#söyleyeceklerim bu kadar teşekkür ediyorum
Explore tagged Tumblr posts
Text
İnsanların çoğu dışarıdan bakınca soğuk ve suratsız olduğumu söylüyor. Yoo ne alakası var sadece nerede nasıl davranması gerektiğini bilen, saygılı ve seviyeli bir insan olmak daha çok hoşuma gidiyor. Soğuk değilim, gereksiz samimiyetlere girmek yerine zamanla oturan insan ilişkilerini tercih ediyorum.
246 notes
·
View notes
Text
güzellik geçici, iyilik kalıcıdır, siz iyi olun iyilik olun, zaten istemeden güzel olacaksınız.
جنيت
#söyleyeceklerim bu kadar. beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.#bu ne saçma bi etiket dimi#sizi etiket değil üstündeki ilgilendiriyor
32 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing - 46. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 46: Sinirli Nan Yang, Xuan Zhen’le İlk Dövüş
Çok düşünülmeden söylenmiş bir ifade olsa da etraftaki herkesin derin bir nefes almasına neden olmuştu. Herkesin aklından geçenler benzerdi: sen güçsüz bir çöp tanrısından daha fazlası değilsin, nasıl seninle dövüşürse kesinlikle öleceğini Lang Qian Qiu’ya, Doğu’nun savaş tanrısına, söyleyecek kadar utanmaz olabilirsin? Ne kendini beğenmişlik! Sanki Lang Qian Qiu’ya savaşmak ona yakışmazmış gibi sürgün edilmeyi istemişti. Tamamen saçmalık.
Ancak Lang Qian Qiu kelimelerinin hiçte abartı olduğunu düşünmüyordu. “Ölüm veya kalım fark etmez dedim! Beni kolayca bırakmana da ihtiyacım yok!”
Xie Lian onu görmezden geldi ve yeniden Jun Wu’ya isteğini söyledi. “Lordumun beni aşağı diyara sürmesi için dua ediyorum.”
Shi Qing Xuan aniden kolunu kaldırdı. “Bekleyin! Söyleyeceklerim bitmedi!”
Jun Wu. “Konuş, Rüzgar Ustası.”
“Buradaki herkes ekselansları Xie Lian’ın, Yong An Krallığında intikam için kan döktüğünü düşünüyormuş gibi görünüyor. Ancak intikam içinse, neden Yong An’ın veliaht prensi ekselansları Tai Hua’nın gitmesine izin verdi? Mantıken intikam alan kişinin en çok yok etmek isteyeceği veliaht prensin kendisi olmalıydı, yanlış mıyım?”
Bu detay kimsenin aklından geçmemiş değildi fakat sesli bir şekilde ifade etmenin gerekli olmadığını düşünmüşlerdi. Şimdi Rüzgar Ustası söylemiş olduğuna göre, bazıları katılarak başlarını salladılar. Shi Qing Xuan devam etti. “Ekselansları ve ben birbirimizi uzun zamandır tanımıyoruz ancak ben kendi gözlerimle eğri kılıç E-Ming’le ekselansları Tai Hua’yı korumak için doğrudan savaştığını gördüm. Qian Qiu, eğer Yong An Krallığına karşı nefret besleseydi, neden seni kendi isteğiyle orada korudu?”
Xie Lian’ın E-Ming’le doğrudan yüzleştiğini duyunca Feng Xin ve Mu Qing’in ikisi de ona baktı. Etrafta fısıldaşanlar vardı: “Belki de sadece suçlu hissediyordur.” Ancak Shi Qing Xuan hemen belirtmek için sesini yükseltti. “O kara talihin silahı; lanetlenmiş kılıç! YANİ! Bence tüm bunlar oldukça şüpheli!”
“Ekselanslarının Rüzgar Ustası’yla olan arkadaşlığı sayesinde koruma kazanması oldukça üzücü.” Pei Ming araya girmişti. “Bizim Küçük Pei’mizin o kadar şanlı olmaması çok kötü.”
“General Pei, suyu bulandırma.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Küçük Pei’in durumu bununla aynı sayılır mı? Onun suç işlediğini kendi gözlerimle gördüm ve o söz konusu suçları kabulünü kendi kulaklarımla duydum.”
