#sanat eleştirisi
Explore tagged Tumblr posts
Text
heiner müller'in "hamlet makinası" | oyun incelemesi
Heiner Müller Hamlet Makinası’nda kendi deyimiyle “nasıl sahneleneceğini bile bilemediği” bir oyun yaratmıştır. Müller oyunu sadece kafasında oynatabildiğini söyler. Aynı şekilde metnin tavrı da sese ve görüntüye taşınma konusunda direnmekte, dil akışındaki kırılmalar ve burkulmalarla kendisini yazı sahasına tutundurmaktadır. Artaud’ya ve onun kıyıcı tiyatro düsturlarına göz kırpan bu metin, onun yakıcı şiirselliğiyle birlikte pratikte deneyimlediği sıkıntıları da bünyesinde taşımaktadır.
Bu oyunda Müller an’da patlayan ve oluş halinde görünüp yiten çoklu imgelerin sürerliğiyle şiirsel bir yoğunluk yakalamıştır. Patlayan anlar bir sonraki anı sakatlamakta, oyun git gide daha topal ve daha hastalıklı bir anlatım sancısıyla ilerlemektedir. Bir önceki kelime bir sonraki kelimeyi yakasından tutar ve yavaşlatır; sonraki kelime kendisini kendisinden azad eder ve havada imgesel boşlukların kokusu kalır. Bu takip ve sakatlamalar belleğe dair değildir; tam tersi şablonik tuzaklarla oyun, belleği tam anımsama eylemi üzerindeyken, varlığını en canlı ve yalın halinde sergiliyorken yıkımın içine atar. Hava boşlukları kendilerine yeni manaları çağırırlar; böylelikle oyunda okuyucu metne ustalıkla yabancılaştırılsa da, çiğ bir dürtüye kendisini bıraktığında kalıplardan soyulmuş bir yeniden var olma alanını da sezer. Ancak oyun bu yeniden var oluşu okuyucusuna umutla sunmaz, okuyucu yitip giden bir hisle sezdiği sade ve huzurlu dünyanın içinden birden tarihin, cinsiyetin, iktidarın ve savaşın kendisini kalıtsallaştırdığı çöplüğe düşer. Müller belki de bu sebeple oyununda şiirsel dili gereksinmiştir. Aynı şekilde bu dil, alımlayıcısını yapay ben idealinde hakikat ve hakimiyet sahneleri kurmaktan men eder.
Bu kısa oyun, beş ayrı bölümden oluşur. Bu bölümlerden her biri kendilerine özgü oluşlar içerir. Sezilebilecek ölçüde birbirlerinin içine girip çıkarlar ancak çizgisel bir zamanı hiçbir zaman işaret etmezler. İlerleme, bellek, akış yoktur. Müller bu oyunda üç evreli zaman kavramını siler. Geçmişin kalıntısını ve geleceğin tasarısını da şimdide kurgulanmakta olan benliğinde dışavuran insan, aslında zamanı eşzamanlı olarak deneyimlemektir. Bu eşzamanlılık kendisini us’ta değil ancak duygu köklerinde belli eder. Bu nedenle Müller’in klasik zamanı yok sayması, anda patlak veren görüntülerle seyircinin “aklını” kemirecek “veba”yı doğurma itkisini destekler. Zamanın ve belleğin göz ardı edildiği bu oyunda tarih ve iktidar da kendisine alan bulamayacaktır. Ancak Müller mitler aracılığıyla sık sık bu kavramlara gönderme yapar, sadece onlara kendilerini temsil etmeye ve yargıçlık oynamaya yarayacak yapay sahneyi kurmaz. Mitler, kendilerini döngülerle, yoğunlaşmalarla ve kurgularla var ederler. İnsanlar mitleri, hakikatin örtülmesinden doğan gerilimi içlerinden kopardıkları hayat parçalarına ekleyip parçaları dışarıdaki putlarla tanımlayıp yüceleştirerek oluştururlar. Müller de Brecht’ten aldığı epik mirası farklı bir yaklaşımla oyunlarına taşıyan biri olarak, özellikle bağ kurduğu komünizmin mitlerle yaşadığını görmekten çekince duyar. Hamlet Makinası taraflar ve kutuplar oluşturmadan, iktidarın geçmişini, geleceğini ve türevlerini sarsmakla ilgilenir ve çok yönlülüğe açılır.
Tragedyaların beş bölümünü anımsatır bir şekilde bölünmüş bu oyun, tragedyanın varlığına tamamen tezat bir parçalanmışlıkta ilerler. Seçilen karakterler ve çağrıştırdıkları anlamlar düşünüldüğünde, oyunun derdini yenilenme ve değişme talebi üzerine kurduğunu, bunu da kocaman ve irrasyonel bir çığlık sesiyle yaptığını söyleyebiliriz. Oyunun ilk bölümünde Hamlet’in derdi ödipal üçgenledir. “Herkesten her şeyi alan insan”ın yattığı tabutu durdurur, onu “kılıcıyla” açar, bu kesici ve sivri yapay uzuvla yaratıcısının etini parçalar. Onu yoksul insanlara dağıtır. Hamlet töreni dondurur, temsili dondurur, ağlaşmayı dondurur, ölü eti işleyişe sokar, onu canda tanımlar. Yoksul olana yoksul bırakanın etini sunar. Yapay bir törenle kıpırtısızlıktan coşkuyu, arzunun döngüsünü türetir. Bu döngü Hamlet’in kendisine gelene dek bütün sözde canlılığı, kurgulanmış sahneleri yakıp yıkacaktır. Bu, arzunun özünde barındırdığı istemeden istediğini alan kendiliğinden devrimci güçtür. Hamlet putları doğrar, arzunun alevini yakar. Yazar şiirsel bir terörizmle tüm kutupları imleyen ve sonra parçalayan bir yoğun göstergeler sistemi kurar. “Bu umut çağında çürümüş olan bir şeyler var”dır, kan dökene karşılık kan dökerek iktidara gelen amcasına karşı da aynı şiirsel yıkıcılığı takınır. Annesinin bacaklarını açar, amcasına yardım eder. Hamlet anasının delikten yoksun olmasını diler, onu yeniden bakireye dönüştürmeyi diler. Kutsanmış doğurganlığı kırar, yılan yuvası dediği rahmi örtmek ister; varlığından vazgeçmek bu uğurda seve seve ödeyeceği bir bedeldir. Kurulmuş ödipal üçgende barınmak istemez, erk istemez, ana istemez. Onun iktidar şehvetini replikleriyle onayacak anayı yahut onun duruşunu dikleştirecek bir Horatio’yu istemez. Onun gerçek dramında bu karakterlere yer yoktur.
İkinci bölümde Ophelia saatten yüreğini söküp atar, tarihten soyunur, ölüm yuvası olan evini terkeder, rahminden kurtulur, selamete ulaştıracak sefalet çığlıklarını kırık camlar arasından kucaklar. Kostümlerini, kaderini ve kimliğini yırtar. Üçüncü bölümde cinsiyetler soyulur. Tarihin diktatörlüğünü imleyen ölüler üniversitesinin önünde Hamlet fahişeliğe soyunur. Ölü kadınların parçaladığı giysilerin içinde Hamlet kadınsal olana öykünür, yaşamın kaosunu terörle sarmalar. Yazarın kullandığı fahişelik imgesi, hem toplumsal kimlik hem de anonim beden bağlamında Hamlet’in ödipal yazgıyla dalga geçmesidir. Madonna’nın göğüs kanserinin ışığı evrende parıldamaktadır; başka mesih olmayacaktır. Dördüncü bölümde yazar tüm bu anlatılanların ve düşünülenlerin kutsallığını bozar, oyununda maskesini düşürür. Hamlet makyajını siler. Önce ödipal üçgenden sonra da tarihten ve cinsiyetten çıkan Hamlet şimdi de oyundan ve bütünlükten çıkmaktadır. Bu bölümde Hamlet ayaklanmadan ve gerçek sorunlardan bahseder. Dramasının yalın özünü anlatır. Hamlet dekorun tarihi göstergeleyen bir anıt olduğunu söyler. Bu esnada arkasına yeni putlar, yeni dekorlar ve iktidar aygıtları gelir. Arzuyu reaktifleştirip boğmakla imlenen teknolojinin demirbaşları televizyon ve buzdolabı, Hamlet’in ayaklanma konuşması sırasında arkasında durur. Bu konuşmada az önce rolünden sıyrılmış olan Hamlet, yeni bir sahne ve yeni bir kutup kurar önce. İsyan duygusunun içinde gezinir, özgürlük talebinin koşul ve haklılıklarına değinir. Derken bu öyküleştirme birden iki kutbun şiddet ve iktidar bağlamında yer değiştirmesiyle birlikte tavan noktasına ulaşır; tam bu anda Hamlet iki kutbun da içinde dramını kurmak isteğini dile getirir. Ve çizgiler karışır, Hamlet aynadaki kendisine yumruk atmaktadır. Hamlet kendi hürcesinin gardiyanı olur. Hamlet tüm bu kutupların içini boşaltır, bezginliğini kusar. O bir daktilodur, işlem bankasıdır, onun hikayesi hiç olmamıştır. Anlatılan hikaye, iktidarın ve aygıtlarının kurguladığı sahnede oynanan, dövülenin dövdüğü kişide kendi eksik babasını gördüğü ve sakladığı hakikatin çirkin yüzünü onda inşa edip putuna saldırdığı sürekli bir mazoşist oyundur. Bu yüzden Hamlet kostümünü çıkarır; onun metni kayıptır, istifa eder, kin kusar. Tiksinti kendisini duyurur. Aşağılanmış kadın bedenlerinin, kuşakların dalga geçilen umutlarının, ayrıcalıklı insan mitinin, modern caddelerin gizlediklerinin, öldürme araçlarının, cinayetlerin ve örtük suçun, sinsiliğin tiksintisi. Hamlet artık nefes almak sevmek ve yemek istemez; yanılsama onların içine dahi sızmıştır. Tiksinti büyür. Müller Hamlet’in tiksintisini kendi içine, kendi dışkısına, kanına kapatma isteğinde boğar. Buzdolabından tiksintinin kanı sızar, dişil liderler aynı anda konuşur, rolüne yeniden giren Hamlet yazgısını hayırlı bir iş için kullanır, Marx Lenin ve Mao’nun başlarına balta vurur ve buzulçağı başlar. Orphelia Elektra’nın sesiyle görünür. Anaçlığa ve doğurganlığa karşı Elektra konuşur, Orphelia’nın belden aşağısı yoktur. Elektra memelerindeki sütle bütün nesli zehirleyecektir; saflık adına, üremesi emredilen rahmin iradesini kullanıp erki boğması adına, rahmin ve insanlığın teslimiyetinin mutluluğunu yıkmak adına. Tanımlarından azade olmuş kadın sahnede yalnız başına ve beyazlara sarınmış bir şekilde kalır. Erkekler çıkar. Eli bıçaklı kadın, kaosu geri çağıracaktır.
Bütün bu algılama çabalarını öznel, öznel olduğu ölçüde biricik; ama evrensel akıl ölçüsünde önemsiz kılan bu oyun, biçimiyle de içeriğiyle de kaosla barışıktır. Bu bir söylemi olmadığı anlamına gelmez, bariz bir şekilde büyük dertleri vardır. Ancak bu metin içeriğinde bahsettiği yaşamsal çığlığı destekler nitelikte biçiminde de ehlileştirilmekten ve noktalardan uzak durur. Oyun hiçbir zaman diyaloglaşmaz, ikiliği yada çokluğu hiddetle tükürülen monologlarının içinde bulur. Müller için esas dert ve esaslı bir derdi paylaşmanın yordamı budur.
#heiner müller#hamlet makinası#tiyatro#tiyatro yazıları#dramaturji#tiyatro eleştiri#postdramatik#absürd tiyatro#performans#sanat#sahne#sanat eleştirisi#tiyatro inceleme#çağdaş tiyatro
0 notes
Text
Duvara Muz Bantlayıp, 6.2 Milyon Dolara Sattılar
Maurizio Cattelan’ın tartışmalı eseri “Comedian”, Sotheby’s müzayedesinde 6,2 milyon dolara satıldı. Bir muz ve koli bandından oluşan eser, modern sanatın eleştirisi olarak görülüyor. Maurizio Cattelan’ın Tartışmalı Sanat Eseri “Comedian” Rekor Fiyata Satıldı İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan, bir muz ve koli bandından oluşan eseri “Comedian” ile sanat dünyasında yine dikkatleri üzerine çekti.…
0 notes
Text
Eleştiri Sanatında Öne Çıkan Yazarlar ve Sanat Eleştirilerinin Geleceği
Sanat eleştirisi, yalnızca sanat eserlerinin değerlendirilmesi değil, aynı zamanda sanatın toplumsal ve kültürel bağlamda nasıl algılandığını anlamak için de kritik bir alandır. Bu makalede, sanat eleştirisinin tarihsel gelişimi ve geleceği üzerine derinlemesine bir bakış açısı sunulacak. Sanat eleştirmenleri, sanat dünyasında önemli bir rol oynayarak, eserlerin topluma nasıl yansıdığını ve nasıl…
0 notes
Text
YOUTH OF MAY // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb puanı: 8,4 Benim Puanım: 5
Drama: Youth of May (English & literal title)
Hangul: 오월의 청춘
Director: Song Min-Yeop
Writer: Lee Kang
Date: 2021
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Lee Do-Hyun, Go Min-Si, Lee Sang-Yi, Keum Sae-Rok, Kim Won-Hae, Eom Hyo-Seop
2021 KBS Drama Awards - December 31, 2021
Best Actor (Lee Do-Hyun)
Excellent Actress (Go Min-Si)
Best Supporting Actress (Keum Sae-Rok)
Best Youth Actor (Jo Yi-Hyun)
Best Couple Award (Lee Do-Hyun & Go Min-Si)
Dizi 12 bölümden oluşan zırıl zırıl bir dramı konu alıyor. Herkesten özür dileyerek ve tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki hiç bana hitap etmedi. Öyle ki, izlerken ruhum daraldı, ufunetler bastı. Bir türlü “evet bu” diyeceğim noktaya gelemedim. Bunaldım, üzüldüm, daraldım, sıkıldım. Aslında daha en başından mutsuz sonla biteceği belli olan birçok dizi izledim. Hiçbiri bu kadar gırtlağıma yapışmamıştı. Silah zoru ile izledim desem yeridir. Hiçbir yerde olumsuz eleştirisi olmayan ve puanı oldukça yüksek olan bu dizi için bu şekilde yorum yapmak zorunda kaldığım için üzgünüm.
