#onda da aynısıdır
Explore tagged Tumblr posts
Text
beni görünce içinin kaynadığını söylemiş ahhahaha BENİM DE KURBAN OLDUĞUM BENİM DE gahahha
#bir insan için içimde kalbimde me hissediyorsam karşımdaki kişinin de benim için kesinlikle aynı şeyi düşündüğüne inanan biriydim hep#mesela halamlar#öylesine muhabbetimiz var kendilwrinş görmek bile istemem#onlar da benim için aynısını düşünüyorlar biliyorum#mesela bu hanım#daha önce de bazı insanlarla kalbi çekilme hissediyorum bu hanım da onlardan biri demiştim ya#onun da benim için aynı şeyi düşündüğünü bugün kulaklarımla duydum#ruhların tanıştığında verdiği karşılığı inkar edemeyiz#kesinlikle bununla alakalı#o yüzden birinin benim hakkımda ne deüşündüğünü düşünürken hep kalbimde o kişinin yerine bakarım#onda da aynısıdır#bunlar etrafımdaki kişiler için geçerli tabi#gönül işlerini bilmiyorum#gönül kim ya diyen mecnun görseli ..
10 notes
·
View notes
Text
Kur'an Mustafa Öztürk'ü neden Allah'tan uzaklaştırıyor?
Hiç dürbününüz oldu mu bilmiyorum. Benim olmadı. Ama emmoğlumun dandik bir tane vardı. Oyuncak kabilinden. Onda dahi farkettiğimiz şu olmuştu: Kullanıcının tavrına göre dürbün hem 'yakınlaştırıcı' hem de 'uzaklaştırıcı' olabilir. Yani hem gösterebilir hem de körleştirebilir. Evet. Eğer göze gelmesi gereken yeri öteki tarafa düşürürseniz, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, manzarayı yakınlaştırmak için yapılmış bu araç uzaklaştırıcılık da yapabilir. Bu nedenle Mustafa Öztürkgillerin Kur'an okuyarak vardıkları tuhaflıklara şaşırmıyorum. Damağımı hayretle şaklatmıyorum. Çünkü Furkan'ın bizzat beyanıyla sabit olan şu hususiyetini biliyorum: Vahiy, imana temayül gösterenlerin imanını, dalalete temayül gösterenlerin de dalaletini arttırır. Buna işaret eden birçok ayet vardır. Bir tanesi İsra sûresinin 82. ayetidir. Kısa bir meali şöyledir: "Kur'an'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için şifadır, rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır." İmtihanın sırrı budur. Varlık nefsü'l-emirde göreceli olmamakla birlikte insanda yansırken göreceli bir hal alabilir. Çünkü insandaki yansımasının teşekkülünde beşerî beklentilerin de payı vardır. Bir âşığın gözünde sevgilisinin her tavrı kendisine işarettir. Fakat başkasını sevdiğini öğrendiğinde okumalarının şekli değişir. Renkler solar. Belki zıttına inkılap eder. "Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!" kabilinden muhabbet sebepleri husumet nedenlerine dönüşür. Birazda bu hikmetle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde der ki: "Kur'an'ın cemalini müşahede etmek kalbin sıhhat ve selametine tâbidir. Kalbi hasta olan kimse ise ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur'an'ın üslûbu ile kalp birer aynadır. Herbirinde diğeri görünür." Şunu da hatırlayalım arkadaşım: Haricisinden şiisine, mürciesinden müşebbihesine, mutezilesinden bâtınîsine, hatta FETÖ'süne kadar, İslam tarihi boyunca varolmuş ne kadar bid'a fırka varsa hepsi kendilerine Kur'an'dan dayanaklar bulmuşlardır. Ama bir dikkat isterim: "Kendilerince bulmuşlardır." Çünkü Kur'an-ı Hakîmimiz tam da böyle bir kitaptır. Yani Furkan'dır. Doğruyla yanlışı ayırıcıdır. Onun karşısında herkesin asl-ı sîreti ortaya dökülür. Foyası meydana çıkar. Kim kalbinde neyle gelmişse onda bulur. Mustafa Öztürk de, Ebubekir Sifil Hoca'nın (Allah ondan razı olsun) bir Riyazü's-Salihîn dersinde bildirmesiyle vakıf olduğumuz, şunları buluyor: "İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen, 'Deme şu lafı!' derler. Tanrı, merhametin katsayısı belli değil, engin merhamet ve şefkat sahibi, dilinden lanet eksik olmuyor. Şimdi üstadım ben bunu tanrıya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetli? Gazabı olsun. Kendisini övmesi/övünmesi olsun. Laneti olsun. Ve sairesi olsun. Acaba Resulullah bir tür Hermes gibi, hani Hermes'i biliyorsunuz, mitolojide tanrının mesajının insanın idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini/aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Tanrıyla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, tanrı gibi düşünemeyeceği-davranamayacağı için, insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibariyle tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır." Devamını merak edenleri linkine havale (https://youtu.be/qTZ7JzvH51U) edeceğim bu derste Ebubekir Sifil Hoca durumun tesbitini şöyle yapıyor: "Mesele, dedim ya az önce, idrak. 'Zira bu terazi bu sikleti çekmez!' diyor ya. İdrakine sığdıramayınca kendi seviyesine düşürmeye başlıyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz Cenab-ı Hakkı bize anlatacak ama, işte, çok da bizi tatmin edecek bir şekilde anlatmayı da becerememiş sanki. Böyle bir tuhaf birşey. Bir müslümanın dilinden böyle birşey nasıl sâdır olur?" Aslında bu mevzuya şahit olunca insanın aklına Bediüzzaman'ın İblis'le yaptığı münazara geliyor. Hani orada geçiyor: "Şeytan yine döndü. Dedi ki: Kur'ân'ın mesâili gibi çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Bakınız, hayret edersiniz, Mustafa Öztürk'ün 'taraf tutarak' dillendirdiği iddianın aynısıdır Bediüzzaman'ın naklettiği. O vakit cevabından bir parçayı da buraya koyalım ki tam olsun: "Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir!' