#referandumunu
Explore tagged Tumblr posts
turkudostu61 · 2 years ago
Text
1-)📍Şu algıyı çöpe atın; "AKP 20 yıldır her seçimi kazanıyor."
Hayır kardeşim. AKP 7 Haziran 2015 seçimini kaybetti. Bahçeli kurtardı, 6 ay sonra seçime götürdü.
AKP 16 Nisan 2017 referandumunu kaybetti. YSK kurtardı, son dakikada mühürsüz oyları kabul etti.
2-) AKP 24 Haziran 2018 seçimini kaybetti. MHP kurtardı, tek başına iktidarı kaybetti, MHP'ye mecbur kaldı.
AKP 31 Mart 2019 yerel seçimlerini kaybetti. AKP tekrarlanan 23 Haziran İstanbul seçimini kaybetti.
📍AKP 14 Mayıs 2023 seçimini kaybedecek, hiç kimse kurtaramayacak...
1 note · View note
patlicanvecaz · 1 year ago
Text
Haklı olmak zorunda değilsin.
Haksız olmak demek tamamen yanlış görüşte olmak anlamına gelmiyor. Haklı olmak bir referanduma benziyor. %51'i tutturmak haklı olmak için yeterli. O nedenle her haklılığın içinde bir miktar haksızlık, yanlışlık, eksiklik ya da tutarsızlık var. Dolayısıyla herhangi bir insanın bir diğeriyle yaşadığı anlaşmazlığın içinde her iki tarafın da haklı ve haksız olduğu durumlar oluyor. Bunun da terazisini akıl ve mantık sağlıyor. Bu terazi neticesinde bir tarafa haklı, bir diğer tarafa haksız diyoruz. Haklı daha çok haklı (ve daha az haksız) olduğu için bu "haklılık referandumunu" kazanan taraf oluyor.
Ne yazık ki Türkiye'de bu terazinin karşılıklı iki küfesi yokmuş gibi davranıyoruz. Küfesinde az da olsa haklılık barındıran herkes kendini tamamen haklı sanıyor. O yüzden de kimse yaptığı bir yanlışı kabul etmiyor, özür dilemiyor ve neticesinde davranışını değiştirmiyor. Günlük yaşantımızda bu tarz insanları sürekli görüyoruz. İş arkadaşınız ya da müşteriniz her hatada kendisinin haklı olduğuna yürekten inanıyor. Terazinin dengesine biraz uzaktan bakmayı beceren çok az insan var.
Her insanın haftada iki defa "haklısın, yanılmışım" ya da "haklısın, özür dilerim" demeyi alışkanlık haline getirmesi lazım. Bunu düzenli Omega 3 tüketmek veya her gün 2 litre su içmek gibi görebilirsiniz. İnsanın egosunu dizginleyebilmesi ve gelişim gösterebilmesi için bu egzersizi yapması gerekiyor. Çünkü hepimiz sürekli biraz doğru, biraz yanlış yapıyoruz ve teraziyi görmezden gelerek yaşarsak başkalarına hayatı zorlaştırmiş oluyoruz.
0 notes
terasmagazin · 2 years ago
Text
Babacan: 2017’de çıkıp konuşsaymışım iyi olurmuş
Babacan: 2017’de çıkıp konuşsaymışım iyi olurmuş
Sözcü gazetesini ziyaret eden Babacan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği ‘helalleşme’ ile ilgili 2017 referandumunu işaret etti. “O referanduma giderken, 2015’te ‘Ben artık konuşmayacağım çünkü siyaseti bırakıyorum’ diye karar almıştım” diyen Babacan “Referandumu soranlara bunun yanlış olduğunu söyledim. Fakat kamuoyunun önüne çıkıp açıklama yapmadım. ‘Bu iş yanlış.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hetesiya · 3 years ago
Text
23 Nisan’da Bir Cumhuriyetin Temelleri Atılmadı
Tumblr media
[Bu yazı Komünist Köz gazetesinin Mayıs 2010 tarihli 15. sayısında yayımlanmıştır.]
Her yıl olduğu gibi bu yıl da 23 Nisan vesilesiyle verilen demeçlerin başlıca ortak paydası 1920’de Büyük Millet Meclisinin açılışıyla cumhuriyetin temellerinin atılmış olduğu noktasındadır.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay bunu şu sözlerle ifade etti:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı ve millet egemenliğinin ilan edildiği 23 Nisan 1920, tarihimizin dönüm noktalarından biridir.”
DP genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk da aynı şeyi söyledi:
“Gerçekte, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla atılmıştır. 23 Nisan 1920 Meclisi’ni, Cumhuriyetimizle birlikte demokrasimizin de temellerinin atıldığı bir büyük siyasi devrim olarak anlamalıyız.”
Başbakan Erdoğan da aynı vurguyu tekrarlarken Baykal, «cumhuriyet ile demokrasinin, ayrılmaz bir bütün olduğuna» vurgu yapmakla kalmayıp, «Cumhuriyetten uzaklaşarak demokrasiyi güçlendiremezsiniz. Cumhuriyeti azaltarak demokrasiyi arttıramazsınız. ….. ve özgürlük uğruna laiklikten vazgeçeceğiz derseniz demokrasiyi de tahrip etmiş olursunuz. Türk toplumunda, laiklik ve demokrasi bir altın üçgen oluşturmuştur. Bunların tümüne aynı zamanda sahip çıkmak zorundayız.» diye kendini ayırdetmeye özen gösterdi.
Taksim 1 Mayısına hazırlık telaşı içinde olan solda ise, 23 nisan, özel bir değerlendirme vesilesi olmadı. Oysa anayasa, referandum, kuvvetler ayrılığı konularının siyasi gündemin en revaçta konuları olduğu bir iklimde 23 Nisan ve Büyük Millet meclisi hakkında yaratılan ve topluma dayatılan efsanelerin perdesini aralayıp bu konudaki siyasi gerçekleri ortaya koymak komünistlerin ödevleri arasındadır. Üstelik YSK’nin anayasa referandumunu 12 Eylüle bıraktığı düşünülürse, önümüzdeki 4 ay boyunca demokrasi ve cumhuriyet konularını döne döne incelemek gerekeceği de açıktır.
Bu bakımdan 23 Nisan’da ne olup bittiğini hatırlamak ve bilhassa 23 Nisan’da açılışını ilan edilen Meclisin ne olmadığına dikkat çekmek gereklidir.
Birinci Meclis Her Şey Olabilir Laik bir Cumhuriyetin Temellerinin Atıldığı Yer Olamaz
Cumhuriyetin temellerinin atılması diye anlatılan Büyük Millet Meclisinin açılış seremonisini tarif eden bildiri bunları söyler:
“Yüce Allah’ın yardımıyla Nisan’ın 23üncü günü Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır» diye başlayan bu genelgede; «Vatanın İstiklali ve Saltanat makamının düşmanlardan kurtulması gibi en önemli ve hayati vazifeleri yerine getirecek olan Büyük Millet Meclisi’nin açılışını Cuma gününe rastlatmakla, o günün uğurundan, açılıştan önce Meclis’in bütün mensuplarıyla Hacı Bayram-ı Veli Camiinde Cuma namazı kılınarak, okunacak Kur’an-i Kerîm’den ve getirilecek selavattan yararlanılacağı bildirilmiştir. Namazdan sonra Sancak-ı Şerif taşınarak, Daire-i mahsusa’ya (Meclis’in açılacağı yere) gelinmeden önce bir dua edilecek, kurbanlar kesilecektir. Tören dolayısıyla, Hacı Bayram Veli Camii’nden, Meclis binasına kadar Kolordu Kumandanlığınca askerî kıtalar ile özel tertibat alınacaktır.. İndirilecek hatmin son bölümü camiden sonra Meclis önünde tamamlanacaktır. ”
Bu protokolün laik bir zihniyeti yansıtmadığı açıktır. Ama bir Türkiye Cumhuriyeti kurma davetiyesi olmadığı da o kadar açıktır. Zaten Meclis tutanakları da baştan aşağı buna tanıktır:
“Anadolu’nun her köşesinden gelen vekillerinizin teşkil ettiği Büyük Millet Meclisi olanı biteni dinleyip anladıktan sonra millete hakikati söylemeye lüzum gördü. İngilizler tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir vilayetinin, Antalya’nın, Adana’nın, Antep’in, Maraş ve Urfa havalisinin düşmanlar tarafından işgali üzerine silahına sarılan millettaş ve dindaşlarımızı yine size mahvettirmek için Padişah ve Halifeye isyan sözünü ortaya atıyorlar. Millet Meclisi Halife ve Padişahimizi düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu’nun şunun, bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenabi Hak ve Resulüekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha ve Halifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat vatani müdafaa eden kuvvetleri aldatılan Müslümanların elleri ile mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind’in, Mısır’ın başına gelen halden mübarek vatanimizi kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın, İzmir’ini, Adana’sını, Urfa ve Maraş’ını velhasıl vatanın düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri din ve milletlerinin şerefleri için kan döken kardeşlerimizi arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi’nin kararı üzerine cezalandıracak olanlara yârdim edin. Ta ki, din son yurdunu kaybetmesin. Ta ki, milletimiz köle olmasın. Biz birlik oldukça düşman üzerimize gelmeyeceğini resmen ilan etti. O’nun candan özlediği aramızda nifak ve şikaktır. Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve tevfiki Halife ve Padişahimizi, millet ve vatani kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”
Bu meclisin bir Cumhuriyetin temellerinin atıldığı yer olup olmadığını tartışmak bile abestir. Bu meclis hakkında söylenebilecek şey açılışından birkaç gün önce fiilen dağıtılan Osmanlı meclisi mebusanının adres değiştirerek yeniden toplanmış olduğudur. Eğer meclisin feshedilmesi İkinci Meşrutiyetin sona ermesi ise bu meclisin de Üçüncü Meşrutiyet meclisi olarak anılması gerçeğe çok daha yakındır. Sivas kongresinin çerçevesini çizdiği ve Osmanlı meclisinin son gizli oturumunda da oylanarak ilan edilen Misakı Milli’nin Birinci Meclisin de temeli olduğu düşünülür ise, Osmanlı meclisi ile büyük millet meclisin arasındaki süreklilik barizdir. Bu misakı Milli ise güya emperyalizme ve padişah ve hükümetinin teslimiyetçi tutumuna karşı bir başkaldırı belgesi olduğu efsanelerin en büyüklerinden biridir. Oysa Misakı Milli bir bakıma Mondros Mütarekesinin şartlarını tekrarlayan ve buna riayet edilmesinin bekçiliğini yapmak üzere edilen bir yemindir. Bu yeminin de cumhuriyet ile bir alakası yoktur. 6 maddelik kısa bir metin olan bu Misakı Milli metninin Mondros Mütarekesi metninde yer almayan tek maddesi şudur:
“4. İslam ği’nin, Osmanli Saltanatının ve hükümetin merkezi şehriyle, ’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, – ve -İstanbul Boğazlarının dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılacaktır. ”
Bu bakımdan Kuvayı Milliye hareketinin hiçbir aşamasında «cumhuriyetçilik» ilkesinin izine rastlanmamaktadır. Büyük Millet Meclisinin açılışından geçerek Hilafet ve Saltanatın lağvedilmesine varan süreç, sahici tarihsel seyri takip edilerek kavrandığında bir cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir.