Dizi 1980 yılının Mayıs ayında meydana gelen Gwangju Ayaklanmasını konu alıyor. Öncelikle bu diziyi izleyecekseniz çok kısa da olsa Gwangju Ayaklanması ile ilgili yazıları okursanız, izlemesi belki bir nevi daha kolay olur. Aslında birazcık bizim tarihimizde yaşanan 1980 öncesi Türkiye'si sağ-sol olaylarını anımsatıyor. Hwang Hee-Tae (Lee Do-Hyun), çok zeki bir Tıp öğrencisidir. Hemen hemen hiçbir konudan hoşlanmaz. Hayatını ‘Ön yargıya karşı bir savaşçı’ olarak tanımlar. Oyuncuyu ilk Hotel Del Luna’da izledim. Dizi içinde başka diziye spoiler vereceğim ama benim için kendisi Hotel Del Luna’nın ateş böceğidir. Hala gıyabında konuşurken ateş böceği diye bahsederim. Sonradan kendisini Sweet Home dizisinde de izlediğimden burada görmek benim için tanıdık bir yüz oldu. Karakterimiz bekar bir annenin çocuğu. Hayatı etrafındakilerin ön yargılarını kırmaya çalışmakla geçtiğinden misyonu da ön yargılar ile savaşmak. Bu savaş uğruna hep en çok çalışan, en başarılı olan kişi olmak zorunda kalmış. Ve neticesinde birincilik ile bitirebileceği Tıp okulunu hobisini bahane ederek uzatmıştır.
Lee Soo-Ryeon (Keum Sae-Rok ) ise zengin bir ailenin hukuk okuyan kızıdır. Ülkenin karışık olduğu bu dönemde üniversiteli öğrenciler komünist ilan edilmektedir. Soo-Ryeon ise darbeci yönetime karşı gelip protestolarda en önde yer alır. Ailesi onu bir an önce evlendirmek istese de asla evlenmek istemez. Karıştığı protestolardan biri artık bardağı taşırınca babası ona görüşmesi için birini ayarlar.
Kim Myung-Hee (Go Min-Si), Soo-Ryeon’un fakir arkadaşıdır. Üç yıldır hemşirelik yapan naif, sakin bir kızcağızdır. Eğitimi için paraya ihtiyacı vardır. Bu nedenle de izdivaç buluşmasına para karşılığında arkadaşının yerine gitmeyi kabul eder. Amaçları basittir, buluşma sırasında uygunsuz davranacak, ilişki başlamadan karşı tarafın olumsuz yorum yapmasını sağlayacaktır. Buluşacağı kişi ise Hee-Tae’dir. Hesaba katmadıkları şey ise Hee-Tae’nin daha önce onu görmüş ve görür görmez aşık olmuş olmasıdır.
Lee Soo-Chan (Lee Sang-Yi) ise Soo-Ryeon’un abisidir. Fransa’dan yeni dönmüştür ve uzun süredir Kim Myung-Hee’ye ilgi duymaktadır. Yani kendisi dizideki ilişkilerin kör düğüm olması için gereken son düğümdür. Oyuncuyu Hometown Cha-Cha-Cha da ikinci erkek rolünde izlerken baya keyif almıştım. Bu dizide de yine aynı rütbesini koruyarak kariyerine devam ediyordu.
Şimdi bu noktada, diziye ilk başladığımda bana hissettirdiği şey “Business Proposal” dizisinin o eğlenceli havası oldu. Biraz eğlenceli biraz gergin bir aşk izleyeceğimizi düşündüm. O kadar yanılmışım ki… Bütün bu hissiyatım 2.bölümde su balonu gibi patladı. Bir anda dizisinin havası sanat filmlerinin o ağır melodramatik rengine büründü.
Lee Do-Hyun ve Go Min-Si ; “Sweet Home” dizisinde abi kardeş rolünde olmalarına rağmen bu dizide umutsuz aşık rolünü sırıtmamışlardı. Gel gelelim dizi her bölüm o ağırlaştırılmış havasını arttırmaya devam ettiği için ben çöktükçe çöktüm. Olaylar derinleşti, savaş çirkinleşti. İnsanların mücadeleleri alevlendi. Masum insanların çaresizlikleri yuvarlana yuvarlana büyüdü. Bütün olayların ortasında yanlışlıkla bir araya gelmiş bir çift olarak kaldılar. Hakkını arayan masum insanların katledilmesi bende üzüntüden çok buhrana neden oldu. Dizide çekilen sahnelerin bir çoğu tarihte günümüze ulaşan fotoğraflardan sahnelenmiş. Belki kendi tarihimiz olmadığı için bilmiyorum, bizim olaylarımıza bu kadar benzemesine rağmen ben ağlayamadım.
Ve mutsuz son tabi ki… yani bunu spoiler olarak düşünemezsiniz bile, çünkü zaten ilk bölüm bittiğinde bu dizinin gidişatının hiç mutlu olmadığını herkes anlıyor. Günün sonunda özetlersek, diziyi kimseye önermem. Benim için kötü bir tecrübeydi.
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
#Youth of May#kdrama#dizi#inceleme#yorum#eleştiri#Lee Do-Hyun#Go Min-Si#Lee Sang-Yi#Keum Sae-Rok#Kim Won-Hae#Eom Hyo-Seop
1 note
·
View note
Text
Besim F. Dellaloğlu – İkondan Kanona (2023)
Hep yakınırız Türkiye’de güçlü bir sanat, edebiyat eleştirisi ve kuramı olmadığından! Kanonların “mahalli” olduğu bir toplumda sanat, edebiyat eleştirisine neden ihtiyaç olsun? Edebiyatın ideolojiye indirgendiği bir zeminde, okuma tercihlerinin tamamen politik olduğu bir ortamda eleştiri ve kuram olmaması, hatta olsa bile onlara dönüp bakanın olmaması doğaldır. Besim Dellaloğlu, ‘İkondan Kanona:…
View On WordPress
0 notes
Text
Fovizm nedir?
Fovizm nedir tam ve en kısa açıklamasını hemen yazalım. Fovizm, 20. yüzyılın başlarında Fransa'da ortaya çıkan bir resim akımıdır. Fovistler, günümüzün gerçekçi resim anlayışından uzaklaşarak, doğanın görüntüsünün yerine, renklerin ve ışığın etkileyici gücünü öne çıkarmayı amaçladılar. Fovistler, parlak ve canlı renkler kullanarak, gün ışığının etkisini yansıtmak istediler. Bu, tablolarda yoğun bir atmosfer oluşmasına neden oldu. Fovizm, özellikle Fransa'da popüler oldu ve kısa bir süre içinde diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD'de de yaygınlaştı.
Fovizm hareketi ile ilgili kritik eleştiriler nelerdir?
Fovizm hareketi ile ilgili kritik eleştiriler arasında en yaygın olanlar şunlardır:
Fovizm, gerçekçi resim anlayışından uzaklaşarak, sanatın estetiğini öne çıkarmak için gerçekçi olmayan ve abartılı renkleri kullanır. Bu, resimlerin gerçekçi olmadığı ve gerçek yaşamı yansıtmadığı eleştirisi ile karşılaştı.
Fovizm, sanatın duygusal ve ruhsal yönlerini önemsemeden sadece görsel etkileri öne çıkarmaya çalışır. Bu, sanatın sadece gösterişli ve güzel görünen bir şey olmasını isteyen bir hareket olarak eleştirildi.
Fovizm, sanatın teknik yönlerini önemsemeden sadece görsel etkileri öne çıkarmaya çalışır. Bu, sanatın sadece yapılırken zevk alınmasını isteyen bir hareket olarak eleştirildi.
Fovizm hareketi, gerçek yaşamın çeşitliliğini ve zorluklarını göz ardı eder ve sadece güzel ve parlak görünen yanlarını öne çıkarır. Bu, sanatın gerçek hayatı yansıtmaktan uzak olduğu ve gerçek dünyayı yok saydığı eleştirisiyle karşılaştı.
Fovizm hareketi, sanatın duygusal ve düşünsel yönlerinin yanı sıra, sanatın sosyal ve politik yönlerini de önemsemediği için eleştirildi.
Bu eleştirilerin hepsi Fovizm hareketinin gerçekçi olmayan ve estetik amaçlarını ön planda tutmasından kaynaklanmaktadır, Bu nedenle gerçek yaşamı yansıtmıyor ve sanatın duygusal ve düşünsel yönlerinin önemini göz ardı ediyorlar.
Fovizm'in etkisi nasıldır ve diğer sanat akımlarına nasıl yansımıştır?
Fovizm, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıktığından, sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Fovizm, sanatın estetiğini öne çıkarmak için renklerin ve ışığın gücünü kullandı. Bu, resimlerde yoğun bir atmosfer oluşmasına neden oldu. Fovizm, özellikle Fransa'da popüler oldu ve kısa bir süre içinde diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD'de de yaygınlaştı.
Fovizm'in etkisi, diğer sanat akımlarına yansıdı ve daha sonra ortaya çıkan diğer sanat hareketlerinde de etkilendi. Örneğin, Fovizm'in parlak renkleri ve gün ışığının etkisini yansıtmak için kullandığı teknikler, İkspresyonizm ve Fauvizm gibi sanat hareketlerinde de kullanıldı.
Fovizm, ayrıca popüler sanat türleri olan moda ve tasarımda da etkili oldu. Fovizm'in kullandığı parlak renkler ve desenler, moda ve tasarımda da popüler hale geldi.
Fovizm, 20. yüzyılın başlarındaki sanat dünyasında önemli bir yere sahip olmasına rağmen, sanat tarihinde diğer sanat hareketleri tarafından etkilendi ve etkiledi. Fovizm, sanatın estetiğini ön planda tutan bir hareket olarak kabul edilir ve günümüz sanatında da etkisini sürdürmektedir.
Fovizm Nedir ve detaylı açıklama ve örnekleri için;
Kaynak: https://kadrolupersonel.com/fovizm-nedir-fovist-ressamlar-sanat-dunyasinin-vahsi-hayvanlari-mi/
0 notes
Text
“Sanat güzel bir şeyin tasarımlanması değil, ama bir şeyin güzel tasarımlanmasıdır.”
İ. Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi
5 notes
·
View notes
Text
PLATON OKUMA REHBERİ
Bu rehberi yazma amacım bütün dünyada en çok okunan yazarlardan biri olan Platon’un kitaplarını okumak isteyenlere yardımcı olmaktır. İnternette Platon hakkında yeterince açıklayıcı bir kaynak bulamadığım için bunu kendim yazma ihtiyacı hissettim, çünkü Platon’un bütün kitaplarını okudum ve deneyimimi başkalarıyla da paylaşmak istedim.
Platon Neden Bu Kadar Önemli?
Platon sadece felsefe tarihi için değil insanlık tarihi açısından da önemli biridir. Bunun nedeni bilinen tarihte entelektüel anlamda önemli olan birçok şeyi ilk kez yapan insan olmasıdır. Bunları özet olarak inceleyelim:
• Felsefeyi ilk defa sistemli ve kurumsal hale getiren kişidir. Yani hem felsefenin alanlarının birbiriyle olan mantıksal ilişkisini hem de felsefenin diğer alanlarla olan bağlantısını göstermiştir.
• Dünyadaki ilk üniversite olarak kabul edilen Akademi’nin kurucusudur. Bu okul antik dönemin bilimsel olarak en ileri kurumlarından birisidir.
• Felsefi yazım onla başlamıştır, çünkü ondan önce felsefi konular sadece şiirsel bir dil ile (fragmanlar şeklinde) yazılıyordu. Kitaplarını hocası Sokrates’ten öğrendiği Sokratik Diyalog Yöntemini kullanarak yazmıştır.
• Tarih boyunca yapılan bütün metafizik felsefelerin dayanağı olan idealizmin (veya idealar kuramının) kurucudur.
• Kitapları felsefenin çoğu alanında bugün halen süregelen tartışmaların referans alındığı ilk kaynaktır. Siyaset felsefesi, bilim felsefesi, sanat felsefesi, dil felsefesi ve eğitim felsefesi alanlarının başlatıcısı niteliğindedir.
• Spiritüalizmi (ruhun var olduğu görüşünü) ilk defa felsefi bir şekilde savunan kişidir.
• Atlantis efsaneleri, platonik aşk gibi tarih boyunca birçok tartışma konusu ve kavramın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
• Hiçbir şey yazmadan ölen Sokrates’in görüşlerinin günümüze ulaşabilmesini sağlamıştır.
• Aristoteles onun okulunda öğreci olarak yetişmiş ve büyük ölçüde ondan etkilenmiştir.
Platon Okumaya Nereden Başlamalı?
Felsefeyle alakalı herhangi bir şey okumaya başlamadan önce mutlaka en az bir tane Felsefeye Giriş kitabının okunması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca her filozofu anlamak için de önce onun döneminin genel düşünce yapısından ve onun döneminden önceki filozofların ne türde görüşlere sahip olduğundan haberinizin olması gerekir. Bu nedenle felsefe okumaya başlamadan önce bir de Felsefe Tarihi kitabı okumak gerekir. Ancak bu şekilde sağlıklı bir okuma yapmış olursunuz.
Aynı şekilde Platon okumaya başlamak için de pre-sokratik filozoflar, sofistler ve Sokrates hakkında genel bir bilgiye sahip olmanız gerekir. (Bu konuda Ahmet Arslan’ın İlkçağ Felsefe Tarihi serisinin ilk iki cildi işinizi görür.)
Hangi Sırayla Okumalı?
Eğer Devlet’i tek parça bir diyalog olarak düşürsek ve Platon’a ait olduğuna dair şüphe olan diyalogları da sayarsak, Platon’un toplamda 36 diyalog-kitabı vardır diyebiliriz. Ama hem her biri aşağı yukarı 80 sayfa kadar kısa olduğu için hem de diyalog tarzı düz yazı tarzına göre daha seri ilerlediği için bu kitapları okumak aşırı zaman almaz.
Platon’un bunları tarihsel olarak hangi sırayla yazdığı kesin olarak bilinmese de uzmanlar bu kitapları konuları ve tartışmaların ilerleyişi bakımından 5 farklı döneme ayırmışlardır. Bu dönemlerin neyle alakalı olduğunu herhangi bir yerden araştırabilirsiniz, ama ben bana göre daha iyi olduğunu düşündüğüm bir okuma sırası önereceğim.
Öncelikle bu kitapların hepsini okumak zorunda değilsiniz, ama özellikle Platonculuğu anlamak için okumanız gerektiğini düşündüğüm toplamda şu 12 kitabı söylediğim sırayla okumanız gerektiğini düşünüyorum. (Her kitabın konusunu parantez içerisinde belirttim.)