“O zaman bugünküyle aynı değil mi?” Pei Ming karşı çıktı. “Ekselansları Tai Hua onun suç işlediğini gördü ve o söz konusu suçları itiraf ettiğini kendi kulaklarıyla duydu. Nasıl farklı oluyor?”
Shi Qing Xuan sinirlerdi ve geri tartışacaktı ki Xie Lian onu tuttu. “Rüzgar Ustası, teşekkür ederim, sana borçluyum. Ama bunu kafana takma lütfen.”
Shi Qing Xuan’ın Pei Ming’e verecek iyi bir cevabı hala yoktu. Bu yüzden sadece onu işaret etti fakat ağzından hiçbir kelime çıkmadı.
En sonunda Jun Wu konuşmuştu, tonu sakindi. “Herkes, lütfen sakin olun.”
Sesi özellikle yüksek değildi, oldukça huzurluydu ancak Savaş Tanrılarının Salonundaki herkes kelimeleri açıkça duymuştu ve yerlerine geri çekildiler. Salon sessizleşince Jun Wu tekrar konuştu. “Tai Hua, hareketlerin her zaman düşüncesiz oldu. Eğer bir durum ortaya çıkarsa kişi acele etmemelidir; sakince dinlemeli, düşünmeli ve tüm hikayeyi bildikten sonra değerlendirme yapmalıdır.”
Lang Qian Qiu azarı önemseyerek başını eğdi. Jun Wu devam etti. “Xian Le bize tüm hikayeyi anlatmayı reddediyor, bu yüzden sürgün isteği reddedilmiştir. Xian Le sarayında gözaltında tutulacak ve sonrasında ben bizzat onu kendim sorgulayacağım. O zamana kadar ikiniz görüşmemelisiniz.”
Bu kimsenin beklemediği bir sonuçtu.
Jun Wu gerçekten de Xie Lian’ı, hiç tapınağı, inananı ve meriti olmayan üç diyarın maskarasını, korumuştu!
Lang Qian Qiu, doğuyu yöneten bir savaş tanrısıydı; eğer bu yargıdan memnun olmazsa, oldukça yanlış bir seçim olurdu! Bütün bunlara rağmen Jun Wu, Xie Lian’ı korumayı seçmişti… Bu onun hala gözde olduğu anlamına mı geliyordu?!
Birçok cennet mensubu artık rüzgarın hangi yönde estiğini görmüşlerdi ve içlerinde bundan sonra açıkça ‘üç diyarın maskarası’ kelimelerinden bahsetmemeye karar verdiler. Shi Qing Xuan rahatlayarak nefesini verdi ve yüksek sesle Jun Wu’yu bilgeliği için övdü. Diğer yandan Lang Qian Qiu ise dikkatle Xie Lian’a bakıyordu. “Yüce Tanrı neyi sorgulamak istiyorsa sorgulasın fakat sonuç ne olursa olsun onunla düello yapacağım!”
Bununla beraber Lang Qian Qiu, Jun Wu’nun önünde eğildikten sonra dönüp salonu terk etti. Jun Wu elini salladı ve birkaç cennet mensubu Xie Lian’ı götürmek için öne çıktılar. Shi Qing Xuan’ın önünden geçerken Xie Lian yumuşak bir sesle konuştu. “Rüzgar Ustası, her şey için teşekkürler. Ama eğer bana yardım etmek istiyorsan, benim için daha fazla konuşma. Ancak yapman için iki şey rica edebilir miyim?”
Shi Qing Xuan hala Zevk Köşkü’nü yakıp yıkan alevleri körüklediği için kötü hissediyordu ve samimiyetle Xie Lian’ın ondan herhangi bir şeyi istemesini diliyordu. “Neye ihtiyacın varsa.”
Xie Lian. “Lütfen yan odaya yerleştirdiğim çocuğa iyi bak.”
Shi Qing Xuan. “Yapamayacağım bir şey değil! İkincisi ne?”
“Eğer General Pei gelecekte Ban Yue için işleri hala zorlaştırmak isterse lütfen Ban Yue’ye yardım et.”
“Tabii ki de.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Pei Ming’e izin vermeyeceğim. Ban Yue nerede?”
“Puji Manastırımda, onu küçük bir turşu kavanozuna sakladım. Eğer zamanın varsa arada onu havalandır.”
“…”
Rüzgâr Ustasına teşekkür ettikten sonra iki cennet mensubu Xie Lian’ı Xian Le Sarayının önüne getirdikten sonra nazikçe izin istediler.