CHP’nin kuruluş kongresi olarak kabul edilen Sivas kongresinde kurulan partinin asil adi da Halk Fırkasıdır. Cumhuriyetçilik ilkesi 1927’deki ikinci kurultayında yani cumhuriyetin ilanından 4 yıl sonra bu partinin ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Bir başka deyişle cumhuriyet hedefinin bu partinin program hedefi olduğuna dair en ufak bir emare de yoktur.
Cumhuriyet ve Demokrasi Karmaşasına Işık Tutmak Gerekir
Demokrasi ve cumhuriyet kavramları kelime anlamı itibariyle hemen hemen ayni şeye işaret etse de öyle kullanılmıyor. Demokrasi (demos/halk + cratos/iktidar) eski yunancadan gelir ve halkın iktidarı anlamına kullanılır. Latinceden (res publicum=kamusal şey) gelen cumhuriyet ise bati dillerinde «republic, republique» sözcüklerinin Osmanlıcasıdır ve halkın egemen olduğu rejim anlamına kullanılır.
Bu kökenlere bakıldığında demokrasi ve cumhuriyet sözcüklerinin ayni şeyleri ifade ettiğini düşünmek pek tabiidir. Ama durum öyle değildir. Cumhuriyet olmayan demokrasilerden bahsedilmesi pek yerleşik bir adet olduğu gibi demokratik olmayan cumhuriyet tarifleri de yaygındır. Esasen cumhuriyet kavramı monarşi yahut otokrasi olmayan rejimleri tarif etmek üzere kullanılır. Yine eski yunancadan gelen bu iki sözcük de iktidarın tek elde toplanması veya iktidar kaynağı kendinden menkul ve mutlakiyetçi anlamındadır. Bu bakımdan cumhuriyetten kastedilen esasen halkın siyasal rejimdeki rolünden ziyade bir hükümdarın olmadığı bir rejimdir ve bu itibarla genel olarak hakim ideolojinin damgasını taşıyan tahlillerde cumhuriyet ile demokrasi kavramlarının ayırt edilmesine imkan veren bu yaklaşımdır. Ayni bakış açısıyla bir hükümdarın iktidarının sınırlandığı yahut paylaşıldığı durumlarda, (ki kuvvetler ayrılığı konusu da tam bu noktada gündeme gelir) meşruti monarşiler tarif edilir. Bilhassa Avrupa devletlerinin çoğunu oluşturan bu meşruti monarşilere çoktandır demokrasi denmektedir ve demokrasi ölçütleri arasında bir hükümdarın olup olmamasının bir ehemmiyeti yoktur. Daha çok şu ölçüleri ele almak yaygındır: kuvvetler ayrılığı yani yasama yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirinden ayrılması; yasama organının «genel ve eşit» oy ile belirlenmesi; temel insan hakları diye tarif edilen ve bugün BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine uygun bir anayasanın varlığı.
Bugün muasır medeniyetler denen camiayı oluşturan devletlerin ortak özellikleri bunlardır. Görülebileceği gibi bu ölçütlerin arasında cumhuriyet yoktur; laiklik de bir şart değildir. Bu bakımdan demokrasi esasen Avrupa’daki örneklerini esas alan bir burjuva demokrasisidir. Bu çerçevede bir rejimi demokratik olarak tanımlarken bir monarşi olup olmadığına, sömürgelerinin olup olmadığına, federal yahut üniter olup olmadığına değil bu esaslara bakılır. Halkın kendi kendini yönetmesi hakkındaki masal ise sadece yasama organına seçimle belirlenmiş temsilcilerini gönderme hakkini ve hangi esaslara göre yönetilip yargılanacağını belirleyen bir anayasal düzene sahip olmaktan ibarettir.
Bu açıdan bakıldığında 1920 yılının 23 nisanında Ankara’da olsa olsa Avrupa standartlarında bir burjuva demokrasisinin (yahut ayni anlama gelmek üzere burjuva diktatörlüğünün) temellerinin atıldığını söylemek mümkündür. Bu itibarla sol literatürde genellikle «burjuva demokratik devrimi» bakımından burjuvazinin ve onun siyasi temsilcilerinin ödevlerinin yerine getirildiğinden söz edilebilir. Oysa genellikle «burjuva demokratik devriminin gerçekleşmesi dendiğinde bundan çok daha geniş (örneğin otokrasinin yahut monarşinin tamamen lağvedilmesi, özellikle köylülük açısından toprak sorununun çözülmesi, demokrasi sorunun tüm yönetilenler açısından çözülmesi, emperyalizmden veya sömürge boyunduruğundan tamamen kurtulmak, ulusal sorunu köklü bir biçimde çözmek, faşist bir diktatörlüğe son vermek vb.) bir çerçeve anlaşılır. Oysa bu çerçevenin genişlemesi ya da daralması andaki güçler dengesine, tarihsel koşullara (ve tarihsel tesadüflere) göre burjuva demokratik devriminde burjuvazinin ve siyasi temsilcilerinin ister istemez üstlenmek zorunda oldukları ödevler nedeniyledir. Aksi takdirde burjuvazi bakımından demokratik devrim pek çok örnekte olduğu gibi, eski hakim sınıflarla kendi arasındaki güçler dengesine göre siyasi iktidarın ve üretim araçlarının mülkiyetinin paylaşılmasıyla sinirli kalabilir. Nitekim meşruti monarşilerle çözülen bu görevlerin sonuçları böyle anlaşılmalıdır. Bu takdirde de Türkiye’de (Osmanlı İmparatorluğunda) burjuva demokratik devrimden söz etmek için 1920’nin 23 nisanını beklemeye gerek yoktur. Zira 1908’de bu bakımdan Türkiye’de burjuva demokratik devrimin gerçekleştiğinin saptanmış olduğu sır değildir. 1908 ayni zamanda İkinci Meşrutiyet olarak anıldığına göre 1920’den de Üçüncü meşrutiyet diye söz edilmesi yanlış olmaz. İkinci meşrutiyetten sonra bir daha üçüncü bir meşrutiyete ihtiyaç duyulması da çok aykırı değildir. Çünkü başka örneklerde de (mesela Fransa örneği de dahil olmak üzere bilhassa İngiltere örneğinde) böyle ileri geri gidişlerin olduğunu bilmek için alim olmaya gerek yoktur.
Bu çerçevede 1920’de Büyük Millet Meclisinin kurulmasına ikinci meşrutiyetin yenilenmesi ve bu anlamda burjuva demokratik devrimin tekrar kendi yoluna girmesi olarak bakmakta bir yanlışlık olmaz. Ama bu gelişmenin daha ileri giderek saltanat ve hilafeti kaldırması, laik bir cumhuriyet ilan etmesi, köylülüğün toprak sorununu emekçilerin demokrasi sorununu çözmesi emperyalist ordular ve tüm işgal güçleriyle bir savaşa tutuşarak onları tamamen kovalaması, ayrıca Kürt ulusal sorununa demokratik bir çözüm getirmesi vb. gibi ödevler atfetmek, bu tür beklentilerle önce burjuvazinin siyasi temsilcilerine ilerici bir misyon atfedip sonra da bu gerekçeyle onların kuyrukçuluğuna soyunmak şart değildir. Oysa en bilinen örneğiyle Menşeviklerin bakış açısı böyle özetlenebilir. Buna karşı Bolşeviklerin tutumu ise tam tersine burjuva demokratik devrim sürecinde bu ödevlerin bayraktarlığını burjuvaziye kaptırmamak ve bu ödevlerin çözülmesini işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik önderliği sıfatıyla «sosyal demokratların» yahut sosyalistlerin (bugünün deyişiyle komünistlerin) üstlenmesi gerektiği yönündedir. Bu takdirde söz konusu olacak olan burjuva demokratik devrimin bu genişletilmiş içeriği ile emekçilerin siyasi temsilcileri tarafından üstlenilmesi sayesinde eski hakim sınıflar ve emperyalist güçlerle uzlaşma eğiliminde olan burjuvazinin devre dişi bırakılmasıdır. Bu ise burjuva demokratik devrimin görevlerini genişlemiş kapsamıyla üstlenen emekçilerin iktidarının kesintisiz bir biçimde özel mülkiyetin, sınıfların ortadan kalkacağı bir evreye doğru ilerlemesinin önünü açacaktır. (Bunun için Bkz SOSYALİST DEVRİM/DEMOKRATİK DEVRİM DOSYASI). Nitekim ayni zaman diliminde kurulup Anadolu’ya geçme kararı alan Mustafa Suphi’nin TKP’sinin temsil ettiği çizgi budur.
Bolşevizm ile Menşevizm Arasındaki Ayrım Çizgisi
Bugün demokratik anayasa, sivil anayasa, demokratik cumhuriyet kavramlarının birbirlerine karıştırıldığı bir ortamda idrak edilen 23 Nisan’da 1920 dönemecini bilhassa bu yönüyle hatırlamak, o zaman Menşevik tutum ile bolşevik tutumun nasıl ayırt edildiğini hatırlamak bugün ayni ayrımları net bir biçimde koyabilmek için zorunludur. Hem de mevcut iklim bunun için oldukça elverişli, komünistler de bu ayrım çizgilerini kalınlaştırmak üzere yeterince donanımlıdır.
