#tarihi tehlikeler
Explore tagged Tumblr posts
Text
Nova Gorica'da İkinci Dünya Savaşı'na Ait Bombaların Bulunması
Nova Gorica’daki Tarihi Patlayıcılar Sivil Koruma Dairesi’nden Srecko Sestan, basına yaptığı açıklamada, Nova Gorica’daki bir inşaat alanında daha önce İkinci Dünya Savaşı’na ait 7 adet bombanın bulunduğunu belirtti. Bu durum, bölgedeki savaşın bıraktığı izlerin hala gün yüzüne çıkmakta olduğunu gösteriyor. Sestan, “Umarım bu sonuncudur” diyerek, benzer bulguların yaşanmaması temennisinde…
#İkinci Dünya Savaşı#bombalar#Nova Gorica#patlamamış bombalar#savaş kalıntıları#sivil koruma#Slovenya#tahliye#tarihi tehlikeler
0 notes
Text
İspanya - İsviçre Maçı: İki Farklı Futbol Felsefesi Aynı Sahada
Avrupa futbolunun iki güçlü temsilcisi olan İspanya ve İsviçre, sahada farklı futbol anlayışlarını karşılaştıracak. Teknik becerilerin ve takım oyunlarının ön planda olduğu bu karşılaşma, futbolseverlere keyifli anlar vaat ediyor. İşte İspanya-İsviçre maçının analizi.
Rekabetin Tarihi
İspanya ve İsviçre, geçmişte hem Dünya Kupası hem de Avrupa Şampiyonası gibi büyük turnuvalarda karşı karşıya geldiler. Bu maçların en dikkat çekenlerinden biri, İsviçre’nin 2010 Dünya Kupası’ndaki sürpriz galibiyetiydi. Ancak genel anlamda İspanya, bu eşleşmede üstünlüğünü korumayı başardı. Yine de İsviçre, son yıllarda yükselen grafiğiyle, sahada her zaman ciddiye alınması gereken bir rakip olduğunu kanıtladı.
Takım Durumları
İspanya: Tiki-taka futbolunun mucidi olan İspanya, yıllar içinde bu tarzı modernize ederek hücum çeşitliliğini artırdı. Genç yetenekler ve tecrübeli yıldızlar arasında dengeli bir kadroya sahip olan İspanya, topa sahip olma oyununda rakiplerine üstünlük kurmayı hedefliyor. Takımın liderliğini Pedri ve Rodri gibi isimler üstlenirken, teknik direktörün oyuncu rotasyonu da dikkatle takip ediliyor.
İsviçre: İsviçre ise daha çok organize ve disiplinli bir oyun anlayışını benimsemiş durumda. Savunmada hata yapmayan ve hızlı hücumlarla sonuca gitmeye çalışan takım, Granit Xhaka ve Xherdan Shaqiri gibi deneyimli isimlere güveniyor. İsviçre’nin temel avantajı, takım oyunundaki disiplin ve fiziksel dayanıklılığı.
Taktiksel Yaklaşım
İspanya’nın topa sahip olma ve kısa paslarla rakip savunmayı yıpratma taktiği, bu maçta da ön planda olacak. İsviçre ise İspanya’nın oyununu bozarak orta sahada sert bir mücadele vermeyi ve hızlı hücumlarla gol aramayı tercih edecektir. Ayrıca İsviçre’nin duran toplarda yaratabileceği tehlikeler, İspanya için dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta.
Kilit Oyuncular
İspanya: Pedri, Rodri, Alvaro Morata
İsviçre: Granit Xhaka, Xherdan Shaqiri, Manuel Akanji
Bu oyuncuların bireysel yetenekleri ve saha içindeki liderlikleri, maçın sonucunda belirleyici olabilir.
Sonuç Beklentisi
İspanya’nın favori olduğu bu karşılaşmada, topa sahip olma oranları ve yaratıcılık fark yaratabilir. Ancak İsviçre’nin disiplinli savunması ve kontra ataklardaki başarısı, maçın sonucunu tahmin edilemez hale getiriyor.
İspanya ve İsviçre arasındaki bu maç, futbolun farklı felsefelerinin ve stratejilerinin çarpıştığı unutulmaz bir mücadeleye sahne olacak gibi görünüyor.
0 notes
Text
Binlerce İnsanın Ölümüne Neden Olan En Büyük Volkanik Patlama
Volkanik patlamalar, dünya üzerindeki en güçlü doğal olaylardan biri olarak bilinir. Bu yazıda, volkanik patlamaların ne olduğunu, tarihteki en büyük patlamaları, insanların bu olaylardan nasıl etkilendiğini, doğal afetlerle ilişkisini, gelişme ve büyüme sürecini, jeolojik ve atmosferik değişiklikleri, günümüzdeki volkanik tehlikeleri ve önleme ile hazırlık yöntemlerini ele alacağız. Keyifli okumalar!
Volkanik Patlama Nedir?
Volkanik patlama, volkanın içindeki basınçlı gazların, lavın veya kaya parçalarının patlaması ile meydana gelen doğal bir olaydır. Bu patlamalar sırasında, volkanın taşıdığı malzemeler yüksek hızda atmosfere fırlar ve çevreye zarar verir. Volkanik patlamaların şiddeti, volkanın yapısına ve içerdiği malzemelere bağlı olarak değişebilir. Volkanik patlamalar, tarihteki en büyük doğal felaketlerden biri olarak kabul edilir. Milyonlarca yıl öncesine dayanan volkanik patlamalar, dünyanın yüzey şeklinin oluşmasında ve canlıların evriminde önemli rol oynamıştır. Ancak günümüzde, volkanik patlamalar hala ciddi bir tehlike oluşturmakta ve insanların hayatını etkileyebilmektedir. Volkanik patlama riskine karşı alınabilecek önlemler arasında, volkanik aktiviteyi izlemek, tehlike altındaki bölgelerdeki insanları uyarmak ve acil durum planları hazırlamak bulunmaktadır. Ayrıca, volkanik patlamalara karşı dayanıklı bina yapıları inşa etmek ve insanları doğru şekilde bilgilendirmek de bu konudaki önlemler arasında yer almaktadır.
Tarihteki En Büyük Patlama
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük patlamalardan biri, MÖ 1815 yılında gerçekleşmiştir. Bu büyük patlama, Endonezya'da bulunan Tambora Yanardağı'nın patlaması sonucu meydana gelmiştir. Tambora'nın patlamasıyla 100,000 kişi hayatını kaybetmiş ve küresel düzeyde ciddi etkiler meydana gelmiştir. Patlama sonrası küresel ısınma, iklim değişiklikleri, dünya genelinde ekonomik krizler ve tarım felaketleri yaşanmıştır. Bunun sonucunda bu yıl "Yoksul Yılı" olarak tarihe geçmiştir. Milyonlarca insanın açlıkla mücadele ettiği bu dönem, dünya tarihinin en büyük doğal felaketlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Tambora'nın patlaması, insanlık tarihinin doğal afetlerle ilişkisini ve insanların bu tür felaketlerden nasıl etkilendiğini gözler önüne sermiştir. Sonuç olarak, tarihteki en büyük patlama insanlık üzerinde derin ve uzun vadeli etkiler bırakmıştır.
İnsanların Etkilenme Süreci
, volkanik patlama gibi doğal afetlerin insanlar üzerindeki etkileri oldukça büyük olabilir. Bu tür olaylar sırasında, insanlar fiziksel, duygusal ve ekonomik olarak etkilenebilirler. Özellikle volkanik patlamalar, patlamanın gerçekleştiği bölgede yaşayan insanlar için ciddi tehlikeler oluşturabilir. Bu nedenle, insanların etkilenme süreci birçok farklı boyuttan değerlendirilmelidir. Volkanik patlamaların etkisi altında kalan insanlar genellikle fiziksel sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalabilirler. Patlama sırasında ortaya çıkan kül ve gazlar, solunum yollarını etkileyebilir ve ciddi hastalıklara neden olabilir. Ayrıca, lav akışları ve yanardağ patlamaları, çevredeki yapıları ve altyapıyı ciddi şekilde etkileyebilir ve insanların yaşamını tehlikeye atabilir. Ayrıca, volkanik patlamaların ardından ortaya çıkan yangınlar ve toprak erozyonu gibi doğal afetler, insanların tarım ve hayvancılık gibi geçim kaynaklarını da ciddi şekilde etkileyebilir. Bu durum, insanların ekonomik olarak da olumsuz etkilenmesine neden olabilir. Dolayısıyla, volkanik patlamaların etkileri insanların yaşamını birçok farklı açıdan etkileyebilir.
Doğal Afetlerle İlişkisi
konusuna giriş yapmadan önce, doğal afetlerin ne olduğunu anlamak önemlidir. Doğal afetler, jeolojik veya atmosferik kaynaklı, insanları, mülkleri ve çevreyi olumsuz etkileyen olaylardır. Depremler, seller, fırtınalar ve volkanik patlamalar gibi olaylar doğal afetlere örnektir. Bu afetler, insanların yaşamlarını ve toplumları ciddi şekilde etkileyebilir. Bu bağlamda, doğal afetlerin volkanik patlamalarla ilişkisi üzerine düşünmek önemlidir. Volkanik patlamalar, lav akıntıları, küller, gazlar ve püskürme sonucunda oluşan diğer malzemeler nedeniyle ciddi hasara ve can kaybına yol açabilir. Ayrıca, volkanik patlamaların tetiklediği depremler, tsunamiler ve diğer doğal afetler ortaya çıkabilir. Bu nedenle, volkanik patlamaların doğal afetlerle ilişkisi çok karmaşık ve önemlidir. Doğal afetlerle ilişkili olarak, önleme ve hazırlık yöntemleri de büyük önem taşır. Volkanik patlamaların etkileri konusunda toplumun bilinçlendirilmesi, afet yönetimi planları oluşturulması, acil durum hazırlıklarının yapılması ve sürdürülmesi gerekmektedir. Doğal afetlerin etkilerini en aza indirmek için bilimsel verilere dayalı stratejiler geliştirilmesi ve uygulanması kritik öneme sahiptir.
Gelişme Ve Büyüme Süreci
doğal bir afet olan volkanik patlamalar, dünya üzerindeki jeolojik süreçlerin bir parçasıdır. Volkanik patlamalar, yeryüzündeki dağların oluşumuna, değişimine ve büyümesine katkıda bulunabilir. Bununla birlikte, patlamalar aynı zamanda volkanik alanlarda yaşayan insanlar ve ekosistemler üzerinde de ciddi etkilere sahip olabilir. Volkanik patlamalar, dünya üzerindeki tektonik plakaların hareketi tarafından tetiklenir. Magmanın yeryüzüne yükselmesi ve volkanik aktivitenin artmasıyla birlikte, dağlar ve volkanlar oluşmaya başlar. Bu süreç, milyonlarca yıl içinde, dağların yükselmesi, erozyonun etkisi altında kalması ve tekrar yükselmesi gibi döngülerle devam eder. Bu döngü, dünya üzerindeki coğrafi ve jeolojik özelliklerin oluşumunda rol oynar. Volkanik Aktivite Dağ Oluşumu Jeolojik Değişimler Magma yükselmesi Yüksek dağ oluşumu Erozyon etkisiyle şekil değişimi Patlamalar Eğimli tepelerin oluşumu Jeolojik katmanların değişimi Lav akışı Volkanik adaların oluşumu Yeni yeryüzü oluşumu Volkanik patlamaların gelişme ve büyüme süreci, dünya üzerindeki doğal afetlerin ve jeolojik değişimlerin nasıl birbirine bağlı olduğunu gösterir. Bu sürecin anlaşılması, volkanik tehlikelere karşı daha etkili önleme ve hazırlık yöntemlerinin geliştirilmesine katkıda bulunabilir.
Jeolojik Ve Atmosferik Değişiklikler
Jeolojik ve atmosferik değişiklikler volkanik patlamaların oluşumunda etkili olan faktörlerin başında gelmektedir. Jeolojik değişiklikler, yer kabuğunun hareketleri sonucunda magma odalarının oluşmasına, volkanik aktivitenin artmasına neden olabilmektedir. Ayrıca, atmosferdeki değişiklikler de volkanik patlamaların şiddeti ve etkisi üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Özellikle büyük ölçekli patlamaların ardında gelen kül ve gaz bulutları atmosferde ciddi değişikliklere yol açabilmektedir. Jeolojik ve atmosferik değişikliklerin volkanik patlamaları nasıl etkilediğini anlamak için tarih boyunca yaşanan büyük patlamaların incelenmesi gerekmektedir. Örneğin, tarih boyunca yaşanan en büyük patlama olan Tambora volkan patlaması, atmosferdeki değişiklikler nedeniyle küresel ölçekte iklim değişikliklerine yol açmış ve dünya genelinde ciddi etkiler bırakmıştır. Bu nedenle, jeolojik ve atmosferik değişikliklerin volkanik patlamalar üzerindeki etkisi büyük bir öneme sahiptir. Bu faktörlerin detaylı bir şekilde incelenmesi ve anlaşılması, volkanik patlamalardan kaynaklanan olası zararların minimize edilmesi adına büyük bir öneme sahiptir. Ayrıca, bu değişikliklerin insanlar üzerindeki etkisi de göz önünde bulundurulmalı ve gelişmiş doğal afet önleme ve hazırlık yöntemleri oluşturulmalıdır.
