#sessizlik makamı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Hayırlı Cumalar..
24 notes
·
View notes
Text
Ne zamanki hazan rüzgarları kırdı dallarımı...
İşte ben o zaman sessizlik makamını seçtim...
Koymadı hiç bana sensizlik makamı...
Sessizce,asilce yalnızlığı tercih ettim...
Bir süre böyle ...
Rüzgarlar dinene kadar...
Yüreğimden terk_i diyar eden alaca kuşlar;
Geri dönene kadar..
Huzurla..🦋
6 notes
·
View notes
Text
mevlana'nın şems'e yazdığı üç mektup
1. Mektup;
seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? sıcaktan düşüp bayılan mı? hayır, onun aşkı zayıftır. güneşe yolculuk yapan mı? o da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki? gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı. aşk mabedim, efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası? bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? öyle yandım ki; sen yandıkça, ben yanayım! sen dondukça, ben de donayım!
yine kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini. özlemlerim, boşluğa atılan kuru karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda içime güneş doğmaz oldu artık sen gittin gideli. göklere seninle buruç edecektim halbuki. saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden, serencame gökkubbeye niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. sendedir bu boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi. selâlar benim için okunuyor artık. her seher vakti gözyaşım seccademde buğulanıyor, ama ne sesin geliyor uzaklardan, ne de nefesin.
ezanlar okunur günbegün ve içli içli, ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir çağıldama örseliyor şakaklarımı. alnımda sanki dağıstanlı atlılar ve ellerim titriyor zaman zaman bu divaneliğin ağır tütsüsüne. ve omuzlarım çökeliyor seni düşündükçe. unutma, şaheserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum, ama sen halâ bana dönmüyorsun! muradım; rabbü’l alemin; bu sevdanın kadrini ve kıymetini kimseye muhtaç etmesin.
düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana, keşke yanımda olsaydın. kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam. yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin. beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin. zümrüd-ü anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına!
gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan, sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı, nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma. ve gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. alnımda boncuk boncuk soğuk terler, sesinden gayri her ne var ise şu alemde, kulağım işitmez oldu artık. göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye, artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek!
bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! o ayrılıktan kahroluyorum ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! biliyorsun, hünkârım sensin, sevgilim ve mabedim (sensin). muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin!
kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. bir kelâm söyle ne olur! her hecenin tınısında duymak istiyorum. rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım.
çöldeyim, susuzum,
kuyularda yusuf’um,
sözlerin bana züleyhâ,
ateşlerde ibrahim’im,
gözlerin bana derya,
sancılar içinde meryem’im,
bakışın bana isa,
yaralar içinde eyyub’um,
hasretin bana şifa,
ölüler içinde bir ölüyüm,
ellerin bana musalla..
ey kalbimizde olan nur gel, didinmelerimin ve arzumun sonu gel, hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. ey aşk, ey maşuk, engelleri aş ve inadı bırak da gel. ey hüdhüdlerin sahibi olan süleyman, lütfedip de bizi aramak üzere gel. ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat ediyorlar, miadını doldur da gel. ayıplarını ört, iyilikleri saç, cömert olanların adeti de böyledir gel. farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘biya’mı? ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. geleceğin zaman muradımız ne de açılır. gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. ey arabın kürşadı! ey iran’ın kubad’ı! kalbimi hatıranla fethedersin gel. içim sana gel deyicidir. ey varlığından olacak olan varlık, gel.
gittin ya, kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende, sessizlik bende. gittin, heyhat, pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde. her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. dinsin artık kıyametin gürültüsü!
2. Mektup;
ey dünyanın zarifi! selam senin üzerine olsun. benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir. kulun derdinin dermanı nedir, söyle. bu, eğer alırsam senin dudaklarından aldığım öpücüktür. eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam ruhum ve kalbim senin yanındadır. madem ki sözsüz hitap oluşmuyor, o halde dünya niçin “buyur”la doldu?
ah ah! gönlüm çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. kopup saçılan gerdanlığında soylu nedimelerini savrulan incileri yere inen hüzünlerim. aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. dışında olamadığım, içinden çıkamadığım. gecelerin hakimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. tozunu yıkamaya erişemediğim, pasını silemediğim. karanlığım, güneş’im. gönlüm, aziz dostum! nerelerdesin, ya dön artık yurduna, ya da iki satır yaz bize. kim gücendirdi senin o nazende yüreğini, hangi kem söz, hangi sinsi nazar seni benden kopardı ey şems. varım yoğum sensin. sen de yoksan, ben bir hiç'im bilmez misin? kavline mestan olan mevlâna’ya ayrılığı hediye etme, etme şems.
duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme!
başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme!
sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı,
hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun, etme!
çalma bizi bizden, gitme o ellere doğru,
çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme!
ey ay, felek harab olmuş, alt üst olmuş senin için,
bizi öyle harab, öyle alt üst ediyorsun, etme!
ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme!
sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan,
ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!
bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan,
gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme!
aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer,
aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!
ey cennetin, cehennemin elinde olduğu kişi,
bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme!
şekerliğinin içinde zehir, zarar vermez bize,
o zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme!
bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle,
huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme!
harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı,
ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme!
isyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil,
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!
senden önce kitaplarda arıyordum derinliği. kitaplardan utanıyorum. sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.
karanlıklardayım ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı. karanlıklardayım, zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. yıldızım benim ve uzaklardasınız.
ey şems, sen kalbi bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. çöldeki çakallar su içmiş. kaynağa ne?
seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. damarlarımda akan kan, sendin. göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. seni teneffüs ediyordum, hicran kanatları beni gökten yere indirdi. oysa seninle kanat çırpıyorduk.
sensiz her geceyi hummalı yaşadım, belki humma daha güzeldi. ne beklisi? ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu gerginliğe? aşka teşekkür borçluyum. ben o hummanın içinde erimek istiyorum. o alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. kül olmak, ışık olmak, efsane olmak.
ben senim, sen de bensin. aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. cennete araf’tan girilir. mecdelli meryem, isa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey sertaçım.
ey şems’im! senin hasretin yanında selahaddin zerubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir nebze dahi söndüremiyor. illa sen. ancak sen. ah bir gelsen.
meccanen bir deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine namzet. sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam, fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. çatlarcasına ağlasam. gururum halvethane olmuş desem, hece yok desem. yollarında üryan olan gözlerimde çiseler umut umut dökülüyor desem. yine de gelmez misin şems’im!
bu sergüzeştin neresindeyim, bilemiyorum. kah kalkıyor, kah düşüyorum. ölü şiirlerle yatıyor ve üşüyorum. bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.
ey şems, hangi söz gücendirdi nazende gönlünü. hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. sen gittin ya bilmez misin bu dostun deli divane dolaşmakta. gel ey şems. sina’da bayılan musa aşkına, kudüs’te kan ağlayan isa hatrına, medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden muhammed muhtar nuru için gel şems. konya artık aşk kokmuyor şems. senin mevlânan
3. Mektup;
güller şems diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim, ayrılığı ağlatamayan gecenin karanlığını neyleyeyim. şems'siz sofranın balını böreğini neyleyeyim, beni kavurmayan acıyı neyleyeyim. gözümü yakmayan gözyaşını neyleyeyim, karanlığıma şems olamayan yari neyleyeyim. canını yoluma post eylemeyen dostu neyleyeyim, şems gibi bakmayan gözü neyleyeyim. yârenin yüreğine merhem olmayan sözü neyleyeyim, kır kalemimi ey felek! şems yoksa ne diye devran edersin alemde, zerrede alemi, alemde aşkı yaşamayan adem’i neyleyim.
