#romanya askeri gücü
Explore tagged Tumblr posts
Text
Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi'ni tartışmaya açarak Türkiye'nin karşısına ikinci bir “Boğazlar Sorunu” çıkarabilir. Montrö düzeninin yıkılmasıyla Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki 83 yıllık “tam egemenliği” sarsılabilir ve dahası Karadeniz bir “Amerikan Gölü” haline gelebilir
Hâlâ geçerli olan “uluslararası ana kurucu metinler” durumundaki Lozan'ı ve Montrö'yü tartışmaya açmak, Türkiye Cumhuriyeti'nin “toprak bütünlüğünü” ve “bağımsızlığını” tartışmaya açmaktır.
Atatürk Türkiye'si, 162 yıl devam eden “Boğazlar Sorunu”nu, 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ulusal çıkarlara uygun olarak çözdü. Boğazlar, 83 yıldır Türkiye'nin egemenliği altında. Ancak Kanal İstanbul, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni tartışmaya açarak Türkiye'nin karşısına ikinci bir “Boğazlar Sorunu” çıkarabilir. Montrö düzeninin yıkılmasıyla Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki 83 yıllık “tam egemenliği” sarsılabilir ve dahası Karadeniz bir “Amerikan Gölü” haline gelebilir.
Montrö Zaferi'nin mimarları, Atatürk, İnönü ve Tevfik Rüştü Aras (Ulus, 21 Temmuz 1936)
SEVR'DEN LOZAN'A BOĞAZLAR
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması'nda Boğazların yabancı devlet gemilerine açılması ve İtilaf Devletleri'nin hakimiyetine girmesi öngörüldü. (Md.1)
10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması'na göre (Md. 37-61) Boğazlar ile Marmara Denizi, gerek barış gerek savaş zamanında tüm devletlerin ticaret ve savaş gemileriyle sivil ve askeri uçaklarına açık tutulacaktı. Ayrıca Boğazlar Bölgesi'nin yönetimi çok geniş yetkili bir Boğazlar Komisyonu'na devredilecekti. (Md. 38, 39, 61) Türkiye'nin üye olmayacağı bu komisyonun kendine özgü bir sancağı, bütçesi, teşkilatı, özel polis gücü olacaktı. (Md. 42, 48) Boğazlar Bölgesi silahsızlandırılacaktı. Böylece, İstanbul'u da içine alan Boğazlar Bölgesi Türkiye'nin elinden çıkarak fiilen bir İngiliz, Fransız ve İtalyan özerk bölgesi olacaktı. (1)
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması'na ek Lozan Boğazlar Sözleşmesi'ne göre Boğazların yönetimi, başkanı Türk olan bir Boğazlar Komisyonu'na bırakıldı. (Md. 10). Sevr'de Boğazlar Komisyonu'na verilen geniş yetkiler Lozan'da kaldırıldı. Boğazlar bölgesinde, barış ve savaş zamanında, ticaret gemileri, savaş gemileri ve uçaklar için geçiş serbestliği kabul edildi. (Md. 1 ve 2, Ek /1) Ancak barışta, Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine tonaj sınırı konuldu. (Md. 2, Ek /2). Geçiş güvenliğinin sağlanması için Boğazların her iki kıyısında 20 km. uzaklıktan geçen çizgiye kadar asker bulundurmak yasaklandı. Askersizleştirilen Boğazlarda Türkiye'nin güvenliği Milletler Cemiyeti'nin garantisi altına alındı. (Md. 18). (2)
Montrö Boğazlar Sözleşmesi neden ve nasıl imzalandı?
Lozan'da İstanbul ve Boğazlar düşmandan temizlendi. Ancak, Lozan Boğazlar Sözleşmesi'nin iki olumsuz yönü vardı: Birincisi, Boğazların askerden arındırılmasıydı. İkincisi de bir Boğazlar Komisyonu'nun kurulmasıydı.
Atatürk, ilk fırsatta Lozan Boğazlar Sözleşmesi'ni değiştirmek istiyordu. 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile bunu başardı. Atatürk, “Lozan'ın Montrö'de taçlandığını” söyleyecekti. (3)
1930'ların başında Atatürk Türkiye'si, Mussolini İtalya'sının Doğu Akdeniz ve Balkanlardaki saldırgan politikalarını yakından takip ediyordu. Türkiye, 1933'te Londra Silahsızlanma Konferansı'nda ve 1935'te Milletler Cemiyeti Genel Kurulu'nda Lozan Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesini talep etti.
1935'te İtalya'nın Habeşistan'a saldırması ve 12 Ada'yı silahlandırmaya başlaması, Almanya'nın Ren bölgesine asker çıkarması ve Lokarno Güvenlik Antlaşmalarına son vermesi Türkiye'ye aradığı fırsatı verdi. Atatürk, “Avrupa'nın durumu böyle bir girişim için elverişlidir. Bu işi kesinlikle başaracağız” diyerek harekete geçti.
Türkiye, 11 Nisan 1936'da Lozan Boğazlar Sözleşmesi'nin imzacı ülkelerine birer muhtıra vererek yeni bir Boğazlar rejimi belirlemek için bir konferans toplanmasını istedi. Konferans toplandı.
20 Temmuz 1936'da İngiltere, Fransa, Japonya, Sovyetler Birliği, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye, toplam 29 madde, 4 ek ve bir de protokolden oluşan Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni imzaladı. (4)
Böylece 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan beri tam 162 yıl devam eden “Boğazlar Sorunu”, 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ulusal çıkarlara uygun olarak çözüldü.
Türkiye'nin Montrö kazanımları
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye'nin Boğazlarda elde ettiği önemli kazanımlar şunlardır:
– Sözleşmedeki hükümleri uygulayan ve denetleyen taraf Türkiye'dir. (Md. 24).
– Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin denizaltıları ve uçak gemileri Boğazlardan geçemeyecektir. (Md. 10/3, 11, 12, 14 ve Ek-II par. B). Karadeniz'e kıyısı bulunan devletler, Karadeniz dışında yaptırdıkları veya satın aldıkları denizaltıları Türkiye'ye zamanında haber verirlerse Boğazlardan geçirebileceklerdir. Denizaltılar Boğazlardan birer birer, gündüz ve su üzerinden geçecektir.
(Md. 12)
– Barış zamanlarında savaş gemileri Boğazlardan geçebilmek için 8 gün içinde Türk Hükümeti'ne bildirim yapmak zorundadır. Bu bildirimde gemilerin gidecekleri yer, adları, türleri ve sayıları, gidiş dönüşte taşıdıkları yükler bildirilecektir. Boğazlardan geçiş 5 gün içinde olacaktır. Daha fazla Boğazlarda kalmak yasaktır. Geçiş sırasında donanma komutanı, Boğaz girişindeki bir işaret istasyonuna emrindeki kuvvetin açık ve seçik bileşimini bildirecektir (Md. 13, 16)
– Barış zamanlarında Boğazlarda transit olarak bulunabilecek tüm yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek tonaj toplamı 15 bin tonu geçmeyecektir. Söz konusu kuvvetler 9 gemiden çok olmayacaktır. (Md. 14)
– Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin barış zamanında Karadeniz'de bulunduracakları savaş gemilerinin tonajı 45 bin tonu aşmayacak ve bu gemiler 21 günden fazla Karadeniz'de kalmayacaktır. (Md.18)
– Savaş zamanlarında savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yasaktır. (Md. 19)
– Savaş zamanlarında Türkiye savaşan ülke durumundaysa veya bir savaş tehdidiyle karşı karşıyaysa Boğazlardan savaş gemilerinin geçip geçmemesi tamamen Türkiye'nin kararına bağlıdır. (Md. 20, 21)
– Sivil hava araçları Türkiye'ye 3 gün önce ön bildirim yaparak kendilerine gösterilen hava yollarını kullanacaklardır. (Md 23) Askeri uçakların Boğazlar üzerinden geçişine izin verip vermeme yetkisi Türkiye'ye bırakılmıştır.
– Uluslararası Komisyon'un yetkileri Türkiye'ye geçmiştir. (Md.24)
– Türkiye, Boğazlarda hemen yeniden asker bulundurabilecektir. (Protokol, 1,2)
– Türkiye, Boğaz geçişlerinde “sağlık kontrolü”, “fenerler”, şamandıralar” ve “kurtarma hizmeti” için vergi ve harç alacaktır. (Geçiş ücretleri 2.5 Frank kuru üzerinden belirlenmiştir.) (Ek-1)
Bu özellikleriyle Montrö, kelimenin tam anlamıyla, “Boğazlardaki Türk kilidi”dir.
Montrö ortadan kalkarsa neler olur?
Montrö ile Türkiye Boğazlarda “mutlak egemenlik” kurmuştur. “Uluslararası boğazların hiçbirinde, Montrö'de Türkiye'ye verilen nitelikte yetkiler hiçbir kıyı devletine verilmemiştir.” (5). Montrö ortadan kalkarsa Türkiye, Boğazlardaki “mutlak egemenliğini” kaybeder.
Montrö'nün ortadan kalkması Türkiye için ciddi bir milli güvenlik sorununa neden olacaktır. Çünkü herhangi bir sıcak veya soğuk savaş tehlikesi durumunda Türkiye, Boğazlara ve oradan Karadeniz'e girecek savaş gemilerini, uçak gemilerini, denizaltıları, savaş uçaklarını engelleyerek kendi güvenliğini sağlayamayacaktır. (6)
Montrö Sözleşmesi sonrası yabancı basında atılan manşetlerden biri.(Cumhuriyet,
22 Temmuz 1936, s. 5.)
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, “Karadeniz'e kıyısı olan ve olmayan ülkeler” ayrımı yapmış, “Karadeniz'e kıyısı olan ülkelere” bazı ayrıcalıklar tanırken diğer ülkeleri sınırlamıştır. (7). Böylece Türkiye Montrö ile kendine Kuzeybatıdan bir güvenlik kalkanı oluşturmuştur. Montrö ortadan kalkarsa işte bu güvenlik kalkanı da ortadan kalkar.
Montrö ortadan kalkarsa herhangi bir savaş durumunda savaşan devletlerin Boğazlardan geçip Karadeniz'e girmelerine hiçbir şey engel olamaz. Büyük baskılar altında kalan Türkiye tarafsızlığını koruyamaz. (8). Nitekim Türkiye'nin II. Dünya Savaş'ında, tarafsız kalabilmesinde Montrö'nün özel bir etkisi vardır.
Kanal İstanbul Montrö'yü ortadan kaldırır mı?
1- Türkiye, Boğazdan geçen ticaret gemilerini Kanal İstanbul'dan geçmeye zorlarsa bu durum “Bayrak ve yükü ne olursa olsun ticaret gemilerinin Boğazlardan geçişleri serbesttir” diyen Montrö'ye aykırı olacağından Montrö ortadan kalkabilir. (Md. 1,2,4,5) Üstelik Montrö'de “geçiş ve gidiş geliş serbestliği ilkesinin süresi sonsuzdur.” (Md. 28)
2- Kendiliğinden Kanal İstanbul'a yönelecek gemilerden yüksek geçiş ücreti alınacak olursa gemiler İstanbul Boğazı'nı tercih etmeye devam edeceklerdir. Böylece hem Kanal İstanbul geçişlerinden beklenen yüksek gelir, hem de Boğaz trafiğinin azalması beklentisi hayal olacaktır.
3- Kanal İstanbul'da Montrö'yü uygulamak mümkün görünmüyor. Çünkü Montrö'de “Boğazlar” deyimi İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı'nı kapsıyor. Kanal İstanbul ise bunların dışında “yapay bir kanal” olarak Montrö'deki “Boğazlar” tanımının dışında kalıyor. Dolayısıyla Kanal İstanbul'dan geçen bir gemiye Çanakkale Boğazı'ndan ve Marmara Denizi'nden geçerken Montrö hükümleri uygulanamaz. (9)
4- Türkiye'nin, “Kanal İstanbul'dan savaş gemileri geçmeyecek, sadece ticaret gemileri geçecek” demesi durumunda buna karşı çıkan ülkeler insan eliyle yapılan Süveyş, Panama ve Kiel kanallarının hem ticaret hem savaş gemilerine açık olduğunu söyleyerek Montrö'yü tartışmaya açabilirler.
Amerika'nın aşamadığı engel: Montrö Madde 18
Montrö, Karadeniz'e kıyısı olmayan İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Amerika gibi emperyalist devletlere Karadeniz'in kapılarını kilitlemiştir.
1. Dünya Savaşı sonrası Rusya, Montrö'yü değiştirmek istediğinde Amerika kendi çıkarları açısından Türkiye'nin yanında durdu, Montrö rejimini savundu. Ancak bugün itibarıyla Amerika Montrö'den rahatsızdır…
Çünkü Montrö'nün 18. maddesi, Karadeniz'i Amerikan emperyalizmine de kapatmıştır.
Kurun, 21 Temmuz 1936
Söz konusu maddeye göre Karadeniz'e kıyısı olmayan ülkelerin Karadeniz'deki savaş gemilerinin toplam tonajının, 30 bin tondan (zorunlu hallerde 45 bin tondan) fazla olmaması, bu ülkelerden herhangi birinin tonajının toplam tonajın üçte ikisini aşmaması, Karadeniz'e insani bir amaçla gönderilecek deniz kuvvetinin 8 bin tonu geçmemesi, bu kuvvetlerin de Türk Hükümeti'nden izin alarak Karadeniz'e girebilmesi ve bu kuvvetlerin burada bulunmalarının amacı ne olursa olsun Karadeniz'de 21 günden çok kalamamaları Amerika'nın elini kolunu bağlamıştır. (10)
Montrö'nün işte bu 18. maddesi nedeniyle Amerikan donanması, denizaltıları, uçak gemileri Karadeniz'e girememektedir.
Soru şudur: 83 yıldır Karadeniz'in kapısındaki Montrö kilidini kıramayan Amerika, Karadeniz'e girebilmek için yeni bir kapı mı yaptırmaktadır? Kanal İstanbul, Karadeniz'e açılan bir Amerikan kapısı mıdır?