“Nezaketiniz için teşekkürler.” Xie Lian hafifçe kafasını eğdi.
Ön kapılardan içeri girdikten sonra onları arkasından kapattı. Etrafına baktığından beklenildiği gibi sadece görünüşünün ustaca olmadığını, tüm binaların önceki sarayındakilerin tıpatıp aynısı olduğunu fark etti. Geçen sefer yakınlardan geçerken içine gitmemişti, ilk seferinin tutuklanma yüzünden olacağını asla tahmin edemezdi. Bu pekte iyi işaret değildi.
Ancak geçen günlerde yaşadığı onca heyecan verici olaydan sonra ruhen yorulmuştu ve hemen yerde uyuya kaldı.
Rüyasında birçok şey gördü.
Gözleri kapalı bir şekilde meditasyon yapıyormuş gibi görünüyordu. Gözlerini kırparak açtığında bir masanın önünde bağdaş kurmuş olduğunu fark etti. Siyah kıyafetleri katmanlar halinde etrafındaki zeminde dağılıyordu ve yüzünde soğuk, ağır bir maske vardı.
Başını eğdiğinde önünde masanın üzerinde yayılmış genç bir erkek çocuğu olduğunu gördü. On dört on beş yaşlarındaydı ve kıyafetleri dikkat çekiciydi. Formu hayatla doluydu fakat uykuya dalmıştı.
Kafasını sallayarak oraya doğru yürüdü. Hafifçe eğildi ve masaya vurdu. “Prens hazretleri.”
Belki maskenin soğukluğundandı ama sesi de soğuktu. Erkek çocuğu sonunda uyanmıştı. Kafasını kaldır��p onu gördüğünde hemen korkuyla dik bir şekilde oturmaya başladı. “B- B- B- Baş Rahip!!!!”
Konuştu: “Tekrar uyuyakaldınız. Etik Yazıtını ceza olarak on kere kopyalayın.”
Veliaht dehşetle bağırdı: “Usta, lütfen! Neden ceza olarak benden sarayın etrafında on tur koşmamı istemiyorsun?”
“Yirmi kere kopyalayın. Şimdi yapın ve güzel bir şekilde yazın.”
Veliaht prens ondan korkuyormuş gibi gözüküyordu ve düzgünce oturup yazmaya başladı. Böylece eski yerine dönerek meditasyon yapmaya devam etti.
Gerçeği söylemek gerekirse saraydaki herkes ondan birazcık korkuyordu. Bu uzaklık hissi ve baskıcı güç onun tarafında kasıtlı olarak yaratılmıştı.
Lakin bu veliaht prens çok gençti, öyle bir korkuyu çok uzun süre boyunca hissedemezdi. Yazıtı kopyalamaya başlamasının ardından çok geçmeden seslendi. “Usta!”
Elindeki kitabı indirdi. “Ne oldu?”
“Bana geçen sefer öğrettiğin kılıç tekniklerinde geliştim. Yeni bir teknik öğretmenin zamanı gelmedi mi?”
“Pekala. Ne öğrenmek istiyorsunuz?”
“Beni kurtarmak için kullandığın tekniği öğrenmek istiyorum!” Veliaht Prens belirtti.
Bir süre düşünd��kten sonra konuştu. “O mu? Olmaz.”
“Neden?” Veliaht Prens sordu.
Baş Rahip açıkladı. “O teknik kullanışsız. En azından sizin pozisyonunuzdaki biri için uygun değil.”
Veliaht Prens anlamamıştı. “Nasıl kullanışsız olur? İki kişinin gücünü dağıtmak için tek bir kılıç kullanmak! Beni o teknikle kurtardın.’”
Veliaht Prensin anlamıyor olması normaldi. “Prens hazretleri, bir soru sormama izin verin.”
“Sor!”
“İki kişi var, gözleri açlıkla kıpkırmızı. Birbirlerinin yemeklerini çalmak için kavga ediyorlar. Üçüncü biri daha gelip kavgayı durdurmak istiyor. Böyle bir durumda kelimelerin etkili olacağını düşünüyor musunuz?”
“…Hayır, bir işe yaramaz. Sadece yemek istiyorlar, değil mi?”