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz." Öyle ya, eğer bu mübarek Kur'an'ımız, Mustafa Öztürk'ün savunduğu gibi, 'zihin süzgecinden geçirilerek' aktarılıyorsa, kelam illa ki beşerîleşiyor demektir. Yani kendisinin vahiy olduğunu dilegetiren bu muazzez Kitap, aslında vahiy değil de, insan sözü demektir. O zaman Öztürk'ün kafasındaki peygamber de, büyük bir yalancı, yani kendi düşünüşlerini "Bunlar birebir Allah'tan geliyor!" diye aktarabilen birisidir. Hâşâ! Yüzbin kere hâşâ! O temiz eteğe bu çamuru değdirene yüzbin lanet olsun! "Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin mahiyeti—hâşâ sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun." Yine 'uzaktan baktırma' meselesine geri döndük. Yani dürbünün tersini elimize aldık. Tam da bu eşikte Bediüzzaman'ın 'Mustafa Öztürkgiller'den bahsettiği bir metne daha uzanmak kaçınılmaz oldu. Son cümlesinde 'mirsad' yani 'dürbün' kelimesinin de geçtiği bu metin bence birebir 'tersten tutulanın ne olduğunu' göstermektedir. Alıntılayalım: "Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'ân'ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs'atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'ân'ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur'ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'ân'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'ân'ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer." İşte Öztürkgillerin tersten tuttuğu dürbün budur. Onlar 'tenezzülat-ı ilahîye' olarak tarif ettiğimiz, yani 'Cenab-ı Hakkın kullarının fehmine göre konuşması' hakikatini, kullara bakmak için değil, Allah'ı (hâşâ) tartmak için kullanmaktadırlar. Nasıl? Misal? Misalini de İşaratü'l-İ'caz'da buluyoruz. (Burada enteresan olan bir nokta da, Bediüzzaman'ın misalde kullandığı ayetin, Öztürk'ün mezkûr videoda itirazına masadak kıldığıyla aynı olmasıdır. Videonun tamamını izleyenler bu tevafuka da şaşıracaklardır.) Devam edelim: "Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki 'er-Rahmanu âla'l-ârşi's-teva!' (Kısa bir meali: Rahman arşı istiva etti) âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'ân-ı Kerim'in ince hakikatleri 'et-Tenezzülatü'l-ilahiyyetü îla ukûli'l-beşer!' ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar." Bakınız, bu metinde de döndük dolaştık, 'dürbün' kelimesine geldik. Evet, öyledir, ben henüz altı aylık olan yeğenimle türlü sesler çıkararak konuşurum, ki onunla anlaşabileyim. Anlaşırım da. Ancak o seslerle yalnız bana bakarak tartarsanız 'zihinsel özürlü' olduğuma dahi hükmedebilirsiniz. Fakat o sözleri, sırf bana değil, muhatabıma da bakmak için kullanırsanız bu defa bir amca olarak 'şefkatime' veya 'empatime' veya 'iletişim yeteneğime' ulaşırsınız. Kelimeler aynı kelimelerdir. İfadeler aynı ifadelerdir. Ancak dürbünün duruşu farklıdır. Aslımı görme niyetiyle gelen onlarda neler görür de körleşme niyetiyle gelen aksine perdelenir. İşte aynen bunun gibi de, Kur'an-ı Hakîm'deki bu tarz ifadeleri, Âlemler Rabbinin kullarına 'anlayacakları bir dille hitabı' diye okumazsanız, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, bu defa Cenab-ı Hakkı o ifadelerle tartmaya başlarsınız. Tıpkı Öztürk örneğinde olduğu gibi "Bu nasıl Allah ki canım öyle?" diye itiraza cür'et edersiniz. Kendi kasır fehminizce yakıştıramadığınızdan bu defa Allah'ın kelamını beşerîleştirmeyi seçersiniz. Kaçarsınız. Uzaklaşırsınız. Ya Hermes'e satarsınız yahut da kermese. Çünkü dürbün ters dönmüştür bir kere. Allah'ı anlamak için bir mirsad-ı tefekkür, bir minik pencere, bir azıcık ölçücük, bir küçük başlangıç, bir şefkatli kolaylık olması gereken şey, temsil, ifade; artık (hâşâ) Kadîr-i Külli Şey'in çerçevesi olarak sanrılanmıştır. Muhatap unutulmuş yalnız hatip nazara alınmıştır. Bu yanlış kalıba doğru sığmayınca da gözden düşmeye başlamıştır. Halbuki azıcık feraseti olan bilir: Belagat 'mukteza-i hale' ve 'muhataba' uygun söz söylemektir. Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş ve ne söylemiş ile kelamın kıymeti belirlenir. İlkokulda yüksek fizik anlatan öğretmenin kemaline hükmedilmez. "Ne süper âlim!" denilmez. Hem aynı okulda yerçekimi kanununu Newton'un başına düşen elmayla anlatan muallimin fehmi de manavlığa indirgenmez. Akıl akıl ise bu iş böyle olmaz. Olmazsa olur. Vesselam. Cenab-ı Hak cümlemizin aklını sevdiği akıllardan eylesin. İrşadına çıkmaya basamak kılsın. Yolu menzilin yerine geçirtmesin. Âmin. Âmin. Âmin. Vesselam.
