#sabah kalktık güzel olacak dedik
Explore tagged Tumblr posts
Text
you’re just a little bit too much like me
#sabah kalktık güzel olacak dedik#yine yalan mı söyledik#sanki hâlâ 16 17 yaşındayım#ufalıp da cebine gireyim#ama sabah sabah da bu kadar olmaz#kendime verdiğim sözlerin arkasında durabildiğim bir gün olsun#belki sonra başkalarının da karşısında durabilirim#spotify#atlas
0 notes
Text
Gunalar / Sonay Tükeler
Hint felsefesine göre yaşamın, doğanın içerisinde üç nitelik vardır. Tamas, rajas ve satva. Bunlara guna adı verilir.
Gunalar, elementleri (elementler bir başka yazının konusu) öğrenmek kadar önemli. Kendimizi fark etmemizde ve yönlendirmemizde bu bilgiyi kullanacağız (hayat kurtaran bilgi). Bu nitelikler tüm canlılarda var. Tüm yaşamda, maddede hatta gezegenlerde bile. (Mars geri giderse neler olacağını biliyorsunuz.)
Tamas karanlık, durağan, bitkin, eylemsizlik (atalet). Tamas kendisini yanılgı, inatçılık, tembellik, kayıtsızlık ve depresyonda gösterir.
Rajas tutku, yüksek, hareketli, faaliyet, eylem. Harekete bağımlı, endişeli ve odaklanamamış bir zihinle bizimledir.
Satva her ikisinin dengede olduğu saf, dinginlik hali (doğruluk, saflık, potansiyel bilinç, saf bilinç). Odaklanmış, sukûnet içerisinde, tam bir konsantrasyon sağlamış zihin. Yoga’da ulaşmaya çalıştığımız işte bu satvik hal. Bu demek değil ki hep satvik olacağız, hepsi bize ait, hepsine yeri geldiğinde ihtiyacımız var. Zaman zaman biri baskın olacak, biz bunu yönetmeyi öğreneceğiz. Sabah gözlerimizi açtığımızda kendimizi nasıl hissediyoruz, hangi duygular içerisindeyiz, düşüncelerimiz neler, burun deliklerimiz açık mı, hangisi açık, vücudumuzu izleyelim ağrı var mı, kaslarımız ne durumda sıktığımız bir yer var mı? Baktık, burun deliklerimizden biri kapalı, hemen diğer yöndeki omuzumuzun üzerine dönüp bir müddet orada kalalım ta ki burun deliğimiz açılana kadar. Duyguya bakalım hey ne güzel bir gün, güneş açmış neşesi içerisinde miyiz yoksa öff yine aynı döngü hiç yataktan çıkmak istemiyorum mu diyoruz. Mutsuzluk duygusu mu var, neşe duygusuyla mı uyandık. Her şeyin bizim için ayarlandığına, düzen içerisine sokulduğuna inanarak tam bir güven duygusuyla uyanmak nasıl hissettirir? Her şey yeniden, sıfırdan başlıyor hissi de olabilir. İşte burada gunalar devreye giriyor. Yataktan çıkmak istemediğimiz hâl tamasik, yerinde duramadığımız hiçbir şeye bakmadan doğruca yataktan fırladığımız hâl rajazik, durup baktığımız izlediğimiz, sakin nefeslerle neler olup bittiğinin farkında olduğumuz hâl satvik. Başka bir örnek diş fırçalamak olabilir. Diş macununu ortasından bastırarak fırçaya sıktık yarısı lavaboya döküldü. Dişlerimize götürdük kavga eder gibi hızla ve güçle fırçalamaya başladık, ağzımıza suyu aldık çalkaladık, tükürdük, fırça bir yerde macun bir yerde fırladık çıktık, aklımızda bir sonra yapacaklarımız, dişimizi mi fırçaladık farkında bile değiliz, belki aynada kendimizi bile görmedik, ferahlık duygusunu hissettik mi? Hoş geldin rajas. Kalktık ayaklarımızı sürükleyerek banyoya gittik, aman şimdi kim diş fırçalayacak tüpü al a��, kapat bu bile zor dedik, tamasiğin dibine vurmuşuz. İşte “idealimiz” geliyor. Fırçaya macunu ihtiyacı olduğu kadar sıktı, her bir adımın, anın farkında, fırçanın elindeki temasının, ağzına götürdüğünde macunun kokusunun, dişlerinin üzerinde gezdirirken nasıl fırçaladığının ve ferahlık duygusunun farkında. Hadi hatırlamaya çalışalım, biz bu sabah dişimizi nasıl fırçaladık? Ben hatırlayamadım, sadece bir ara dilimin üzerini de temizlediğimi hatırlıyorum. Burada yanlış anlaşılmasın satvik hali ideal, olması gerektiği gibi, mükemmel kavramlarıyla karıştırmayalım. İtiraf edeyim, bu gereklilikler, meliler, malılar bana göre değil. Nitelikleri tam olarak anlayabilmek için bu örnekleri seçtim. Sonrasında bir tütün sarıp koyu kahve eşliğinde içmiş olabiliriz. Yatağımızı düzeltip üstümüzü değiştirerek, yudum yudum sıcak bir çay içip yoga pratiğimize, meditasyon oturuşumuza geçmiş, bahçemize, bitkilerimize bakıp onlarla ilgilenmiş ya da kendimizi televizyonun karşısındaki koltuğa atıp öylece kalmış da olabiliriz.