Gençlik dönemi:
Bu dönem Platon’un kitaplarının çoğunda baş konuşmacı olan Sokrates’in gerçekten de kendi fikirlerini yansıttığı dönemdir. Konu erdemin ve bilgeliğin ne olduğuyla ve sofistlere karşı hitabetin eleştirilmesiyle ilgilidir.
• Pratagoras (erdemin bilgi olduğu üzerine)
• Gorgias (hitabet eleştirisi ve erdemin bilgi olduğu üzerine)
• Sokrates’in Savunması (bilgelik ve erdem üzerine)
Birinci Geçiş Dönemi:
Bu dönem ve sonrasındaki kitaplarda adı geçen Sokrates artık Sokrates’in kendisi değildir, daha çok Platon’un fikirlerini ifade etmek için kurguladığı bir karakterdir, ama yine de kişilik ve üslup olarak gerçek Sokrates gibidir. Bu dönemin konusu erdemin ne olduğu tartışmasından bilginin ne olduğu tartışmasına geçer, ama kesin bir sonuca da varılamaz.
• Kratylos (filoloji ve varlıktaki değişimin bilginin varlığını imkansız kılması problemi üzerine)
• Menon (bilginin kaynağının ancak ruh olabileceği üzerine)
Olgunluk Dönemi:
Bu dönem Platon birinci geçiş dönemindeki tartışmalarının sonucu olarak kendi özgün felsefesini üretir.
• Devlet (adalet, devletin ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı, idealar, doğa bilimlerinin değeri ve ideal eğitim üzerine)
• Phaidon (ruhun varlığı, ölümsüzlüğü ve ilahi düzen üzerine)
İkinci Geçiş Dönemi:
Bu dönem Platon kendi varlık ve bilgi felsefesinin eksiklerine odaklanır ve geliştirmeye çalışır. Yine tam bir sonuca varılamaz.
• Parmenides (idealar kuramının eleştirisi, birlik ideası ve sayı kavramı üzerine)
• Theaetetos (bilginin kaynağı ve yanlış bilginin ne olduğu üzerine)
Yaşlılık Dönemi:
Platon’un felsefesinin son halidir. İkinci geçiş dönemindeki tartışmalar Sofist’de bir sonuca bağlanır. Devlet Adamı’ında Devlet’teki siyaset felsefesini daha gerçekçi bir hale getirir ve tamamlar. Philebos’ta ise etik ve estetik anlayışının son hali ortaya çıkar.
• Sofist (ideaların varlığı, yokluğun ne olduğu, diyalektik, yanlış bilginin tanımı ve dil üzerine)
• Devlet Adamı (ideal yönetimin ne olduğu, farklı yönetim şekilleri ve kanunlar üzerine)
• Philebos (iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiği ve hazzın değeri üzerine)
Gördüğünüz gibi Platon hayatı boyunca her zaman kendisini yenilemeye çalışmış bir filozoftur, bu nedenle onun felsefesi hakkında belli bir yargıya varmadan önce onu bütünüyle anladığınızdan emin olmalısınız. Aksi taktirde onun hakkındaki “Platon sosyalisttir, devletçidir, ütopyacıdır, bilim karşıtıdır, hazza karşıdır” gibisinden bazı popüler ama yanlış iddiaları gerçek sanabilirsiniz.
Son olarak buraya kesin olarak okumanız gerektiğini düşünmediğim diğer kitaplarını da yazayım. Muhtemelen bu kitaplardan birkaçının da mutlaka okunması gerektiğini düşünen birileri olacaktır, ama ben olabildiğince kısa bir liste olması için bu saydıklarımın mutlaka okunması gerekmediğine karar verdim.
Euthydemos (eğitim üzerine)
Lakhes (dostluk üzerine)
Lysis (cesaret üzerine)
İon (şiir üzerine)
Kharmides (bilgelik üzerine)
Kriton (yasalar üzerine)
Euthyphron (erdem ve dindarlık üzerine)
Meneksenos (siyasi retorik üzerine)
Şölen (sevgi üzerine)
Phaedros (reenkarnasyon, retorik üzerine)
Timaios (kozmogoni, kozmoloji, doğa, canlılar, beden ve hastalıklar üzerine)
Kritias (atlantis üzerine)
Yasalar (devletin yasaları üzerine)
Mektuplar (platonun bazı mektupları)
Bu kısımda sayacağım 10 kitap ise Platon’a mı ait yoksa onun yazım tarzını taklit etmiş olan öğrencilerine mi ait olduğu konusunda bazı tartışmalar olan diyaloglardır:
Hipparkhos (erdem üzerine)
Kleitophon (eğitim üzerine)
Rakipler (felsefe üzerine)
Küçük Hippias (erdem üzerine)
Büyük Hippias (güzellik üzerine)
Theages (daimonion üzerine)
Minos (yasalar üzerine)
Epinomis (bilgelik üzerine)
Alkibiades 1 (bilgelik ve siyaset üzerine)
Alkibiades 2 (erdem üzerine)
Hangi Yayını veya Çevirmeni Öneririm?
İş Bankası Yayınları genel olarak kaliteli oluyor, ama şu anda sadece birkaç tanesini çevirmişler. Say Yayınları Yasalar hariç hepsini çevirmiş, ama onların da çevirisini yapan kişi pek beğenilmiyor. Ben çoğunu Say Yayınlarından okudum, bence okunmayacak kadar da kötü değillerdi (www.turuz.com ‘da hepsinin pdsi de var). Ama yine de bulursanız daha iyi bir yayını tercih edin derim.
16 notes
·
View notes
Note
Biz niye böyle olmuşuz ya ırk olarak. Geçmişe baktığımızda ne kadar çalışkan ne kadar ne kadar zeki atalarımız varmış. Fatih sultan mesela 6 dil biliyormuş, Atatürk sanatla edebiyatla hep iç içeymiş. Tabii baskı dönemleri olmuş mesela özellikle Abdülhamit döneminde sanatçılar sanat için sanat yapmaya başlamışlar sistem eleştirisi yasak olduğu için ama ne bileyim.. bir de şimdikine bakın amk milli eğitim bakanı imam hatip çocuklarını tebrik ediyor, ülkenin başındakinin desen diploması yok
hiç sorma aq
14 notes
·
View notes
Text
Leylâ Erbil: Gorgolaşmayanların Yazarı
Yedi yıl oluyor Leylâ Erbil aramızdan ayrılalı. Gezi Direnişi’ni hasta yatağında selamlamış ve özellikle kadınların direnişteki öncü rolü onu mutlu etmişti. Ömrü vefa etseydi bu “özgürkalmışbeyinler örgütü”nün “gorgolaşmamış” üyelerinin “vaka-i vesvese”, manyak-ı cinnet-i inhitatiye” ve “ikame-i ya rab”dan mustarip faşist bir iktidara boyun eğmeyişlerini muhakkak kaleme alırdı. Gorgoların iktidarına çok öfkeliydi ve uzun zamandır peşini bırakmayan o sinsi hastalıktan çok iyiden, güzelden ve doğrudan yana olanların karanlığı dağıtamaması sağlığını etkilemişti. Tıpkı 2010’da aramızdan ayrılan Füsun Akatlı’nın ardından onu öldürenin toplumsal kanser olduğunu ifade edişinde olduğu gibi. Haksızlık ve adaletsizliklere sessiz kalmazdı Leylâ Hanım. Örneğin, on yıllardır işçi sınıfına kapalı olan Taksim Meydanı’na çıkılmasının arifesinde liberaller tarafından faşist yaftası yemiş olmasının sonucu olarak gözünü kırpmadan “1 Mayıs 2009 Yazarlar Komitesi” başkanlığından çekilmişti, üstelik emekçilere bu süreçte omuz vermenin sorumluluğundan kaçınılmaması gerektiğini ifade etmesine karşın. Siyasal bilincini her daim keskin tutmuş bir yazardan, toplumsal duyarlığıyla sanatçının örgütlü olarak davranması gerektiğini her daim aklında tutmuş bir yazardan bahsediyoruz Leylâ Erbil’i andığımız zaman. TİP’in Kültür ve Sanat Bürosu’ndaki sorumluluklarından Türkiye Yazarlar Birliği ve TYS’nin kuruluşlarında oynadığı role kadar pek çok alanda bunu kanıtlamış bir yazardı. Toplumsal sorunlara müdahil olduğu ölçüde okurunu da sürekli dönüştürmeye ve değiştirmeye çalışırdı Erbil. Varoluşçu felsefenin ve bununla harmanlanmış gerçeküstücü bir anlatım biçiminin egemen olduğu ilk dönem öykülerinden 2000’li yıllarda kaleme aldığı anlatılara kadar okurlarını diri ve uyanık tutmayı başardı.
TİP’in kuruluşuyla birlikte yükselişe geçen ve kitleleri örgütlemeye başlayan Türkiye soluyla eşanlı olarak kadınların toplumsal yaşamdaki geleneksel rolleri daha çok sorgulanıp özgürlük arayışları daha çok dile getirilirken bu sürecin edebiyatımızdaki temsilleri de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Leylâ Erbil 1961’de yayımladığı Hallaç ile edebiyatımızdaki özgün konumunu bir “kadın yazar” olarak sağlamlaştırdı. Tuhaf Bir Kadın’daki Nermin’i, Karanlığın Günü’ndeki Nesli, Asiye ve İkbal’i, Mektup Aşkları’ndaki Jale, Ferhunde ve Sacide’yi, Cüce’deki Zenîme’yi, Kalan’daki Lâhzen’i ve Tuhaf Bir Erkek’teki Sevda’yı düşünelim. Tümü kadınların toplumdaki geleneksel rollerini içselleştirmiş kadınlar ve bunu yeniden üreten erkekler tarafından “öteki” olarak görülmekle kalmıyor, Türkiye toplumunun yerleşik ahlak değerlerine de uyum sağlamıyorlardı. Edebî üretimlerde kadına biçilen en önemli rolün erkeğin kadına âşık olması olarak ele alınmasından tutalım, kemikleşmiş değer yargıları, evlilik, cinsellik ve aile gibi dokunulmaz addedilen başlıklara kadar pek çok noktada eleştiri oklarını saplamıştı Leylâ Hanım. Burjuva ahlakını ve özellikle kadınların yaşadığımız düzendeki yabancılaşmalarını kapitalizmin nesnel gerçekliğine dayandırarak anlatmayı hedeflemişti.
Maraton koşucusu
50’li yıllardan beri öyküler kaleme alan Erbil, edebiyata adım atmasına vesile olan Sait Faik’e ithaf ettiği Hallaç’ı Salim Şengil’in sahibi olduğu Dost Yayınları’ndan 1961 yılında yayımlatır. Gecede 1968’i bekleyecektir. Metin Eloğlu ve Nurer Uğurlu’nun destekleri ve kendi olanaklarıyla yayımlattığı kitabı ilk ve son defa bir ödüle yollayacak olan Erbil, 1969’da Bulgaristan Yazarlar Birliği’nin davetiyle Sofya’da ağırlanıp Bulgar yazarlarla tanışır. Tuhaf Bir Kadın 1971’de tam da Türkiye işçi sınıfının kendisini tarih sahnesinde apaçık belli ettiği bir momentte yayımlanır. Aziz Nesin, Turgut Uyar, Bekir Yıldız, Adalet Ağaoğlu, Adnan Özyalçıner, Nihat Behram ve sendikanın ilk başkanı Yaşar Kemal gibi yazarlarla “özgürlük, barış, dayanışma ve kültürel gelişim”e odaklanan ve 1974’te kurulan TYS’nin kurucu üyeleri arasında yer alırken tüm yazın emekçilerini örgütlü bir biçimde davranmaya davet eder. Eski Sevgili 1977’de, Alzheimer’e yakalanıp huzurevinde ölen annesini merkeze aldığı Karanlığın Günü 1985’te yayımlanır. Davetli olarak gittiği Sovyetler Birliği’nde Moskova ve Leningrad’la birlikte Litvanya’yı da gezme olanağını 1986 yılının haziran ayında bulan Leylâ Erbil, Novodeviçi Mezarlığı’nda Nâzım’ı ziyareti sonrasında “Orada seçkin bir yeri var Nâzım’ın; Çehov’la, Gogol’le, tüm Sovyet devrim büyükleriyle komşu yatıyor,” diye düşünür. “Karanlığın günü”nün sürdüğü darbe sonrası yıllarda gerçek aşkların sadece mektuplarda olabileceğini ima edercesine Mektup Aşkları’nı yayımlar 1988 yılında. Ölümünden bir süre önce Ahmed Arif’in kendisine yazdığı mektupları yayımlatacağının sinyallerini veren Leylâ Erbil açısından mektup bir edebî tür olarak çok önemlidir. Ahmed Arif’in çoğunluğu 1954-1957 yılları arasında yazdığı 60’tan fazla mektup Erbil’in ölümünden hemen sonra yayımlanacakken, Arif’in Erbil’e beslediği aşk, Demokrat Parti iktidarının solcu bir şaire lâyık gördüğü işkenceler ve siyasal baskı hem Erbil’in hem Arif’in dönemin edebiyat çevreleri hakkındaki düşünceleriyle kendi edebiyat yolculukları kitapta gözler önüne serilir. Leylâ Erbil’in karşılıksız bırakmamış olabileceği mektuplar kitapta yer almaz ama Erbil yaşadıkları ilişkiyi Tuhaf Bir Kadın’daki Halit karakteriyle ölümsüzleştirirken Ahmed Arif’e olan saygısını da ifade etmiş olur. Mektuplardan oluşan bir başka kitap 1986’da kaybettiği can dostu Tezer Özlü’yle olan mektuplaşmalarını içerir ve 1995’te basılır. Dergilerde yayımlanmış yazıları, denemeleri ve kendisiyle yapılmış söyleşileri içeren Zihin Kuşları 1998’de yayımlandığında gündemde olan “ölüm oruçları”yla aktif olarak ilgilenmektedir. Siyasal iktidarın imha edici politikalarına karşı Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin öncülüğünde yaklaşık yüz şair ve yazarın oluşturmaya çalıştığı kamuoyunun örgütleyicileri içinde Leylâ Erbil de vardır. Benzer bir tepkiyi 2008’de ardı ardına tersanelerde işlenen işçi cinayetlerinde verecek, Limter-İş’in hak grevine yüz elli üç sanatçı ve yazarla toplu olarak katılacaktır. 2001’de ele avuca sığmaz Cüce’yi, 2005’te Maraş Katliamı’nı hatırlatacağı Üç Başlı Ejderha’yı yayımlar. Artık tedavisi olmayan, ölümüne kadar onu ara ara yoklayacak olan “Langerhans hücreli histiositoz” hastasıdır. 2008’de konuk ülke olarak Türkiye’nin davet edildiği Frankfurt Kitap Fuarı’nda yer almayı söz konusu etkinliğin hükümetin ve Kültür Bakanlığı’nın denetimi altında yapıldığı gerekçesiyle reddeder. Toplumsal belleğimizi tazeleyeceği Kalan 2011’de, Tuhaf Bir Kadın’la “yarım bıraktığı” anlatıyı tamamladığı Tuhaf Bir Erkek ölümünden üç ay önce 2013 yılında yayımlanır.
