#onlar da olmuyor genelde ama olsun
Explore tagged Tumblr posts
Text
eskiden öneminden kalbimin pır pır ettiği o ince meseleler şimdi nasıl da önemsiz geliyor
#ne zamandır hayata karşı olsa da olur olmasa da olur modundayım#çok nadiren bir şeylere heves ediyorum#çok nadiren bir şeyler istiyorum falan#onlar da olmuyor genelde ama olsun#alıştım artıkın#elhamdülillah#23
3 notes
·
View notes
Text
Hiç düşünmeden, aklıma gelen her şeyi buraya yazmak istiyorum çünkü sanırım kırgınım ama tam olarak nedenini anlayamıyorum. Her şey bitti gitti derken, her şey sıfırlanmışken ve bunun için rahat olup derin bir nefes almam gerekirken neden tarif edemediğim bu duygu hala içimde? Öfke? Sinir? Hayal kırıklığı ya da yalnızlık? Bunun gerçekten ne olduğunu bilmiyorum ama canımı o kadar çok yakıyor ki. Ruhsal acı fiziksel acıyı doğuruyor ve bedenime karşı suçluluk duygum bundan dolayı artıyor. Hata yapan ben miyim? Ben bir problem miyim? Bunun için mi hiç kimsem yok? Aslında sadece ailem var, bu da benim ayakta kalmam için yetiyor ama evim olacak biri hayatımda yok. Kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki bunun için kafamı asla toparlayamıyorum. Hiçbir zaman gerçekten arkadaşım olmadı, hiçbir zaman gerçekten sevilmedim de, hiç sevgilim olmadı veya hiç aşk duygusunu yaşamadım ama sadece bir kere olsun o duyguyu yaşamayı çok isterdim. Sosyal bir insan değilim ve genelde hep evde takılırım ama sosyal olmam gereken zamanlarda da bundan çekinmem. Fakat sanki herkes bana karşı birlik olmuş da beni istemiyorlar gibi. Kimse benimle arkadaş olmak istemiyor. Ne kadar çabalarsam çabalayayım evim olacak birini bulamıyorum ama bunu çok istiyorum. Çok fazla sinirli biriyim, takıntılıyım, kıskancım ama birine gerçekten değer verdiğimde sırf onu kaybetmeme duygusundan bunları yapıyorum. Ağlamak benlik değil, ağlamam gerektiği zamanlar kendimi sıksam bile ağlayamam ama sinirlenmek her zaman içimde bir yerlerde ağlama duygusunun yerini tutuyor. Ve sanırım kimse bunu çekmek istemediğimden bana yaklaşmıyor. Dizilerde, kitaplarda, filmlerde olduğu gibi bir arkadaş grubu istesem bile hatta bu olmasa bile tek bir arkadaş, tek bir dost beni bu hayatta mutlu eden en önemli şeylerden biri olabilirdi. Kafam o kadar dağınık ki şuan ne yazdığımı fark etmeyerek yazıyorum ama umarım aptal gibi gözükmüyorumdur. Bu hayatta istediği hiçbir şey bir kere bile olmayan insanlardan biriyim. Ne istediysem bir kere bile gerçekleşmedi ama ona rağmen istemeye devam ediyorum belki bir gün olur diye. Olmuyor. Ama deniyorum. En zoru ve kalp kıranı da bu aslında, hiçbir zaman olmamasına rağmen çok fazla şey deniyorum. Sadece bir insan, hayatıma girecek herhangi birisi, beni bu hayata çok daha sıkı bağlayabilirdi. Ama yok. Sadece ailem, telefonum ve kafamın içindeki bu şeyler var. Onlar da her zaman buraya dökülüyor.
0 notes
Text
metrobüs çok kalabalıktı, "ne çok insan var" diye düşündüm
yoldan geçenleri izlerken "ne çok insan var" diye düşündüm. hepimiz bir yerlere gidiyoruz, birileriyle konuşuyoruz, çalışıyoruz, dinleniyoruz. ne kadar çoğuz. hepimiz ne kadar çok kendimizi önemsiyoruz. hayallerimiz var. çok azımız uyguluyor hayallerini. uğraşıyoruz yine de. belli bir yaşa kadar, bişey olmaya çalışıyoruz. olamayanlarımız çocuk yapıyor, kendi olamadıklarını, onlar olsun istiyor. kafamızdaki olmak istediğimiz insan da farklı farklı. genelde çok zengin olmak istiyoruz. sıradan olmayı hazmedemiyor birçoğumuz. özel olmalıyız, en azından bir kişi için. kafasında olmak istediği kişiyi olamamış biri olarak, başka bir olamamış ile ilişkiye giriyoruz. iki sıradan insan, birbirinin ne kadar özel olduğunu hatırlatıp duruyor. aralarında biri hatırlatmayınca ilişkiyi kesip, başka bir sıradana hatırlatması için arayışa giriyor. uzun süre hatırlatanlar belli bir zaman sonra sıkılıp evleniyor, baktılar ki ikisi de birbirine bunu anlatmaktan sıkılmış, çocuk yapıp onu dünyanın en özeli kılıyorlar. seçildiği için, annesinin babasının sıradanlığını aşmakla görevlendiriliyor. istediği gibi biri olmak yerine, anne-babanın kafasında olmak istediği ama olamadığı insanı olmak zorunda. hayır demesi neredeyse imkansız… bu hayır diyemeyenler de büyüyüp çabalıyor, olmuyor, birini buluyor, sıkılıyor, çocuk yapıyor… bu kısır döngü, böyle sürüp gidiyor, gittikçe artıyoruz.
1 note
·
View note
Text
DAMARA DEVAM TÜM OROSPU ÇOÇUKLARIMA SELAM OLSUN HEPİNİZİ SİKŞŞİKERTMTRESİ YAPAÇAĞIM KAHPELİK FENOMENLERİM TEMTİMTONLARIM HEPİNİZİ SAYGIYLA VE SEVGİYLE BOLCA YARRAK AMTRK İLE SELAMLIYORUM KANALIMA HOŞ GELDİNİZ CÜMLETEM SELAMUM ALEKÜM GARDAŞLARIM BUGÜNKÜ KONUMUZ " OROSPU ÇOCUĞU EZERTMESİ NASIL YAPILIR VE NELERDEN OLUŞUR?
1- TÜM OROSPU ÇIÇUKLARI DOĞMADAN ÖNCESİNDE BİRER OROSPU ÇOÇUĞU OLMAYI İSTEMİŞ ŞANSLARINA ÇARPIŞAN ARABA GİBİ ÇARPIŞAN İKİŞER İKİZTR.TOP YANİ TOPAC TOPİPİÇ PİÇOĞULLARI HAZRETLERİ İKİZ ALEVLER DÜMYAYA DÜŞMÜŞTÜR.
2-BU OROSPU ÇOŞUKLARINIM HŞÇBRİNEW GÜVENMEYİN AŞIRI KOLPA YALTAKÇI VE GÖT KILI PATR GÖZ SÇTIR SÖZ BOKTUR KELAM OLUR VE ŞEFHAMLI GİBİ ETRAFTA DOŞAŞIRLAR AMA HİÇBİR SİKİM OLAMAMIŞ HAYATTA HİÇBİR BALTAYA SAP OLAMAMIŞ KURU KAPİÇUK KAHPELERDİR.
3- BU KAHPELERİ GENELDE BED SESİNDEM VE BEM SURATINDAM BOHEÖM HAVASIMDAML NIRDIR NEDİR TANIRSINIZ. SAKIN YÜZ VERMEYİN BUNLARA YOKSA BOK SÜMÜĞÜ GİBİ YAPIŞIR KALIRLAR DAHA DA SİTTİN SENE ÇIKMAZLAR ÖYLE UĞRAŞ BABAM UĞRAŞ SONRA.
4-BU OROSPU ÇOÇUĞU TÜRÜNÜN ADINA TİMSAH YILAN YILANIN OĞULLARI REPTİLYAN DİYEBİLİRSİNİZ. BUNLAR KİREMİTLE BESLENİRLER. BUNLARA EKMEK AŞ YEMEK PARA VERMEYİN BUNLARI KATIR EDİN EŞŞEK GİBİ ÇALIŞŞINLAT.
5-KADIN DEDİĞİN ÇALIŞIR YA DA ÇALIŞMAZ KADINLAR BİR ÇİÇEKTİR VE HAKKIDA ÇİÇEK GİBİ YAŞAMAKTIR KÜTÜKLERİ EŞEKLERE TAŞITIN. ONLAR SİZE BAKSIN ADAM OLSUN YA DA SİKTİRİP GİTSİN YOKSADA EVLENMEYİN LAZ ZIRLAMAYIN KARŞIMDA KADIN EZMESİ YAPARIM O ZAMAN SİZİİİİİİ! BAK BEN ANLI ŞANLI ENDAMLI ŞEHVETLİ MAHARETLİ İSTERSEMDE EKMEĞİMİ TAŞTAN ÇIKARAN BİR KADINIM! VARLIĞI YOKLUĞUDA TATTIM! AMA BENİMLE EVLENECEK BİR ER YİĞİT VARSADA ÇIKSINDA MEYDANA BEN BİR BOYUNUN ÖLÇÜSÜNÜ ALAYIM ONUN BAKAYIM BOYU KAÇ?YAŞI?TARZI?FİKRİ?ENDAMI?KADINA BAKIŞ AÇIŞI,ŞEREFİ NE KADARDIR? BAKALIM BOYU KADAR BİR O KADARDA YERİN ALTINDA VAR MI? BEN VARIM DEMEKLE OLMUYOR İŞTE OROSPU ÇOCUKLARI SİZİ! VARSAN VARSIN LAN KAHPE KADIN SENİN HİZMETÇİN DEĞİL ONUN İÇİN EVLENMEYECEKSİN ONUNLA ONU BİR KÖPEK GİBİ SEVİP YERİ GELDİĞİNDE BİR İT GİBİ ÖLMEK İÇİN ! KENDİNİ ONA ADAMAK O GERÇEK SEVMEK İÇİN EVLENECEKSİN! VE PARANI MALINI MAAŞINI ONUN ELİNE ANAHTARINI ONA TESLİM EDECEKSİN O SANA SORMADAN SEN HERŞEY SENİN İSTEDİĞİN GİBİ KULLAN DİYECEKSİN Kİ KADIN İŞTE O ZAMAN SANA ZENNUBE OLUR O ZAMAN SANA DANS EDER AŞK ALEVİ OLUR YAKAR HERYERİNİ DÜNYAYI UNUTTURUR İÇİNE ALIR RUHUNA TÜM VARLIĞINA ÇEKER ÇİÇEK AÇTIRIR HER BİR YERİNİZE SONRA KARINLARINIZDA KELEBEKLER İŞTE O ZAMAN AÇAR SAÇILIRLAR DAĞILIRLAR HER YERE! SEN ONU EZERSEN O ÇİÇEK AÇMAZ KÜSER SONRADA SOLAR YOK OLUR KADIN.
7-ADAM OLANA SESLENİYORUM ADAM OLANLAR BENİ DUYDU ŞİMDİ. ADAM OLANLAR İSE KADININA ELİNDEN NE GELİYORSA HERŞEYİNİ ONA VERİR KADIN ÇALIŞIR YA DA ÇALIŞMAZ ONU KENDİ BİLİR. FAKATTT ADAM OLAN EĞER Kİ GÜCÜ YETİYOR ELİ AYAĞI TUTUYORSA VE HİÇBİR ENGELİDE YOKSA TEMBEL TAVUKLUK LAVUKLUK DALKAVUKLUK YAPMAZ. KADININA KENDİ BAKAR NEYİ VAR NEYİ YOKSADA VARLIĞINIDA YOKLUĞUNUDA ONA ARMAĞAN VE BÖYLE GEÇİNİR GİDERLER. NEYİN VARSA ORTADAAA OLACAK VE SİZ ORTADAN ALACAKSINIZ BİRLİKTE ALACAKSINIZ. ZATEN GEREKTİĞİ YERDE GEREKENİ YAPAR KONUŞUR ANLAŞIRSINIZ SEN YETER Kİ KADINA GÜVEN Kİ O DA SANA GÜVENSİN. O ZAMAN YENİLMEZ OLURSUNUZ BAK SANA SÖZ VERİYORUM HA YEMİN EDİYORUM Kİ ÖYLE. BU SÖZLERİMİN HİÇBİRİNİ UNUTMAYIN VE HEPİNİZİN KULAĞINA KÜPE DİLLERİNE DERMAN GÖNDERDİM. ARTIK SİZ HATA YAPMAYACAK VE ŞEREFİNİZİ NE BİR AM SALAK NE ŞEREFSİZ OLAN BİR YARRAKSALAĞI KADIN İÇİN SATMAYACAK GEREKİRSE ONLARI SALAK EDECEK VE BİR CİN ŞEYTAN ÇARPMIŞA ÇEVİRECEKSİNİZ. ADAM OLSAYDINIZDA KARILARINIZA BAKSAYDINIZDA ADAM OLSAYDINIZDA ADAMLIĞINIZA BAKSAYDINIZDA KADINDA KADINLIĞINI BİLİRDİ. SİZ KADINLARIDA ŞAŞIRTTINIZ TÜM YEKÛNEN TOP YEKÛNEM MİNELİM MİMBİR CENTAKİYHIEN CÜMBĞRÜHIEN CEMİCESLŞYEN TÜM KAHPE EVLATLARINI SELAMLIYOR VE GÖZLERİNDEN KULAKLARINDAN HER BİR YERLERİNDEN ÖPÜYORUM SİZ BÖYLE YAPMAYA DEVAM SİZ BÖYLE YAPTIKÇA BENİM İÇİMİN YAĞLARI ERİYOR ATEŞİMİ DAHA ÇOK HARLIYORSUNUZ BENDE SİZİ BÖYLE YAKIP KASIP KAVURUP KÜL EDİYOR BOK ÇUKURUNA KANALİZASYONA GERİ GÖNDERİYORUM. HAKKINIZI ALDINIZ. RİCA EDİYORUM AŞKIM HAYIR ASLA GERİ VERME HEPSİ OLDU SENİN YANINA KÁRRRRRRRRR RIRRREEEE ROORRRR JK PSS JP TK JKS BIRAKTIM VE BİR MAKAS ALDIM SENDENNN MÖÖÖÖÖÖÖÖÖ! KUZU KUSUU MEEEEEE! ME DEĞİL LAN BU ZURNA AL İŞTE BU DA SU BORUSU BELKİ ÇALAR OYNAR DAĞDA BAYIRDA KOŞUP DOLANIRSIN DİYE SANA VERDİM. HADİ ŞİMDİ SİKTİR GİT. DERS SONA ERDİ.