Artık bulabiliyoruz değil mi gunaları (?) Yiyeceklerimizi, içeceklerimizi de bu şekilde değerlendirebiliriz. Bunun için koskoca bir ayurveda külliyatı var değil mi? Kahve rajazik, bitki çayı satvik diyebiliriz, çok kesin bir yargı olur, çünkü bunların hepsi kişilere ve durumlara göre değişim gösterebiliyor. Tamasik yapıdaki bir anımızda küçük bir kahve bizi canlandırabilir. Önemli olan bize nasıl etki ediyor bilincinde olmak ve bunu kullanarak ilerlemek. İzleyebilme yetisini kazanmış, kahve bana iyi geliyor diyen birine hayır zararlı diyemeyiz. Kahve o anda iyi geldi, öğleden sonra bir tane daha içti, akşam içti, sonrasında kalp çarpıntısı oldu, hâlâ kahve bana iyi geliyor diyorsa bu durumda zihin engelleyicilerine bakmak lazım.
Bazen inandıklarımıza körü körüne bağlanır, kesin sınırlar çizeriz. Biri fark edip söylediğinde bir sürü "amalarla" çıkarız karşısına ve tam bu noktada yoga devreye girer. Asanaları uygularken bedenimizle bağ kurmaya başladığımızda tek tek hangi kasımızı sıktığımızı fark edip nefes yardımıyla orayı bırakabiliriz. Hatta yıllar sonra bile, iyi yaptığımızı düşündüğümüz bir asanada, örneğin çocuk duruşunda bir anda hala sağ kürek kemiğimizi sıktığımızı görebiliriz. Asanalar izlemeyi öğretir. Sonrasında zihnimizdeki düşünceleri izlemeye başlarız. Ne kadar da kalıplar oluşturmuşuz. Ben şunu sevmem, bunu severim, bu iyi, bu kötü birçok sınırlı ikilikler… Bu bilinçli izleyebilme halinde, arada başka şeyler olabileceğini fark eder, sınırsız ihtimaller havuzuna dalar, bedenimizle beraber zihnimizi de esnetiriz.
Basit matematik bilgimle gunaları birbirine zıt, aynı zamanda birbirini tamamlayan nitelikler olarak görüyorum. Tamas eksi iki, rajas artı iki ve ikisini birbirinden çıkarttığımızda sıfıra ulaşıyoruz. Sıfır noktası Satva olsun. Rajas olmazsa, tamastan çıkamayız. Satvaya ulaşabilmek için her ikisine de ihtiyaç var. Bu üç guna her şeyin içinde mevcut. Güzel bir benzetmesi var Swami Prabhavananda'nın; "Satva güneş ışığında, rajas fışkıran yanardağda, tamas ise bir granit kütlesinde hakim."