Kadın sorunu ve toplumsal bellek
Leylâ Erbil’in kaleme aldığı tüm metinlerde kadın sorunu birkaç başlıkta karşımıza çıkar. Özellikle öyküleri Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kadına dair değer yargılarındaki değişim, kadınlığın dinsel ve ahlaki açılardan sorgulanması, aydın kadınların sınıfsal konumları, kapitalist toplumsal formasyonda kadın-erkek eşitsizliği ve kadının cinsel özgürlüğüyle ona uygulanan şiddet gibi pek çok temayı barındırır. Geleneksel değer yargılarını içselleştirip erkek egemenliğine boyun eğen kadın karakterlerini eleştiren Erbil, yazar olan kadın karakterleri aracılığıyla kadın sorununa entelektüel bir bakış açısı getirir. Burjuva ideolojisinin kuşatması altında yabancılaşan bireyleri ve burjuva ahlakının değer yargılarını ironik bir söylemle tiye alırken, cinsellik, aile ve evlilik gibi söz konusu ahlakın tabulaşmış konularını eleştirir. Kadının kendisinde ve toplum karşısında yaşadığı yabancılaşmayı günümüz kapitalizminin dinamiklerine dayandırmasıyla edebiyatımızda kadın sorununa dair yazanlardan belirgin bir biçimde ayrışır.
Erbil toplumun belleksizleştirilmesine öfkelidir. Siyasal tarihimizin pek çok olayı, Erbil karakterlerinin iç dünyalarında özgün bir biçimde yankılanır. Düzenin yarattığı toplumsal mutabakatın eleştirisi, belleksiz bir toplumda unutulanları ve görünenin ardında yatanları okura gösterir. Kapitalizmde tüm toplumsal yaşamın yalanlar üzerine kurulu olduğunu ve aydınların bu düzene karşı mücadelede sorumluluk alması gerektiklerini dile getirirken, kapitalizmin yarattığı onlarca eşitsizlik arasından patriarkal tahakküme dikkat çeker. “İnsan kendinden de toplumdan da dünyadan da kaçmadan sorumluluk yüklenmelidir, toplumun anadeğerlerine sahip çıkmalıdır,” derken gerçeklerle yüzleşmenin önemini, insanın kaderinin kendi ellerinde olduğunu vurgular. Toplumsal bellek bir ağıt malzemesi değildir Erbil’de. 1 Mayıs 1977’den Sivas Katliamı’na, 6-7 Eylül’den Dersim Katliamı’na kadar yaşananlarda toplumsal gerçekliği su yüzeyine çıkararak okurun belleğini diri tutar. Bunu yaparken pek çok tekniği işlevsel olacak bir biçimde bir arada kullanmaya özen gösterir. Örneğin, Kalan’ın başkarakteri Lâhzen’in bilinçdışı söylemi toplumsal gerçekliğin ortaya konmasında oldukça işlevseldir. Çocukluk aşklarını hatırlayan, özgür bir kadın olarak eyleyemeyen, Sabit ile sevgilisi Zeyyat arasında sıkışmış Lâhzen’in yaşamı, toplumsal mücadeleler ve siyasal yıkımlar bağlamında ele alınır. Lâhzen’in kendi gerçekliği İstanbul’un yok olmaya yüz tutmuş kentsel imgesi ve şehrin yok olan Ermenileri, Rumları ve Yahudileriyle örtüşür. Öte yandan, Cüce’nin başkarakteri Zenîme Hanım yakın tarihli toplumsal felâketleri yüzleşilmesi gereken birer mücadele başlığı olarak ele alır. Tıpkı Üç Başlı Ejderha’da “hatırlanan” Maraş Katliamı gibi Sivas da Zenîme Hanım’ın şu sözleriyle “hatırlatılır”:
“Yıldırım soluk soluğa geldi, aneey! aneey! seslendi, bak televizyona, senin arkadaşını yakıyorlar! ne diyorsun sen?! hani bir abi vardı ya bir gün buraya gelmişti bana sigara aldırdıydı köyden, onu da gördüm! Kim, kimi yakıyor? Dedeler aneyy, sakallı dedeler, ağabeyler benzin döktüler, kibrit çaktılar!.. televizyona koştum!.. Çoğu Alevi, Sünniler de var aralarında yanıyorlar, yanıyorlardı ve biz seyrediyorduk. Dinciler sevinçten ‘glu glu dansı’ yapıyorlardı Madımak Oteli’nin önünde. Telefona koştum, İsmet Paşa’nın oğlunu aradım. Babası babamı bilirdi, kurtarırsa bir tek o kurtarırdı çocukları.. Çıkmadı, bulamadım. Yer yarılmış, yerin dibine girmişti sanki soytarı; bunlar hayati anlarda hep kaparlar telefonlarını.. Sonra ben de televizyonu kapadım, lânet ettim kendime, Amerikalarda onca yıl, ‘islâmda hümanizma’ anlatmıştım!.. Televizyonu kapadım günlerce açmadım.”
Sonuç
Özellikle son yapıtlarında “gorgo’larla boğuşarak yaşamaya çabalayan insancıkları” dert edindi Leylâ Erbil. Yapıtlarıyla bizlere enseyi asla karartmamayı, dayanışma ve umudu diri tutmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal değişime katkıda bulunabilecek entelektüel sorumluluğu almayı miras bıraktı. Cumhuriyet’le özdeşleşen, memleketi artı ve eksileriyle sahiplenebilen bir aydın olarak her daim yaşamı savundu ve son ânına kadar direndi. Özellikle orta sınıfların bakmadığı, görmediği, düşünmediği, kendilerini sorumluluk duygusundan azade hissettikleri ve konformizme düştükleri bir düzende değiştirip dönüştürmeyi, sorgulamayı ve düşünmeyi öne koyan bir kadın olarak belleklere yerleşti. Hallaç’tan Tuhaf Bir Erkek’e kadar yaptığı yazınsal yolculukla okurlarına kapitalizmin daha da çetrefil bir sorun haline getirdiği erkek egemenliğini deşifre etti. Emekçi sınıflara karşı sorumlulukla hareket eden aydın tavrını yaşamının son yıllarında Taksim Meydanı’na çıkarken dahi gösterdi. Memleketin toplumsal tarihinde bir aydın ve yazar olarak bıraktığı izle anılacak Leylâ Erbil. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Fürûzan gibi yazarlarla birlikte edebiyatımızda kadın sorununu ele alışındaki ayrıksı, anaakıma dahil olmayan konumu ile edebî çıtayı yükseklere çekişiyle hatırlanacak. Ve elli küsur yıllık maratonu özveriyle, popülizme düşmeden, hiçbir kuruma yaranmaya çalışmadan, soluksuz bir biçimde koşuşuyla unutulmayacak.
Kaya Tokmakçıoğlu (soL)
7 notes
·
View notes
Text
Estetik Algısı Ve Kültürel Değişkenlikler
Kültür Farkları Ve Estetik Algısı
Doğup büyüdüğüm Türkiye müslüman bir dinsel yapıya sahip. Daha önceleri 600 senelik Osmanlı İmparatorluğu zamanı birçok kültür ve dine ev sahipliği yapmış olsa bile müslümanlık her zaman ağır basmış ve ülkeyi siyasi, toplumsal ve algısal olarak bu yönde geliştirmiştir. Ataerkil bir toplum yapısında doğup, büyüyen bizler estetik ve güzellik kavramlarını toplumumuzun yönlendirdiği şekilde edinmiş ve bu kalıplar içerisinde kendi “öznel” estetik kavramlarımızı geliştirmişizdir.
Evet “öznel” bir estetik kavramı diyorum çünkü bana kalırsa estetik algısı Kant’ı savunduğu gibi evrensel değil aksine toplumun bireye sunduğu kadar “evrenseldir”. Bireyin toplumu neresi ise evrenselliği o kadardır. Dini olarak edinilen kültür yapısı, kıyafetten konuşma stiline, yemek yeme kültüründen sanat anlayışına kadar uzanan uçsuz bucaksız bir kavramdır. Öyleyse kavramların ortaya konmasında evrensel yapıyı oluşturan en evrensel birey kimdir? Kant? Nietzche? Aristoteles? Hayır, bu kavramları kişi kendi sınırları kadar yorumlayıp açabilir.
Estetik algısına baktığımızda farklı toplumların “estetik” kabul ettiği şeyler bizim ülkemizde “ayıp, yasaklı hatta iğrenç” kabul edilebilir. Kant’a göre, estetik yargılar herhangi bir ilgiye değil, daha ziyade tüm rasyonel varlıkların paylaştığı öznel bilişsel koşullara dayanarak hak iddia edebilirler. Erotik sanatın istediği zevk, bu tür bir evrensellik iddiasında bulunmayabilir, çünkü kişinin cinsel tercihlerine ve eğilimlerine bağlı olacaktır. Kültürel yapı da aynı kişinin erotik eğilimi gibidir sadece daha geniş kitlelere ulaşır ve biz her ne kadar bu eğilimi kişisel sansak bile toplumun bizlere dayattığı değerlerdir.
Peki estetik algısının toplumsal sınırlardan kurtarmak mümkün müdür? Bunun için bireyin nasıl bir şekilde evrilmesi gereklidir? Veya kişi evrilmeli midir gerçekten de? Bu bir şart mıdır, doğru olan kavram hangisidir? Felsefenin belki de insanı en mutlu eden tarafı budur. Bu sorular asla bitip tükenmeyecektir ve felsefede soru sormaya her zaman devam edebiliriz.
Peki ben bu soruları sormaktan çok çözümlemeye odaklanırsam ve bu odaklamanın örneğine kendimi koyarsam ne kadar objektif bir açıklama olur? Kendi hayatımı , kendi kültürel karışımlarımı estetik kavramıyla karşılaştırmaya kalkarsam öznel konuşmuş olmaz mıyım?
İşte sorun tam olarak burada başlıyor. Kant ve Nietzsche alanlarında ustalıkla eserler vermiş olsalar bile felsefe bir düşünce bilimidir ve her düşünce özneldir.
Toplumsal estetik anlayışını oluşturan unsurlar o toplumun öznel yapısıyla alakalıdır. Bu doğanın estetik yargısına kadar böyledir. Farklı toplumlardaki insanlar farklı iklim ve farklı toprak çeşitlikleriyle yaşarlar, sonuç olarak farklı doğal çevreyi görme yetkisine sahiplerdir. O zaman güzel doğa estetiği olarak nitelendirdikleri sözde evrensel olması gereken şey yine toplumun insanoğluna dayattığı kalıplar arasında sıkışıp kalacaktır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hiçbir niyet beslemeden doğayı güzel bulabiliriz ve bu bizi ahlaki olarak iyi bir yere taşımaz. Hayır. Bana kalırsa güzellik ve estetik anlayışının ahlaki değerlerle bir araya getirtilmesi tamamen yanlış bir illüzyondur. İnsanoğlu çok karmaşık bir duygu/düşünce sistemine sahiptir. Ahlaki olarak en aşağılarda gözükebilecek ve canice sayılabilecek düşünceleri barındıran kişilerin doğaya duyduğu beklentisiz şefkat bizi şaşırtabilir ama şaşırtmamalıdır. Nasıl ki teolojik açıdan baktığımızda en yoğun duyguları taşıyan birey yaptığı sayısız ahlaksızlıktan kendini küçücük öznel bir kırıntıyla aklayabiliyor bizler de kendi vicdanımızın estetik algılarına mahkumuz. Evet, vicdan ahlaki bir estetik algısıdır. Dini bir inancı olan herkesin estetik algısı bana kalırsa vicdani bir noktada sorgulanır çünkü şüphesiz ki herhangi bir şeye inanç duyan kişiyle inancını sadece bilime adamış kişinin estetik algısı aynı olmayacaktır. Ruhani açlığın oluşturduğu fikirler ebetteki algı/yargı biçimimizi etkileyecek ve bizleri bu noktada düşünmeye itecektir.
Bunun sonucu yine bahsettiğim kültürel farklara çıkacaktır. Öyleyse bir Müslümanla bir Hristiyan’ın, bir Türkle bir İtalyanın estetik algısı aynı mıdır? Elbette ki hayır. Olması da beklenmemelidir. Beklendiği an felsefe tutunduğu en güçlü dalı kaybeder, sorgulamayı. Elbette bazı temellerin üzerine oturmuş sabit fikirler var lakin fikirler her zaman fikirlerdir ve öznel olarak kalacaklardır.
Kant’a göre, saf bir estetik yargı tamamen ilgisiz bir haz duygusuna yani nesneye bağlı olmayan ya da nesne için bir arzu yaratmayan bir haz üzerine dayanır. Peki bunu belirleyecek kişi kimdir? Arzu yaratmayan bir haz duygu nasıl gelişir? İşte bu noktada maddi ve manevi duygu ve isteklerden arınmış kişilere ihtiyaç duyarız. Çünkü bizler toplumun içinde kendi kültürümüz ve kalabalık yaşam formları arasında salt duyguyu bulmaya eğilimli değiliz. Kendi kişisel dert ve güzellik anlayışımız kendi benliğimizdeki salt duyguları çıkartmaya engel oluyor ve bu salt duyguların çıkmasını yine dini baskılar ve yaşadığımız kültürel alan etkiliyor.
Sanatsal anlamda bir estetik yargısı ararken Kant kültürel farklılıkları es geçmemiştir. Bizler de bu farklılıkları es geçemeyiz. Benim için nü bir çalışma tamamen salt sanatsal bakış açısıyla estetiğini koruyabilirken bunu cinsel olarak yorumlanması tamamen kişinin kendi duygu ve isteklerini kontrol edememesindendir. Yaşadığım toplumda nü olarak poz vermek veya nü model olmak belki de en zor mesleklerdendir ve bunu yapan çok az sayıda kişi vardır. Bu kişiler ise toplumda “cesur” olarak adlandırılır çünkü toplumsal olarak bastırılmış cinsellik, yüksek arzu ve şeyhe dönüşmüştür. İnsanlar bu tip düşünceleri yadırgarlar hatta kızarlar çünkü kendi arzu ve isteklerini kontrol etmekten acizlerdir ve bu acizliğin yarattığı korkuyu nasıl dışarı vurabileceklerini bilmiyorlardır. Öyleyse estetik algısının toplumların yaşayış biçimlerinde hırpalanması kaçınılmaz bir sondur.