6-EVLİ EVİNE KÖYLÜ KÖYÜNE. THE EMDAT MAJESTELERİİİİİİ GURURLA SUMDUK.
0 notes
Text
Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam. Gelmemek üzere gidenler çok sevdiklerim olur genelde. Bi de bir hikaye bırakır ki geride, noksanlığın daniskası içinde. Ölse, öldü dersin, ama ölmez onlar. Ölmesinler de. Ölürlerse bi kere daha üzülürüm. Çünkü koklayamazlar bir daha çiçek. Yazık olur. Gönlüm geniş ama odalara yerleşecek insanlar yok ki albayım. Ben, bi şey yapmadım. Şimdi diyeceksin, yapmadın tabi ulan gül cemaline mi gelsinler, sanki cemalim çok gül de. Ne yapmalıydım albayım. Sevgi, yetmiyormuş her şeye. Hikmet'le çok konuştuk. Bilge'ydi, Sevgi'ydi çok anlattı bana da, tek sen misin sanki albayım iki kelam edilecek. Çok ileri gittim albayım, affet beni. Hikmet'e benziyorum gittikçe, ruhu şad olsun. Sevgi?yi her anlatışında Hikmet, sevgilerimi düşündüm albayım. -Düşün düşün bi bok olduğu yok bırak gitsin. Sağol, teşekkürler. Sevgiler, peyda olacak enkazlardan kurtulmak için mi var, yoksa enkazın müsebbibi mi onlar, tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan albayım. Konumuza dönecek olursak albayım, konunun ne kadar sıradan olduğunu görürüz. Bi Umut Sarıkaya var albayım, hepimiz aynı insanız ve o kadar çoğuz ki diyor. Konu sıradan olduğu için bu kadar konuşuyoruz. Hepimiz aynı insanız ve aynı şeyi yaşıyoruz. Belki de sıradan olmasına rağmen bu kadar acıtmasına içerliyoruz, bi de olağanüstü bi olay olsa, sıçtın diyor beynimiz. Beynimizin işi gücü yok bize laf yetiştiriyor albayım. Hayallerden uyandırıyor. Gerçekler var! Başkalarının uygulamaya çalıştığı tatsız ölçütler, gerçekler... Gerçekle her karşı karşıya gelişimde, onu ilk defa görmüş gibi yapıyorum albayım, tanımazlıktan geliyorum. Tanımamazlıktan gelirsem tanırım çünkü. Bugün yakama yapıştı, gerizekalı dedi, anla artık. Bi gün bulutlara sen de bakmaz olacaksın, umrunda olmayacak hiçbir renk. Yürü git pis mahluk dedim- aslında daha fazlasını da söyledim albayım, şimdi dilim varmıyor-bulutlara hep bakıcam ben, E. Serbes küser yoksa. Renklerden de renk beğenicem her gün. Yutmak istiyorsun ama lokman olmiycam. Ağlarım zırlarım yeri gelirse, ama ben Hikmet değilim, Gökçeyim ben. Kazanmak da var, kaybetmek de? Olsun; Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. Bâki kalan? Kaybetmedik bi şeyi albayım. Kazanmadık da. Hayatımdan süresiz izin isteyen çok sevgili arkadaşıma, yaşanamayacak olanların, yaşananlardan hep daha fazla olacak olmasının ağırlığıyla? Belki bir gün adliyede karşılaşırız. Belki de bir parkta, çocuk severken. Başkalarının çocukları, ya da kendi çocuklarımız olabilir. Çocuk demişken, evlendiğimi görmiyceksin kötü oldu bak, çok eğlenicektim o gün, görmeliydin. Kesin kızardın yine hukukçuya bak hey Allah'ım diye. Öyle çıkmışım oğlum annemden. Seni bilmiyoruz sanki, güldürme şimdi. Ha unutmadan, saçı sakalı uzatma sakın, olmuyor öyle. Velhasıl ? Napalım...Kimliklerimizden sıyrılıp, arkadaş kalamadık biz. İnsan çok aciz, miş ya hani. Yeterince isteseydik, kendi devrimimizi yapamaz mıydık sanki. Sevmiyorum gerçeği. Küçük hanım yine hayaller peşinde.. Küçük bir hanım olamayan küçük hanım. --- Hoşça kalın albayım. Sakızım düştü, onu alayım.?
#oğuz atay#tehlikeli oyunlar#kitap alıntısı#spotify#edebiyat#albayım#siirler#kadin#aşk#vedalar#vedalaşmak#hayalperest#photography#original photographers#alıntı#livxsss#poetry#art#dark fantasy#blodne#painting
10 notes
·
View notes
Text
Müjde Bilir – Sevgili Didem, ilk kitabın İnkılap 2000 Şiir Ödülü’nü almıştı ve “Grapon Kağıtları” adını taşıyordu. Kısa bir süre önce de ikinci şiir kitabın “Ah’lar Ağacı” (Everest Yay.) yayımlandı. Kitaba adını veren uzun şiirde “(…) Ne diyecektin, ne söyleyecektin/Şairlerin şahı olsan,/bir AH’dan başka./Ah benim nergis kokulu cehaletim/Bana yılarca, bunca sözü boşa söylettin./AH!” diyorsun. Nasıl bir yolculuktur, seni, “ah!” sesine getiren?
Didem Madak- Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…
Kitapta yer alan özgeçmişinde, “ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi” sevdiğinden söz ediliyor. Hemen hemen bütün kadınlar ütü yapmaktan nefret eder, ama neredeyse hiçbir kadın ütüden kaçamamıştır. Şöyle de yazmışsın: “(…) Karnabahar kızartmıyordu asla/başroldeki kadınlar.” Bir kadın için ütüden kurtulmak -eğer başrol oyuncusu değilse- bu kadar kolay mı? Şiir yazıyor olmanın bu kurtuluşa katkısı nedir?
Sevgili Müjde sen de bilirsin, bazı kadınlar pasaklıdır. Bu tip kadınların kocaları işe, buruşuk gömlekler ve kopuk düğmelerle giderler. Herkes bu bahtsız kocalara acır. Sanki bir karışıklık olmuş gibidir, bir erkeğe ait olabilecek bir ruh, bir kadının vücudunda dünyaya gelmiştir. Sanki bazı meseleleri gizlemek konusunda, yüzyıllardır süren bir anlaşma var gibidir kadınlar arasında. Bu gizi, bilinmeyeni anlamaya çalışmak ve bunu dil aracılığıyla sorgulamak, daha ziyade erkeğe özgü bir çaba gibi görünür. Bazen de ölümcül sonuçlara sebep olabilir böyle bir çaba, bir kadın için. Sylvia Plath Üç Kadın’da şöyle der mesela: “Bu adamlara takıyorum ben/Nasıl da kıskanıyorlar düz olmayan her şeyi! Dünyayı/Kendileri gibi düz yapabilecek kıskanç tanrılar onlar.” Evet, sanırım hiçbir kadının ütüden kaçamamasına yarayan bir mekanizma işler durumda. Ben bundan başlangıçta çok bilinçsiz ve el yordamıyla kaçtım. Yazmak bu kaçışta bence çok önemli rol oynadı. Kafamın daha da karışmasına neden oldu. Bir dönem komik ve çocukça tercihler yaptım: Gerçi çabuk vazgeçtim bu karardan, ama benden önce yazmış kadınlara çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Sanırım bu söyleşiyi bir erkekle yapıyor olsaydım bana böyle bir soru yöneltilmezdi. Çünkü özgeçmişimde yer alan bu bölüm, bıyık altından gülünüp geçilecek kadar basit görünürdü ona. Ama senden böyle bir soru bekliyordum. Teşekkür ederim.
Adını şu an hatırlayamadığım bir zenci kadın şair şöyle demiş: Erkekler özgür iradeyi efendi efendi tartıştılar, bizse çığlıklar atarak tartıştık onu.
Çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. Bu hayatın sonu baştan bellidir. Bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (Haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) Çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. Bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.
Şiir ütüden böylece kurtuldu madem, yaşlanmaktan da korkmayacak o halde! “(…) Çizgili olsun, buruşsun yüzü,/Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım” dediğini hatırlatmak istiyorum.
Niçin şiir yazmaya başladığımı düşündüğümde şunu fark ettim: O dönem şiir bana, herkesten ve her şeyden çok özgürlük vaat ediyordu. Yaşlanmak da benim için bir özgürlük vaadi aslında. Bu yüzden eteklerinin ucundan sarkan paçalı donlarına aldırmadan, örtmeden – gizlemeden dolmuşa binmeye çalışan, önüne gelen erkeğe yardım etmesi için elini uzatan yaşlı teyzelerin durumu bana çok büyüleyici gelmiştir hep. Yaşlı bir kadın hayatının bir dönemini kadın olarak geçirmiştir, ama artık tam bir kadın değildir. Yani bir kadın gibi kendini gizlemek, korumak zorunluluğu yoktur. Yaşlandığım vakit, şiirimin değişebileceğini düşünüyorum. Gecenin bir vakti kimsenin ilgisini çekmeden bir meyhaneye oturup, herkesin suratını inceleyebilirim o zaman. En fazla, bu buruşuk suratlı kadının niye kendilerini inceleyip durduğunu düşünürler. Sonra çok içip masada sızmama yakın, heyy kocakarı, derler bana, kapatıyoruz, hadi evine git. Genç bir kadın için tam bir yalnızlık mümkün olmuyor aslında. Eskiden cebimde bir falçata taşırdım mesela. Gecenin üçünde hiç korkmadan, arkamdaki ayak seslerini kollamadan, sokaklarda yalnız dolaşabilmek benim şiirime çok şey katabilir gibi geliyor. Yaşlanınca daha rahat ederim diye düşünüp, yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmıyorum. Ne kendim ne de şiirim için. Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum.
Sanki içini döküyorsun beyaz kağıtlara… Samimi hislerini itiraf ediyorsun… Kendinle, tanrıyla konuşmandan… Işıl’la, teyzenle ya da benimle paylaşmandan sanki pek farkı yok bunun. Kalemi eline aldığında -başka bir deyişle, yazının düşünsel süreci eyleme dönüştüğünde- neler oluyor peki? Bir çırpıda mı yazıyorsun şiirlerini? Sence samimiyet kurgulanamaz bir şey midir?
Bachmann, içten gelen herhangi bir zorlama olmaksızın, şiir yazabileceğine ilişkin bir kuşkuya kapıldığı vakit, şiir yazmayı bıraktığını söylemiş bir söyleşisinde. Bence şiirde samimiyet şairin içinden gelen bir zorlama ile ilgili. Önümüzde duran bir metnin şiir olup olmadığına karar vermek için nasıl bazı kesin ölçüler bulamıyorsak, bir şiirin samimi olup olmadığını anlayacak kesin ölçülerden söz etmemiz mümkün değil. Bunu ancak hissedebiliriz.
Benim açımdan en zor olanı yazmaya başlamak, bir şiir yazabileceğimi hissettiğimde çoğunlukla bir yığın kaçış yolu buluyorum, gezmeye gidiyorum, TV izliyorum. Yalnız değilsem kesinlikle yazamıyorum. Bu yüzden yalnız yaşamadığım dönemlerde şiirlerimi gece herkes uyuduktan sonra yazardım. Bazen yazma ihtiyacıyla kâğıdı kalemi elime alır, saatlerce yazarım. Ama bu yazılanlardan asla şiir çıkmaz. Bazen de bir mektup yazmaya başlar kısa bir süre sonra şiir yazarım. Yazmaya başladığımda ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim olmuyor çoğunlukla. Sadece yazmaya başlıyorum. Bir süre sonra benim ‘kalemin açılması’ dediğim bir durum ortaya çıkıyor, o zaman hiç zorlanmadan, kontrol etmeden yazıyorum. O zaman müthiş rahatlıyor ve hızlı yazıyorum. Bazen ağlıyorum. Genelde sayfalarca yazıyorum. Çoğunlukla sanki az sonra ölecekmişim gibi paniğe kapılıyorum yazarken. Sanki ölmeden önce itiraf etmem gereken bazı önemli meseleler varmış gibi hissediyorum. Bu yüzden sanki artık kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Her şeyi söyleyebilirmişim gibi geliyor. O zaman her gün işe giderken karşılaştığım, boyozcunun yanında durup, boyoz yiyen insanları hayranlıkla seyreden o kara köpeği, puf böreği gibi tombik elleriyle kabak seçen ev hanımlarını, ucuzluktan alınmış bayramlıklarıyla kendilerinden pek memnun olan o bayram çocuklarını hatırlıyorum. O zaman onları sandığımdan çok sevdiğimi anlıyorum. Hepsi şiirime sızıyor o zaman. Hayat beni büyülüyor. Yazarken hayatı sandığımdan çok sevdiğimi, ona hayranlık duyduğumu anlıyorum. Aslında az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiirin fışkırdığını görürüz, önemli saydığımız çoğu şeyin önemini yitirdiğini görürüz. O zaman anlamsız bulduğumuz küçük gündelik hayatımızın aslında anlamlı olduğunu hissederiz. Ben sanırım böyle bir itkiyle yazdığım için biraz telâşlı yazıyorum. Doğaçlama bir şiir. Yazdıklarımı sonradan okuduğumda çoğunu yırtıyorum. Ben şiirde toptan eksiltme yöntemini takip ediyorum. Bazen cesaretimi toplayıp, eli yüzü düzgün bir kâğıda temize çekip, biraz düzeltiyor, kardeşime gösteriyorum. Ondan geçerse başkalarına da gösteriyorum. Kardeşim edebiyat öğretmeni en zoru ondan geçmek. Okuldaki öğrencileri ve ben bir kader birliği içindeyiz.