1 note
·
View note
Text
Tevhid Veya İslam Akidesinin Özellikleri Şehid imamımız Ebu Hanife Numan b. Sabit (rh.a), "El-Âlim ve'1-Müteallim" adlı eserinde şöyle diyor: "Bilmiyor musun ki, Allah'ın Rasulleri (Allah, hepsine salat ve selâm eylesin) muhtelif dinlere mensub değillerdir. Hiçbiri, kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan Rasulün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü Peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her Rasul kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki Rasulün şeriatına uymaktan nehyediyordu. Zira Rasullerin şeriatı çok ve muhteliftir. Bundan dolayı Allah, Kur'ân-ı Kerim'de: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol - yöntem (minhac) kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı.[1] buyurmuştur. Allah, bütün Peygamberlere, Tevhid demek olan Dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de ayrılmamalarını emretmiştir. "O: 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye; dinden, Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı).[2] "Senden Önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: 'Benden başka ilâh yoktur, öyleyse bana itaat edin. [3] "Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). [4] Yani, Allah'ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağ'yir edilmemiştir. Şeriatlerse, tebdil ve tağyir edilmiştir. [5] Şehid İmam Ebu Hanife (rh.a)'in beyan ettiği gibi, bütün Nebilerin ve Rasullerin beyan buyurdukları din, yani Tevhid birdir... Hepsi, Rabbimiz Allah'ın buyurduğu bir tek akideyi beyan etmişlerdir... İnanılması gerekli olan ilkeler, her Nebî ve Rasulün mesajında aynıdır... Akîdede hiçbir değişme olmamıştır... Âdem (a.s.)'dan Rasulullah (s.a.s.)'e kadar bütün Nebiler, Rasullerin vefatından sonra ümmetlerinin sapıtıp akidelerini de değiştirmiş oldukları malumdur... Bu, akidenin değişebilirliği değil, onların dalâlet ehli olmalarından sonra, kendi açılandan akidelerini değiştirmesidir... Yoksa Rasul ve Nebilerin tebliğ ettiği akîde değişmemiştir... Şehid İmam Ebu Hanife (rh.a)'in de delil olarak zikretmiş olduğu ayetleri ele alıp tefsirlerine müracaat ettiğimizde konu daha net bir şekilde anlaşılır... Ve görülecektir ki, yegâne Rabbimiz Allah, Rasulleri vasıtasıyla insan kullann gönderdiği Tevhid akidesi birdir, tektir, değişmemiştir ve değişmeyecektir de!.. Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah: "O (Allah), 'Dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimiz, İbrahim, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin, kendilerini çağırmakta olduğun şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete eriştirir.[6] Mücahid b. Cebr (rh.a): "Dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı).[7]ayetini: Ey Muhammedi Sana da, Nuh'a da bir tek din tavsiye ettik, demektir diye tefsir etti. [8] İmam Taberî (rh.a) tefsirinde şöyle der: "Ayet-i kerimede bu Peygamberlere şeriat olarak gönderilen dinin emelinin bir olduğu beyan edilmektedir ki; o da, sadece Allah'a kulluk etmektir. Yani Tevhid inancıdır. Allah Teâljl, bütün Peygamberlerine bu hak dini ayakta tutmayı ve onda aynlığa düşmemeyi emretmiştir. Hak dini ayakta tutmak, onun hükümleriyle amel etmek suretiyle gerçekleşir. Onda ihtilaf etmek ise, hükümleri arasında ayrılık gözetmemekle tahakkuk eder. Alİah Teâlâ, ayet-i kerimede, kullan, sadece kendisine kulluk etmeye davet eden Tevhid inancının müşriklere ağır geldiğini, bu itibarla Hz. Muhammed (s.a.s.)'i dinlemediklerini beyan etmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki; müşriklerin iman etmemeleri, Rasulullah'ın kusurundan dolayı değildir. Zira Allah Teâlâ, dilediği kulunu sevgisine ve dostluğuna seçer, onu, peygamber yahud veli kılar ve kendisine yönelenlere hak yolunu gösterir, Peygamberlerine uymaya muvaffak kılar.[9] İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a) ise, şunları söyler: "Binâenaleyh bu ayetten, şeriatların farklılığı ile değişmeyen, bazı şeylerin kasdedilmiş olması gerekir ki, bunlar da, Allah'a, meleklerine, kitablarına, ahirete yönelmeyi (inanmayı), güzel ahlâk için gayret göstermeyi ve kötü ahlâktan sakınmayı gerektirir. Buna göre, Hak Teâlâ'nın, "Onda (o dinde) ayrılığa düşmeyin." emri ile "Çok ilâhlar edinerek ayrılığa düşmeyin." mânâsı kasdedilmiş olabilir. Nitekim Hz.Yusuf (a.s.): "Birbirinden ayn (bir sürü) rabbler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?