Sanattaki yargının algılanması için öncelikle o toplumun sanatsal geçmişi ele alınmalıdır. Sanat diye adlandırılan şey her ülkede farklılık gösterirken her ülkede beğenilmesi ve estetiğe everilmesi de farklıdır. Tabi bunun tam zıttını yaşamakta mümkündür yani bizi bu noktada etkileyen şeylerin inancımızı alıp götürmesi veya estetik algılarımızın da değişmesine sebep oluyor.
Yani toplum her zaman kendi kültüründen taraf hareket edemiyor. Bazen öyle körü körüne öyle yobaz oluyor ki insanoğlu, kişi kendini ve inançlarını sorgulamaktan alamıyor kendini. Sonuçta her inanç bir manevi boşluğun yarattığı ihtiyaç değil midir?
Bu sözlerimi Nietzsche’nin şu satırları ile desteklemek istiyorum.
“İbadetin karşılığı Tanrının ödülüdür
Ve tanrılara genç kızlar kurban edilir
Çünkü onlar kendilerini affedebilirler
Dindar olsam, ben de mi güzel yüzlü olurdum?
Ama bu çağ tüm isteğimi elimden alıyor
O halde ben de izin veriyorum
Elimi tutmak isteyen şeytana.”
“Ama bu çağ tüm isteğimi elimden alıyor” sanırım bu cümle istemeden uzun süreler geçerli kılınacak bir cümle olmuş çünkü zaman değişti ama isteğimizi körelten çağın getirdiği negatiflikler asla eksilmedi aksine çoğaldı.
Bu satırları seçmemin belki de en büyük nedeni -beni en çok etkilemesine izin verdiğim öznel bir nokta- sanırım babamın ölümüyle bağdaştırmamdan dolayıydı. Çok inançlı bir birey olmamakla birlikte babam vefat ettiğinde körü körüne inanmış sorgulamaktan vazgeçmiş ve her gün arkasından dualar okumuştum. Aklımın inanmama taş koyduğu günler bitmiş sorgulamadan inanan ve yürekten bunu isteyen bir birey olmuştum. Bu inancı oluşturan şüphesiz şey çaresizlikti. Değer verdiğiniz birinin ellerinizden gitmesini kaldıramıyor ve onu korkunç simsiyah bir boşluğa bırakmanın soğuk düşüncesi yerine cennet adı verilen ve kendi istediğimiz gibi şekillendirebildiğimiz sözde dünyanın en güzel yerine yolluyoruz ruhları. Bu düşünce salt çaresizliktir ve tamamen gitmelerini kaldıramadığımız her kişinin ardından dualarla iletişim kurduğumuza inanmayı tercih ediyoruz çünkü ancak böylelikle bir boşluktan kurtuluyor ve manevi olarak ölen kişilerin huzuruna kavuştuğunu kendimizi ikna ederek aslına kendimiz huzura kavuşmanın çaresizliğine doğru koşuyoruz yani bunu ölmüş sevdiklerimiz için değil aslında tamamen kendimiz için yapıyoruz. Kimileri bu bedenleri yakarak, kimileri çiçeklerle süsleyerek taçlandırıyor ölümü oysa kimse bunun kişisel bir çırpınış olduğunun farkına varmadan yaşıyor.
İşte bu küçük kişisel dünyalarda estetik algısının evrensel olmasını kimse beklememelidir.
Nietzsche’nin bu “en kişisel kitabım” dediği öznellikte bir kitabı ve Kant’ın kitlesel bir arayışının olduğu kitapları birlikte okutmakta bir tür ironidir sanırım. Tam olarak felsefenin bizlere sunduğu zıtlığın bütünsel güzelliğini barındırıyor.
Ahlak ve Us’un Kültürel Farklılığı
Kant yargı yetisinin eleştirisi kitabında ahlak ve us arasında olarak yorumladığı “Yargı Yetisi”nin kendi içindeki dinamiklerini sorguluyor.
Kant bunu yaparken; yargı gücünün estetikle algılanabileceğini ve bunu da anca yargı gücünün bilme ve özgürlük arasına yerleştirilerek yapılabileceğini savunuyor.
Tam bu noktada önümüze iki büyük engel çıkıyor. Bilmek ve özgürlük.
Öncelikle bilmek kavramını ele almak istiyorum. Bilgi ne kadar uçsuz bucaksızsa yanlış bilgi de bir o kadar çok. Kişi neyi bildiğini veya neyi doğru bildiğini nasıl anlayabilir? Bunun kararını verebilecek bir insan zaten kendini sorgulamaya adamıştır ama asıl sorun burada başlıyor bilmediğini kabullenmemekte. İnsan oğlunun yaratılıştan beri en büyük problemi egodur. Bütün felsefecilerin öyle ya da böyle ortak buluştuğu konu kişi egosudur. Yanlış ve yüksek ego insanı tamamen yanlış bilgi ve inançlarla dolu bir kişi haline getirir. Bunun sonunda körü örüne inanç, en tehlikeli nokta okumuş cahillik ortaya çıkar. Lakin yukarda da belirttiğim gibi bazen işler tamamen terse gider ve zıt bir etki yaratır.
Yine Nietzsche’nin kitabında yer alan şu sözü örnek vermek istiyorum.
“ Tanrı’yı yok saymasından dolayı kitaplarını okumayacağız anlamına gelmez. Okumak, araştırmak ve sorgulamak lazım. Hiçbir şey bilmiyorsak bile neden Tanrı öldü demesini bilmemiz lazım. Bilgi bilgidir. “
Tanrının ölümünün anlamı, ahlaki değerlerin ve değerlendirmelerin alanında yatar. Zaten “Tanrı” sözcüğü de, bu dünyadaki varoluşu kötüleyen ve öte dünyadaki kurtuluşu olumlayan hiyerarşik bir değerler sistemine gönderme yapar. Nietzsche’nin birincil hedefi, bu çöküşün sonuçlarını açığa çıkarmaktır. Bu pasajlarda Nietzsche’nin Hıristiyanlığın Tanrısını kastettiği doğru olsa bile, bundan daha geniş bir anlam ifade ettiği de aynı ölçüde doğrudur. Avrupa üzerine yayılan “gölgeler” neredeyse yaşamın her alanına sirayet eder. Yaşam ise dine ilişkin her tür yorumlamanın ve bakış açısının ilişkilendiği temel fenomendir. Martin Heidegger, Nietzsche’nin düşüncesinin aydınlatan bir özet sunar, dolayısıyla da tümüyle alıntılamaya değer:
“Doğaya, bir tanrının iyiliğinin ve hükümranlığının kanıtı olarak bakmak... bu artık sona ermiştir, insanın vicdanı artık bunu kabul etmez. Varoluşun bir anlamı var mı? Bu sorunun tümüyle işitilmesi ve tüm derinliğiyle anlaşılabilmesi için birkaç yüzyıla ihtiyaç vardır.”
“Tanrı, idealar ve idealler aleminin adıdır. Bu duyular-üstü alem, Platon’dan beri, veya daha kesin bir ifadeyle, Platoncu felsefenin geç Antik Yunan ve Hıristiyan yorumlarından beri, hakiki ve gerçek dünya olarak görülmüştür.
‘Tanrı öldü’ cümlesi şu anlama gelir: Duyular-üstü dünyanın etkin bir gücü yoktur. Yaşam bahşetmez. Metafizik, yani Nietzsche’ye göre Platonculuk olarak anlaşılan Batı felsefesi, sona ulaşmıştır.”
Eğer Nietzsche’nin neden tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç duyulduğunu ve bu yeniden değerlendirmenin neye dayanması gerektiğini anlamak istiyorsak, Hıristiyan Platonculuğunun teleolojik yapısını açıklığa kavuşturmalıyız.
Ahlak ve metafizik eleştirisi, teleoloji problemine kopmaz bir biçimde bağlıdır. Tanrının ölümü, Nietzsche’nin Avrupa tarihinde şu ana kadar hayatı idame ettiren tüm ahlaki yapının çöküşü için kullandığı bir ifadedir. Bu çöküşün yol açtığı değersizlik ve amaçsızlık hissi ile cevabı olmayan “neden” sorusu ise, yaşamın ötesindeki bir başka dünyayı, bir ‘Hinterwelt’i artık hedefleyemeyeceğinin ve bu Öte-dünyanın yıkıldığının belirtileridir.
Şimdi tekrar “Ahlak ve Us” kavramlarına dönelim. Bu satırlarıma öncelikle ahlak kavramını tanımlayarak başlamak istiyorum;
Ahlak, kelimenin en dar anlamıyla, neyin doğru veya yanlış sayıldığı (sayılması gerektiği) ile ilgilenir. Terim genellikle kültürel, dinî, seküler ve felsefi topluluklar tarafından, insanların (subjektif olarak) çeşitli davranışlarının yanlış veya doğru oluşunu belirleyen bir yargı ve ilkeler sistemi kavramı ve/veya inancı için kullanılır.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Sosyal hayat ahlakı b��yüme denen zorlu süreçte belirliyorsa bu ahlak ahlaki midir sorusunun cevabını her bireyin kendini oluşturmasında aramak gerekecektir. İnsan bireysel varlığını toplum içinde ve toplumun kabul gören anlayışları doğrultusunda şekillendirerek kendini "görünür" kılıyorsa doğal ve gerçek olmayan bir değerler sistemini temsil etmekten uzak duramayacaktır. Ahlak her şeyden önce kuantum fiziğinde olduğu gibi bir diğerine göre konumlanan ve bizzat mevcut olan durumu dolayısıyla mistitizmin dışında evrensel, ilahi ve haktanır bir ahlaktan söz etmek pek mümkün olamayacaktır. Herkes aynı hayatın içinde bir ayna örneğindeki gibi bütünün bir parçasını oluşturuyorsa hangi tavır ahlak dışı addedilecektir.
Ahlakın kaynağı konusunda süregelen tartışmalar vardır; gerçekten topumdan bağımsız bir ahlak mümkün müdür sorusuna Freud olumsuz yaklaşmaktadır. Freud, ahlakı, toplumun emirlerinin superego tarafından içselleştirilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia eder. Bu anlamda Freud, ahlakı toplumdan, bireyden bağımsız bir varoluşa sahip bir eylem olarak gören Platon gibi filozofların karşısında yer alır. Dolayısıyla, Platon' un aksine ahlakın zihinden, toplum kurallarından bağımsız bir varoluşa sahip olduğu fikrini reddetmesi de düşüncesinin doğal bir sonucu sayılabilir.
yiye ve doğruya yönelmiş eylemi talep eden kurallardır. Bazı davranışlara üstün değerler yüklenerek yapılması teşvik edilir. Ahlak kuralları bireylerin davranışlarını düzenlemeyi amaçlayan, bunu yaparken de iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış davranışın ne olduğu sorusuna cevaplar veren kuralların tümüdür. Kaynağı kişinin kendisidir. Yani dışarıdan bir zorlama olmadan kendiliğinden uygulanır. Fakat ahlakın nasıl edinildiği ayrı bir tartışma konusudur.
A) Subjektif (Öznel) Ahlak: Ahlakın doğuştan edinildiği, kişinin yaratılışından kaynaklandığı öne sürülür. Bu nedenle kişinin kendisine yaptığı telkinlerle oluşur. Vicdan önemli ve belirleyici bir kavram olarak görülür.
· Vicdan: İnsanın iyiyi veya kötüyü ayırt etmesini sağlayan, doğruyu veya yanlışı bulduran içsel güç ve yetenektir. Mecazen içsel bir mahkemedir. Özellikle hakimlerin (yargıçların) vicdani kanaatleriyle ve bağımsız olarak yani baskı altında kalmadan, kimseden tavsiye ve telkin almadan karar vermeleri gerekir. Arapça’da sözcüğün kökeninde “bulmak” manası vardır. (“Bulunç” sözcüğü Anadolu’da bazı yörelerde “Vicdan” anlamında kullanılır.)
B) Objektif (Nesnel) Ahlak: Ahlakın sonradan edinildiği, aile, okul, çevre, din gibi kurumlar aracılığıyla toplum tarafından bireye aktarıldığı kabul edilir. Felsefedeki “Tabula Rasa” (Boş Levha) anlayışı savunulur. Bu anlayışa göre insan zihni boş bir levha (tablo) gibidir. Doğumda insan zihni boştur ve sonradan toplumsal etkileşimle doldurulur. Bu nedenle Objektif Ahlak bireyin diğer insanlara nasıl davranacağını belirler.
Tüm bu açıklamalara bakarak yine aynı sonuca varacağım. Yaşadığım toplum benim bütün ahlak, estetik ve değer yargılarımı önceden belirliyor. Türk toplumunun genelinde bir kadınla bir erkeğin evlenmeden yaşaması veya cinsel ilişkiye girmesi ayıp olarak nitelendirilir. Toplumun büyük bir kısmına göre bu etik değildir. Bunun yanı sıra bu şekilde yaşayan kişiler vardır ve bunu dışarıya belli etmeden yaşayanlar ve belli ederek fikrini savunanlar. O zaman hem Freud’un hem de Platon’un fikirleri aynı anda desteklenir. Bu tezatlık bizlere toplumsal farklılıkların nasıl kişiliğimizi belirlediğini de vurgular. Yine yaşadığım toplumda domuz eti yemek yanlış, günah ve etik olmayan davranıştır oysa ben İtalyada geçirdiğim süre boyunca severek domuz eti yemiş ve bu davranışla kendi toplumumun etik değerlerini kırmışımdır. Bu kadar küçük örnekler bile bizlere toplumsal baskının ve hayatımızı oluştururken yaşadığımız teorik ve pratik düşüncelerin nerede teorik nerede pratik kaldığını gösterirken her ahlaki ve estetik değerinde kültürden kültüre değiştiğini vurgulamaktadır.
Estetik Algısı Ve Farklı Kültürler;
Estetik anlayış, güzelliği hissetmeye ve bulmaya çalışmaktır. Estetik anlayışa sahip olmak ise güzelliği anlamak ve içeriğin özüne inme yeterliliğine sahip olmak demektir.