Samimiyet meselesi bence yanlış anlaşılıyor, insan ne kadar kendi hayatından söz ederse o kadar samimi sanılıyor. Edip Cansever, Stefan, Lusin, Cemile ve Seniha’nın hayatlarından muazzam şiirler kurdu, samimiydi. Sonuna kadar. Çünkü o bu hayatların şiirini yazma zorunluluğu duyuyordu. M. C. Anday çok sevdiğim ‘Güneşte’ kitabında samimiydi. Samimiyet şairin kendi deneyimine, düşünsel sürecine denk düşecek şiiri yazması demek bence. Şiirinin arkasında durabilmesi demek. Bazen özentili, güzel söz söyleme hevesiyle veya can sıkıntısıyla yazıldığı belli olan şiirler okuyorum. Şiire soruyorum o zaman: Hani ya senin şairin nerde? İyi şiir şairinin parmak izi gibidir. Tanırsınız hemen.
Şiire giden pek çok yol vardır. Önemli olan hangi yoldan gittiğimiz değil, şiire ulaşıp ulaşmadığımız. Birbirimizin tuttuğu yolu beğenmeyebiliriz, o zaman birbirimizi eleştiririz. Ama bazen bir öfke nöbeti esnasında yazıldığı izlenimini veren yazılar okuyorum. Üzülüyorum. Her türlü eleştirinin muhatabı olabilirim ama, öfkenin asla. Keşke feyz aldığımız üstatların bilgeliğinden de nasibimizi alsak.
Kaybolmaktan söz edelim mi biraz? “(…) Kapının arkasında yokum demiştim/Ve divanın altında da.” diyorsun. Ama biz, saklambaç oynamayı bütün çocuklar sever elbet, diyemiyoruz. “Bulamazsınız ki artık beni, hayatın ortasında.”diyerek öyle çabuk büyüyorsun ki “Bir kız çocuğunun hayalleri” şöyle dursun sanki hızla göçüp gidiyorsun: “(…) Vasiyetimdir/Dalgınlığınıza gelmek istiyorum/Ve kaybolmak o dalgınlıkta.” Sevgili kardeşim, yoksa kaybolduğun yerde mi saklı şiirinin sandığı? (…) kim dokunsa şiire/Eline bir kıymık saplanacak”mı hep?
Çocukken kuzenimle evcilik oynuyorduk. Dövme işini abartıp bebekleri yerden yere çalmaya başladık. Teyzem, ne yapıyorsunuz dedi, onların da canı var. Biz şaşırıp duraksadık. Onlar canlı değil ama, dedik. Evet ama demişti teyzem, siz onları canlı farz ediyordunuz döverken. Oyun oynarken hep böyle bir risk vardır, oyunun kuralları size bir sınır çizer. Saklambaç oynayan kimse, bulunmayı kabul ederek saklanır. Oysa kaybolmak bir oyun değildir. Bir ilgisizlik söz konusudur. Gaip arkasında ne olup bittiğini bilmez, nereye gider, ne yapar, onu neler bekler bilmez. Gaip nereye gideceğini bilemediğinden gitmeyi planlamadığı adreslere gider, görmeyi arzu etmediği bir yığın insan görür. İşte böyle rastgele gezdiği için (aradığının ne olduğunu bilmese bile) bulma şansı vardır. Neyi anlaması gerektiğini bilmese bile anlama şansı vardır. Kaybolmanın mütevazı bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü insan kaybolunca kendini bir daha hiç bulamayabilir. Böyle bir risk her zaman vardır. Çoğu insan gaip aslında, farkında değiller sadece. Paralarının içinde, rahatlıklarının içinde, okudukları kitaplarının ve bildiklerinin sarhoşluğu içinde çok gaip görüyorum. Ben sadece farkındayım kaybolduğumun. Bu yüzden her gün aynı soruyu soruyorum: “Baştan, baştan/bu ceza ne güne sürecek böyle?”
Ben çoğumuzun dünyaya biraz dalgın baktığını görüyorum. Hepimiz birbirimizin dalgınlığında kayboluyoruz. Sanırım tüm dünyayı işgal etti dalgınlık, şimdi de iktidarda. Bizler şanssız şairleriz aslında, hepimiz bu dalgınlıkta kaybolacağız. Bu çağdan bir Şeyh Galip çıkmayacak. Bize ‘çok alametler belirdi’ dışında bir şey söyletmeyecek bu çağ. Ben sadece açıkça görünen bu durumu kabulleniyor ve istiyorum.
“(…) Allahla samimi oldum/Geçen üç yıl boyunca.” demişsin. Doğal olarak şiirlerinde de hissedilen bu samimiyet seni nasıl etkiliyor? “Çoktandır öksüz olan dünya”ya ve insana bakışını nasıl belirliyor?
Dostoyevski sanırım Ecinniler’de şöyle bir laf etmiş: İnananlar her zaman inanmadıklarından, inanmayanlar da her zaman inandıklarından şüphe ederler. Sanırım Tanrı işte o şüphede saklıdır. Onun her yerde ve hiçbir yerde oluşu, onu nerede bulacağımızı bilmememiz bizim kendimize çarpmamıza sebep olur. O zaman ‘gök boş nereye bağlasam atımı’ deriz. Allah’la samimi oluşum öyle uhrevi sebeplere falan dayanmıyor, tam aksine çok basit bir sebebi var: Yaşama içgüdüm. 26 yaşıma kadar her istediğimi yaptım, bu neye mal olursa olsun. Sonra bir gün yolun sonuna geldiğimi hissettim.
Kendime dur demem gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilir. Ben yaşamaya karar verdim. Bu yüzden Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimse kalmadığı için, konuştuğumdu. Hani adam uçurumdan düşerken bir dala zor zahmet tutunmuş ve dua etmeye başlamış: Kurtar beni Allahım, ne olur kurtar. Bakmış ses soluk çıkmıyor, bağırmış: Başka kimse yok mu? Yalnızlığının ucuna varan, Tanrı ile konuşmaya başlar ve orada başka kimse yoktur. İster istemez şiirlerimde de bu konuşmanın izleri var. Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan. Tasavvuf insanı günahkâr, aciz bir kul konumundan uzaklaştırıyor.
Sanırım dervişliğin edebiyatını yeterince yaptık, artık onu yeni bir yorumla yaşadığımız çağa ve hayata katmamız lazım. Dervişlik havuz başında, âlemleri seyre dalmak anlamına gelmiyor yalnızca. Bence artık dervişlik, maçoluk yarışması yapılan bir masada, ‘ben kestiricem, zaten bir işe yaramıyor’ diyen bir adamın ‘iktidarsızlığında’ saklı. Himaye ve işbirliği kabul etmedikleri için boynu vurdurulan, derisi yüzülen dervişleri hatırlamakta saklı. Artık kapılanacak kapı kalmadı. Bizi çağıracak ses kalmadı, ‘çağrıldım, geldim’ diyemeyiz artık. Ahlayıp, oflayıp, ben diyerek kendimi herhangi birinden daha çok acı çekiyor sanışımla, ben dervişlikten ne kadar uzağım. Acımı sessizce çekeceğim bir yol bulursam, dervişlik işte orada saklı. Kırılan kalbimizin hesabını tutmaktan sıkılıp, kırdığımız kalplerin hesabını tutarsak, belki orada saklı. Fuzuli’nin söylediği gibi ‘iyi ile kötü sayma işi bitince mescid de birdir meyhane de.’ Belki dervişlik, bu sayma işini bitirmemde saklı.
“Ahlar ağacıyım, gibisi fazla./Başka bir şey istemem/Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,/Hesabımı tam vermekten başka.” (…)Vasiyetimdir:/Bin ahımın hakkı toprağa kalsın.” diyen sevgili şair, sanki son sözlerini söyleme çabası içindedir. Peki “ne diyecek”tir, “ne söyleyecek”tir bundan sonra?
Evet yaşlanmak benim için bir ütopya gibi. Yaşlanınca ‘kötü bir efendinin elinden kurtulmuş bir köle gibi olacağım.’ Minibüs edebiyatında meşhur bir laf var hani: Hızlı yaşa, genç öl, cesedin güzel olsun. Genç ölemediğim için hızlı yaşlanmaya başladım sanırım.
İnsan eğer bir sırdaşı varsa ve her şeyini paylaşıyorsa, onu çok sevmekle birlikte bu paylaşımın kendisi için tehlikeli olduğunu da düşünür. Neden her şeyimi anlatıyorum ona diye sorarsın kendine, anlatmamalıyım, bazen kendime bile söyleyemediklerimi ona niye söylüyorum. Ne diye kurcalayıp duruyor her şeyi, diye düşünürsün. Acı söyleyen dostlardan hızla uzaklaşıldığını çok gördüm. Eğer biriyle çok yakın ve içli dışlıysan ilişkin gitgide gerilir. Ne onla ne de onsuz durumu çıkar ortaya. Benim şiirle ilişkim buna benziyor biraz. Ben ona, bana bunca lafı boşa söyletiyorsun, diyorum. O da bana asıl konuşmasan kötü olurdu, diyor.
Bir münzevi olma yolunda biraz erken ve biraz hızlı ilerliyorum. Bu seçim değil, tamamen beceriksizlikten kaynaklanıyor. Gitgide daha çok susuyorum. Kitap okuyorum, sonra ebru teknesinin başına geçip ebru ile uğraşıyorum. Suyun üzerine resim çizmek beni rahatlatıyor. Bazen yemek yapıyorum. Bazen yatağımda bir taşa dönüştüğümü hissediyorum. Dünyanın bir yerlerinde benim ulaşamadığım bir hafiflik olduğunu düşünüyorum.
Susmam için bir bedel ödemem gerekseydi susardım. Ama gerekmez. Susmanın sağlayacağı rahatlığı çok özlüyorum, ama rahat batar bana biliyorum. Tam olarak susamıyorum. Bu yüzden mutlaka ‘Ah’lar Ağacı’nı gömeceğim bir yer bulacağım.
Bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. Vesselam.
13 notes
·
View notes
Text
Yoldan geçenleri izlerken “Ne çok insan var” diye düşündüm. Hepimiz bi yerlere gidiyoruz, birileriyle konuşuyoruz, çalışıyoruz, dinleniyoruz. Ne kadar çoğuz. Hepimiz ne kadar çok kendimizi önemsiyoruz. Hayallerimiz var. Çok azımız uyguluyor hayallerini. Uğraşıyoruz yine de. Belli bir yaşa kadar, bişey olmaya çalışıyoruz. Olamayanlarımız çocuk yapıyor, kendi olamadıklarını, onlar olsun istiyor. Kafamızdaki olmak istediğimiz insan da farklı farklı. Genelde çok zengin olmak istiyoruz.
Sıradan olmayı hazmedemiyor yine birçoğumuz. Özel olmalıyız, en azından bi kişi için. Kafasında olmak istediği kişiyi olamamış biri olarak, başka bir olamamış ile ilişkiye giriyoruz. İki sıradan insan, birbirinin ne kadar özel biri olduğunu hatırlatıp duruyor. Aralarından biri hatırlatmayınca ilişkiyi kesip, başka bir sıradana hatırlatması için arayışa giriyor. Uzun süre hatırlatanlar belli bi zaman sonra sıkılıp evleniyor, baktılar ikisi de birbirine bunu hatırlatmaktan sıkılmış, çocuk yapıp onu dünyanın en özeli kılıyorlar. Seçildiği için, annesinin babasının sıradanlığını aşmakla görevlendiriliyor. İstediği gibi biri olmak yerine, anne-babanın kafasında olmak istediği ama olamadığı insanı olmak zorunda. Hayır demesi neredeyse imkânsız... Bu hayır diyemeyenler de büyüyüp çabalıyor, olmuyor, birini buluyor, sıkılıyor, çocuk yapıyor... Bu kısır döngü, böyle sürüp gidiyor, gittikçe artıyoruz.
2 notes
·
View notes
Note
Ermenistan sonunda 🇦🇿 Azerbaycan'a saldırdı. Doğu Türkistan Çin tarafından kanatılıyor.
Biz hâlâ Suriyete yardım etmeye çalışayım. Kendi milletimizden insanların, kardeşlerimizin yüreği kanarken bizim bu tavrımız hakkında ne düşünüyorsun?