sensizliğe alışmak, her türlü teselli sözü, bir ihanet geliyor kulağıma. ne tuhaf ki, dün seni bana kötüleyen diller, bugün sensizliğin efkârındaki mevlâna’yı teselli için dil döküyorlardı. her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma. parmaklarım alev alev yanıyor. kâğıt tutuşacak, mektup yanacak diye çekiniyorum. cehennemden betermiş, seni kazanmak için senden uzaklaşmak.
kırk senedir beklediğimdin, geç bulduğumdun, şimdi yoksun. daha kaç sene bekleyeceğim. çöldeki kumlar kadar susuzum, gelişin nisan yağmuru olsun. hani dergahımızın avlusuna bakırdan koskoca bir tas koymuştun. nisan yağmurları dolsun da orucumuzu bin bereketli yağmurla açalım diye. gönlümün nisan yağmurlarıyla ıslanan gülü açmayacak mısın halâ?
sözlerin kulaklarımda halâ taze, kelimeler yıldız yıldız, cümlelerin mehtapların en şahanesi. tebessümün geliyor gözümün önüne, vuslat gibi güzel bir sabah güneş gülüşlerin. biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz.
gel şems, ayakların kudüm olsun, kolların rebap, soluğun ney olup vuslat müjdesini üfleyerek gel. nasıl bir pınarsın sen şems? içtikçe susadığım. nasıl bir ateşsin sen ey şems? yandıkça serinlediğim. sen görünüşte etten kemikten ibaret bir insan; ama bütün insanlığı kalbinde taşıyan.
senin yüzünü görmedikten sonra, varsayalım ki yüzlerce dünya görmüşüm, ne çıkar? güzelliğini kimlere sorayım senin, say ki herkese sormuşum, kim anlatacak? sana kavuşmadıktan sonra tut ki, cennette ebediyim, hurilerle eşim, devlet yar olmuş bana, ne çıkar bunlardan?
ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra, o bulut tut ki başıma inciler mücevherler yağdırmış, ne kârım olur bundan?
şu aşağılık büyücü karı olan dünya, madem ki yok olup gidecek bir gün, tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar kabul et, ne olur ki yani?
senin aşkın yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz, say ki gerçek hakkında yüzlerce yalan söylenmiş, ne önemi olur bunların?
aşk suskunluğumdu benim,
aşk yangınımdı benim,
aşk vurgunumdu benim,
aşk yazımdı benim,
aşk yasağımdı benim,
aşk itirafımdı benim,
aşk heyecanımdı benim!
tek varlığım ve tek yokluğum,
yaram ve merhemim,
kazanmadığım ama hep kaybettiğim.
evet, buydu aşk!
özledim, ey şems özledim, çık gel allah aşkına!
aşkın insanı büyüttüğünü, olgunlaştırdığını da öğrendim artık. bu yaşıma kadar kimse öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. sadece gönülden sevenin bu acıyla kavrulacağını, sevilenin ise sevildiğini bilmeyeceğini.
şükürler olsun “sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. hiç kimse için yapamayacaklarımı yaptım. pişman mıyım? hayır, hiç pişman olmadım ve aşkı sonsuzluğuma saklarken bile mutluyum. hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı yaşattın. seni sevmeme izin verdiğin için teşekkür ederim.
ek / anektod:
mevlana şems'i ararken, konya'da yalancılığıyla ün salmış bir adam, "şems'i bağdat'ta gördüm" der. bunun üzerine mevlana adama teşekkür eder ve hırkasını çıkarıp ona hediye eder. mevlana'nın yanındaki arkadaşı, adamın yalancı olduğunu bildiği halde, neden çıkartıp ona hırkasını verdiğini sorar. mevlana'nın cevabı ise; "yalanına hırkamı verdim, doğru söyleseydi canımı veriridim" der.
17 notes
·
View notes
Text
Sessizler Cumhuriyeti
Ezber edilmiş tiratlar, söylene söylene yıpratılmış tahayyüller, her yerinden dökülmeye devam etse de sürgit devam olunan nutuklar, bariz olanın istikameti, bir menzilin halini ve düzeyini gösteriyor. Görünen köy kılavuz istemiyor. Varılan yer, o odak artık dünün bariz bir tasdiki olduğunu kendiliğinden ele veriyor. “İslamofaşist” zorbalık, günbegün arttırılmış olagelen tahakküm ve bariz biyopolitik cerahatle bu menzil bir deney sahasının ta kendisi olarak dönüştürülüyor. Bir menzilde hayat hakkının telef olunması güncelleniyor. Baştaki insan konuştukça, köşeye kıstırılacak yeni zümreler tümü yeni hedefler koyulmaya devam ediliyor. Bir hengame ki ne içinden çıkış var, ne de bir sonu mevcuttur.
Nefret cismani, hiddet aleni, şiddet normatif, kötülük baki hemen her türden fecaat ve suç devletlinin korumasında işlenen ve o varlığı onaylanan birer eylem kılınıyor. Bir menzilin istikameti insanlık meselinden uzaklaşmış cerahatli yönü biçimlendirilip kalıcılaştırılıyor. Biyopolitik tahakkümün biçemi, oluşturulanın yönü ve güncelliği ve yıkıcı etkisi o gidilen istikametin halini de şekillendiriyor. Gelecek şu an, şimdinin içinde yıkıma rehin ediliyor. Onca ezber, bir dolu yineleme dolaylarında yeni yıkımların temelleri atılıyor. Bütünleşik ve bariz olan meselenin her ne olduğu ana akımın, tüm o elleri havada teslim olarak attığı manşetler, örtbas ettiği / gizlediği haberlerden bir biçimde dışa çıkıyor.
Ezberlerin sofrasında ezberlenmemiş olan bir yeni karanlıktayız. Cam kırıklarıyla hemhal olunan bir düzlemdeyiz. Ne kötülükler sorgulanıyor ne gidilen yön ne de bunca bariz olan cehennemî halin ardılındaki yıkım istenci. Kuşkular boğuluyor. Sorgulamalar yaftalarla sonlandırılıyor. Sormak, anlamak terörle ilişkilendiriliyor. Ol ezber edilmiş olan, müesses nizamın dünü bugününde de yineleniyor. Bu bahis halen savunuluyor. Bu bahisten doğan cerahat her bir yeri kuşatıyor. Memleket sessizlik sınırlarına demirliyor. Bütün bütün bir menzil ezber edilmiş olanlarla yıkıma yollanırken herkes sus pus kılınıyor. Eksiksiz bir sessizler cumhuriyeti var ediliyor. Sahiden de cerahatin yıkıcılığı uzak öte değil doğrudan var edilmiş bir tahayyüldür.
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Cizre’deki yasak sırasında hayatını kaybeden ve AİHM'in adına yapılan başvuruyu reddettiği Orhan Tunç'un soruşturma dosyası hakkında verilen "takipsizlik" kararına yapılan itiraz da ret edildi. Tunç'un, Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç'un kardeşi olmasının karar gerekçesinde yer alması dikkat çekti.”
“Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı, Cizre ilçesinde 14 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen 79 günlük sokağa çıkma yasağı sırasında yaralı olduğu evin bodrum katında ambulansın geçişine izin verilmediği için hayatını kaybeden dönemin Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç'un kardeşi Orhan Tunç'un ölümüne ilişkin başlatılan soruşturma hakkında geçtiğimiz yıl "takipsizlik" kararı vermişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) hakkında tedbir kararı almasına rağmen hayatını kaybeden Tunç'un dosyası hakkında verilen karar ise, "olayda hukuka uygun sebebi bulunduğu" gerekçesine dayandırılmıştı.”