Bu nitelikleri iyi anladığımızda, duygu durumlarımızı analiz edebildiğimizde yukarıda belirttiğim matematik formülünü kullanarak hayatımıza geçirebiliriz. Umutsuz, çaresiz ya da tembellik yaptığımız anlarda tamasdayız, çıkış yolumuz rajasın enerji, şevk ve çoşkusu. Gün içerisinde birçok ruh hali arasında geçiş yaparız. Yoga çalışmalarıyla, özellikle meditasyonla zihnimizi izlemeyi öğrendiğimizde ayırt edebilme (viveka) yetimiz gelişir. Böylece düşündüğümüz şeylerle, duyu organlarımızın algılarıyla, duygu durumumuzu oluşturduğumuzun farkına varırız. Tam burada Pema Chödrön' den bahsetmeden geçemeyeceğim, harika bir sözü var." Çoğumuz için en zor zamanlar, kendimize yaşattığımız kötü zamanlardır." Düşünce bu kadar güçlüyse daha iyisini yapabiliriz. İzleyelim, fark edelim, aksiyon alalım ve dönüştürelim. Yaşamdaki her şeye nüfuz etmiş olan rajası, taması yok saymayalım, görelim ve o müşfik satvik hale geçiş için kucaklayalım. Sonrasında belki bu üç gunayı da aşarak maya perdesinin ötesine geçebiliriz.
6 notes
·
View notes
Text
Şu yazımda anlattığım düğün macerasından sonra, dönüş yolunu biraz daha eğlenceli hale getirmek niyetindeydik. Düğünün ertesi sabahı erkenden yola çıktık. Hedefimiz sırasıyla Şile, Ağva, Kerpe ve Kefken‘e gitmekti.
Gittiğimiz düğünün gerçekleştiği Tekirdağ‘dan İstanbul‘a dönüşümüz çok problemsiz oldu. İstanbul’da ise köprü trafiğine takıldık. Bakım çalışması nedeniyle müthiş bir yoğunluk vardı. Planımız şu şekildeydi. Önce Şile’ye uğrayacak, ilçe merkezinde biraz dolaşacaktık. Sonra Ağva’ya uğrayacak, eğer denizi ve plajı beğenirsek biraz denize girecektik. Daha sonra o gece konaklayacağımız Kerpe’ye geçecektik. Ertesi gün ise Kefken’e uğrayıp buradan Ceyhun‘u geri İstanbul’a uğurlayıp biz yola devam edecektik.
Rotamız
Böylece üç araçlık bir konvoy olarak yola çıktık. Elbette İstanbul’da, o trafikte bunu yapmak fazlasıyla zor bir olaydı. Arabanın yakıtı da azalınca Alper, Koray, Merve ve benden oluşan ekibimizle bir istasyona girdik. Burada hem yakıt aldık hem de bozulan sinyallerden birini tamir ettik. Tam hareket edecektik ki Alper’in telefonunun olmadığını fark ettik! Arabanın altını üstüne getirmemize rağmen telefon çıkmadı. Defalarca aradık, telefon çalmasına rağmen ne biz sesini duyduk, ne de bir başkası cevap verdi. Galiba yolculuğumuzun ilk hırsızlık olayıyla karşı karşıyaydık. İstasyondaki çalışanlardan yardım istedik. Alper, araçtan inmeden telefonuyla oynadığını çok iyi hatırlıyordu. Galiba yakıt alıp lavaboya gittiğimiz sırada birileri aldı diye düşünmeye başladık. Son çare olarak kameralara bakmaya karar verdik. Tam o anda aracın ön kısmında göğsün üstünde telefonu gördüm. Beyefendi, telefonu tamamen sessize alıp oraya bırakmış ve unutmuş. O kısım da camın en önüne denk geldiği için görememişiz.
Böylece hırsızlık heyecanımızı yatıştırıp yol devam ettik. Geldik çıktık Şile’ye. Özgür bize öncülük etti. Girdik Şile’ye. Lan bomboş bir yer. Denizin içerisinde birkaç güzel kayalık ve bir burçtan başka bir şey yoktu. Deniz girilemeyecek kadar pis ve dalgalıydı. İşin kötüsü bizi getiren Özgür’de arazi oldu o sıra 🙂 Arabayı cadde üstünde bir yere park edelim dedik. Bir değnekçi geldi “10 lira” istedi. Biz de arabayı yüz metre ileride bir yere aldık, vermedik para. Sonra bir kafede oturup çay içelim dedik. Eh, delimıknatısı olmak böyle bir şey olacak. Delinin biri elinde boş bir benzin bidonu, bir kutu jöle, bir çakmakla gelip arka masamızda bir takım icatlar yapmaya başladı. Kendi kendine söyleniyordu herif 🙂 Sonra birden gelip Koray’ın oturduğu sandalyenin arkasına bir tutam jöle sürdü. Aha dedim ip koptu. Neyse ki Koray sakin kalabildi. Biz de kalktık uzaklaştık. Herif tam bir manyaktı yani Rıza Baba.