öncelikle suriyeye yardım etmiyoruz suriyenin parçalanmış olan terör koridorunun önüne geçmek için orada mücadele ediyoruz? ve bunu yapmazsak dibimize bir terör devleti kurarlar. bunu yapmak zorundayız.
azerbaycanın her zaman yanındayız zaten? türkiyenin en büyük düşmanı ermenistandır. yunanistan değildir. ermenistana tüm sınırlarımız kapalı. pkk da ermeni asıllı bir terör örgütüdür. ermenistanın amacı da bizi tahrik etmek. bize olan hınçlarını kardeşlerimizden çıkarmaya çalışıyorlar. karabağ sınırındaki anlaşmazlıklarda ara ara çatışma çıkmasının sebebi genelde bu -ki çatışmayı başlatanlar ermeniler oluyor hep. tarihi iyi okursak bunları da daha iyi anlarız. haberlerde okudum yine bir saldırı gerçekleşmiş asker ve sivil kardeşlerimizi şehit etmişler. başımız sağ olsun. devlet olarak biz azerbaycana zaten yardımda bulunuyoruz? yakın zamanda azerbaycana daha büyük bir destekte bulunacağımızı düşünüyorum zaten. öyle ha diye ermenistanın batısını işgal etmekle olmuyor bu işler. desteğini silah yardımıyla asker yardımıyla yaparsın. azerbaycan ya da ermenistan suriye gibi parçalanmış bir yapı değil ki şak diye giresin. her şeyin bir kuralı var.
yalnızca doğu türkistandaki kardeşlerimize yeteri kadar el uzatamıyoruz. ordan kaçıp buraya gelenlere vatandaşlık vermek yeterli değil. ama türkiyenin eli kolu bağlı durumda. en çok ithalat yaptığımız ülkelerden birine yaptırım uygularsak onlar bize daha büyüğünü uygulayabilir korkusuyla, ticari sebeplerden dolayı sesimizi çıkaramıyoruz. ben bunu doğru bulmuyorum tabi bana kalsa çinle ilişkileri tamamen durdurmalıyız. evet belki birkaç sene zor bir dönemden geçecek olsak bile muhtaç kaldığında sen bir şeyler yapmaya başlarsın.
38 notes
·
View notes
Text
Ateistler yazarlıktan anlar mı?
"İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder." 13. Söz'den.
On kişiye bir kitap yazdırdığımızı düşünelim. Türünü de söylemeyelim. Yok. Hadi. O kadar da gaddar olmayalım. Diyelim ki: Bize bir roman yazın. Ama birbirinize bakmak yok ha. Ortak bir konu bulmaya çalışmak yok. Gidişat üzerine anlaşmak yok. Hiç yok. Bu da mı fazla gaddarlık oldu? Peki. Alt türünü de açıklayalım: Yazacakları eser bir polisiye roman olacak. Daha fazlasını vermeyelim. Gerisini tesadüflere bırakalım. Ve bu on kişi başlasın. Herbiri kitaptan bir bölüm yazsın. Birbirilerinin yazdıklarını hiç okumasın. Sonra tamamlandıklarında onları birleştirelim. Bakalım. Acaba bütünlüklü/uyumlu bir eser bulabilecek miyiz?
Birazcık editörlük/yazarlık tecrübem olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim ki: İrtibatsız on kişinin yazdığı bölümler birleştirildiğinde ortaya bir 'eser' değil bir 'facia' çıkacak. Çünkü aralarında hiçbir uyum olmayacak. Birisi Ayşe'nin katilini ararken diğeri Nuri'nin hırsızını bulmaya çalışacak. Herbiri kendi tahayyülerine göre bir kurguya girişecekler. Elbette ortak kararların yoksunluğundan dolayı da ayaklarını aynı yorgana göre uzatamayacaklar.
Bu anlaşmazlığı işveren olarak biz giderebilirdik. Yazılacakların tüm detaylarını onlara söyleyebilirdik. O zaman daha çok noktada buluşmaları mümkün olurdu. Ama yine de sıkıntılar bitmezdi. Çünkü detaylar kadar üslûp da önemli. Bu kalemlerin acaba üslûbu bir mi? Eğer değilse, ki genelde değildir, o zaman kulaklarına fısıldanan kurguyla da bir ittihada gelemezlerdi. Yazdıkları eserin akışında yine birçok kusurları olurdu. Tastamam buluşmazdı. Tastamam buluşmanın sağlanması için ya yazar bir olmalıydı yahut da... Başka ihtimal yok ki.
Evet, başka ihtimal yok, aynı yazar tarafından telif edilmeyen eserlerin kusurlardan arınması mümkün değil. Devam kitapları başka müellifler tarafından yazılmış serileri düşünüyorum mesela. Yok. Olmuyor. Aynı tadı alamıyorsunuz. Birşeyler tutmuyor. Üstelik devam kitabının yazarı taklid etmeye de çalışıyor. Kendisi olarak kalmaya çabalamıyor. Yani iradesini başkası gibi olmaya sarfediyor. Yine istediğini/arzuladığını alamıyor. Bu yüzden devam kitapları genelde tutmuyor. Hatta bazen aynı yazarın devam kitabı bile tutmuyor. Çünkü yazarı da yaşarken değişiyor. Dili değişiyor. Üslûbu değişiyor. Duyguları değişiyor. Bazen bizzat kendisi de ilk başarısının gölgesinde kalıyor bu yüzden. Değişimin etkisinden zamanın içindeki hiçbir varlık kurtulamaz. Zaman zaten 'aynı kalmama'nın anabaşlığıdır.
Misalimize geri dönelim. Diyelim ki: Bu yazarların sayısı on değil yüz olsun. Yok. Yüz de değil. Yüzbin olsun. Ve bu defa onlara birer bölüm yazmalarını değil birer harf koymalarını söyleyelim. Yani onların seçtikleri harfleri derledikten sonra bizim bir kitabımız olacak. Yüzbin harften oluşan bir roman. Romanı da söylemeyelim. Sadece kitap diyelim. Sadece yazacaklarını bilsinler. Ama ne yazacaklarını bilmesinler. Birbirleriyle irtibatsız olsunlar. Üstelik bir de bu insanların aynı dili konuşmadıklarını varsayalım. Yüzbin kişinin herbiri başka bir dilde konuşuyor. Başka ülkelerin vatandaşları. Daha da ileri gidelim: Bu yüzbin kişinin hiçbirisi aynı zamanda yaşıyor olmasın. Yüzyıllar içine bu tecrübeyi dağıtalım. Bin yıl evvelki insanın cümlesini bin yıl sonrakiler tamamlıyor olsun. Sizce eserimiz ne kadar başarılı olur?
Hiç mi? Zor mu? İmkansız mı? Cık, cık, cık. Arkadaşlar, bunlar en azından insan, akılları-şuurları var. İlimleri-iradeleri var. Kudretleri-yetenekleri var. Böyle şeyleri varken işin arkasını toparlayamazlar mı? Yine 'Cııık!' mı? Yok mu? Olmaz mı? 'Iıı ıhh!" mı? Peki. Tamam. Ben de size hakveriyorum. Hakikaten de bir kitap yazabilmek için çok uyumlu bir birlikteliğin varolması lazım. Bunu aşabilmenin en uygun yolu yazarın 'tek' olması. Yazar tek olursa yazdıklarını tevhid etmesi kolaylaşır. Bir konuda, bir üslûpta, bir dilde tutar. Başı-sonu kavuşturur. "Ama heyetle de yazılan kitaplar var!" mı dediniz? Öyle eserleri ben de gördüm. Ancak onları da toparlayan 'üst yazar' mutlaka bulunuyor. Yani önüne gelen metni içerikte tevhidi sağlamak için o denetliyor, düzenliyor, işliyor, farklılıkların yaralarını sarmaya çalışıyor. Buna rağmen böylesi dosyalar yayınevleri için korkulu rüyadır. Başarısı azdır.
İşte, arkadaşım, ateistler öyle insanlar ki: Daha konu insan gibi akıllı-şuurlu bir varlıkken veya kitap gibi sınırlı-kontrollü bir alanken başarılamayan birşeyi kainat kitabının işleyişi için mümkün görüyorlar. On kişiyle muvaffak olunamayan bir bütünlüğü sayısı nihayetsizliğe varan varlıklar için 'olabilir' sanrılıyorlar. Üstelik burada eylemcilerin ittifak ettikleri bir fiil türü var: Yazmak. Dolayısıyla kapsam sınırlı. Hata riski daha az. Fakat onların vücud vehmettikleri ihtimalde bu da mümkün değil. Çünkü herbir varlık tesadüfün elinde oyuncak. Hem kendisi hem eylemleri. Hepsi bir gelişigüzellik içinde. Gelişigüzellikten nasıl kitap çıkabilir? Kağıt, mürekkep ve kalem bin yıl bekleseler tesadüfle kitap olurlar mı?
Lakin, arkadaşım, gerileyip kitabın tamamına baktığımızda hiçbir kusura da rastlamıyoruz. Karıştırdıkça en karışık nakışların bile binbir hikmetle yapıldığını derkediyoruz. Uyum. Uyum. Uyum. Kainat kitabı telif süreci hakkında size yalnız birşey söylüyor: Beni yazan 'tek' olmalı. Yaratıcım 'tek' olmalı. Gözeticim 'tek' olmalı. Bilenim 'tek' olmalı. Seçenim 'tek' olmalı. Böyle bir dağınıklık başka şekilde toplanmaz. Bu düzen başka şekilde açıklanamaz.
Gerçi Kehf sûresinin 1. ayetinde 'kitap'tan kastedilen Kur'an'dır. Mürşidim de 13. Söz'de onu Kur'an olarak tefsir etmiştir. Ancak onunla kainat arasındaki ilişkiye yaptığı atıflarla bana şunu da düşündürmüştür: Cenab-ı Hakkın yazdığı hiçbir kitapta uyumsuzluk yok. Tutarsızlık yok. Karışıklık yok. Tutarsızlık failde kesretin delilidir. Uyum tevhidin delilidir. Yazan bir olmadığı zaman bütün kitaplar karışır. Bütün kitapları bir tutarsızlık karıştırır. İşte bu hakikat mezkûr ayette (gayet kısa bir mealiyle) şu şekilde ders verilir: "Hamd bütünüyle o Allah'a aittir ki kuluna kitabı indirmiş ve onda hiçbir tutarsızlığa yer vermemiştir."
Yani: Kitapsa tutarsız olmayacak. Tutarsızlık varsa kitap değildir. Eğer tutarsızlık yoksa fail de bir olacak. Çünkü failleri arttırmak fiilerde karışıklığa neden olur. Tutarsızlık doğurur. Fiillerin faili birse hamd da ona aittir. Öyle ya: Başkalarına neden iltifat edilsin? Başkaları neden övünç sahibi olsun? Onlar yapmamışlardır ki. Nasıl hırsızlık ederler? Övgüyü-şükrü fiili yapanın alması gerekmez mi? Gerekir. Bu açıdan 'La ilahe illallah'ın gereği 'Elhamdülillah'dır arkadaşım. 'Elhamdülillah'ın gereği de 'La ilahe illallah'tır. Ondan başka yaratan olmadığına göre övgüden dilim kesilmez. Ondan başkasına övgüden dilim kesilemediğine göre O birdir. Ayetin 'Elhamdülillah' ile başlayıp 'kitap'la sona ermesi bu dersi de içerir. Allahu'l-a'lem.
Aleyhissalatuvesselama inen Furkan'ın içinde hiçbir çelişki bulunmadığı gibi insanlığın içine indiği kainat kitabında da hiçbir çelişki yok. Üstelik biz de kainat kitabının içine inmiş başka başka kitaplarız. O kadar nüsha yazılmışız. Yahu bizde de çelişki yok. Yani ki insanlıktan bu kadar nüsha yazılmış. Hepsi ne kadar güzel yazılmış. Maşaallah. Kâfirin küfrü kendine. Allah'ın sanatına değil ki. Allah'ın sanatı kâfirin üzerinde bile parıl parıl parıldıyor. Yalnız kâfir kendisi farkedemiyor. Şuna da ayrıca dikkatini çekerim arkadaşım: Bu âlem öyle bir kitap ki elmanın noktasını âlemin cümlesi tamamlıyor. Sivrisineğin gözü güneşle birlikte çalışıyor. Pirenin midesi güneş sistemine muhtaç. Bediüzzaman bunları hep anlatıyor. Kainat bunları hep anlatıyor. Kur'an bunları hep anlatıyor. Hakkıyla kulak veremeyenler biziz. Çünkü bizler matbaa makinesinin başında hergün yeni bir şiir yazmasını bekleyenleriz. Makine şiir yazamıyor. Çünkü şiir, kalıpçıların değil, her an içinde yeni bir dünya yaratılanların işidir.
1 note
·
View note
Photo
‘Çarpışma’ dizisinin ilk bölümündeki çarpışmadan çok sevilen bir ekran çifti doğdu. Birbirinden çok farklı iki coğrafyada yetişmiş olan Melisa Aslı Pamuk (28) ve Alperen Duymaz (27), tesadüflerle de olsa hayatta ne yapmak istediklerini kendileri belirlemiş iki yıldız. Her ne kadar ışıltılı bir dünyanın içine girmiş olsalar da, ikisi de sahiciliğe, doğallığa ve pozitif enerjiye çok önem veriyor. Kemerburgaz Kütük Evler’de buluştuk ve hayattaki seçimlerinin onları getirdiği bugünkü noktadan hem geriye hem de ileriye doğru baktık.
Show TV’nin Ay Yapım imzalı dizisi ‘Çarpışma’da dört karakterin hayatlarının ve kaderlerinin bir trafik kazasıyla birlikte kesişmesinin ardından yaşanan olayları izliyoruz. Diziyle birlikte kariyerlerinde yeni bir dönemece giren iki genç ve yetenekli oyuncu Melisa Aslı Pamuk ve Alperen Duymaz ile Kemerburgaz Kütük Evler’de buluştuk ve merak ettiklerimizi sorduk.
HELLO!: Sen galiba Ankara’da büyüdün, seninki nasıl bir çocukluktu?