Günümüzdeki Volkanik Tehlike
günümüzde hala büyük bir tehlikedir. Dünya üzerinde aktif olan birçok volkan bulunmaktadır ve bunlardan herhangi biri aniden patlayabilir. Volkanik patlamalar, yeryüzünde ciddi hasara ve can kaybına yol açabilir. Bu nedenle, volkanik tehlikeye karşı her zaman hazırlıklı olmak önemlidir. Volkanik patlamalar genellikle magma, gaz ve külün yüzeye fırlatılmasıyla oluşur. Bu patlamalar sırasında, lav akışları, küller, püskürmeler ve toprak kaymaları gibi çeşitli tehlikeler ortaya çıkabilir. Bu nedenle, volkanik patlamaların neden olduğu hasarı azaltmak için önceden plan yapmak ve önlemler almak hayati önem taşır. Günümüzde, birçok ülke ve bölge, volkanik patlamalara karşı hazırlık ve önleme çalışmaları yapmaktadır. Eğitimli uzmanlar, felaket durumlarında nasıl hareket edileceği konusunda halkı bilinçlendirmekte ve acil durum planları oluşturulmaktadır. Bu sayede, volkanik patlamaların olası etkileri minimize edilmeye çalışılmaktadır.
Önleme Ve Hazırlık Yöntemleri
Volkanik patlamalar, doğal afetler arasında en yıkıcı olanlardan biridir. Bu nedenle, volkanik patlama riski altında yaşayan topluluklar için önceden belirlenmiş önleme ve hazırlık yöntemleri oldukça önemlidir. Bu tür bir afetten korunmak için ilk adım olarak, yetkililerin toplumu sürekli olarak bilgilendirmesi gerekmektedir. Potansiyel tehlike altında olan bölgelerde yaşayan insanların doğru bilgilere sahip olmaları, riskleri azaltmak adına oldukça önemlidir. Ayrıca, afet durumunda neler yapmaları gerektiği konusunda eğitim almaları da hayati önem taşımaktadır. Read the full article
0 notes
Text
Dikilitaş siyaseti ve siyasetçisi - Burak Kurtcebe
Kıbrıs’ın tarihsel ve stratejik önemini kavramadan, Kıbrıs dışında bir hayat, bir siyaset olduğunu anlamadan, emperyalizmin ada üzerindeki hakimiyet politikasını da görmeden Kıbrıs Tarihi ya da Kıbrıs siyaseti ile yapacağımız tüm değerlendirmeler eksik kalıyor… Adanın bölünmüşlüğü yüzünden ortaya çıkan Dikilitaş siyaseti ve siyasetçisi Kıbrıslı Türkler açısından büyük tehlikeler yaratmaya gebe ne…
View On WordPress
0 notes
Text
İş Sağlığı ve Güvenliğinin Tarihi
İş sağlığı ve güvenliğinin tarihi, günlük yaşantımıza yeni kazandırılan bir kavram olsa da varoluşu insanların yerleşik hayata geçişi, birlikte yaşamayı öğrenmesi kadar eskidir. Örgütsel davranış bilincinin ortaya çıkışını incelerken, iş kazalarını önlemek için farkında olmadan alınan tedbirlerle karşılaşılmaktadır.
Dünya’da İş Sağlığı ve Güvenliğinin Tarihi Gelişimi
Bugünkü anlamda iş sağlığı ve iş güvenliği olarak sayılabilecek çalışmalar ilk olarak eski Roma’da gözlemlenmiştir. Bu dönemde birçok bilim insanı bugün bile geçerli sayılabilecek, çalışanların sağlık ve güvenliğine yönelik öneri ve savlar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan ünlü tarihçi Heredot ilk kez çalışanların verimli olabilmesi için yüksek enerjili besinlerle beslenmeleri gerektiğine değinmiştir. Hipokrates ilk kez kurşun zehirlenmesini tanımlamış, halsizlik, kabızlık, felçler ve görme bozuklukları gibi belirtileri saptamış ve bulguların kurşun ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymuştur M.Ö. 200 yıllarında Hipokrates‟in çalışmalarını daha da geliştiren Nicander, kurşun koliği ve kurşun anemisini (kansızlık) incelemiş ve bunların özelliklerini tanımlamıştır. Bu dönemde yapılan çalışmalar sağlık ve güvenlik sorunlarının saptanması ve tanımı ile sınırlı kalmamış, zararlı etkilerden korunma yöntemleri de geliştirilmiştir. Nitekim M.S. 23 ile 79 yılları arasında yaşamış olan Plini, çalışma ortamındaki tehlikeli tozlara karşı çalışanların korunması amacıyla maske yerine geçmek üzere başlarına torba geçirmelerini önermiştir. Juvenal ise, özellikle demircilerde görülen göz yakınmaları ve göz hastalıklarının yapılan işten kaynaklandığını, sürekli olarak ayakta çalışanlarda varislerin oluşabileceğini açıklamıştır. İpucu; Georgius Agricola (1494-1555), ilk mineroloji bilgini olarak bilinir ve bazı zehirlerin etkilerini belirlemiş, koruyucu önlemler ileri sürmüştür. Paracelsus, maden işletmelerinde işyeri hekimi olarak çalıştığı yıllarda dünyada ilk iş hekimliği kitabı olan ''De Morbis Metallicis''i yazmıştır. Bu kitapta, pnömokonyoz olarak bilinen kronik akciğer hastalıklarının klinik tablosunu çizmiştir. ''Her madde zehirdir. Zehir ile ilacı ayıran dozdur." diyerek toksikolojinin temelini atmıştır. Hipokrat (M.O. 466-379) ilk kez kurşunun zehirli etkilerinden bahsetmiş ve kurşun koliğini tanımlamıştır. Halsizlik, kabızlık, felçler ve görme bozuklukları gibi belirtileri saptamış ve bulgularını kurşun ile ilişkilendirmiştir. 1633-1714 yılları arasında yaşayan iş sağlığı ve güvenliği konusunda önemli çalışmalar yapan İtalyan Bemardino Ramazzini, 1713 yılında ''De Morbis Artificum Diatriba (Çalışanların Hastalıkları)'' adlı kitabı yayınlamıştır. Hekimlere hastalarına ne iş yaptığını sormalarını öğütleyerek iş sağlığı ile ilgili önemli katkıları olan bir tıp doktorudur. Sanayi Devrimi Bireysel ve işletme kapsamında iş sağlığı ve güvenliği alanında alınan önlemler ne kadar eskiye dayandırılsa da temelde, konuya yönelik kapsamlı çalışmalar, Sanayi Devrimi ile toplumsal boyut kazanmış ve önemi anlaşılmıştır. Sanayinin gelişmemiş olduğu dönemlerde İş Güvenliği haliyle bir problem olarak görülmemiştir. Faaliyet alanlarının artması, işlemlerin karmaşıklaşması, üretimde kullanılan malzemelerin çeşitlenmesi, sonucunda tehlikeler çoğalmış, konu ile ilgili sistemli çalışmaların yapılmasını, kanun ve kuralların konulmasını, gerekli hale getirmiştir. İş sağlığı ve güvenliği kapsamında alınan önlemler sadece insan hayatı ile sınırlı kalmayıp sanayileşme ve sürdürülebilir gelişmişlik düzeyini sağlamak için işverenleri ve sermayelerini, üretim adına yapılan yatırımları da korumayı amaçlamıştır. İş dünyasında çalışan çok sayıda insan, büyük miktarlar tutan malzeme, makine, araç ve gereç, çevre ve iş dünyası ile ilgisi olmayan milyonlarca insanın hayatı ve mutluluğu bu kapsamda düşünülmesi gereken unsurlar arasındadır. Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla, 1700'lü yılların ikinci yarısında buhar makinelerinin keşfi ile fabrikalar kurulmaya başladı. Sanayileşme ile birlikte sanayi bölgelerine yoğun göçler başlamış ve bu durum sağlıksız koşullarda barınmayı beraberinde getirmiştir. Kötü koşullar, yetersiz beslenme, uzun süreler çalışma, aşırı yorgunluk, çocuk yaştaki işçilerin çokluğu ve olumsuz çevre koşullarının bir araya gelmesi salgın hastalıkları, çalışanların sağlıklarının bozulmasını, sakatlıkları ve ölümleri kaçınılmaz kılmıştır. Sanayi Devrimi ile başlayan bilimsel teknolojik gelişmeler sonucu çalışanların sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olacağı hiç düşünülmeden birçok kimyasal madde üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemdeki üretim araç ve yöntemlerinin niteliği üretimde kullanılan zararlı ve zehirli maddelerin gaz ve dumanlarının çalışma ortamına yayılmasına neden olmuştur. İş yerlerinde sağlık ve güvenlik yönünden hiçbir önlem alınmadığından çalışma ortamındaki yoğunluğu büyük miktarlara varan bu maddelere uzun süre maruz kalan işçilerin sağlığı önemli ölçüde bozulmuş ve meslek hastalıklarına yakalanarak yaşamlarını yitirmelerine neden olmuştur. Sanayi Devrimi’nin yarattığı olumsuz çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, çalışanların sağlığını korumak ve iş güvenliğini sağlamak amacıyla birçok yasal, tıbbi ve teknik çalışma yapılmıştır. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin bir bilim olarak gelişmesi bu dönemde yapılan çalışmaların sonucunda olmuştur. 19. Yüzyılda İş Sağlığı ve Güvenliği On dokuzuncu yüzyıldan itibaren Sanayi Devrimi’nin yarattığı olumsuz çalışma koşullarının düzeltilmesinin sağlanması amacıyla sendikalar, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili yasaların hazırlanması ve yaptırımlar uygulanması konusunda çeşitli etkinliklerde bulunmuşlardır. Daha on sekizinci yüzyılda Avrupa’da gelişmeye başlayan sosyal güvenlik ilkeleri on dokuzuncu yüzyılda yaygınlaşmış, çeşitli sigorta kurumları kurulmuş ve iş kazaları ile meslek hastalıkları sigortası uygulanmaya başlanmıştır. Dünyadaki meslek hastalıkları ve iş kazalarının önlenmesine yönelik çalışmalarda sendikaların katkıları yanında, 1919 yılında faaliyetine başlayan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) “Milletler Cemiyeti”ne bağlı olarak bu konuda önemli çalışmalar yapmış ve 1946 yılında Birleşmiş Milletler ile imzaladığı anlaşma sonucu bir uzmanlık kuruluşu durumuna gelmiştir Uluslararası Çalışma Örgütü‟nün (ILO) en önemli çalışma alanlarından biri çalışma yaşamı ve sosyal koşullarla ilgili uluslararası standartları oluşturmaktır. Bugüne kadar oluşturduğu çok sayıda uluslararası sözleşme ve tavsiye kararlarının özellikle 70 tanesi işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgilidir. Uluslararası sözleşmeler onaylayan ve taraf olan devletler açısından bağlayıcıdır ve sözleşmeyle tanınan hakların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede hazırlanan uluslararası sözleşmeler ve devletin yayınladığı tebliğlere rağmen, işyerinde gerekli tedbir ve önlemlerin alınmaması sebebiyle yaşanılan kazalarda, yaralanmalı sonuçlarda ya da risk içeren çalışma koşullarında, çalışana, bunu yönetime bildirmesi ancak bir sonuç alamaması durumunda devlete bildirebilme hakkına sahip olması sağlanmıştır.
Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliğinin Tarihi Gelişimi
Ülkemizde yaşanan olumsuz ekonomik koşullar ve sanayileşmenin Avrupa ülkelerine göre daha yavaş ilerlemesi bu alanda yapılan çalışmaları da geciktirmiştir. İş güvenliğinin ülkemizde değer kazanması sanayideki kalkınmamıza paralel olarak ilerlemiştir. Sanayileşmenin yoğunluk kazanması ile meslek hastalıkları ve iş kazalarında yaşanan olumsuzluklar önlem alma zorunluluğunu doğurmuş, eğitim düzeyinin artması ve toplumun bu konuda bilinçlemeye başlaması ile bilikte de çözümler aranmaya başlanmıştır. İpucu: Osmanlı döneminde, sosyal güvenlik anlayışınını ilk örneklerinden çalışanların ailelerine ve çalışanlara yardım etmek amacıyla ihtiyat ve Teavün Sandığı adıyla yardımlaşma sandıkları kurulmuştur. İş sağlığı ve güvenliğinin tarihsel gelişimi Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri olmak üzere iki ayrı dönemde incelenmiştir. Bu dönemdeki ilk çalışma 1865 yılında Ereğli kömür havzalarında çalışan işçilere yönelik olarak çıkarılan Dilaver Paşa Nizamnamesi’ dir ve ikinci önemli belge ise; 1869 yılında düzenlenen Maadin Nizamnamesi’ dir. Ancak Dilaver Paşa Nizamnamesi’ ne göre daha kapsamlı hükümler getirmiş olsa da Maadin Nizamnamesi de işverenler tarafından uygulanmamıştır 1908 yılında kurulmasına izin verilen sendikaların, iş sağlığı iş güvenliği sorunlarını gündeme getirmelerine karşın somut olarak hiçbir ilerleme sağlanamamış ve ağır çalışma koşulları düzeltilememiştir 10.9.1921 tarihinde çıkarılan 151 sayılı “Ereğli Havza-i Fahmiye Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun” ile de kömür ocaklarında iş kazalarına karşı işverenlerin gerekli önlemleri almalarını zorunlu tutarak, kaza geçiren işçilere de gerekli maddi yardımın yapılmasını öngörmekteydi. Madenlerde günlük çalışma süresinin sekiz saatle sınırlandırması ise, kanunun getirdiği en önemli düzenlemeydi. Cumhuriyet Dönemi İş Sağlığı ve Güvenliği Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çalışma haklarının korunması ile ilgili ilk önlem Cumhuriyet’ in kuruluşundan önce 1921 tarihine rastlar. Bu yıllarda, Bağımsızlık Savaşımızda kullanılan tek enerji kaynağı kömür olduğundan, kömür üretiminin kesintisiz sürdürülmesi büyük önem kazanmıştır Bu yasayla, kömürden arta kalan kömür tozlarının satılması ile elde edilecek gelirin işçilerin gereksinimleri için ayrılması sağlanmıştır. Cumhuriyet dönemine bakıldığında, 1921 yılında konu ile ilgili başlayan çalışmaların günümüzde revize edilerek daha güvenli ve sağlıklı çalışma ortamlarının yaratılması için ara verilmeksizin devam ettiği görülmektedir. Türkiye'de cumhuriyet döneminde ilk kez, İŞÇİ sağlığı ve iş güvenliği konusunu ayrıntılı ve sistemli olarak düzenleyen kanun 3008 Sayılı İş Kanunudur. 1946 yılında Çalışma Bakanlığı’nın kurulması İş güvenliği ve İş sağlığı konusunda en önemli aşama olarak görülmektedir 36 . Çalışma Bakanlığı tarafından, çalışma yaşamı konusunda yetiştirilmek üzere ikisi ekonomi, biri de hekim kökenli olmak üzere 3 genç eleman sınavla seçilerek yurt dışına gönderilmiştir. Hekim olarak sınavı kazanan Dr. İsmail Topuzoğlu 1947 – 1951 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde iş sağlığı alanında çalışmalar yapmıştır. Ülkeye döndükten sonra İSGÜM’ün kuruluşunda büyük rol oynamıştır. İpucu: Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Avrupa İş Sağlığı ve Güvenliği Ajansı (EU-OSHA), Günümüze kadar pek çok yasa çıkarılmıştır. 2003 tarihinde 4857 sayılı İş Yasası yürürlüğe girmiştir. Bunu takiben 16.06.2006 tarihli 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası kabul edilmiştir. 4857 sayılı İş Yasasıyla birlikte ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği mevzuatımız da değişmiş, ancak 30 Haziran 2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile de İş Güvenliğine ilişkin yeni düzenlemeler getirilmiştir.
Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin yasal çerçeve, halen yürürlükte olan Anayasa’nın çalışma hayatının düzenlenmesiyle ilgili 18, 49, 50, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 60, 61, 62 ve 173. maddelerinde bulunmaktadır. Bunlardan 50. maddede hiç kimsenin yaşına cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılmayacağı, 56. Maddede ise herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Türkiye ILO'ya 1932 yılında üye olmuş olmasına karşın ILO tarafından kabul edilmiş sözleşmelerin çoğuna HENÜZ taraf değildir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından tarafından Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren ve 1919 yılında kurulan ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization – ILO)) ile bugüne kadar 59 Sözleşmesi onaylanmıştır. ILO ile ilişkiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı koordinasyonu ve temsili aracılığı ile yürütülmektedir. Türkiye tarafından onaylanan ILO sözleşmeleri kanun hükmü özelliğine sahiptir. Bu nedenle ILO sözleşmeleri çalışma dünyasında büyük bir öneme sahip bulunmaktadır. Bu yüzden tüm çalışanlar, işverenler ve diğer paydaşlar ILO sözleşmelerini takip etmeleri ve bu konuda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. İş sağlığı ve güvenliği kapsamında başlatılan düzenlemeler Cumhuriyet öncesi döneme dayanıyor olmasına karşın, yasal düzenlemeler ve mevcut mevzuatların, günümüzde yaşanan iş kazaları ve meslek hastalıkları verilerine bakıldığında yetersiz kaldığı görülmektedir. İpucu: Dr. Muzaffer Aksoy (1915-2001), ayakkabıcılar üzerindeki istatistiki çalışmaları neticesinde benzenin lösemiye yol açtığı gerçeğiniortaya çıkarmıştır. Dr. Refik Saydam (1881- 1942), tifo, dizanteri, veba ve kolera aşıları ile tetanos ve dizanteri serumlarını kurduğu Bakteriyoloji Enstitüsü'nde üretilmesiyle ilgili çalışmaları vardır. Dr. Nusret Fişek (1914-1990) ilk tıp bilimleri felsefe doktorudur. Tetanoz toksoidi konusunda uluslar arası başarı kazanmıştır. Kaynak: Online İSG Eğitimi'nden alnıtı yapılmıştır Read the full article
0 notes
Text
🔹️Insanlık tarihi boyunca iyiler ve kötüler hep var olmuştur olmayada devam edecek.
Habil ve Kâbil ile başlayan bu döngü günümüze kadar devam ediyor kıyamete kadarda devam edecek.
Kötülerin en belirgin özelliklerinden bir kaçı arasında;
Nankörlük
Hainlik
Yalakalık
Bencillik
Şiddete meyilli yapısı
Bozuk karakter sahibi olmaları vs.
Ülkemizin yönetiminde özelllikle son yıllarda yukarıda saydığım özellikleri taşıyan zaatlar iş başında bulunuyor.
Bu kötü özelliklere ilave olarak;
Insana saygı yok
Çevreye saygı yok
Kadına saygı yok
Çocuklar açık tehlikeler altında
Millî birlik ve beraberlik açık tehlike altında
Tarihimize geçmişimize saygı sıfır
Bu berbat özellikleri taşıyan zaatlar halen daha bu ülkeyi yönetiyor ve yönetmeye devam edecekler.
Nankörlük vasfını en güzel şekilde taşıyan zatı muhterem aynı zamanda tarihçilerin yazdığı gerçek tarihî olayları bile saptırarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanabiliyor.
Son örneklere bakacak olursak Ayasofya tarihi bir eserdir uygun şartlar yerinde görülmüş ve müze yapılmıştı.
Bu ne demektir ;
Tarihe saygı
Insanlığa saygı
Çevreye saygı
Kendi inancın dışındaki inançlara saygı
Geçmişe ve geleceğe saygı demektir.
Fatih sultan Mehmet; bu devasa eseri müze yaparak koruma altına alan yegane tek insan,tek öndere değil
savaşarak aldığı bu kutsal vatan topraklarını parayla satanlara beddua etmiştir.
Tarihi doğru kaynaklardan öğrenmek gerekiyor işin tek gerçeği bu şekilde bu konuda geçen pazar yazmıştım.
🔹️Şimdi yüzyıllar öncesine giderek Muaviye diye adlandırılan bir zaat'a bakalım.
Islâm coğrafyasında ilk ayrılıkçı devleti (Emevi devletini) kuran nankör hain bir yaratık.
Gerçeği bilmek gerçekten acı veriyor insana ama ülkemizde bize yaşatılmak istenen din emevi dinidir.
Gerçek islamla alakası yok.
Biz Türk olarak Turkiye'li olarak kendi güzel adetlerimizide bu kutsal dine katarak yaşamaya çalışıyoruz ama dediğim gibi emevi kafası taşıyanlar bu asil milleti rahat bırakmıyorlar.
Muaviye denilen zaat kürsüye çıkıp kendine tabi olmayan diğer müslümanlara beddua ederdi günümüzde bunun aynı birebir örneklerini görüyoruz.
🔹️Osmanlı yıkılmış,osmanlı toprakları işgal edilmiş ne ege kalmış ne doğu ne kuzey nede istanbul.
Hanedan kaçmış halk yoksul halk çaresiz ve sefil.
Allah'ın Türk milletine verdiği büyük ödül; Mustafa Kemal Atatürk tüm bu olumsuzluklarla canıyla kanıyla dişiyle tırnağıyla mücadele ederek yeni baştan bir ülke imar ediyor.
🔹️Fatih sultan Mehmet'ten sonra istanbul ikinci kez feth ediliyor. yani Mustafa Kemal Atatürk tarafından hazırlanan misaki milli sınırlarımızı içeren Lozan anlaşması sonucu düşman işgalinden kurtarılarak tekrar vatan topraklarına katılıyor.
Günümüzdeki emevi kafalı zaatlar şimdi kalkmış tırnağı dahi afedersiniz boku dahi olamayacakları Mustafa Kemal Atatürk'e laf ediyorlar.
🔹️Yeryüzündeki en basit insanlar kimdir diye soracak olursanız vereceğim cevap şudur;
Dilinden dini terimleri düşürmeyen zavallı aptal gerizekalı insanlardır.
Sanane benim dinimden bana ne senin dininden.
"Ben seçtiysem seni o koltukta otur ve bana hizmet et benim yaşam kalitemi yükselt diye seçtim seni gel benim inancımla uğraş diye seçmedimki seni"
Son olarak şunu belirtmek istiyorum;
Gericiler,yobazlar,softalar,şeyhler,şıhlar,vakıfcılar Mustafa Kemal Atatürk'le boşuna uğraşmayın onu koruyan onu ölümsüz kılan bir Allah"ı var.
Selam sevgi ve saygılarımla.
Güzel günler aydınlık yarınlar diliyorum./ÖZGÜRCE 💙🇹🇷
4 notes
·
View notes
Text
Ne güzel özetlemiş !
Türkiye kuşatılıyor derken, sadece sınırlarımızdaki gelişmelere işaret etmiyorduk. Uzak gibi görünen yakın tehlikeler vardı. Şimdi her şey daha iyi anlaşılıyor.
Aylardır kendi aramızda ülkemizin hâl ve gidişatını konu��uyoruz. Gerçi bir yere gittiğimiz yok. Üstümüze geliyorlar.
Batı dünyası, tarihî derinliği olan husumetine yeni bir öfke eklemiş durumdadır. Kendi kararlarımızı almamız, başımızın çaresine bakmaya çalışmamız belli ki kara kızgınlığa neden olmuştur. Türkiye’nin umuda dönüşmesini engellemeye çalışıyorlar. Devlet aklını hataya zorluyorlar. Bize düşen, düşmemektir.
Batılı güçler, son üç asırda, milletimizin ve devletimizin her başarısını cezalandırmıştır. Bir örnek verelim: Türk - Yunan Harbi’nden muazzam bir zaferle çıktık. (1897) Hemen peşinden Girit elimizden alındı. İstiklâl Mücadelesi’nin sonuçları da az çok böyle olmadı mı?
‘Devlet aklını hataya zorluyorlar’ bahsini biraz açalım. Son yıllarda doğu illerimizin nüfus yapısı endişe verici şekilde değişti, değişiyor. Siirt’ten Iğdır’a kadar geniş bir coğrafyadan bahsediyoruz. Birlik ve beraberlikten yana olanlar göçe zorlanıyor. Mesela üç yıl içinde Van ilinden kaç bin insan ayrıldı, bilen var mı? Bu büyük oyunu küçük bir partinin veya silahlı örgütün tek başına kurması mümkün değildir. Üst akıl kimdir, nerededir? Devlet aklı bu konuda niye tutulmuştur?
Amerika, sınırlarımızın sıfır noktasında, bir ayağı ve iki gözü ülkemizde olan terör ordusu kurdu, büyütüyor. Her türlü modern silahı, gelişmiş teknolojiyi onların emrine verdi, veriyor. Şimdi iki paragrafı ve bilgiyi birleştirip yeniden okuyalım.
Bu da üçüncü olsun: Batı dünyasıyla gerilen ilişkiler. Sanki olmasını bekledikleri ve destekledikleri bir şeye erkenden mazeret arıyorlar. Daha da ileri gidecekler. Öyle görünüyor.
Doç. Dr. İbrahim Kalın’dan: “Tarihi, geçmişte yaşanmış olayları öğrenmek için değil, bugünümüzü anlamlandırmak ve geleceğimize şekil vermek için okuruz.” Lütfen okuyunuz: Balkan topraklarının kaybedilmeden önceki son yılları.
TÜRKİYE’NİN UMUDA DÖNÜŞMESİ
Yaşadıklarımızı bir siyasî liderin kişisel, partisinin kurumsal kavgası olarak görenler, göremeyenlerdir. Düşmanlığın ve rekâbetin kör ettiği insanlardan olamayız. Falanca gitsin de kim gelirse gelsin demek, insan onuruna ve millet haysiyetine aykırıdır. Sorun olarak görülen, Türkiye’nin tâ kendisidir.
Ülkemize yönelik her türlü yıkıcı faaliyet, ne yazık ki içerden de destek buluyor. Milletin evlatları ile menfaatin çocukları arasındaki mücadele bitmez. Biz bu satırları yazarken, sosyal medyada, hainliği tescilli biri için özgürlük kampanyası yapılıyordu.
Batı ülkeleriyle yaşanan gerginliği ‘seçim yatırımı’ olarak görenlere ise diyecek bir sözümüz yoktur. Belki dua: Allah bu kardeşlerimize basiret ve feraset versin.
İslâm âleminin hâli ortadadır. Müslümanlar dünyanın her yerinde açık tehdit altındadır. Üstelik bu saldırıların hiçbir cezaî müeyyidesi bulunmamaktadır. Kaba kelimeler kullanmak istemeyiz. Coğrafyamızı oyun hamuruna çevirdiler. Her gün yüzlerce ferdimizi kaybediyoruz. Bu kadar kayba rağmen cenaze namazı görüntüsü, haberi neden gelmiyor? Bu acı hakikat bize ne anlatıyor?
Yeni tanıştığımız bir Azeri kardeşimizle Karabağ meselesini konuşuyoruz. “Azerbaycan halkı vallahi size bakmaktadır” dedi. Çok etkilendim. Arakan’dan Filistin’e kadar hangisi bize bakmıyor ki? Bu soru, bizi, yazımızın başındaki cümleye tekrar götürüyor: “Türkiye’nin umuda dönüşmesini engellemeye çalışıyorlar.” Çünkü batı dünyasının bölgemizde yapacağı işler ve değiştireceği şeyler henüz bitmedi.
Türkiye umut olmaktan nasıl çıkarılır? Olumsuz imaj çalışmasını biliyoruz. Eli kanlı darbecilerle dahi işbirliği yapanlar, seçimle gelmiş olana ‘diktatör’ demekte herhangi bir sakınca görmüyor. İkinci adımları itibar suikastleri olacak. Bu bekleniyordu zaten.
BÜTÜNLÜĞÜMÜZÜ KORUMAK
İyilerin dostluğunu ve kötülerin düşmanlığını kazanmak, tehlikeli olmakla beraber kıymetlidir. Ülkemiz şu an bu vaziyettedir.
Birbirinden ayrı gibi görünse de değildir: Kardeşlerimizi korumanın yolu, bütünlüğümüzü korumaktan geçiyor.