“Hakimlik tarafından verilen ret kararının gerekçesinde ise, Tunç'tan alınan cevapların tamamında atış atıklarında bulunan antimon elementinin tespit edildiği kaydedildi. Yine, Tunç'un cenazesinin "örgüt mensubu" olduğu değerlendirilen başka şahıslara ait cenazelerin yanında “ele geçmesi” ve gizli tanık "İskender"in Tunç hakkında, "Fotoğraftaki şahsı; Mehmet Tunç'un kardeşi olarak bilirim, Nur mahallesinde kantik ve uzun sokağın kesiştiği kısımlarda bulunan barikatlarda dolaştığını, hendek ve barikat yapımında görev aldığını biliyorum" şeklindeki beyanları karara gerekçe gösterildi. Dosya hakkında verilen ret kararının ardından avukatların Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) başvuruda bulundukları aktarıldı. AİHM de geçtiğimiz günlerde, Orhan Tunç adına yapılan başvuruyu "iç hukuk yolları tüketilmedi" gerekçesiyle ret etmişti.”
Cizre’de vuku bulan cerahatin, adıyla sanıyla bir kırım tahayyülünün bunca rahatça iş bu menzilde örtbas edilebilmesi bu menzilin halini, var edilenin istikametini de ortaya serer. Bir yerde yaşam hakkının ihlali sorgulanamıyor. O ülkede hayatın behemehal devletli eli ile kırımına karşı adalet makamı içte ya da dışa boşa düşüyorsa orada varlığı kesin kılınan şey bir kara düzendir. Üç koca yıldır Bakur Kürdistan’ında var edilmiş hiçbir vakada adalet bahsinin a’sının dillendirilmediği yerde sorun kendiliğinden görünür. Bir menzile daha kaç defa 1915 sığdırılabilir!
Bir menzilde 1915 cüreti kaç defa daha var edilebilir Bir menzil yaşam hakkında dün onu, bunu ve şunu hedef kılarken, bugün nasıl aynı rahatlıkla bir kez daha o geçilen yollardan bir kez daha geçmeye kalkabilir? Hayat hakkı her nerededir? Demokratikleşme, eşitlik ve adalet tahayyülleri yinelenirken, birörnek muasırlık cümleleri kurulurken bunca açıkta l yaratılan cerahat her neyin nesidir? Bir memleketten değil adıyla sanıyla çürüten bir saha, coğrafyada var edilen halin, kötülüğün bir yol bilinmesinedir meramımız. Hani belgen diye sual edenlerin, sözde diye meselleri, o var edilmiş yıkımı geçiştirenlerin sofrasında tüm bu tahayyül, var edilen yıkım da mı bir şeyi anlatmamaktadır? Memleket her nereyedir?
O ülke her neresidir? Müştereklerimiz yağmalanırken cerahat hayatı çürütürken nedir ki yeni ülke? Hiçbir biçimde sıradana hayat reva görülmezken var edilmiş karanlık her gün güncellenirken nasıl bir şeydir ki yeni ülke? Cerahat, cürüm, cüruf ve kesintisiz kılınmış ol hınçla ne var edilir yıkımdan gayrı. Yıkımla, yok etme halleriyle, bütün bütün yıldırıyla ve bunca cerahatle hayata varılabilir mi?
Kesintisiz bir kırım menzilindeyiz. Coğrafyanın ta kendisi, yaptıklarıyla durumunu açık eden bir cerahat sarmalıdır. Cizre’de ya da Bakur Kürdistan’ının bir başka kentinde, Batı Türkiye’de ya da başka yerlerde ortaya çıkan şey bu erimdir. İç hukuk ve AİHM gibi nesnel olduğu kadar objektif bir hukuki süreci var etmesi gereken makamlar, tümden devletten yana tavır alarak bunu kurgudan hakikatin ta kendisi kılarak bu düzlemin halini de görünür kılar. İçten pazarlıklı, kötülüğün bir normatif kılındığı yerde yarlar hep kanatılandır, kayda geçsin bir kez daha.
Mezopotamya Ajansı’ndan paylaşalım: “PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılması talebiyle 98 gündür açlık grevinde bulunan ve fenalaşarak hastaneye kaldırılan DTK Eş Başkanı Leyla Güven, tedaviyi kabul etmedi. Uluslararası Barış Delegasyonu üyeleri geldikleri Diyarbakır’da PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle 98 gündür açlık grevinde bulunan DTK Eş Başkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’i evinde ziyaret etti. Delegasyon üyeleri, ziyaretin ardından sitenin bahçesinde açıklama yapacağı sırada Güven, bulunduğu evinde fenalaştı. Göğüs ağrılarının olduğu belirtilen Güven, sağlık ekipleri tarafından ambulansla Urfa yolu üzerindeki özel bir hastaneye kaldırıldı.
Bilinci açık olan Leyla Güven, tıbbi müdahaleyi kabul etmedi. Yoğun bakıma alınan Güven’in kalp ritmi takip ediliyor. Güven’in rahatsızlanması ardından hastaneye gelen DTK Eş Başkanı Berdan Öztürk ve HDP milletvekillerinin bekleyişi sürüyor.”
Hastane önünde bekleyen heyet, Leyla Güven’in sağlık durumuna ilişkin basın açıklamasında bulundu. Leyla Güven’in sağlık durumuna dair bilgi veren DBP Eş Genel Başkanı Mehmet Arslan, Leyla Güven’in 98 gündür açlık grevi eylemini sürdürdüğünü hatırlatarak, fenalaşması üzerine hastaneye kaldırıldığını söyledi. Leyla Güven’in hastanede gözlem altına alındığını ancak talepleri karşılanmadan eylemini sonlandırmayacağını ve tıbbi müdahaleyi hiç bir şekilde kabul etmeyeceğinin altını çizen Arslan, “Leyla Güven arkadaşımız şuan hastanede bulunmaktan bile rahatsız olduğunu aktardı. Sayın Öcalan üzerindeki tecrit sonlandırılmadan açlık grevini sonuna kadar sürdüreceğini ifade etmiştir. Bu nedenle gözlem altında olmayı dahi kabul etmiyor ve ısrarla evine gitmeyi istiyor” dedi.
Leyla Güven bildirilmeyip, adı anılmayanı sorgulama cüretine sahip çıkıyor. Memleketin bir katran karanlığına mahkum edilmesi hal ve istencine karşı hayatın önceliğini savunup, meram eyliyor. Bir toprak parçasında toplumsal barışın yol ve yönünün bunca zamandır tıkalı kalması haline bir duruşla isyan ediyor Leyla Güven. Kürd halkının bu topraklardaki varlıklarının hiçbir türlü tam anlamıyla tanımlandırılmaması haline açlığı ile yanıt veriyor.
Geleceksizliğin her ne demek olduğu ortaya çıkarken bu yönelimin bir tahayyülün önünün alınması gailesine karşı duruştur mesele. Barışmak bu topraklarda ne zaman var edilecektir. Bir yerden başlanırken, bir aralar müjdeler duyurulurken daha kaç kez gidilen yollardan geri dönülecektir. Kaskatı bir savaşıma rehin, şiddet mefhumuna kati bir geri dönüş var edilecektir daha kaç kez? Gündelik faşizan tahayyüllerle biteviye kılınan linçle nereye varılacaktır? Daha ne kadar vakit kaybedilecektir?
Mehmet Ağar’ın yetiştirdiği, kötülükte en az onun kadar devamlılığı olan bir sağcının ol Süleyman Soylu’nun seslendirdiği cümleler ortadayken kaybedecek daha kaç zaman var, daha kaç acı vardır? Ol bir asırlık yaraların devamlılığını son kırk yılda var edilmiş gizlisi saklısı olmayan bir savaşla güncellemiş olagelen bir devlet ahlakının savunucusu olan zat aralıksız birkaç aydır HDP’yi, Leyla Güven’i ve tüm milletvekillerini (kendi ağızlarında yaya yaya söyledikleri milli iradeyi tanımadan) hedefe koymaktadır. Gündelik faşizan bir tavrın yetersiz görülmesinden ileriye atılan her hamlede bir kez daha Kürd ile Türk, Kürdistan ile Türkiye sahanlığı arasındaki bağlar kopartılmaktadır. İyi de nereye kadar?