Alperen Duymaz: Babam öğretmen olduğu için çok şehir gezdik, beş yılda dört tane okul değiştirdim. Ama hep Ankara’ya döndük, zaten tüm akrabalarımız da hep oradaydı. Ben liseyi bitirdikten sonra Ankara’da kaldım, tüm arkadaş çevrem de oradaydı. Dört-beş sene önce İstanbul’a gelene kadar. Evin en küçüğü ve tek erkek çocuğu olarak biraz dağınık ve şımarık bir hayatım vardı. En küçüğü benden beş yaş büyük olan üç ablamla, yani üç çiçekle birlikte büyüdüm. Şimdi onlar benim küçük kardeşlerim gibiler; fakat o zamanlar hepsinin ilgisi benim üzerimdeydi. Pek eve girmezdim, üzerime düşmelerinden sıkılıp kaçardım. Aslında kendimi bildim bileli bir arayıştaydım ben; o zamanlar fark etmesem de hep ya müzik ya resim ya başka bir şeyin peşinden koşmuşum; kendimi aramışım.
HELLO!: Buldun mu peki? Mutlu musun?
A. Duymaz: Mutluyum. Ama arayış ölene kadar sürecek, aksi takdirde gelişemeyiz. Neyi arıyorsun diye sorarsan, gerçek olanı derim... Gerçek sevgi, gerçek muhabbet, gerçek eğlence... Her şeyde gerçek olanı arıyorum ben. Gerçek olmayanları da hayatımdan çıkarıyorum.
HELLO!: Oyunculuk başından beri var mıydı aklında?
A. Duymaz: Hiç yoktu. Çocukken pilot olmak istiyordum, yani diğer çocuklardan pek bir farkım, öne çıkan özelliğim yoktu. Meslek lisesinden mezun olduktan sonraki üç senem ne yapacağımı, ne edeceğimi düşünerek geçti; çünkü yine bir arayıştaydım. Hemen hemen aklıma gelen her işi yaptım ve yapamadım... Neyi seveceğimi bulamadım ama neyin uygun olmadığını açıkça gördüm. Restoranda, barda, hastanelerde çalıştım ama doğruyu bulamamıştım. Ajansa kayıtlıydım; Potanın Perileri kadın milli basketbol takımımız için işler yapıyorduk. Bir gün en küçük ablamın bir arkadaşı evde sohbet ederken beni sanat merkezine davet etti. “Dans ediyoruz, tiyatro derslerimiz var, kurslarımız var, sen de gel, bir bak” dedi. Ertesi gün gittim, bir daha da çıkmadım oradan. Sınıfta 15 kişi vardı. Onların önünde beni ilk sahneye çıkarıp komutlar vermeye başladığında ne yapacağımı bilmez haldeydim. Aklımın ucundan bile geçmemişti oyunculuk...
HELLO!: Ne yaptın sahnede?
A. Duymaz: Sahnenin her köşesinde farklı duyguları çıkarmamı istedi; dediği şeyleri yaptım, kendimce aralarında bir olay örgüsü yarattım ve onları düşünerek farkında olmadan o duyguları oynadım. Öfke köşesinde ergenliğe girişimle ilgili duygularımı; ağlama köşesinde ergenlikten çıktığımda aşık olmamı ve ayrılmamızı düşündüm. Korku köşesinde kapıyı açtığımı ve kötü bir posta geldiğini tasarladım. Sabah 8 akşam 5 çalışacağım bir işim olamayacağını anlamıştım. Yaşıtlarımdan farklı şeyler sorguladığımın farkındaydım. Ben bitirdiğimde dersin sonuna çok vardı ama ara verdi ve beni odasına çağırarak konservatuar sınavlarına hazırlayacağını söyledi. “Seni sınavlara hazırlayacağım çocuk, bana karşı gelme, önce bir konservatuarı kazan, sonra ne istiyorsan onu yap” dedi. Bir sonraki sene Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü öğrencisiydim.
HELLO!: Bir ara ‘Bodrum Masalı’ dizisinin çekimleri için Bodrum’da yaşadın; zor muydu?
A. Duymaz: Evet, ‘Bodrum Masalı’ zamanında Ateş karakterini canlandırırken Bodrum’da otelde yaşadım; tüm ekip birlikte kalıyorduk. Hiç zorluk çekmedik. Bodrum halkı bizi bağrına basmıştı o zaman. Aile bağlarını anlattığımız çok güzel bir diziydi, seyircisi de çoktu. Üç köpeğimden en büyüğü olan Efe’yi, Bodrum’da sete giderken sokaktan aldım; otelde o da benimle kalıyordu. Ben aynı yerde stabil kalmaktan sıkılırım; yenilik lazım, o yüzden farklı yerlerde yaşayabilirim. Şehir değişikliklerinin bazısı benim isteğim dışında gelişti ama yine de zevk almasını bildim. Aslında iş sende bitiyor; sen hayatı nasıl görüyorsun, hangi açıdan bakıyorsun, penceren nasıl, kulpu var mı? Nerede olduğun değil, nasıl baktığın mühim.
HELLO!: Ankara’dan İstanbul’a, oradan Bodrum’a... En çok nerede yaşamak isterdin?
A. Duymaz: Urla ya da Bodrum... Bir de Salda Gölü tarafları, mesela Fethiye olabilir. Yurtdışında ise en çok Norveç’i merak ediyorum, belgesellerde hep izliyorum. O kuzey ışıkları bambaşka... Mesela orada doğanın içinde küçücük ahşap bir evim olsun, içinde şöminesi olsun, yaşarım orada senelerce...
HELLO!: İstanbul’a gelmek hayatını ve seni nasıl değiştirdi? Kolay bir karar mıydı?
A. Duymaz: Asla kolay bir karar değildi. Hatta cahil cesaretiydi de diyebilirim. 22 yaşındaydım, bir anda tek başına atlayıp geldim. İstanbul’da hayat çok hızlıydı, kafalar farklıydı, çok zor adapte oldum. Ankara’da her şey kurallarına uygundur, aynen uygulanır, biraz farklı düşünsen kendini istisna sanırsın. İstanbul’un dinamikleri çok farklı... Yeni bir şehirde yalnız başıma kalınca kendimi buldum. Bulmak için ara sıra gitmek ve tek kalmak lazım.
HELLO!: Kendini yetenekli buluyor musun?
A. Duymaz: Yetenekli demeyelim de uygun diyelim. Bu işi yaptığımda görüyorum ki, ben bu mesleğe uygunmuşum. Türkiye’de genelde önüne bir şey veriyorlar, sen de yapıyorsun ya da yapmıyorsun. Senin ne istediğine, ne yapmaya hevesli olduğuna önem veren yok. Mesela ben müzik okumak istedim, güzel sanatlar sınavlarını da kazandım. Ama benim önüme başka şeyler koydular; 18 yaşında değildim ve benim yerime karar veren başka bireyler vardı. İçimde ukde kaldı. Şu anda evde deli gibi müzik yapıyorum. Ama tabii eğitimini almadığım için hep yarım yarım, sadece hevesimi gidermek için... ‘Çukur’ dizisindeki Emrah Amir karakterim için piyano çalmayı öğrenmiştim; ‘-mış gibi yapmak’ istemedim, hakkını vererek çalmak istedim. Ondan sonra iyice keyif almaya başladım.
HELLO!: Diziyi kabul etmenizde ne etkili oldu?
A. Duymaz: Okuduğumda gerçek bir karakter olduğunu gördüm. Beni en çok etkileyen buydu...
HELLO!: Ali’den (Acı Aşk) Ateş’e (Bodrum Masalı) geçmek için uğraştığını anlatmışsın. Yeni bir karaktere nasıl çalışırsın? Kerem’i (Çarpışma) nasıl tasarladın? Temeline ne koydun?
A. Duymaz: Ateş’in mimarı Mehmet Ada Öztekin’dir, ona bir kere daha teşekkür etmek isterim. Temel oyunculuk eğitimi haricinde, o karakteri çıkarmak için ses tonumdan artikülasyona, diksiyona kadar çok uğraştı. Bana tanıdık bir karakter değildi; onunla birlikte yapılandırabildim. Ali yaşında ergen bir tipleme gerekiyordu. Kerem ise hayatta hep karşılıksız kalmış, şanssız bir adamdı. Onun temeline merhameti koydum. Cezaevlerine girdim, mahkumları izledim; çünkü Kerem’in beş senesi tutuklu geçiyor. Annesiyle arasındaki çok kuvvetli bir bağ var; zaten babasından değil anne hamurundan almış; onu yansıtabilmek için annemle normalden fazla zaman geçirdim. Kerem’i çok anlık, doğal tepkilerle yoğurmaya çalıştık. Mesela yolda yürürken biriyle çarpışsa nasıl tepki verir diye düşündük; dönüp vurur mu, küfür mü eder, özür mü diler, yürür gider mi? Reaksiyonlarını ne alfa, ne pasif yaptık. Çünkü karşılıksız kalmış insanlar tepki vermezler, veremiyorlar. Önce karşıdan bir tepki alması lazım. Aslında sokakta büyümüş cins köpek gibi Kerem... Sokağa atılmış bir ev köpeği... Önce görüyor, yaşıyor, ondan sonra anlıyor. Önce parçalanıyor, sonra parçalıyor.
HELLO!: Kerem’in mevcut gidişatı değiştirmek için en önemli ihtiyacı ne? Aile kurmayı başarabilecek mi?
A. Duymaz: Öncelikle mevcut sorunlarına odaklanması lazım. Bunları çözerse, aile kurmayı tabii ki başarabilecek.
HELLO!: Kerem ile Alperen’in benzer yanları var mı?
A. Duymaz: Çok var, mesela aile bağlarımız hemen hemen aynı. Çok özlüyorum ailemi; ben gidemiyorum ama onlar sık sık geliyorlar buraya. İstanbul’a geldiğimden beri hiç durmadım, hep çalıştım. Bu yaz üç ay boşluğum vardı, onun yarısında da karakter çalıştım. Onlar gelip benimle ilgilenince benim başka türlü hoşuma gidiyor! Beni çok güldüren kişi annemdir; doğal bir komikliği var. Bana fazlasıyla düşkündür; annemi soy, Taksim’in ortasına çırılçıplak bırak, oğlum üşümesin der. Babam eskiden daha mesafeliydi, erkek çocuğum kendi halinde büyüsün, ayaklarının üstünde dursun falan derdi; şimdi o da annem gibi oldu. Kerem’den çok farklı olarak, benim babam hayatımda çok önemli bir yerdedir. Sırtımdaki pusula dövmesinin ortasında babamın imzası var.
HELLO!: İlk bölümde Kadir Adalı, “Çarpışan aslında kaderlerimizdi” diyordu. Kadere inanır mısınız, karakterlerinizin kaderinde neler var?
A. Duymaz: Ben de kadere inanırım. Kerem’in kaderi senaristimiz Ali Aydın’ın kaleminde!
HELLO!: Son bölümde haksız yere tutuklandığın halde Cemre’ye, “Masumiyetime sen inanıyorsan o bana yeter” dedin; gerçekten yetecek mi? Senin haksızlığa tepkin nasıl olurdu?
A. Duymaz: Zaten başka ne diyebilirdi ki? Durumu anlatması ve reel açıklamalar yapması bir yere kadar... İç rahatlığı başka... Onun dışındaki açıklamalar boş çünkü.
HELLO!: ‘Çarpışma’ dizisinin set ortamının başarıda payı var mı? Sahneniz olmasa da birlikte vakit geçiriyor musunuz?
A. Duymaz: Özellikle son 2.5 yıldır çok güzel insanlara denk geliyorum. Şu anda da şahane bir setimiz var; Melisa ile sahnemiz olduğunda sette sürekli beraberiz. Set dışında bazen toplaşıp bölümü birlikte izliyoruz; onun dışında görüşmeye pek vakit olmuyor. Set ekibinin hepsiyle bir iletişimim var aslında; beni çeken, oyunumu yöneten insanla bir iletişimim olmazsa nasıl olacak o iş? Ya da mesela gece 2’ye kadar sahnem var diyelim, set ekibini gerçekten tanımak, göz teması kurmak, hatta dertleşmek çok doğal. O anı değerli kılmak önemli. Ekibe yeni birisi katıldığında onunla tanışmak, şans dilemek önemli... Onlara Alperen değil de ‘X’ bir kişi olarak yaklaşmaya çalışıyorum ki insanlar daha rahat açılsınlar, sıkıntılarını paylaşabilsinler... Ne veriyorsanız size de o geliyor ve bu yakınlıklar, samimiyetler ekranın öteki tarafından da bir şekilde hissediliyor.
HELLO!: Sizin için mesleğinizin en büyülü yönü ne? Hiç karakterlerinizin sizi değiştirdiği oldu mu?
A. Duymaz: İçimde kalan ama farkında olmadığım şeyleri bağırabiliyor olmak diyebilirim. Bir sürü şey yaşıyoruz, bazılarını yaşarken o anda çok da farkında olmuyoruz. Ama bir oyuncu olarak bir duyguya girmek için bazı anları 10 yıl sonra bile bulup çıkarıyoruz içimizden. Benim oynayabilmem için o sahneye hayatımın bir yerinden temas etmem, gerçek hissetmem lazım. Bir bardağa da aşkımı ilan edebilirim; ama inanmam lazım. Şekilden şekle girebilmek için cam gibi sert değil, plastik gibi esnek olmamız gerekiyor. Her şey olabilme ihtimali... Oyunculuğun en cezbedici yanı bu.
HELLO!: Dizi çekerken çok yoğun bir tempodasınız. Rahatlamak için ne yaparsınız?