“Bu doğru. Problem kökten çözülmediği için kimse kimsenin gerekçesini dinlemez. Bu yüzden bu üçüncü kişinin kavgayı durdurabilmesi için onlara istediklerini vermesi gerekir. Kendi yemeğini.”
Veliaht Prens anlamış ama anlamamış gibi gözüküyordu.
Devam etti. “Mantığı aynı. Bir kılıç kınından çekildiği anda birinin yaralanacağını anlamanız gerekir. Güç ortaya çıktığında geri alınması gereken bir şeyler olacaktır.
“Bu yüzden iki kılıcın gücünü yaydığımı söylemeniz doğru değil. Hiçbir şey dağılmadı; saldırılarını ben üstlendim. Bir saldırıyı kendini inciterek engellemek aptalca bir tekniktir ve sadece başka alternatifler olmadığı zamanlarda kullanılmalıdır.
“Siz saygın bir veliaht prenssiniz. Böyle bir şeyin size yararı olmaz.”
Veliaht Prens yazıtı kopyalamaya devam etti ancak bir sürenin ardından düşünceleriyle yüzü düştü.
Baş Rahip sordu: “Başka sorularınız var mıydı?”
Bir süre kararsız kaldıktan sonra Veliaht Prens konuştu. “Bir tane. Usta, eğer üçüncü kişinin yeterli yiyeceği yoksa ne yapılmalı?”
“…”
Veliaht Prens devam etti. “Eğer ikisinin yemeği varsa ama daha fazla istedikleri için açgözlülükle daha şiddetli kavga ediyorlarsa ve üçüncü kişinin de yemeğini arıyorlarsa o zaman ne yapılmalı?”
“Sizce?” sordu.
Veliaht Prens düşündü ve cevapladı. “Bilmiyorum… Belki en başından beri olaya karışmamalıydı.”
…
Büyük Salon altındandı. Her şey altındandı. Ancak, o anda, hepsi kırmızıya dönmüştü.
Her altın ziyafet masasına bir kişi uzanmıştı. Boyunları parçalanmış, ölümleri trajik olmuştu.
Kılıcı tutan el durmadan titriyordu. Görkemli kral kanlarla kaplanmış, gözleri acı ve nefretle dolmuştu. Ayağının yanında kraliçenin ölü bedeni duruyordu.
Bir elinde kılıcı varken birbiri ardına adımlar attı ve oraya gitti. Kral kafasını kaldırıp onu gördüğünde şaşkına dönmüştü. “Baş Rahip? Sen…?!”
Buz gibi acımasız kılıç sertçe saplandı.
Tam o anda bir şeyi hissetmesiyle hemen kafasını çevirmişti. Genç Veliaht Prens dış kapının oradaydı, muhafızların cesetlerinin ortasında duruyordu.
Oğlanın gözleri boştu, sanki gerçek mi rüya mı olduğunu merak ediyordu. Adım attığında neredeyse eşiğe takılıp düşüyordu, aklını yitirmişti.
Kılıcını geri çekti; kan siyah elbiselerine döküldü.
Veliaht Prens eşiğe takılmamıştı ancak yerdeki ölü cesetlere takıldı. Kralın bedenine koşarak yaklaştı, sesi sonunda dönmüştü. “Baba!? Anne!?”
Ancak Kral bir daha asla konuşmayacaktı. Veliaht Prens onu sallamasına rağmen uyandırmadı ve delirmişçesine başını ona doğru döndürdü, gözleri açılmıştı. “Usta! Ne yapıyorsun? NE YAPTIN?! BAŞ RAHİP!!!”
Duygudan yoksun ses duyulmadan önce uzun bir süre geçmesi gerekmişti –
“Hepiniz hak ettiniz.”
…
Xie Lian iyi uyamamıştı ve irkilerek uyandı.
Uykulu bir şekilde gözlerini ovdu ve aslında o kadar uzun süre uymamış olduğu fark etti. Güzel rüyalar da görmemişti. Neyse ki göğsündeki bir şey onu dürterek uyandırmıştı. Bir süre oturdu, biraz aradıktan sonra kıyafetlerinde bir şey buldu. Avcunu açtı ve iki zarı ortaya çıkardı, Zevk Köşkü’ndekilerin aynısıydı.