Berleant ,Batı geleneğindeki Kant düşüncesinin baskın olduğunu söyler ve daha radikal bir estetik düşünce türünün olması için Kant’ın dışında bir fikrin oluşması gerektiğini vurgular. O, geleneksel estetik anlayışın, yeni oluşan estetik anlayış için bilimsel bir model sağladığını düşünmektedir. Çünkü estetik, nesnelleştirme, analiz ve açımlama yaparak gelişir. Berleant’ın ileri sürdüğü estetik düşünce, evrensel, bağımlı temele dayanan geleneksel estetiğin tersine çoğulcu, bağlamsal (olaylar ve durumlar ilişkisi örgüsünde oluşan) bir temele dayanır. Estetik, sanatın yanı sıra günlük hayatı, doğal yaşamı, çevreyi, sosyal ve kişisel ilişkilerin tamamını kapsar. Estetik değerde ilk olarak, sanat eseri bütün olarak değerlendirilir. Eserin içinde bulunduğu toplumsal şartlar, insanların eğilimleri ve kültürel değerleri, eseri oluşturan sanatsal elemanlar arasındaki uyum, eserin verdiği mesaj ve onu izleyene karşı hissettirdiği duygu ve değerlendirmedeki objektif gereklilik bu bütünlüğün parçalarıdır. Değer biçme, eserle bu parçaları bütünleştirme sürecinde ortaya çıkan duygulanımdır. Estetik değerlendirmede algısal kapasitenin, etkisel-tepkisel algının büyük oranda etkililiğinin altını çizmek gerekir. Değer verme, daha çok tanımlama, ayrımsama ile bilgi ilişkisini ortaya çıkaran bir prensiptir. Bir çalışmanın estetik özelliği sadece doğrudan estetik olmayanı anlama ile ortaya çıkmaz; aynı zamanda bu çalışma ile ilişkili olan diğer etmenlerin etkisi ile anlaşılabilir. Kültür, altyapı, alınan terbiye, eğitim ve uzmanlık alanları gibi farklılıklarımızı ortak bir platform üzerinde ortaya serdiğimizde bir ortaklık hissi, paylaşılan bir deneyim ortaya çıkar; bu, sanat yapıtlarını değerlendirmemize yol açan duygulanım deneyimidir. Değer verme için kullanılan ortak ölçütler nereden gelmektedir? Bu ölçütler Erzen’e göre doğadan ya da kültürel gelenek ve ilkelerden gelmektedir. Güzel ya da değerli bulduğumuz, estetik diye tanımladığımız bir şeyin, aynı zamanda bir ölçüde inandığımız doğrulara tekabül ettiğini görmekteyiz. Margolis, bütün diğer kuramlardan farklı olarak, sanat işinin öncelikle fiziksel değil kültürel bir varlık olduğunu ve bu açıdan sanatın dil gibi, dilin fizikselliğinin ötesinde anlam taşıması gibi anlam taşıdığını özellikle vurgulamaktadır..
Resimde öz değerlendirme olarak ele alınan resmin içeriğinin değerlendirilmesi konusunda, çağın felsefesine, günün dünyayı temellendirme ilkelerine dayanarak resme yaklaşma, resimde söylenmeyen ancak söylenmek istenen şeyi algılama olduğunu ifade etmektedir.
Temelde insanın dünya ile –kendi dışındaki her şeyle- ilişkisi zaman ve mekân içinde belirlenir. Yani zamanın nasıl düzenlendiği, nasıl aktığı, mekânın nasıl algılandığı ve mekân içindeki olguların birbirleriyle olan ilişkilerinin ne tür bir düzene göre konumlandığı o kültürün en temel niteliklerini oluşturur ve insanların algılarını koşullandırır. Edebiyat alanında eleştiri konusunu psikolojik açıdan değerlendiren Şeriati’ye göre, psikolojinin edebiyatta eleştirel düşünceye müdahale etmesi onun genel kurallara göre değerlendirmesine neden olur. Ancak edebiyatta her karakter kendi özel duygusunu dile getirmektedir. Bir kişinin hayali ile psikolojinin bahsettiği genel hayal birbirinden çok farklıdır. Her ferdin hayali genetiğin, doğal ve sosyal çevrenin özel renklerini taşır. Ayrıca ferdin diğer psikolojik özellikleri de onun hayaline etki eder. Buradan anlaşılması gereken psikolojinin temel ve bilimsel kurallarının estetik değeri tespit etme alanında kullanılamayacağı ancak insanın geçmişte edindiği deneyimler yoluyla içinde oluşturduğu psikolojinin değer biçmede etkin rol oynadığının bilinmesi gerektiğidir.
Değer, yaygın olarak estetik ile ilişkilendirilebilir ve aslında değer estetik ile başlar. Biz bir çalışmayı değerlendirdiğimizde değerlendirme duyusal bir tepkiden meydana gelmektedir. Duyusal tepki bir eseri güzel bulduğunu farklı dışavurumlarla dile getirmek, başka bir âleme geçmek ve orada yok olmayı hissetmektir. Objeyi böyle bir övgüyle sıfatlayan hazzın, güzeli yüceye eşdeğer tutması sanatı metafiziğe taşımaktadır. Oysa Kant’a göre yüce, güzelden daha ulu ve erişilmez bir şeyi temsil etmelidir. Farklı dönemlerde sanat eseri kabuk değiştirdikçe yücelik, faydalılık şartları bir objenin güzel olarak kabul edilmesinde etken ya da değişken olabilmektedir. Kant’a göre güzel ve yücenin ortak yanı, onların doğrudan, kendiliklerinden hoşa gitmeleridir. Günümüzde artık yücenin anlayış ve değer kategorisi toplumda meydana gelen sosyo-ekonomik değişime bağlı olarak değişmektedir. Klasik dönemlerde, örneğin bir Bach’ın Toccato’su, Itrî’nin Tekbir’i, bir katedral, bir Ayasofya, bir Süleymaniye Camii büyüklükleriyle güzeli aşan ve ancak yüce diye değerlendirebileceğimiz yapılardır; oysa bugün insan düşüncesi kapitalin el koyduğu bir dünyada rant değerleriyle yükselen değerlerle sonsuzluk ideasından günlük piyasa ekonomisine inmiştir. Zaman algısı ve buna bağlı olarak değer algısı da değişmiştir.
Estetik yargı hissedilen duyu, evrensel bir hazzın nesnesi olarak herkesin hoşuna giden, herhangi bir kavrama dayanmayan bir disiplindir. Güzele dair bir çözümleme estetik bir dünyayı tanımaktır. Sanatın temelini anlamak için bu kavramın deneyimlenerek öğrenilmesi gerekmektedir. Her özne ya da birey, sanat yapıtından aynı derecede haz duymaz. Bunun sebebi de bireyin, geçmiş edinim ve bilgi birikimlerinin diğer bireylerden farklı olmasıdır. Sanat yapıtlarından haz duyma ile ilgili yaşanılan dönem, kültür, eğitim şartlarında farklılıklar olması estetik anlayışlarında farklılaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle estetik eğitiminde dönemin şartlarının gerektirdiği bir estetik anlayış kazanımı sağlanmalıdır. Sanat tarihinden bilindiği gibi bir zaman güzel olarak tanımlanan objeler, başka bir zaman ve yerde güzel olarak kabul görmemekte ve reddedilmektedir. Sonuçta estetik farklılıklar da göz önüne alınarak, sanatın daha geniş açıdan değerlendirildiği sosyal, kültürel ve kişisel değerlerin, anlamların değişimler gösterdiği düşündürülmelidir.
Estetik anlayışın duygu, hissiyat, çağrışım ve bilgi yoluyla ortak bir oluşum olduğu sonucuna varılmaktadır. Dönemin özelliklerine göre değişen bu anlayış estetik eğitimi ile belirli bir disipline ulaşmaktadır. Estetik algı düzeyi yüksek bireyler olarak eğitilen bireyler gördüklerini anlamlandırma da olduğu kadar kendi üretecekleri görsellerde de bu estetik kaygıyı taşıyacak ve daha başarılı üretim süreçleri geçireceklerdir.
3 notes
·
View notes
Text
tehlikeli oyunlar I - Bahtin
Bahtin dil ve kültürü sabit ve kımıltısız birer biçim olarak değil; bütün insanlığın “söylem” yoluyla içine eklendiği ve karşılıklı etkileşimler ile birbirlerini şekillendirip hareket ettirdikleri canlı bir toplam, kolektif bir bellek olarak görmekten yanadır. Sosyolojik bir düşünme biçimiyle bu çok katmanlılığı tarayabilmek için kuramını sabit dilbilimin içinde değil, üstdilbilimsel bir alanda kurar. Romancının olay, kişi, zaman ve yer arasında kurduğu organik ilişkileri daha iyi kavrayabilmek için kronotop; toplumun renkliliğini, karmaşasının ve hareketli bütünlüğünün üzerinde durabilmek için karnavalesk ve bu etkileşimler zincirinin kaynaşıklığını, karşılıklılığını ve anlam üretebilme yetisini anlatabilmek için diyolojizm gibi kavramlar üzerinde durmuştur. Bahtin metinlerin tarihsel, toplumsal, kültürel geçmişleri ve çevreleriyle birlikte ele alınması gerektiğine inanır. Böylece bir metnin hem kendinden önceki metinlerle hem de bu metni okuyanların yaratacakları metinlerle çok sesli bir ilişki içinde bulunduğunu belirtir. Ona göre en temel özelliği ”tek bir yapıt düzleminde muhtelif söylem tiplerini ortak bir paydaya indirgemeden ve tüm ifade etme kapasitesini koruyarak kullanmanın olanaklılığını barındırmak” olan nesir, bütün bu karşılıklı ve iç içe yürüyen ilişkiler bütününü yansıtmak adına diğer yazım türlerinden farklılaşan bir özelliktedir.
Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanı üst üste bindirilmiş anlatılardan oluşan çok katmanlı yapısıyla karakterler arasında, yazar-okur arasında, zamanlar ve kültürler arasında diyalojizmi canlı tutmaktadır. Atay’ın bu romanda içerik olarak da biçimsel olarak da diyaloğa girip çarpıştığı en başat öğenin “tutuculuk”; başka deyişlerle katılık, tek yönlülük yahut dura��anlık olduğunu söyleyebiliriz. Bu ana izlek ekseninde roman bir çok ikililikler türetecektir. Tehlikeli Oyunlar çizilen karakterleri ve işlenen konuları kartonlaştırmaktan titizlikle kaçınır. Romanda her seferinde o anki hakim anlatının altını kazıyan ve doğan boşlukta diyalog talebindeki bir karşıtını bulan bir yapı vardır. Atay ne kazanmayı ne kaybetmeyi kutsar. Kaybetmenin psikolojisini, güç istencini dile getirirken gücün yapısını ve hakimiyeti de sorguya açık bırakır. Geçmişten kopukluğu, ulusal kimliğin dayanaksızlığını tartışırken geleneğiyle hesaplaşmış toplumların ahvaliyle de diyaloğa girer. Mazlumluğu ve yakınma döngüsünü bir kimlik haline gelebilecek kadar güçlü bir şekilde anlatır, ama tam kimlik olacağı noktada diğer boyutları ve basit çelişkileri göz önüne sererek romanın vurgusunu derinleştirir. Hakikati tartışır; hakikatin içindeki oyunu, oyunun hakikatleşmesini tartışır. Bunu yaparken kurduğu yanılsamalı düzlem, bu kavramların doğurabileceği diyalog olasılıklarını açık tutar. Kimliği, milliyeti, bireyi, aydını, cinsiyeti, dili, konuşmayı, eylemi, gücü, yapıyı tartışır. Ancak tüm bunların içerisinde hem karakterleri hem de kendisi sürekli olarak hareket etmekte, kendilerini önce var edip sonra yalanlamakta, tarafsız ama duyarlı bir şekilde akışın kendi ritmini ve çok sesliliğini bulmasına izin vermektedir.
Bu arka planı yanımıza alarak, Bahtin’in üzerinde durduğu ve Atay’ın eseriyle uyuştuğunu düşündüğüm birkaç temel nokta özelinde Tehlikeli Oyunlar’a daha incelikli bakalım:
Bahtin dildeki ayrımlaşmanın ve karakterizasyonun sadece nesnelleştirilmiş bir insan imgesi yarattığını ve diyalojik olmaktan uzak olduğunu öne sürer. Tehlikeli Oyunlar’ın karakterlerine baktığımızda elbette ki kendilerine özgü birtakım tavırlar ve temel anlamıyla farklı üsluplar görürüz, ancak bu karakterlerin hiçbirisi belirli bir tipleştirmeyle ve sabitlemeyle oluşturulmamıştır. Okur romanı okurken her karakterin keskin bir üslubu, özel bir ağzı ve tipik bir şekli varmış gibi hissetmez. Sanki tüm karakterler genel bir sahne üstünde, Atay’ın kafasının içinde ya da başka bir oyun dünyasının içinde konuşmaktadır. Birbirlerine bağlı, akışlarına sadık ve ufak hareketlenmelerle bir üste çıkıp bir alta inen, birbirlerini tam da birbirlerinden doğdukları ve farklılaştıkları için suale açan bir kurgudadırlar. Uzun uzun ve ağdalı betimlenmiş şekiller görmeyiz, hatta yer yer karakterlerin gerçekliğinden bile emin olamayız. İşte bu muğlaklıkta sabitlenmiş kaynaktan yola çıkan çatallaşma Atay’ın metnini diyalojik kılan temel özelliktir. Bahtin’e göre diyalojikleşmek için cisimleşmek gerekir. Cisimlerin söylem alanına dahil olmaları, bir yaratıcıya bağlanmaları gerekir. Atay’ın şablonlaştırmamak adına açık seçik bir kaynağa bağlamadığı ancak katı betimlemelerle de ayrıştırmadığı karakterler bu kaynağın karmaşık yapısından cisimlenir ve söylemi, dolayısıyla da sorguyu doğurur. Zaten bir kere cisimleşebilmiş ve meydan bulmuş bir karakter, yanıtını kendine çağırmadan duramaz; çok sesli ilişkiler devreye girmeye başlayacaktır.
Bahtin, dilbilimin diyalojizmi kavrayamayacağını, üstdilbilimin sonuçlarından faydalanması gerektiğini ve ancak söylemin diyalojik olabileceğini söyleyecektir. Tehlikeli Oyunlar’da bizi dilbilimsel bir çekim alanında tutacak dil kurguları yerine, söylemi doğuran boşluklu ve akışkan anlatılar vardır. Üstdilbilimsel düşüncelere başvurmak, sosyolojik düşünmek, Tehlikeli Oyunlar için neredeyse bir gerekilik halini alır. Çünkü diyalojizmin alan bulduğu çok yönlülük ve cisimleşme, Atay’ın romanında tipik karakterizasyonlardan ve dil ustalıklarından önde gelen bir anlatım düşüncesiyle kurulmuştur.