A. Duymaz: Ben en çok doğayla şarj oluyorum. O yüzden bu çekimi böyle bir yerde yapmamız çok hoşuma gitti. Ağaç görmek, yeşil görmek çok rahatlatıyor beni. Ev ve aile ortamını da çok severim. Evde sürekli aktif haldeyim; bir bakıyorlar baterinin başına oturmuşum; oradan kalkıyorum piyanonun başına geçiyorum, piyanodan kalkıp PlayStation oynamaya başlıyorum. Kitap okuyorum, köpeklerimle oynuyorum. Üç tane köpeğim var, üçü de en çok kendisiyle oynayayım, en çok onu seveyim istiyor. Sürekli yanımda, gölgem gibiler; ben nereye onlar oraya. Seti de ne kadar evime benzetirsem kameranın önünde o kadar rahat ediyorum. Bir de ateş yakmak müthiş bir terapi oluyor bana, çok dinlendiriyor... Gece saat kaç olursa olsun eve gittiğimde hemen şömineyi yakıyorum, onun çıtırtısıyla uyumak eşsiz bir duygu... Özellikle yalnız yaşamaya başladığımdan beri su sesi, ateş sesi, yani doğadan bir ses istiyorum. Mum ya da tütsü de yakıyorum ve koklaya koklaya uyuyorum.
HELLO!: Eve dert götürmüyorsun galiba?
A. Duymaz: Hayır, onları ‘an’da bırakıyorum. Baskılamayınca, saklamayınca, ertelemeyince, sorunu ‘an’da çözünce, geriye eve getirecek dert kalmıyor ki... Başını yastığa koyduğunda düşünmen gereken şeyler olmuyor, kolayca uykuya dalıyorsun ve günün fiziksel yorgunluğunu atıyorsun sadece. Sıkıntıları ‘an’da çözebilen, sevgisini de kızgınlığını da ‘an’da gösterebilen bir insan değilsen, rahata eremezsin. Ağacı kesmek yerine evi az öteye taşımak lazım; tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi.
HELLO!: Çok iyi isimlerle çalışma imkanın oldu, şanslı hissediyor musun kendini?
A. Duymaz: Çok! Erkan Can ve Hüseyin Avni Danyal gibi çok usta isimlerle oynayıp karşılarında tir tir titremiştim, benim jenerasyonuma yakın güçlü isimlerle oynadığımda ne olacağını merak ediyordum. Aras Bulut İynemli ile bizi birbirimize benzetiyorlardı, bunu bana söylediklerinde inşallah bir gün beraber oynarız demiştim. İlk karşılaştığımızda o konuşurken ben konuşuyormuşum gibi geldi. ‘Çukur’ dizisindeki 17 bölümüm boyunca, Aras beni hem seyirci hem oyuncu olarak çok iyi hissettirmiştir. ‘Çarpışma’ ise benim şimdiye kadar en rahat hissettiğim set oldu. Kıvanç Ağabey’le (Tatlıtuğ) ilk buluştuğumuzda ona “İnsanı ne güzel hissettiriyorsun” demiştim. Onunla karşılıklı oynamanın nasıl olacağını hep merak etmiştim, şu anda bu şansı yakaladığım için çok mutluyum. Bana hep destek oluyor, alan tanıyor, yeni şeyler keşfetmeme ışık tutuyor. Gerçek ağabeyim gibi... “Buyur kardeşim, sen de oyna” diyen biri o, başkasına müsaade eden bir aktör; benim en vefa duyduğum şey. O da akrep burcu, çok benzer noktalarımız var. Hayatımın sonuna kadar hiç unutmayacağım bir insan.
HELLO!: Dizide Kerem’in idolü Kadir Adalı. Senin örnek aldığın biri var mı?
A. Duymaz: Örnek aldığım biri yok ama örnek aldığım davranışlar ve dürtüler var. Kafamda tartmam için işe yarayacak fikirleri ya da bana ilham verecek hayat senaryolarını farklı farklı kişilerden, ihtiyacım olduğu zaman ihtiyacım olduğu kadar topluyorum. Daha öznel ve kendime özgü kalmak istiyorum; ama elbette hayatın akışı için de farkında olmadan bazılarından bir şeyler alıyor, bazılarına da bir şeyler veriyorum. Bu karşılıklı alma verme halini seviyorum ben. En önemli şey iletişim; iletişim evrensel bir dildir; ırkı, cinsiyeti ya da bedensel özellikleri yoktur. Ama örnek alma konusunda düşüncem net: Hiçbir şey olma, kendin ol!
HELLO!: Hayran kitlen arttıkça sosyal hayatta zorlanıyor musun?
A. Duymaz: Tanındıkça daha izole yaşamaya meyilli oluyoruz galiba. İlk başlarda korku ve sorumluluk hissettim; çünkü insanlar seni idealize ediyorlar. Daha dikkatli davranman, inanmadığın şeyleri yapmıyor olman lazım, zira ne olursa olsun senin arkandan gelecek bir kitle olduğunu görüyorsun. ‘Çukur’ dizisine girdiğimde bunu çok güçlü hissettim, dizi fenomendi, karakterim absürt bir karakterdi; artık herkes beni tanımaya başlamıştı; o yüzden de daha fazla dikkat etmek zorunda kaldım.
HELLO!: Senin hayatında, yakınında çok insan var mı?
A. Duymaz: Yok, artık yok. Arkadaşlarımın sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bir arayışa girdikten sonra farkındalığın artıyor, uyanmaya başlıyorsun. Bana zarar verenleri geçtim, olumlu bir şeyler katmayan insanlardan bile uzak duruyorum. Bana ne katıyor, benden ne alıyor... Bunlar önemli. Arkadaşlıklarda gerekiyorsa parantez açabilirim; mantığımı devreye sokabilirim. Sadece aşkta olmaz... Duygusal anlamda bir şeyler hissettiğinde, uzak durmak pek mümkün değil. Mantık devre dışı kalıyor. Aşkta karşı taraftan tek beklentim gerçeklik ve samimiyet. Gerçek olan bir şey zarar vermez çünkü.
HELLO!: Akrep burcusun, her şeyi çok derin mi düşünürsün?
A. Duymaz: Hem burcum hem yükselenim Akrep. Galiba yaş ilerledikçe burcumun özellikleri daha çok çıktı ortaya. Okuduğumda tüm klişelerini kendimde görüyorum. Mesela artık kabullendim, kıskancım. Derinliklerim, kaygılarım, soru işaretlerim hep var. Fevriyim, çabuk sinirleniyorum ve sinirlendiğimde aslında kendime zarar veriyorum. Hemen kapatırım kendimi bir odaya. Ya da sakinleşmek için alır başımı giderim. Bazen beş dakikada, bazen beş yılda sakinleşiyorum, duruma bağlı...
HELLO!: Mükemmeliyetçi misindir?
A. Duymaz: Kim değil ki? Bence herkes mükemmeliyetçi. Hem mükemmeliyetçiyim hem de bir sürü şeye, bilgiye, duyguya, yeniliklere açım.
HELLO!: Aşkı nasıl tanımlarsınız?
A. Duymaz: Aşk, çok ihtiyaç duyduğun anda, senin kontrolün altında olmayan bir şeyin sana temas etmesi herhalde. Her şeyinle birine ihtiyaç duyma, teslim olma hali... Denk gelişlerle alakalı bir zamanlama meselesi... Aşkın gelip geçici olduğunu düşünmüyorum. Belki ertelersin, belki bastırırsın ama gerçek aşk kalıcıdır... Karışır; ama kalır... Ki zaten ben de kalması taraftarıyım; kalmazsa niye yaşıyoruz ki? Niye zaman diye bir şey var, niye geçmiş var, niye gelecek var, niye şu an var? Geçecek bir şeyse sevmenin de anlamı olmuyor o zaman.
HELLO!: Şu an aşık mısın?
A. Duymaz: Evet.
HELLO!: Ne tip kadınlar çeker seni?
A. Duymaz: Öyle herhangi bir formül ya da tanımlama yok kafamda. İşin içine aşk girince kural koymalar bana saçma geliyor. Bana nasıl baktığı ve ilgisi önemli... Ne yaptığının, kim olduğunun, ne dil konuştuğunun önemi yok, gerçek olsun yeter. Hayat mottom önce sev, sonra saygı duy! Önce sevince ne kendine ne de başkasına zarar veriyorsun; bunu bizzat tattım, gördüm, denedim, yaşadım.
HELLO!: Bir kadınla flört ederken en güçlü silahın ne?
A. Duymaz: Aşkta silah olur mu?
HELLO!: Evlilik uzak mı geliyor, yakın mı?
A. Duymaz: Düşüncesi geçiyor aklımdan. Yakın bir şey değil; ama çok uzakta da değil. Galiba bu soruya verecek çok net bir cevabım yok.
HELLO!: Ne hayaller kuruyorsun? Gelecekte neler yapacaksın?
A. Duymaz: Arayışım hiç bitmeyecektir diye düşünüyorum. Alaska’ya gitmek istiyorum. Ve huzur hayal ediyorum. En önemlisi huzur. Bir de heyecan. Huzur ve heyecanı iki el gibi düşünelim... Sağ elim koparsa heyecan gitmiş olacak, sol elim koparsa huzur gitmiş olacak; ikisi olursa mutlu olacağım.
hello reportage via : https://www.showtv.com.tr/dizi/haber/2428864-kariyerimiz-ve-kaderimiz-iyi-ki-carpisti-/19
2 notes
·
View notes
Text
İNSAN-OĞLU ?
İnsanoğlu kimdir? Daha doğrusu ben bunu nedir olarak sormayı daha uygun görüyorum.
İnsanoğlu nedir biliyor musunuz; erkek cinsinin vücudunda bulunan testislerde üretilen sperm adı verilen küçük bir canlı hücredir. Başka bir şey değildir. Sadece kendisine çok anlam yüklenmiştir. Zamanla evrimin bir sonucu olarak dişi kişinin yumurtalıklarını gelişmek için kullanan bu sperm beslenerek büyür gelişir ve insan denen oluşum meydana gelir.
Peki insan sadece buysa yani aslında bir et ve kemik yığını ise düşünebilmesi, bilince ve duygulara sahip olması nedendir? Bu nasıl gelişmektedir? Bunun da bana göre bir açıklaması var. O da şudur ki; hormonlar. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren sadece yaşama, canlı kalmaya odaklanırız ve yaptığımız her şey gerçekleştirdiğimiz her şey bunun uğrunadır. Tamamen içgüdüsel olarak hayvanlardan tek farkımız konuşabilme yeteneği olan canlılar olmamız. Tamamen düşünce ile hayvanlardan ayrıldığımızı düşünmüyorum. Genelde insanlar düşünebilen hayvanlardır derler ama bence bazı hayvanlar da düşünebiliyor. Sadece onlar düşünebildiklerini bizim anlayabileceğimiz şekilde ifade edemedikleri için yaptıkları her mantıklı davranışı içgüdü olarak adlandırıyoruz.
Aslında biz de tamamen içgüdüleri ile yaşayan canlılarız ve bir diğer farkımız da onlardan daha gelişmiş canlı formları olmamız. Ruh peki?
Ruhun da olmadığına inanıyorum. Çünkü neden olsun ki? Düşünmek, düşündüklerimizi söylemek, doğru ve yanlış kavramını oluşturmak, iyi ve kötü kavramını oluşturmak ve bunların ayırımına varmak, aşık olmak, bağlılık hissi özellikle kendi kanından olmayan yabancı birine bağlılık hissi nasıl açıklanabilir ruh yoksa. Çok uzun zaman bunu düşündüm, kafamda bir sürü ucu sonu belli olmayan teoriler geliştirdim ve bir sonuca ulaştım.
Düşünmek hepimizin de bildiği üzere beynimiz sayesinde oradaki ve tüm vücudumuzdaki sinir uçları sayesinde gerçekleşen bir şeydir. Peki yaşamak için gerekli şeyleri düşünmek dışında; ki madem yazının üst bölümünde tüm hayatımızın sadece yaşam ve hayatta kalma üzerine kurulu olduğunu ve bunu da içgüdüsel olarak yaptığımızı düşündüğümü belirttim neden daha fazlasını düşünürüz veya ihtiyaç duyarız. Mesela yaşamak için yemek gerekliyse neden yemeğin çeşitlerini ürettik, çıkardık, bulduk ve bunları tercih olarak sunduk kendimize. Sadece bir çeşit yesek olmaz mıydı? Ya da soy devamlılığı için içgüdüsel olarak cinselliğe ihtiyaç duyuyoruz neden aşık olmak gibi bir yol bulduk da sadece çiftleşip geçmedik? İnsanoğlunun zihni neden bu kadar kompleks şekilde düşünmeye itildi, ya da bunu nasıl başardı? Eğer ruh olmasaydı bunların hepsi nasıl gerçekleşirdi ya da gerçekleşir miydi?
Bizim içgüdüsel olarak yaşamak dışında manevi ihtiyaçlarımız olması neye bağlı?
Bunlar şu anda kafamdaki sorular ve bazılarının kendime göre mantıklı yanıtları elbette ki var. Ama bazıları için hala tam netleşmedi kafamda bazı şeyler.
Dünyada spiritüel şeylerin olmadığına en sonunda inanıyorum net bir şekilde düşüncem bu. Dünya üzerinde bilimle açıklanamayan hiçbir şeyin varlığına inanmamaya karar verdim. Bir süredir bana mantıklı gelen de buydu.
Zira insanlar olarak aslında nasıl bir hayat yaşayacağımızı veya içinde oluşageldiğimiz hayatı ne şekilde yönlendireceğimiz asla bizim elimizde değil. Her şey ne kadar şanslı bir erkeğin spermi olup olmamamızla alakalı. Ben aslında yoğum demişti Burhan Altıntop. Aslında bunları düşünürken ben de aslında olmadığıma, hayattaki her şeyin bir ilüzyondan ibaret olduğuna, yanılsamadan ibaret olduğuna, aslında çektiğim tüm acıların veya kötü günleri algılayabilecek kadar beyin fonksiyonlarımın çalışması sonucu acı verdiğine, aslında yaşadığım hiçbir şeyin acı verici şeyler olmadığına inanıyorum. Zira şu an beynimdeki bazı sinir hücrelerinde bir sorun olsaydı ve ne yaşadığımı anlayabilecek kapasitem, beyin sağlığım olmasaydı hiçbir sorun yaratmayacaktı yaşadıklarım.