Kuşkusuz bu ayrımların çizilmesi ödevinin sadece menşevizmin bir türü ile ilgili bir ödev olmadığını unutmamak gerekir. Aksine asil önemli olan demokratik ödevlerin çözülmesini burjuvazinin siyasi temsilcilerinden bekleyenler ve bu nedenle onların dümen suyunda bir siyasi çizgiyi benimseyenlerle ayrımların çekilmesi değildir. Aksine bugün önemli olan «burjuvazi kendi ödevlerini yerine getirsin biz de ondan sonra sosyalist devrimin ödevlerini yerine getiririz» diye bakan ve bazen «sosyalist devrimci» diye de tarif edilen Menşevik türü ile ayrımların çekilmesidir.
Aynı ortak bakış açısından hareket edip burjuvazinin temsilcileriyle ilişkiler konusunda birbirinden zıt kutuplarda gezinen ve demokratik devrimde emekçilerin ve ezilenlerin siyasi temsilcilerinin özgün ve belirleyici rolünü ihmal etme konusunda tekrar buluşan bu eğilimlerle ayrım çizgilerinin kalınlaştırılması bolşevizmin izinde komünistlerin birliğini sağlama iddiasinda olanlar bakimindan bugünün en önemli ödevleri arasındadır.
KöZ’ün arkasında duran komünistler bu ödevin bilinciyle 12 eylül’deki referanduma kadar uzanan süreci istismar etmek için hazırlıklarını sıklaştırmalıdır.
AKP’nin sözüm ona demokratik açılım adi altında attığı adımların kendilerine dayattığı ödevleri önemsemeyen bu sürecin emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları açısından istismar edilebilir bir nitelik taşıdığını bunun imkânlarının mevcut olduğunu görmeyenler günün somut siyasal ödevleriyle ilgilenmedikleri gibi, bu gündemin çekim alanı içindeki emekçilere ve ezilenlere bir yanıt getirmekten de uzak durmaktadırlar.
12 Eylül Anayasa’sının ve 12 Eylül rejiminin o Anayasanın belirlediği çerçeveye bağlı kalarak ortadan kaldırılamayacağı açıktır. Ama 12 Eylül Anayasasının tarihin çöplüğüne atılmakta olduğunu iddia eden Amerikancı AKP hükümeti ve 12 Eylül anayasasını koruyup kollama misyonunu benimseyen rakipleri karşısında bağımsız bir tutum geliştirmeden tarafsız kalarak veya birinin yahut diğerinin dümen suyuna kapılarak bunun yapılabileceği de ayni ölçüde açık olmalıdır.
Saltanatın ve hilafetin kaldırılması vb. nedenlerle 23 Nisanı kendi bayramları gibi kutlama ve bu nedenle Kemalist hareketin kuyruğuna takılmayı meşru gösterme eğiliminde olanlar elbette «12 Eylülcülerin yargılanması hakkındaki yasağın» kaldırılması konusunda da benzeri bir tutumu gösterebilirler. Ama saltanatın ve hilafetin burjuvazinin siyasi temsilcileri tarafından lağvedilmesini onların kuyruğuna takılmak için bir bahane olarak değil, emekçilerin ve ezilenlerin önderliğinde bir demokratik devrim yolunda kaçırılan bir fırsat olarak gören komünistler AKP’nin rakipleriyle yürüttüğü it dalaşının bir epizodu olarak gündeme gelen referandum sürecini de ayni bakış açısı ve bilinçle kendi stratejik hedefleri doğrultusunda istismar etmenin yollarını bulacaktır.
https://www.kozarsiv.org/23-nisanda-bir-cumhuriyetin-temelleri-atilmadi/
1 note · View note
yedi24haber · 7 years ago
Text
Irak Yüksek Mahkemesi IKBY’nin bağımsızlık referandumunu yasa dışı ilan etti
Irak Federal Yüksek Mahkemesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) 25 Eylül’de düzenlediği gayrimeşru bağımsızlık referandumu sonuçlarının geçersiz olduğuna karar verdi. Irak Federal Yüksek Mahkemesinden kritik bir karar geldi. Yüksek Mahkeme, IKBY’nin 25 Eylül’de düzenlediği bağımsızlık referandumunu yasa dışı ilan etti. Yüksek Mahkeme, 6 Kasım’da Irak’taki herhangi bir bölge veya vilayetin…
View On WordPress
0 notes
emreloj-i · 7 years ago
Text
Irak Meclisi, Barzani’nin Yapacağı Bağımsızlık Referandumunu Reddetti
Irak Meclisi, Barzani’nin Yapacağı Bağımsızlık Referandumunu Reddetti
Irak meclisi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi‘nin (IKBY) 25 Eylül‘de gerçekleştireceği “bağımsızlık referandumu” düşüncesince oylama yaptı. Oylamada, Barzani’nin yapacağı halk oylaması reddedildi.
“OY ÇOCULUĞUYLA REDDEDİLDİ”
AA muhabirine mütekellim Şii Ulusal Koalisyonu milletvekillerinden Ali Safi, “Meclis, Irak Kürdistan referandumunu oy çokluğuyla reddetti.” dedi.
KARARA KARŞI ÇIKAN VEKİLLER…
View On WordPress
0 notes
turkpod-blog · 6 years ago
Text
'Yeni Brexit referandumunu AB yanlıları kazanabilir'
‘Yeni Brexit referandumunu AB yanlıları kazanabilir’
LSE Avrupa Enstitüsü Öğretim Üyesi Hobolt “Bir yıl öncesine kıyasla bugün AB’de kalınmasından yana bir çoğunluk var görünüyor ancak bu grup küçük bir farkla önde.” dedi.
London School of Economics (LSE) Üniversitesi Avrupa Enstitüsü Öğretim Üyesi Profesör Sara Hobolt,İngiltere’de seçmen eğilimin Avrupa Birliği’nde (AB) kalınmasına doğru ilerlediğini ancak yapılacak bir referandumda sonucu…
View On WordPress
1 note · View note
pusancatholic · 2 years ago
Text
Ukrayna’dan Herson’a karşı akın hazırlığı
Ukrayna’dan Herson’a karşı akın hazırlığı
Ukrayna ordusunun Ruslar tarafından savaşın birinci günlerinde işgal edilen Herson bölgesinde karşı atak başlattığı bir dizi kaynak tarafından lisana getirildi. Cepheden alınan son bilgiler ise şu anki harekâtın aslında büyük taarruza hazırlık ve Moskova’nın Herson bölgesini Rusya’ya bağlama referandumunu tedbire emeli taşıdığını ortaya koyuyor. Ukrayna’nın güneyde karşı atağa geçtiği haberleri…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
seslimeram · 3 years ago
Text
Bir Ülke
Tumblr media
Düpedüz, yalın bir yıkımlar coğrafyasında hayatın topyekun tarumar edilmesine tanıklık ediyoruz. Yaşam edimi, eylem ve meselesinin boşa düşürüldüğü bir günceyi idame edip, günü geçiriyoruz. Ol muktedirin cerahati ile pay ettikleriyle, birbiri ardına sunduklarıyla binbir kısıtlama, dayatma ve tahakküm hamleleriyle yaşam sıradanın elinden çalınıyor bir biçimde çürümeye terk ediliyor. Müştereklerimiz olan her şeyin çatısı yerle bir olunuyor. Her hamle bariz bir yaraya dönüştürülüyor. Güncellik her neresinden tutarsanız orasından elinizde kalakalan bir yıkım / kuşatma ve yok etme pratiğine rehin ediliyor. Aklın bayağı terk edildiği yerde tahayyüller her dem feci olana çıkartılır. Bir menzilin günbegün kara, kapkaranlığa gömülmesinin istikameti bu minvalde biçimlendirilir.
Hayatta sabitlenmiş, devlet pratikleri, madun siyasetin sunduğu hemen her bir tahayyülle, eylem bütünüyle hayat meseli delik deşik edilir. Cüretle savunulan, arkası kollanan her dem yeniden var edilmiş ola cerahat istemi hayat mefhumunu yerle yeksan etmenin de sacayağıdır artık. Düpedüz yalın bir çürüme sahnesinde hayatın anlamının mahvedilmesi çabasında olunandır. Her an yepyeni bir bozgun, her gün yepyeni bir kırımın kılınır. Her takvim yaprağında kan vardır. Her güne düşmüş bir ah vardır. Her şekilde gerçeğe mani olan devletli vardır, onun gölgesi vardır. Tarumar edilen bir yaşam edimi ve onu var eden insanların hepsine doğrudan bir zulüm vardır. Biteviye kılınmış bir tekerrür vardır sonu hep kötüye çıkan. Deneysel bir düzlemin denekleri olarak adlandırılmış yurttaşlığın her dönemeçte biraz daha cürümlere rehin edildiği, şimdisinin de yarınının da hiç kılınması için çaba sarf edilen bir yer vardır. Hepsi hakikattir.
Durup düşünmeden var edilen bir baş efendi repliği olarak durmak yok yola devam bahsi ile çıkagelen cerahat halidir mesele. Düzen, dünün kötülüğünü imal etmiş, bu ülkede üst, en üst makamları kovalayanların, koltuklarında kaykılarak şekillendirme ve şablonlar ile yönlendirme, yönetme sevdalarının bir başka tezahürü karşımıza çıkartılır. Osmanlı’dan bu yana devamlılığı sağlama alınmış olan tebaa için uygun görülenlerin hep ama her dem bir hak gasbı barındıran temsili yeniden var edilir. İttihat ve terakkinin kurucu önderliğin de beyin takımı olarak şablonunda tuttuğu, yerli ve milli ülke için gayri millilerin derdest edilmesi, yok addedilmesi, sınırın ötesine atılması, ezilmesi hallerinin binbir farklı yüzey ve türevde işlevselliği yeniden değerlendirilir. Devir 21. yüzyıl olmuş olsa da hala ve hal ve istikamet dahilinde hala hayata ceberut devlet aklıyla mukabele etmek kesintisizdir.