0 notes
Text
Erdoğan: Güvenli bölgeyle ilgili çok fazla zamanımız ve sabrımız yok
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Milli Savunma Üniversitesi Harp Okulları Diploma ve Sancak Devir Teslim Töreni'ndeki konuşmasında, eğitim-öğretimlerini başarıyla tamamlayarak mezun olan 325 askeri öğrenciyi tebrik etti. Mezun olan 325 askeri öğrencinin 224'ünün Türk vatandaşı, 101'inin 16 ayrı ülkeden misafir öğrenci olduğunu kaydeden Erdoğan, sadece bu tablonun dahi Türkiye'nin fiziki sınırlarının çok ötesinde bir ülke olduğu gerçeğini gösterdiğini söyledi. Erdoğan, Kara Harp Okulunun 170. dönem, Deniz Harp Okulu 246. dönem, Hava Harp Okulunun 65. dönem öğrencilerini mezun etmesinin önemine işaret ederek, "Üstelik bu tarihler Kara ve Deniz Harp Okullarımızın, Osmanlı döneminde yeniden yapılandırılmasıyla başlayan tarihlerdir. Geçtiğimiz aylarda Kara Kuvvetleri Komutanlığımızın kuruluşunun 2228. yıl dönümünü kutladık. Deniz Kuvvetlerimiz de Çaka Bey'in İzmir'de ilk donanmamızı inşa ettiği 1081 yıldan beri bayrağımızı Ege'de, Akdeniz'de, Karadeniz'de ve diğer denizlerde gururla taşıyor. Hava Kuvvetleri Komutanlığımız da 1911'de ilk pilotlarımızın eğitime gönderilmesinden beri şanlı bayrağımızı semalarımızda dalgalandırıyor. En zor dönemlerde dahi tüm dünyaya parmak ısırtan zaferlere imza atmayı başaran kahraman askerlerimizi rahmetle ve hayırla yad ediyoruz." diye konuştu. 1. Dünya Savaşı'nda Kafkas, Irak, Filistin, Suriye, Çanakkale, Galiçya, Makedonya, Romanya cephelerinde savaşan Osmanlı ordusunun tüm olumsuz şartlara rağmen büyük başarılara imza attığını, özellikle Çanakkale cephesine tüm gücüyle yüklenen düşmanın hem denizde hem karada geri çekilmek zorunda kalmasının, dünya harp tarihine altın harflerle yazılan bir kahramanlık hikayesi olduğunu anlatan Erdoğan, şöyle devam etti: "Savaş sonunda yapılan anlaşmalarda adeta tüm mevcudiyeti yok edilen bir devlet ve anavatanında esir hale getirilmek istenen bir millet olarak İstiklal Harbimizi başlattık. Adana'dan Gaziantep'e, Kahramanmaraş'tan Ege'ye kadar pek çok yerde bizatihi milletimizin kendi iradesi ve imkanlarıyla başlattığı Kuvayi Milliye hareketi kısa sürede düzenli orduya dönüşmüştür. Milli mücadele, Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere Osmanlı ordusunun kurmay kadrolarının liderliği ve Anadolu'daki askeri unsurların katılımıyla dün kutladığımız 30 Ağustos zaferiyle başarıya ulaşmıştır. Binlerce yıllık devlet geleneğimizin coğrafyamızdaki 600 yıllık çınarı Osmanlı, tarih sahnesinden çekilirken yerini genç Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde de Türk Silahlı Kuvvetlerimiz dünyanın en modern savunma taktikleri ve araçlarıyla teçhiz edilerek ülkemizin bağımsızlığının teminatı olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonrası tercihimizi Batı demokrasisinden ve savunma konseptinden yana kullanarak yeni bir döneme girdik. NATO savunma konsepti bize tıpkı Avrupa Birliğinin ülkemizi tam üye yapmayıp sadece Gümrük Birliği içinde tutmasıyla ekonomimize küresel rekabet gücü kazandırması gibi önemli katkılarda bulundu. Bu süreçte her ne kadar darbe, cunta ve vesayet dönemlerinde örselenmiş olsa da milletimizin bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri istiklalimizin ve istikbalimizin en büyük güvencesi olmaya hep devam etti ve edecektir. Son olarak FETÖ ihanet çetesinin pençesinden kurtardığımız Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, milletimizle çok daha sıkı bütünleşerek bugün her zamankinden daha güçlü ve etkin bir şekilde faaliyetlerine devam ediyor." "Bölgedeki sorun DEAŞ değil, birtakım güçlerin çıkar paylaşımı savaşıdır" Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dünyanın her alanda yeniden yapılandığı bir dönemde Türkiye'nin de savunma stratejilerini ve taktiklerini yeniden gözden geçirmesinin kaçınılmaz hale geldiğini belirterek, "Son dönemde NATO, Türkiye'nin güvenliği başta olmak üzere pek çok konuda kelimenin tam anlamıyla çuvallamış olsa da hala bizim ve müttefiklerimiz için en önemli savunma işbirliği zemini olmayı sürdürüyor. Yine müttefiklik ilişkisine sahip olduğumuz kimi devletler, ülkemize karşı asla bu kavramın lafzına ve ruhuna yakışmayacak tutumlar içinde bulunsa da müttefiklerimizle dayanışmayı hala değerli görüyoruz. Ne NATO üyeliğinden ne de müttefiklerimizden vazgeçmek gibi bir niyetimiz yoktur. Tam tersine bu yapılar içinde daha güçlü bir yer edinmek istiyoruz." diye konuştu.
NATO'nun ve Türkiye'nin müttefiklerinin karşılayamadığı güvenlik ihtiyaçlarının gereklerini yeni yöntemlerle yerine getirmenin de millete karşı en başta gelen sorumluluk olduğunu vurgulayan Erdoğan, "İşte 18 yıl önce yerli ve milli savunma sanayine yönelik ürünlerimizi üretirken, bugün yüzde 70 üretir hale geldik." dedi. Erdoğan, Suriye ve Irak'ta üslenen DEAŞ, PKK, YPG, PYD örgütlerine mensup teröristlerin Türkiye'yi tehdit ve sınırlarını taciz ettikleri bir dönemde kimsenin samimi desteğinin bulunamadığını ifade ederek, şunları kaydetti: "Tamamen kendi gücümüz ve mücadelemizle hem DEAŞ'ı hem de bölücü terör örgütünü bozguna uğrattık. Bizim bozguna uğrattığımız bölücü terör örgütünün, müttefikimiz olan bir ülkenin eteklerinin altına sığınarak faaliyetlerini sürdürmesi ise bugün ayrı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Artık hiç kimse karanlık eller tarafından bir proje olarak sahaya sürüldüğü açıkça görülmüş olan DEAŞ bahanesiyle kimseyi kandırmaya kalkmasın. Bölgedeki sorun DEAŞ değil, birtakım güçlerin çıkar paylaşımı savaşıdır. Ne Türkiye'nin ne de bölgemizdeki kardeşlerimizin bu çirkin oyunun malzemesi haline dönüştürülmesine izin veremeyiz. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarımızla bu yönde ilk adımları attık. İdlib'te rejimin tüm taşkınlıklarına rağmen Rusya ile işbirliği içinde yeni katliamların ve göç dalgalarının önüne geçmek için tüm gücümüzle çalışıyoruz. Münbiç'te bize verilen sözlerin tutulmaması sebebiyle ortaya çıkan demografik yapıya ve güvenliğe ilişkin kaygılar giderek artıyor. Rakka, Deyrizor, Haseke gibi yerlerde de benzer huzursuzluklar hat safhaya çıkmış durumdadır." 'Güvenli bölgeyle ilgili çok fazla zamanımız ve sabrımız yok' Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fırat'ın doğusunda da terör örgütünün bölge halkı üzerindeki zulmünün artık gizlenemez, saklanamaz bir hale geldiğini söyledi. Türkiye olarak Fırat'ın doğusundan başlayıp Irak sınırına kadar tüm bölgede, 450 kilometrelik hat boyunca en az 30 kilometre derinliğine sahip bir güvenli bölge oluşturma teklifini 2015'te Antalya'da gerçekleştirilen G-20 Zirvesinde tüm liderlerle konuştuklarını, görüştüklerini, paylaştıklarını hatırlatan Erdoğan, her ne kadar herkes bu teklifi olumlu karşılasa da kimsenin uygulama yönünde bir gayret ortaya koymadığını dile getirdi.
Erdoğan, şimdi aynı projeyi Amerika ile birlikte konuştuklarını, gerçekleştirmeye çalıştıklarını aktararak, "Şu ana kadar yaşanan gelişmeler güvenli bölge kavramı konusunda bizim söylediklerimizle Amerika'nın ifade ettiği arasındaki makasın maalesef çok açık olduğuna işaret ediyor." dedi. Müşterek harekat merkezinin kurulması, İHA ve helikopter uçuşları gibi birtakım müspet gelişmelerin de olduğunu belirten Erdoğan, şunları kaydetti: "Ancak biz doğrudan kendi askerlerimizin güvenli bölgeyi kontrol etmesi dışında bir çözüme rıza gösteremeyiz. Çünkü biz bu bölgeyi sadece güvenli hale getirmekle kalmayacağız. Projemize destek verecek dostlarımızla birlikte burada inşa edeceğimiz yerleşim alanlarıyla ülkemizdeki ve Avrupa'daki Suriyeli kardeşlerimizden önemli bir bölümünün de kendi vatanlarına dönmelerini sağlayacağız. Aksi takdirde ülkemizdeki 3 milyon 650 bin Suriyeli sığınmacıyı daha ne kadar yerlerinde tutabileceğimizi bilmiyoruz. Açık konuşuyoruz. Fırat'ın doğusundaki tüm sınırlarımız boyunca kurulacak güvenli bölgeyle ilgili çok fazla zamanımız ve sabrımız yoktur. Birkaç hafta içinde askerlerimiz fiilen bu bölgeyi kontrol etmeye başlamazlarsa kendi harekat planlarımızı devreye almaktan başka çaremiz kalmayacaktır. 3 hafta sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle gideceğimiz Amerika'da yapacağımız temaslar bu bakımdan son fırsattır. Şayet bu tarihe kadar bizim arzu ettiğimiz güvenli bölge oluşumuna dair tatmin edici adımlar atılmazsa artık orada kendi işimize bakmaktan, kendi göbeğimizi kendimiz kesmekten başka çare görünmüyor." "Şu ana kadar 1 milyar 350 milyon dolar ödeme yaptık" Cumhurbaşkanı Erdoğan, konu savunma olduğunda tek meselenin Suriye sınırlarındaki can sıkıcı durum olmadığını, bu konuda bir dizi önemli sorunla daha karşı karşıya olunduğunu dile getirdi. Bunlardan birinin hava savunma sistemi tedariği konusunda yaşanan tartışmalar olduğunu aktaran Erdoğan, "Samimiyetle ifade etmek gerekirse hava savunma sistemi ihtiyaçlarımız için bizim açımızdan S-400 ile Patriot arasında bir fark yoktur. Ama Patriot satışı bize karşı bir baskı aracı haline getirilip ve bu şekilde güvenlik ihtiyaçlarımız zaafa uğratılmaya kalkılırsa tercihimizi diğer sistemden yana kullanmaktan da çekinmeyiz. Nitekim de öyle yaptık. Tabii asıl ideal olan bu tür sistemleri kimseye ihtiyacımız olmadan kendimizin geliştirip, üretmesi ve dostlarımızla da paylaşmasıdır." ifadelerini kullandı. Erdoğan, göreve geldiklerinde ne Amerika'dan ne Batı'dan bir insanız hava aracının dahi alınamadığını belirterek, hele hele silahlı insansız hava aracını hiç alamadıklarını ancak şimdi insansız hava aracını, silahlı insansız hava aracını bu milletin kendisinin ürettiğini ve şimdi çok daha ileri seviyede olanını da üreteceklerini vurguladı.
Konuşmasında F-35 konusuna da değinen Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Türkiye bu projenin ortaklarından ve üreticilerinden biri olduğu halde, parasını ödediğimiz uçaklar bize teslim edilmiyor. Ne ödedik? Şu ana kadar 1 milyar 350 milyon dolar ödeme yaptık ve henüz bize verilmeye başlanmadı. Pilotlarımızın eğitimleri sona erdiriliyor. Peki bu durumda biz ne yapacağız? Elimiz, kolumuz bağlı şekilde herhalde başımıza gelecekleri bekleyecek halimiz yok. Şunu unutmayın, biz Türk milletinin birer aziz evladıyız, gereği neyse onu yapacağız. Ve biz karakterimizin gereğini yapacağız. Bir yandan yerli beşinci nesil savaş uçağı projemizin geliştirme ve üretim sürecini hızlandırıyor, bir yandan da alternatif tedarik yollarına bakıyoruz. İşte geçenlerde bir fuara katıldık Rusya'da. Rahatsız oldular. O fuara niye gitmişiz? Gideceğiz tabii. Nerede ne var, arayacağız, bakacağız, bu uçak da olur, helikopter de olur, bunun yanında sağlıkla ilgili uçaklar olur. Savunma sanayisine yönelik ne varsa her şey olur. Zira arayarak, görüşmelerimizi yaparak, savunma sanayisindeki tüm elemanlarımızla bütün bu çalışmaları yürüterek inşallah yarınların Türkiyesini çok daha güçlü kılacağız. Hiç kimsenin Türkiye'yi kendi şartlarını dayatarak köşeye sıkıştırma ve dilediğini yaptırma hakkına sahip olmadığını tekrar ifade etmek istiyorum. Hem müttefik hem müşteri bütün bu konumlardan terör örgütlerinin ve yaptırım tehditlerinin muhatabı konumuna gelmeyi kabul etmedik, etmeyeceğiz. Bu milletin şanlı tarihinin ve mücadele azminin sadakası dahi önüne konulan dayatmaları parçalayıp kendine yeni yollar açmaya yeter. Türkiye'yi üçüncü dünyanın şamar oğlanı ülkeleriyle karıştıranlar şayet bugüne kadar yanıldıklarını anlamadılarsa bundan sonra onlara bunu göstermek boynumuzun borcudur." "Türkiye kendisine bir adım gelene yaklaşmaktan asla geri durmaz" Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Türk milleti 15 Temmuz'da bir kez daha ispatlamıştır ki ülkesinin ve kendisinin özgürlüğü, değerleri, geleceği söz konusu olduğunda şehadeti en büyük mertebe olarak kabul eder." diyerek, şu anda buradaki gençleri, gerek öğrenci gerek subay hepsini şehadete yürüyen birer er olarak gördüğünü kaydetti. İstiklal Marşı'ndan "Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda / Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda" dizelerini okuyan Erdoğan, bu toprakların şehit kanlarıyla yoğruldukça vatan olduğunu, eğer şehit kanıyla yoğrulmazsa zaten vatanın tanımının olmayacağını dile getirdi. Erdoğan, terörle mücadelede, sınır ötesi operasyonlarda verilen şehitlerin her birinin şüheda kervanının şerefli birer yıldızı olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti: "82 milyon milletin her biri ve onların bağrından çıkan vazife başındaki yüz binlerce güvenlik görevlimiz gerekirse Fırat'ın doğusunda, gerekirse Dicle'nin doğusunda açık ve net söylüyorum biz kuzularımızı bunlara asla yedirtmeyeceğiz. Gerekirse başka yerlerde şüheda kervanına katılmak için hazır bekleyenler var. Çünkü bu millet bayrağının indirilmesini, ezanlarının susturulmasını, kutsallarına dokunulmasını, hele hele egemenliğine el uzatılmasını ölümden daha beter bir zillet olarak görür. Dostluk Türk milletinin işte bu hassasiyetlerine saygı göstermekle olur. Müttefiklik Türkiye'nin kendisi ve kardeşleri için ortaya koyduğu güvenlik kaygılarının gereklerini yerine getirmesine destek vermekle olur. Aynı ittifak içinde olmak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin savunma ihtiyaçlarını karşılamasını sağlayacak iş birliklerinin önünü açmakla olur. Hem bu milletin hassasiyetlerini, bu ülkenin güvenlik kaygılarını, bu devletin savunma ihtiyaçlarını hiçe sayacaksınız hem de bizden bölgesel ve küresel güvenliğiniz için destek isteyeceksiniz. Rahmetli Necip Fazıl üstadın 'Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa' diye tarif ettiği böyle bir hesap adil olmadığı gibi, ahlaklı da değildir. Türkiye kendisine bir adım gelene üç adım, beş adım yaklaşmaktan asla geri durmaz. Ama kendisini kurduğu tuzaklara yuvarlamak için sahte bir müttefiklik maskesiyle oyalayanlara da eyvallah etmez." Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Fırat'ın doğusunda 2-3 hafta içinde kendi belirlediğimiz şartlar dahilinde, kendi askerlerimizle, fiilen bölgeyi oluşturmaya başlamazsak, varsın gerisini karşımızdakiler düşünsün." dedi. Erdoğan, ülkenin en kıymetli varlığı, en büyük dayanağı, en temel güç kaynağının insan olduğunu vurgulayarak, sözlerini şöyle sürdürdü: "İyi yetişmiş insan gücüne sahip olan ülkeler, her alan önde ve lider olma başarısını yakalamaktadır. Aynı şekilde iyi yetişmiş, aklı ve yüreği ile bu vatan için çalışan komutanlara sahip bir ordu da dünyanın en güçlü orduları arasındadır. İşte Türk ordusunu güçlü kılan, iyi yetişmiş, binlerce yıllık değerlerinin ve birikimini farkında, inançlı ve yürekli komutanlara sahip olmasıdır. Peygamber ocağı dediğimiz, Peygamber Efendimizin rumuzlu ismi olan 'Mehmetçik' ismini taşıyan kahramanlardan oluşan Türk ordusu, dosta güven, düşmana korku veren bir güce sahiptir. Tarihin her döneminde masumun, mazlumun hamisi, mağdurun destekçisi olan kahraman ordumuz ülkemize yönelik her türlü saldırıya karşı koymaya hazırdır. Kahramanlar ocağı, göz bebeğimiz ve gururumuz Türk silahlı Kuvvetlerine karşı, açıktan düşmanlığını gösteremeyenlerin oyunlarını büyük ölçüde bozduk. Bu mukaddes ocağa sızma, içeriden çökertme ve çürütme yollarını birer birer tıkıyoruz. 15 Temmuz'dan sonra eğitiminden başlayarak, yeniden yapılandırma sürecine soktuğumuz ordumuz her zamankinden daha güçlü ve kararlı bir şekilde göreve hazırdır. " Erdoğan, son yıllarda yapılan her operasyon ve her hazırlığın bu gerçeği tekrar tekrar ortaya koyduğunu dile getirerek, sözlerini şöyle tamamladı: "Akıllarınca Türkiye'ye mezar yeri hazırlayanların sonu tarihinde her döneminde zillet çukuruna yuvarlanmak olmuştur, bugünde öyle olacaktır. Türk milletine ve onun en büyük sancaktarı olduğu İslam davasına ihanet edip de, gün yüzü gören yoktur. Bölgemizdeki kaosun, terörün, istikrarsızlığın ve yoksulluğun yegane sorumluları aldıkları ahın altında ezilmeye mahkumdur. İşte bu büyük davayı cesaretle omuzlamamızı sağlayan Türk Silahlı Kuvvetlerimizin komutanlarını yetiştiren, havada, karada, denizde tüm harp okullarımızın ve onların bağlı olduğu Milli Savunma Üniversitemizi adeta göz bebeğimiz gibi korumak ve geliştirmek kararındayız. Bu vesileyle mezun ve misafir öğrencilerimize bundan sonraki hayatlarında başarılar diliyorum. Rabbim yaptığınız görevlerde daima yardımcınız olsun ve sizleri daima muhafaza etsin. Rektörümüz başta olmak üzere, üniversitemizin ve harp okulunun hocalarına, komutanlarımıza teşekkür ediyorum. Sizlere çıkacağınız bu yolculukta, kışlalarınızda Allah'tan başarılar diliyorum." Read the full article
0 notes
Text
2.3. Çağdaş Dünya Tarihi
NEP - New Economic Policy
1920'li yıllarda iç savaşın yaralarını sarabilmek için geçici olarak özel teşebbüse izin verilmiştir. Kırsal bölgelerde verimin azalması, savaş sonrası marksist sisteme geçisin zaman alacağını kabul etmek zorunda kaldılar.