Şile’nin özeti
Şile’de uğradığımız hayal kırıklığı ve kaybolan vaktimizin ardından Ağva’ya doğru yola çıktık. Ağva, Şile’ye göre çok daha güzel bir yerdi. Burada önce denize girelim diye düşündük. Ancak özellikle deniz fenerlerinin bulunduğu noktalar çok ilgimizi çekince bu fikirden vazgeçip gezmeye karar verdik. Epey fotoğraf çektim. Biraz da küçük çarşısında gezdik. Sonra My Dream isimli vasat bir yere gittik oturduk. Burası da açıkçası çok cezbetmeyince (tuvaletlerinin durumu biraz etkili oldu) toparlanıp yola çıktık, o gece konaklayacağımız Kerpe’ye geçtik.
Hayatımda gördüğüm en güzel deniz fenerleri Ağva’daydı.
İyi, Kötü ve Çirkin
Panoramik Ağva
Kerpe, Kocaeli‘nin Kandıra ilçesine bağlı bir köy. Bir mahalle demek daha doğru olur. Küçük, sessiz, sakin bir yer. Burada ortalama bir otelde odalar ayarlamıştık. Ağva’dan neredeyse bir ömür gibi gelen bir yolculuktan sonra nihayet vardık. Oteli bulmak da yarım saatimizi aldı. Soru dahi sormadan, gidip otele yerleştik. Saat 17.00 civarıydı. Hemen çıkıp Alper, Koray, Merve, Özlem ve Ceyhun’la birlikte karnımızı doyurduk. Kerpe’nin bir güzelliği de herkese, her bütçeye göre yemek bulabiliyor olmanız. Kampçıların da çoğunlukla olması nedeniyle bütün süpermarketlerin (Migros, A101, Şok, Bim) birer şubesi var. Buralardan da istediğiniz her şeyi temin edebilirsiniz.
Kerpe’de deniz
Daha sonra plaja gittik. Halk plajı ve mavi bayraklı. Ancak denizin aşağı yukarı ilk 10 metresi epey yosunlu ve zemin çok çakıllı. Suyun sığ olmasından dolayı bu 10 metrelik kısmı geçtikten sonra mis gibi, cidden temiz bir deniz var. Dalgalı evet, ama üzmüyor. Buraya bir kere daha bizim maykıl ceksın‘la gelmeyi çok isterim.
Kayalıklar bölgesi
Burada biraz vakit geçirdikten sonra hemen otele gidip üzerimizi değiştirdik. Bu sırada Özgürler otelden ayrılıp başka bir otele yerleşmişler. Biz de otelde kalanlar olarak buluştuk ve meşhur kayalıklar bölgesine gittik. Burası gün batımının izlediği en güzel noktalardan birisiymiş. Gidince gördük ki hakikaten öyle. Denizin binlerce yıldır büyük bir ustalıkla oyduğu kayalıkları görünce dibimiz düştü. Birileri tutmuş, bir de kafes bırakmış oraya. Koray bir sürü video çekti. Sonra o manzarayı bir süreliğine bırakıp hemen merkeze döndük. Biraz hazırlık yapıp tekrar manzaraya koştuk. Uzun yıllardır topluca midye almıyorduk. Özlemişiz.
Mağara
Güneşin batışı muazzam sevgili okur. Bunun için gelinir mi? Evet gelinir. Büyük keyif zira. Kırmızı renk kartelasının tüm tonları vardı. Bir de küçük aksiyon oldu. Güneşin batmak üzere olduğu saatlerde iki kişi bir kanoyla denize açıldı. Deniz çok dalgalıydı. Bir süre sonra kano ters döndü. Bu adamlar denize battılar. Bir tanesi geri çıktı kanoyu düzeltti ancak diğeri yoktu. Orada bulunanlar hemen Sahil Güvenliği aramışlar. Bir süre sonra herifler çıktılar, hiçbir şey olmamış gibi geri döndüler. Meğer adalar dalmaya gitmişler 🙂
Güneş battıktan sonra, Kerpe’nin akşamları da güzeldir diyerek sahil boyunca yürüdük. Plajda sessiz bir yer bulup çekirdek eşliğinde sohbet edip müzik dinledik. İbrahim Erkal, Ankaralı Kara Murat gibi müzisyenlerin besteleriyle duygusal anlar yaşadık, eski günleri hatırladık. Gece geç saatte artık uykumuz gelmeye başladığından başkaca bir atraksiyona girmeyip otele döndük.