[10] demiştir. [11] Görüldüğü gibi, bütün Nebilerin ve Rasullerin kaynakları bir olduğu, aynı "Nur" dan nuriandıklan için getirdikleri ilâhî mesajın temel ilkeleri, yani Tevhid akidesi birbirinin tıpkısının aynısıdır... Bu akîde ayniliğini önderimiz Rasulullah (s.a.s.) de beyan buyurmuşlardır... Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.): "Ben, Meryem oğlu İsa'ya dünya ve ahirette insanların en yakınıyım." Esasen peygamberler, babaları bir kardeştirler, anneleri ayrı ayrıdır, dinleri birdir.[12] Bu hadis-i şerifin şerhinde şunlar denilmiştir: "Cumhur-u Ulemâya göre, hadisten murad: Bütün Peygamberlerin iman esasları bir, şeriatları muhteliftir. Bir Allah'a inanmakta hepsi müttefikler. Yalnız şeriatlarının füruunda ihtilaf vaki olmuştur." Peygamber (s.a.s.)'in: "Dinleri birdir..." sözünden murad da, budur. Yani bütün Peygamberlerin getirdiklerin dinlerin aslı birdir. O da, Tevhid'dir, demektir. [13] Rasullerin beyan ettiği Tevhid akidesinin bir olduğunu beyan buyuran Rabbimiz Allah, şu ayet-i kerimede aynı hakikati açıklar: "Sana da (ey Muhammed) önündeki kitab(lan) doğrulayıcı ve ona bir şahid-gözetleyici (müheymin) olarak Kitab'ı (Kur'ân'ı) indirdik. Öyleyse, aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutkularına uyma! Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem (minhac) kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı. Ancak (bu), size verdik-leriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.[14] Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)'e indirilen Ki-tab, yani Kur'ân-ı Kerim, kendisinden önceki, kendisi gibi Allah'dan vahy ile indirilen Tevrat, Zebur, İncil ve yüz sa-hifeyi tasdik edip onların hak ve doğru olduğuna şahidlik etmektedir... Kur'ân-ı Kerim, hak bir ilâhî kitabtır ve hak olan ilâhî kitabları tasdik eden, Rabbimiz Allah'ın yeryüzündeki insan kullarına en son mesajıdır... Kur'ân, kendinden önce indirilmiş olan hak kitablann emini, şahidi ve hakimidir... Rabbimiz Allah, insan kullarının hayat nizamı olan İslâm'ın hayat düsturu olsun diye indirdiği en son kitabı olan Kur'ân-ı Kerim, bütün insanları muhatab edinen, onların cümlesini kapsayan en yüce ve en muhkemdir... Kendisinden önceki hak kitablann bütün iyilikleri onda derlenmiş ve diğerlerinde olmayan mükemmellikler onda bir araya gelmiştir... Bundan dolayı Rabbimiz Allah onu, kendinden önceki hak kitablann emini, şahidi ve hakimi kılmış, insanların onu bozmasına asla izin vermemiş, onun korunmasını üzerine almıştır. "Hiç şübhesiz, zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik Biz. Onun koruyucuları da gerçekten Biziz. [15] Rabbimiz Allah tarafından, önderimiz Rasulullah (s.a.s.)'e indirilmiş, yegâne hayat düsturu olan Kur'ân içinde hiçbir şübhe, çelişki ve noksanlık bulunm mükemmel ilâhî bir kitabdır... Ve bu ilâhî kitab muvahhid mü'minlerin hayat ve hidayet rehberidir.[16] Yegâne Rabbimiz Alİah, başta Rasulullah (s.a.s) olmak üzere, Peygamberlerin varisleri olan yetki sahibi muvahhid mü'minlere şu emri veriyor: "Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet!" Yegâne hayat düsturu Kur'ân-ı Kerim, insanlar arasındaki meseleleri, Rabbleri Allah'ın hükümleri gereği çözmek ve sonuca bağlamak üzere indirilen "Hükmul-lah"dır... İnsanlar arasında hükmoluncaksa, yalnızca Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmolunmahdır... Eğer Allah'ın hükümleri bir yana bırakılıp, Allah'ın hükmüne rağmen, insanların nevalarından kaynaklanan hükümlerle hükmolunacak olunursa, bu hareket, Allah'dan indirilmiş olan haktan bir sapmadan başka bir şey değildir... Rabbimiz Allah, muvahhid mü'min kullarını uyarmış ve böyle bir duruma düşmemeleri için kendilerine emri vermiştir... "Sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)lannauyma!" Bu emirden sonra kâmil iman sahibi olan muvahhid mü'minlerden hangisi, insanların arasında hükmederken, "Allah'ın indirdiği hükümleri" bir yana koyarak haktan sapıp, Allah'ın hükümlerini yürürlükten kaldırıp nevalarından kaynaklanan hükümleri yürürlüğe koyanların hükümleriyle hükmeder ki?!.. Rabbimiz şöyle buyurur: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem (minhac) kıldık." Abdullah İbn Abbas (r.a.): "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol - yöntem (minhac) kıldık.