Sovyet Rusya Kuruluşu SSCB, Viladimir İlyiç Lenin’in başkanlığındaki Bolşevik Partisinin 1917’de iktidarı ele geçirmeye başlamıştır. Devrimin gerçekleştiği sırada Rusya, Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletlerinin safında yer almıştır. Bolşevik Partisinin ilk önemli icraatı ise Brest Litovski Antlaşması ile Rusya’yı savaştan çekmek olmuştur. Bu antlaşma sonunda Rusya; Finlandiya, Litvanya, Polonya, Ukrayna, Batum, Kars ve Ardahan’ı bırakmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra Bolşevik Hükümeti Meşrutiyetçiler, Demokratlar, Menşevik Partisi’nden Sosyalistler ve Enternasyonelciler gibi siyasi rakipleriyle mücadeleye başlamıştır. Bu rakipler, sonunda, monarşiyi tekrar kurmak isteyen beyazlarla birleşmiş ve ülke bir iç savaşa sürüklenmiştir. Bolşevikler, büyük ve yabancı devletlerce desteklenen uzun yıllar boyunca sürekli yenilenen Lev Troçki’nin liderliğindeki Kızılordu ile çarpışmıştır. Viladimir İlyiç Lenin Bu büyük devletler, en önemli amaçları olan Rusya’daki ekonomik etkinliklerini sürdürmek ve Bolşevik İhtilali’ni tersine çevirmek için kendi seçtikleri rejimi yerleştirmeyi denemişlerdir. Eski rejimin imtiyazlıları arasında olan Kazakların da ayaklanmasıyla Bolşevikler Aralık 1917’de Çeka Örgütünü kurarak sistemli terör hareketlerine girişmişlerdir. Beyazlar, müttefiklerinin bütün yardımlarına rağmen kendi aralarındaki rekabet nedeniyle yenilmişlerdir. Bolşevikler Çar II. Nikola ve ailesini öldürmüş (Temmuz 1918) ve Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya çökünce Rusya, Brest Litowski Antlaşması’nı tanımadığını açıklamıştır. Bolşevikler, kaybedilen toprakları yeniden işgal etmeye başlamıştır. Güneyde başarılı olan Bolşevikler, Kuzeyde tutunamayıp 1920’de Litvanya, Estonya, Letonya ve Finlandiya’nın bağımsızlıklarını kabul etmişlerdir. Moskova, bu tarihten itibaren Ruslaştırma siyasetini bırakarak dil ve kültür muhtariyetlerini tanımıştır. Ülkenin ismi Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş ve bu özerklikler 1924 Anayasası ile tanınmışlardır. Stalin, Lenin ve Kalinin Bolşeviklerin Almanya ve Macaristan’daki bu girişimleri, Kızılordu’yu yenemeyen müttefiklerini ciddi biçimde endişelendirmiştir. Bu ülkeler, Bolşeviklerin yayılmasını önlemek için “sağlık koridoru” olarak adlandırılan Finlandiya, Baltık Devletleri, Polonya ve Romanya’ya destek vermeye başlamışlardır. 1924'te Lenin öldü. Aynı yıl bir komisyon kurarak etnik duruma göre sınırları çizdiler.
1.Dünya Savaşının Sonuçları 1-Büyük imparatorluklar yıkıldı.(Osmanlı Devleti, Çarlık Rusya, Avusturya Macaristan) 2-Polonya, Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan Litvanya, Ukrayna, Estonya gibi yeni devletler kuruldu. 3-Bazı ülkelerde rejim değişikliği oldu. Rusya’da kominizim, Almanya’da Nazizm, İtalya’da Faşizm, Türkiye’de Cumhuriyet. 4- Dünyanın siyasi haritası değişti. 5- Sömürgeciliğin ismi “mandacılık” olarak değiştirildi. 6- cemiyet-i Akvam yani Milletler Cemiyeti kuruldu. 7- Savaştan en karlı çıkan devlet İngiltere oldu. 8-Denizaltı, uçak, tank, kimyasal silahlar ilk kez bu savaşta kullanıldı. 9- On milyonun üzerinde insan öldü ve kayboldo. 10- Yeni sınırlar çizilirken milletler göz önüne alınmadığından yeni sorunlara ve savaşlara neden oldu. 11- Savaştan karlı çıkan ikinci devleti ise Fransa oldu. 12- Açlık ve sefalet baş gösterdi. 13- Fabrikalar, Kültür ve sanat eserleri büyük zarar gördü. 14- Çarlık Rusya yıkılarak yerine Sovyet Rusya kuruldu. 15- Arap topraklarında İngiltere ve Fransa’nın denetiminde yeni devletler kuruldu. 16- İsrail Devleti’nin temelleri bu savaştan sonra atılmaya başlandı. 17- Mondros’tan sonra Anadolu’daki işgallere karşı milli mücadele başladı. Bu durumu İngiliz sömürgeleri de kendilerine örnek aldı. 18- Versay Antlaşma’sı ile Avrupa’nın dengesi bozuldu. Bu durum ikinci dünya savaşına neden oldu.
Versay Barış Konferansı Wilson İlkeleri’ne Aykırı Versay Antlaşması’nın Hazırlanış Süreci
Woodrow Wilson Amerikan Başkanı Wilson’un 14 maddelik ilkelerinin temel amacı ülkeler arasındaki barışın hakim kılınması için yenilen devletlerin intikam almalarını önlemek ve toprak bütünlüğünün sağlanması ve savaş tazminatından muaf tutulmalarıydı. Bu ilkeler doğrultusunda adil bir barış antlaşmasının yapılmasını isteyen Almanya, Wilson’a barış isteklerini iletmişlerdir. Her ne kadar belirtilen ilkeler toprak bütünlüğünü savunsa da İtilaf Devletlerinin en güçlü devletleri olan İngiltere, Fransa, İtalya, Romanya ve Yunanistan arasında imzalanan gizli paylaşım antlaşmaları bu ilkelere ters düşüyordu.
Antlaşma hükümlerinin üç büyük devletin çıkarlarına göre şekilleneceği apaçıktı. İngiltere Başbakanı Llyod George, İtalya Başbakanı Emanuele Orlando ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau’nun kontrolünde antlaşma hükümleri belirlenmiş ve taslak halinde görüşülmek üzere komisyona iletilmişti. Alman Meclisi (Weimar), antlaşma taslağı bildirildiğinde görmüştü ki antlaşma metninde belirlenen Wilson ilkelerinin ışığında değil tamamen parçalanan bir Almanya tablosu hakimdi. Fakat Alman Meclisi her ne kadar karşı çıksa da 1919 Temmuzunda kabul etmek zorunda kaldı çünkü Almanya üzerindeki abluka ve askeri istibdadın kalkması zorunluydu.
Paris Barış Konferansı’nın kararı ile kurulan Milletler Cemiyeti ABD kontrolünde yeni sömürgecilik rejimlerinin kurulması kararlaştırıldı. Yenilen devletlerin mandater devletler aracılığıyla himaye edilmesine yönelik bu hükümler ile Togo ile Kamerun İngiliz-Fransız mandasına; Tanganyika İngiltere mandasına; Güney-Batı Almanya Afrikası, Güney Afrika Birliğine; Marina, Marshall ve Caroline Adaları ile Çin’deki Kiaochow Japonya’ya; Raunda-Urundi Belçika mandasına; Yeni Gine’nin Almanya’ya ait olan yarısı ve Solomon Adaları Avustralya mandasına bırakıldı.
Almanya’nın Sınırlarının Yeniden Çizilmesi ve Toprak Kayıpları Antlaşma şartlarına bağlı olarak Alsace-Lorraine bölgesi Fransa’ya, Eupen, Malbedy ve Monschau’nun bir bölümü Belçika’ya Memel, yeni kurulan Litvanya’ya Doğu Silezya ve Batı Prusyanın bir bölümünü Polonya’ya, Yukarı Şilezyanın bir parçası Çekoslovakya’ya bırakıyordu. Dantzig serbest şehir olarak Milletler Cemiyeti’nin himayesine terkediliyordu. Saar bölgesi Fransa’ya bırakılarak bölgenin kaderi ise onbeş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecektir. Amnayi rn kıyılarında ve Helgolandda mevcut tahkimatları yıkacaktı.
Almanya’nın Çin üzerindeki hakları ve Büyük Okyanus’taki adaları Japonya’ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşememeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya’nın bağımsızlığını kabul etmekteydi. Savaş içerisinde tarafsız olmasına rağmen tarafsızlığı çiğnenmiş ve Belçika’nın hukuki bakımdan tarafsızlığı kalkmakta ve Almanya da bunu kabul etmekteydi.
Almanya’nın Silahsız Kılınması ve Donanmanın Tahliyesi Savaşta yenik düşen Alman bilincinin ilerde tekrar askeri olanakları ile yeniden toparlanarak İtilaf Bloğuna saldırmasını engellemek için Alman askeri ve deniz birlikleri silahsız bırakılarak ileride çıkabilecek bir çatışma önlenmeye çalışıldı. Almanya’nın askeri birliklerinin kaynağı olan zorunlu askerlik kuralı kanundan kaldırıldı. Almanya’nın askeri birlik komutası feshedilerek ordunun da sadece iç asayişin sağlanması için 100.000 kişilik bir askeri birlik bulundurması karara bağlandı (Madde 159-180). Almanya’nın donanma güçleri sadece 15.000 personelle sınırlandırılmıştı (Madde 181-197). İngilizlerin, Almanya’nın toprak bütünlüğünü savunması bu maddenin gereğidir. Çünkü donanması engellenen ve etkinliği ortadan kaldırılan Almanya, karadan bir iletişim seçeneği olmayan İngiltere için bir tehdit içermiyordu. Fakat diğer taraftan her ne kadar aynı grupta bulunsalar da İngiltere Fransa’nın kıta Avrupa’sında Almanya üzerinde egemen olmasından çekiniyor ve parçalanmış bir Almanya olmasındansa Milletler Cemiyeti himayesinde eyaletlere ayrılmış bir Almanya’yı tercih ediyordu. Ayrıca Almanya’nın uçak, denizaltı, zırhlı araç veya herhangi askeri teçhizat üretme hakkı yasaklanmış, ayrıca aynı şekilde ülkenin yurt içinden veya dışından herhangi bir silah alımı-satımı yasaklanmıştı. Almanya’nın biyolojik ve kimyasal çalışmaları da yasaklanarak Almanya’nın tamamen savunmasız kalması ve antlaşma hükümlerinin ve paylaşımın kolayca yapılması amaçlanmaktaydı.
Almanya’nın İtilaf Devletlerine Ödemekle Yükümlü Olduğu Savaş Tazminatı
Büyük Buhran Dönemi Birinci Dünya Savaşında yapılan bütün askeri harcamalar ve düşman devletlerin karşı saldırıları sonucunda devletin uğradığı mali yıkımın faturası savaş sonunda yenilen devletlere ödettirilirdi. Keza aynı şekilde 1. Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşma metinlerinde de tam olarak bu durum yaşandı. Savaş tazminatı alınmayacağına kendini inandıran Alman Parlamentosu 1921 hükümlerinde 20 Milyon Mark tazminata çarptırıldı (Madde 238). Aslında savaş sırasında tamamen tükenen Almanya’nın itilaf devletlerine ödeyecek 5 milyon marklık bile gücü yoktu. Ve böylece ülkedeki bütün imkanlar ile ödenmeye çalışılan bu tazminat sonunda Almanya, mali ve ekonomik gücünü tamamen yitirdi, nitekim dünyada büyük buhran başladı.
Ayrıca Elbe, Öder, Niemen, Ulm’dan itibaren Tuna ve Kiel Kanalı milletlerarası bir hale getiriliyordu. Bütün antlaşma hükümlerinin yerine getirilmesini garanti altına almak için Ren’in sol kıyısı ve ırmağın sağ kıyısında üç köprübaşı müttefikler tarafından en çok on beş yıl süreyle işgal edilecek, sonrada Rheinland Irmağı’nın 50 km doğusuna kadar askersiz bölge haline getirilecekti (Madde 428-432). Heligolan ve Kuzey Denizi adalarındaki istihkamlar müttefik İtilaf Devletlerinin denetimi altında imha edilecektir (Madde 115).
Versay Antlaşması’nın Almanya ve Dünya İçin Önemli Sonuçları
Holokost Döneminde Bir Toplama Kampı Antlaşmanın askeri hükümleri ve manevi hükümleri ile Almanya’nın galip devletlere bir karşı saldırı ve yaptırımdan men edildi. Ayrıca kurulan milletlerarası mahkeme ile Almanya’nın savaş sırasında uyguladığı katliamlar nedeniyle İmparator Wilhelm II (Madde 227) ve askeri kanat mahkemede savaş suçlusu olarak yargılanacaktır. Weimar Meclisi tarafından “dikta” olarak girilen Versay Antlaşması hükümleri kabul edilmesine rağmen Alman Parlamentosu tarafından hiçbir zaman tam olarak kabul edilmedi. Tazminat komisyonu tarafından Almanlara iki yıl sonra belirtilen tazminat miktarı ve Alman halkının toplu olarak savaş suçlusu ilan edilmesi, Alman halkının onurunu kırmış ve Alman milliyetçiliği doğarak Nazi Almanya’sı; yıkılan Almanya’nın kaybettiği savaşın bedeli olan Versay Antlaşmasının küllerinden yeniden doğdu. Her şeye rağmen Versay Antlaşması’nın hükümleri 10 Ocak 1920 yılında yürürlüğe girdi.