Bir yıkım coğrafyasının nesnelliği çıka gelir bir kere daha. Geçtiğimizi sandığımız kırk bir yılın özetini sunan 12 Eylül 1980 darbesinin mahvettiği ülke tahayyülü de bu takvim yapraklarına düşendir. Her gün ağır bir sınava dönüştürülmesi, mutlak biat ve süreğen o itaat için dinin primitif bir yönlendirici olarak kullanılması eksiksizdir. Bugünkü sahne, ülke diye bildirilenin demokrasiden uzak, insan haklarından fersah fersah geride üçüncü dünya ülkesi standartlarına demirlemiş olmasının müsebbibi o karanlığın mimarlarından olan Kenan Evren zibidisinin izlerini takip eden siyaset mekanizmaları yüzündendir. Bu sahnede her şeyin yağmaya, yıkıma, dipsiz bir karanlığa rehin edilmesinin başat hamlesi bir kere daha o geçmemiş, yüzleşilmemiş olan darbe aksiyonunun dibinden türetilmiş ve kalıcı kılınmıştır. Böyle bir toplamdan ülke mi olur, olursa orası ülke mi olurun yanıtıdır şu sahnenin bugünü, bugünlerinde var edileni.
Geçmemiş geçmişin izlerini takip edip, siyasal İslam ile faşizan akımların birbirlerine tam anlamıyla kavuştuğu, birleştiği bir güzergah günceldir. Her taş yerli yerine oturandır. Her gün biraz daha anlamlı bir kavramsal çöküş var edilendir. Kitleler arasındaki, yaşam akdi üstüne biçimlendirilmiş geriletici hamleler yığını ve her ana uygun olarak güncellenmiş ol geriletme hamleleri neticesinde bugünün sahnesine varılır. Bir yıkım haline tanıklık sabit, devamlığı güncel olandır. Kabiliyetini, bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler cüretinde ala gelmiş olan devletli pratiğinin, cuntadan feyiz alarak, dini öne sürüp, sahne gerisinde her türden felakete, kötülüğe imza atmalarının meselesi bugünün güncelliğidir. Günü de halen geçtiği günlerden örneklenen, yeniden biçimlendirilen bir yerde hangi yara tükenir hangi yıkım sahiden de sonlanır sahiden de düşünüyor musunuz?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, 12 Eylül askeri darbesinin yıldönümüne ilişkin yazılı açıklama yaptı. 12 Eylül darbesiyle hiçbir zaman hesaplaşılmadığını ve o dönemin acılarını dindirecek adımların atılmadığını belirten Tanrıkulu, AKP’nin bu meseleyi bile istismar edip kendi çıkarları için kullandığını ve 2010 referandumunu darbeyle hesaplaşma sosuna buladığını söyledi.
Ne darbenin başındakilerin ne de darbeci zihniyet hiçbir zaman gerçek manada yargılanmadığını vurgulayan Tanrıkulu, “Darbe mekaniği ve mekanizmasını üreten nedenler ortadan kaldırılmadığı için ülkemiz 15 Temmuz’daki darbe girişimini yaşadı. Ve buna bağlı nedenlerle de ülkemiz 15 Temmuz sonrasında asker destekli sivil bir darbe düzeninin içine hapsedildi. AKP, 15 Temmuz sonrası uygulamalarıyla 12 Eylül’e rahmet okuttu” dedi.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından karşılaşılan kimi uygulamaları hatırlatıp, eleştiren Tanrıkulu, açıklamasında şunları kaydetti: “Başta yaşam hakkı olmak üzere temel insan haklarının tümü ayaklar altına alındı. Adil yargılama konusunda 12 Eylül’ün bile gerisine düşüldü. Toplu gösteri ve yürüyüş hakkı, muhalif düşünceyi ifade hakkı yasaklandı. Zaten olmayan basın özgürlüğü tamamen ortadan kaldırıldı. 12 Eylül döneminin idam cezalarının yerini yargısız infazlar aldı. Ağır hastalıklarına rağmen siyasi mahpuslar cezaevlerinde çürütülüyor ve ancak ölünce hapisten çıkabiliyorlar.
12 Eylül’ün ‘asmayalım da besleyelim mi’ zihniyeti bugün de iktidardadır. Her yeni kuşağı bir askeri veya siyasi darbenin gölgesinde büyütmek bu ülkenin kaderi olamaz. Ama her yeni kuşağı bir askeri veya siyasi darbenin gölgesinde büyütmek bu ülkenin kaderi değil, olamaz. Darbeci zihniyeti demokratik, özgürlükçü değerlerle kuşatıp ortadan kaldırmak ve yeni nesillere özgür, demokratik bir ülke sunmak hepimizin ortak görevidir. Çocuklarımıza, onların çocuklarına zulüm listeleri, acı çeteleleri tutmayacakları bir ülke bırakmak için, bedeli ne olursa olsun demokrasi mücadelesinden asla vazgeçmeyeceğiz.”
Demokrasinin tükenişinin nasıl var edildiğinin meramıdır Tanrıkulu tarafından bildirilen. Bir cerahat sarmalına enikonu dönüştürülmüş olan menzilde var edilen her hamle bütün bir uzamdaki hak iddiasını da zorbalıkla yerle bir eder. Son kırk bir yıldır, ağırlıklı olarak da AKP, sonrasında bu tahayyüle dahil olan MHP ve diğer küçük paydaşlarla kurulan ve kurumsallaştırılan iktidar bu fenalıkların izi üstünden kendine yön çizer. Bir on iki eylülü onlarca defa pek çok katmanıyla güncelleyebilmek meseledir, ki bunu da var eder o ikili karanlıklar birlikteliği. Bir menzildeki hak tanımazlığın yepyeni hak bildirici / kanun ve nizam belirleyicisi kılınmasının utancı her ne yana düşmektedir. Yakın zamanlardaki tüm o abluka güncesi, Bakur Kürdistan’ının her yanında apayrı yıkımların tezgahta işlenişi her neyin nesidir, işte bütün açıklama şu yukarıdadır. Bölgesel yangınlardan tecrit altına alınan insanların hayatlarına kasta, Evren diktasının var ettiği kötülükler her dönem yine ve yeniden bina olunandır. Bugünün gerçekliği buralarda barizdir.
Hesaplaşacağız bahsiyle çıkılan yolda, cerahat sahipleriyle birörnek olan bir iktidar hali ve pratiği son yirmi yılı her şekilde yurttaşın yaşamında yıkımları var ederek sabitler bir bunu doğrudan pay eder. Bianet'ten aktaralım: 12 Eylül askeri darbesinin 41'inci yılı nedeniyle DİSK (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Yönetim Kurulu adına Genel Başkan Arzu Çerkezoğlu yayınladığı açıklamada, "12 Eylül geçmişte kalan kötü bir anı değil; işçi sınıfı için 41 yıllık karanlık bir dönemin başlangıcı" dedi.
Çerkezoğlu özetle şöyle dedi: "12 Eylül cuntası parlamentoyu feshedip, siyasi partileri kapatıp tüm yetkiyi bir avuç generalin emrine verdi. Her türlü demokratik hak gasp edildi: Sendikal faaliyetler durduruldu, grevler yasaklandı ve toplu iş sözleşmesi hakkı askıya alındı. Basın-yayın, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri ağır baskı altına alındı.
"Darbecilerin tüm bu suçlarını hatırlatırken maalesef geçmişte kalan bir kötü anıdan, maceracı birkaç generalin girişiminden bahsetmiyoruz. 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan iktisadi rota değişikliğinin, sosyal devleti ve sosyal hakları ortadan kaldırmak amacıyla kabul edilen neoliberal ekonomik politikaların bir dirençle karşılaşmadan uygulanabilmesi için 12 Eylül askeri darbesi yapıldı. Darbe ile uygulama imkânı bulan acımasız neoliberal iktisat politikaları Türkiye'nin son 41 yılına damgasını vurdu. 'Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi sıra bizde' diyerek 12 Eylül'ü alkışlayan sermaye temsilcileri bugün grevleri yasaklamakla övünen bir iktidarı alkışlamaya devam ediyor. İşçi sınıfına karşı bir sermaye saldırısı olarak hayata geçirilen 12 Eylül darbesinin hedefleri birer birer hayata geçiriliyor.
"12 Eylül askeri darbesi açıkça sınıfsal tercihi sermayeden yana bir darbedir. Sınıf karakteri son derece net bir darbedir. 12 Eylül darbecileri bu amaçlarına ulaşabilmek için en önemli hedeflerinden birini DİSK olarak belirlediler.
"Darbeden önce ilk olarak 22 Temmuz 1980'de kurucu genel başkanımız Kemal Türkler öldürüldü. Kemal Türkler'in öldürülmesinden bir hafta sonra, 30 Temmuz 1980'de, bu kez DİSK'in kapatılması için düğmeye basıldı. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, DİSK'in kapatılması istemi ile dava açtı. Darbenin ilk günü yayımlanan 7 numaralı bildiri ile DİSK'in ve DİSK üyesi sendikaların faaliyetleri durduruldu. 12 Eylül'de faaliyetleri durdurularak hakkında dava açılan tek sendikal konfederasyon DİSK oldu.
"12 Eylül'de DİSK'in Genel Başkanı Abdullah Baştürk'ten işyeri temsilcisine kadar binlerce üyesi gözaltına alındı. DİSK üyesi İlerici Deri-İş Sendikası genel başkanı Kenan Budak, 25 Temmuz 1981 tarihinde İstanbul'un Zeytinburnu semtinde polis tarafından vurularak öldürüldü.
"Genel Başkanımız Abdullah Baştürk cunta mahkemelerinde DİSK'i savunurken 'Soygunculuğa, sömürü ve baskıya, kaçakçılığa karşı olmak, yüksek ücret, ikramiye ve kıdem tazminatı elde etmek, emperyalizme ve faşizme karşı çıkmak ve 1961 Anayasası'nı savunmak suç ise bu suçu kabul ediyorum' dedi. 12 Eylül darbesi DİSK'i yok etmek istedi. Ancak DİSK 12 Eylül'ün bütün zulmüne rağmen ayakta kaldı ve yoluna devam etti.