Her demeci ayrı hakaret olan bir insanımsı varlığın beyanıdır: “Doğu ve Güneydoğu'daki terörle mücadeleye değinen Soylu, şöyle devam etti: "Yeniden kaseti başa saracağız öyle mi? Apo için yürümeye başlayacaklar; İstanbul'dan, Şanlıurfa'dan, Şırnak'tan, Siirt'ten, Batman'dan, Mardin'den. Güya milletvekilleri. Ben onlara 'milletin vekili' demenin de doğru olmadığını iddia ediyorum. Onlar yürüyecekler, sonra Apo'nun özgürlüğü için biz de sessiz kalacağız... 'Yürütmeyiz' dedik, betona da oturttuk. Bugün Diyarbakır'dalar. Hesapları şu; bütün illerden 10 gün içerisinde toplanıp, oradaki yürüyüşlerini tamamlayacaklar, sonra Diyarbakır'a gelecekler, tekrar orada yürüyecekler. Hadi yürüsünler de görelim, hadi yürüsünler. Oranın huzurunu bozdurmayız.” Bu ülkede can güvenliği var mıdır?
Soylu gibi devletlinin dününü şimdiye taşıyanlar eliyle bir ülkede hayat hakkı enikonu sıfırlanmaktadır. Cühela cüretini ırkçı ve ayrımcı bir dille hemhal olarak yeniden kurarak altı milyon insanı (bir kez daha yineleyelim) yok sayarak bir tahayyül yinelenir. Cerahat ile bir ülke mi olur, böylesinden bir ülke yeni mi olur! Ahmet Şık tam da o yukarıdaki anlatmaya çalıştığımız cerahatin anladığı dilden bir yanıt verir. Savunmaya hacet olmadan, gak ya da guk demeden muhalifliğin, söz söyleyebilme hakkının her ne olduğunu bir kez daha hatırlatır.
Sendika.org’tan alıntılayalım: “TBMM’de açlık grevinin sürekli gündem yapılmasından rahatsız olan AKP Milletvekili Bülent Turan ile HDP Milletvekili Ahmet Şık arasında tartışma yaşandı.Leyla Güven’in tahliye edildiğini ancak Meclis’e gelip yemin etmek yerine Abdullah Öcalan’a destek olmak için açlık grevi yaptığını söyleyen Turan, “Burada bize her gün bunu hatırlatmak yerine, gitsinler, terörle aralarına mesafe koyup o arkadaşları bundan vazgeçirsinler çok seviyorlarsa” dedi.
Turan’ın sözlerine yanıt Ahmet Şık’tan geldi. Şık, AKP’li sıralara doğru şöyle seslendi: “En büyük terör örgütü sizsiniz ya, sizsiniz! Bu ülkenin gelmiş geçmiş, cumhuriyet tarihinin… Bir terör örgütüsünüz ve bunun için yargılanacaksınız hepiniz. Ama sizler gibi yapmayacağız, düşmanımız için bile hukuk talep ediyoruz. Sizi evrensel hukuk normlarıyla yargılayacak bir yargıya teslim etmek istiyoruz. “
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP), açlık grevinin 100’üncü gününde olan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Leyla Güven ve cezaevlerinde açlık grevinde olan 300’ü aşkın tutukluya destek vermek amacıyla 15 ilden Diyarbakır’a "100'üncü gününde Leyla'ya, tecridi kırmaya" sloganıyla başlattığı yürüyüş tamamlandı. Hakkari, Van, Kars, Iğdır, Bitlis, Ağrı, Muş, Şırnak, Mardin, Siirt, Batman, Dersim, Bingöl, Antep ve Urfa’dan yürüyüşe katılan milletvekilleri, engellemelere rağmen Leyla Güven’in evinin bulunduğu cadde üzerinde basın açıklaması yaptı.
Gazetecilerin, çembere alınan milletvekillerin açıklamasını izlemesine bir süre izin verilmezken, gazeteciler de bu engeli protesto ederek geri çekildi. Polis ablukası altında bulunan vekiller adına DTK Eş Başkanı Berdan Öztürk Kürtçe, HDP Kadın Meclisi sözcüsü ve Ağrı Milletvekili Dilan Dirayet Taşdemir ise Türkçe açıklama yaptı.
Mezopotamya Ajansı’ndan iliştirelim: “HDP’li vekil Dilan Dirayet Taşdemir, tecrit denilen olgunun sadece Öcalan’a uygulanan bir durum olmaktan çıkıp özellikle 2015 yılında barış ve müzakere süreci sonlandırıldıktan sonra bütün topluma uygulanan bir iktidar pratiğine dönüştüğünü söyledi. “Bu ülkede savaş ve çatışmayı sürekli büyüten iktidar şunu iyi bilmektedir: Konuşan bir Öcalan çözümün ve barışın yolunu açan bir Öcalan’dır! Susturulan bir Öcalan, derinleşen bir çözümsüzlüktür, savaş, eşitsizlik ve yükselen faşizmdir!” diyen Taşdemir, “Tecridin kaldırılması demek ülkede çözümün ve barışın tekrar gündemleşmesi demektir. Tecrit uygulamasının bitirilmesi, dolayısıyla demokratik bir çözümün önünün açılması için Leyla Güven yoldaşımızın başlattığı açlık grevi, dalga dalga yayılarak onlarca cezaevinde, Hewlêr, Galler ve Strasburg’da yüzlerce açlık grevi direnişçisi yoldaşımızın katılımıyla devam etmektedir. Bizlere bugün düşen en büyük görev ise tecridin kırılması için yaşamın her alanını bir mücadele alanına dönüştürmek ve açlık grevlerini en üst düzeyde sahiplenmek olmalıdır. Bu karanlık tablo ve bu ağır faşizm koşulları ancak bizlerin örgütlü mücadelesiyle parçalanacaktır” diye konuştu.”
“PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması talebiyle 100 gündür açlık grevi eylemini sürdüren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Hakkari Milletvekili Leyla Güven Jinnews’ten Beritan Elyakut’a konuşur.” Güven, “100 gündür ben, 60 gündür de cezaevlerinde tutsaklar direniyor. Bu tecrit yeni değil ve 20 yıldır aralıksız olarak devam ediyor. Bu tecrit durumu artık başta Kürtler olmak üzere tüm ülkeyi sarmış durumdadır. Hiçbir irade tek başına bir adada yalnız başına tutulmamıştır. Tutulmuşsa dahi barış için mücadele yürütmemiştir ancak Sayın Öcalan bunu başardı. Bu 20 yıllık tecridi bizim başlattığımız eylem biraz daha görünür kıldı. Geçmiş dönemlerde de tecride karşı eylemler yapılıyordu ancak belli bir süre sonra gündemden düşürülüyordu.
Beni bu eylem karşısında sessiz kalanlar öldürür. Bu eylem toplum için sınavdır. Bu sınavı atlatamayanlar yarın da ‘biz hak savunucusuyuz, insanız’ diyemeyecekler. Kadın inanırsa hiçbir güç kadını inandığı değerlerden alıkoyamaz. Çünkü kadınlar bir şeye inandılar mı mutlaka sonuca ulaşırlar.