Kırmızı bir deniz fark etmeden aklına doldu. Sahne bulanıktı ancak o kıpkırmızı siluet gün kadar açıktı, kırmızı denizin ortasında hareket etmeden onu izliyordu. Xie Lian iç çekti. “San Lang’ın Zevk Köşkü’nün ne kadarı kaldı acaba. Eğer bu sefer tekrar sürgün edilirsem ne kadar hurda satmam gerekecek ve ona ne kadar sürede geri ödeyebilirim kim bilir… On yıllar, yüz yıllar, belki aksine tüm hayatımla ödeyeceğim.”
Xie Lian zarlara biraz baktıktan sonra ellerini kapattı ve onları avuçlarında sallayarak yere attı. Zarlar durmadan önce yerde tıngırdayarak döndü.
Beklenildiği gibi Hua Cheng’den ödünç aldığı tüm şansı kullanmıştı. Tekrar iki tane altı yuvarlamayı umut ediyordu ancak sadece bir bir gelmişti.
Xie Lian gülmeden edemedi, kafasını salladı ve aniden arkasından gelen ayak seslerini duydu. Hemen kendini toparlayarak zarları ve gülümsemesini ortadan kaldırdı.
Ayak sesleri Jun Wu’ya aitmiş gibi değildi. Jun Wu derin bir kesinlikle yürürdü, acelesizdi. Hua Cheng kaygısız, genelde tembelce, fakat kendine güvenen bir havayla yürürdü ve ikisi kesinlikle tıpa tıp aynıydı. Ancak bu ayak sesleri biraz daha hafifti. Xie Lian kafasını döndürdüğünde şaşırmıştı. “Sen.”
Önündeki kişi siyah giyiyordu, açık tenliydi ve ince dudakları vardı. Umursamaz bir ifade takınıyordu, havalı bile sayılabilirdi. Bir savaş tanrısından daha çok bir literatür tanrısı gibi gözüküyordu. Mu Qing’den başka kim olabilirdi?
Xie Lian’ın şaşırmış ifadesini görünce kaşlarını kaldırdı. “Kim olmasını bekliyordun? Feng Xin mi?”
Cevabı beklemeden siyah elbiselerini kaldırdı ve kapının eşiğini geçti. “Feng Xin muhtemelen hiç gelmeyecek.”
“Burada ne yapıyorsun?” Xie Lian sordu.
“Yüce Tanrı seni gözaltını aldı ve ekselansları Tai Hua’nın gelmesine izin vermiyor. Ama benim gelemeyeceğimi söylemedi.” Dedi Mu Qing.
Xie Lian’ın sorusunu cevaplamakla uğraşmamıştı. Her neyse. Xie Lian da zaten merak etmiyordu ve daha fazlasını sormadı. Mu Qing yeni inşa edilmiş Xian Le Sarayında etrafa baktı, gözleri Xie Lian’ın üzerine indi. Biraz düşündükten sonra aniden ona bir şey fırlattı. Mavi gölge havada parladı; Xie Lian sol eliyle yakalamıştı ve avcunu açtığında küçük mavi porselen bir şişe olduğunu fark etti.
İlaç şişesiydi. Mu Qing duygusuz bir şekilde konuştu. “Sağ kolunu öyle kanlı bir şekilde etrafta sürüklemen çok iyi gözükmüyor.”
Xie Lian şişeyi tuttu ama kıpırdamadı, aksine Mu Qing’i fark ederek izlemeye başladı.
Üçüncü yükselişinden sonra Mu Qing’in ona davranışını sadece tek bir kelime anlatabilirdi: garip. Her zaman Xie Lian’ın üçüncü kez sepetlenmesini ve böylece alaylı yorumlarını yapabilmeyi bekliyormuş gibiydi. Ancak şimdi Xie Lian gerçekten de üçüncü kez sepetlenebilirdi ve aniden arkadaş canlısı bir halde gelip ona ilaç bile hediye etmişti. Davranışındaki yüz seksen derece dönüş sahiden de Xie Lian’ın biraz garip hissetmesine neden oluyordu.
Xie Lian’ın kıpırdamadığını görünce Mu Qing hafifçe sırıttı. “İstiyorsan kullan. Her halükarda başka kimse gelmeyecek.”