"12 Eylül 1980'de en büyük saldırıya uğrayan, yöneticileri idamla yargılanan, üyeleri tutuklanan Konfederasyonumuz, 41'inci yılında hala devam etmekte olan sermaye darbesine karşı tarihinden aldığı güç ve cüretle direnecektir."
Düzenin var ettiği yegane şeyin, sermaye ile kol kola olabildiğince yalın bir biçimde bir memleketi dönüştürmek olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Çerkezoğlu’nun açıklamaları bu aşılmaz eşikleri, bunca bariz hak kırımı, cinayetler silsilesi içerisinde aslen her nasıl bir ülkenin dönüşümünün sağlama alındığını bildirir. Düzen hepten, her dem olduğu gibi yine emekçinin karşısında dikilenlerin, dün öyle bugün grev yasaklarından pandemi süreci dahilinde icat edilmiş kod29 gibi tanımlamalarla güncel kılınan bir sınırlandırmayı muhteviyatında barındırır. Ol sermayenin şimdi gülme sırası bizde derken açık ettiği hali her gün yeniden var etmesine, beşli çete diye icat olunan güruhun, milletin ... koyacağız şakımasından, her yere çöreklenmesindeki dakik hallerine bir gelenek kılınmış olagelen o geçmiş yeniden var edilir, böylesiyle bir ülke biçimlendirilir. Emeğin bir hakkı, karşılığı ve / veya gasp edilenin telafisi söz konusu bile değildir. Budur devam eden on iki eylül!
Müştereklerimiz olan her şeyin çatısı aleni yerle bir olunuyor. Her hamle bariz bir yaraya dönüştürülüyor. Biteviye bir sahnenin o geçmişin karanlığına rehin edilmesine inat ve ısrarla devam olunuyor. 12 Eylül salt bir zaman aralığının değil böyle bir ülkede geniş hep en geniş anlamıyla yaşamın karşıtlığına oturan bir devletli pratiği olarak yaşatılmaya devam ediliyor. Kenan Evren ve darbeci takımının var ettiği istikamet, din soslu ağır mı ağır milliyetçilik tahayyülü, bugün kesif bir ırkçılık ile buluşturuluyor. Bunlar hemen hiç kafi görülmeyip tek adam rejiminin devamlılığı, bekası adına her yer suç mahalline her gün apayrı istikametlerden çıkagelen bir yara verme istemine rehin ediliyor.
Hayatın topyekun tarumar edilmesine devam olunuyor. Bir asırdır sürdürüle duran tüm ol devinim çabaları, demokrasi isteminin enikonu sıfırlanması için on yıl aralıklarla güncelliği sağlama alınmış darbe teşebbüsleriyle birlikte mahvın etapları yenileniyor. Hiç ama hiçbir şey olmamış gibi yapılırken cürümlerin kuşatması altında bir yer tesis ediliyor. Genel geçer değil doğrudan pek çok örnek ve hamle bütününde bugün hala 12 Eylül’ün izleri güncellene gelendir. Hayat bahsinin / meselinin yıkımı lafta değil sahiden de afaki bir biçimde günbegün yapılandırılan o darbeci aklın izlerini barındıran hamlelere yem edilerek kurgudan gerçeğe taşınandır. Bugün bu kadar afaki kılınmış kötülüğün mimarı olan temsilin karşısında sıradan, hedef kılınan hayatların sahibi insanlar ne yapacaktır, mesele orasıdır, mesel hala bu noktadadır, bilelim! Bir menzil kapkaranlığa gömülmeye hala devam olunurken, yarın ne getirecektir, sessizlik neyi var edecektir meselemizdir, sesimizi duyan var mı ola?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Our Future – Mrs. Banksy – Eleanor Elizabeth Arts
0 notes
haberyeri · 4 years ago
Text
Dolar zayıflıyor, istihdam raporu Fed’in ultra genişlemeci siyasetinin uzun bir mühlet daha yürürlükte olmasına yol açabilir
Tumblr media
Muharrir: Peter Nurse Investing.com – Dolar Pazartesi günü düşüş yaşadı. Cuma günü yayınlanan ABD iş raporunun hüsrana uğratmasının akabinde iki ayın düşük düzeyine geriledi. Rapor, ultra düşük faiz siyasetinin bir müddet daha yürürlükte kalabileceğine işaret etti. Amerikan dolarının 6 majör dövizin ticaret yüklü sepeti karşısında performansını ölçümleyen ABD dolar endeksi, 26 Şubat’tan beri birinci sefer 90,130’u gördükten sonra %0,1 düşüşle 90,183 oldu. EUR/USD 1,2158’de büyük oranda sakin seyretti. USD/JPY %0,2 artarak 108,84 olurken AUD/USD %0,2 yükselerek 0,7857’ye ulaştı. Cuma günü yayınlanan ABD iş raporu, Nisan ayında beklenenin altında iş imkanı oluştuğunu gösterdi. Tarım dışı istihdam yalnızca 266.000 artış gösterdi. Halbuki ADP’nin güçlü özel bölüm istihdam raporu ile haftalık birinci işsizlik müracaatları, 1 milyon artış olduğu beklentilerine yol açmıştı. Varsayımların oldukça altında olan rapor, ING analistlerine nazaran “Fed üzerinde güvercin duruşunu değiştirme konusundaki baskıyı azaltmış olabilir. Birebir vakitte bu durum, temel toparlanma kıssasına büyük bir ziyan verecek kadar olmadı ve global risk hissiyatı genel olarak takviye görmeye devam etti.” Fed siyasetçilerinin, enflasyondaki artışın süreksiz faktörlerden kaynaklandığı şiarı iş bilgilerine ekstra baskı yapacak olsa da ilgi artık bu hafta yayınlanacak olan enflasyon datalarına dönecek. Çarşamba günü Nisan ayı TÜFE paylaşılacak. TÜFE verisi için beklenti, yıllık %3,6 artış tarafında. Bu hafta Chicago Fed Lideri Charles Evans ve ABD Fed Lideri Lael Brainard da dahil Fed’den birçok isim konuşma yapacak. Öte yandan GBP/USD %0,7 artarak 1,4066’ya yükseldi. İskoç Ulusal Partisi, Perşembe günkü oylamanın akabinde genel çoğunluğu kazanamadı. SNP İskoç bağımsızlığı için bir referandum daha olması istikametinde baskı yapıyor lakin salt çoğunluk için bir koltuk eksik kaldı ve seçim olsa bile muhtemelen yıllarca ertelenmiş oldu. İngiltere hükümeti şimdiye kadar İskoçya’ya, 2014 referandumunu tekrarlama müsaadesi vermeyi reddetti. Başka yandan ABD istihdam raporu sonrasında ve Çin’in Salı günü yayınlanacak olan enflasyon bilgileri öncesinde USD/CNY %0,1 düşüşle 6,4261’e düştü. Read the full article
0 notes
turknews · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Putin salgın nedeniyle, kendisine iktidarda kalma yolunu açan anayasa referandumunu erteledi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ülkedeki yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgını nedeniyle, kendisine bir dönem daha iktidarda kalma yolunu açacak olan 22 Nisan'daki anayasa referandumunun erteleneceğini, çalışanların gelecek hafta idari izinli sayılacağını ilan etti.
0 notes
silehaberleri · 5 years ago
Text
Bakan Selçuk'tan memurlar için önemli zam açıklaması! Memurlar ne kadar zam alacak?