[17] ayetindeki şir'a ve min-hac'ı, geniş yol ve sünnet diye tefsir etti. [18] "Katade ve Hz. Ali'den rivayet edilen bir görüşe göre buradaki "herbiriniz" ifadesinden maksad, çeşitli dinlerde olan ümmetlerdir. Yani Allah, her dinde olan bir ümmet için belli bir şeriat ve belli bir yol kılmıştır. Tevrat'ın şeriatı başka, İncil'in şeriatı başka, Kur'ân'ın şeriatı daha başkadır. Allah Teâlâ, bu şeriatların bazılarında helâl kıldığını, diğerlerinde haram kılmış olabilir. Aksini de yapabilir. Tâ ki, itaat edenleri, itaat etmeyenlerden ayırdetsin ve tanıtsın. Ancak Tevhid inancı, Allah Teâlâ ve Peygamberlerle ilgili olan hükümler tektir. Şeirattan şeriata değişmez. [19] İmam Taberî (rh.a) böyle derken, İmam Kurtubî (rh.a) şöyle der: "Ayet-i kerimenin anlamına gelince: O, Tevrat'ı Tevrat sahibleri, İncil'i İncil sahihleri, Kur'an'da Kur'ân sahibleri için bir şeriat ve bir yol tayin etmiştir. Bunlar ise, şeriat ve ibadetlerde böyledir. Aslı teşkil eden Tevhid'de ise, hiçbir ayrılık söz konusu değildir. [20] İmam İbn Kesir (rh.a)'in, şu cümlesini burada anmak yerinde olur: "Bu ayette Allah Teâlâ, muhtelif dinlere mensub, olan milletlere, şeiatlar taşıyan elçiler göndermiş olması hasebiyle hükümlerde farklı, Tevhid'de müttefik oldukları bildirilmektedir.[21] Rabbimiz Allah, dilemiş olsaydı bütün insan kullarım bir tek ümmet kılardı... Ancak insan kullarına vermiş olduğu nimetlerle onları imtihan etmek için böyle olmuştur... Allah'ın verdiği nimetlerin başında insanlığa rehber ve hidayet olan İlâhî kitab gelir... İlâhî hak kitablarm sonuncusu olan hayat düsturu Kur'ân-ı Kerim, insanlara hayn, iyiliği ve güzelliği açıklayıp onları hayırda yarışmaya teşvik etmiştir... Onlara kötülükleri de anlatmış ve onları kötülüklerden sakmdırmıştır... "Artık hayırlarda yansınız!" Şu ayet-i kerimede İsa (a.s.), Tevhid'in ayniliğini ve şeriatın ayrılığını beyan etmektedir: "(Ben), benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'dan korkup sakının ve bana itaat edin. Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbi-nizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Dosdoğru olan yol, işte budur. [22] Âdem (a.s.)'dan Rasulullah (s.a.s.)'e kadar bütün Ne-bîlerin ve Rasullerin beyan ettiği aynı din, aynı akîde ve aynı Tevhid'dir... Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)'in hadislerinde bu olay, misallerle beyan edilmiştir... Ebu Hureyre (r.a.)'m rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.): "Şübhesiz, benim meselimle, benden önceki peygamberler zümresinin meseli, şu kimsenin meseli gibidir ki; o kimse, bir ev yaptırmış ve onu süsleyip güzelleştirmiş, yalnız bir köşede bir kerpiç yeri boş bırakmış. Akabinde insanlar evi dolaşmaya, evi takdirle beğenmeye ve: Keşke şu tek kerpiç de yerine konulsaydı!, demeye başlarlar." Rasulullah: "İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim. Ben, Hate-mu'n-Nebiyyin'im (Peygamberlerin sonuncu suyum)." buyurdu. [23] Bu apaçık hakikatin beyanından sonra Tevhid ve İslâm akidesinin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: 1) Tevhid akîdesi, apaçık, delillere dayalı ve sadedir. Tevhid akîdesi, inanılması gerekli olan şeylerden yana her şeyi izah edilmiş, delillendirilmiş ve karmaşası olmayan bir sadeliktedir... Gerek naklî, gerekse aklî delillerle iman ilkelerinin apaçık beyanı yapılmış, insanın rahatça anlayacağı bir şekilde sunulmuştur... İman eden muvahhid mü'min, kendisine yapılan bu açıklamalardan, bu apaçık belgelerden dolayı kalbi ve beyni tatmin olmuştur... îmandan yana herhangi bir şübhesi kalmamış, verilen delillerden dolayı kalbi meseleye yatmış, iyice idrak ederek sindirmiştir... İman, onun kalbini ihata ettiği gibi, kanma, hücrelerine karışmıştır... Rabbimiz Allah'ın vasıfları beyan edilirken, O'nun göklerdeki ve yerdeki egemenliği anlatılırken, O'nun bütün varlıkların yaratıcısı, Rabbi, İlâhı ve Meliki olduğu izah edilirken, her akıl sahibinin kolayca kavrayacağı bir üslûb kullanılmıştır... Şöyle buyurur Rabbimiz Allah: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şübhe yok Allah, kuşatandır, bilendir. Dediler ki: 'Allah, oğul edindi.' O, (bu yakıştırmadan, bu iftiradan) yücedir. Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "ol" der, o da oluverir.