Neşesiz bir gülümseme değildi; oldukça iyi hissediyor olduğu belliydi. Xie Lian sağ kolunda acı hissetmiyor olsa da yaralarını öylesine bırakması için bir neden yoktu. Jun Wu’nun dokunuşu hızlı bir düzeltişti ancak tedavi etmek daha iyiydi. Böylece küçük mavi şişeyi açtı ve dikkatsizce içindekileri koluna dökmeye başladı. Şişeden çıkan ne toz ne de haptı, aksine açık mavi bir dumandı. Duman delice dalgalandı ve kolunu sardı. Kokusu taze ve canlandırıcıydı. Kesinlikle kaliteli bir maddeydi.
Mu Qing aniden sordu. “Lang Qian Qiu’nun dedikleri doğru muydu? Gerçekten de Yong An soylularının hepsini öldürdün mü?”
Xie Lian ona bakmak için bakışlarını kaldırdı. Mu Qing zorla saklıyor olsa bile gözlerindeki kontrol edilmez heyecan parçalarını görebiliyordu. Xie Lian’ın Altın Yaldızlı Ziyafette kan dökmesinin detaylarıyla yakından ilgileniyormuş gibi gözüküyordu ve sorularına devam etti. “Onları nasıl öldürdün?”
Tam o anda tekrar arkalarından ayak sesleri geldi. İkisi kafalarını aynı anda döndürdüler, bu sefer ziyarete gelen Feng Xin’di! İçeri girer girmez ana salonda Mu Qing’i gördü, hatta çömelmiş olan Xie Lian’ın yanında gülümsüyordu. Hemen alarma geçerek kaşlarını çattı. “Burada ne yapıyorsun?”
Xie Lian elindeki küçük şişeyi salladı. Mu Qing ifadesini düzeltti. Daha biraz önce Feng Xin’in gelemeyeceğini söylemişti ve sonraki saniye Feng Xin gelmişti; hiçte komik değildi.
“Bu senin sarayın değil. Ne? Sen gelebilirsin ama ben gelemem mi?” Mu Qing dedi.
Feng Xin onu görmezden gelerek Xie Lian’a döndü. Daha ağzını açmamıştı ki Xie Lian konuştu. “Eğer ikiniz de aynı soruyu soracaksanız o zaman size bir cevap vereceğim. İnanmamanız için bir neden yok; bugün Savaş Tanrılarının Salonunda söylediğim her şey doğruydu.”
Feng Xin’in rengi attı. Mu Qing onun bu ifadesinden nefret ediyordu ve sinirlerine dokunmuş bir şekilde söyledi. “Tamam, o yüz ifadeni değiştir. Olan her şeyden sonra acı dolu ifaden kime?”
Feng Xin ona baktı. “Sana değil! Çık git!”
“Ve sen kimsin de bana çıkıp gitmemi söylüyorsun?” Mu Qing konuştu. “Sanki sadıkmışsın gibi konuşuyorsun. Pardon, kaç yıl dayanabildin? Sen de kaçmadın mı?”
Feng Xin’in suratındaki damarlar belirginleşti. Xie Lian bu konuşmanın yanlış tarafa gittiğini hissedebiliyordu ve elini kaldırdı. “Durun, durun.”
Sanki Mu Qing durabilecekti, alayla sırttı. “Herkes eski ustanın saygınlığını kaybetmesini görmeye dayanamadığın için olduğunu söylüyor. Ne güzel bir bahane. Günün sonunda, kırılmış bir adamı takip ederek günlerini harcamak istemedin.”
Feng Xin yumruğunu salladı. “SEN NE BİLİYORSUN Kİ?!”
Pat! Feng Xin doğrudan Mu Qing’in suratına vurmuştu. Mu Qing standart bir güzelliğe sahipti; Feng Xin’den gelen sopa gibi yumruk yüzüne yapıştırılan bir hurma gibiydi, kanlı ve acınası. Yine de olduğu yerde durdu, sızlanmadan hemen geri yumruk attı. Yükseldiklerinde ikisi de ruhsal aygıtlarını almışlardı ancak kızgınken en iyi araç öfkelerini yumruklarıyla göstermekti. Feng Xin ve Mu Qing sekiz yüz yıl önce kavga ederken dövüş sanatları aynı seviyedeydi. Sekiz yüz yıl geçmesine rağmen arada hala bir fark yoktu. Yumruklar inmeye devam ediyordu; kavga karışık ve çılgıncaydı.
Feng Xin öfkeyle bağırdı. “Pis düşüncelerini bilmediğimi düşünme! Ne kadar çok suçta bulunursa o kadar mutlu oluyorsun!!”