Elbette ki ben de yaşayarak bu ülkeye barışın geldiğini görmek isterim. Ancak bir bedelin verilmesi gerekiyorsa gözümü de kırpmadan veririm. Bunun için büyük bir moral ve inançla devam ediyorum. Cezaevlerinden onlarca mektup alıyorum ve cezaevlerinde tutsak olan her arkadaş dışarıdakilerden bin kat daha özgürdür. Aslında tecrit altında olan dışarıda direnmekten vazgeçenlerdir. Beni ayakta tutan cezaevlerindeki direnişleri ve kadınların öncülüğünde devam eden direnişleridir. 100'üncü gün yürüyüşünde kadınların öncülüğün de devam eden eylemlerdir. Evet, kadın inanırsa dünya değişir, barış gelir ve eğer kadın inanırsa büyük bir hoşgörü dünyaya hakim olur. Ya özgür yaşayacağız ya da hiç…”
Görünen köy kılavuz istemiyor. Varılan saha artık dünün karanlığının bariz bir tasdiki olduğunu kendiliğinden ele veriyor. İslamofaşist zorbalık, günbegün arttırılmış olagelen tahakküm ve bariz biyopolitik cerahatle bu menzil bir deney sahasının ta kendisi olarak dönüştürülüyor. Bir menzilde hayat hakkının telef olunması güncelleniyor. Leyla Güven şahsında seslendirilen bir toplumsal katmanın bu ülkede var olma halinin ivedi çözümü talebidir. Görünen köy kılavuz istemiyor. Bir asrını yitirmiş bir sahada, Soylu, Turan ve hatta Bay E gibi insanların söyledikleri, Bay B’nin ve diğer figürasyon takımının sağdan solun uçlarına kadar sirayet ettirdikleri bu seslenişi bir kez daha boğmaktır.
Bu saha bir asrını çoktan zayi etti. Ne yüzleşti, ne sorguladı. Bu saha bir asrının üstüne bir o kadar daha kırımı /kırılmayı sineye çekti. Ne evvelden, ne de şimdi yapılanlar için bir hesap verildi. Bir koca asır içinde cerahat, insanları Deyr Ez Zor’a sürmekten, süngülemekten, asmaktan kesmekten, yetim koymaktan ileriye taşındı. Bir asır sonrası bulundukları mahal içinde yakmaya, savaş uçakları ile bombalamaya, kurşunlarla infazlara ve nicesinin ve nice cerahatin koynuna rehin etmeyle güncellendi. Bir asır geçti. Ermeni, Süryani, Rum, Pontos ve dahası pek çok kimliğin bu topraklardan kazılması gailesi tükenmedi, bitmedi.
Şimdi, şu şartlar altında Leyla Güven ve tüm Kürd siyasi uzamın var ettiği, anlatmaya çalıştığı şey sadece bir tecrit hükmünün sonlandırılması değildir. Bu ülkede sahiden bir yüzleşme ve “dahi” barışmadan bahsedilecekse bir adım atılması öncelikliğidir. Milletvekillerinin yerlerde sürüklendiği, itilip kakıldığı, hedefe en baştaki zattan başlayarak konulduğu bir düzlemde barışın adı anılmayacaktır. Geçici değil kalıcı bir çözümün yoluna daha çok var mı? Sahiden ve gerçekten duyan var mı ola?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller – Photography Courtesy From; Newsha TAVAKOLIAN
#cizir#abluka#orhan tunç#aihm#adaletsizlik#yüzleşme#leyla güven#tecrit#pkk#söz hakkı#kürd özgürlük hareketi#yaşama istenci#yüzyıllık ağıt#yıkım#yıldırı#şeref meseli#hayatakarken#yok olmamak#mücadele#hdp#siyasa#biyopolitika#devlet102#soykırım#kötülük meseli#sessizlik#sözler
0 notes
Text
Ne Mutlu ki Böyle Bir Eşim Var!
Ne mutlu ki böyle bir eşim var! Romantik şarkıların sevilen sesi Gökhan Tepe, 3 yıl aradan sonra çıkarttığı yeni albümünü müzikseverlerle buluşturdu. Albüm vasıtasıyla bir röportaj veren Gökhan Tepe, evliliğinden Beşiktaş aşkına kadar bir çok soruya samimi cevaplar verdi. İşte haberimizin detayları…
Gökhan Tepe: Çöp poşetlerinin dolmadan atılmasına sinir oluyorum, israf!
Ne mutlu ki böyle bir eşim var!
Ne mutlu ki böyle bir eşim var! Romantik şarkıların en sevilen seslerinden birisi olan Gökhan Tepe, verdiği 3 yıllık uzun aradan sonra yeni albümünü hayranlarıyla buluşturdu. Hem kendi seslendirdiği hem de başkalarına verdiği romantik şarkılarla çok sevilen ünlü şarkıcı Gökhan Tepe, Hürriyet Gazetesinden Tülay Demir’e oldukça samimi açıklamalarda bulundu. İşte sevilen şarkıcının o röportajı…
Gökhan Tepe
Gökhan Tepe kimdir?
Benimki 1.5 yıllık bir sessizlik sadece…
◊ Hoş geldiniz, safalar getirdiniz de nerelerdeydiniz bunca zaman? Bir önceki albümün üzerinden 3 yıl geçmiş… Bu ara müzik sektörü için fazla uzun değil mi?
– 3 yıl değil o ara aslında. 2015’te albümüm çıktı, sonraki 1.5 yıl da klipler ve albüm tanıtımıyla geçti. O açıdan bakarsanız 1.5 yıllık bir sessizlik sadece.
◊ Normal yani…
– Tabii normal. O 1.5 yıl da zaten yeni albümün 10 şarkısını inşa etmekle geçti. 20’ye yakın şarkı çıktı, onların arasından seçim yaptım. Aranjman süreci falan da dersek, normal. Hem de çok normal.
◊ Bir saniye, ben takıldım ama. Günümüz müzik sektörü için 1.5 yıllık sessizlik de fazla. Artık herkes birkaç ayda bir yeni single çıkarmayı tercih ediyor.
– Doğru tabii, artık kimse 1.5-2 yıl ara vermiyor. Çoğu maksimum 6 ayda bir yeni şarkı çıkarıyor. İtiraf edeyim, bu durum son dönemde bana da mantıklı gelmeye başladı.
◊ Düşüncelerinizi değiştiren ne oldu?
– Özlem güzel şey ama benim gibi sürekli müziğin içinde olmak isteyen biri açısından o süre uzun gerçekten. Sürekli üretiyorum, sürekli beste yapıyorum. Söz yazarı arkadaşlarla disiplinli bir çalışma içindeyiz, neredeyse 10 günde bir yeni şarkı çıkıyor. O açıdan yani…
Müzikal anlamda daha olgun bir süreçteyim
◊ Bir de “yeni dönem” iddiasıyla döndünüz ya, acaba dedim o arada başka kararlar aldınız, sevenlerinız için sürprizler falan mı hazırladınız?
– Yok, yok öyle bir şey.
◊ Nedir o halde bu yeni dönem meselesi?
– Bu albümü hazırlarken çok daha tecrübeli bir müzisyen olduğumu hissettim. Müzikal anlamda daha olgun bir süreçteyim. Yeni dönemden kastım o.
◊ Siz bestelerinizi kendinize saklamıyorsunuz, birçok ünlünün hit’inde de imzanız var. O şarkılar, ısmarlama mı yazılıyor? Gelip size sipariş veriyorlar da ona göre mi beste yapıyorsunuz?
– Biz aslında gönlümüze göre şarkı yapıyoruz, sonra o eser şarkıcısını buluyor. Bana gelen, şarkıyı dinlediğinde kendine uyup uymadığını hissedebiliyor. Yine de bu genel bir kural değil.
Türkan, kilometre taşı şarkılardan biri oldu
◊ İstisnalar oluyor yani…
– Oluyor. Mesela Ebru Gündeş için bir şarkı bestelerken, onun sesini düşünüyorum. “Teşekkür Ederim”, “Araftayım” bu şekilde hazırlandı. Ama yine de çoğunun çıkış noktası, içimizden gelen ilk safiyane duygudur. Samimi duygularla besteliyoruz, sonra “Bu şarkı Ebru’ya doğru gitti, bu biraz Funda Arar gibi, bu tam Demet Akalın’lık” diye düşünüyoruz. Doğru seçimler yapmayı başarıyoruz, sanırım farkımız bu. Her şarkımızı herkes okusun gibi bir derdimiz yok. Her şarkı herkese yakışmıyor çünkü. Her güzel şarkıyı herkes söylememeli.