[24] Allah'ın verdiği akıl nimetini kullanabilen her insan, bu ayetler üzerinde ciddî bir şekilde düşünecek olursa, Rabbimiz Allah'ın varlığını ve birliğini idrak eder... Her varlık, Allah tarafından yaratılmış olduğunu, yerin ve göklerin yegâne Rabbi olduğunu, her şeyin sahibi ve ortaksız egemeni bulunduğunu bilir, Allah'a inanır... Gökler ve yer ile onlarda her ne var ise, isteyerek Allah'a itaat etmektedir... İnsan, böyle eşsiz ve ortaksız bir ve tek olan yegâne yegâne Rabbin farkına varır, bundan dolayı tatmin olunmuş bir kalb ile iman eder... Alİah'dan başka rabbinin olmadığını vasıflarıyla öğrenip inancı sağlamlaşır... "De ki: 'O Allah'dır, birdir. Allah, Samed'dir (her şey O'na muhtacdır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve hiç bir şey O'nun eşi ve dengi değildir.[25] 2) Tevhid akidesi, insanın yaratılışına ve yaratılış gayesine uygun, onun tabiatıyla uyumlu, yani fıtrî bîr akîdedir. Çünkü insanı yaratan yegâne Rabb Allah tarafından v az'edilmiştir... İnsanı yaratan Allah, ona en uygun akîde-yi de var etmiştir... İnsan, yaratılışına, yani fıtratına uygun akideye sahib olup onu korudukça mutlu ve huzurlu olur... Bu akideye uyumlu yaratılan insan, Tevhid akidesinin aleyhine başka inançlara, tağutî ideolojilere inanırsa, kanına uymayan bir başka kanın vücuduna girip onu ölümcül bir şekilde rahatsız ettiği gibi rahatsız olur... Hayatı, sıkıntılarla, huzursuzluklarla dolar ve fıtratında bozulmalar başlar... Tevhid akidesi, insanın üzerinde dünyaya geldiği fıtrat akîdesidir... Bu akidenin hayata uygulanışı olan yegâne hayat nizamı İslâm da, insan fıtratının biricik nizamıdır... Çünkü İslâm, fıtrat ile uyumludur... İnsan, fıtrat nizamı olan İslâm nizamından sapar, herhangi bir tağutî düzen ile hayatını düzenlemeye çalışırsa, o hayatını perişan etmiş olur... Çağdaş dünya insanlığının savaşı, kavgası, kargaşası, huzursuzluğu ve bitkinliği hep fıtratına tam uygun olan fıtrat dini İslâm'dan uzak kalması ve fıtratına uymayan tağutî ideolojilerin gereği ile hayatı düzenlemeye çalışmasından kaynaklanmaktadır... Yegâne yaratan ve yegâne Rabb Allah, insanı fıtrat üzere yaratmış ve fıtratı İslâm'a, İslâm'ı da fıtrata uygun kılmıştır... Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Her çocuk, ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir. Bundan sonra annesi - babası (Yahudi ise) onu Yahudî yaparlar. (Nasranî / Hıristiyan ise) onu, Nasranî yaparlar. (Mecusî ise) onu, Mecusî yaparlar. Nitekim kusursuz doğan bir hayvan yavrusu içinde sîz; kulağı, dudağı, burnu ve ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz?" Bundan sonra Ebu Hureyre (r.a.) şu ayeti söyledi: "Öyleyse sen yüzünü, Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.[26] 3) Tevhid akidesi, temelleri sağlam, binası muhkem, zamanın geçmesiyle eskimeyen ve hiçbir değişme kabul etmeyen sabit bir akidedir. İlk insan, ilk Peygamber ve ilk medeniyet kurucusu Âdem (a.s.)'dan Kıyamet'e kadar bütün mü'min müslü-manların değişmez, sarsılmaz, eskimez ve hiç kimsenin değşitirmeye gücü yetmez olan Tevhid akidesi, Allah'ın koruduğu Kur'ân-ı Kerim'den kaynaklanmaktadır... Temelini Kur'ân ve Sünnet'in oluşturduğu Tevhid akidesini, hiçbir devlet gücü, hiç bir dinî konsey ve hiçbir ilmî heyet değiştiremez... O akide, zamana uydurulamaz, ancak zaman ona uydurulur, insan hayatı ona göre düzenlenir... İslâm dışı olan beşerî inançlar, ideolojik düzenler, zamanla bozuluyor veya bozuyorlar... Bundan dolayı sürekli değişime uğramaktadır... Onların temel ilkeleri, insanın heva ve heveslerinden kaynaklandığı için tâ baştan değişken olduğu bellidir... Çünkü insan, zaman, mekân ve imkân ile sınırlıdırlar... O, herhangi bir mekânda, herhangi bir zaman diliminde ve eldeki imkânlarla ancak belli şeylere inanır ve hayatını ona göre düzenler... Zaman, mekân ve imkânlar değişince yeni yeni şeyler düşünüp üretir ve yeni imkânlarla hayatı düzenlemeye gayret eder... Hatta bazen yüzseksen derecelik dönüşler gündeme gelir, inançlar tamamen değişir, hayata bakış açısı ve hayatın tanzimi tamamen başkalaşır... Bu değişkenlikler, insanın değişkenliğinden ileri gelir... Kaynak sabit olmaz ise, fikir, inanç ve nizam sabit olamaz... Hangi beşerî ve tağutî ideoloji ve düzen olursa olsun değişmeye mahkumdur... Ya kendisim ilk ortaya atan tarafından, ya da zaman içinde taraftarları tarafından yeni imkânlar, yeni ihtiyaçlar karşısında değiştirilir... Yegâne Rabbimiz Allah, değişmez, sarsılmaz ve eskimez Tevhid akidesini beyan buyurmuştur... Çünkü ezelî ilmiyle bütün zamanı ve mekânı kuşatmıştır... İlk insandan son insana insanların, her ne ihtiyaçları olduğunu bilen Rabbimiz Allah, bütün insan kullarına yeterli, onların ihtiyaçlarını karşılayıcı yegâne hayat nizamım vaz'etmiş ve değişmez, değişmeye ihtiyacı olmayan