Mu Qing atıştı. “Hep bana yukarıdan baktığını biliyordum, komik! Kendine bir bak! Bana yukarıdan bakacak neyin var? Sen önce kendine bak!”
Lang Qian Qiu ve Xie Lian düelloya başlamamışlardı bile ancak Feng Xin ve Mu Qing çoktan kavga ediyorlardı. Kinleri uzun süredir birikmişti; kavgaları kontrol edilemez ve gürültülüydü. İkisi de bir ötekinin küfürlerini duymadan sövüyordu; Xie Lian’ın dediklerini asla duyacak durumda değillerdi. Xie Lian üçünün genç olduğu zamanları hatırladı. Mu Qing yumuşak konuşur ve iyi davranırdı, eğer Feng Xin birine vurursa bu Xie Lian’ın emri altında olurdu, Xie Lian durmasını söylediğindeyse dururdu. Artık hiçbir şey öyle değildi.
Kolunu sürüklerken Xie Lian kapıya doğru koştu, yakınlardaki cennet memurlarından yardım istemeyi umuyordu ancak ana salondan dışarıya adımını bile ataman yüksek bir PAT sesi önlerinden geldi. Feng Xin ve Mu Qing de bu gürültüyle şaşırmışlar ve durmuşlardı. Alarma geçmiş bir şekilde sesin geldiği yöne bakıyorlardı.
Xian Le Sarayının ön kapıları biri tarafından tekmelenerek açılmıştı. Kapının arkasında üst cennetin geniş Büyük Savaş Bulvarı yoktu. Ölü ve derin bir siyahlık vardı.
Ve karanlığın içinden sayısızca ürpertici gümüş kelebek üzerlerine doğru gelmeye başladı.
Çevirmen: Kae
Not: Lang Qian Qiu yazmak çok zor :’(
160 notes
·
View notes
Quote
Sevgili Avea, Turkcell, Vodafone ve adını yazmadığım varsa diğer operatörler; bugün Türkiye genelinde telefonlara yollamış olduğunuz hediye dakikaları, internetleri her ne kadar kabul etmek istemesemde el mahkum kabul ettim ve teşekkür ediyorum. Aynı inceliği 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs ve diğer tüm bayramlarımızda da göstermenizi temenni ediyorum. Ha unutmadan havanın soğukluğundan dolayı kutlaması durdurulan bayramlarımız gibi şu günlerdeki sıcak havadan dolayı bu günün de kutlamasını yapmayı reddediyorum. Benim kurtuluş günüm, birlik, beraberlik günüm 29 Ekim 1923' tür. Kurtarıcım, önderim Başkomutan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'tür. Aksini iddia eden her kim varsa hediye internet ve dakikalarını gönül rahatlığıyla kullanıp kutlamalarını yapabilirler. Söyleyeceklerim bu kadar.
33 notes
·
View notes
Photo
𝐭𝐡𝐞𝐫𝐞 𝐝𝐚𝐲𝐬 𝐚𝐠𝐨 ☾ ₁₈₀₈₀₅
Elim boş olarak çıktığım kaçıncı mağaza olduğunu bilmeden arabamın şöfor koltuğuna yerleştim ve son kalan 2 mağazadan şu anki konumumuza yakın olanı seçerek daha önce o taraflara hiç gitmediğimden yol tarifinden yardım alabilmek için navigasyona gideceğim yerin ismini yazıp bana gösterilen yöne doğru direksiyonu kırdım. Yıl dönümüne sadece 3 gün kalmışken tarihler 08.08.2018'i gösterdiğinde o gecenin en büyük rolünü oynayan işi en sona bırakmak tam benlik olmakla birlikte yeterince stres yaratıyordu. Malum gün için hazırlıklara başladığımdan beri, tam bir ay, stresten yaşlandığımı söylesem de heyecandan da yerimde kesinlikle duramıyordum. Beni düşüncelerimden sıyıran navigasyondaki kadın sesiyle kendime gelerek direksiyonu kırdım ve u dönüşünü sağlayarak direkt mağaza önümde belirmesiyle arabayı park etmek için boş alan arayışına geçtim. Mağazanın biraz ilerisinde bir arabanın geri geri geldiğinde oradan çıkacağını anlayıp arkasında park alanının boşalması için bekledim. Araba park yerinden çıktığında hemen onun yerine kendi bebeğimi sokup dikkatle park ettikten sonra kontağı kapatarak yanıma sadece gerekli olduğunu bildiğim cüzdan ve telefonumu aldım ve yüzüme siyah maskemi geçirip saçlarımın gözlerimi kapatmasını sağlayacak şekilde parmaklarımla şekil verdikten sonra hazır olduğumu hissederek arabadan indim. Çok uzun sayılmayacak mesafeyi adımlayarak katettikten sonra ağır giriş kapısını kolundan tutup ittirdim ve kapıdaki görevliye iyi günler dileyerek benim işime yarayan bölümü yazılardan okuyup mavi duvarları olan koridordan ilerledim ve aradığım yeri bularak giriş yaptım. Takım elbiseli beyefendi ben gelir gelmez deri koltuğundan kalkıp bana kısa bir hoş geldin sunarak elini uzattığında aynı kelimeler benim de ağzımdan çıktığında elini sıkıp cam masanın önündeki tekli koltuğa oturdum. Sorun olmayacağını tahmin ettiğimden maskemi çıkarıp saçlarımı gözlerimden önünden tek bir el hamlesiyle ittirdiğimde dudaklarımı araladım.