Tumblr media
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, “Konfederasyonlarımızın ve sendikalarımızın bize sunduğu, kamuoyuyla da paylaşılan, 800’ü aşan talep olduğunu görüyoruz. Bu süreci etkin kullanmamız gerekiyor” dedi. Kamu işveren heyeti ile kamu görevlileri sendikaları heyeti arasında yapılan 5. Dönem Toplu Sözleşme Görüşmeleri'nin açılış toplantısı, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk başkanlığında gerçekleştirildi. 5. Dönem Toplu Sözleşme Görüşmeleri'nin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçtikten sonra ger��ekleştirilen ilk görüşme olduğunu vurgulayan Bakan Selçuk, “İnanıyorum ki burada, karşılıklı anlayış ve işbirliği içinde, demokratik bir müzakere sürecini birlikte yürüteceğiz. Her şeyden önce bizler, kamu işvereni ve kamu görevlileri olarak taraftan ziyade büyük bir aileyiz. Her zaman olduğu gibi Türkiye için el ele vereceğimize güveniyorum” diye konuştu. Özellikle AK Parti iktidarları döneminde kamu görevlilerinin sendikalaşma oranının artan bir seyir izlediğinin altını çizen Selçuk, 2002 yılında yüzde 48 olan sendikalaşma oranının 2019'da yüzde 67'ye ulaştığını kaydetti. Selçuk, kamu görevlileri sendikacılığı alanında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde bugüne kadar hayata geçirilen düzenlemeleri de aktardı. Kamu görevlilerine mali ve sosyal hakları için toplu sözleşme imkânı sunan 2010 Anayasa referandumunu hatırlatan Selçuk, “Kamu görevlileri sendikacılığında 2002 yılından 2010 yılına kadar toplu görüşme sistemi vardı. Bu süreçte gerçekleştirilen 9 toplu görüşmenin 8'i yine hükümetlerimiz döneminde yapıldı.2012 yılında yürürlüğe giren yasa doğrultusunda toplu görüşme sistemi, toplu sözleşmeye dönüştü. Ve akabinde toplam dört toplu sözleşme gerçekleştirdik” şeklinde konuştu. Sosyal taraflarla istişare mekanizmalarını sadece toplu sözleşme süreçleriyle sınırlı tutmayacaklarını belirten Selçuk, sendikal faaliyetlerin ve işlevlerin desteklenmesinin her zaman savundukları temel yaklaşımlardan biri olduğunu söyledi. Öte yandan Selçuk, bugüne kadar kamu çalışanlarının beklentilerine uygun olarak yaptıkları yasal düzenlemeleri de hatırlattı. Son 17 yılda, uzman, müfettiş gibi kariyer meslek mensubu sayısını 13 binden 58 bine, hemşire sayısını 39 binden 154 bine, tabip sayısını 37 binden 95 bine, öğretmen sayısını 516 binden 920 bine, din görevlisi sayısını 68 binden 113 bine çıkardıklarını ifade eden Selçuk, konuşmasını şu şekilde sürdürdü: “Kamu personelinin artan mali yüküne rağmen, AK Parti iktidarları döneminde, enflasyonun üzerinde maaş artışları sağlayarak kamu çalışanlarımızın alım gücünü korumaya devam ettik. 2002 yılında 392 lira olan en düşük devlet memuru aylığı, 2019 yılı Temmuz ayı itibariyle 3.723 lirayı buldu. Böylece en düşük memur aylığında nominal düzeyde yüzde 849, enflasyondan arındırılmış şekilde reel yüzde 102 oranında artış sağlamış olduk. Ortalama devlet memuru aylığı ise 2002 yılında 578 lira iken, 2019 yılı Temmuz ayı itibariyle 4.481 liraya yükseldi. Burada da nominal düzeyde yüzde 65, enflasyondan arındırılmış şekilde reel yüzde 65 oranında artış gerçekleştirdik.” Toplu Sözleşme Görüşmeleri'nin, karşılıklı diyalog ve uzlaşma arayışına dayalı dinamik bir süreç olduğunun altını çizen Selçuk, “İşte bugün bu masada başlattığımız 5. Dönem Toplu Sözleşme müzakerelerinde de hem kamu görevlilerinin genelini hem de 11 hizmet kolunu ilgilendiren mali ve sosyal hakları konfederasyonlarımız, sendikalarımız ve ilgili kurum ve kuruluşlarımız ile beraber değerlendireceğiz.Bu süreçte tüm tarafların konulara mali ve sosyal haklar çerçevesinden ayrılmadan ülkemizin sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda bütüncül bir bakışla yaklaşmalarını çok önemsiyoruz” ifadelerini kullandı. Selçuk son olarak müzakerelerin yasa gereği Ağustos ayı içinde tamamlanması gerektiğini aktararak, “Konfederasyonlarımızın ve sendikalarımızın bize sunduğu, kamuoyuyla da paylaşılan, 800'ü aşan talep olduğunu görüyoruz. Bu süreci etkin kullanmamız gerekiyor.Bu talepler, yarından itibaren başlayacak çalışma komisyonları tarafından ön değerlendirmeye tabi tutulduktan sonra, ikinci masa toplantısında müzakerelerimize devam edeceğiz” ifadelerini kullandı. Read the full article
0 notes
haberin-varmi · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Bolton, Küba'daki anayasa referandumunu hedef aldı https://ift.tt/2GIB1PF
0 notes
yedi24haber · 7 years ago
Text
Meclis IKBY'nin gayrimeşru referandumunu araştırdı
Meclis IKBY'nin gayrimeşru referandumunu araştırdı
TBMM – Alper Atalay TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığınca, “Kuzey Irak’ta Referandum Sorunu” başlığı ile Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) gerçekleştirdiği gayrimeşru referandum araştırması yapıldı. Araştırmanın giriş bölümünde Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopup İngiliz himayesine geçen Irak’ın, Kürtlerin bir kısmını da içine aldığı, gerek “İngiliz Manda…
View On WordPress
0 notes
gumelibo · 7 years ago
Text
Gercekten "aydınlık"bir güne uyandığımıza inaniyor musunuz?????? ***Milli eğitim bakanlığı yeni müfredatı açıkladı. 15 Temmuz var, Atatürkçülük yok! * 15 Temmuz'dan beri sırasıyla… * Atatürk'ün mareşal üniformalı tablosunu depoya kaldıran TBMM başkanı, padişah Abdülhamid için anma töreni düzenledi. Anıtkabir'in avlusuna kargo şirketinin sponsorluğunda morlu pembeli plastikten oyun parkı koydular. Tayyip Erdoğan durup dururken Lozan tartışması başlattı, “birileri bize Lozan'ı zafer diye yutturmaya çalıştı, zafer mi bu?” dedi. İstanbul'un fethini kutlayıp, İstanbul'un kurtuluşunu kutlamadılar. Cumhuriyet gazetesinin yazarlarını çizerlerini hapse tıktılar. Meclis darbe komisyonunun başkanlığına, fetonun bir numaralı savunucusu Reşat Petek getirildi, feto için “son 1000 yılın en büyük Türk büyüğü, Shakespeare gibi evrensel” diyen Akp milletvekili, komisyon üyesi yapıldı, neticede, fetocu Akplilerin bu komisyonundan “CHP fetocudur” raporu çıktı. Seçmene “koyun” diyenlere dava açılırken, Tayyip Erdoğan “ben çobanım” dedi. 10 yaşındaki erkek çocuklarına tarikat yuvasında senelerce tecavüz edildiği ortaya çıktı, kadın aile bakanı “bi kerecik” dedi, 11 yaşındaki kız çocuklarını koynuna alan 70 yaşındaki sapıklara af çıkarmaya çalıştılar, başbakan Binali bey “bi kereliğine” dedi. Bizzat Akp'nin çıkardığı kanunla denetimsiz hale getirilen tarikat yurdunda, gariban kız çocukları diri diri yanarak can verdi. Rize'deki Atatürk heykelini söktüler, inşaat molozu gibi kamyon kasasında taşıdılar. Deve kestikleri THY apronunda Barbaros Şansal'ı linç ettiler. Akp'nin akil insanı Abdurrahman Dilipak “başkanlık sistemi gelince Tayyip Erdoğan halife olacak” dedi. İsmet İnönü'yü çok seven babası tarafından İsmet adı verilen milli eğitim bakanı İsmet Yılmaz, İsmet İnönü'yü müfredattan çıkardı. Akp'nin kadın milletvekili “100 yıllık prangadan kurtuluyoruz” dedi. Akp şakşakçısı Rıdvan Dilmen, Arda Turan, Burak Yılmaz ve şarkıcı Murat Boz “evet kampanyası” başlatıp, “adeta İstiklal Savaşı” dediler. Akp'nin referandumunu İstiklal Savaşı'na benzeten Rıdvan Dilmen “İzmir Marşı”ndan rahatsız oldu, “bu marş okunmasın” dedi. Abdülhamid'in torunu Nilhan Osmanoğlu, TBMM'nin lağvedilmesi için “evet” diyeceğini açıkladı, “parlamenter sistem benim değerlerime zarar verdi, parlamenter sistem canımıza yetti artık” dedi. Cumhuriyetimizin tek taş pırlantaları Ziraat Bankası, Halkbank, TPAO, THY, Botaş, PTT, Türksat, Milli Piyango, Çaykur… Katar'a filan peşkeş çekilmek üzere fona devredildi. Türkiye'de kurulan Suriyeli şirket sayısı, tee 1923'ten beri Türkiye'de yatırım yapan Alman şirketlerini bile sollamışken, Türkiye'deki Suriyelilerin doğum oranı, Türk vatandaşlarının doğum oranını geçmişken, Türkiye'de eli silah tutacak yaşta 425 bin Suriyeli yaşarken, bunlar bizim plajlarda nargile içerken, bizim evlatlarımız Suriye'de şehit ettirildi. Türkiye'nin vicdan adresi, çağdaş kuvayi milliyenin yayınevi Kırmızı Kedi, kar maskeli tetikçiler tarafından saldırıya uğradı. Darbeci Kenan Evren, darbe anayasasının referandumunda “hayır diyenler teröristtir” diyordu, 35 sene sonra, asrın liderimiz “hayır diyenler teröristtir” dedi. Akp il başkanı, “evet çıkmazsa iç savaşa hazırlanın” dedi. Akp gençlik kolları başkanı, “birisinin babasının ve kendisinin doğum yeri Selanik'se, Selaniklidir, kimse Türk, Atatürk demesin, orijinali Yunan, Türk'e benzemiyor, keşke Atatürk olmasaydı” dedi. Akp medyası iftirayla hedef gösterdi, tarikatçı yobazın biri elinde benzin bidonuyla geldi, varlığıyla onur duyduğumuz Müjdat Gezen'in Sanat Merkezi'ni kundakladı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, başkent Ankara'da, Kürdistan bayrağı göndere çekildi. Akp belediye başkanı, “içimize kanı bozuklar, sütü bozuklar sızdı, 1923'te koskoca 650 senelik çınara darbe yaptılar, cumhuriyet kuruldu” dedi. Tayyip Erdoğan'a “gazi” unvanı verilmesi için TBMM'ye başvuruldu. Akp Diyarbakır il