kapsayıcı ilkeleri beyan buyurmuştur... Bu hakikate rağmen iman etmeyi reddeden ve Allah'ın zatına, ya da sıfatlarına şirk koşanlar, temelsiz ve delilsiz, hevadan kaynaklanan fikirler, görüşler, ideolojiler ve de düzenler ortaya koymuşlardır... Onların, hakkı redderek, Hakk Nizamının karşısına dikilip onun yerine geçirdikleri batıl ideoloji ve düzenleri, insanlık âlemine felaketler getirmiştir... Rabbimiz Alİah, onların bu nankör hareketleri için şöyle buyurur: "Yoksa onların bir takım ortakları mı var ki; Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinde kendilerine teşri' ettiler (bir şeriat kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zalimler için acıklı bir azab vardır.[27] Kâinatı, zerresinden kürresine yaratan Rabbimiz Allah, nasıl ki; değişmez ve sarsılmaz kanunlar koymuş, emirler vermiş ve bütün gezegenler O'nun emrine itaat ederek belli bir düzen içinde hareket ediyorlarsa, insanlar için de değişmez ve sarsılmaz hükümler konulmuştur.. Bu hükümleri koyan Rabbimiz Allah, gerek insanların kendi arasında, gerekse insan ile insanın dışındaki varlıklar arasındaki dengeyi en mükemmel şekliyle yaratmış, bu denge için temel ilkeler koymuştur... Bu ilkelere itaat edildikçe, hayat dengeli ve huzurlu devam eder... Bu ilâhî ilkeler çiğnenir, beğenilmez, yetersiz bulunup, onların yerine insanın istek ve tutkularından ileri gelen ilkeler konulursa, hem insanın, hem toplumun, hem ailenin, hem çevrenin ve hem de dünya gezegeninin dengesi bozulur... Rabbimiz Allah, insan kullarının ferdî, ailevî ve toplumsal hayat dengesi için sıhhatli, saadetli, huzurlu ve mutlu hayat programı olan İslâm nizamını beyan buyurmuş, onu seçmiş ve ondan razı olmuştur. "Bugün küfre sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün, size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip beğendim.[28] Allah'ın» muvahhid mü'min kullarına bahşettiği ilâhî nimet olan İslâm tamamlanmış ve kemâle ermiştir... O'nun yeni bir şeye ihtiyaç duyması olmadığı gibi, kendinden herhangi bir eksiltme de yapılamaz... O, olduğu gibidir... Tamdır, kâmildir... Ne fazlalaştırıhr, ne noksanlaştırılır... Ona yapılacak herhangi bir fazlalık veya noksanlık, ona yapılan korkunç ihanettir... Bu ihanet, asla hoş görülmez, kabul edilmez ve muvahhid mü'minler taramdan reddedilmiştir... Ümmü'l - Mü'minin Aişe (r.a.)'nın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.): "Her kim, bizim şu din işimizin içinde ondan olmayan bir bid'at icad ederse, o, reddedilmiştir, batıldır.[29]Yine Ümmü'l - Mü'minin Aişe (r.a.)'dan: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Her kim bizim dinimizde olmayan bir amel işlerse o, merduddur. [30] İrbad b. Sariye (r.a.)'dan; Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "İhdas edilen (dinde dayanağı olmadan dine sokulmak istenen) şeylerden sakının. Çünkü her bid'at dalâlettir. [31] Din, bid'at ve hurafelerden korunmuştur... Her ne kadar işgal edilmiş İslâm topraklarında egemen zalim tağutlar tarafından cahil bıraktırılmış olan halklar arasında, din-denmiş gibi kabul edilen bir çok bid'at ve hurafeler varsa bu, o insanları ilgilendiren bir yanlışlıktır... Dinin aslında böyle şeyler olmadığı gibi, bu batıl inançlar, Tevhid akidesine bulaşmamıştır... Bulaştırılmak işlenmişse de, Peygamberlerin varisleri olan muvahhid ve muttaki İslâm ulemâsı tarafından engellenmiştir... Az da olsa Tevhid akidesine karıştırılmak işlenmişse de, yine muvahhid ve muttaki âlimler tarafından ayıklanmış ve akîde bütün berraklığıyla koruma altına alınmıştır... Kitab ve Sünnet'te, yani Kur'ân-ı Kerim ve Rasulul-lah (s.a.s.)'in Sünneti'nde olan bir şey asla terkedilmez, yeri değiştirilemez ve bu konuda muvahhid mü'minin keyfî bir uygulaması, nefsanî bir isteği gündeme gelemez... Muvahhid mü'minlerin baş vazifesi, Allah ve Rasulü (s.a.s.)'in emirlerini, emrolundukları gibi yerine getirmek için, itirazsız, kayıtsız ve şartsız itaat etmektir... "Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min olan bir erkek ve mü'min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasu-lü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapılmıştır." [32] Yahudi ve Hıristiyanlar, Allah ve Rasulü'ne bu kesin itaati gerçekleştirmeyince, dinlerini kendi istek ve tutkularına göre değiştirdiler... Kendi elleriyle zevklerine göre ki-tabîarını değiştirdiler... Allah'ın helâl ve haram sınırlarını çiğneyen, kendi nevalarına göre haram - helâl sınırlan çizen din adamlarına, bilginlerine tabi olduklarından dolayı dalâlete düşmüş ve gazaba uğramışlardır... Bunun için gerek akîdevî, gerekse amelî anlayışları değişmiş, isteyen ve fikrini kabul ettirebilen için değişecek bir din anlayışı ortaya çıkmıştır... Rabbimiz Allah şöyle buyurur: "Onlar (Yahudî ve Hıristiyanlar), Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar, tek olan bir ilâha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koşmakta oldukları şeylerden yücedir.