Çünkü bilmeyecektim. Bilinçsiz olacaktım. O yüzden zaten benim elimde olmayan hiçbir şeyin üzülmeye değer olmadığını anlamaya başlıyorum.
Zaten hiçbir şey bizim elimizde değil ki. Nasıl bir ailede doğacağımız, nasıl bir görünüşe sahip olacağımız, nasıl bir hayat yaşayacağımız vesaire vesaire.
Bir er kişinin spermi olmak ve ne kadar sağlıklı bir sperm olduğun sana bağlı değil. Spermsin ve ana rahmi denen yere düştüğünde gelişiyorsun aynı zamanda oradaki kimyasal ve fiziksel değişim ve gelişimler sonucu dişi kişiden de genler alıyorsun ve onların da ne kadar sağlıklı olduğu hakkında hiçbir fikrin olmuyor hiçbir tercih şansın olmuyor. Tek şanssızlığın diğer spermlerden daha hızlı hareket etmek ya da ana rahmine ulaşacak kadar hızlı gönderilmiş olman ya da ne şekilde oluşuyorsa artık..
Gelişiyorsun ve az önce bahsettiğim üzere daha tüm bilişsel ve fiziksel fonksiyonların tam oluşmadığı, gelişmediği için bilincin yok ve ne yaşadığından haberin yok. Bir erkek kişisi ve bir dişi kişisi tarafından içgüdüsel olarak soylarının devam etmesi içgüdüsüyle bakılıyorsun ve ne şartlarda bakıldığın hakkında yine bir fikrin yok. Gerekli tüm besinleri aldın mı? Ömrün boyunca sağlıklı olman için gerekli olan sağlık hakkın yeterince sağlandı mı? Yeterli beslenemediysen sıçtın. Mesela anne sütü almayan bebeklerde anne sütü alanlara göre oranla daha sağlıks��z bireyler oldukları belirli bir şey. Sonra büyüyorsun, yaşıyorsun, bilincin oluşmaya başlıyor. Ama dünya o kadar büyük bir yer ki tek başına kararlar verip yaşayabilmen için daha fazla büyümeyi beklemen gerekiyor. O raddeye geldiğinde de her şey için çok geç olmuş oluyor zira zaten aile denilen şeyin şartları neyse o şartların sunduğu kadar fırsatın oluyor ona göre bir hayat şekillenmeye başlıyor çevrende. Okuduğun okul ona göre oluyor, arkadaş çevren ona göre oluyor, yediğin içtiğin ona göre, düşünce yapın bile bilinçaltına ona göre yerleşiyor.
Tabi sonrasında da şanssız bir kişinin spermi olduğun için bok gibi bir hayatın oluyor ve sen buna sınav diyorsun. Bunu görülmeyen bilinmeyen bir yaratıcıyla bağdaştırıp her şeyi yaşadığın her şanssızlığı ona bağlıyorsun ve kendini avutmak için bütün bu şanssız ve boktan hayata rağmen şikayet etmediğin daha fazlasını istemediğin diğerlerinin sırf şanslı birer sperm oldukları için sahip oldukları hayata göz dikmediğin için kendince inanışlar geliştiriyor ve kabulleniyorsun.
Yazık. Ne kadar yazık ve ne kadar acınası değil mi? Peki ne kadar insan bunun farkında? Aslında yaşadıkları hayatın kendilerine bahşedilmiş bir güzellik olmadığının, yaşadıkları o güzel ya da kötü hayatı hakketmediklerinin, aslında yaşanılan hiçbir şeyin bizim yaptığımız veya yapacak olduğumuz şeylerle alakası olmadığının, aslında kötü bir hayat yaşayan insanların paşalar gibi sorunsuz bir hayata sahip olanların hayatında hakları olduğunun ve bu şekilde kabul edilse ve bu şekilde yaşansa dünyanın ne kadar güzel bir yer olacağının.
Mesela çok basit örnekle; ben de kanser hastasıyım evet çok çok parası olan o şanslı insanlardan biri de kanser. İkimizde sağlıksız doğmuş canlılarız ve hayatımızın belli bir yerinde bu patlak vermiş.
Ama o yaşayacak belki de ben öleceğim.
Zira onun göreceği tedavi seçenekleri ve opsiyonlarıyla benim göreceklerim asla bir değil ve olmayacak.
O bilmem neredeki tam teşekküllü bir hastanede dört dörtlük bir tedavi alacakken ben kapitalist sistemin bana dayattığı paramın yettiği kadar tedavi alabileceğim.
O dünyanın en iyi doktorlarının elleri altında ameliyat olma şansı bulacakken ben paramın yettiği doktorun ellerinde ameliyat olacağım. Yeteneklerini, işin ehli olup olmadığını göz ardı edecek aslında düşünülmesi gereken en önemli şeyi boş vereceğim.
Şimdi bazıları diyodur ki ; yok canım ne alakası var ölecek olan her türlü ölür.
Bok ölür efendim bok ölür.
O zaman açın Dida Kaymaz’ın kanser hikayesine bakın.
Açın İbrahim Tatlıses’in ölüm riskini ama nasıl yaşatıldığını okuyun. Onun yerinde başka biri olsaydı yaşasa bile yarım bir şekilde yatalak belki de beyin fonksiyonlarını bozuk olarak yaşayacakken o bilincine hiçbir zarar vermeden kurtuldu.
Sonuç olarak yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız asla bizim elimizde değil.
Sadece ne kadar şanslı bir spermsiniz ya da ne kadar şanssız bir spermsiniz.
Hayat kalitenizi bu belirliyor.
1 note
·
View note
Note
Bir sürü insanın aklında neden kötü bir şekilde kaldığını çok merak ediyorum. Çok uzun zamandır tanışıyoruz ama rahatsız edici bir davranış görmedim senden. Biraz ilginç geliyor bu durum.
Yani bu sorunun bir sürü cevabı var aslında.
En başında geldiğim yer kötü bir yer. Ben de kötü biriyim. İnsanlardan nefret ediyorum, sadece belli insanlara karşı naziğim. Son sıralar söyleyebilecek iyi bir şeyim yoksa susmayı ve muhattap olmamayı tercih ettim. Fakat eskiden bilerek ve isteyerek insanların aklını kurcalamayı seviyordum.
Biriyle aram iyiyse çoğunlukla ondan dünyanın gidişatında bir şey değiştirebileceğini beklemiyorum. Dolayısıyla bir beklentim olmuyor. Azınlıkta ise gerçekten iyi anlaşıyoruz demektir basitçe.
Kısaca böyle ama uzunca açıklayacak olursam;
Dünya iki yüzlü dürüst olmayan insanlarla dolu. Kimse kimseyi koşulsuz sevmez, iyilik yapmaz, elindekileri karşılıksız paylaşmaz.
Bunlarla sorunum yok aslında. Beni seven biri tabiiki de benden karşılığında sevgi bekleyebilir, bir teşekkür de bir karşılık olur paylaşılmış herhangi bir şeye.
Dediklerinle davranışların da tutmayabilir, bunu da kabul edebilirim. İnsana ağız vermişler konuşacak başka ne yapacak? Yeter ki davranışların birbirine tutarlı olsun.
Eğer bir insanda potansiyel görüyorsam ona hep ulaşmayı denedim. Ne kadar aynı fikirdeyiz görmek istedim. Bazem gözlerini açmalarına da yardımcı oldum.
Tabii bunları böyle anlatıyorum da, bütün bu dönem 15 yaşımdan bu yana sürmekteydi. Yani çok şey değişti, o zamanlar paylaştığım perspektif ile şu anki de bir değil. Bu insanlarla ettiğim sohbetler olmasaydı zaten kimliğim de böyle oluşmazdı sanırım. Bu ilişkiler genelde felsefe tartışmak gibiydi, sadece saçma salak filozof isimleri fırlatıp durmuyorduk, dünyayı anlamaya çalışıyorduk.
Bunları konuşabileceğim insanlar bulunca onları özel görüyordum ama çoğu bana ihanet etti. Ben de hiçbir zaman bunla barışık olmadım açıkçası. Dostum olmayam herkes düşmanımdı.
Yanlış çıkarımlar yapanlar oldu bu konuşmalardan, saçma şeyler kovaladılar, bazıları bilinçlenmeyi reddetti açıkça. En korkuncu bu konuşmaları yaparken benden hoşlanmaya başlayanlardı.
Ben de hoşlandım, bu ama hep bana yanlış geldi. Çünkü asla hayatımda başkası için bu sorumluluğu karşılayabilecek halde olamadım. Bazen sadece bile bile yokuş aşağı sürükledim.
Bazen de çok net uyardığım halde beni bırakmayanlar oldu. Onlar en kötü davrandıklarım oldu. Bazı insanlar çok hızlı pes etti ve zaten beni etkilemedi bile. Fakat dayananlar, dayandıkça beni kendilerine çekerken ben çoktan onları itmiştim.
Kendimi çok saçma yollara sokup durdum, bu yüzden istediğim hiçbir şey olmadı. İstediğim hiçbir şey olmuyorsa, dedim ki, onların da istedikleri olmayacak.
İşte bu yüzden bir çok insanın benle kötü anıları var. Bazıları hakkımda kötü düşünmekte haklılar, sadistçe yaklaştım. Varlıklarına hakaret eden, onları utandıran anılar kazıdım zihinlerine. Geri kalanlar da sadece beni yanlış anladı.
Bu da tamamen onların hatası.
0 notes
Text
sevgili zeynep diye başlamayı çok isterdim ama başlayamıyorum. belki bunu okursan diyeceksin seni hep ben mi kırdım, benden daha çok şeyler yapanlar var. kızacaksın. ama öyle değil işte, onlar bin yapıyorsa, senin bir yapman daha çok üzüyor. daha çok kırıyor. onlar umrumda bile olmuyor ki. ama sen öyle değilsin işte. en ufak şeylerde bile beni sevmediğini düşünüyorum. ben hep görüyorum çünkü sevdiklerine olan davranışlarını, bana hiç öyle değilsin mesela. tamam, beni eskisi gibi sevmiyorsun zaten biliyorum. belki de sadece normal bir tanıdık olarak seviyorsun. işte bilmiyorum. ve ben böyle hissediyorum o yüzden gelip de sana söyleyemiyorum bir şeyleri. bir kaç kez söylemiştim, oradaki tepkilerinden de belliydi tanıdık olarak sevdiğin. o yüzden bıraktım söylemeyi. bir şey oldu mu herkesten kendimi uzaklaştırıp kendi içimde hallediyor ve sevgini normale indiriyorum. dün biraz fazla umursamaz gözüktüm biliyorum, ama arabadaydım ve bu yüzden sürekli görüşürüz tarzı şeyler dedim. çekmiyordu telefon.
neyse birde böyle anlamıyorum, her kavgamızda ben seni gerçekten bir kez daha tanıyorum, her istediğini söylüyorsun. her şeyi ama. öyle bir tavır alıyorsun ki sonrasında, sanki hiç geçmişimiz olmamış gibi. benden zaten nefret ediyormuş veya zerre umrunda değilmişim gibi. iki yüzlüsün demiştin zaten, ondan öncesinde de mideni bulandırdığımı, çevrende görmek istemediğini ve bir çoğu daha. insanlar genelde kavga esnasında gerçek düşüncelerini ortaya çıkartırlar. o kadar belli ki beni hiç sevmediğin. yusufla veya sudeyle bile kavgalarında kırmamak için elinden geleni yapıyorsun ya da onlara bir şey dediğinde iki saat sonra pişman olup yazıyorsun, anlamıyorum. ama biliyorum benim eksikliğimi hiçbir zaman hissetmezsin. hele ki şimdi, hiç hissetmezsin. tüm sevdiklerin yanında ve mutlusun. mutluluğunu bozam bendim, çıktım da hayatından. canın sağ olsun, umarım hep mutlu olursun. Allah'a emanet ol.
0 notes
Text
İskansız eve İnternet bağlatma
İskansız eve İnternet bağlatma sandığınızdan daha kolay bir işlem ve eviniz iskansız olsa bile İnternet bağlatabilirsiniz. İskansız eve İnternet bağlatılır mı? İskansız ev İnternet bağlatılır hatta çok kolay bir şekilde yapabilirsiniz. Öncelikle size adım adım nasıl İnternet bağlatma işlemi yapacağınızı anlatacağım.
İskansız eve internet bağlatmak Biliyorsunuz ki günümüz çok fazla bir şekilde tüketiliyor ve bu tüketim gün geçtikçe artıyor. Bu yüzden neredeyse herkes evinde İnternet olsun istiyor ve haklılar da çünkü bu zamanda İnternetsiz ev kalmadı. Bazılarımız evlerine İnternet bağlatma da sorun yaşıyorlar, aynı sorunları ben de yaşadım ve bunlara uzunca bir süre çözüm aradım ve buldum. Şimdi herhangi bir sebepten dolayı evine İnternet alamayanların tüm sorunlarını çözeceğiz.
İskansız Eve İnternet Bağlatma Nasıl Yapılır?