Almanya Versay Antlaşması ile büyük ölçüde toprak kaybetti ve bütün deniz aşırı sömürgeleri elinden çıktı. Ayrıca antlaşma Almanya’ya büyük ekonomik yükler getirdi. Alman halkının hepsinin savaş suçlusu sayılması, antlaşma maddelerinin ağır ve halkın gururunu rencide edici olmasından dolayı, Almanya’da milliyetçilik akımları başladı. Bu ekonomik buhran ve milliyetçilik akımları ise Alman milletinin Hitler’i iktidara getirmesine ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşını başlatmasına ve holokost'un gerçekleşmesine sebep oldu.
Versay Antlaşmasının Bozulması 1933'de başa gelen Adolf Hitler; ordunun 3 katı nüfusa ulaşması için emir verdi, Versay antlaşmasıyla 100.000 kişi ile sınırlandırılan ordu 1934 Ekiminde 300.000 kişi olmuştu. Bu gelişim ilk başta muazzam bir gizlilikle yürütüldü. Amiral Raeder’e, deniz kuvvetlerinin şefi, büyük savaş gemilerinin inşası için emir verildi. Bu gemilerin standartları Versay antlaşmasının kısıtladığı boyutların üzerinde, ulaşabilen maksimum boyutlarda olacaktı. Denizaltıların inşası da Versay antlaşması ile yasaklanmıştı ama Hitler için bu bir engel değildi, deniz altı inşasına da başlanılmıştı. Denizaltıların her bir parçası farklı gemiliklerde üretilip montaja hazır hale getiriliyordu. Bu da gizlilik stratejisinin bir parçasıydı. Bunların yanında Hitler, Goering’e hava kuvvetleri pilotlarının eğitimi ve askeri uçakların dizaynı görevini verdi. 1935 yılının Mart ayında Hitler bir kumar oynamaya karar verdi. Hitler, Goering’i yetkilendirerek, Alman hava kuvvetlerinin varlığını İngiltere ve Fransa’ya bildirmesini istedi. Bu şekilde bu İngiltere ve Fransa’nın bu gelişime karşı tepkilerinin ölçecekti. Bu gelişimin Versay antlaşmasına direk bir karşı çıkış olmasına rağmen, İngiltere ve Fransa’dan ufak bir tepki geldi. Bunun nedenlerinden biri de bu gelişimin bu devletler tarafından zaten bilinmesiydi. Hafif bir tepkiyle karşılaşan Hitler daha ileriye gitmek için bir nevi cesaretlendirilmiş oldu. Birkaç gün sonra Hitler bir kumar daha oynadı ve açıkça ordusunun tanıtımını yaptı. Ordu 36 bölük ve yarım milyon adamdan oluşuyordu. İngiltere ve Fransa’dan yine zayıf bir tepki geldi ve bu zayıf tepkiler adeta Hitlere kumarı kazanmanın rahatlığını veriyordu.
Adolf Hitler Ordusuyla Hitler boş durmayıp silahlı kuvvetlerinin gücünü daha da artırıyor, aynı zamanda da konuşmalarında barış arzusunu ve savaşın bir çılgınlık olduğunu vurguluyordu. Avusturya’yı kendilerine katmak veya Rhineland’ı tekrardan askerleştirmek gibi bir niyetleri olmadığını ve Versay antlaşmasının gerektirdiği tüm karasal hükümlere saygı duyduklarını, Versay antlaşmasıyla gelen silahsızlandırmanın ve Alman deniz kuvvetlerinin gücünün kısıtlanmasın karşılıklı bir hoşgörü dâhilinde kabul edildiğini açıklıyordu. O dönemlerde Hitler şu sözü söylemiştir:
“ Avrupa’da savaşın meşalesini yakan kişi, kaostan başka bir şey ümit edemez.”
1936 Mart’ında Alman bölüklerinin ufak bir kısmı Rey boyları köprülerinin karşısına, Almanya’nın Aachen’e doğru olan, ordusu dağıtılmış bölgeleri Trier ve Saarbruecken’e doğru yürüdüler. Bir kere daha ne İngiltere ne de Fransa bu aşikâr Locarno Paktı ihlaline karşı hiçbir harekette bulunmadılar. Bu pakt 1925’te Almanya’nın isteğiyle imzalanmıştı ve artık Rey boyları’nın batı bölgesinde Alman bölükleri bulunmayacaktı. İşin garip kısmı ise sınırda Fransız askerlerinin sayısının Alman askerleri sayısından çok daha fazla olmasıydı buna rağmen bir tepki eksikliği vardı Fransa’da. Rey boylarının tekrardan askeriyeye kavuşacağı bu dönemde, Hitler’de halka arzusunun tüm Avrupa’da barış olduğunu açıklıyordu. Fransa, Belçika ve birkaç ülkeye daha, yeni barışsal paktlar için görüşme teklif etti. Aynı zamanda Fransa ve Belçika sınırlarında, Alman defansif güçlerinin kuvvetlendirme çalışmaları hızla başlamıştı. Gelişmeler böyle olunca Almanya’da Hitlerin popülaritesi iyice kabarmıştı. Liderlik konumu iyice güçlenmiş ordu generalleri üzerindeki kontrolü iyice güvenlik altına alınmıştı.
Hitler’in rey boylarına asker yerleştirmesi Almanya için daha fazla güvenlik, merkez Avrupa’daki devletler ( Avusturya ve Çekoslovakya gibi) için ise daha az güvenlik anlamına geliyordu ki bu devletler Fransa’ya güveniyordu, fakat Fransa da Almanya’ya karşı bir tepkide bulunmuyordu. Hitler bu süreçte zamanı kullanmasını çok iyi bildi, Milletler cemiyetinin İtalya Habe��istan sorunuyla uğraşması, İngiltere ve İtalya’nın arasının açılması ve İtalya yüzünden de Fransa ve İngiltere’nin arasının açılması, Hitler için tam bir fırsat olmuştur. Hal böyle olunca Dr. Schuschnigg tarafından yönetilen Avusturya hükümeti savaş tehdit’ine karşı Almanya’ya ödünler verme çalışmalarına girişti. Avusturya Nazilerini hükümette etkili noktalara atıyorlardı bu adımlar Hitlerin Avusturya bağımsızlığını taahhüt etmesi amacı ile atılıyordu. Avusturya’nın pozisyonu, İtalyan diktatörü Mussolini’nin Almanya ile düşmanlara karşı ittifak kurması sonrası tehlikeye düştü. Bu ittifak Roma Berlin mihveri olarak bilinir. Bu mihver iki ülke arasında yabancı politikadaki ortak çıkarlara dayalı anlaşmaları içeriyordu.
1936 Kasımında Berlin-Roma mihveri kurulurken bir yandan da Berlin-Tokyo Mihveri, Almanya ile Japonya arasında Sovyet Rusya'ya ve milletlerarası komünizm faaliyetlerine karşı, imzalanmış ve adı da Anti-Komintern Pakt'tır. Hitler Avusturya'yı ilhak etmeyi düşündüğünde, hemen kuvvet kullanarak değil de Avusturya'da bulunan Naziler tarafından bu fikrini gerçekleştirmeyi planladı. 1937 yılında Avusturya'da Naziler etkilerini iyice artırmaya başladı bunlar devamlı Berlin'le irtibat halinde idiler. Hitler Avusturya'da ve Çekoslovakya'da yaşayan Alman halkının bir hayli fazla olduğunu bildiği için buraları işgal etmeyi düşündü. Zaten amacı da tüm Alman halkının birleştirilmesi (Ein Volk, Ein Reich) idi. Fakat Avusturya başbakanının yaptığı bir hareket Hitler'in düşüncesini engellemiş ve metodunu değiştirmek zorunda bırakmıştır. Alman orduları Avusturya sınırlarından girerek memleketi işgale başlamış, 12 Mart günü Alman zırhlarının Viyana'ya girmesiyle Avusturya işgal edilmişti. Hitler bu plana Anchluss ismini vermiş fakat hiçbir devlet buna tepki göstermemişti.
Almanya'nın Avusturya'dan sonra Çekoslovakya'ya dönmesi ihtimali Sovyet Rusya'yı endişelendirdi. Rusya bunun üzerine İngiltere ile Fransa'ya başvurdu bunlardan yanıt alamayan Rusya, Almanya ile işbirliğine gitmeye karar verdi. Hitler için sıra Çekoslovakya'da bulunan Alman halkının kurtarılması amacıyla Çekoslovakya'yı işgale gelmişti. Çekoslovakya'yı işgale başlayan Nazi Almanya'sı, İngiltere ve Fransa devletini harekete geçirdi. Bu olayın daha ileri gitmesini istemeyen Fransa ve İngiltere, İtalya'ya başvurarak durumu yatıştırmaya gittiler ve daha sonra 29 Eylül 1938'de Münih Konferansı yapıldı ve buna göre; Südetler Almanlara teslim edilecek ve Çekoslovakya dağılacaktı. Çekoslovak ittifakı olan Sovyet Rusya'nın bu konferansa çağrılmaması hem Rusya'nın itibarını zedelemiş hem de İngiltere ve Fransa ittifakını sona erdirmiştir. Bunun üzerine Sovyetler Almanlarla işbirliğine daha ağırlık vermiştir.
Hitler Polonya'yı İşgal Ediyor Sovyet Rusya Almanya ile bir saldırmazlık paktı imzalamaya karar verdi, Adolf Hitlerin bu genişleme politikasından kendini uzak tutmak istiyordu, her ne kadar Adolf Hitler 2.dünya savaşsı başladığında Moskova’ya girmiş olacaksa da, bu pakt bir süreliğine de olsa iki tarafı da rahatlatacaktı. Almanya’nın bu paktla hedeflediği, hedefini rahatça Fransa’ya çevirmekti, Rusya’nın bu pakttan beklentisi ise Almanya’dan gelebilecek olası bir tehdidi önlemekti.
Hitler'in önünde Polonya'yı almak için artık bir engel kalmamıştı. Polonya Batılı devletlerin desteğine başvurmuştu. Bunun üzerine Hitler iyice sinirlenerek 1 Eylül 1939 günü Polonya topraklarına girmeye başladı. Polonya, Batılı devletlerin verdiği garantiyi yerine getirmesini istedi; bunun üzerine İngiltere ve Fransa Almanya'ya bir ültimatom vererek geri çekilmesini istedi; ancak Hitler bunu göz ardı etti. Bunun üzerine 3 Eylül 1939 günü İngiltere ve Fransa Almanya'ya savaş ilan ederek II. Dünya Savaşını başlatmış oldular. Polonya Almanya’ya 21 Eylül 1939 günü daha fazla direnemedi ve II. Dünya savaşı resmen başlamış oldu.
Saint-Germain Çatışması (Fransızca: Traité de Saint-Germain-en-Laye), 10 Eylül 1919 tarihinde İtilaf Devletleri ile Avusturya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı'nın ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarının yeniden düzenlenmesini açıklayan antlaşmadır.
Antlaşma ile zaten iç karışıklıklar yaşayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanarak toprakları üzerinde Çekoslavakya, Yugoslavya ve Macaristan devletleri kuruldu. Macaristan savaş sorumlusu tutuldu ve Galiçya'yı Polonya'ya, Hırvatistan'ı Yugoslavya'ya, Tirol ve Trieste'yi İtalya'ya, Bukovina'yı da Romanya'ya bıraktı. Zorunlu askerlik kaldırıldı, Macaristan ağır bir savaş tazminatı ödedi. Ayrıca Versay Antlaşması'ndaki ana fikirlerden biri de bu antlaşmada yer almış, Avusturya ordusu, 30 bin kişi olarak sınırlanmıştır.
Antlaşma, Avusturya'nın gelecekte Almanya ile birleşme yönündeki gelişmeleri de engellemiş, bunu Milletler Cemiyeti'nin onayına bağlamıştır.
Triyanon Antlaşması ya da Trianon Antlaşması, 4 Haziran 1920 tarihinde, I. Dünya Savaşı'nın galip İtilaf Devletleri ile Macaristan arasında, Fransa'nın Versay kentindeki Trianon Sarayı'nda imzalanan ve savaşı resmen sona erdiren antlaşma.
Bu anlaşma Macaristan'da da Almanya'da olduğu gibi tepkiyle karşılanmış ve kaybettiği toprakları geri almaya yönelik politikalar izlenmesine neden olmuştur. Müttefik Devletler'in savaştan sonra Macaristan'a barış şartlarını sunması oldukça gecikti. Bunun nedeni önceleri Macaristan'da Béla Kun liderliğindeki komünist rejimin varlığı ve sonraları daha ılımlı iktidarlar gelmesine rağmen Romanya'nın Budapeşte'yi işgali döneminde (Ağustos - Kasım 1919) yaşanan siyasi çalkantılardı. Sonunda Müttefikler yeni bir hükümeti tanıdılar ve 16 Ocak 1920 tarihinde antlaşmanın bir ön metnini Macar delegesine verdiler.
Antlaşmanın şartları Toprak kayb Bu antlaşma ile Macaristan, topraklarının ve nüfusunun 2/3'ünü kaybetti. Bu anlaşmayla 2 milyona yakın Macar, ülke sınırlarının dışında kaldı.
Slovakya, Ruthenia'nın Karpat Dağları altında kalan kısmı (bugün Zakarpatskaya adıyla Ukrayna'nın bir ili), Pressburg (Bratislava) ve bazı küçük yerler Çekoslovakya'ya verildi. Batı Macaristan (Sopron hariç Burgenland'ın çoğu) Avusturya'ya verildi. Hırvatistan (Medimurje dahil), Slovenya (Prekomurje dahil), Voyvodina ve Banat'ın bir kısmı Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'na (Yugoslavya'ya) verildi. Banat'ın büyük kısmı ve Transilvanya Romanya'ya verildi. Fiume İtalya'ya verildi. Slovakya'nın kuzeyindeki birkaç köy Polonya'ya verildi.
Diğer şartlar Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesi, antlaşmaya dahil edildi. Macaristan ordusu, 35 bin kişi olarak sınırlandırıldı. Hafif silahlı bu ordu sadece iç güvenlik ve sınır güvenliğinden sorumlu olacaktı. Macaristan'ın ödeyeceği ağır savaş tazminatları sonradan belirlenecekti.
SEVR ANLAŞMASI I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Avusturya arasında Saint-Germain Antlaşması, Macaristan arasında Trianon Antlaşması ve Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1919 Mayıs'ında hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Bunun nedenleri İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ni paylaşmadaki anlaşmazlığıdır.
İtilaf Devletleri Yüksek Konseyi'nin 7 Mayıs'ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs'ta İzmir Yunanlar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye'de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı. 4 Eylül'de toplanan Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul'daki Osmanlı hükümeti, ülke üzerindeki idari ve askeri denetimini kaybetti. Sivas ve daha sonra Ankara'da, Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir ulusal direniş hükümeti kuruldu. Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirdi ve direniş hazırlıklarına girişti.
Hazırlık Konferansları Sevr Antlaşması'nı imzalamak üzere Paris Barış Konferansı'na giden Osmanlı heyetinin İtilaf Devletleri'ne ait bir savaş gemisinin güvertesinde çekilmiş fotoğrafı. Resimde fes giyen Damat Ferit Paşa'nın sağında Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik, solunda Maarif Nazırı Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey yer alıyor. İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı İmparatorluğu'na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi.
Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.
Saltanat Şurası Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası,[2] Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura'da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir:
“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
Kimi tarihçiler bu olayı, şûrâda oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler.
Antlaşmayı İmzalayanlar Antlaşma 10 Ağustos 1920'de İtilaf Devletleri Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Çekoslovakya ile mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalandı. ABD Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmadığı, SSCB ise henüz Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için imza atmadılar.
Osmanlı heyetinde şu isimler yer alıyordu: Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey.
Sonuçları Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin'e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı (Mart 1920'de faaliyeti sonlandı ve Nisan 1920'de kapatıldı) olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi.
Ankara'daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve Antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası'nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti. Antlaşmada imzası bulunan Heyet üyeleri 23 Nisan 1924 tarihinde TBMM tarafından 150'likliler listesine eklendi. 28 Mayıs 1927 tarihli yasayla ise yurttaşlıktan çıkarıldılar.
Taraflardan Yunanistan antlaşmayı tasdik edip yürürlüğe koymak istedi. Bazı çevreler antlaşmanın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini savunur. Fakat başka görüşlere göre antlaşmasının birçok hükümleri o tarihlerde uygulanmış ve 20. yüzyılın uluslararası siyasi kavgalarına yön vermiştir. Sevr Antlaşmasının bazı maddelerine dayanışarak Orta Doğu coğrafyası yeniden şekillendirildiyse, bu antlaşmanın bir süre için de olsa fiilen yürürlüğe girdiğinin kabul edilmesi gerekildiği savunulur.
Sevres Antlaşmasına göre "Büyük Yunanistan". (Üstte solda Venizelos)
Yunanistan'ın 1832 ile 1947 arasındaki genişlemesi. (Sevr Antlaşması ile vaadedilip 1923'te Lozan Antlaşması ile geri alınan bölgeler dahil edilmiştir.)
Sevr Antlaşması ile kurulması öngörülmüş Ermeni devleti. Önemli Maddeleri[değiştir | kaynağı değiştir] Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a; Ceyhan, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre kent merkezleri Suriye'ye (Fransız Mandası); Musul vilayeti en kuzeydeki kazası İmadiye dahil tamamen El Cezire'ye (Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası, sonradan Irak) İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;[9] Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlar'da deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletler'in donanmalarını yardıma çağırabilecek; Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı İmparatorluğu egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak; Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (ABD Başkanı Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.) Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları ��zerinde hiçbir hak iddia etmeyecek; Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrimüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okul ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek; Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri kuvveti, 35.000'i jandarma, 15.000'i özel birlik, 700'ü padişahın yanındaki güvenlik birliği olmak üzere 50.700 kişiyle sınırlı olacak ve ağır silahları bulunmayacaktı.[1][10] Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesi'nde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek; Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak; Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı İmparatorluğu'nun mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefiklerarası mali komisyonun denetimine alınacak; Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak; Ticaret ve Özel Hukuk (madde 269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek hükümlerini içeren bir antlaşmadır.
Balfour Deklerasyonu, Lloyd George'un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde dışişleri bakanı olan Arthur Balfour'un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin'de bir Yahudi devletinin -İsrail- kurulmasıyla sonuçlanan girişimdir. 1917 yılındaki bu deklerasyon, ilk Balfour Deklarasyonudur. Balfour girişimiyle 1926 yılında, İngiliz sömürgeleri konusunda ikinci bir Balfour Deklarasyonu yapılmıştır.
Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild'e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir. İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ şart koşulmuştur. Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu topraklarının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması protokolü niteliğindeki Sykes-Picot Antlaşması ve Mekke Şerifi Hüseyin ile İngiltere'nin Mısır'daki Yüksek Komiseri McMahon arasında gizli olarak imzalanan McMahon Antlaşması ardından yapılan bu girişim, böyle bir maddeyi gerektirmiştir.
Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bu mektupta İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist lider Rothschild’e şöyle hitap etmekteydi:
"Saygıdeğer Lord Rothschild, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım.
"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Bu deklerasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım.
Saygılarımla Arthur James Balfour"
Bu mektupla İngiliz Hükümeti, Müslüman Arapların çoğunlukta bulunduğu Filistin bölgesini Yahudilere yurt olarak göstererek, bu bölgede bir Yahudi Devleti’nin kurulmasını desteklemiş ve böylece İsrail Devleti’nin kurulması yolunda en büyük adımlardan biri atılmıştır.
Siyonist liderlerden H. Weizman ve N. Skoly’un çabalarıyla yayımlanan bu mektubun ardından yapılan girişimlerle Filistin bölgesi Yahudi göçmenlerin yerleşimine resmen açılmıştır. Ancak ne yazık ki Filistin’e taşınan Yahudiler sadece bölgeye yerleşmemiş Haganah, Irgun, Stern gibi terör örgütleri kurarak Filistin halkı üzerinde baskı ve şiddet uygulamaya başlamıştır. I.Dünya savaşı sürecinden itibaren başlayan bu gelişmeler savaşın son bulmasından sonra hızlanarak devam etmiş Filistin halkı kendi topraklarında teröre şiddete maruz kalan bir halk olmuştur. II.Dünya savaşının ardından da 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti bölgede resmen kurulmuştur.
Bu mektup ve bunun ardından gelişecek olan olaylar, dünya Siyonist kesimin desteğinin İtilaf Devletleri yönüne çekilmesinde önemli rol oynamıştır. Ayrıca ABD tarafından da desteklenmiştir. Amerika, Orta Doğu'da bir Musevi devletinin bulunmasının, Orta Doğu politikaları için sağlam bir dayanak oluşturacağı varsayımında bulunmuştur.
Lord Balfour'un bu mektubu üzerine yürütülen girişimler, 1918 yılında Fransa'nın, hemen ardından da İtalya'nın desteğini sağlamıştır. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson, Ekim 1918 ayında deklerasyonu desteklediklerini açıklamıştır.
Söz konusu deklerasyon, Orta Doğu'da bir İsrail Devletinin kurulmasına giden sürecin önemli bir kilometre taşıdır.
1 note
·
View note
Text
Atatürk'ün Hastalığı ve Doktorları
https://samosan.com/ataturkun-hastaligi-ve-doktorlari/ adresinde yayınlandı
Atatürk'ün Hastalığı ve Doktorları
Hastalık ve Hekimler 1935 Şubat’ında, Çankaya’da bir akşam, herhangi bir öneri olmadan, Dr. Asım Arar’dan kendisini muayene etmesini istedi. Hekim denetiminden pek hoşlanmadığı ve zorunlu kalmadıkça hekime başvurmadığı bilindiği için, bu istek, yakın çevresini şaşırtır.1 1935 Temmuz başında, aynı isteği yineler ve Florya’da nezaket ziyaretine gelen Dr. Neşet Ömer İrdelp’den, kendisini muayene etmesini ister.2 Dört ay arayla gelen muayene istekleri, kendisini iyi hissetmediğini ve doktora başvurmasını gerektirecek kadar bir sıkıntısının olduğunu gösteriyordu.3 Sabahları, dinlenmemiş olarak kalktığından, soğuğa karşı direncinin azaldığından ve renginin giderek solduğundan4 yakınmaktadır. Hekimler, birbirine benzer yargılarda bulunur. Dr. İrdelp; kalbinde, karaciğerinde ve böbreklerinde olağanın dışında bir şey olmadığını söyler, halsizliği için ağrı kesici tabletler verir.5 Yakınmalar Sürüyor Yakınmaları, 1936 ve 1937’de artarak sürdü. İştahı azalmakta ve kilo yitirmektedir. Yürüyüşü sevmesine karşın, çabuk yorulduğu için yürümeyi bırakır. Ayaklarda kaşıntı, burun ve diş etlerinde kanamalar başlar. Ankara Numune Hastanesi Deri Hastalıkları Şefi Prof.Alfred Marchionini’nin, kaşıntı için verdiği merhem ve solüsyonlar yararlı olmaz.6 Kaşıntılardan ve kaşınmak zorunda kalmaktan çok rahatsızdır. Soruna, ‘Çankaya’yı basan karıncaların’ neden olduğu düşünülür. Milli Savunma Bakanlığı Zehirli Gaz Şubesi Müşaviri Dr.Nuri Refet Korur’a danışılır. Yurt gezisine çıktığı bir dönemde, Köşk, ‘gemilerde fare öldürmek için kullanılan Cyclon B adı verilen bir siyandrik asit gazıyla’ ilaçlanır. İlaçlamayı, Yavuz Zırhlısından uzman bir ekip yapar.7 Saptanamayan Hastalık 1937 Nisan sonu ve Mayıs başındaki yalnızca üç hafta içinde, altı kez, Ankara Numune hastanesine gitti. Ancak, rahatsızlıkların nedeni belirlenemediği için, ne burun kanamalarına ne de kaşıntıya çare bulundu. Belirtilere karşın, rahatsızlıkların ana nedeni karaciğer hastalığı bir türlü saptanamıyordu. Burun kanaması nedeniyle kimi toplantılara geç gidiyor ya da gidemiyordu. Bu durum, zamana ve sözüne sadık bir kişi olarak onu sıkıyordu. Balkan Devletleri diplomatlarına, Çankaya’da verdiği davete, üst katta olmasına karşın, kanama durdurulamadığı için oldukça geç gelebilmiş ve büyük üzüntü duymuştu. Hatay sorununu çözmek için gittiği Mersin’de, yemekte ard arda üç kez burun kanaması geçirmişti. Tanı Konuyor; Siroz Termal koşulların yararlı olacağını düşünerek, 21 Ocak 1938’de Yalova’ya gitti ve yeni açılan otelin ilk konuğu oldu. Kaplıca Doktoru Nihat Reşat Belger’i çağırarak, kaşıntılarına bir çare bulmasını istedi. Kapsamlı bir muayeneden sonra Dr.Belger karaciğerdeki sorunu saptadı ve hastalığa tanıyı koyan ilk hekim oldu. Karaciğer büyümüş ve sertleşmiştir. Kaşıntının ve kanamaların nedeni, süreğen (kronik) karaciğer hastalığına bağlı sirozdur.8 Tanı, o güne dek böyle bir durumun olasılığından bile söz edilmediği için, beklenmeyen bir durumdu. Her zamanki gerçekçiliğiyle, ‘şimdi ne yapacağız’ der.9 Özel hekimi Dr.Neşet Ömer İrdelp Yalova’ya çağrılır. Tanıya o da katılır. Oysa, her iki hekim de daha önce yaptıkları muayenelerde, böyle bir tanı koymamıştı. Dr.Belger, “sekiz ay önce yaptığım muayenede, siroza ait hiçbir belirti görmemiştim” diyecektir.10 Geç Gelen Tanı Siroz’un niteliği ve somut belirtiler göz önüne alındığında, tanı koymada geç kalındığı açıktı. Atatürk’ün hekimleri arasında yer alan Dr.Asım Arar, 1953’de Dünya Gazetesi’nde yayımlanan yazısında, “Atatürk’ün ölümcül hastalığını, 1936 sonlarına dek götürmek yanlış olmaz” der ve şu açıklamayı yapar: “27 Şubat 1938’de (Reşat Belger’in tanısından bir ay sonra) işin kötüye gittiğini, büyük bir ihtimalle karaciğer sirozu başlangıcı, hatta daha ileri bir aşamasıyla karşı karşıya olduğumuza hükmettim. O günden altı ay önce, kaşıntıların karınca istilalarına bağlandığı, kanamaların sıklaştığı dönemlerde de bu kuşkuya kapıldım, düşüncelerimi gerekenlere açtım. Ancak, Atatürk’ün yakınında bulunan yetkili kişiler, böyle bir olasılığın bulunmadığını söylediklerinden, daha ileri gidememek durumunda kalmıştım… Atatürk’ü tedavi eden doktorların hiçbiri, onu tıbbın gerektirdiği gibi inceden inceye muayene etme cesaretini gösterememişti. En büyük hocalarımız bile, sıradan bir hasta için yaptıkları özenli muayeneden çekiniyorlar ve Atatürk’ün karşısında ezilip büzülüp, hiçbir şey söylemiyorlardı”.11Falih Rıfkı Atay, geç tanı konusunda yıllar sonra; “yirminci yüzyılın en büyük milli kahramanı, milletin elinden, bir büyük deha, insanlığın elinden gidiyordu… Her zaman yanında bulunan hekimlerin, bunca belirti ve genel çöküntüye dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer nedene bağlayarak geçiştirdiklerini, doğrusu hala anlayamıyorum” der.12 Aynı kanıda olan Ruşen Eşref Ünaydın ise, bu konuda; “sağlık durumunun bozulma nedeninin belirlenmesinde bu kadar geç kalınmış olması, Atatürk’ün bu önemli hastalığında karşılaştığı ilk büyük talihsizlik olmuştur” diyecektir.13 Bedensel Sağlık Sağlık sorununun büyüklüğüne karşın, 8 Kasım 1938’deki son komaya dek çalışmayı sürdürdü. Savaş ve gerilimli mücadelelerle dolu, çok güç bir yaşamın içinden geliyordu. Beden sağlığı, hiçbir zaman iyi olmamıştı. Yıpratıcı etkisini uzun yıllar taşıdığı Sıtma’ya, henüz 16 yaşındayken Askeri Lise’de yakalanmıştı.14 Trablusgarp’ta gözlerinden, Dünya Savaşı’nda böbreklerinden rahatsızlanmıştı. 1918’de Karlsbad’da (Avusturya) hastaneye yatmış, 1920’de Binbaşı Dr.Refik (Saydam), dalak büyümesi tanısı koymuştu. 1923 ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmişti.15 Siroz’ u inceledi, niteliğini ve ölümcül etkilerini çabuk öğrendi. Ölüm onun için yabancısı olmadığı, yaşamı boyunca yanında taşıdığı ve her an gerçekleşebilecek güçlü bir olasılıktı. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. “Ölümü istemek cesaret değildir, ama ölümden korkmak ahmaklıktır”16 diyor; ölümü, üzerindeki bir borç gibi gördüğü vatan mücadelesi için, kolayca göze aldığı sıradan bir olay gibi görüyordu. Çalışmayı Bırakmıyor Öleceğini anlamış olmasına karşın, azalmış gücünün sınırlarını zorlayarak çalışmalarını sürdürdü. ‘Görevinin üzerine titriyordu’.17 1938 yazında Savarona’da; Hatay sorunu ve yaklaşan savaş gibi, ülkenin ivedi sorunlarının görüşüldüğü, her biri dört beş saat süren Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık etti.18 Sürekli bir güç yetmezliği içinde olmasına karşın, gerçekleştirmek için sağlıklı bir insanın bile zorlanacağı işler yaptı. Sirozun belirlendiği 23 Ocak 1938’den, son ve kesin komaya girdiği 8 Kasım’a dek geçen dokuz ayda; yurt ve kent içi 16 gezi ve ziyaret, yerli yabancı 55 kabul, 6 toplantı yaptı. Yine, yerli yabancı 21 kişi ve kuruluşa değişik konularda yazılı ileti gönderdi.19 “Güzel Gece” Tanı koyulduktan iki hafta sonra, önem verdiği iki fabrika açılışı için; Gemlik ve Bursa’ya gitti. Gemlik’te, (1 Şubat 1938) Gemlik Yapay İpek Fabrikası’nı; Bursa’da, “milli sevinci arttıracak çok değerli bir eser” dediği, Bursa Merinos Fabrikası’nı açtı (2 Şubat 1938).20 Bursa Merinos’u açtığı gün kendini biraz iyi hissediyordu. Akşam, Fabrika’da düzenlenen baloya katıldı ve burada zeybek oynadı. Eski devingenliği yoktu ama neşeliydi. Bu, katıldığı son açılış ve balo olacaktı. Fabrika’nın teknolojik niteliği ve iyi düzenlenmiş çevresinden mutluluk duymuştu. Bahçede yürümek istedi, ancak gücü yeterli değildi. “Arabayı getirin üşür gibi oluyorum” diyerek arabaya bindi ve yaveri pencereyi kaparken, yavaşça “ne güzel geceydi” dedi.21 Akciğer Yangısı Dolmabahçe’ye döndüğünde bitkindi. Yeni bir hastalık ortaya çıktı. Karaciğerdeki bozulmayı hızlandıran ve bir akciğer yangısı (iltihabı) olan zatürre olmuştu. Zatürre atlatılarak akciğer kurtarılır ancak karaciğerin yetmezliğe gidişi önlenemez. 25 Şubat’ta Ankara’ya döndü, aynı gün Balkan Paktı toplantısı için Türkiye’ye gelen yabancı ülke yetkilileriyle görüştü. Yunanistan Başbakanı Metaksas, Yugoslavya Başbakanı Stoyadinoviç ve Romanya Dışişleri Müsteşarı Comnen’i ayrı ayrı Çankaya’da kabul etti. 27 Şubat’ta Pakt üyesi diplomatlara bir ‘çay daveti’ verdi; bir gün sonra yabancı gazetecilere açıklamalar yaptı.22 Yabancı Hekimler Genel durumu hızla bozuluyor, sıkıntıları sürekli artıyordu. 15 Mart’ta, yurtdışından hekim getirilmesi konu edildiğinde; “ne yaparsanız yapın ama çabuk yapın, ben hastayım” dedi.23 Oysa, aynı öneriyi üç hafta önce “ortada Hatay sorunu var, hastalığım dışarda duyulursa iyi olmaz” diyerek reddetmişti.24 Hükümet, Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Frank Fiessinger’in çağrılmasına karar verdi. 28 Mart’ta Türkiye’ye gelen Fiessinger’in tanısı aynıydı. Fransız hekim, kendisini hayrete uğratan bir gerçekle karşılaşmıştı. ‘Atatürk’e o güne dek hiçbir kan tahlili yapılmamıştır’.25 Elde, yalnızca birkaç idrar raporu vardır. Nedenini sorduğunda, “Atatürk’ten kan almaya çekindik” yanıtını alır.26 Vasiyetini Yazdırıyor 15 Eylül’de vasiyetini yazdırdı. Tek yasal mirasçısı, aslında kız kardeşi Makbule Atadan’dı. Ancak, 19 Mayıs 1932’de kendi isteği üzerine, 2307 sayılı özel bir yasa çıkarılmıştı. Bu girişimle, Medeni Kanun’da yer alan, mirasçıların haklarını isteğe bağlı olmaksızın koruyan ‘mahfuz hisse’, Atatürk için kaldırılmış, böylece aile üyeleri ve akrabaları, kişisel mirasından yararlanamaz duruma getirilmişti. 2307 sayılı Yasa’ya göre, mirasını dilediği gibi dağıtacaktı. 11 Haziran 1937’de hazırlattığı ilk vasiyette, Türk tarımına örnek olsun diye işlettiği çiftliklerini ve diğer taşınmazlarını millete bırakmış; bu davranışı nedeniyle, ‘Millet ve Meclis adına’ kendisine teşekkür telgrafı gönderen Başbakan İsmet İnönü’yü; “söz konusu armağan, yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim” sözleriyle yanıtlamıştı.27 Duygulu Anlar On beş yıl boyunca her yıl, özenle hazırlandığı 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın on altıncısı, o, bu durumdayken kutlanacaktı. Törenlere katılamayacağı belliydi, bu nedenle üzüntülüydü. Yardım alarak ve güçlükle yapabilmesine karşın, “giyinmiş, traş olmuş, bakımlı ve saygılı” bir durumda odasından dışarı bakmaktadır. Elinde, Türk Ordusu’nun değişik törenlerde çekilmiş fotoğrafları vardır. Bunlara uzun uzun bakar ve “silahlarımızı kendimiz yapmamız gerek. Uçaklarımızı, tanklarımızı, hepsini. Aksi halde bir savaş sırasında, topsuz tüfeksiz dövüşmek zorunda kalırız. Ulusal savaş sanayii kurmalı ve bu alanda da bağımsız olmalıyız” der. Daha sonra derin bir nefes alarak burukluk içeren bir ses tonuyla şunları söyler: “Bu kez bensiz kutlayacaklar. Oysa, törenlere katılmayı o kadar isterdim ki. Çocuklarımızı görmeyi, modern araç gereçle donanan ordumuzun geçişini görmeyi isterdim. Bayrağımızı da özledim. Onun şöyle anlı şanlı dalgalanıp göklerle bütünleşmesini çok özledim…”30
Ağaca ve Yeşile Özlem O günlerde, yaşamı boyunca canlı tuttuğu ağaç ve yeşillik özlemi öne çıkmıştı. Sıkça, doğal yaşamın güzelliklerinden söz ediyor, “bir dağda, bir orman içinde, sıradan küçük bir evde sakin bir hayat” istediğini söylüyordu. Odasında, kendisine daha önce armağan edilen, orman ve akarsuları gösteren bir tablo vardır. Gözleri sık sık bu tabloya takılıyor, ‘güçlükle, ama içten gelen bir hasretle’ ormana duyduğu özlemi anlatıyordu.31 Askeri Öğrenciler Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri, Cumhuriyet Bayramı törenlerinden dönerken, boğaz vapurunu Dolmabahçe önüne getirmişler, İstiklâl Marşı ve Gençlik Marşı’nı söyleyerek, onu selamlamaktadırlar. Dışarda, coşkulu ve içten büyük bir sevgi gösterisi vardır. Ses tonuna yansıyan bir hüzünle, yanındakilere şöyle der: “Bugünü halkımla, halkımın içinde kutlamak isterdim. Beni Cumhuriyet Bayramı’nda halkımdan uzak tutan bu hastalığa lânet ediyorum. Bana gelecek bayramlardan söz etmeyin. Hatta gelecek aydan da söz etmeyin. Ekim ayını çıkarabilirsem bile, Kasım’ı çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum”.32 Yüzü her zamankinden daha solgun, elleri balmumu rengini almıştır. Gözlerinin çevresi “mor halkalarla çevrili birer kuyu” gibidir.33 Gençlerin coşkusu giderek artmış, gösterileriyle “yer ve göğü inleterek” onu görmek istemektedirler. Dr.Neşet Ömer ve Zeki Bozok’a, “duyuyor musunuz? Bunlar bizim gençlerimiz. Cumhuriyet’i emanet ettiğimiz gençlerimiz. Ne gür sesleri var. Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu ülkesi, biliniz ki, Türkiye olacaktır” der ve gençleri görmek, onlara el sallamak için hazırlanmasını ister.34 Ölümsüzlük 10 Kasım’da son nefesini verdiğinde; arkasında 57 yıllık bir yaşam, bu yaşama sığdırılan görkemli bir devrimci eylem ve tarihin gördüğü en büyük yenileşme hareketini bıraktı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk ulusu için anlamı; özgürlükle tutsaklığın, varlığını korumayla yok olmanın ya da gönençle yoksulluğun, en yalın ve en belirgin ayrımıydı. Yaşam direncini yitirmiş kabul edilerek, yok edilmek istenen büyük bir ulusu, ayağa kaldırmış, onu eskiden gelen ve değişime açık yeni değerlerle adeta yeniden yaratmıştı. Elli yedi yıllık yaşamın 26 yılını asker ocağında, bunun da 11 yılını cephelerde savaşarak geçirmişti. Türk Ordusu’na bağlılığı ve ona duyduğu güven her şeyin üzerindeydi. Türk ulusunun orduya duyduğu saygı ve güveni biliyor, kuruluşunun her aşamasına emek verdiği ulusal ordunun savaş gücüne ve yenilikçi niteliğine büyük önem veriyordu. Bu nedenle olacak, yaşamındaki son bildirimi Ordu’ya yaptı; ondan, “Türk vatanı ve Türk topluluğunu, iç ve dış tehlikelere karşı korumasını” istedi; 29 Ekim 1938’de doğrudan Ordu’ya seslenen iletisinde şunları söyledi: “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu! Ülkesini, en bunalımlı ve zor anlarında, zulümden, felaket ve sıkıntılardan ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve araçlarıyla donanmış olduğun halde, görevini aynı bağlılıkla yapacağından hiç kuşkum yoktur… Türk vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikeye karşı korumaktan ibaret olan görevini, her an yerine getirmeye hazır ve amade olduğuna, benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve güvenimiz vardır… Bu kanıyla; kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve deneyimli komutanlarıyla subay ve erlerini selamlar, takdirlerimi bütün ulus önünde açıklarım. Cumhuriyet Bayramı’nın, on beşinci yıl dönümünüz kutlu olsun”.35 DİPNOTLAR (X) “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” A.İnan, 3.Bas., 1981, sf.21. “İşin Aslı Astarı ”Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 21 Mayıs 1992; ak.Dr. Eren Akdemir, a.g.e. sf.242 ve “Ord. Prof. Dr. E.Frank’ın Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has. Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak. Dr. Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188 1 “Son Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-22; ak. Dr.ErenAkçiçek, “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” sf. 177 2 “Son Günleri” Kılıç Ali, İst.-1955, sf.10; ak. a.g.e. sf.178 3 a.g.e. sf.10 4 “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü”, Dr.ErenAkçiçek, Güven Kit., İzmir-2005, sf.178 5 a.g.e. sf.178 6 “Atatürk’ten Hatıralar-2” Hasan Rıza Soyak, İst.-1973, sf.720 7 “Son Günlerinde Atatürk” Asım Arar, İst.-1958, sf.21-28 8 “Atatürk’ün Hastalığı, Profesör Dr. Nihat Reşad Belger’le Mülakat” R. Eşref Ünaydın, Ank.-1959, sf. 10-11; ak. Dr.Eren Akçiçek; a.g.e. sf.182 9 Cumhuriyet, 26 Kasım 1938; ak. a.g.e. sf.183 10 a.g.e. sf.183 11 “Hastalığı ve Ölümü” Asım Arar, Dünya Gazetesi, 10 Kasım 1953; ak. Dr.Eren Akçiçek, a.g.e. sf.239 12 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.543 13 “Atatürk’ün Hastalığı, Profesör Dr. Nihat Reşad Belger’le Mülakat” R.E.Ünaydın, Ank.-1959, sf. 11-12; ak. Dr.Eren Akçiçek; a.g.e. sf.183 14 “Makbule Atadan Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal” Şemsi Belli, Ank.-1959, sf. 62; ak. Dr.Eren Akçiçek, a.g.e. sf.143 15 “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit., İzm.-2005, sf.155 ve 159 16 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., sf.490 17 a.g.e. sf.490 18 a.g.e. sf.491 ve “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. Utkan Kocatürk, İş Bank. Yay., sf.387 ve 388 19 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-398 20 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381 21 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.547 22 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof.U.Kocatürk, İş B.Yay., sf.381-393 23 a.g.e. sf.384 24 “Atatürk’ün Sağlığı Hastalıkları ve Ölümü” Dr.Eren Akçiçek, Güven Kit., İzm.-2005, sf.189 25 “Ord. Prof. Dr. E. Frank’ın Türkiye’ye Gelişi, Atatürk’ü Muayenesi ve İsmet Paşa’nın Yardımı Hakkında Kendi Beyanına Dayanan Anekdotlar” Şişli Çocuk Has.Tıp Bülteni, 24.04.1989, sf.609; ak. Dr.Eren Akçiçek, a.g.e. sf.188 26 a.g.e. sf.188 27 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” Prof. Utkan Kocatürk, İş B.Kül.Yay,. sf.373 30 “Atatürk’le Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kitap, İst.-1994, sf.292 31 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, III.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.553 32 “Atatürk’le Bir Ömür” Sabiha Gökçen, Altın Kit., İst.-1994, sf. 302-303 33 a.g.e. sf.302 34 a.g.e. sf.304 35 “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III”, III.Cilt, Atatürk Araş.Merk. 5.Baskı, Ank.-1997, sf.331
Kaynak: http://kuramsalaktarim.blogspot.com/2018/11/ataturkun-hastaligi-ve-hekimler.html?m=1
0 notes
Text
Payitaht dizisi ve Abdulhamit