başkanlığı imzasıyla “her evet Şeyh Sait'in ruhuna fatihadır” pankartı asıldı. Akp'nin fetvacısı Hayrettin Karaman lütfetti, “Yahudilere Hıristiyanlara yaşam hakkı tanıdığımız gibi, hayır diyenlere de yaşam hakkı tanıyacağız” dedi. Tayyip Erdoğan'ın şoförü olan Akp milletvekili, sanki 15 senedir CHP tek başına iktidardaymış gibi, “Almanya araba yapıyor, biz daha bir araba yapamadık, utanmıyor muyuz, sıkılmıyor muyuz, yazıklar olsun şu CHP'ye” dedi. Tayyip Erdoğan “Türk demiyoruz” dedi, Devlet Bahçeligillerin kendine gelmesi için daha nasıl izah edebilirdi! Akp'nin akil insanı ve Tayyip Erdoğan'ın başdanışmanı olan herif, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tasfiye (!) edileceğini müjdeleyerek, “halk kendi devletini kurmak için adım atıyor” dedi. Tayyip Erdoğan kendi yaşadıklarını Hazreti Muhammed'in yaşadıklarına benzetti, “sevgili peygamberimiz, Ebubekir Sıddık ile orada ama, mağaranın kapısını örümcek örüyor, bakıyorlar, buraya kimse girip çıkmamış diyorlar ve müşrikler dönüp gidiyor, darbeciler de Dalaman'da bizim uçağa gelmişler, uçakta kimseyi görmeyince dönüp gitmişler” dedi. Referandumda alenen oy hırsızlığı yapıldı, Yüksek Seçim Kurulu suç işledi, saraydan alınıp halka verilen egemenlik, halktan alınıp saraya verildi. Mustafa Armağan denilen tescilli Atatürk düşmanı, Atatürk ve manevi kızı Afet İnan'a ahlaksızca saldırdı, “yatıp kalkıyorlardı” dedi. Nurcu meczup, yandaş ekrana çıktı, mübarek annemiz Zübeyde Hanım'ın genelevde çalıştığını söyledi. Arkadaşlarımız Gökmen Ulu ve Mediha Olgun iftirayla tutuklandı, Türkiye'nin en ünlü fetocuları Fehmi Koru ve Hüseyin Gülerce'nin iftiralarıyla Sözcü'nün sahibi Burak Akbay hakkında yakalama kararı çıkarıldı, Sözcü'ye el koymaya çalışıyorlar. Bizzat Atatürk'ün talimatıyla hazırlanan ve 1939'dan beri yürürlükte olan zeytin yasası'nı değiştirmek için, sekizinci defa hamle yaptılar. Akp'nin diyanet işleri başkanlığı “haram parayla hacca gidilir mi?” sorusuna “helaldir gidilir” diye fetva verdi. CHP milletvekili Enis Berberoğlu'nu hapse attılar. Türk basınına kelepçe takan Tayyip Erdoğan, Katarlı El Cezire televizyonuna ambargo uygulanınca isyan etti, “dünyadaki basın örgütlerine sesleniyorum, bir medya kuruluşunun basın özgürlüğü elinden alınıyor” dedi. İlkokullara mescit zorunluluğu getirildi. 15 Temmuz panelinde konuşan Celal Bayar Üniversitesi rektör yardımcısı, “Recep Tayyip Erdoğan bizim milletimiz tarafından Atatürk kadar sevilmektedir, belki daha da fazla” dedi. Maraş dondurmacıları gibi kafasında fesle dolaşan ve bilim kültür insanı diye ak saray sofrasına davet edilen tımarhanelik herif, Atatürk'e yine nefret kustu, “15 Temmuz, milli mücadeleyle kıyaslandığında katbekat üstün bir milli destandır, Kemalist inkılaplarla yapılan tahribata rağmen Müslüman Türk milletinin yıkılmadığının en mühim ispatı olmuştur” dedi. Ve dün, milli eğitim bakanlığı yeni müfredatı açıkladı, 15 Temmuz var, Atatürkçülük yok! * 15 Temmuz'dan 15 Temmuz'a… Bir yılın adım adım özeti her şeyi gayet net anlatıyor. * Fetoyla metoyla filan mücadele edilmiyor. Hedef açıkça Atatürk'tür. Yılmaz Özdil
1 note · View note
hetesiya · 6 years ago
Text
ADNAN OKTAR OPERASYONU, CEMAATLER* VE YENİ REJİM / OSMAN TİFTİKÇİ
AKP kendini desteklemeyen cemaatlere hoş gözle bakmıyordu. Bunun bir örneği Nurcu Yeni Asya çevresine karşı yapılanlardı. AKP Said-i Nursi’nin Risale-i Nurlarının basımını devlet tekeline almaya kalkmıştı. Bir diğer örnek Furkan Vakfı’na yapılanlardı. Vakıf Peygamberin hayatı üzerine Adana’da bir etkinlik düzenlemek istemiş, AKP izin vermemişti. Bunun üzerine kadınlı erkekli bir kalabalıkla yasağı protesto eden Furkancılar gazla ve copla dağıtılmışlardı. En son 2018 Ocak ayı sonunda Vakfın kurucusu ve lideri Alparslan Kuytul ve beraberinde birçok Vakıf elemanı gözaltına alınıp tutuklandı.
Bütün bunlar o günlerde AKP basını, cemaatler ve genel olarak kamuoyu tarafından vakay-i adiyeden, sıradan olaylar olarak karşılandı, haber olmanın ötesine geçemediler.
Adnan Oktar’a yapılan operasyon ise çok farklı bir hava yarattı. Dini bir cemaat olmakla uzaktan yakından ilgisi olmayan, kadın istismarcısı ve varlığını evrim teorisiyle, PKK ile mücadele temeli üzerine kurmuş olan bu şarlatana pek ala adi bir suçlu muamelesi yapılabilirdi. Ama öyle olmadı. Bu operasyon bütün televizyonlarda, gazetelerde, haber sitelerinde öne çıkarıldı. Ortalık velveleye verildi. Ardından Kayseri Polis Meslek Eğitim Merkezi Müdürü Metin Tanrıver’in, mezunlara; “Hiç kimseye, örgüte ve hele hele hiçbir cemaate ya da tarikata, şeyhe, bağlı olmayacaksınız” diyen sözleri manşetleri kapladı. Bu kadarla kalmadı, iktidarın emrindeki basın başka cemaatleri hedef göstermeye başladı. Örneğin Yeni Asya çevresi bunlardan biriydi. AKP destekçisi Haksöz dergi çevresinin de hedefler arasında olduğu ileri sürüldü.
Olayı göze batırmak, ön plana çıkarmak için basınla, polisle, TV programlarıyla koordineli olarak yapılan çalışmalara, cemaatler içinde ortaya çıkan telaş havasına bakılınca,  Adnan Oktar’a yapılan operasyonun sıradan bir olay olmadığı görülüyor. Benim aklıma 28 Şubat süreci ve o süreç başlamadan önce göze batırılan Aczmendiler, ardından Müslüm Gündüzle Fadime Şahin’in basılması ve bu olaydan iki ay sonra da 28 Şubat sürecinin başlaması geldi.
28 Şubat AKP-Gülen ittifakının, Türkiye’de siyasi rejimin dincileştirilmesi sürecinin önünün açıldığı bir dönemdi. Bu süreçte esas darbe Kürt hareketine ve Türkiye devrimci hareketine vuruldu. Ama geleneksel büyük cemaatler de epey hırpalandı. Var olan DSP, ANAP, DYP gibi partiler paramparça edildiler. Sonuçta AKP-Gülen ittifakının önünde hiçbir siyasi ve dini rakip bırakılmadı. Aczmendiler, Müslüm Gündüzler, Ali Kalkancılar bu süreçte, laik kesimi oyalamak, resmi Atatürkçülüğe ve orduya bağlamak için bir araç olarak kullanıldı. Generaller şeriata karşı mücadele ediyoruz görüntüsü altında AKP-Gülen ittifakını iktidara getirdiler.
Şimdi de yeni bir siyasi rejim değişikliği süreci yaşıyoruz. Daha doğrusu zaten fiiliyatta olan ama yasal hale getirilmediği için bazı problemler yaratan siyasi sistem meşru hale getirilmeye çalışılıyor.  Parlamentonun, siyasi partilerin, adli kurumların tümüyle adı var kendi yok kurumlar haline getirildiği, yasama, yürütme, yargının tek kişide toplandığı, basın, yayın, örgütlenme, gösteri, yürüyüş, grev, boykot gibi özgürlüklerin kalıcı olarak yasaklandığı bir sistem bu. Amerika, Avrupa Birliği devletleri ve Türkiye’nin büyük sermaye grupları yani Koçlar, Sabancılar bu yeni sistemin arkasındaki güçlerdir.
Yeni Rejim Meşruluk İçin Kitlesel Temel Yaratmaya Çalışıyor
Kurulan bu sistemin en önemli zaafı, halkın gözünde meşru olmamasıdır. T. Erdoğan ve AKP bu meşruluğu seçimlerle sağlayamadılar. Önce Haziran 2015 seçimlerini, sonra 16 Nisan referandumunu, en son olarak da 24 Haziran 2018 seçimlerini kaybettiler. Kenan Evren’in yüzde 92’lik oyunun yanına bile yaklaşamadılar. Kitlenin önemli ve toplumun bilinçli kesimini temsil eden bölümünün açıkça karşı olduğu, hatta bir umut görse sokağa dökülmeye hazır olduğu bir ortamda, emekçilerin, aydınların, gençlerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin düşmanı bir siyasi sistemi inşa etmek çok risklidir. Bu nedenle yeni rejimi kuran AKP kitlelerin gönlünü alacak bazı işler yapmak zorundadır.
Adnan Hoca operasyonu ve cemaatlere verilen gözdağı bu çerçeve içinde yorumlanmalıdır. Yukarıda değindiğim gibi 28 Şubata benzer bir süreç yaşıyoruz. Şimdiki süreçte de esas darbe Kürt hareketine ve Türkiye devrimci güçlerine vuruluyor. Çünkü bu kesimlerin mevcut iktidar ve yeni rejim tarafından yedeklenmesi ihtimali yoktur. Bunlar yeni rejimin doğrudan ve bir numaralı düşmanıdır. Fakat CHP kitlesi için, Alevilerin bir kısmı için bir şeyler yapılabilir. Tıpkı 28 Şubatçıların yaptığı gibi. 28 Şubat generalleri dini gericiliğe hiçbir zarar vermeden kendilerini şeriata ve laik cumhuriyet düşmanlarına karşı mücadele eden kişiler olarak gösterebildiler ve önemli bir kitle desteği sağlayabildiler. AKP’nin kendisinden nefret eden bu kitlenin sempatisini alması imkansız gibi görünse de, düzenin selameti için bu kitleyi en azından tarafsız kılacak, oyalayacak ve en önemlisi Kürtlerin, devrimcilerin yanına gitmelerine engel olacak taktikler bulunmak zorundadır. Nitekim başarılı bir örnek var; Kürtlere açılan savaş, Afrin işgali, azdırılan Türk şovenizmi bu kitleyi –CHP’nin de paha biçilmez yardımlarıyla- hem AKP’den nefret eden hem de onun politikalarını destekleyen devletçi bir kitleye dönüştürebildi. Olağanüstü hal, kararnameler bu gerekçe ile meşru gösterildi, CHP tarafından desteklendi. Aynı şey bu kitlenin en büyük şikayetlerinden biri olan cemaatlerle mücadele adı altında – tabii gene CHP’nin değerli desteğiyle- neden yapılmasın? Kürtlere, bölücülere karşı mücadele veren AKP buna ek olarak cemaatleri de ortadan kaldırmaya (!) çalışsa, bu kitle en azından “dur bakalım ne olacak” diye pasif bir konuma geçmez mi?