◊ Sadece pop beste mi yapıyorsunuz? Mesela türkü çıkmaz mı sizden?
– Çıkar, türkü bestelediğim de oldu zaten. Tırnak içinde “sanat müziğivari” diyeyim, ukalalık etmemek adına yani, “Veda Makamı” diye bir bestem var. Bunun dışında pop ile Türk müziğinin bir arada olduğu…
◊ “Türkan”…
– Bravo. Evet “Türkan” var… Müzikte kilometre taşı şarkılar vardır ya, onlardan biri oldu. Farklı bir tarzdı ve 7’den 70’e herkese ulaştı. Bu besteyi çıkarabildiğim için çok mutluyum.
◊ Sözler kime aitti?
– Ayla Çelik’e. Yıllardır uyum içinde çalışıyoruz onunla.
Araftayım, depresyon şarkısıdır!
◊ “Yaz 2018”de nasıl bir Gökhan Tepe var?
– Yüzde 90 romantik bir albüm yine. Çok kaliteli, çok klas şarkılar var. Dört mevsimi yaşatan, çok yönlü bir albüm diyebilirim. Sözlerde yine Ayla Çelik, Şebnem Sungur ve Serdar Aslan imzası var.
◊ Gökhan Tepe şarkısı denince “Kesin romantiktir, slow’dur” diyorum ben. Neden bu algı?
– Duygusal, romantik bir insanım, şarkılarımda da bunu yaşatmayı çok seviyorum. Bazen de “Araftayım” gibi çalışmalar çıkıyor…
◊ “Araftayım” gibi derken…
– Sertleşebiliyoruz, depresifleşebiliyoruz yani. O bir depresyon şarkısıdır neticede. “Bir haftayım, 10 günüm, son günüm hatta. Belki ölmek için bile yardımın gerek”… Bu sözler depresif değil mi sizce?
◊ O şarkının sözleri kimindi?
– O da Şebnem’in sihirli kaleminden, kalbinden çıktı.
◊ Yine böyle bir hit geliyor, eli kulağında diyeceğiniz bir çalışma var mı ufukta peki?
– Var. Sevgili Ebru Gündeş’in albümü geliyor, altı beste aldı benden. Dördünün sözü Şebnem Sungur’a, ikisinin sözü Ayla Çelik’e ait.
◊ Albümün çıkış tarihi de epey yaklaştı diye duydum…
– Valla bana kimse bir şey söylemedi, ben de sormadım.
Şarkılarım eşimin eleştirmesinden çok hoşlanırım!
◊ Yeni evli sayılırsınız…
– 2016… Yeni sayılır mı, evet aslında.
◊ Eşiniz de müzisyen, değil mi?
– Öyle.
◊ İki müzisyen aynı çatı altında… Ev ortamı renkli olsa gerek…
– (Gülüyor)… Renkli, keyifli… Birlikte müzik yapıyoruz. O yan flüt çalıyor, ben gitar. Çok eğlenceli oluyor. Onun öğrencileri var bir de. Eğitim vermeyi seviyor, oradan besleniyor.
◊ Siz nasıl besliyorsunuz?
– Duygularımı şarkılarımla paylaşarak.
◊ O paylaşımlara eşinizin müdahalesi oluyor mu?
– Fikir veriyor tabii. Bestelerimi ilk ona dinletirim, ne düşündüğünü sorarım. Şarkılarımı eleştirmesinden çok hoşlanırım çünkü gerçekten güzel yönlendirmeler yapar. O açıdan da şanslıyım. Ne mutlu ki böyle bir eşim var.
Gökhan – Aylin Tepe
Çocuğun yavaş yavaş zamanı geliyor!
◊ Onlarca kişi sormuştur, ben eksik kalmayayım. Çocuk sahibi olmayı düşünüyor musunuz?
– Doğru, bu soruyu sık sık duyuyoruz (gülüyor).
◊ Cevap?
– Evliliğimizin ikinci yılı bitti bu yaz, üçüncü yıldayız. Yavaş yavaş zamanı geliyor artık. Evlenir evlenmez çocuk sahibi olalım demedik, biraz birbirimize vakit ayırmak istedik.
Çocuk istiyoruz onda sıkıntı yok ama çok mu acelemiz var, hayır. Çocuğun olduktan sonra tüm hayatın o oluyor, onun geleceği için mücadele ediyorsun ya. Biz biraz evliliğin tadını çıkaralım diyoruz. Yoksa ailemizi büyütmeyi tabii ki yürekten istiyoruz.
O sofrayı kurarsa ben toplarım!
◊ Mutfak işleriyle aranız nasıl?
– Benim yemekten anladığım makarna ve kızartmadan ibaret. Ama eşimin repertuvarı geniştir (gülüyor).
◊ Evde iş bölümü yapıyor musunuz?
– O sofrayı kurarsa ben toplarım. Her işi kadın yapar, hanım evi çekip çevirir diye düşünen biri değilim. Öyle bir şey yok zaten… Paylaşıyoruz hayatı biz. Olması gerektiği gibi.
Fikret Başkan eşimi “Gelinim” diye sever…
◊ Eşinizle ortak bir sevdanız da varmış…
– Doğru. Siyah-beyaz sevdası… İkimiz de Beşiktaşlıyız.
◊ Beşiktaş demişken, buradan Fikret Orman’a da saygılarımızı iletelim…
– Tabii, başkanımıza sevgiler, selamlar. O da Aylin’i “gelinim” diye sever sağ olsun. Beşiktaş camiası benim ikinci ailemdir.
◊ Müzik dışında birlikte neler yapmaktan hoşlanırsınız?
– Film izlemekten. Seyahat de eşim sayesinde edindiğim bir hobi oldu.
The post Ne Mutlu ki Böyle Bir Eşim Var! appeared first on Magazin Haberleri.
from WordPress https://www.magazinhaberleri.com/ne-mutlu-ki-boyle-bir-esim-var/ https://www.magazinhaberleri.com/wp-content/uploads/2018/11/5be0452867b0a82700fd07ac.jpg
0 notes
Text
Mesaj
Etrafına bakındı. Odada, onunla aynı düşüncede birilerinin olup olmadığını gözleriyle şöyle bir yokladıktan sonra gözlerini kıstı, birkaç saniye bekledi. Belli ki söylemek üzere olduğu şeyin saçmalığını tartıyordu. Birden gözlerini açtı.
“Bu… Böyle bir şey… Mümkün mü?”
Gözler yavaşça evrimbilimcinin üzerine kaydı. Kimse bir şey söylemiyordu. Bu konuda söylenecek her şeyin spekülatif olduğu açıktı. Evrimbilimci, sosyal fobisi olan herkes gibi ıımm, ehmmm diyerek söze başlayacağının sinyalini verdi.
“Efendim, öncelikle bu konuda söyleyebileceğimiz her şeyin, ama her şeyin, tamamen varsayımsal olduğunu unutmamamız gerek. Bilim ve dolayısıyla biz bilim insanları, sadece yanlışlanabilir şeyleri açıklamaya uğraşırız. Bu şekilde hipotezler ortaya atar ve hangilerinin evrenin işleyişiyle uy umlu olduğunu anlamaya çalışırız. Bu anlamda elbette ki varsayımlarla konuşursak…”
“Buraya, kolej çocuklarına seminer vermek için getirilmediniz. Sadede gelin.”
Başkan Yardımcısı, delici bakışlarını evrimbilimciden ayırmadan sanki tek seferde söylemişti bu cümleyi. Görevi de buydu zaten. Başkanın iyi bir imajı olmalıydı, adab-ı muaşeret kurallarına uymalı, gülümsemeli, çocukları severken çekilen fotoğrafları gazetelerde yayınlanmalıydı. Başkanlık makamı bir imgeydi sadece. Başkan yardımcısının tek göreviyse pratik olmaktı. Adeta başkanın bilinçaltıydı o.