BİR BİLSENİZ ABDÜLHAMİD’İN KİM OLDUĞUNU! Son ayların güzide memleket meselelerinden birisi haline geldi Osmanlı padişahlarından 2.Abdülhamid nam-ı diğer Hamid-i Sani. Önce kendisinin torunu olduğunu iddia eden ama tek derdi Osmanoğullarına mensup hanedan üyelerine ait olduğunu iddia ettiği ürünleri internet üzerinden pazarlayarak para kazanmaya çalışan Nilhan Osmanoğlu’nu izledik. Bugünlerde ise vergilerimizin ve her elektrik faturasında ödediğimiz TRT payı’nın karşılığında TRT tarafından çekilen ‘Payitaht Abdülhamid’ adlı diziyi konuşuyoruz. Dizide çizilen Abdülhamid figürü, emperyalistlere karşı Osmanlı’yı tek başına ayakta tutmaya çalışan, yeri geldiğinde İngiliz’i tokatlayan yeri geldiğinde Yahudilere dur diyen, israftan kaçınan ve halkın sevgilisi haline gelen bir figür. Tabi AKP iktidarı için hele ki referandum döneminde oyların konsolidasyonuna ihtiyacı had safhadayken, 2.Abdülhamid üzerinden bir İslamcılık mitine sarılmak gayet olağan bir tablo. Lakin ne acıdır ki, bu iktidarı daha doğrusu ‘tek adam’ı destekleyen o cehalet içindeki kitle Abdülhamid’in gerçekte İslamcılıktan oldukça uzak hatta neredeyse Batıcı bir hükümdar olduğunu bilemeyecek durumda. İşte bahse konu dizinin ilk bölümünde göze çarpan o bariz hatalar, bu farkında olamama halinin de basit bir tezahürü. NE İSLAM, NE ÜMMET: TEK DERDİ İKTİDAR Dizinin ilk bölümünde Abdülhamid’in en büyük icraatlarından birisi olduğu söylenen ‘Hicaz Demiryolu’ projesi efsaneleştirilme suretiyle izleyiciye empoze edilmiş. Tabi bu empoze sürecindeki maddi hatalar önemsenmemiş. Öncelikle dizide 1300 kmlik hat olarak tasvir edilen ve Saraybosna’dan kalkıp, İstanbul’da mola verip Mekke ve Medine’ye varacak bir demiryolu projesinden bahsediliyor. Sanırsam senaristler, geçtiğimiz günlerde ‘Evet demek Hızlı Tren demektir’ diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan esinlenerek bir benzetmeye girişmiş. Lakin gerçek olan nokta Hicaz Demiryolu’nun Şam ile Müslümanlar için kutsal topraklar olan Mekke-Medine arasında konumlandırılmış olmasıdır. İkinci önemli maddi hata içeren husus dizide İngiliz elçiyi tokatlayan Abdülhamid portresi. Elbette seyircilerin hoşuna gidecek böyle bir şoven sahnenin varlığı olağan görülebilir. Lakin hiçbir tarihçinin çalışmasında böyle bir anekdot mevcut değil. Hatta daha ilginç hususlar var. Televizyon ekranlarında İngiliz elçiler tokatlanırken, İngiliz şirketi ve diğer ülkelerin şirketleri ile pazarlıklar o yıllarda tam gaz devam ediyordu. 2.Abdülhamid bu pazarlıklar sürecinde sadece hedeflenen amaç ve demiryolunun tamamlanabilmesi için gereken desteği bulmak istiyordu. Bu süreç zarfında İngilizlerin Mısır üzerinden bölgede egemenlik alanını genişletme çabasından duyulan rahatsızlık Abdülhamid’in Almanya’ya yanaşmasına yol açacak ve bu demiryolu projesi Almanların desteği ile hayata geçirilmeye çalışılacaktı. Tabi dizi boyunca Abdülhamid’in en büyük hayali olarak lanse edilen ‘Avrupa’daki Müslümanların Hac vazifesini yerine getirme hayali’ ise görünürdeki sebepti. İslamcı olarak piyasaya arz edilen Abdülhamid’in tek niyeti özellikle Arabistan topraklarına gözlerini diken büyük devletlerin nüfuz alanlarını olabildiğince engellemek ve kendi iradesini bölge topraklarında hissettirmektir. Aynı zamanda 93 Harbi’nde Rusya’ya karşı uğranılan hezimetin bir temel sebebi bölgede demiryolu hatlarının olmayışıdır ki; Abdülhamid benzer bir tabloyu tekrar yaşamak istememiştir. Dizide Abdülhamid’in zikir sahnesi ile çizilmeye çalışılan ‘İslamcı’ prototipi ise Abdülhamid’in gerçek hayatı ile ne kadar örtüşür, soru işareti barındırmaktadır. Aslında Abdülhamid’in İslamcılıktan ziyade ‘Batılı’ adet ve görgülerle şehzadelik sürecini geçirmiş bir padişah olduğu yıllarca göz ardı edilmiştir. Doğan Avcıoğlu’nun en önemli eserlerinden birisi olan ‘Türkiye’nin Düzeni’ kitabında aslında Abdülhamid’in ‘Batılı’ portresi çok güzel anlatılmıştır; Günümüzde bile hâlâ ateşli yandaşları ve düşmanları bulunan Abdülhamit, gelenekçi ve İslamcı görünmekle birlikte aslında Tanzimat döneminin yetiştirdiği Batılılaşmış Osmanlı prenslerinden biridir. Gençliğinde Paris ve Londra’ya giden Abdülhamit, Tarabya’daki köşkünde gecelerini Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile geçirir. Gündüzleri İngiliz komşusu şirket müdürü Thomson ile sohbet eder. Rum ve Ermeni Galata Bankerleri’yle dosttur. Borsa oyunlarına ve faizciliğe bayılır. Büyük servetini Avrupa bankalarında biriktirir. Yıldız Sarayı’nda tiyatrolar oynatır, görkemli şölenler düzenler. Şölenlerde yabancı elçilerin yanısıra, Rum Bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani ve ‘tatlısu frenkleri’ bulunur.” Peki dizide biz bu sahneleri görebilecek miyiz, elbette hayır? Zira dizinin başlangıcı 1896, yani Abdülhamid’in tahta çıkışının 20.yıldönümü. Tabi o 20 senede Osmanlı’nın adım adım çöküşünü TRT’de resmedecek halleri yok öyle değil mi! Onun yerine ‘dindar’ portresi ile izleyicilerin gözünde taht kuracak, İngilizleri her fırsatta alt edecek hatta Buckingham Sarayı’na ajanını gönderecek kudrette bir padişah resmedecekler. Peki gerçek bu mu? Kendi kütüphanemden, güzide bir eski kitap gözüme çarptı. Sadrazam Said Paşa’nın Anıları. 2.Abdülhamid döneminde 9 kez sadrazamlık görevine getirilen Mehmed Said Paşa’nın hatıratları Abdülhamid’in bütün özelliklerini gün yüzüne seriyor. Dizide bütün devletlere aslan kesilerek Osmanlı’nın zor zamanında devleti ayakta tuttuğu iddia edilen Abdülhamid, esasen iktidarını korumak için dış politikada sürekli bir müttefik arama politikası güderken, içeride tam bir istibdat politikası ile muhaliflerini sindirmekteydi. Said Paşa 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sonrasında Batılı devletlerin Osmanlı üzerindeki baskısını anlatırken, hani şu dizide Abdülhamid’in tokatladığı İngiliz elçiliğinin muhtırasını şu şekilde aktarıyor; “Eğer Rusya Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyecek olursa, İngiltere artık bu işe ilgisizlikle bakacak dereceye gelmiştir”.(Sadrazam Sait Paşa, Anılar, Hürriyet Yayınları, 1977, s.178) Padişah Abdülhamid ne yapmıştır? Korkmayın hemen tabi ki de tekme tokat yok ortada. Mevzu konusunda eski sadrazamı Said Paşa’dan yardım isterken, ittifak arayışı içerisinde nasıl yanıp tutuştuğunu da gösteriyor; “Bir gün gün batışına yakın saray görevlilerinden Kamil Bey evime geldi. Padişah hazretlerinin selamını bildirdikten sonra iç ve dış siyaset konularında çeşitli açıklamalarda bulundu. Nihayet şöyle dedi: Şevketmeab efendimiz buyuruyorlar ki, devletlerden biriyle ittifak yapmadıkça bu zorlukların sonu gelmeyecek. Bu devletler ise ya İngiltere ya da Rusya olmak lazım gelir. İngiltere ile bir ittifak yapılsa acaba bize nasıl bir faydası olabilir? Bu devletin bütün gücü donanmasından ibarettir. Öte yandan Rusya ile ittifak yapacak olsak, bilindiği gibi Kızıldeniz bizdedir. Bu denize sahip bulunan bir devletin Rusya ile birleşmesi olamaz”. (Sadrazam Sait Paşa, Anılar, 1977 Hürriyet Yayınları, s.195) İşte Abdülhamid ‘devletin ömrünü uzattığı’ iddia edilen 30 sene boyunca büyük devletlerden destek için bir oraya bir buraya savrulmuş, bu süre zarfında ülkenin ekonomisini bu devletlerin oluşturduğu ‘Düyun-u Umumiye’ye peşkeş çekmişti. Elbette TRT’de bu hikayeler anlatılmayacak, dizi olabildiğince şoven bir çizgide Kızıl Sultan Abdülhamid hikayeleri ile kitleleri uyuşturmaya devam edecektir. Lakin gerçekler her daim tarih sahnesinde gözler önünde olacak. İslamcı padişah diye lanse edilen Abdülhamid’in, yine AKP destekçileri tarafından ayıla bayıla okunan Mehmet Akif tarafından ‘kızıl kafir’ diye nitelendirilmesini bilemeyeceksiniz bu televizyon ekranlarından. Sonuç olarak, Doğan Avcıoğlu bu dönemin bilançosunu Türkiye’nin Düzeni’nde çıkarıyor, bunları izleyemeyeceksiniz belki ama bu yazıyı bu tabloyu resmederek bitirelim, belki okuyup araştırmak isteyen ve Abdülhamid’i gerçekten tanımak isteyen birileri çıkar: “Ruslar Batum, Kars ve Ardahan’ı alarak Anadolu’da ilerlemişlerdir. İngilizler Kıbrıs’tan sonra Mısır’a yerleşmiş, Sudan’ı almış, Kuveyt üzerinde fiili egemenliklerini kurmuş, Sina yarımadası ve Akabe bölgesi üzerindeki iddialarını kabul ettirmişlerdir. Fransızlar Tunus’a el koymuşlardır. Avrupa’daki arazinin yarısından çoğu Abdülhamit zamanında kaybedilmiştir. Karadağ, Sırbistan, Romanya bağımsızlık kazanmış. Bulgaristan fiilen bağımsız olmuştur. Avusturya Bosna-Hersek’i işgal edip fiilen yönetmeye koyulmuştur. İngiliz donanmasının İzmir’i işgal tehdidi altında Dulsigno Limanı ile Boyana Nehri’ne kadar uzanan arazi Karadağ’a bırakılmıştır. Yunanistan’a Tesalya verilmiştir. İngiltere’nin baskısıyla Girit’ten Osmanlı askeri atılmış, Osmanlı bayrağı indirilmiş ve ada fiilen bizim olmaktan çıkmıştır. Bulgaristan Şarki Rumeli’yi ilhak etmiştir. Balkan Harbi’ne kadar elimizde kalan Makedonya ise geniş ölçüde yabancı devletlerin kontrolü altına girmiştir.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni) Çağlar Ezikoğlu
0 notes
Photo
New Post has been published on http://sunsavunma.net/analiz/neden-karadeniz/
NEDEN KARADENİZ?
Analiz – Neden Karadeniz?
Yazar: Chris Miller, 24 Ocak 2017
Çeviren: Ercan Caner, Ankara-Türkiye, 28 Ocak 2017
Karadeniz. Kaynak: Wikipedia Commons.
FOREIGN POLICY RESEARCH INSTITUTE
(DIS POLİTİKA ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ)
TARAFINDAN YAYIMLANMIŞTIR
FPRI — Amerikalılar dünya hakkında düşündüklerinde onu soyut bölgelere bölerler, onlar için: Avrupa Norveç’ten Yunanistan’a kadar uzanmaktadır; Orta Doğu, Fas ile İran arasındaki bölgedir ve Asya-Pasifik Japonya, Endonezya ve bazen de Hindistan’ı kapsayan bir bölgedir. Dünyanın bu zihinsel haritası oldukça güçlü ve tamamen hayalidir. Güçlü olmasının nedeni ülkeleri yerleştirdiğimiz yerlerin, onlara nasıl davranacağımızı etkilemesidir. Hayalidir çünkü zihinsel coğrafyalarımız dünyayı tek görme yolumuz değildirler. Genellikle en iyi yol da değildirler.
Dünyada hiç bir bölge Amerikalıların zihinsel haritasında Karadeniz kadar bölünmemiştir. Karadeniz’i çevreleyen ülkeleri üç farklı kategoriye yerleştiririz. Romanya ve Bulgaristan Avrupa’dadırlar, NATO ve Avrupa Birliği üyesidirler. Rusya, Moldova, Ukrayna ve Gürcistan eski Sovyetler Birliği üyeleridir, iyi veya kötü bu ülkeler hala Sovyet yönetiminin tarihi kalıntıları olarak tanımlanmaktadırlar. Ve Türkiye, Kürt isyanı nedeniyle karmakarışık, Suriye ve Irak ile olan savaş nedeniyle giderek Orta Doğu’nun ana güçlerinden bir tanesi olarak görülmektedir.
Bölgenin bu şekilde üçe bölünmesi, en azından bu ülkelerin bazılarının mevcut dâhili politikaları ve uluslararası oryantasyonunu göstermesi nedeniyle hiç şüphesiz çok mantıklıdır. Fakat sadece Avrupa, Orta Doğu ve eski SSCB açılarından düşünüldüğünde, bölgeyi birleştiren birçok belki de çoğu dinamik, eksik kalmaktadır. Türkiye’nin büyük Karadeniz limanı Trabzon ile Moldova’dan ayrılan Transdinyester Cumhuriyetinin başkenti olan sınır kenti Tiraspol arasındaki mesafe, sadece birkaç yüz mildir. Bulgaristan’ın en büyük limanı ve petrol rafineri bölgesi olan Burgaz kenti, geçmişte Çarlık Rusya’sının en büyük petrol limanı olan Gürcistan’ın Batum kentinden, yelkenliyle bir günlük bir mesafededir. Rusya’da düzenlenen 2014 Kış Olimpiyatlarına ev sahipliği yapan Soçi, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın doğum yeri olan Rize kentinin tam kuzeyindedir.
Karadeniz coğrafyasının önemi, giderek Birleşik Devletlerin dış politikasının merkezi olmasının yanı sıra bölgeyi, hatalı olarak bağlantısız parçacıklar olarak görmeyi sürdürmemizden de kaynaklanmaktadır. Oysaki coğrafi yakınlık ve tarihi bağlantıların ötesinde, Karadeniz’e, orta büyüklükte bir su kütlesinden ziyade bir bütün olarak bakmamızı gerektiren, güvenlik, enerji ve Avrupa ile Avrasya entegrasyonu gibi üç ana neden bulunmaktadır. Bağlantıları ayırt etmediğimiz ve Karadeniz’i bir bütün olarak görmediğimiz sürece bölgeyi tam olarak anlayamayız. Neden Karadeniz? Onu Avrupa’yı Asya’dan ayıran veya Orta Doğuyu eski SSCB’den ayıran bir su kütlesi olarak görebiliriz. Fakat Karadeniz’in bütün kıyıları, bölgedeki politik ve ekonomik değişikliği harekete geçiren birçok faktörü paylaşmaktadır.
Karadeniz’in Güvenliği
Güvenliği ele alalım. İçin için yanan bir çatışma halkası Karadeniz’i çevrelemektedir. Moldova’da 25 yıldır buzdolabına koyulan eski bir çatışma ülkeyi ikiye bölmektedir. Ukrayna’nın Kırım yarımadası Rusya tarafından ilhak edilmiş durumdadır ve Donets Havzası Rusya tarafından desteklenen ayrılıkçıların işgali altında kalmaya devam etmektedir. Rusya’nın, Suriye’deki kuvvetleri için ana ikmal yolu Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından geçerek Doğu Akdeniz’e ulaşmaktadır. Kafkaslarda, Ermenistan ve Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ için sürmekte olan savaş ile Gürcistan ve Kuzey Osetya’ya bağlanmak isteyen Güney Osetya ve bağımsızlığını ilan eden Abhazya arasındaki mücadele, Rusya başta olmak üzere dış güçlerin ilgisini çekmektedir.
Farklı derecelerde dondurulan bütün bu çatışmaların nedeni, genellikle Sovyet çöküşüne bağlanmakta ve çatışmalar çekilen Rusya İmparatorluğunun kalıntıları olarak görülmektedir. Bu görüş doğrudur, fakat Karadeniz bağlamını gözden kaçırmaktadır. Sovyet dönemi sonrası devam eden bütün çatışmaların (Rusya’nın kendi Kuzey Kafkasya bölgesini yatıştırmak ve ilhak etmek için yürüttüğü mücadele dâhil) Karadeniz etrafında görülmesi bir tesadüf değildir.
Neden durum böyledir? Esas olarak Karadeniz, Rusya ve Batının, Soğuk Savaş sonrasında oyunun kurallarını belirlemede başarısız oldukları bir bölgedir. Merkezi Asya’da, Batı hiç bir zaman dominant bir nüfuz kullanma veya mahalli yönetimlere geçileceği beklentisi içinde olmamıştır. Tacikistan sivil savaşı bu nedenle, 1990’lı yıllarda, Rusya’nın katkıları ile çözülmüş, Batının girdileri asgari seviyede kalmıştır. Benzer şekilde Baltık ülkeleri Litvanya, Letonya ve Estonya’da, Avrupa sisteminin bir parçası olarak, bu ülkelerin etnik çoğunlukları ile Rusça konuşan azınlıkları arasındaki anlaşmazlıklar, Batının tercih ettiği yöntemlerle çözülmüşlerdir.
Rusya ve Batı hiç bir zaman Karadeniz üzerinde uzlaşmamıştır. Ukrayna, Moldova ve Gürcistan, Rusya’nın kontrol alanında mı yoksa Batı kurumlarına katılma yolunda mıdırlar? Bu tür anlaşmazlıkların büyük oranda nedeni, 1990’lı yıllarda ne Batı ne de Rusya’nın bu ülkelerin ciddi bir şekilde Batı kurumlarını isteyeceklerini veya Batıya katılmayı talep edeceklerini ciddi bir şekilde düşünmemeleridir. 1990’lı yıllarda Polonya’nın NATO’ya katılıp katılmayacağı tartışılmaktadır. Aynı zamanda Türkiye de uzun bir süredir Avrupa Birliğine katılmak istemekte, fakat bir Türk göç dalgasından korkan Batı Avrupalı seçmenler tarafından kıyıların açıklarında bekletilmektedir. Bu karışıklık, ilave bir coğrafi zorluk ortaya çıkarmıştır. Açık ve net kurallar olmadan Karadeniz bölgesindeki mevcut çatışmalar içten içe yanmaya devam etmiştir. 2008 yılındaki Gürcistan ve 2014 yılındaki Ukrayna savaşlarının ilk kıvılcımlarını yerel kavgalar ateşlemesine rağmen, bu savaşların ortaya çıkmalarının asıl nedeni, Karadeniz Bölgesinin nasıl yönetileceği hakkındaki daha büyük anlaşmazlıklardır.