/İbrahim Tenekeci
47 notes
·
View notes
Text
YENİ DÜNYA GÖRÜŞÜM
Ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman, ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz. O hâlde dünde ya da yarında değil bugünde, şu anda yaşamayı akıl edin
Silivri’den çıktıktan, ardından Fatma’nın kaybıyla yaşadığım travma ve başıma gelen acı ve tatlı bir yığın şeyden sonra, hayatımın şu son evresinde belki de son paradigma (dünyayı algılama merceği) değişimini yaşıyorum. Okurlarım bilir, ben birkaç kez paradigma değiştirdim; dönekliğimle övünürüm; yanlış olduğu anlaşılana yanlış demeyi erdem sayarım.
Niye paradigma değişimi yaşıyorum? Bunun hâlâ (az bir ihtimalle de olsa) Silivri’ye dönebileceğim endişesiyle ilgili olduğunu sanmıyorum. Aslında Silivri o kadar da kötü bir tecrübe değildi; hayat muhasebesini teşvik etti. (Ömer, Fatma’ya “Silivri iyi gelir” demiyor muydu?) Ama oradan hoşlandığımı da hiç söyleyemem. Doğrusu Ahmet’i anlamakta biraz güçlük çekiyorum; Mümtazer’i, Mustafa’yı, Osman’ı çok iyi anlıyorum. Yeni dünya görüşümde belki yaş icabı geçirmekte olduğum biyolojik ve ruhsal değişimlerin de etkisi var. Ama esas neden, olan biten üzerine düşününce vardığım sonuçlar. Her neyse, zihnimde paradigma (genel teori) değişikliği yaşadığım bir vakıa. Değişimin ana belirleyicilerini şu noktalarda toplayabilirim:
İnsanlığı ve içinde yaşadığım toplumu, topluluklar (sınıf, halk, millet, etnik grup, din, ümmet, mezhep, vs. vs.) temelinde anlamaya çalışmayı artık beyhude olarak görüyorum. Nihayet dank ettim ki bütün bu kategoriler bireylerden oluşuyor ve temel aktör birey. (Demek ki liberalliğim de yüzeyselmiş; temel aktörün birey olduğunu biliyorum sanıyormuşum ama bilmiyormuşum). Muhakkak ki toplulukların hepsi de birer aktör, ama en temelde birey var. Onun için ne ekonomi, ne sosyoloji, ne siyaset bilimi, ne şu ne bu, belki psikoloji esas bilme aracı. Artık bana öyle geliyor.
Silivri’ye kadar inanıyordum ki (nasıl yapabildim?) insanlar, bireyler iyi ya da renksiz doğarlar, onları toplum (kendi –değişen- değerlerine göre) iyi veya kötü yapar. Artık öyle düşünmüyorum. Doğuştan, genlerinden iyi ve kötü olanlar olabilir. İnsanın insanın kurdu olduğu bir gerçek. Uygarlık dediğimiz şey de esas olarak bunu (kurtluğu) denetim altına alma uğraşı, ama bir türlü yerleşemiyor. İki adım ileri, bir adım geri; ya da bir adım ileri iki adım geri gidiyoruz.
Tarihi “son kertede” bireyler yapıyor; hepsinden önce de bireylere yön veren fikirleri üreten bireyler. Locke, Rousseau, Marx, Popper ve diğerleri olmadan bugün içinde yaşadığımız dünya anlaşılabilir mi? Ya o fikirleri uygulayanlar olmadan? Lincoln olmasa ABD olur muydu? Obama’nın ABD’si ile Trump’ın ABD’si aynı şey midir? Churchill olmasaydı Britanya olur muydu? Tony Blair I ile II arasındaki farkı bir düşünün. Fransa, Robespierre gibi bir “çatlak”sız anlaşılabilir mi? Alman tarihinden Hitler ile Merkel’i çıkarabilir misiniz? Bu kişiler koca Almanya’yı birbirinin zıddı kılmadılar mı? Franco’suz, Kral I. Juan Carlos olmadan İspanya anlaşılabilir mi? Michelangelo ve Rafael’siz; Stefania Sandrelli ve Monica Bellucci’siz İtalya olur mu? I. (Deli, Büyük) Petro, Lenin, Stalin, Gorbaçov, Putin olmadan Rusya olur muydu? Ya Maosuz, Dengsiz Çin?.. Bize gelirsek: Fatih ve Kanuni olmasaydı Osmanlı olur muydu? II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal’siz Türkiye’den söz edilebilir mi? Atatürk bize (muhakkak ki istemeden) Erdoğan’ı hediye etmedi mi? Bu kadar örnek ne demek istediğime yetiyor olmalı…
Şimdilerde çok şey öğrendiğim bir arkadaşım, Stephen Jenkinson adında bir Newage filozofu dikkatime getirdi. (Sonunda buna pişman oldu ya… o başka.) Jenkinson’dan benim anladığım şu: Genç, orta yaşlı ve yaşlı / çok sağlıklı, az sağlıklı ve sağlıksız olarak hepimizin ortak olduğu bir gerçek var: Ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman, ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz, bilemeyiz. O hâlde dünde ya da yarında değil bugünde, şu anda yaşamayı akıl edin… Jenkinson’a gelinceye kadar tabii ki Ömer Hayyam var: “Hayat bir mucize, hayata bir kez geliyorsun, tadını çıkar!” demiyor mu büyük düşünür? Ve pratik filozof dostum Nuri ha bire kafama vurmuyor mu: Oğlum artık geçmiş için keşke demek, gelecekten kuşku duymak yok!
Evet, insan herhangi bir davaya (bir şeyi keşfetmek, bir şeyi icat etmek, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeyi / kişiyi sevmek, vs.) inanmadan yaşayamıyor. Ne var ki, insan yaşadıkça görüyor ki, zamanla her şey değişiyor, dün doğru görünen bugün farklı görünebiliyor. Dolayısıyla yanlış çıkabilecek toptan çözümler yerine, düzeltilebilecek kısmi çözümler daha mantıklı değil mi? Herhangi bir dava, hele siyasi bir dava uğruna büyük sıkıntılar, eziyetler çekmeye; bu uğurda yıllarını sürgünlerde, zindanlarda geçirmeye ya da can vermeye değer mi? Bunu tercih etmiş olan yakın arkadaşlarıma olanca saygımla, o yollardan geçmiş biri olarak da, bunu soruyorum bugün kendi kendime. İster bunu saygı duyulacak bir soru olarak görün, ister görmeyin; kabul edin ki böyle bir soru var ortada: Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve daha nice arkadaşımın benimsedikleri dava uğruna canlarını vermelerine değdi mi? Şu ülkenin, şu dünyanın geldiği yere bir bakın!!! Hayatta kalsalar farklı düşünmeyecek miydiler? Hunharca öldürülen büyük yazarımız Sabahattin Ali’ye yazık olmadı mı? “Sen yanmasan, ben yanmasam…” deyip yıllarca zindanlarda çürümüş, çok sevdiği ülkesinden sürgün yaşayıp yaban ellere gömülmüş büyük şairimiz Nazım Hikmet’e içim yanmasın mı? Evet, toplumu, dünyayı daha adil, daha özgür kılmak soylu davalar, ama insan aynı zamanda kendi yaşamının değerini de bilmemeli mi? Naçiz tecrübelerimden çıkardığım sonuç şu: inançlar / görüşler konusunda temkinli olmakta, kuşku duymakta yarar var. Erdemli atasözü de “yoğurdu üfleyerek yeyin” demiyor mu?
Gelecek belirsiz. Hayatımda duyduğum en büyük, en yıkıcı palavra tarihin kanunları olduğu ve toplumların önceden belirli bir geleceğe doğru ilerledikleri palavrasıydı. Kendimi bu palavranın kurbanları arasında gördüğüme daha önceki bir yazımda değinmiştim. Önce komünist olarak sınıfsız toplumun, sonra da liberal olarak hür ve eşit bireyler toplumunun kaçınılmaz olduğu gibi bir saçmalığa maalesef inandım. Artık inanmıyorum. Tahmin edeceğiniz gibi çevremde hâlâ bu tür ya da benzer saçmalıklara inananlar, yakınlarım var. Bunlara göre, dünya da Türkiye de iyiye gidecek, gitti, gidiyor… Devamlı umut pompalıyorlar. Biri bana (abartmıyorum) tam olarak dedi ki, “Yaz tahtaya: Ocak ayında bu ülkede ezan artık böyle dayak atar gibi okunmayacak!…” İnşallah haklıdır hepsi. Ben hep geleceği okumakta başarısız kaldığımdan olacak, onların (cennet kapının arkasında) iyimserliğine kanamıyorum. Bakın kapı komşumuz Putin ne yaptı? 2036’ya kadar Rusları ihya (!) etmeye devam edecek. Reyiz niye yapamasın? Bir arkadaşım diyor ki: Z kuşağı! Z kuşağı nedir onu da pek bilmiyorum, ama ona daha çok zaman olduğunu biliyorum en azından.
Anlayacağınız, şu günlerde benim büyük derdim, cezaevlerinde çürüyen binlerce suçsuz günahsız insanların verdiği üzüntü, sıkıntı, iç daralması… Küçük derdim, atın ölümü arpadan olabilir ama aptalca şu Korona’dan gitmeyeyim; tekrar Silivri’ye tıkılmayayım; aklanayım, pasaportumu alayım, Stockholm’e, Londra’ya, Karadağ’a, Kavala’ya gideyim… Göremediğim yerleri göreyim, yapamadığım şeyleri yapayım…
Fatma hayatta olsaydı, bana hayli kızacak ama sonunda aklın başına geldi deyip memnun olacaktı. Bir yakın dostum ise bana çok öfkeleniyor, kafayı yemek üzere olduğumdan şüpheleniyor. Hâlâ beni aslında her şeyin iyiye gittiğine inandırmaya çabalıyor. (Ortaçağ’la bugünkü dünya aynı mıymış, mesela… İyi de bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikeler o günden çok daha büyük değil mi?) Ben de diyorum ki, yahu sen ifade özgürlüğüne inanmıyor musun? Herkes düşündüğünü söylerse belki birlikte, ortak çabamızla gerçeğe ulaşabiliriz demiyor muyduk? Ben yanılıyor olabileceğimi kabul ediyorum, sen niye etmiyorsun?