“Ben tek taş pırlanta yüzük bakıyorum ancak büyük istemiyorum. Zarif olması birinci özellik, ikincisi ise abartıdan uzak günlük kıyafetlerle bile şık olması. Galiba söyleyeceklerim bu kadar.”
Her gittiğim yerde aynısı söylemekten ezberlediğim cümleleri sıraladığımda adam gülümseyip arkasındaki dolaptan bir sürü deri kutular çıkartarak cam masanın üzerine koymuş ve ardından kapaklarını aralamıştı. Karşıma bir sürü parlak yüzük serilirken zaten çok kararsız insan olmakla birlikte bu işin bana göre olmadığını bugün gittiğim daha ilk mağazadan çıldırarak çıktığımda anlamıştım. Gözlerimi kapayıp derin birkaç nefes alışverişinde bulunduğumda korkarak gözlerimi aralamış ve tek tek yüzüklere bakındım. Taşı gözüme güzel gözükenleri elime alıp incelikten sonra çok sürmeden beğenmeyerek tekrar eski yerine yerleştiriyor diğerlerine bakmaya devam ediyorum. Görevli ben beğenmedikçe yeni kutular getirip bana yardımcı oluyordu ancak bu kararsızlığımın artması dışında hiçbir yardımı dokunmuyordu. Benim istediğim özelliklere uygun son kutu olduğunu belirterek masada boş yer kalmaması sebebiyle başka bir kutunun üzerine koyarak kapağını açmıştı. Önceki kutular gibi baştan başlayıp teker teker gözlerimi gezdirmeye başladığımda sonlara yaklaşmamla gözüme çarpan taşla heyecanla onu yerinden çıkararak incelemeye başladım. Normal pırlanta yüzüklerden biraz daha farklı olması ilgimi çekmiş olduğunu anlayan görevli anında özelliklerini saymaya başlamasıyla onu dinlediğim pek söylenemezdi çünkü o an yüzüğün parmaklarına ne kadar yakışacağını düşünmekle meşguldüm. Adamın sözünü keserek yüzüğü ona doğru uzattım.
“Tamamdır, bunu alıyorum ama büyük gelebilir. Bir dakika..”
Hemen cüzdanımı çıkartarak fermuarlı bölümünü açtığımda önceden fark ettirmeden senden aldığım yüzüğü görevliye uzatarak onu kastederek konuştum.
“Parmak ölçüsü bu, küçültebilirsiniz sevinirim.”
Adam anlayışla başını sallayıp beni onayladığında yarına kadar verdiğim adrese ulaşacağını söylemesiyle içim rahatlamış ve cüzdanımdan kredi kartını çıkartarak görevliye uzatmıştım. Yüzük kutusunun rengi, isim yazılıp yazılmayacağı gibi sorularından sonra kartı geri bana uzatıp önceden tebriğini bana sunduğunda kısaca teşekkür ederek odadan ayrıldım. Üzerimden büyük yükün kalkmasıyla rahatladığımı hissederken arabama yerleşip telefonumu elime aldım ve son arananların genelde hep üst taraflarda bulunan numarayı yüzümden silemediğim gülümsemeyle aradım.
“Nasılsın, küçük?”
0 notes