Bazılarımıza evinize İnternet bağlatmak için illa iskanı olması gerekli diyorlar ama bu bilgi yanlış. Kesinlikle iskansız evinize İnternet bağlatabilirsiniz. Normal bir bina nasılsa sizinde aynen öyledir, alt yapı yok falan da demelerine bakmayın zaten kapınızın önünden gecen bir hat varsa sadece ufak bir çalışma ile evinize hemen bağlama işlemini yapıyorlar. Şimdi iskansız evinize İnternet bağlatmak için aşağıdaki adımları bir bir uygulayın. Öncelikle Kablonet bu konuda diğer firmalara göre çok daha avantajlıdır hemen gelip yaparlar. Başvuru için bir Kablonet bayi bulun ve direkt oraya yürüyerek gidin. Kablonet bayiye girin ve ben İnternet bağlatmak istiyorum deyin. Sakın evinizin iskanının olmadığından falan bahsetmeyin çünkü bilmesine gerek yok. İnternet başvurunuzu yapın, eğer alt yapı yok derse ne kadar ihtiyacınız olduğundan bahsedin ve en az 4 kişi alacak deyin bu arada da apartmandakileri sizinle birlikte almaları için ikna edin. Apartmandan birkaç kişiyi ikna ettikten sonra oraya tekrar başvuruya gidin. Başvurular yapıldıktan sonra işinizi takip etmeye devam edin, bayinin numarasını alın ve her gün düzenli arayın. Bu aramalar sonuca illa ki varacak ama genel merkezi aramayın çünkü onların durumdan haberi olmuyor genelde. Çünkü alt yapı yoksa falan hiç başvuru almıyor telefonla. Bundan sonra en fazla 1 hafta içinde evinize keşfe geliyorlar, alt yapıyı nasıl bağlarız diye. Sonrası gayet rahat çünkü artık bir şey yapmanıza gerek yok. Süreci bekleyin ve İnternet bağlansın. Apartman Numarası Olmadan Nasıl Başvuru Yapılır İskansız eve İnternet bağlatma, Kapı numarası olması gereklidir çünkü haritadan yerine bakacaklar, size sorduklarında kapı numarası yok derseniz işte o zaman sorun çıkar. Bu durumla karşılaşmamanız adına kapı numarası işini şöyle halledebilirsiniz. Türk Telekom bölge müdürlüğüne gidin ve proje bölümü var oraya çıkın deyin ki zor durumdayız İnternet lazım. Daha sonra kapı numaranızı bile bilmediğinizi ve yardım istediğinizi belirtin. Onlar siz iyi yaklaşırsanız illa ki size yardımcı olacaklardır. Haritayı açarak evinizin yerini size tespit ettirip sokak numarasından apartman numaranızı söylerler. Bunu öğrendikten sonra başvuruya gitmeniz sizin için daha iyi olur. Yoksa direkt olarak alt yapı bile yoktur zaten deyip kestirip atabilirler.
eve İnternet nasıl bağlatılır
Eve İnternet Bağlatma Aşamaları
Bu aşamalar önemlidir ve takibini siz yapmalısınız. Maalesef ki 21. yüzyılda olmamıza rağmen hala böyle alt yapı sorunu yaşıyoruz. Öncelikle yukarıdaki bağlatma adımlarını tamamlayın. Sonra süreç tamamen söyle işliyor. İlk başta 1 hafta içinde keşif ekibi eviniz İnternet bağlatmaya müsait mi? Buna bakıyorlar. Daha sonra alt yapıyı nereden alacaklarını hesaplıyorlar çünkü kabloları binaya çekmeleri gerekmektedir. Sonra Kazı için küçük bir kepçe makinesi getiriyorlar ve ufak bir kazı yapıyorlar apartmana kablo döşemek için Yaklaşık 1 gün sonra tüm kabloları binaya döşüyorlar ve dairelere göre sıralama yapıyorlar. Bu ekip gidiyor 3 gün sonra başka bir ekip geliyor onlar da İnternet kutunuzu apartmanın uygun bir yerine montajını yapıyorlar. Sonra ki ekip en son ekip oluyor onlar o kutudan aldıkları kabloyu evinizin içine kadar veriyorlar. Modeminizi yerleştirip sizin aldınız tarifeye göre kullanıma açıyorlar ve artık hayırlı olsun... Alt Yapı Yok Sorunu Başvurularınızı telefondan ve İnternet üzerinden yapıyorsanız eğer size direkt olarak alt yapınız yok ve eve İnternet bağlatma işlemini yapamayız maalesef deyip işin içinden çıkıyorlar. Çünkü alt yapı döşemek en az 6 Bin TL'ye mal olduğu için hiç bir firma bu topun altına girmek istemiyor. Sana neden 6 bin TL'lik bir yatırım yapsın ki öyle düşün. Bu yüzden yukarıda verdiğim adımları takip edin yoksa hiç bir şekilde evinize İnternet getiremezsiniz. Read the full article
0 notes
Text
Hartum’da 18 gün
“Cebene hiç bana göre değil...”
Hartum’a artık iyiden iyiye alışıyordum. Bunca geçen zamanda otelde kaldık. Sabahları kahvaltıyı yaptıktan sonra eşim ofisine geçiyor ben ise kitap ve filmlerle içini doldurduğum otel odasına dönüyordum. Geçen onca gün içerisinde, üç kitap okuyup onu aşkın film izledim. Akşamları ise yemek yemek için genelde etrafta bulunan Türk lokantalarını değerlendiriyorduk. Birgün koyun eti yiyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama inanılmaz bir şekilde burada yemeye başladım. Tabii sebebi etin kokmaması.
Esasen Afrika denildiğinde senelerdir aklımıza yerleştirilmiş olan sömürülmüş topraklar ve kıtlık içerisinde yaşam süren insanlar geliyor. Gelip buraları görene kadar benim de öyleydi. Onlar yok mu? Tabi ki var. Ama şehir merkezlerinde nisbeten bizim ülkemizdeki gibiler. Nil Nehri burayı muazzam derecede besliyor. Hayvancağızlar yol kenarlarında neler yiyorlar bilmiyorum ama etleri leziz. :) Yolunuz düşerse şüphe etmeden tadabilrisiniz.
Baraka ve Topkapı gittiğimiz iki Türk lokantası. Bunlara ilaveten Rich, Nibble and Nosh ve şu an ismini hatırlayamadığım bir iki yer daha var. Bir de gözümüze kestirdiğimiz Hintli garsonlar...Daha hızlı ve pratikler. Tecrübe ile sabit. :)
Ev meselesine geleyim biraz da. Korkulu rüyam...Allah’ımız güzel bir yuva nasip eylesin. Ev hususunda biraz tedirginim aslında. Yapıları bizim evlerimizden biraz daha değişik. Evin ortasında kocaman bir kolon yahut bir köşede tek başına bir lavabo olabiliyor. Mutfakları da biraz korkunç olabiliyor...En çok garipsediğim ise evlerde koltuktan çok somya(yatak) olması. İklimin etkisinden midir bilemiyorum ama halk genel olarak rahata hayli meyyal. Kültürlerinde uzanmak ziyadesiyle varmış. Misafir gittiğin zaman seni yatırmadan rahat etmezlermiş. (gün gelir de böyle bir hadise yaşamam umarım:)) Bir de bulaşık makinesi için sanırım gider olmuyor evlerde. Baktığımız hiçbir evde bulaşık makinesi yoktu. Hoş onlarca eve bakmadık ama...Haliyle de bulaşıklar ve ev işlerini yapması için yardımcı tutma meselesi ayyuka çıkmış. Evin birinde de merdaneli çamaşır makinesi vardı. Neyseki çamaşır yıkamak için nehre inmiyorlar :) Hamd ediyorum. Bunların hiçbiri bizim için aşılamayacak engeller değil. Engel de değil...
Bir hafta sonu yakınlarda bulunan piramitlerin olduğu eski bir bölgeye gittik. İsmi: Meore. Milattan önce 700lü senelerde inşa edildiği biliniyor. Araçlarda elektrik kaçaklarından üzerimize sinen elektrikleri kum tepelerinde bıraktığımızı düşünüyorum.
Çöl hayatı çok garip. İnsanların hem evi, hem mescidi, hem de ticaret merkezi halinde. Çoğu insan deve ile gelen turistleri çok cüzi bir miktara dolaştırarak para kazanıyor. Takriben 45 dakikalık bir mesafeyi deve ile aştık. Kişi başı kazançları ise 5-6 dolar anca tekabül ediyor. Çok üzülmüştüm...Pazarlık edilse demekki daha da inecekler. Paralarının değersiz olması bana çocukluk senelerimi hatırlattı. Şu 100-250 bin kağıt paranın olduğu dönemleri. İşte Sudan şimdi tam o dönemlerde. Hatta belki daha da gerisinde... Allah yardımcıları olsun.
Hartum’a dönerken mola verdiğimiz yerde şu meşhur Cebene kahvesini tadayım dedim...Menengiç kahvesinin daha acısı ve garibiydi. Tabi mekanın da önemi mühim. :) pek steril olmadığı için daha bir lezzetsiz geldi...
Neyse, Hâsılı 18.günün sonunda oturum iznim çıktı ve ülkeme geri döndüm. Ama şimdi gurbetteyim sanki...İnsanın memleketi sevdiği imiş bildim. O nerde ise gayrısı gurbetmiş...
Bu satırları 13 Mart gecesi Ankara’da anneciğim evinden yazıyorum. Memleketimi özledim. Nasipse 16 Mart gecesi Hartum’da olacağım.
Muhtelif kareler hemen şuracıkta.
Selamet ile.
Gayet lüks bir otobüs... :)
Ekmeğini taştan çıkaran çikolata çocuklar ülkesi...
Nil Nehri kıyısından...
Dinlenme tesisi :)
Ayaklı dövizciler...
Deveye bindiğim yetmedi sefer halindeyken bir de elma yedim :)
Nehir kenarındaki muhtelif satıcılar...
1 note
·
View note
Quote
Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam. Gelmemek üzere gidenler çok sevdiklerim olur genelde. Bir de bir hikâye bırakır ki geride, noksanlığın daniskası içinde. Ölse, öldü dersin, ama ölmez onlar. Ölmesinler de. Ölürlerse bir kere daha üzülürüm. Çünkü koklayamazlar bir daha çiçek. Yazık olur. Gönlüm geniş ama odalara yerleşecek insanlar yok ki albayım. Ben, bir şey yapmadım. Şimdi diyeceksin, yapmadın tabi ulan gül cemaline mi gelsinler, sanki cemalim çok gül de. Ne yapmalıydım albayım. Sevgi, yetmiyormuş her şeye. Hikmet'le çok konuştuk. Bilge'ydi, Sevgi'ydi çok anlattı bana da, tek sen misin sanki albayım iki kelam edilecek. Çok ileri gittim albayım, affet beni. Hikmet'e benziyorum gittikçe, ruhu şad olsun. Sevgi’yi her anlatışında Hikmet, sevgilerimi düşündüm albayım. -Düşün düşün bir bok olduğu yok bırak gitsin. Sağ ol, teşekkürler.- Sevgiler, peyda olacak enkazlardan kurtulmak için mi var, yoksa enkazın müsebbibi mi onlar, tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan albayım. Konumuza dönecek olursak albayım, konunun ne kadar sıradan olduğunu görürüz. Bir Umut Sarıkaya var albayım, hepimiz aynı insanız ve o kadar çoğuz ki diyor. Konu sıradan olduğu için bu kadar konuşuyoruz. Hepimiz aynı insanız ve aynı şeyi yaşıyoruz. Belki de sıradan olmasına rağmen bu kadar acıtmasına içerliyoruz, bir de olağanüstü bir olay olsa, sıçtın diyor beynimiz. Beynimizin işi gücü yok bize laf yetiştiriyor albayım. Hayallerden uyandırıyor. Gerçekler var! Başkalarının uygulamaya çalıştığı tatsız ölçütler, gerçekler... Gerçekle her karşı karşıya gelişimde, onu ilk defa görmüş gibi yapıyorum albayım, tanımazlıktan geliyorum. Tanımamazlıktan gelirsem tanırım çünkü. Bugün yakama yapıştı, gerizekalı dedi, anla artık. Bir gün bulutlara sen de bakmaz olacaksın, umurunda olmayacak hiçbir renk. Yürü git pis mahlûk dedim- aslında daha fazlasını da söyledim albayım, şimdi dilim varmıyor-bulutlara hep bakacağım ben, E. Serbes küser yoksa. Renklerden de renk beğeneceğim her gün. Yutmak istiyorsun ama lokman olmayacağım. Ağlarım zırlarım yeri gelirse, ama ben Hikmet değilim, Gökçeyim ben. Kazanmak da var, kaybetmek de… Olsun; Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. Bâki kalan… Kaybetmedik bir şeyi albayım. Kazanmadık da. Hayatımdan süresiz izin isteyen çok sevgili arkadaşıma, yaşanamayacak olanların, yaşananlardan hep daha fazla olacak olmasının ağırlığıyla… Belki bir gün adliyede karşılaşırız. Belki de bir parkta, çocuk severken. Başkalarının çocukları, ya da kendi çocuklarımız olabilir. Çocuk demişken, evlendiğimi görmeyeceksin kötü oldu bak, çok eğlenecektim o gün, görmeliydin. Kesin kızardın yine hukukçuya bak hey Allah'ım diye. Öyle çıkmışım oğlum annemden. Seni bilmiyoruz sanki güldürme şimdi. Ha unutmadan, saçı sakalı uzatma sakın, olmuyor öyle. Velhasıl … Ne yapalım...Kimliklerimizden sıyrılıp, arkadaş kalamadık biz. İnsan çok aciz, miş ya hani. Yeterince isteseydik, kendi devrimimizi yapamaz mıydık sanki. Sevmiyorum gerçeği. Küçük hanım yine hayaller peşinde.. Küçük bir hanım olamayan küçük hanım. -Hoşça kalın albayım. Sakızım düştü, onu alayım"
Oğuz Atay
1 note
·
View note