“Evet, dünyadaki yaşamın, uzayda kaybolmuş, gelişmiş bir zekaya sahip organik bir maddenin kalıntılarından beslenen bakterilerle başlamış olması varsayımsal olarak mümkün.”
Bir süre sessizlik oldu. Başkan, bir gözü kısık halde evrimbilimciye bakıyordu. Kafasının içinde bir düşüncenin doğum sancılarını çektiği tüm suratına yansıyan ifadeden belli oluyordu.
“Yani… Şu anda diyorsunuz ki… Diyelim ki, bizim uzaya yolladığımız bir astronot, mekikten bir şekilde ayrılmak zorunda kalsa… Ve bu şekilde uzayda bilinçsizce hareket etse…. Öldükten sonra, belki de binyıllar, onbin yıllar sonra, cesedinden beslenen bakteriler ile başka bir gezegende yaşam başlatabilir. Bunu mu diyorsunuz?”
Evrimbilimci, karşısında kendisini anlayabilme ihtimali olan birini bulmanın verdiği coşkuyla söze başladı.
“Evet efendim. Tabii bu milyonda, milyarda, trilyonda bir olasılık. Zira uzay kıyafetinin içinde astronotun ölümünden sonra organik bozunmanın başlayabileceği şartlarda bir ortam oluşabilmesi için kıyafetin hiç zarar görmemesi lazım. Yani kıyafetin hiç astroide denk gelmemesi, radyoaktif bir alana maruz kalmaması, nükleer ışımalardan etkilenmemesi lazım. Ki bu çok çok düşük bir ihtimal. Biz bilimde bu tarz imkansızlık yakınsamalarını göz ardı ederiz. Hikayelere değil, hakikatlere odaklanırız.”
Evrimbilimci, ilk kez böyle ciddi bir ortamda, yıllarını verdiği ve aslında kimsenin umursamadığını düşündüğü çalışma alanı hakkında konuşuyor olmanın sevincini sonuna kadar yaşıyordu. “Hikayelere değil, hakikatlere odaklanırız”. Ne kadar da şiirsel bir finaldi. Etrafına bakındı. Başkan haricinde ona bakan kimse yoktu. Gözler başkana çevrilmişti. Bilginin değil, gücün yönlendirici olduğunu bir kez daha fark etti.
Başkan, Kriptografi Bakanı’na döndü.
“Mesajı teyit ettirebildiniz mi?”
Kriptografi Bakanı, artık kelleşmeye başlamış tepesinden yüzüne dökülen saçlarını, alnından kafasının arkasına doğru sağ eliyle usulca götürdü. Dilini yaladı. Suratına anlık bir gülümseme yerleştirdi. Muhtemelen fotoğraf çektirirken de aynı ifadeyi takınıyordu.
“Efendim, Avrupa’daki gelişmiş kriptografi uzmanlarıyla da konuyu değerlendirdik. Hiç şüphe yok ki, ilk çözümlememiz kesinlikle doğru.”
Başkan yardımcısı “mesajı tekrarlayın” dedi Kriptografi Bakanı’na. Eğer Başkan bir duvar ustasıysa, Başkan Yardımcısı kesinlikle som altından yapılmış bir malaydı.
“Sizlere yaşamı verdik. Şimdi de özgürleştireceğiz. Beden, aklın hapishanesidir.”
Masadaki herkes bu mesajı son 2 günde defalarca duymuştu. Mesajın ihtiva ettiği anlama dair herkesin kendince bir fikri vardı. Masadaki askerler, bunun apaçık bir tehdit olduğunu savunuyor ve gerekli tedbirlerin hemen alınması gerektiğini düşünüyordu. Bilimciler ise bu mesajın doğrudan bir tehdit içerdiğine katılmasalar da tedirgin edici bir cümle olduğunda hemfikirdi. Başkan, 2 gün boyunca bu konudaki fikrini hiç açıklamamıştı. Sadece dinliyordu.
Başkan Yardımcısı kimseye bakmadan, masayı titreten davudi sesiyle söze başladı;
“Bu konuda yapmamız gereken belli. Bu bir tehdittir. Ne tonda olursa olsun, bu mesaj bir tehdittir. Hemen NATO ordularını teyakkuz durumuna geçirmeliyiz.”
“NATO generallerine ilk brifing verildi, efendim”. Hava Kuvvetleri Komutanı, işini iyi yaptığını düşünen askerlerdeki güven ve çocuksulukla araya girdi. “Ancak savunmamızı güçlendirecek başka önlemler de almamız gerektiğini düşünüyorum.”
“Ne gibi?” dedi Başkan.
“Tehdit tüm dünyayı kapsıyor. Dolayısıyla Çin, Rusya ve Hindistan gibi müttefikimiz olmayan ülkelerle de irtibatta olmamız ve bir çatı operasyon merkezi kurmamız faydalı olacaktır”.
“Hiçbir askeri operasyonda beraber çalışmamız mümkün değil” dedi Başkan Yardımcısı. “Rusya ve Çin uçaklarının, NATO kalkan sisteminin tepki süresini ölçmek için geçen yıl sadece Portekiz’de 9 kez hava sahamızı ihlal ettiğini unutmayalım. Ortak bir askeri operasyon teknolojimizi ve gizliliğimizi tehlikeye atar.”
“Fakat” dedi Uzay Araştırmaları Bakanı gözlüğünün camlarını elindeki mikrofiber bezle silerken, “eğer mesajdaki şeyin dünya çapında bir tehdit olduğunu kabul edip, bir saldırı gerçekleşeceğini varsayarsak savunulacak bir ülke, teknoloji ya da gizlilik kalmayacak”.
“Rusya ve Çin’in mesajdan haberi var mı?” dedi Başkan. Gözleri Başkan Yardımcısının üzerindeydi.
“Aldığımız istihbaratlara göre henüz yok. Ancak bizim teyakkuz durumunda olduğumuzu biliyorlar. Dolayısıyla öğrenmeleri an meselesi. “
“Nükleer” dedi Savunma Bakanı. “Sorunlar ne kadar karmaşık olursa olsun, çözüm daima basittir”.
Başkan Yardımcısı yüzünde gizleyemediği bir gülümsemeyle Savunma Bakanı’na bakıyordu. Kafasını masadakilerin yüzlerinde gezdirdi. Herkesin aklında olan ama kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği şey söylenmişti. Gülümsemesi daha da genişledi. Başkana döndü, tam söze başlayacakken Kriptografi Bakanı bir şey söyleyeceğini belli ederek boğazını temizledi. Yüzler ona çevrildi.
“Benim daha az radyoaktif bir önerim var” dedi.
Başkan ona bakıyordu. Masanın üzerinde kavuşmuş iki elini birbirinden ayırıp yukarı doğru açarak söylemesini istedi.
“Efendim, bize yolladıkları mesajın kaynağı belli. Ayrıca kriptografi uzmanlarımız mesajın dilini de çözdü. Onlara bir mesaj yollayabiliriz.”
Başkan, bir kaşını kaldırmış, bu fikri kafasında tartıyordu. Suratındaki ifadeden fikrin kafasına yattığı belli oluyordu.
“Diyelim ki hiçbir şey yapmadan bekleyip, bizi yok etmemelerini umarak onlara bir mesaj yollamaya karar verdik. Mesajımız ne olacak?” dedi Başkan Yardımcısı. Önüne, iğrendiği bir yemek gelmiş gibi söylemişti bunu.