Bulutları üflüyor
Kefken panoramik
Pembe Kayalıklar
Ertesi sabah yine erkenden uyanıp hemen otelin alt katında bulunan restorana indik kahvaltı için. Güzel, keyifli, rahatlamış bir kahvaltı oldu. Ardından Kerpe’ye çok yakında olan Kefken’e doğru yola çıktık. Kefken’de öncelikli hedefimiz, meşhur “Pembe Kayalıklar” idi. Tarih boyunca pembe renginden dolayıp epey bir malzeme alınmış, yapılarda kullanılmış. Ancak o güzelim pembe rengin üzerine siyah renk sprey boyayla “OKAN“, “İSMAİL”, “ŞEVVAL” yazan, kayalıkların kuytu yerlerini tuvalet olarak kullanan insan/insanlar, Allah belanızı versin. Pislik herifler, bu ülkenin kanserleri, kamburları, ulan gittiğimiz her yerde sizin pisliğinizi görmekten bıktık be. Özellikle YASİN’e ve Yasin gibilere söverek devam etti günümüz.
O canım güzellikteki kayalıklara isimlerini yazan hıyarlar
Kayalıklar gerçekten çok ilginç. Deniz seviyesindeki kayalıklar, geniş birer düzlük oluşturacak şekilde düzeltilmiş. Kimler yapmış bilmiyorum. İç kısımdaki kayalar dilimlenmiş. İnanılmaz görüntüler vardı. Şansımıza çok açık, masmavi bir de gökyüzü vardı. Renklerin cümbüşü gözlerimi aldı inan.
Kefken’de Pembe Kayalıklar’dan sonra merkeze indik. Özgür’ler yine bizden ayrıldılar denize gittiler. Biz de en yakın marketten bir şeyler alıp güzel bir gölgede tadını çıkardık. Dinlendik. Özgürler yanımıza gelince gidip bir de kahve içtik. Kahvenin ardından, önce Özgür ve Ayşegül, bir saat sonra da biz, artık eve dönmek üzere yola çıktık. Yolda bir noktaya kadar önde Alper, arkada Özlemler olacak şekilde ilerledik. Daha sonra Ceyhun’ı bir yol ayrımında uğurlayıp Özlem’i bizim araca aldık. İstikametimiz Sakarya’ydı. Burada “Bahadır” isminde bir lokantaya gidecektik. Neden özellikle Bahadır? Çünkü hem yolumuzun üzerindeydi hem de fiyatları sosyal medyaya konu olacak kadar makuldü. Ya da öyle göstermişlerdi.
Navigasyondan takip edin varınca ne gördük? Lan burası bizim iki gün önce kahvaltı yaptığımız Serdivan‘da, kahvaltı yaptığımız mekana 50 metre uzaklıktaki bir yer 🙂 Neyse, olanca açlığımızla yemeklere saldırdık. Lezzet ve fiyat olarak ortalama bir yer. Aşırı bir ucuzluk söz konusu değil. Ama en azından kalitesi de yerlerde değil. Tavsiye edebilirim.
Biz yemek yerken bizden yaklaşık bir saat önce yola çıkan Özgürler de çıktı geldiler yanımıza. Birlikte yemek yedik. Daha sonra durmaksızın yola devam ettik. Bozüyük‘te küçük bir moladan sonra nihayet akşam saat 17.00 civarında evimize, güzel Eskişehir’imize ulaştık.
Hafta sonu için bir kaçamak arayanlara Kerpe’yi tavsiye ediyorum sevgili okur. Bir de eğer fotoğrafla ilgileniyorsanız, özellikle astro fotoğrafçılık için Kerpe’de ışık kirliliğinden uzak müthiş bakir yerler var. Tüm yol boyunca şoförlük de yapan Alper’e sonsuz teşekkürler.
Şile Ağva Kerpe Kefken Gezisi Şu yazımda anlattığım düğün macerasından sonra, dönüş yolunu biraz daha eğlenceli hale getirmek niyetindeydik. Düğünün ertesi sabahı erkenden yola çıktık.