Adnan Oktar operasyonları, cemaatlere verilen gözdağları, bu kitleyi oyalamaya, karşı saflara gitmesini engellemeye yönelik operasyonlar olarak görünüyor. CHP ise partiyi ve kitlesini sağcılaştırmak, hatta dincileştirmek için eline geleni yapıyor. Kılıçdaroğlu bunu yıllardır politik bir çizgi haline getirdi. Kılıçdaroğlu bu politikayı, “sağ kesimden oy almamız lazım yoksa seçim kazanamayız” bahanesiyle haklı ve meşru göstermeye çalışıyor. Fakat nedense Kürtlerden, CHP’ye oy vermeyen demokrat, devrimci kesimlerden –ki şimdilik yüzde 15 civarında bir oy potansiyelidir- oy alabilmek için bir şeyler yapmak Kılıçdaroğlu’nun hiç aklına gelmiyor!
Kılıçdaroğlu’nun rakibi M. İnce de seçim sürecinde dini bütün Müslümanlık tasladı durdu. M. İnce, “Allah’ın izni, milletin isteğiyle” başkan olmak istedi. Hiçbir Cuma namazını kaçırmadığını, her bayramın ilk günü neler yaptığını, ablasının başörtülü olduğunu anlata anlata bitiremedi. Özetle, CHP yönetimi kitlesini dinciliğe yanaştırmaya uğraşırken, AKP de bu kitleye ve  İyi Parti, MHP kitlesine hoş gelecek işler peşinde koşuyor. Yeni rejim kendine kitle gözünde meşruluk kazandıracak taktikler bulmaya çalışıyor.
Bir not olarak belirtelim: 12 Eylül faşizmi sağ sol çatışmasını bir günde bitirerek, can güvenliğini sağlamıştı(!). Anne, babalar çocuklarının akşam sağ salim eve geleceğinden emindiler ve bu durumdan hoşnut oldular. Gene 12 Eylül cuntası grevleri, sendikaları yasaklamıştı ama işten işçi çıkarmayı da yasaklamıştı. Ayrıca toplu sözleşmesi süren işçilere de nispeten yüksek zamlar verdirmişti. Belki de en önemlisi cunta, geçici olduğunu, en kısa süre içinde parlamenter rejime dönüleceğini vadetmişti. Bu vaat liberal ve aydın kesimde, “sesimizi çıkarmayalım, biraz sabredelim” eğilimi doğurmuştu. Bütün bunlar 12 Eylül cuntasına kitleler gözünde belli bir meşruluk sağlayabilmişti. Mevcut AKP ise bu tür meşrulaşma araçlarının hiç birine sahip değil.
İşlevsiz Hale Gelen Cemaatler Devlete Bağımlı Yarı-Resmi Kurumlar Haline Getirilmeye Çalışılıyor
Erdoğan’ın cemaatleri Diyanet İşleri aracılığıyla doğrudan kendine bağlamaya, cemaat liderlerinin cemaat kitlesi üzerindeki etkinliklerini kırmaya çalışması yeni bir olgu değildir. Bundan 3-4 sene önce bazı cemaatler ve İslami çevreler bu sorunu tartışmaya başlamışlardı. Örneğin İsmail Kara daha 2015 yılında; T. Erdoğan’ın cemaatlerden kendine biat etmelerini istediğini, cemaatlerin bıçak sırtında olduğunu, eski tek partili yıllara benzer bir dönem yaşandığını yazıyordu. İ. Kara’ya göre T. Erdoğan dernekler ve vakıflar aracılığıyla kendi cemaatini kurmaya çalışıyordu. AKP’yi hiç desteklememiş Nurcu Yeni Asya cemaatinin önde gelen ismi Kazım Güleçyüz 2016 yılı başında; iktidarın basamak yaptığı cemaatleri tasfiyeye yöneldiğini, AKP çevrelerinde “milleti de devleti de İslamlaştırdık, artık cemaatlere gerek kalmadı” anlayışının dillendirildiğini yazıyordu.
Gelinen noktada cemaatler neredeyse varlık nedenlerini kaybetmiş, işlevsiz hale gelmiş durumdadırlar. Türkiye’de cemaatler 1930’lu yıllarda, tek parti tek adam yönetimine karşı halkın, özellikle de esnaf kesiminin tepkilerini dini biçimlerde dile getiren gevşek örgütlenmeler olarak doğdular. Bunlar aynı zamanda, dini kendi tekeline alan devletin dini eğitim, din adamı yetiştirme, ibadethane açma, hac, kurban ve diğer dini işlerde yetersiz kalmasından doğan boşlukları dolduruyorlardı. Yani dini ihtiyaçlara da cevap veriyorlardı.
Bir zamanlar din adamı ihtiyacı, Kuran kursu, cami yapma gibi işleri cemaatler görüyordu. Diyanet İşleri Başkanlığının kadrolarını Süleymancılar, Nurcular yetiştiriyordu. Ayrıca cemaatler Batı’ya ve dinsiz (!) iktidarlara, ekonomik zorluklara, ahlaki bozulmaya karşı dini temelde muhalefet yapıyorlardı. Şimdi ise dünya çapında devasa bir örgütlenme haline gelmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı bütün dini işleri tek başına yapıyor. Ek olarak ülkenin her yanını İmam Hatip Okulları kaplamış durumda. Yani cemaatlere dini alanda yapacak pek iş kalmadı. Cemaatler kendilerine sunulan ekonomik ve siyasi imkanlarla Arap şeyhleri gibi yaşamaktan başka bir iş yapmıyorlar. Cemaatlerin eskiden sahip oldukları muhalif nitelik ise şimdi, velinimete karşı kayıtsız şartsız bağımlılığa ve yardakçılığa dönüşmüş durumda. Bütün bunların diğer anlamı çürüme, yozlaşma demektir. Mevcut cemaatler AKP ile zorunlu bir kader birliği içindedir. Dolayısıyla T. Erdoğan ne isterse yapmak zorundadırlar.
Düzen Sürdükçe Cemaatler Yok Olmayacaktır
Yazdıklarımız, Türkiye’de cemaatlerin sonu geliyor biçiminde değerlendirilmemelidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, cemaatler bağımlı kapitalizmin yarattığı siyasi, ekonomik, toplumsal sorunların bir ürünüdür. Bunlar aynı zamanda emperyalizmin ve siyasi iktidarların, egemen sınıfların ihtiyaç duyduğu, kullandığı, desteklediği kurumlardır. Bu nedenle emperyalizme entegre olmuş sistem devam ettiği sürece cemaatler varlıklarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Şimdiki gözde cemaatler örneğin İsmailağa, Menzil vs. eriyebilir, yok olabilir. Nitekim tarihimizde bunun örnekleri çoktur. Nurculuk Türkiye’nin ilk cemaati idi ve 1970’lere kadar tartışmasız en güçlü cemaatti. Sonra bölündü, parçalandı rakip gruplara dönüştü etkisini yitirdi. 1970’lere kadar pek etkisi olmayan ama daha sonra MSP’yi, Hak-İş’i, Akıncıları örgütleyen İskenderpaşa’dan geriye pek bir şey kalmadı. Fakat dünün küçük sayılabilecek cemaatleri olan Menzil ve İsmailağa AKP desteği sayesinde büyük örgütler haline geldiler. Kısacası cemaatler donmuş, sabit, değişmez olgular değildir. Onlar da sürekli bir değişim, doğuş ve yok oluş süreci içindedir. Yozlaşıp yok olacak cemaatlerin yerini yeni ve başka cemaatler alacaktır. Ayrıca AKP iktidarları sayesinde yeni cemaat tipi oluşumların kitle tabanı, zemini daha da gelişmiştir. Bağımlı kapitalizm sürdüğü sürece dini cemaatlerle birlikte yaşayacağız.
*Cemaat ve Tarikat Aynı Şeyler Değildir
Basında televizyonlarda tarikat ve cemaat aynı anlamda kullanılıyor. Cemaatlere tarikat, tarikatlara da cemaat deniliyor. Tarikat ve cemaat farklı olgulardır. Tarikatlar esasta feodal döneme ait dini-toplumsal örgütlenmelerdir. Cemaatler ise kapitalist dönemin ürünüdürler. Cemaatler tarikatlardan çıkmışlardır ama tarikat değildirler. Tıpkı tarikatların mezheplerden çıkmaları ama mezhep olmamaları gibi.
Tarikatlar 12. Yüzyılda ortaya çıkmaya başladılar. Tarikatlar, 8. Ve 9. Yüzyılda ortaya çıkan mezheplerden sonra İslamda ikinci farklılaşmayı temsil ediyorlardı. Tarikatlar İslamın yerli, bölgesel yorumlarının ürünüydüler. Örneğin Orta Asya’da ortaya çıkan Yesevilik ve Nakşilik, yöresel özelliklere uyumları sayesinde bu bölgede İslamın yayılmasında önemli rol oynadılar. İlk tarikat olan Kadirilik Hanbeli mezhebinden çıkmıştı ama mezhep değildi. Nakşibend Hanefi mezhebindendi ama Nakşibendilik mezhep değil tarikattı.
Türkiye’de günümüz cemaatleri Cumhuriyet döneminde oluşmaya başlamışlardır. Osmanlı’da ne Nurcu cemaatler, ne İskenderpaşa, ne İsmailağa, ne Süleymancılar, ne Menzilciler vs. yoktu. Ama birçok tarikat vardı. Bizde oluşan bütün cemaatler Nakşilikten çıkmadır.  Fakat Nakşilik diye bir cemaat yoktur. Nakşilerin kurduğu ve birbirine rakip cemaatler vardır. Cemaatleri tarikat diye nitelendirmek, cemaatlerin özgül yanlarını, onları doğuran bağımlı kapitalist sisteme özgü siyasi, ekonomik, toplumsal nedenleri anlamamıza engel olur.
http://ozguruniversite.org/2018/07/22/adnan-oktar-operasyonu-cemaatler-ve-yeni-rejim-osman-tiftikci/
0 notes