Bahtin’e göre bir karakter her konuştuğunda iki konuşma merkezi ve bütünlüğü görülür; yazarın sözcesinin bütünlüğü ve karakterin sözcesinin bütünlüğü. Tehlikeli Oyunlar’da bütün anlatıda yazardan ve onun ait olduğu sınıftan, kökenlerden doğan aktarımlar belirgindir. Yazar kendi izini saklayarak, kendisinden bağımsız ve uzak bir yaşantıyı kurgulayarak tersinlemelerle ve karakterin üslubuyla görüşlerini sezdirmek yerine kendi kökenini hissedilebilir şekilde ortaya koymuştur. Ancak bunu yaparken, bağlı olduğu bütün bu arka planın tek yönlü bir anlatısını ve övgüsünü yapmaktan kaçınması ve yine Bahtin’in üzerinde durduğu ironiyi ve parodiyi diyalojik yönleriyle kullanması, karakterini kendi altyapısından bariz destek alarak ancak onlarda farklı bir duyarlılığın ve çatışmanın sesini var ederek yararlanması, karakterin sözcesini de kişilikli ve özellikli kılar. Böylece biz karakterin konuşmasında yazarın da okurun da içine dahil olduğu samimi ve temelli bir diyolojik alanı tanırız. Öte yandan Atay karakterlerini Bahtin’in ich-erzahlung dediği şekilde birinci tekil şahıstan ya da kendi sözcülüğünü yapacak şekilde konuşturmaz. Doğaçlamaya ve akışa güvenerek onların oldukları gibi olmalarına, sınırlarına kadar engelsiz yürümelerine ve bilinçle önlenip yok olacak duvarları bu akışla zorlamalarına izin verir. Onların çatışmalarıyla var olmalarına, kendisiyle paslaşmalarına ama kendisinin diktesinde kaybolmamalarına özen gösterir.
Bahtin: “Pratik gündelik konuşmamız öteki insanların sözleriyle doludur: bazen bu sözlerin kime ait olduğunu unutarak, kendi sesimizi bazılarıyla tamamen birleştiririz: otorite kabul ettiğimiz diğerleriniyse kendi sözlerimizi desteklemek için kullanırız: yine bazılarını, onlara yabancı veya düşman olan kendi beklentilerimizle doldururuz. (s.268)” der.
Burada Williams’ın sözünü ettiği egemen olan kalıntısal olan doğmakta olan üçgenine benzer bir düşünce görülüyor. Atay, kartakterlerini saldığı akışta onların “açık etme” gücünü bulur. Karakterlerin konuşmaları bilinç hakimiyetinden bir süre sonra egemen olanı ya da kalıntısal olanı açık edecek noktalara yürür ve kendilerini -kendileri dolayısıyla da bizi- bu kültürel üçgenin içine sokarlar. Bahtin bu duruma biraz daha farklı bir noktadan göz atıyor. Bahtin bu kalıntısalın ve egemenin göstergeler içinde birbirleriyle girdikleri diyaloglarla ilgileniyor. Atay’ın romanında karakterler otorite kabul ettikleri yapılardan bahsederken, onları kutsama ve yerme arası bir noktada var ederek ve kendi üzerlerindeki tesiri umarsızca teşhir ederek onlarla diyalog içine girerler. Örneğin kendi sözlerini desteklemek için Hikmet göstermelik şekilde batılı bir argümana ya da bir büyüğünün sözüne başvurduğunda biz kendimizi gelenekle modernin, geçmişle şimdinin, doğuyla batının arasındaki bir etkileşim ağında buluruz. Bazen Hikmet’in sesi tam da Bahtin’in bahsettiği gibi tamamen toplumun sesine dönüşür. Bazense bir repliğe dönüşür, bir oyunun parçaları gibi ağızdan çıkar. Ama Hikmet’in bunlarla da bir derdi vardır, kapanmak bilmeyen çene bize ister istemez bize kendisini işleten sahibi düşündürtür. Karakterler sadece olabildiklerini sonuna kadar olarak, sadece panik halinde dışavurarak söylemdeki diğer sesleri, söylemdeki geçmişi ve söylemdeki otoriteyi açık ederler. Örneğin Hikmet kendi sözcesinin bir replik ya da bir kopya olduğunu hissettiğinde bu sefer de “özgünlük” düşüncesiyle diyaloga girer. Okuyucu bu sürekli iki yönlülük ve akışın getirdiği yeni kavramlar ekseninde çok katlı bir düşünsel boşluk bulur.
Bahtin her edebi söylemin muhattabının talebini bildiğini, onun itirazlarını ve yanıtlarını düşünerek anlatısını kurduğunu söyler ve önceki edebi türlerle hesaplaşmanın da buna benzer bir diyalojik durum olduğunu ekler. Bu Ricoeur’ün üçlü mimesisinin kurmaca aşamasını anımsatır bize. Bahtin bu aşamada yazarın üçlü mimesise etki ve katkısını böyle tanımlar. Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ı, döneminin üslup ve geleneklerinden bağımsız, özgün bir noktada durmaktadır. Atay edebi gelenekle hesaplaşacak biçimde kurduğu diyaloğu, içerikte okuru da kendisini de romanın içine atarak kurar. Atay muhatabını tahta oturtarak kendi karakterlerinin boyutlarını sınırlandırma yoluna gitmemiştir. Ancak onları türlü türlü ve sürekli bir yıkım içinde okunabilecek şekilde kurarken muhatabını, toplumsalı ve iktidarı gözetmeyi ve bu tesiri yansıtmayı iyi bilmiştir. Bahtin yazarın edebi gelenekle ve muhatabıyla girdiği bu diyaloga “gizli polemik” adını verir. Gizli polemiğin eserden önce işleyen bu boyutunun yanı sıra, Tehlikeli Oyunlar’da çok ciddi bir önem teşkil eden ikinci bir boyutu daha vardır.
“Üsluplaştırmada, anlatılan öyküde ve parodide öteki kişinin söylemi, onu kullanan yazarın elinde tamamen edilgen bir araçtır. Deyim yerindeyse yazar bir başkasının uysal ve savunmasız söylemini alır ve onu kendi yorumuyla bezer, kendi yeni amaçlarına hizmet etmeye zorlar. Oysa gizli polemikte ve diyalogta ötekinin sözleri yazarın konuşmasını etkin bir şekilde etkiler, yazarın konuşmasını kendi etkilerine ve inisiyatiflerine uygun olarak değişmeye zorlar.” (s.271)
“Öteki kişinin söylemi yazarınkini içeriden etkilemeye başlar. Bu nedenle gizli polemik söylem çift seslidir ama burda iki sesin karşılıklı ilişkisi özel bir ilişkidir.”(s.271)
Tehlikeli Oyunlar’da ötekinin söylemi, etken bir şekilde var olmaktadır. Atay’ın bu romanda tipik bir üsluplaştırma ve parodi yöntemine gitmediğinden bahsetmiştik. Atay’ın romanının kuruluşunda ve yaşamasında gizli polemiğin diyalojik gücünün büyük etkisi vardır. Romanı okurken karakterlerin Oğuz Atay’ın kendi karakterinden döküldüklerini hissederiz, ancak Atay ötekinin söyleminin akışta kendisini bulmasının ve kendi etki ve inisiyatifiyle yazarın söylemini etken bir biçimde kapsamasının yolunu bilinçli olarak açar. Ötekine tanıdığı bu özgürlük alanı Tehlikeli Oyunlar’ın hesaplaşmasını güçlü ve samimi bir zeminde kurmasını sağlar. Atay tohumu kendi içinden koparıp atar; ancak filizlenen canlıya müdahele etmekten imtina eder, bu çift sesli ve özel ilişkiyi bu sayede kurmaktadır. Monolog olabilecek bir söylem, içsel bir gereklilikle diyalojizmi yakalar. Karakterin söylemi ve derdi, dile geldikçe yazarı kışkırtır ve tartışmanın içine iter. Bahtin çok yönlü söylemdeki nesneleşmenin azalmasının, ötekinin söyleminde bir etkinlik artışına neden olduğunu, bunun da kaçınılmaz olarak söylemi diyalojikleştirdiğini söyler ve ekler:
“Böyle bir söylemde yazarın düşüncesi artık ötekinin düşüncesine ezici bir biçimde hükmedemez, söylem kontrolünü ve güvenini yitirir, sarsılır, içsel olarak kararsız ve çift yönlü hale gelir.” (s.272)
Atay’ın serpilmesine izin verdiği karakterler romanın özgüvenli ve dirayetli bir bütünlükte kurulmasını engeller. Tehlikeli Oyunlar, kararsız, iki arada kalmış, güvensiz yahut boş güvenle dolu bir anlatının çizgisinde ilerler. Çünkü roman kendi baskın sesinin ferahlatıcılığından feragat etmiştir. Atay bunu biçimle de içerikle de desteklemiştir. Tehlikeli Oyunlar bize nihai ve tek boyutlu sözler söyleyen, söylemini merkezi güven üzerinden kuran, anlattığı hikayeyi ve karakterleri kontrolü altına alıp okuyucuyu belirli bir izleğe hapseden bir roman değildir. Tam tersi diyolojik gücünü bu bol ötekili ve kendisini sürekli yiyen yapısından alır. Romandaki sürekli kararsızlık ve yalpalama durumu, anlatının özüyle birleşerek karakterlere söylemini verir. Tehlikeli Oyunlar, temel diyaloğunu tutuculuk, sabitlik ve katılık düşüncesinin kazısıyla kurar. Yerleşik olanla sürekli bir dert halinde olan, zaman zaman baştacı ettiği meseleleri de en azından boyutlarıyla sunmaya çalışan, katılaştığı ve iktidarlaştığı alanları iyi tespit edip ufak bir dokunuşla bu durumu karakterlerin ana sorunsalı haline getiren metin, böylelikle hem birçok farklı düşünce üzerinde çok sesliliği yakalar, hem de bunları temel bir nokta üzerinde ikileştirip romanın ana söylemini başarıyla kurar.
#mihail bahtin#karnavaldan romana#karnavalesk#tehlikeli oyunlar#oğuz atay#tutunamayanlar#edebiyat#edebiyat eleştirisi#roman#edebiyat inceleme#dilbilim#edebiyat yazıları#sanat eleştirisi#çağdaş edebiyat#romansal hakikat
0 notes
Text
The Platform ve bazı yoruma açık film problemleri
(filmin sonunu falan söyledim ama bunu bilmek filmi izlememiş olsanız bile bi şey değiştirmez bence, öyle bi film değildi çünkü ama siz bilirsiniz tabi) Netflix’ten çıkamadığım, her akşam bana yemek hazırlayan birine bugün yemekte ne var diye sorup önüme konulanı yer gibi milyon film izlediğim günlerin birinde -yavaş yavaş aşmaya çalışıyorum- Platforum’u da izledim ve yoruma açık filmlerin yetersizlik kaygımı pekiştirmesine izin verdim. Şimdi yorumlamaya -daha doğrusu zaten yapılmış yorumlar hakkında düşünmeye- başlayınca milyon tane ihtimal arasında kaybolup yapmıyorum film yorumu falan diyip hesabı silmeye karar verdim. İlk aklıma gelen, filmlerdeki mide bulantısı hissinin somut bir nedenle ortaya çıkmasından hoşlanmadığım oldu. Joker harika bi filmdi mesela, çıkınca soyut sebeplerle midem bulanmıştı. Seçilen mekanlar ve dişlerimi sıkma seviyesine geldiğim gerginlik midemi bulandırmış, gerçek bir gerilim filminde olması gereken her şey var diyerek çıkmıştım. Platform gerilim filmiydi evet, ama böyle yardımcı ögeler kullanılmış olmasından rahatsız oldum. "Yani birbirlerini parçalıyorlar E TABİ GERİLİRİM BUNA’’ dedim bir yerden sonra. Yani filmden çıkarılmış bazı sahneleri konuyu bilmeden izlemek bile gerginlik ve mide bulantısı hissi yaratabilirdi. Ve bunlar somut şeylerdi. Gerilim filmlerinin etik anlayışıma ters konularla gerilim verici olmaları bende daha kaliteli oldukları hissi uyandırıyor galiba bilemedim. Bu konuda Joker beni darmaduman etti tekrar belirteyim de, panik ataklar falan fdjklfö..neyse. Film hakkındaki teorilerden önce, bu tür filmlerde başta da söylediğim gibi yetersizlik kaygımı devreye sokan şey yönetmenin amacını algılamaya çalışmakken bu filmde dikkatimi çeken ve yorum yapmayı güçleştiren diğer şey yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olması. Yani ortalama bir film izleyicisi olarak bugün bir Christopher Nolan filmi izledikten sonra ‘‘muhtemelen benim anladığımdan biraz daha fazlasını anlatmıştır’‘ diyebiliyorum. Bu film hakkında doğal olarak öyle bir şey öngöremiyorum. Hepimiz filmi bilgi birikimimiz kadar yorumluyoruz ve bi bakıma risksiz bi yol. -Olumsuz bir eleştiri değil, kimse risk almak zorunda da değil zaten ne alaka.- Ama konunun dikkatinizi çekti mi şurda şu yazıyor bunun da ilk üç harfini alıp şurdaki kelimeyle birleştirirsek tarzı bir hesaplamaya gittiği teorilerde ‘‘Ya emin misiniz cidden bunu anlatmak istediğine?’‘ dediğim oldu, olmadı değil. İzledikten sonra hemmen bikaç bloga baktım. Ne demişler nası yapmışlar diye. Herkesin aklına direkt toplum düzeni eleştirisi gelmiş. Ben Leon hakkında hep şey dedim, oradaki hissin adı aşk olamaz, konu aşk olsaydı zaten Leon ‘‘LEON’‘ olmazdı. -vov ne kadar açıklayıcı- Hani onun gibi, toplum eleştirisi olamaz mı olabilir, ama iyi bir yönetmenin ilk uzun metrajlı film tercihi bu metafor olur mu veya ilerde nasıl anılacağı belli olmaz ama ‘‘EL HOYO’‘ olarak anılacağı metafor bu değildir gibi geldi. Dikkat çekici olarak teolojik bir yorum yapanlar olmuş, bana daha mantıklı geldi. Komple Hristiyan teolojisi üzerinden birebir kişi ve olay eşleştirmesi yapanlar da olmuş. Yeterince bildiğim bir konu olmadığı için tutarsızlıklar varsa bile anlayamam. Ama film birebir bu metafor üzerinden ilerliyor gibi gelmedi bana. Öyle olması başka hiçbir konu ve alt metne fırsat vermiyor çünkü. Bana mantıklı gelen teolojik yorum Tanrı aslında iyiye fırsat tanıyan bir dünya yarattığı halde insanın bunu kötüye çevirdiği fikri oldu. Bu noktada insanın aslında özünde kötü olduğuna vurgu yapılmış diyenler de vardı ana karakterin işlediği cinayeti örnek göstererek ama filmin sonunda panna cottanın kıza verilmesi insanın her zaman kötüye yönelmediğini de gösteren bir şeydi. Bu açıdan öyle çok keskin sınırları olan fikirleri ifade etmeye çalışan bir film olduğunu düşünmüyorum. Her an her şey ve herkes değişiyordu çünkü. Bu tür filmler yönetmenin kafasında bir şeyler planlayarak çektiği filmler mi olmalı bunu bilemiyorum. Yani aslında yönetmenle konuşup filmde anlatmak istediği tek bir mesaj olduğunu kabullensek filmin gözümüzdeki kalitesi artar mı veya artmalı mı bunu anlamak isterdim. Diğer taraftan, Don Kişot meselesi. Gerçekten filmde bir sanat eserinden alıntı yaparak seyirciye ‘‘Bi de böyle düşün.’‘ mesajı vermek hala (şapkalı) gerekli mi yoksa zaten yıllardır yapıldığı için değişen diğer şeylerle beraber o da mı değişmeli? Ben artık filmde çözülmesi gereken büyük bir gizem olmadığı sürece böyle yöntemlerden pek etkilenmiyorum galiba. Bütün bunlarla beraber, fikir belirtmekten hoşlanan bir insansanız topluluk içinde tartışması aşırı keyifli bir film olabilir ama izlerken çok rahatsız olacaksınız ve dediğim gibi SOMUT BİR RAHATSIZLIK. SOMUT. İzleyin izlemeyin demek hiç benlik şeyler değil, zaten haddim de değil dediğim gibi koskoca yönetmen. Ama ben bunları anladım filmden, ööyle işte. İlk yorumum -yorum denir mi buna emin değilim- hayırlı olsun. -dikkatim çabuk dağıldığı ve Platform’a devamlı Parazit dediğim için kırk defa kontrol ettim. Dememişim gibi geldi, dediysem de pardon ne diyim-
2 notes
·
View notes
Link
25 Mart 2020 Gülin Dede Tekin
Yeni tip koronavirüsün Türkiye’de görülmesi ile beraber ilk kapanan yerler kültür-sanat mekanları oldu. Özellikle bağımsız sahne ve kumpanyaların bu süreci ne tür bir mekanizma ile atlatacakları sorusu henüz belirsizliğini koruyor. Geçtiğimiz yıl hayata geçirilen Tiyatro Kooperatifi konuyla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı ile görüşmeler yaptı. Detaylı bilgiye www.tiyatrokooperatifi.org/ sitesinden ilerleyen günlerde ulaşacağız.
