı bile mumla aramakta, ve işlevsizliğin, işsizliğin ağır insani ve ekonomik yükünü sonsuza kadar taşımaktalar. Bunlar da yetmezmiş gibi, gündelik hayatlar da vahşi bir rekabet ve tatminsizlik, yalnızlık ve çaresizlik üzerine kurgulanmıştır. Psikiyatrlar alarm veriyorlar; yaş, dil, din, ırk, cinsiyet ve sınıf farkı gözetmeksizin insanlar artık avuç avuç anti-depresan yutar haldeler. Bu ortamda belirli bir yaşı aşınca bedenler her türden kronik hastalığa açık hale geliyorlar, ki istatistikler bu eşik yaşın giderek düştüğünü göstermekteler. Bu cehennemde ayakta kalıp, adım atabildiğimize dua etmemiz gerekir galiba. Şimdi söyleyin bakalım, corona mı öldürüyor? Corona eğer bir seri katil ise maden kazalarının, işyeri kazalarının, açlığın ve dahi sefaletin, yoksulluğun ve yoksunluğun çok ama çok gerisinde bir performans sergilemektedir.
Corona mı öldürüyor? İtalya’da kütlesel ölümün nedeni hasta sayısının hızlı artışı ve halihazırdaki solunum cihazı ve yoğun bakım ünitesi sayısının bu artışla baş edememesidir. Kısacası insanlar coronadan dolayı değil, sistem yeterince solunum cihazı ve yoğun bakım ünitesi sağlayamadığı için ölüyorlar. Peki neden sağlayamıyor? Çünkü sağlık sistemi normal zamanlarda bir salgınla başedecek kadar fazladan ünite ve cihaz talep etmiyor; aksi takdirde maliyet yükseliyor. Bu cihazları üreten kapitalist firmalar da sermayenin tahakkümüne teslim edilmiş sağlık sistemi normal zamanlarda fazladan talep etmeyeceği için fazladan, misliyle üretmiyorlar. Üretmiyorlar, çünkü üretirlerse kârları düşüyor. Bir taraf talep etmiyor, maliyet çıkıyor diye, öbür taraf arzetmiyor kâr düşüyor diye. Sonuçta kâr ile maliyet arasına sıkışmış İtalyan halkı ve diğerleri yaşlılarını çaresiz kurban ediyor. Tekrar soralım hadi; gerçekten corona mı öldürüyor?
Kapitalizmin rasyonalitesi budur. Bir zamanlar BBC farklı alanlarda Nobel alanları bir yuvarlak masa etrafında buluşturup insanlığın ve dünyanın sorunları üzerine konuşmalarını sağlardı, hâlâ yapıyor mu bilmiyorum. Yıllar öncesinden bir tanesini seyrettiğimi hatırlıyorum. O yıl Tıp Nobel’ini alan iki doktordan biri insanların çok yakın bir gelecekte biyolojik olarak kolayca 100 yılın üstünde yaşatılabileceğini, ancak sorunun biyolojik olarak yaşamak değil insanca yaşamak olduğunu söylemişti. Onun lafının üstüne program moderatörü öyle ise bu soruyu uzmanına soralım diyerek o yıl Nobel İktisat ödülünü alanlardan ve burjuva iktisadının en soysuz temsilcilerinden biri olan anlı şanlı iktisatçıya döndü. O da korkmayın piyasa bu sorunları çözer dedi, sadece bunu dedi, tek bildiği buydu. Şimdi corona tarumar ediyor ve piyasanın çözümü ise bir salgın sürecinde hasta sayısıyla baş edemeyecek kadar düşük sayıda solunum cihazı ve yoğun bakım ünitesidir. Tıp doktorunun insancıllığının yanında burjuva iktisatçısının alıklığı ve kuş beyinliliği…
Aslında corona öldürmüyor. Corona bilince sahip olmayan doğal bir unsurdur. İnsanlığa karşı özel bir hıncı olabilir mi? Solunum cihazlarının ve yoğun bakım ünitelerinin sayısı yetersiz, bundan dolayı ölüyorlar. Şimdi planlı ortakçı bir toplum olsaydı, başka her şeyi bırakıp, kaynakların önemli bir bölümünü hemen derhal solunum cihazı ve yoğun bakım ünitesi üretmeye ayırsaydı ve bunları derhal yeter sayıda üretseydi ne olurdu acaba? İşe gitmek zorunda olanların yükü paylaşılsaydı, örneğin çöpleri sırayla toplasaydık, örneğin gıdayı sırayla üretseydik, yükü ve riski bunları üretmek için çalışan emekçilerin sırtından alıp paylaşsaydık gerçekten ne olurdu? Bu sistemin suçudur, o öldürüyor yoldaşlar, dostlar. Corona doğal bir süreç, sadece insanlık bu süreci karşılayacak ve göğüsleyecek toplumsal ve ekonomik organizasyona sahip değil. Üstesinden gelmek için sabır ve dua işlevsizdir. İlahlar mı? İnsanlığın ortak acılarına karşı duyarsız ve umarsız olduklarını daha kaç kez kanıtlamaları gerekiyor? Yere batsın gökyüzünün sahte cennetleri, biz bu dünyayı yeryüzü cennetine dönüştürmek zorundayız.
Bu ortakçı cennet kurulunca başımıza yaşadığımız türden şeyler gelmeyecek mi? Gelecek ancak çözümü evlere sığınmakta, evlere sığınarak korkumuzu büyütmekte değil, hazırlıklı olarak, kimseyi feda etmeyen bir plan çerçevesinde ortak kaynaklarımızı harekete geçirerek ve korkuyu paylaşarak ve azaltarak hayata geçireceğiz. Ötesi var mı? Ölümü değil yaşamı kutsayan bir düzen, corona belki de bu düzenin çığırtkanlığını yapıyor olamaz mı?
Serdar Bahçe (soL)
9 notes
·
View notes