TEMMUZ 19, 2020 | P24*
ŞAHİN ALPAY | YENİ DÜNYA GÖRÜŞÜM
#Şahin Alpay#yenileme#Siyasal Düşünce#Ahmet Altan#Cemaat#15 Temmuz#Yeni Fikirler#Gülen Cemaati#P24#Eleştirel Bakış#İbrahim Kaypakkaya#Mahir Çayan#Türk Solu#Liberal Sol#Silivri#Cezaevi Günlükleri#Zaman Gazetesi#Köşe Yazarları
0 notes
Text
Erdoğan: Hiç kimse ülkemizin bu coğrafyadaki mevcudiyetinden rahatsız olmamalı
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Türk-Katar Birleşik Müşterek Kuvvet Komutanlığı kardeşlik, dostluk, dayanışma ve samimiyetin timsalidir. Muadilleri gibi çıkar temelli, hegemonyacı bir zihniyetin ürünü asla değildir. Bu üssün kapatılmasını talep edenler, ülkemizin Katar'ın kara gün dostu olduğunu hala idrak edemeyenlerdir." dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, resmi ziyaret için geldiği Katar'da Türk-Katar Birleşik Müşterek Kuvvet Komutanlığı Tarık bin Ziyad Kışlası'nı ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmaya tüm katılımcıları selamlayarak başlayan Erdoğan, "Sözlerimin hemen başında vatanımızın bağımsızlığı uğruna hayatlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmetle yad ediyorum. Aynı kutlu dava yolunda mücadele ederken yaralanan gazilerimize ülkem ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum." ifadelerini kullandı. "82 milyonun duası daima sizinledir" Erdoğan, sınır içinde ve dışında Türkiye'nin bekası, milletin güvenliği, dost ve kardeş ülkelerin huzuru için fedakarca görev yapan tüm emniyet güçlerine Allah'tan başarı dileyerek, "Sizlere tüm Türkiye'nin selamlarını, sevgilerini getirdim. 82 milyonun her bir ferdinin duası daima sizinledir. Sizler burada 2 bin 200 senelik mazisiyle dünyanın en köklü ordularından olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin şerefli birer mensubu olarak görev yapıyorsunuz. Her biriniz aynı zamanda Türk milletinin temsilcileri olarak bu topraklarda bulunuyorsunuz. Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başkomutan olarak her birinizi tek tek gözlerinizden öpüyorum." diye konuştu. Yüksek Stratejik Komite 5'inci Toplantısı vesilesiyle bir araya gelmekten bahtiyarlık duyduğunu söyleyen Erdoğan, bugün Katarlı muhataplarıyla verimli, başarılı ve samimi görüşmeler yaptıklarını dile getirdi. Erdoğan, geçen yıl İstanbul'da aldıkları kararların takibini gerçekleştirdiklerini belirterek, "İkili ilişkilerimizi stratejik bir perspektifle daha da güçlendirme irademizi tekrar teyit ettik. İmzaladığımız yeni anlaşmalarla iş birliğimizi daha da perçinledik." şeklinde konuştu. "Katar halkının gönüllerinde taht kurdunuz" Katar ile askeri, güvenlik ve savunma sanayisi alanındaki ortak projelerin ikili münasebetlerin omurgasını teşkil ettiğine dikkati çeken Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Katar'ın güvenliğini ülkemizin güvenliğinden asla ayrı tutmuyoruz. Sizler bu alandaki çok yönlü iş birliğimizin sahadaki en net nişaneleri durumundasınız. Katar'ın askeri kurumlarının modernizasyonu, askeri eğitim ve öğretim alanında iş birliğinin çeşitlendirilmesi, tatbikat, eğitim ve öğretim vasıtasıyla savunma kabiliyetlerinin geliştirilmesi amacıyla bu topraklardasınız. Gerilimlerin arttığı bir dönemde bölgesel ve küresel barışa katkı sağlamak maksadıyla Katar'dasınız. 2015 yılından beri müştereken icra ettiğiniz eğitim ve tatbikatlarda Katar Silahlı Kuvvetlerine önemli katkılarda bulundunuz. Varlığınızla Körfez ülkeleriyle 2017'de başlayan krizden sonra Katarlı kardeşlerimizin huzur ve güveninin teminatı oldunuz. Duruşunuzla, vakarınızla Katar halkının gönüllerinde taht kurdunuz. Türk-Katar Birleşik Müşterek Kuvvet Komutanlığı kardeşlik, dostluk, dayanışma ve samimiyetin timsalidir. Muadilleri gibi çıkar temelli, hegemonyacı bir zihniyetin ürünü asla değildir. Bu üssün kapatılmasını talep edenler, ülkemizin Katar'ın kara gün dostu olduğunu hala idrak edemeyenlerdir." Tarihin hiçbir döneminde dostlarını tehditler ve tehlikeler karşısında yalnız bırakmadıklarını ve bırakmayacaklarını ifade eden Erdoğan, "Türkiye olarak köklü bağlarımızın bulunduğu Körfez bölgesinin barış, güvenlik ve istikrarına büyük önem atfediyoruz. Bu bölgenin huzurunun, tüm Orta Doğu'nun istikrarı bakımından anahtar rol oynadığına inanıyoruz. İşte sizlerin buradaki varlığı sadece kardeş Katar'ın değil, bütün Körfez bölgesinin istikrarına ve barışına da hizmet etmektir. Hiç kimse ülkemizin bu coğrafyadaki mevcudiyetinden rahatsız olmamalıdır. Sizler, Katar başta olmak üzere tüm bölgede gelecekte özellikle takdirle anılacak tarihi bir görev icra ediyorsunuz. Bu vesileyle Körfez bölgesinde iki buçuk yıldır devam eden krizin bir an evvel çözülmesini temenni ediyorum." değerlendirmesinde bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, iki yıl önce de komutanlığı ziyaret etttiğini hatırlatarak, bu sürede katedilen mesafenin göğsünü kabarttığını söyledi. Komutanlığın daimi olarak konuşlanacağı yeni Tarık Bin Ziyad Kışlası'nın inşasının tamamlandığını dile getiren Erdoğan, "Bu kışlamızın adını da Savunma Bakanımızdan öğrendim, o da yeni isim inşallah Halid bin Velid adıyla orası anılacak, hayırlı olsun." dedi. Erdoğan, tefrişatın bitmesinin hemen ardından yeni kışlaya intikal edileceğini büyük memnuniyetle öğrendiğini dile getirerek, "Kışlanın komutanlığımızın her türlü ihtiyacına cevap verecek şekilde en modern teknolojiyle inşa edildiğini biliyorum. Sizlere bu imkanları sağladıkları ve bugüne kadar güçlü destek verdikleri için Katarlı dostlarımıza, kardeşlerimize teşekkür ediyorum. Sizler Katarlı kardeşlerimize emanetsiniz, Katarlı kardeşlerimiz de sizlere emanet. Biz emanete canımız pahasına sahip çıkan bir milletiz. Bu anlayışla her birinizin emanete hakkıyla sahip çıkacağına inanıyorum." şeklinde konuştu. Birliğin tüm mensuplarını selamlayan Erdoğan, "Sınır boylarımızda, dağlarımızda, Suriye'de, Irak'ta, Afganistan'da, Balkanlar'da, Lübnan'da, Somali'de, ihtiyaç duyulan her yerde görev yapan, bağımsızlığımızın, güvenliğimizin ve huzurumuzun teminatı tüm askerlerimize şükranlarımı sunuyorum. Rabbim sizleri her türlü beladan, kazadan, saldırıdan muhafaza eylesin, yar ve yardımcınız olsun diyor, hepinizi Allah'a emanet ediyorum, kalın sağlıcakla." ifadelerini kullandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasının ardından Halid bin Velid Kışlası'nı gezerek incelemelerde bulundu. Erdoğan, üsse geldiğinde askeri manga tarafından karşılandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Katar'dan ayrıldı Cumhurbaşkanı Erdoğan, özel uçak "TUR" ile saat 18.30'da Katar'ın başkenti Doha'dan ayrıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Doha Hamad Uluslararası Havalimanı'ndan, Katar Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Halid bin Muhammad el-Atiyye ve Türkiye'nin Doha Büyükelçisi Fikret Özer ile büyükelçilik yetkilileri tarafından uğurlandı. Erdoğan ile Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Muharrem Kasapoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ve MİT Başkanı Hakan Fidan da Katar'dan hareket etti. Read the full article
0 notes
Text
FETÖ'nün gerçek yüzünün anlatıldığı 'The Network' belgeselinin İstanbul galası yapıldı
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının başlattığı proje çerçevesinde, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) gerçek ve karanlık yüzünü anlatmak amacıyla hazırlanan "The Network (Ağ)" isimli belgesel filmin İstanbul galası, TRT Ulus Yerleşkesinde gerçekleştirildi. TRT Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü İbrahim Eren, TRT World tarafından hazırlanan belgeselin gösterimi öncesi yaptığı konuşmada, 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimine değinerek, "FETÖ'cü teröristler meydanlara çıkan insanlarımıza, tanklar ve jetlerden ayrım gözetmeden ateş ederek katliam yaptılar. 251 çok kıymetli insanımız şehit düştü, yüzlerce de gazimiz var." dedi. Halkın iradesiyle seçilmiş hükümetin kontrolünü ele geçirmek ve Türkiye'nin son yıllarda ivmelenen demokrasi kazanımlarını silip atmak amacıyla darbe girişimi yapıldığını belirten Eren, "15 Temmuz'u 16 Temmuz'a bağlayan o uzun gecede, FETÖ'nün gerçekleştirdiği darbe girişimine karşı, halkımız yaşlı-genç demeden, kadın-erkek demeden cesur ve muazzam bir direniş sergiledi." değerlendirmesini yaptı. "15 Temmuz'u unutmayacağız, unutturmayacağız" Eren, Türk demokrasi tarihi için de 15 Temmuz'un büyük bir dönüm noktası olduğunu vurgulayarak, "Darbecilerin öncelikli işgal listesinde yer alan ve saldırıya uğrayan kurumlardan biri olarak o geceyi asla unutmayacağız, unutturmayacağız." diye konuştu. Gala gösteriminin yapıldığı yerin de büyük bir anlam taşıdığını ifade eden Eren, "Ulus yerleşkemizde bulunan helikopter pisti, darbecilerin kurumumuzu basmak için geldikleri ve halkımızın direnciyle karşılaştıkları zaman kaçtıkları nokta. TRT World ve TRT Arabi gibi uluslararası yayın yapan kanallarımızla küresel rekabette yarışırken, Türkiye'nin bakışını ve hassasiyetlerini duyurmak gibi çok önemli bir görevimiz var. Bu bilinçle hareket ediyoruz. Biraz sonra beraber izleyeceğimiz belgesel de bu bilincin ürünü." ifadelerini kullandı. "The Network" 9 farklı dilde izleyiciyle buluştu Eren, "The Network" belgeseliyle FETÖ'nün gerçek yüzünü ve küresel çapta ne denli büyük bir tehdit olduğunu dünya kamuoyuna aktarmayı amaçladıklarını söyledi. Bu amaçla Rusya, Japonya, Amerika, Türk Cumhuriyetleri ve birçok Avrupa ülkesinde etkinlikler gerçekleştirdiklerini anlatan Eren, sözlerini şöyle sürdürdü: "Daha önce TRT bünyesindeki tüm kanallarımızda yayınlanan birçok belgesel ve haber paketinde, o geceyi ve ardındaki hain yapılanmayı etraflıca anlattık. Farklı dillerde yaptığımız yayınlarla, konferanslarla, forumlarla ve kitaplarla FETÖ'yle ve küresel ortakları tarafından yürütülen dezenformasyon ile etkin mücadele ettik. Bizler Türkiye'de FETÖ'nün hastalıklı ideolojisini ve sinsi amaçlarını çok iyi biliyoruz. Uluslararası arenada ise örgüt, bir takım devletlerin ve çıkar gruplarının desteği ile yıllardır yürüttüğü PR çalışmaları neticesinde gerçek yüzünü gizlemeyi hala başarabiliyor." Eren, FETÖ'nün çirkin yüzünü tüm dünyaya anlatabilmek adına belgeselin İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Portekizce, Arapça, Rusça, Boşnakça ve Arnavutça olmak üzere 9 dilde izleyici ile buluştuğunu ve buluşmaya devam edeceğini dile getirdi. "FETÖ'yü dünyaya anlatmaya devam edeceğiz" Belgeselin Brüksel, Londra, New York, Saraybosna, Priştina, Paris ve Roma'da gösteriminin yapıldığına işaret eden İbrahim Eren, "Biz kararlıyız. FETÖ'yü dünyaya anlatmaya devam edeceğiz. Çünkü, FETÖ konusundaki küresel farkındalığın artırılması ve örgütün maskesinin tüm dünyada düşürülmesi önceliklerimiz arasında." şeklinde konuştu. Yönetmenliğini Ömer Faruk Tunç'un yaptığı "The Network" belgeseli, 15 Temmuz Pazartesi günü 16.00'da TRT World kanalında izlenebilecek. FETÖ'nün gerçek yüzü Roma ve Kosova'da anlatıldı İtalya'nın başkenti Roma'da da "The Network" belgeseli gösterilerek, FETÖ'nün gerçek ve karanlık yüzü anlatıldı. Roma Yunus Emre Enstitüsü'nün binasındaki belgesel gösterimi öncesinde konuşan Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Murat Salim Esenli, FETÖ tarafından planlanan, örgütün ordu içine sızdırılmış mensuplarınca girişilen 15 Temmuz darbe teşebbüsünün "Türkiye'nin bir gecede maruz kaldığı en kanlı terör saldırısı niteliği taşıdığını" söyledi. Büyükelçi Esenli, 15 Temmuz darbe girişiminin bertaraf edilmesinde en büyük payın Türk halkına ait olduğunu vurgulayarak, "Türk halkı, kendi iradesi üzerinde bir güç tanımadığını, devletini ve demokratik kazanımlarını korumak için canını vermeye hazır olduğunu o gece tüm dünyaya gösterdi." dedi. Öte yandan Kosova'nın başkenti Priştine'de gerçekleştirilen belgeselin gösterimine ise, Türkiye'nin Priştine Büyükelçisi Çağrı Sakar'ın yanı sıra Türk ve Kosova kurumlarının temsilcileri ile farklı şehirlerden yüzlerce Kosovalı katıldı. Büyükelçi Sakar, burada yaptığı konuşmada, 15 Temmuz 2016'da karanlık emellerini gün yüzüne çıkaran FETÖ terör örgütüne karşı mücadeleyi kararlı bir şekilde sürdürdüklerini belirterek, bu belgeselin Kosovalıların karşı karşıya kaldığı tehditler hakkında da bilgi verdiğini anlattı. 15 Temmuz şehit ve gazilerinin demokrasiyi korumak adına yaptığı fedakarlığı asla unutmayacaklarını vurgulayan Sakar, "Bu terör örgütünün sadece Türkiye için değil, Kosova da dahil olmak üzere faal olduğu tüm ülkeler için ciddi tehlikeler yarattığını bir an bile aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini bir kez daha yinelemek istiyorum." ifadelerini kullandı. Büyükelçi Sakar, FETÖ'nün Türkiye'ye zarar verdiği gibi Kosova'ya da zarar vermesine izin verilmemesi için bu ülkedeki yetkililere de çağrıda bulundu.
Read the full article
0 notes
Text
ÖNEMLİ GELİŞME
Edit: Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan’a atfen 9 ve 10 Mart tarihlerinde ve BTS 1 No’lu Şube Müdürü Veysel Akbayer’e atfen 10 Mart tarihinde yayınlanan haberler dikkate alınarak 11 Mart 2019 11:59′da güncellenmiştir. Gebze Halkalı Hattı’nın açılışına dair önümüzdeki süreçte gelecek çeşitli açıklamalar dikkate alınarak ilave güncellemeler yapılabilir.
6 Mart 2019 tarihinde yayınlanan Sol Gazetesi’nin haberinde Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS) Başkanı Hasan Bektaş’ın Marmaray’la ilgili işaret ettiği olası tehlikeler tek tek sıralandıktan sonra, "Sonuç olarak yönetmeliklerle belirlenmiş testler ve personelin eğitimleri tamamlanmadan, teknolojik eksiklikler giderilmeden, dile getirdiğimiz sorunlar giderilmeden Marmaray yeterlilik sertifikasyonu verilerek hattın demiryolu trafiğine açılmasından siyasi iktidar, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ve TCDD bürokratlarının yanında hatta sertifikasyon veren kurum da sorumlu olacaktır. Yolcuların, çalışanların can güvenliği açısından afişlerle ilan edilen 10 Mart 2019 tarihindeki açılışın durdurulmasını talep ediyoruz" dediği ve kendilerine herhangi bir geri dönüş yapılmadığını ama bir gün önce yaptığı açıklamalardan sonra
“her yere asılan 10 Mart açılış tarihinin afişlerden kaldırıldığı”nı söylediği belirtilmiş(http://haber.sol.org.tr/turkiye/gebze-halkali-marmaray-hattinda-tehlike-buyuk-kazalara-neden-olabilir-257970). Sol Gazetesi 9 Mart 2019 13:02′de yayınladığı haberinde kurum içinden aldığı bilgiye dayanarak Marmaray Halkalı - Gebze Hattı’nın “12 Mart 2019″ tarihinde açılacağını mimlemiş(http://haber.sol.org.tr/turkiye/halkali-gebze-marmaray-hattinin-acilis-tarihi-belli-oldu-258180). Aynı gün içinde 17:23′de yayınlanan Sözcü Gazetesi haberinde ise, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan’ın bir gün önce yaptığı açıklamaya dayandırılarak
YHT’nin Gebze - Halkalı hattının “gelecek hafta içinde”
Marmaray’ın Gebze - Halkalı hattının “iki hafta içinde”
açılacağı ifade edilmiş(https://www.sozcu.com.tr/2019/ekonomi/halkali-gebze-hatti-yarin-acilmiyor-3847801/).