Diğer taraftan birçok tiyatro da boş durmayarak kendi alternatif (yani dijital) sahne ve sahneleme biçimlerini devreye soktu. Sosyal medya aracılığıyla yayınlanan canlı performanslardan, sanal ortama taşınan arşiv kayıtlarına her geçen gün uzayan bir liste söz konusu. Bu aşamada yerli ve uluslararası toparlayabildiklerimizi iki haftada bir Açık Dergi’de yayınlanan tiyatro kuşağımız Tezahür’de sizlerle paylaşacağız.
TÜRKİYE’DEN ÖRNEKLER ÇOĞALIYOR
İlk haberlerden biri Türkiye’nin dans tiyatrosu konusunda en tanıdık isimlerinden Hareket Tasarım Atölyesi’nden geldi. Birçok gösterilerinin kaydını web sayfalarından izleme şansı bulabileceğiniz ekibe hareketatolyesitoplulugu.com sayfasından ulaşabilirsiniz. Sitelerindeki hakkımızda sayfasında ‘Şu bir gerçek ki bedenlerimizin hafızasını yeniden kurgulayabilmek için kendimize günlük hayatın dışında yaşama alanları yaratmamız gerek” yazan ekip bu dönemde de günlük hayatın dışında alan yaratmakta öncü oldu diyebiliriz.
Bu yıl 20. Yılını kutlayan ve yaptıkları birçok işle Türkiye tiyatrosu için öncü olan ekiplerden Kumbaracı50/Altıdan Sonra Tiyatro ekibi yine öncü bir hareketle hafta içi her akşam Yiğit Sertdemir sunumuyla canlı yayınlara başladı. “Kapı Açık Kalmış” mottosuyla her akşam farklı konuk ve konularla 20.30-22.00 arası izleyici ile buluşan ekip son yarım saatini ise bir oyun okumasına ayırıyor.
İstanbullu izleyiciler olarak düzenli takipçisi olamadığımız için hayıflandığımız Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu da eski ve devam eden oyunlarından 8 yetişkin ve 4 çocuk oyununu paylaşıma açtı. Bunların içerisinde, sahnelenmeye başlandığı günden bu yana oldukça ses getiren ‘III.Reich’in Korku ve Sefaleti’ ve benim en sevdiğim çocuk oyunlarının başında yer alan, bakış açısına hayran olduğum Güray Dinçol’un yönettiği, Pelin Temur’un yazdığı ‘Yeni Dünya-Bir Uzay Macerası’ oyunlarını mutlaka izlemenizi öneririm.
Bam İstanbul farklı bir yaklaşımla çıktı karşımıza. Her akşam evde kalınan bu süreçte yazılmış yepyeni bir metin, sevilen oyuncular tarafından okunuyor. #evde hashtagiyle yayınlanan okumaların ilk ikisi Murat Mahmutyazıcıoğlu tarafından kaleme alındı. “Ege Evde” Melis Öz tarafından okunurken, geçen Yaz Barış Gönenen ve Canan Atalay tarafından okundu. Emre Yüksel tarafındna yazılan “Tepeye Doğru” ise Başak Ertanoğlu tarafından seslendirildi.
Studyo 4, 18. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenen, Fatih Gençkal’ın ilk yönetmenlik denemesi olan “Olmamış mı?” performansını yayınladı.
Bir kısmı Berlin’de tiyatro hayatını sürdüren Mekan Artı ekibi, 2013-2018 yılları arasında sahnelenmiş en beğenilen işlerinden, en genci 50 yaşında olan 4 trans bireyin Türkiye’de lubunya olmanın genel ve özel tarihini anlattığı “80’lerde Lubunya Olmak”ın kaydını Youtube üzerinden yayınlıyor.
Türkiye’de çağdaş dansın hayranı olduğumuz isimlerinden İlyas Odman arşivininin büyük bir çoğunluğunu paylaşıma açtı. Özellikle yakın zamanda, Sabancı Müzesi’ndeki Marina Abromoviç sergisinde 10 gün boyunca 8 saat sergilediği “One for The Road” isimli performansını da canlı olarak yayınlaması kalbimizi çarptırmaya yetti.
Troas’larıyla tanışıp, Salto’larını henüz izleyememiş olmanın üzüntüsünü yaşadığım Türk, Yunan ve Polonyalı sanatçılar arasında sanatsal ve yaratıcı bir diyalog oluşturmak adına kurulan Teatr Andra ise“Troas” performasını seyirciyle paylaştı. Üçer monologdan oluşan üç bölümün yer aldığı oyunda Kerem Karaboğa, Salih Usta ve Cem Yiğit Üzümoğlu’nu izleme şansı bulabilirsiniz.
Kalemine çok güvendiğim Firuze Engin’in yazdığı Selen Uçer’in tek kişilik performansı ile izlediğimiz ‘Güle Güle Diva’ Vodafone TV üzerinden yayınlandı. DasDas bünyesindeki diğer işler için tıklayın.
Kadro Pa, Shakespeare’in Macbeth’inden uyarlanmış bir obje tiyatrosu örneği olan oldukça keyifli bir iş olan ‘Macbeth Mutfakta’yı 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde canlı olarak sahneleyecek.
Tiyatro Alesta’nın Pınar Selek’in araştırmasından yola çıkarak 2015-2018 sezonları arası sahneye koyduğu ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ da sanal olarak izlenebilecek oyunlardan.
Gazete Müstehak da yine canlı yayın yapan ekiplerden biri olarak çıktı karşımıza. Onları da her akşam sosyal medya hesaplarından farklı konuklarla canlı olarak izleme şansı bulabiliyoruz
Ödenekli tiyatrolardan Devlet Tiyatroları ise 24 Mart-1 Mayıs arası her akşam bir canlı tiyatro oyunu yayınlayacak. Evde kalınmasının tembihlendiği/gerektiği bir dönemde insanları bir araya toplayarak canlı oyun sahnelemeyi kendi adıma çok mantıklı bulmasam da meraklısına TRT2 ekranlarında olacakları bilgisini verelim. Ayrıca opera ve bale severler için de gösterimler olacak.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları da 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde kayıtlı olan bir yetişkin ve bir çocuk oyununu paylaşıma açacağı bilgisini verdi.
İşsanat 'Evvel Zaman Dışından Masallar'ın müzik, dans ve eğlence dolu oyunu 'Orman Lokantası'nı Kumbara TV'de yayınladı.
YURTDIŞINDAN DA PEK ÇOK ÖRNEK VAR
Uluslararası yapımlarda şüphesiz en heyecanlandıran, Almanya’nın en büyük tiyatro topluluklarından biri olan Schaubühne’nin 21 Mart’tan 17 Nisan’a kadar her akşam 20.30’da bir oyununu paylaşıma açacak olmasıydı.
Dünyaca ünlü yönetmenleri izleme imkânı veren oldukça yoğun programda Peter Stein’in 10, Thomas Ostermeier’in ise 8 oyunu yer alıyor. 2017 yılında İstanbul Tiyatro Festival’ine güvenlik kaygılarıyla gelmekten vazgeçildiği için izleyemediğimiz Ostermeier’in III.Richard’ı da listedeki oyunlardan yalnızca biri. Her oyun öncesi oyuncuların evlerinden yapacağı okumalar ve doğaçlamalar da bonusu. Buradan takip edebilirsiniz.
Bu yıl İstanbul Tiyatro Festivali’nin en başarılı işlerinden, bir belgesel tiyatro örneği olan “Temiz Şehir”in methini duyanlardan sık sık duyduğum sorulardan biri, “belgesel tiyatro nedir?” olmuştu. Bunun cevabı bulmak isteyenler için kaçırılmayacak bir fırsat olarak belgesel tiyatro denince aklı ilk gelen ekip olan Rimini Protokol tüm arşivini erişime açtı.
Boş Alan kitabıyla geniş kitlelere ulaşan, dünya tiyatro tarihinin önemli isimlerinden Peter Brook’un Paris’teki tiyatrosu Les Bouffes Du Nord da bir tiyatro oyununu ve Samuel Beckett üzerine bir belgeseli erişime açtı.
Benim de Aylin Alıveren sayesinde keşfettiğim fiziksel tiyatro konusunda hatırı sayılır ekiplerden olan ‘Gecko’ya da sanal olarak ulaşabiliyoruz artık.
Polonya’nın en bilinen tiyatro topluluklarından TR Warszawa da Macar yönetmen Kornel Mundruczo rejisi ile bir prömiyer yapıyor. Aynı zamanda her Cumartesi 21:00'de yeni bir oyun kaydını da erişime açacaklar.
Berlin’in avangard gösteri sanatları merkezi HAU 19-29 Mart tarihleri arasında ikincisini düzenleyecekleri ve detayları çok önceden belli olan “Spy on me” başlıklı festivalini webe taşıma kararı aldı.
İKİ ÖNEMLİ KAYNAK DAHA
Uluslararası işlerde liste aslında çok daha uzun. Yerli ekiplerden de her gün listeye bir yenisi ekleniyor. Biz de bu listeyi hazırlarken özellikle uluslararası işler için, kendisi üniversiteden de hocam olan Mehmet Kerem Özel’in danzon2008.blogspot.com/ sayfasından çokça yararlandım. Kendisine çok teşekkür ederim. Yurtdışında sıklıkla oyun izleyen ve uluslararası tiyatro cenahına oldukça hakim olan Özel’in paylaşımları ve eleştirileri tiyatro adına yepyeni keşifler yapmanıza fırsat verecektir. Bir diğer tavsiyem de sevgili arkadaşlarım Melike Saba Akım ve Noyan Ayturan’ın tiyatro kuramı, eleştirisi ve dedikoduları hedefiyle yola çıkarak açtıkları sosyal medya hesabı Haus Bühne olacak. Burası da yine bu dönemde sanal etkinlikleri keşfetmenize ve Türkiye tiyatro çevresindeki tartışmalara eşlik etmenizi sağlayacaktır.
2 notes
·
View notes
Text
Althusser’in çalışma arkadaşlarından (Kapital’i Okumak kitabının yazarlarından birisi) yapısalcı Marksist Pierre Macherey’in 1966 yılında yayınlanmış olan edebiyat/sanat eleştirisi ve çalışmalarına da büyük katkı yapmış olan eseri Edebi Üretim Teorisi büyük bir gecikmeyle 2019 yılında (sonunda) çevrildi. Macherey doğrudan olmasa da dolaylı olarak Türkiye’de bilinen birisi zira Türkçeye çoğu eseri çevrilmiş olan Terry Eagleton’u eleştiri yazımının başlarında oldukça etkilemiş birisi. Kitap üç kısma ayrılmış durumda. İlk kısımda yazar bilimsel bir edebi eleştiri kurmak amacıyla pek çok kavram, kavram çifti, teori ve yaklaşımı gözden geçiyor ve oldukça doyurucu bir tartışma gerçekleştiriyor. İkinci kısımda ise önemli edebi eleştirilerden ikisini değerlendiriyor. Bunlar: Lenin’in Tolstoy eleştirileri ve yapısalcı eleştiri (özellikle Barthes). Üçüncü kısımdaysa üç yazar ve yazdığı çeşitli eserler değerlendiriliyor. İlk olarak Jules Verne’in Esrarengiz Ada romanını, ikinci olarak Borges’i ve son olarak da Balzac’ın Köylüler romanını kendi ölçütlerine göre eleştiriyor.
1 note
·
View note
Text
Pierre Bourdieu – Kültür Üretimi (2023)
Avrupa toplumlarında sanatın kurumsallaşmasının tarihi, sanatın özerkliğini kazanmasının tarihidir. Rönesans’ta tohumları atılan bu özerkleşme süreci boyunca sanat, Kilise ile Saray’ın himayesinden ve vesayetinden koparak bağımsızlaşır. Aynı süreçte kapitalizmin yükselişine koşut bir sanat piyasası örgütlenir. Bir yandan da sanat tarihi ve sanat eleştirisi başlı başına birer yazın türü olarak…
View On WordPress
0 notes