#alper#Ayşegül#Ağva#Özgür#Özlem#bahadır#Bozüyük#Ceyhun#delimıknatısı#Kandıra#Kefken#Kerpe#koray#maykıl ceksın#merve#Pembe Kayalıklar#Serdivan#Şile
0 notes
Text
Bakın size gerçek bir hikaye anlatacağım bu sefer ki kurgu değil. Benim bir abim var, ben 17 yaşımdaydım. Tam karşı binada yaşıyordu. Her sabah işe gider her akşam 8 de evine gelirdi. Babasından kalma bi dairede kalıyordu. Bi de sevdiği kadın vardı Nazan abla. Hiç unutmuyorum abi, bi akşam üç potalı da takılıyoruz, o da almış siyah bi poşet parkın diğer köşesine gidip ağaçların altına kuruldu. Yanımızdaki arkadaşlar azaldıkça benim merakım arttı. İsmail, Batuhan, Ben kaldık en son. Gelin lan dedim tutup kollarından Verdan abinin yanına götürdüm. Desdur alıp yanına oturdum. İsmail karşımıza çömeldi. Batuhan ayakta dikeldi. Abi hayrola dedik aynı ağızdan. Ki bu adama abi demekte haklıyız, okula harçlığımız kalmadığında para verip bunu sır gibi tutan adamdır. Abi dedik işte hayrola neyin var sen içmezdin. biz konuşuyoruz, soruyoruz o daha bi içli nefes alıyor. Tabi bi noktadan sonra gına geldi adama, gençler beni biraz rahat bıraksanız dedi. Eyvallah abi özür dileriz, deyip kalktık yanından. Yürürken düşündüm ne oldu diye. İçime söz geçiremiyorum ama deli gibi merak ediyorum verdan abinin bu mevzusunu. Noldu lan evinden başka bişeyi olmayan dertsiz tasasız bu adama. Bi gecede yok olmuş gibi gidip köşede içiyor. O kadar ki tek içmek için bize bile yolu gösteriyor. Neyse önce yürüye yürüye ismaili evine bıraktık, sonra batuyu en uzak benim ev, tek yürüyorum ulan bizim evin sokağına giremeden geri döndüm. O adam anlatacak yani başka kaçarı yok. o kadar bok durumumda yanımdaydı. Bende onun yanında olacam. Parka gittim, köşeye geçtim yanına oturdum, hala sek atıyor. ‘’Abi anlatana kadar burdayım, ağzıma da sıçsan gitmeyecem biliyosun. anlat o yüzden abi. Kovma lütfen.’’ Hafifden duygusala bağlamışım o ara. Gözünün içine bakıyorum kovmaması içinde içimden dua ediyorum resmen. Biraz durakladı. Bi kere daha dikti rakı şişesini kafasına. ‘’Hakan’’ deyip durdu. Bunu söylerken o kadar acı bi ses tonu vardı ki, efendim diyemedim, yutkundum. ‘‘Abisi ben 26 yaşımdayım. Bu gün 26 oldum. Doğum günümmüş bugün. Ben son 5 yıldır doğum günü kutlamayan adamım bu gün bizim ofiste bir kız var benden küçük, gelip doğum günümü kutladı. Buna neden üzüldüğümü daha sonra anlatırım ama kız öyle güzel planlar yapmış ki, konuima metni yazmış, benim önümde duran masanın ayağına doğru bi kağıttan okudu herşeyi farkındaydım ama bozuntuya vermek istemedim. Neyse herşey iyi güzel, hoşuma gitmedi mi? Çok mutlu oldum allah yukarda, yalan söyleyecek değilim. Şu var ki kullandığı tek bi cümle bütün herşeyin -tabiri caiz ise- amına koydu. Mumları üflettiler zorla. Bilirsin az çok sevmem böyle şeyleri ama bu gün sevinmiştim biraz. Kapıya baktım, beş dakika kadar baktım ama öyle bakıp gözümü çeviremedim. Kapı açılsın da süprizi yapan gelsin diye bekledim. Sevgilim. Nazan’ım gelsin diye bekledim. Meğerse doğum günümü hazırlayan kişi konuşmayı hazırlayan kızmış, sonunda seni seviyorum ben verdan demiş. Dinlemediğimi anlamamış. Sordu bana sen peki dedi. Ne ben peki dedim bende. Gözü böyle çipil çipil oldu ağlamaklı bi şekilde hala nazanı mı bekliyosun verdan dedi. Ben hep beklicem onu dedim. daha bi ton konuştuk. Bağırdı küfretmedi ama bağırdı. Onu suçlamıyorum ama kırıldım ulan hakan. Anlıyon mu. Ben başkasından şut beklerken başkası gol atmaya çalıştı yine. Kimseye Nazan ablanı anlatamıyorum. Herkes onun gelmeyeceğini söyleyip duruyor. Nazan gitti ama gelecek hakan sen anlıyosun dimi oğlum. Senin sevdiğinde gitti ama gelcek hakan dedi.’’ Ben daha ağzımı açmamama rağmen gözümden yaşlar gelmeye başladı. Tabi o ara bulduğum şişeyi açmış kafama dikmeye başlamışım. Yemin ederim o an’a kadar farkında değildim. Abi sakinleşmen lazım dedim. Konuşmaya hıçkırarak anlatmaya tekrar başladı. ‘’Bi aralık sabahı kalktık, mesaj gelecek diye bekliyorum nazan ablandan. o gün buluşup babasının marangoz atölyesine gidecez. Neyse kahvaltı yaptım. Saçlar jillet gibi ama görsen, harbiden yakışıklı biriydim gençken. Neyse, saçlar jilet gibi, ayakkabıları yeni boyatmışım, takım elbisemi de giydim. Babasıyla tanışmaya gidiyorum o gün. Baya zaman olmuş beraberiz. Sonunda zorla da olsa kabul ettirdim onu babasıyla tanışma isteğimi. Yola çıktım. Durakta beklerken o aradı. Yanına gidiyordum diye meşgule attım. Bir şarkı açtım kulaklığımdan dinliyorum. sekiz durak sonra indim biraz yürüme mesafesi vardı. O yine aradı. Yol az kaldı diye açmadım. Yürüyorum babasının marangozun önüne geldiğimde karşımda gördüğüm manzara karşısında kalbime bişey saplandı demek bile az kalırdı. Kalbimi neşterlerle didikleyip zorla asabi bi şekilde çıkarttılar orda. Koca bina yanıyordu. O aradı o anda. Korkuyla açtım. Ben dedi. Seni seviyorum. Peki ya sen. Sonra telefon kapandı. Elektrik trafosunda yangın çıkmış. binanın altında yangın çıkmış, marangoz olduğu için bütün binaya sıçraması çok sürmemiş. Öyle dediler. Tekrar aradığımda telefonu açılmadı bir daha. O da içerdeymiş. Yangın çıktığında ilk yanan yer giriş ve çıkışlar olmuş. Beni iki üç kere aradı o gün. Açmadım telefonu. Amına kodumun hayatında bi o gün açmadım onun aramasını. Bunun telafisini de yapamadım hiç. O gün bütün hayatım boyunca seveceğimi bildiğim bi kızı kaybettim. Bunun nasıl bir izahı olur bilmiyorum ama bütün hikayem bu. Ben onun o yangında yanışına şahit olmadım ama onun bana seni seviyorum deme şansını elinden aldım. Ben o gün onu o kadar zorlamasaydım o dükkanda olmayacaktı ve bugün burada olacaktı. Herşeyin suçlusu olmak budur hakan. Bilmiyorsun şimdi ama Hasret denilen şey cinnetten daha kemirgen olacak hakan.’’ O gece saat dörde kadar o anlattı ben ağladım. Ona hiç Teselli vermedim. Ona acısının yersiz olduğunu söylemeye yüzüm tutmadı. Bu acının ilacının intihar olduğunu söylemek geldi içimden ama söylemeye cesaret edemedim. Her ilaca başvuracağına emindim çünkü. Verdan abinin hikayesini dinlediğim günün ertesi akşamı evinde cesedi bulunmuş. Akşamında bizim eve bir mektup geldi. Tek cümle yazıyordu mektup zarfının içindeki kağıtta... ‘’Hakan, bana verdiğin cesaret için teşekkür ederim. Aradığı zaman aç aslanım. Kaybetmemek istiyorsan, geldiğinde kabul et. Aradığında aç. Sevdiğini söylemeyi unutma aslanım. Söylememek söylemekten daha büyük kaybettirir adama
0 notes