Bir gün sonra “10 Mart 2019”da Anadolu Ajansı’nın yayınlanan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan’ın açıklamasında
Gebze-Halkalı demir yolu hattının “12 Mart”ta hizmete açılacağı
vurgulanmış olmakla birlikte, herhangi bir YHT ve Marmaray ayrımı/vurgusu göze çarpmamakta. Tabiatıyla “12 Mart” itibarıyla söz konusu güzergahta her ikisinin de mi seferlerine başlayacağı, yoksa içlerinden bir tanesi seferlerine başlayacağı için mi “hattın açılması” olarak ifade edildiği meçhul (https://www.aa.com.tr/tr/politika/gebze-halkali-demir-yolu-hatti-12-mart-ta-acilacak/1413888).
Aynı gün Amerikanın Sesi’nden Tan Çetin’e açıklama yapan BTS 1 No’lu Şube Başkanı Veysel Akbayer tarafından söz konusu hatta var oluduğu ileri sürülen “7 vahim eksiklik” tek tek vurgulanıp , hattın açılması için 3 aya ihtiyaç duyulduğu vurgulanmış (https://www.amerikaninsesi.com/a/gebze-halkali-marmaray-hatti-henuz-hazir-degil/4822423.html).
BTS’nin açıklamasında işaret ettiği hususlar nedeniyle mi, yoksa bir
“sabotaj ve/veya terör eylemi”
riski nedeniyle mi ötelendiğini bilemem. Ama her halulakarda hattın 10 Mart 2019 tarihinde açılmaktan vazgeçilmesine sevindim.
Ancak bir hususa değinmeden edemeyeceğim.
Cemaatin “teknik takibi fiziken mümkün olmayan akslarda örtülü olarak istihbari iletişimi”ni tesis ettikleri “terör eylemi”lerinden birinin hedefi olarak Marmaray/YHT’nin Gebze Halkalı hattını mimlediklerinin sezildiğini 7 Mart 2019 tarihinde Çarpış(a)ma! başlığıyla yayınladığım deşifre analizde vurgulamıştım(http://fetvayadiren.tumblr.com/post/183295441732/çarpişama).
Söz konusu analizde
“sonrasında görülen ilk şafak”
kavramına kendi kriptolojisinde ziyadesiyle vurgu yaptığını mimlediğim cemaatin bir terör eylemi riskinin yüksek olduğunu vurguladığım tarihlerden biri ezoterik zeminde çok, ama çok güçlü yansıması olan
“11 Mart”
idi. Açılışın ötelendiği vurgulanan “12 Mart 2019″ tarihi
“11 Mart 2019′dan sonra görülen ilk şafak”a
tekabül etmekte ve analizde vurgulanan riskli tarihlerden biriydi.
TCDD bünyesinde ciddi boyutta bir şakird temizliği yapılmadan 31 Mart yerel seçimlerinden öncesinde Marmaray Halkalı - Gebze hattının açılmasının yüksek risk arz ettiği kanaatindeyim.
Yaptıkları teknik vurgular doğruysa söz konusu eksikliklerin giderilmemesi geri dönüşü olmayacak bir dramın önüne geçilmesi için BTS’nin uyarısı mutlaka ciddiye alınmalıdır. Yok eğer maddi gerçekle zinhar örtüşmüyorsa, o takdirde de bir “ön algı tohumlaması”nın yapılmakta olması ihtimal dahilindedir.
0 notes
Text
İş Sağlığı ve Güvenliğinin Tarihi
İş sağlığı ve güvenliği, günlük yaşantımıza yeni kazandırılan bir kavram olsa da varoluşu insanların yerleşik hayata geçişi, birlikte yaşamayı öğrenmesi kadar eskidir. Örgütsel davranış bilincinin ortaya çıkışını incelerken, iş kazalarını önlemek için farkında olmadan alınan tedbirlerle karşılaşılmaktadır.
Dünya’da İş Sağlığı ve Güvenliğinin Tarihi Gelişimi
Bugünkü anlamda iş sağlığı ve iş güvenliği olarak sayılabilecek çalışmalar ilk olarak eski Roma’da gözlemlenmiştir. Bu dönemde birçok bilim insanı bugün bile geçerli sayılabilecek, çalışanların sağlık ve güvenliğine yönelik öneri ve savlar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan ünlü tarihçi Heredot ilk kez çalışanların verimli olabilmesi için yüksek enerjili besinlerle beslenmeleri gerektiğine değinmiştir. Hipokrates ilk kez kurşun zehirlenmesini tanımlamış, halsizlik, kabızlık, felçler ve görme bozuklukları gibi belirtileri saptamış ve bulguların kurşun ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymuştur M.Ö. 200 yıllarında Hipokrates‟in çalışmalarını daha da geliştiren Nicander, kurşun koliği ve kurşun anemisini (kansızlık) incelemiş ve bunların özelliklerini tanımlamıştır. Bu dönemde yapılan çalışmalar sağlık ve güvenlik sorunlarının saptanması ve tanımı ile sınırlı kalmamış, zararlı etkilerden korunma yöntemleri de geliştirilmiştir. Nitekim M.S. 23 ile 79 yılları arasında yaşamış olan Plini, çalışma ortamındaki tehlikeli tozlara karşı çalışanların korunması amacıyla maske yerine geçmek üzere başlarına torba geçirmelerini önermiştir. Juvenal ise, özellikle demircilerde görülen göz yakınmaları ve göz hastalıklarının yapılan işten kaynaklandığını, sürekli olarak ayakta çalışanlarda varislerin oluşabileceğini açıklamıştır. İpucu; Georgius Agricola (1494-1555), ilk mineroloji bilgini olarak bilinir ve bazı zehirlerin etkilerini belirlemiş, koruyucu önlemler ileri sürmüştür. Paracelsus, maden işletmelerinde işyeri hekimi olarak çalıştığı yıllarda dünyada ilk iş hekimliği kitabı olan ''De Morbis Metallicis''i yazmıştır. Bu kitapta, pnömokonyoz olarak bilinen kronik akciğer hastalıklarının klinik tablosunu çizmiştir. ''Her madde zehirdir. Zehir ile ilacı ayıran dozdur." diyerek toksikolojinin temelini atmıştır. Hipokrat (M.O. 466-379) ilk kez kurşunun zehirli etkilerinden bahsetmiş ve kurşun koliğini tanımlamıştır. Halsizlik, kabızlık, felçler ve görme bozuklukları gibi belirtileri saptamış ve bulgularını kurşun ile ilişkilendirmiştir. 1633-1714 yılları arasında yaşayan iş sağlığı ve güvenliği konusunda önemli çalışmalar yapan İtalyan Bemardino Ramazzini, 1713 yılında ''De Morbis Artificum Diatriba (Çalışanların Hastalıkları)'' adlı kitabı yayınlamıştır. Hekimlere hastalarına ne iş yaptığını sormalarını öğütleyerek iş sağlığı ile ilgili önemli katkıları olan bir tıp doktorudur. Sanayi Devrimi Bireysel ve işletme kapsamında iş sağlığı ve güvenliği alanında alınan önlemler ne kadar eskiye dayandırılsa da temelde, konuya yönelik kapsamlı çalışmalar, Sanayi Devrimi ile toplumsal boyut kazanmış ve önemi anlaşılmıştır. Sanayinin gelişmemiş olduğu dönemlerde İş Güvenliği haliyle bir problem olarak görülmemiştir. Faaliyet alanlarının artması, işlemlerin karmaşıklaşması, üretimde kullanılan malzemelerin çeşitlenmesi, sonucunda tehlikeler çoğalmış, konu ile ilgili sistemli çalışmaların yapılmasını, kanun ve kuralların konulmasını, gerekli hale getirmiştir. İş sağlığı ve güvenliği kapsamında alınan önlemler sadece insan hayatı ile sınırlı kalmayıp sanayileşme ve sürdürülebilir gelişmişlik düzeyini sağlamak için işverenleri ve sermayelerini, üretim adına yapılan yatırımları da korumayı amaçlamıştır. İş dünyasında çalışan çok sayıda insan, büyük miktarlar tutan malzeme, makine, araç ve gereç, çevre ve iş dünyası ile ilgisi olmayan milyonlarca insanın hayatı ve mutluluğu bu kapsamda düşünülmesi gereken unsurlar arasındadır. Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla, 1700'lü yılların ikinci yarısında buhar makinelerinin keşfi ile fabrikalar kurulmaya başladı. Sanayileşme ile birlikte sanayi bölgelerine yoğun göçler başlamış ve bu durum sağlıksız koşullarda barınmayı beraberinde getirmiştir. Kötü koşullar, yetersiz beslenme, uzun süreler çalışma, aşırı yorgunluk, çocuk yaştaki işçilerin çokluğu ve olumsuz çevre koşullarının bir araya gelmesi salgın hastalıkları, çalışanların sağlıklarının bozulmasını, sakatlıkları ve ölümleri kaçınılmaz kılmıştır. Sanayi Devrimi ile başlayan bilimsel teknolojik gelişmeler sonucu çalışanların sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olacağı hiç düşünülmeden birçok kimyasal madde üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemdeki üretim araç ve yöntemlerinin niteliği üretimde kullanılan zararlı ve zehirli maddelerin gaz ve dumanlarının çalışma ortamına yayılmasına neden olmuştur. İş yerlerinde sağlık ve güvenlik yönünden hiçbir önlem alınmadığından çalışma ortamındaki yoğunluğu büyük miktarlara varan bu maddelere uzun süre maruz kalan işçilerin sağlığı önemli ölçüde bozulmuş ve meslek hastalıklarına yakalanarak yaşamlarını yitirmelerine neden olmuştur. Sanayi Devrimi’nin yarattığı olumsuz çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, çalışanların sağlığını korumak ve iş güvenliğini sağlamak amacıyla birçok yasal, tıbbi ve teknik çalışma yapılmıştır. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin bir bilim olarak gelişmesi bu dönemde yapılan çalışmaların sonucunda olmuştur. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren Sanayi Devrimi’nin yarattığı olumsuz çalışma koşullarının düzeltilmesinin sağlanması amacıyla sendikalar, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili yasaların hazırlanması ve yaptırımlar uygulanması konusunda çeşitli etkinliklerde bulunmuşlardır. Daha on sekizinci yüzyılda Avrupa’da gelişmeye başlayan sosyal güvenlik ilkeleri on dokuzuncu yüzyılda yaygınlaşmış, çeşitli sigorta kurumları kurulmuş ve iş kazaları ile meslek hastalıkları sigortası uygulanmaya başlanmıştır. Dünyadaki meslek hastalıkları ve iş kazalarının önlenmesine yönelik çalışmalarda sendikaların katkıları yanında, 1919 yılında faaliyetine başlayan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) “Milletler Cemiyeti”ne bağlı olarak bu konuda önemli çalışmalar yapmış ve 1946 yılında Birleşmiş Milletler ile imzaladığı anlaşma sonucu bir uzmanlık kuruluşu durumuna gelmiştir Uluslararası Çalışma Örgütü‟nün (ILO) en önemli çalışma alanlarından biri çalışma yaşamı ve sosyal koşullarla ilgili uluslararası standartları oluşturmaktır. Bugüne kadar oluşturduğu çok sayıda uluslararası sözleşme ve tavsiye kararlarının özellikle 70 tanesi işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgilidir. Uluslararası sözleşmeler onaylayan ve taraf olan devletler açısından bağlayıcıdır ve sözleşmeyle tanınan hakların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede hazırlanan uluslararası sözleşmeler ve devletin yayınladığı tebliğlere rağmen, işyerinde gerekli tedbir ve önlemlerin alınmaması sebebiyle yaşanılan kazalarda, yaralanmalı sonuçlarda ya da risk içeren çalışma koşullarında, çalışana, bunu yönetime bildirmesi ancak bir sonuç alamaması durumunda devlete bildirebilme hakkına sahip olması sağlanmıştır.
Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliğinin Tarihi Gelişimi
Ülkemizde yaşanan olumsuz ekonomik koşullar ve sanayileşmenin Avrupa ülkelerine göre daha yavaş ilerlemesi bu alanda yapılan çalışmaları da geciktirmiştir. İş güvenliğinin ülkemizde değer kazanması sanayideki kalkınmamıza paralel olarak ilerlemiştir. Sanayileşmenin yoğunluk kazanması ile meslek hastalıkları ve iş kazalarında yaşanan olumsuzluklar önlem alma zorunluluğunu doğurmuş, eğitim düzeyinin artması ve toplumun bu konuda bilinçlemeye başlaması ile bilikte de çözümler aranmaya başlanmıştır. İpucu: Osmanlı döneminde, sosyal güvenlik anlayışınını ilk örneklerinden çalışanların ailelerine ve çalışanlara yardım etmek amacıyla ihtiyat ve Teavün Sandığı adıyla yardımlaşma sandıkları kurulmuştur. İş sağlığı ve güvenliğinin tarihsel gelişimi Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri olmak üzere iki ayrı dönemde incelenmiştir. Bu dönemdeki ilk çalışma 1865 yılında Ereğli kömür havzalarında çalışan işçilere yönelik olarak çıkarılan Dilaver Paşa Nizamnamesi’ dir ve ikinci önemli belge ise; 1869 yılında düzenlenen Maadin Nizamnamesi’ dir. Ancak Dilaver Paşa Nizamnamesi’ ne göre daha kapsamlı hükümler getirmiş olsa da Maadin Nizamnamesi de işverenler tarafından uygulanmamıştır 1908 yılında kurulmasına izin verilen sendikaların, iş sağlığı iş güvenliği sorunlarını gündeme getirmelerine karşın somut olarak hiçbir ilerleme sağlanamamış ve ağır çalışma koşulları düzeltilememiştir 10.9.1921 tarihinde çıkarılan 151 sayılı “Ereğli Havza-i Fahmiye Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun” ile de kömür ocaklarında iş kazalarına karşı işverenlerin gerekli önlemleri almalarını zorunlu tutarak, kaza geçiren işçilere de gerekli maddi yardımın yapılmasını öngörmekteydi. Madenlerde günlük çalışma süresinin sekiz saatle sınırlandırması ise, kanunun getirdiği en önemli düzenlemeydi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çalışma haklarının korunması ile ilgili ilk önlem Cumhuriyet’ in kuruluşundan önce 1921 tarihine rastlar. Bu yıllarda, Bağımsızlık Savaşımızda kullanılan tek enerji kaynağı kömür olduğundan, kömür üretiminin kesintisiz sürdürülmesi büyük önem kazanmıştır Bu yasayla, kömürden arta kalan kömür tozlarının satılması ile elde edilecek gelirin işçilerin gereksinimleri için ayrılması sağlanmıştır. Cumhuriyet dönemine bakıldığında, 1921 yılında konu ile ilgili başlayan çalışmaların günümüzde revize edilerek daha güvenli ve sağlıklı çalışma ortamlarının yaratılması için ara verilmeksizin devam ettiği görülmektedir. Türkiye'de cumhuriyet döneminde ilk kez, İŞÇİ sağlığı ve iş güvenliği konusunu ayrıntılı ve sistemli olarak düzenleyen kanun 3008 Sayılı İş Kanunudur. 1946 yılında Çalışma Bakanlığı’nın kurulması İş güvenliği ve İş sağlığı konusunda en önemli aşama olarak görülmektedir 36 . Çalışma Bakanlığı tarafından, çalışma yaşamı konusunda yetiştirilmek üzere ikisi ekonomi, biri de hekim kökenli olmak üzere 3 genç eleman sınavla seçilerek yurt dışına gönderilmiştir. Hekim olarak sınavı kazanan Dr. İsmail Topuzoğlu 1947 – 1951 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinde iş sağlığı alanında çalışmalar yapmıştır. Ülkeye döndükten sonra İSGÜM’ün kuruluşunda büyük rol oynamıştır. İpucu: Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Avrupa İş Sağlığı ve Güvenliği Ajansı (EU-OSHA), Günümüze kadar pek çok yasa çıkarılmıştır. 2003 tarihinde 4857 sayılı İş Yasası yürürlüğe girmiştir. Bunu takiben 16.06.2006 tarihli 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası kabul edilmiştir. 4857 sayılı İş Yasasıyla birlikte ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği mevzuatımız da değişmiş, ancak 30 Haziran 2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile de İş Güvenliğine ilişkin yeni düzenlemeler getirilmiştir. Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin yasal çerçeve, halen yürürlükte olan Anayasa’nın çalışma hayatının düzenlenmesiyle ilgili 18, 49, 50, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 60, 61, 62 ve 173. maddelerinde bulunmaktadır. Bunlardan 50. maddede hiç kimsenin yaşına cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılmayacağı, 56. Maddede ise herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Türkiye ILO'ya 1932 yılında üye olmuş olmasına karşın ILO tarafından kabul edilmiş sözleşmelerin çoğuna HENÜZ taraf değildir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından tarafından Birleşmiş Milletler bünyesinde faaliyet gösteren ve 1919 yılında kurulan ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organization – ILO)) ile bugüne kadar 59 Sözleşmesi onaylanmıştır. ILO ile ilişkiler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı koordinasyonu ve temsili aracılığı ile yürütülmektedir. Türkiye tarafından onaylanan ILO sözleşmeleri kanun hükmü özelliğine sahiptir. Bu nedenle ILO sözleşmeleri çalışma dünyasında büyük bir öneme sahip bulunmaktadır. Bu yüzden tüm çalışanlar, işverenler ve diğer paydaşlar ILO sözleşmelerini takip etmeleri ve bu konuda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. İş sağlığı ve güvenliği kapsamında başlatılan düzenlemeler Cumhuriyet öncesi döneme dayanıyor olmasına karşın, yasal düzenlemeler ve mevcut mevzuatların, günümüzde yaşanan iş kazaları ve meslek hastalıkları verilerine bakıldığında yetersiz kaldığı görülmektedir. İpucu: Dr. Muzaffer Aksoy (1915-2001), ayakkabıcılar üzerindeki istatistiki çalışmaları neticesinde benzenin lösemiye yol açtığı gerçeğiniortaya çıkarmıştır. Dr. Refik Saydam (1881- 1942), tifo, dizanteri, veba ve kolera aşıları ile tetanos ve dizanteri serumlarını kurduğu Bakteriyoloji Enstitüsü'nde üretilmesiyle ilgili çalışmaları vardır. Dr. Nusret Fişek (1914-1990) ilk tıp bilimleri felsefe doktorudur. Tetanoz toksoidi konusunda uluslar arası başarı kazanmıştır. Kaynak: Online İSG Eğitimi'nden alnıtı yapılmıştır Read the full article
0 notes
Text
Açıkta satılan gıdalarla ilgili önemli uyarı
Ambalaj Sanayicileri Derneği (ASD), gıda ve içecek ürünlerinin mutlaka ambalajlı satılması gereğine dikkat çekerken, açıkta satılan ürünlere karşı tüketicileri uyardı. Türkiye'de halen pek çok gıda maddesinin ambalajlı satılmadığını, buna karşılık gelişmiş ülkelerde ise neredeyse ambalajsız ürün bulmanın mümkün olmadığını belirten ASD Başkanı Zeki Sarıbekir, "Gıda güvenliğini ve hijyeni hiçe sayan ortamlarda üretimi yapılıp açıkta satılan gıdalar ciddi tehlikeler yaratıyor. İsrafın önlenmesi ve hijyenin sağlanması için açıkta satılan gıda maddelerinin mutlaka ambalajlı satılması gerekiyor." dedi.
Ambalaj Sanayicileri Derneği (ASD), bakliyat, et, peynir, tavuk, ayran, meyve suyu ve süt gibi sofralarda en çok tüketilen gıda ve içecek maddelerindeki tercihlerden dolayı ortaya çıkabilecek tehlikelere dikkat çekti. ASD Başkanı Zeki Sarıbekir, Türkiye'de halen pek çok gıda maddesinin ambalajlı satılmadığını, buna karşılık gelişmiş ülkelerde ise neredeyse ambalajsız ürün bulmanın mümkün olmadığını belirtti. İsrafın önlenmesi ve hijyenin sağlanması için açıkta satılan gıda maddelerinin mutlaka ambalajlı satılması gerektiğine işaret eden Zeki Sarıbekir, "Gıda güvenliğini ve hijyeni hiçe sayan ortamlarda üretimi yapılıp, açıkta satılan gıdalar ciddi tehlikeler yaratıyor. Doğru ambalajlar aynı zamanda tüketicilere verilen değerin bir göstergesi. Bir gıda veya içeceği katkısız piyasaya sürmenin tek yolu, rijit veya çok katlı esnek ambalajlarla mümkündür." dedi. “AMBALAJLI GIDALAR İNSAN ÖMRÜ ORTALAMASINI UZATTI” Gıda ambalajı üretiminde hijyenin esas olduğunu belirten Zeki Sarıbekir, ambalajlı gıda ve içeceklerin tüketiciye “el değmeden” hijyenik ortamda hazırlanıp ulaştırıldığını belirtti. Zeki Sarıbekir, ambalajların yaş meyve-sebzelerin de tarladan sofraya güvenilir gıda zinciriyle taşınmasını sağlayarak bu sektörde israfın önlendiğinin altını çizdi. "İnsan ömrü ortalamasındaki artış, ambalajlı gıda tüketimdeki artışa paralel gelişiyor." diyen Zeki Sarıbekir, sözlerine şöyle devam etti: "Bundan 150 yıl önce insanlar temiz su, içecek, gıda, ilaç ve temel ihtiyaç maddelerine kolay ulaşamıyordu. ASD olarak geçen süre içerisinde gıda ve içeceklerin ambalaja girmesiyle insan ömrü ortalamasının uzamış olduğuna inanıyoruz. Her zaman söylediğimiz gibi satın aldığınız ürünün ambalajı, onun güvencesidir ve her ürün ambalaja girmeli. Ambalajın üzerindeki etikette içerdiği ürünün besin değeri, ürünün miktarı, son tüketim tarihi, üretici adres bilgileri; yani ürünün muhteviyatı ve nerede ve kim tarafından üretildiğini içeren tüm bilgiler bulunur. Sağlık için etiketinde doğru bilgiler olan ambalajlı gıda ve içecekler tercih edilmelidir. Tüketicilerimizin bu konuda duyarlı ve bilinçli olması gerekiyor.” dedi. “AMBALAJ ÜRÜN MALİYETİNİ ARTTIRMAZ, DÜŞÜRÜR” Zeki Sarıbekir hızlı tüketim ürünlerinde ambalajın toplam maliyet içerisindeki payının yüzde 3 ila 5 arasında değiştiğini belirterek, “Ambalaj kullanıcılarından bazıları ambalajı önemli bir maliyet unsuru olarak görüyor. Oysaki ambalaj ürün kaybını en aza indirdiği için maliyetten tasarrufu sağlıyor. Ambalaj ürünün maliyetini artırmaz, düşürür.” ifadelerini kullandı. “ÇEVREYİ AMBALAJ KİRLETMEZ, ÇEVREYİ İNSAN KİRLETİR” Ambalajın çevreyi kirlettiği yönündeki yanlış algıya da değinen Zeki Sarıbekir, "Çevreyi ambalaj kirletmez, çevreyi insan kirletir. Türkiye'de geri dönüşümün ileri seviyelere çıkarılması ve modern ülkelerde olduğu gibi tüketicileri bilgilendirmek ve onların geri dönüşüme katkıda bulunmalarını sağlamak için hedeflerimizi yüksek tutmamız gerekiyor. Ambalaj olmadan ürün satılamaz, sevk edilemez. Ambalajların yarattığı katma değerle sektörümüz ülkemizin cari açığına pozitif katkıda bulunan ender sektörler arasında yer alıyor. Ülkemizin büyüyen ekonomisine önemli katkı yapan sektörlerden birisi de ambalaj sektörü. Tüm ambalajlar geri dönüştürülebilir ve ambalaj atığının geri dönüşümüyle de ülkemiz ekonomisine katkıda bulunuyoruz. Bu sebeple geri dönüşümün iyileştirilerek artırılmasına yönelik yeni hedeflerle geleceğimizi planlamalıyız. Türkiye Cumhuriyeti’mizin 100. kuruluş yılını kutlayacağımız 2023 yılı ihracat hedefimiz ile dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında yer alma ülke hedefimize ancak böyle ulaşabiliriz.” dedi. Kaynak: Hürriyet Read the full article
0 notes
Text
Eylül Çıkmazı
Eylül Çıkmazı Aslı Karabulut Ephesus Yayınları
NEFES NEFESE BİR İLK BAKIŞ… TEHLİKELİ BİR YAKINLAŞMA… KALPLERE DÜŞEN TUTKULU BİR AŞK…
Sakin hayatı bir gecede beklenmedik bir hızla değişen Eylül için aşk, mavi gözlerinde tehlikeler barındıran ve aynı zamanda ona tutkuyu vadeden adamdan ibaretti.
Ölümü her an ensesinde hisseden Poyraz, siyah parıltıların dans ettiği kuytu yeşilliklerle buluştuğunda, artık her şey için çok geçti. Direnmeye çalışsa da benliğine usulca sızan aşk, tüm savunmasını paramparça etti.
Zaman ilerledikçe gün yüzüne çıkan tehlikeler, bir nefes kadar yakınlarında dolaşırken, iki âşık zorlu bir sınava tutulacaktı…
POYRAZ, EN BÜYÜK KORKUSUYLA YÜZLEŞTİĞİNDE, VERDİĞİ SÖZLERİ YERİNE GETİREBİLECEK VE EYLÜL’Ü HAYATTA TUTMAYI BAŞARABİLECEK MİYDİ?