Kriptografi Bakanı yavaşça gülümseyerek cevap verdi; “Basit. İlk kez karşılaşan iki kişinin birbirine söyleyeceği ilk şey: Merhaba”
0 notes
Quote
Yine geliyor aklıma, Beni benden alan günler… Dinle ey nefsim, Bugün önemli işlerim var. Ömrümün vakti dar hallerinde, makamı hizmet biri ile uzak kaldığım meseleler hakkında konuşmaya gidiyorum. Az kalmış olmalı, sıcak İstanbul havasında bu yolculuk artık bitsin diye yalvarıyorum. İnsan yığını bu arabadan artık kurtulmak istiyorum. Çünkü bu gerçekten can sıkmaya başlıyor. Neyse ”next station Okmeydanı Eğitim ve Araştırma” neyse ki artık varmış bulunuyorum. İnsan yığını arabadan sonra yollarda ve sonunda hastahanede de peşimi bırakmıyor. Elimde ki kağıda göre son birden çok,üçten az kişi kaldığını idrak ediyorum. Sn.Genç yazısı çıktı. Artık girebilirim saatlerimi vakfettiğim odaya. Beyaz önlüğü ile bana bakan yarım gözlüklü adam gözlerinin içini göstermek istercesine güldürüyor. Neyse ki itici gözleri yerini pür dikkat kesildi. Hoş nedir bu iç çekişlerinin sebebi? Az evvel gülen gözler neden kaygılı? Çok geçmedi yöneldi tok sesi ile. Kardeşim dedi. Aldırış etmedim, içimde ki merak duygusu bir anda çıkıverdi hanesinden ve ”buyurun” buyurdu. Ve başladı, “Söylemek kolay gelmiyor, ama söylemesem de çözüm değil. Çok az kaldı, gencecik bedenin toprak ile buluşmasına çok az kaldı.” dedi. Kendinden emin ifadem yerini kaygıya bıraktı. İlk defa birisi çözümü olmayan bir sorunu bu kadar net haykırıyordu. “Ee çözümü nedir? Hani nerede ilminiz, biliminiz nerede gereksiz şeylerin efendileri olan İsviçreli bilim adamcıklarınız?” dedim. Ve en büyük cevabı verdi, #Sessizlik Anlamıştım ve yetti de. Sertçe kapattım saygı duyulası kapısını, Kafamda deli sorular ile birlikte kendimi bir deniz kıyısına bıraktım.Sonrası mı? “20 yaşındaydı, Oturdu, bir deniz kıyısında, Ölümü düşündü, Öldü..” Başkaca hiç bir şey düşmüyor dilimden ve onun hizmet ettiği kalbimden. Doktor Efendi’ye göre, 20 yaşında ki bir genç ölecekmiş. Ulan tamam biliminizle ölümsüzlüğü bulamadınız. Hastalık için de mi çaresizsiniz? Hani verdiğiniz yemin? Hani bana şifa vermek için yeminliydiniz. Siz de yalancısınız,siz de aldattınız… Üşüdüm, Yeter bu gece de o günü anmaktan uzaklaşmalıyım. O günden bugüne bünyem daha da düştü. Sağlık hakikatinin, benden ayrıldığını hissediyorum. Acaba doktor ne halde? Hiç mi pişman değil? Hayatımı mahvetti. Bana zehir etti bu dünyayı. • Ö• zlüyorum geçmiş günlerimi, •L• ehviyatlardan uzaklaşıyorum. •Ü• midim de kesiliyor, •M• emnun değilim halimden… Bir akşam üstü, Yine boğazımdan birşey geçmiyor. Halsizlik sarıyor aciz bedenimi, Yavaş yavaş yok oluyormuş gibi hissediyorum. İçeriden yine sesler geliyor, Yine bir akraba ziyarete gelmiş. Beni uyuyor zannediyorlar, Gelin artık zorlanıyorum. Nefesim daralıyor. Sıcaklık daraltmaya başlıyor. Bağırmak istiyorum, Annem içeri de, Anne kurtar beni. Nefes alamıyorum. Duymuyorlar, Bir kudret tecellisi yaklaşıyor. Boğazımda takılı kalan nefesime dokunuyor. Yapma, dokunma. Bırak beni…Yaşamak istiyorum… Onun dokunduğu tenime neden kimse yardım etmek için gelmiyor? Neden yardım etmiyor kimse ulan! Başıma geliyor, Beni büyüten eller, şimdi bana dokunamıyor. Ve bağırıyor, Azrail’den bir ses yükseliyor, ”Neden bağırıyorsun, neden ağlıyorsun? Günü mü dolmamıştı, Kader’inden önce mi kudret eli karar verdi?” Duymuyor kimse, ruhum artık sahibinin kudretinde. En sevdiklerim sadece ağlıyor. Ağlama diyorum, yapma diyorum. Dinlemiyor, duymuyor. Bedenime yabancı eller dokunuyor, Öldüğümü söylüyorlar, ölmedim diyorum. Kimse ses etmiyor. Beni soğuk bir odaya getirdiler. Hiç birini tanımıyorum. Bu adamlar neden bu kadar asık suratlı. Neden bu kadar ümitsiz, neden bu kadar soğuk elleri? Ve titrek sesinden, “Bedeni soğuk ve mor diyorlar, ruhum azap içinde bedenime kimse dokunamıyor” su bu sefer bir farklı soğuk geliyor. Beyaz bir örtü çıkarıyorlar. En son bu beyazlığı hanımımın gelinliğinde gördüm diyorum kimsenin yüzü düzelmiyor. Kefen dediler. Bu kefenmiş, giymem gerekiyormuş. Diller de gezen şahsımı, Tahta bir tabutta 3-5 kişi zor taşıyor. Arkada ağlama sesleri, Susun diyorum. Yapmayın, kimse duymuyor. Bu acı olarak yetiyor. İşte geldik musalla taşına, Başladı Hocaefendi okumaya. Kılındı şimdi namazım. Toprak olmaya gidiyor inkarcı naaşım. Yine sırtladılar, Başlıyor yine eziyet. Beni ayaklarınızın altına alın ama yine de koymayın bu tabuta diyorum, yine yeniliyorum. Geldik kabrin başına, 2 genç indiriyor kabre bedenimi, En sevdiğim iki insan biri canım, biri canımın canı. Koydular toprağa, Üstüme tek tek tahta koyuyorlar. Sıkışmaya başlıyorum, daralıyorum. Bunalıyorum, tahtaları koydular. Ve ilk toprağı yine canımdan biri atıyor. Çıkmak istiyorum, bunalıyorum. Yapmayın yalvarırım beni burada bırakmayın. Toprak bitti, herkes uzaklaşıyor. Hoca öğüt verircesine sesleniyor bana. İki nur intikal ediyor, İki nur, kudret sahibinin namı ile geliyor. Sorular ağır geliyor, Rabbin kim diyor? Dünya da bilmediğim sahibi, burada bir kudret bildiriyor ve gösteriyor. Kim diye tekrar soruyor. Ben hep para ile iş kurdum. Kim diyor, Ben yine ses çıkaramıyorum. Ruhum ve bedenim bu azaba dayanamıyor. Bir kez daha soruyor, Kim senin rabbin? Haykırmaya başlıyorum. Annemdir, babamdır, karımdır, paramdır, evladımdır. Benim Rabbim, Dünya da taptığım ne varsa O’dur. Ve azap başlıyor…. Bitmiyor… Sen kardeşim, Bil ki bu dünya da Rabbim kim ise? Orada haykırdığın da o olacak…
https://mutefekkirane.wordpress.com
0 notes
Text
Tuzağa saçtığın taneler, cömertlik sayılmaz ki.
Oltandaki et lokması, balığı avlamak içindir.
Öyle bir lokma ne ihsandır, ne cömertlik!
Mesnevî 'den
11 notes
·
View notes
Text
"İnsan" denen varlık,
Aslında hep gitmeleriyle meşhurdur.
Lâkin!
Rabbinden başka gittiği heryerde,
Çile çekmeye mahkúmdur!..
10 notes
·
View notes
Text
Yusuf olmak isteyene,
Kuyu mükâfattır..
İbrahim olmak isteyene,
Ateş gülistandır..
Eyyub olmak isteyene,
Hastalıklar şifadır..
Ey gönlüm, derdin senin dermanındır..
16 notes
·
View notes
Text
10 notes
·
View notes