Günümüzde durum, on yıl öncesi kadar karışık, fakat çok daha gergindir. Hem Rusya hem de Ukrayna Karadeniz’deki askeri güçlerini kuvvetlendirmektedir. NATO Romanya’ya ilave kuvvetler konuşlandırmıştır ve Karadeniz’deki deniz gücü varlığını artırmayı planlamaktadır. Geçtiğimiz yıl Türkiye ve Rusya geçici dostluk ve neredeyse sıcak çatışma arasında gidip gelmiştir. Ankara, Karadeniz’deki ayrıcalıklı konumunu sürdürmek istemekte ve NATO’nun savunma taahhütlerine güvenmektedir. Ve Rusya’nın Suriye’deki askeri rolünün artması, Kremlin’in Karadeniz ikmal yollarına verdiği önemin de artmasına neden olmaktadır. Karadeniz, Soğuk Savaş sonrası dönemde, belki de 1940’lı yıllardan bu yana, hiç olmadığı kadar askerileşmiş ve istikrarsız bir durumdadır.
Karadeniz ve Enerji
Karadeniz’de güven ve güvensizlik sorusu diğer çatışma ve işbirliği alanları ile de çakışmaktadır. Önemli ve tartışmalı konulardan bir tanesi enerjidir. Rusya’nın doğal gaz ihracatının önemli bir bölümü Karadeniz yoluyla, esas olarak Ukrayna üzerinden yapılmaktadır. Rusya’da devlet eliyle işletilen Gazprom şirketi, kısmen Batı yanlısı Kiev hükümetine baskı uygulamak için tasarlanan bir hamle ile Ukrayna üzerinden yaptığı doğal gaz ihracatını kesmek istediğini söylemektedir. Böyle bir değişiklik mümkündür, Rusya daha kuzeyde yeni doğal gaz boru hatları inşa etmenin yanı sıra, Karadeniz bölgesinde de yeni boru hatları inşa etmenin yollarını aramaktadır. Yıllar boyunca Rusya, doğal gazı Rusya’dan, denizaltından geçen bir boru hattıyla Bulgaristan’a, oradan da Avrupa ülkelerine taşıyan Güney Akım boru hattını desteklemektedir. Bulgaristan ve başka yerlerde bu boru hattı projesine kısmi bir destek olmasına rağmen, Kırım’ı ilhak eden Rusya’yı cezalandırmak isteyen Batılı liderlerin baskısıyla bu proje çöpe atılmıştır.
Güney Akım projesinin iptal edilmesinden bu yana Kremlin dikkatini yeni bir boru hattına yöneltmiş durumdadır. Türk Akımı. Bu boru hattı da Ukrayna’yı baypas ederek bir sualtı hattı ile Karadeniz yoluyla gazı Türkiye’ye, oradan da Avrupalı müşterilere ulaştıracaktır. Bu boru hattı da kısmen jeopolitik bir oyundur. Rusya, 2015 yılı sonlarında Türkiye ile aralarında çıkan gerilim sonrasında, bu projeyi buzdolabına kaldırmış ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkiler düzeldikten sonra yeniden başlatmıştır. Bununla beraber birçok uzman, düşük enerji fiyatları ve yeterli boru hattı kapasitesi olduğu gerçeğine dayanarak, bu projeyi ekonomik açıdan uygulanabilir olarak görmemektedir. Boru hattının inşa edilip edilmeyeceği henüz bilinmemektedir.
Diğer ülkeler de Karadeniz’i stratejik bir enerji koridoru olarak görmektedir. Kremlin’in diğer Karadeniz rotalarını kullanarak Ukrayna’yı baypas etme yollarını araştırması gibi, Batılı hükümetler de, doğal gaz açısından zengin olan Hazar Denizi bölgesinden enerjiyi, Batı pazarlarına ulaştırmak için, Karadeniz’i kullanmanın yollarını aramaktadırlar. Baki-Tiflis-Ceyhan boru hattı ile Azerbaycan petrol yataklarındaki petrolün, Rusya’yı baypas ederek küresel pazarlara ulaştırılmasına başlanmıştır.
Azerbaycan ve hatta Türkmenistan’dan başlayan, Türkiye üzerinden geçerek doğal gazı Batılı tüketicilere ulaştıran boru hatlarının inşa edilmesi, potansiyel olarak çok daha önemli çabalardır. Örneğin, Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP – Trans-Anatolia Natural Gas Pipeline) projesi Azerbaycan’a, Rusya’nın eski SSCB’den Batıya olan doğal gaz ihracatındaki tekelini kırmak için bir fırsat vermek niyetindedir. Eğer İran doğal gazı Avrupa’ya ulaştırılacak ise bu da Karadeniz üzerinden olacaktır. Avrupa, enerji için doğal gaza bağımlı olduğu sürece, Karadeniz çok önemli bir enerji koridoru olarak kalmaya devam edecektir.
Karadeniz’de Avrupa ve Avrasya Entegrasyonu
Avrupa’nın Karadeniz’de tek ilgilendiği enerji değildir. Bölge, Avrupa’nın güney sınırlarındaki üç istikrarsız bölgeden bir tanesidir. Doğu Akdeniz ülkeleri (Suriye, Lübnan, İsrail) ve Kuzey Afrika ülkeleriyle birlikte, Karadeniz’deki politik ve ekonomik kargaşanın Avrupa Birliğine sıçrama riski mevcuttur. Gerçekten de Balkanlar hariç olmak üzere, Ukrayna, Moldavya, Gürcistan ve (gerçek iyimserler için) Türkiye’yi kapsayan bütün Avrupa Birliği potansiyel aday ülkeleri Karadeniz’i çevrelemektedir.
Avrupa Birliği Ukrayna, Moldavya ve Gürcistan ile geçmişte birleşme antlaşmaları imzalamıştır. Bu antlaşmalar bu ülkelerin Avrupa Birliğine gelecekte üye olmalarını garanti etmemekte, fakat Avrupa pazarlarına geniş bir şekilde katılımın yanı sıra mali yardım ve teknik destek olanakları sağlamaktadır. Moldavya ve Gürcistan vatandaşları, Avrupa Birliği ülkelerine vizesiz seyahat etme hakkını kazanmışlardır, bu hak Ukrayna vatandaşlarına da 2017 yılı içerisinde verilebilir.
Bu ülkelerin her birindeki ana politik gruplar, Avrupa birliğine girmeyi uzun vadeli bir hedef olarak görmektedirler. Brexit ve bütün kıtaya yayılan politik tepkiler dikkate alındığında, kısa vadede AB’nin genişlemesi bir olasılık gibi görünmemektedir. Fakat 1989 yılında komünist rejimler Merkezi ve Doğu Avrupa’yı parçalarken, Polonya ve Romanya’nın Avrupa Birliğine katılmalarının da en iyi tahminle uzun vadeli bir hedef olarak görüldüğünü hatırlamakta fayda vardır. İki ülkenin AB’ye katılımı gerçekleştiğine göre, uzun vade, herkesin umduğundan çok daha kısa bir sürede gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye, Soğuk Savaşın da öncesinden bu yana, Avrupa Birliğine girmeye aday bir ülke olsa da üyeliği, teoride de olsa gerçekleşecek gibi görünmemektedir. Küçük Moldavya ve Gürcistan’ın aksine Türkiye’nin nüfusu Almanya’nınki kadardır, yani Türkiye’nin AB’ye girmesi Avrupa içindeki güç dengesini büyük ölçüde değiştirecektir. Türkiye’nin AB’ye girmesi aynı zamanda, istenmeyen ekonomik göçmenlerin daha zengin olan Avrupa ülkelerine akın etmesine de neden olabilecektir. Bunun anlamı, Türkiye’nin giderek otoriter hale gelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile diğer Avrupalı liderler arasındaki politik anlaşmazlıklar çözülse de Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliğinin gerçekleşmeyeceğidir. Yine de coğrafik ve ekonomik gerçekler, Türkiye ile Avrupa arasındaki bağların süreceğine işaret etmektedirler. Geçtiğimiz yılın başlarında Erdoğan ile Alman Şansölyesi Angela Merkel arasında yapılan mülteci antlaşması, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki işbirliğinin neden sürmesi gerektiğini gösteren güzel bir örnektir.
Bu nedenlerle, Avrupa’nın dış politikası önümüzdeki dönemde bir süre daha Karadeniz’e odaklanmaya devam edecektir. Hatta Karadeniz, Rusya’nın kendi Avrasya Birliğine katmak için çaba göstereceği iki bölgeden bir tanesidir. Ermenistan şimdiden katılmış durumdadır ve Rusya Moldavya’nın da katılması için büyük çaba harcamaktadır. Donets bölgesindeki savaş sonrasında, Ukrayna kamuoyunun Moskova karşıtlığı göz önüne alındığında olası görülmese de, Rusya’nın Ukrayna’nın da kendi Avrasya projesine katılmasından memnunluk duyacağı açıktır.
Durum hiç öyle göstermese de, Avrupa ve Rusya, Ukrayna üzerinde anlaşsalar dahi, Avrupa’nın Karadeniz bölgesindeki diğer ülkelerle olan ilişkileriyle ilgili daha büyük sorunun ortadan kalkması mümkün görünmemektedir. Avrupa Birliğine giriş kapısı özellikle, Avrupa’nın sınırında küçük bir ülke olan Moldavya için açık kalmaya devam edecektir. Ve Avrupa Birliğinin, kendi kurumlarını genişletmeyen sınırındaki ülkeleri istikrara kavuşturmak için hiçbir modeli bulunmamaktadır. Ukrayna, Moldavya ve Gürcistan’ın Avrupa Birliği ile imzaladıkları Birleşme Antlaşmaları, bu ülkelerin Avrupa’ya entegrasyonunda son adım olmayacaktır.
Karadeniz Neden Önemli?
Amerikan dış politikasında ne olduğunu dahi anlamadığımız bir bölge nadiren bu kadar belirgin olarak şekillendirilmiştir. Türkiye’ye Ukrayna ve Romanya’dan ve Gürcistan’dan tamamen farklı davranıyoruz, Rusya’yı bölgede saldırgan bir ‘‘yalnız kurt’’ olarak görüyoruz. Bunlar şüphesiz, değişik tarihi gelenekleri ve politik yapıları olan farklı ülkelerdir. Fakat güvenlikten enerjiye, Avrupa’nın geleceği için Karadeniz, Amerikalıların genellikle anladığından çok daha fazla bütünleşmiş bir bölge özelliğini taşımaktadır. Biz bölgesel bağlantıları hafife alıyoruz ve bölgesel politikaları harekete geçiren bağları anlamakta başarılı olamıyoruz.
Dış Politika Araştırma Enstitüsünün bu ay başlayacak olan Karadeniz Girişimi, bütün meseleleri derin bir şekilde ele alacaktır. Her ay, Karadeniz bölgesinin ana meselelerinden bir tanesi hakkında, hem belirli Karadeniz ülkelerinin bölgeyi nasıl gördüklerini anlatan hem de ulusal sınırları aşan konuları inceleyen bir yazı yayımlanacaktır. Bu yazılar en iyi Amerikalı ve Avrupalı analizciler ve Karadeniz bölgesinden önde gelen uzmanlar tarafından kaleme alınacaktır. Amacımız enerjiden ekonomiye, güvenlikten jeopolitiğe, bölgenin öneminin birçok insanın anlayabildiğinden çok daha büyük olduğunu ortaya koymaktır. Avrupa ve Avrasya’nın geleceği Karadeniz’de yatmaktadır.
Çevirenin notları: Yazı aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. Yazının çevrilmesi çevirenin yazıda ifade edilen düşünceleri paylaştığı anlamına gelmemektedir. Yazının çevrilmesindeki maksat güzel yurdumuzun kuzeyinde boylu boyunca uzanan Karadeniz üzerinde gelecekte planlananlar hakkında yabancı dil bilmeyenleri aydınlatmaktır.
Foreign Policy Research Institute (Dış Politika Araştırma Enstitüsü) aralarında Pulitzer ödülü kazana tarihçiler, Swarthmore College eski başkanı, eski bir büyükelçi ve Ulusal Güvenlik Konseyi de olan toplam 87 akademisyenin olduğu politika, bilim, tarih, ekonomi, hukuk, yönetim, din, sosyoloji ve psikoloji alanlarında araştırmalar yapan ve yazılar yazan uluslararası bir düşünce kuruluşudur.
Foreign Policy Research Institute yazının sonunda da belirttiği gibi her ay en iyi Amerikalı ve Avrupalı yazarlar tarafından Karadeniz hakkında bir yazı yayımlayacağını ifade etmektedir. Yazıyı çevirmekteki amaçlarımdan bir tanesi de; Karadeniz hakkındaki durumsal farkındalığı artırmaktır. Bütün düşünce kuruluşlarımızı her ay Karadeniz hakkında bir yazı yazmaya davet ediyorum. Çünkü Türkiye’nin de geleceği Karadeniz’de yatmaktadır.
Yazar: Chris Miller FPRI Avrasya Programı Araştırma Direktörüdür ve burada Baltık Bülteni ve Karadeniz Girişimi yayınlarından sorumludur. Aynı zamanda Yale Üniversitesi Büyük stratejide Brady-Johnson yardımcı direktörlük görevini de sürdürmektedir. Stanford Hoover Enstitüsü, Brooking Enstitüsü ve Carnegie Moskova Merkezinde (2012-2014) araştırma görevlisi, New Economic School’da konuşmacı olarak çalışmıştır. Harvard Üniversitesi tarih bölümünden mezun olan Miller yüksek lisans ve doktora derecelerini Yale Üniversitesinden almıştır. İlk kitabı The Struggle to Save the Soviet Economy: Mikhail Gorbachev and the Collapse of the USSR University of North Caroline Press tarafından Aralık 2016’da basılmıştır.
Çeviren: Ercan Caner Elektrik ve Elektronik Mühendisliğinin yanı sıra, uçak ve helikopter lisanslarına sahiptir. Yüksek lisans derecesini 2012 yılında Gazi Üniversitesi’nden Avrupa Birliği – Türkiye İlişkileri alanında alan Caner, halen Türkiye Hava Sahası Yönetimi alanında Haliç Üniversitesi’nde doktora tez çalışmalarını sürdürmektedir. Bir yazılım firmasında proje yöneticisi ve havacılık projeleri alan uzmanı olarak çalışan Caner, Asliye Ceza Mahkemelerinde ‘‘Havacılık Bilirkişiliği’’ alanında pilot ve bakım uzmanlığı görevini de yürütmektedir. İleri Mühendislik ve Tasarım alanında ‘‘Smart Mentor’’ unvanı da olan Caner, yazı ve çevirilerini academia.edu ve sunsavunma.net sitelerinde paylaşmaktadır. Caner evli ve iki çocuk babasıdır. İngilizce bilen ve Fransızca okuyabilen Caner’in İnsansız Hava Araçları (2014) ve Taarruz Helikopterleri (2015) konulu makaleleri yayımlanmıştır. 40 yılı kapsayan TSK, Birleşmiş Milletler, NATO ve savunma sektör deneyimlerine sahiptir. [email protected]
#Avrasya#Avrupa#Avrupa Birliği#Doğal Gaz#Enerji#Gürcistan#Güvenlik#Karadeniz#Moldavya#NATO#Orta Doğu#Rusya#Suriye#TANAP#Türk Akımı#Türkiye#Ukrayna
0 notes