Kitabın Adı:Eylül Çıkmazı Kitabın Yazarı: Aslı Karabulut Yayınevi: Ephesus Yayınları Kodu: 9786059232555 Sayfa Sayısı: 512 Basım Tarihi: 2016-10
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
0
devamı burada => https://sizekitap.com/kitaplar/edebiyat/eylul-cikmazi/
0 notes
Text
Başkan Koştu’dan Tır ve Kamyon Garajı Müjdesi
Bergama’da eksikliği yıllardır giderilemeyen ve ilçenin kangrene dönmüş sorunlarından birisi olan Tır ve Kamyon Garajı’nın yapımı için çalışmalar başladı. Bergama Belediye Başkanı Hakan Koştu, “İlçemiz hükümetimizin yaptığı otoyollar, Organize Sanayi Bölgesi, Serbest Bölge ve Liman çalışmaları ile ekonomik gelişmelerin tam göbeğinde duruyor. Bütün bu projelere entegre bölgemizin en büyük lojistik merkezlerinden birisinin yapım çalışmaları başladı. Tır ve kamyon garajı ile esnaflarımız rahat bir nefes alacak. Düzene kavuşacak” dedi. 13 BİN METRE KARE ALAN ÜZERİNE KURULUYOR Bergama Belediye Başkanı Hakan Koştu’nun 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nde halka vermiş olduğu vaadlerinden birisi gerçek oluyor. İslamsaray Mahallesi Vakıflar üstü mevkiinde yapılacak olan tır ve kamyon garajı, 13 bin metre kare alana sahip olacak. Yapımı devam eden yeni çevre yolunun kuzeyinde yer alacak olan Tır ve Kamyon Garajı için aynı zamanda çevre yolu ile bağlantı da yapılacak. Çandarlı Limanı’nın, Batı Anadolu Serbest Bölgesi’nin faaliyete geçmesi, her geçen gün yeni yatırımcılar çeken Bergama Organize Sanayi Bölgesi’nin gelişmesiyle bu garaj önemli bir lojistik merkez haline dönüşecek. BAŞKAN KOŞTU; “YILLARDIR BEKLEYEN SORUNU ÇÖZMENİN HEYECANINI YAŞIYORUZ” Bakırçay bölgesine hizmet edecek olan lojistik merkezin yıllardır yapılması için beklediğini, ama bir türlü yapımının başarılamadığını söyleyen Başkan Koştu, “Bu projenin startını vermek bize nasip oldu. Yapımı için gereken görüşmeleri süratle tamamladık. DSİ ‘den kanal boyu yol ve beton sulama kanalı üzeri köprü geçiş izinlerini ısrarlı takiplerimiz neticesinde olumlu olarak sonuçlandırdık. Yıllardır bekleyen bu engelin aşılmasıyla birlikte Tır ve Kamyon Garajı için yeşil ışık doğmuş oldu” dedi. BAŞKAN KOŞTU; “TARİHİ KENTİMİZE YAKIŞMAYAN GÖRÜNTÜLERDEN KURTULACAĞIZ” Tır ve kamyonların cadde ve sokak aralarına gelişi güzel bırakılmasının üç bin yıllık tarihi ile turizm kenti olan Bergama’ya hiç yakışmadığına da dikkat çeken Başkan Koştu, “Garajın faaliyete geçmesiyle kentimiz bu görüntülerden de kurtulmuş olacak. Turizmden kazanan bir Bergama için tanıtım faaliyetlerine ve yatırımlara başladığımız bir dönemde tır ve kamyonların oluşturduğu görüntü kirliliğinin ortadan kalkması en büyük arzularımızdan birisi” dedi. BAŞKAN KOŞTU; “NAKLİYECİ ESNAFIMIZ RAHAT NEFES ALACAK” İzmir’in kuzey aksında Bergama’nın ekonomik olarak çok büyük gelişmelere gebe olduğu bu günlerde şehrin her anlamda bu alt yapıya hazır hale getirilmesi için faaliyetlerin aralıksız sürdürüldüğünü açıklayan Başkan Koştu, “İlçemizin en büyük sorunu mahalle aralarına park edilen tır ve kamyonların oluşturduğu çevre sorunu ve tehlikeler. Bu sorunların önlenmesi için önemli bir adım atılmış oldu. Vatandaşlarımızın seçim sürecinde bizlerden talep ettiği Tır ve Kamyon Parkı konusu uzun süredir yaptığımız görüşmeler olumlu sonuçlandı. İlçemizde tır ve kamyon garajının olmayışı günlük yaşamda büyük sıkıntılar çekilmesine neden oluyor. Her cadde ve sokağa gelişi güzel bırakılan büyük tonajlı araçlar nedeniyle vatandaşlarımız zorluk çekiyor. Trafik sıkıntısı ile beraber tır ve kamyoncu esnafımızın da mal ve can güvenliği ciddi anlamda tehlike içerisinde. Yapılacak olan güvenlikli garaj ile bütün bu sıkıntılar sona ermiş olacak. Park yeri bulamayan esnafımızın da yüzü gülmüş olacak” dedi. Read the full article
0 notes
Text
Politik kullanımla Japonya ve Suriye – Özkan Yıkıcı
https://wp.me/pXsHy-KzS Köy Minibüs şoferine yolcusu “neden kapının otomatik” açılıp kapandığını sorar… Şöfer gayet bilgiç şekilde “Japon yapımıdır, demek ki Japonun bildiği bir şey vardır” diye yanıtlar…. Yolsuzluklarla bunalan ve çare arayan kimi kişi, yeri ve zamanı geldiğinde akılarına yolsuzluktan veya ihmal nedeniyle imtihar eden Japonlar gelir! Böylesi kültürm anlayışına resmen ihdiyaç olduğu duygusuyla Japonya giderek beyinlere kazılır….Alışveriş yapanlar, elektronik araçlara gelince, alcakları cihazın Japonya etiketli olunca, onun kaliteli olması nedeniyle tercih edildiğine sıkça raslıyoruz…. Nükler felaket denilince de akla iki şehir gelir; “Hiroşima ve Nagazaki”! Bunlar da Japonyada bulunuyor.Yine, faşizmin iktidarı ve verdiği zararlar konusunda Japonya militarizmin akılda kalması kadar doğal gerçek de vardır. Yine yıkılıp da ülkeye hem de atom bonbası atılıp teslim olmasına, kaynaklarının mademcilik bakımından fakir olmasına da rağmen, ekonomideki Japonya mücizesi de oldukça yaygındır…. Tüm bunlar bilinir, Japonyanın adalar ülkesi oluşu da eklerle anımsanırken, son Osaka zirvesi sonrası, Japonyanın pek de yukarda anlatılanalara ters gelecek örneklem de direk politik dolaşıma girer: Japonyadaki kadın ünüversite yapısı nedeniyle, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu modeli överek, hemen YÖK kurumuna talimat verip Kadın ünüversite kurulmasının araştırılmasını söyler. Buda, hemen yeni bir tartışmayı tetikler. Japonya örneği ve TC rejim gidişatına örneklem boyutuyla Japonya eksik brakılan yönleriyle de adeta dünya gündemine oturdu. İnsanlar bir ülkeye giderken, orada kendilerince yaşadıkları ve duyduklarıyla iyi veya kötü izlenim edinirler. Hele de bilgi birikimi olmayanlar, bütünsel değil de tek tek olgularla ilgili yeri geneleştirirlerse, sık sık yanılma veya duyulanla banbaşka kayışa kolayca düşerler. Japonyayı tam bilmeyen, gitmese de birçok yönünü anlamadan konuşulanların da yetersiz olmaları normaldır. Türkiyenin onca Japonya gerçekliğine karşın salt Kadın ünüversite boyutuyla hemen gümdemleşme yapması, aslında siyasal çizginin nereye doğru olduğu yanıtına da mesajdır.Bunu başka yazıya brakalım.Japonya şöylesine çelişkili bir taploya sahiptir: Dünyada düne dek ekonomide 2 büyük ülkeydi. Hat ta bir ara ilk sıraya ulaşma olasılığı da vardı. Şimdi 3 sırada. Ayni şekilde teknoloji gelişiminde de önemli sıralarda bulunuyor. Fakat, örneğin, konu olan kadın veya cinsel eşitlik boyutunda tam 110 sırada olmaktadır. Ancak, Türkiye de tam 132 sırada bulunuyor. Yine de örnek aldığı Japonyadan daha geride. Bir de Kadın ayrımcı ünüversite eklenince bu derecenin nereye düşeceği de ortada…. Bu konuyu basit olgularla açıklamak kolay değildir. Biryanda gelişen teknoloji ile ekonomideki gelinen yer, öte yanda birçok insani konuda feodal göstergeli geri kalma gerçekleri Japonyada birlikte yaşamda yapılandı. Siyasal tarihi iyi bilen ve sosyoloji ile kültürel gerçeklerle yapısalığı sorgulayan kişiler ancak, bu konuda yorum yapma şansına sahiptir. Biz salt ekonomik gözle veya büyük ekonomik boyutla tek kurallı geneleştirmelere ezbersel şekilde alıştırıldığımız için, böylesi çelişkileri de yerinde yakalayamayız. Japonya Asya tipi denilen üretim biçiminde süreçlere katıldı. Feodaalite tasfiye edilmedi. Bu çelişki, ikinci paylaşım savaşı sonrası, uğranılan yıkımda da etkileyici oldu. Başta Amerikaya gönderilen Japonnlar eğitilip ülkeye dönreken, Ekonomideki yansıyışla sıçrama yaparken, kültürel alanda aynisi gerçekleşmedi. Hat ta, kimi gözlemciler, Japonya yurtdışı izlenimleri ile iç kültürleşme sonucu, ABD ki bazı ayrışmaları Japonyada feodal tipinde kulandılar. Böylelikle Japonyaya uygun gelen Kadın farklılığı da ünüversitelere dek yansıdı. İşte japonyadaki ünüversite ayrımcılığın özünde, feodaliteği tasfiye edememesi ve yakalanan yanlış Amerikan ayrışmasının da bu yapıya uygun gelmesi sonucu bu kurumlaşma eğitim alanında oluştu. Japonyadan G. Kore böylesi Asya tipi bir gelişimle günümüze geldiler. Nitekim, Japonyada eve bağımlı ve eşlerle çocuklara bakma bağımlı kadın anlayışı hala kültürleşmektedir. Nitekim, geçenlerde Japonyada topuklu ayakabı giyme tartışması da yoğun gündem haline geldi… Türkiyenin yapısını, devlet bloğunun gelecek rejim tasarımı düşünüldüğüdnde, elbet Japonya örneği ile savunacak argümanın da buluşunu birlikte tartışmak şart. Bu konunun hemen tartışılması ise Japonyada olanlar değil, Türkiyenin gelecek yol kağosunun kendisinsin neden olduğu da kesindir.****** Başlaıkta Suriye denildi. Kulanım politiğinde ise pek de yer vermeyip ve resmen uygulanışıyla adeta önemli tehlikeler içeren boyutuyla yer verilecektir. Son günlerde Türkiyede adı “mülteci” denilse de aslında bu kurama dahi uyulmayıp daha geride yaşamak zorunda kalan Suriyeliler olacak. Bir CHP Müdanya belediyesi denize giren donla olan Suriyelilere tepki koyup sonra kovdu! Acaba aynisi Mağusa ve Girnede olsa nedenirdi? Son olarak, istanbulda, yalan bir haberle insanlar sokağa döküldü! “Suriyelilerin çocuk tacizi” yaptığı duyurusu ile kitlesel linç hareketi oldu. Sonuçta yalan olmasına rağmen, aslında Türkiyedeki Suriyeliler gerçeğinin basit ama düşündürücü yaşananıdır. Türkiyenin Suriye politikası ile yaptıklarını yeri geldikçe yazdım. Yine, oradaki ilk göç etirme politikasını da bizim ülkede yazan birkaç kişisiyim. Şimdi, Tüm nerede ise taraflar Türkiyedeki Suriye mültecilerinden nefretle söz ediyor. İktidar AB kartı olarak geriye kalan çevreler ise bunların ülkelerine gönderilmesini kulanımda politik mavzeme olarak kulanıyor. Öylesi laflar ediliyor ki bbbaşka ülkelerde ayni tavrın Türkiyelilere yapıldığı zaman bukez madurluk edebiyatına sarıldığını da gözden kaçırıyorlar. Bu bize uzak derseniz, çok yanılırız! Daha geçenlerde Hava alanındaki Suriyeliler kampı ile güneye gönderilen Suriyeliler gerçeğinin üzerinden uzun zaman geçmedi. Üstelik, tıpkı Türkiyenin yolunda olunduğu gibi hala mülteci yasası falan yok. Dahası, herkesin bildiği mültecileri buraya getirip, Güneye göndrerek nice kesim ceplerini doldurdu. Bu konuda epey Güneyden gelen geçirilen Suriyeli gerçekler vardır. Türkiyenin Suriye politikasının sonucu ve kirli oynun rant ekseni, idolojik ırkçı sırtışlarla normaleştik. Oysa, onca Suriyeli laf edenler, örneğin, Türkiyenin eline geçirdiği Suriye topraklarında nelerin yaşandığı da söylenmez. Devletci refleks ve hala kurtulunamıyan eski Osmanlı fetihcilik karmaşalı bir idolojik olguyla karşıkarşıyayız. Türkiyenin eline geçen Afrin gibi yerlerde, oranın halkının özellikle Kürtlerin kaçırıldığı ve yerlerine cihatcı eksenli kesimlerin yerleştirildiği, daha çirkini, başta CHp yöneticileri Suriyelileri toplayıp işkal bölgesine yerleştirme önerileri bize nedenli konunun hem içinde hemde çok utanılacak yarına taşınan politikanın olduğunu yansıtıyor. Afrinde bir dağa Türkmen dağı denilip Kürtçesinin kaldırıldığı uygulaması ise Suriye genelindeki gelinen düşündürücü ama normal sesizlilkle kabulenilen olguyu işaret etmektedir. Dahası, işkal edilen Suriye topraklarına Sincandan veya Çeçenistanlı kesimler de görülmektedir. Sonrasımı; dünya bunları hep seyrediyor. Suriye gerçeğinde yeniden sistem kendi gerçekliği ile kirli siyasi tarihini yazdı. Yukarda, özelikle Suriyeliler konusunda veya ele geçirilen toprak uygulamalarındaki örnekler, bize hiç yabancı gelmiyor. Hat ta, kulanılan politik dil de hiç ama hiç yabancı değildir. Zaten, Ortadoğu öylesi bir karışıyor ki yazılı belgere ve hukuk kuralarına karşın, nifus değiştirme işkal etme, mülk talanları artık gayet münasip hale sokuldu. Üstelik öylesine bir anormalikler uçuşuyor ki dün düşman bugün dost veya tersi gayet kolay gerçekleşiyor. Köpürtülen bu gerçekler, örnek verilen şekliyle de dilenen kulanıp örneklemle potansiyel desteğe dönüşüyor. Kısaca, Japonya Kadın ünüvesiteleri veya Suriyeliler gerçeği idolojik kulanımla resmen yarının yapılanışına harç yapılıyor. Yerleştikçe bunu da kaldırmak zor. Bunlar sakın ola buraya uzak demeğin. İnanmayan, etrafına Suriyeliler buradamı diye sorsun.
0 notes