[33] Adiyy b. Hatim (r.a.) anlatıyor: Boynumda altından bir haç olduğu hâlde Rasulullah (s.a.s.)'e geldim. Rasulullah (s.a.s.): "Ya Adiyy" bu putu üstünden at!" buyurdu. Kendisinin Beraat (Tevbe) Sûresi'nden: "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerini rabler (ilâhlar) edindiler.[34] ayetini okuduğunu işittim. Buyurdu ki: "Gerçi onlar, bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat bunlar, herhangi bir şeyi onlara helâl kıldıkları vakit onu, helâl kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi de onlara haram kıldıkları vakit onu, haram kabul ediyorlardı!" [35] 4) Tevhid akidesi, kesin delillere dayanır. Tevhid akidesi, naklî ve aklî delillerle isbat edilmiş bir akidedir... Duygulara hitab ettiği gibi, akla hitab eder ve her isbat ettiğini ilmî olarak delillerle isbat eder... İslâm'ın naklî olarak beyan ettiği hiçbir hakikat, dumura uğratılmamış akıl tarafından reddolunmaz... Akidenin, akledebilen her insanın rahatça kavrayabileceği sadelikte inanç konulan ve ilkeleri beyan olunur... Beyan olunan her konu ve o konunun ilkeleri, naklî ve aklî delillerle ortaya konulur, sıradan bir insanın anlayacağı şeklide izah edilir... Tevhid akidesinde delilsiz herhangi bir ilke sözkonusu değildir... Tevhid akîdesi, delilsiz ve kör taklid ile inanmayı reddeder... Ataların izinde ve delilsiz gitmeyi kınar... Hak yolu gösterir, nedenini ve niçinini apaçık bir şekilde anlatır.. Herhangi bir iddiayı ortaya atandan ikna edici, kesin ilmî delil ister... Rabbimiz, şöyle buyurur: "Dediler ki: 'Yahudi ve Hıristiyan olmadıkça, kimse kesin olarak cennete giremez!' Bu, onlann kendi kuruntularıdır. De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz kesin kanıt (delil / burhan)mızı getirin. Hayır, kim iyilik yapıcı olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.[36] İmam Taberî (rh.a), bu ayetlerin tefsirinde şunlan beyan eder: "Allah Teâlâ burada, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e; Yahudî, Hıristiyan ve Müslümanları hepsi için adaletli olan bir hükme çağırmayı emretmektedir. O da, her bir fırkanın iddiasının doğru olduğuna dair kesin bir delil getirmesidir. Her ne kadar ayetin zahiri, "Cennete ancak Yahudiler girecektir." diyen Yahudilere ve "Cennete ancak Hıristiyanlar girecektir." diyen Hristiyanlara iddialarının doğruluğunu isbatlayacak deliller getirmelerini emrediyorsa da aslında ayet, onlann bu tür iddialannı yalanlamaktadır. Zira onlann, bu iddialarını isbatlayacak bir delil getiremeyecekleri muhakkaktır. Kim, Allah'ın emirlerine teslim olur ve bütün varlığı e Rabbine itaat için boyun eğerse, cennete girecektir. İşte kimse mü'mindir. İşlerinde ve dininde en güzeli seçmiştir. Rabbine itaat edip boyun eğmesinin mükafat ve sevabı, ahirette Allah kalındadır. Onlara, Rabblerinin cezası olan cehennem azabından dolayı korku yoktur. Onlar, geride bıraktıkları dünya hayatı için bir üzüntü duymayacaklardır. O hâlde, Yahudilerin iddiaları batıldır. Cennete Yahudiler değil, Allah'ın emirlerine teslim olan ve bütün varlıklarıyla Rabblerinin emrilerine boyun eğenler gireceklerdir.[37] 5) Tevhid akîdesi, ifrat ve tefritten uzak hiçbir aşırılığı olmayan tam kıvamında bir akidedir. a) Âlemlerin Rabbi Allah'ın zatı konusunda: Haktan sapan, böylece insanlıktan da uzaklaşıp kendi şahsiyetlerini unutanlarca; âlemin bir yaratıcı ilâhı yoktur... Kâinatta herhangi bir yaratıcı ilâh kabul etmeyen "ateisler" Allah'ın varlığını yok kabul ediyorlar... Bu sapıkların aksine başka sapıklar ise, kâinatta birden fazla ilâh kabul ederler... Onlar da, birçok ilâha inanırlar... Her tabiat olayını bir ilâha bağladıkları gibi, toplumda öne çıkmış yöneticileri, filozofları, edibleri, güçlü savaşçıları yarı ilâh kabul etmek gibi bir sapık inançları vardır... Gözle görünmeyen bir çok ilâhlar ve gözle görüneni ya insanlardan ya hayvanlardan ya da altın, gümüş, demir, bronz, bakır, taş ve mermerden yapılmış put - heykellerden bir çok ilâhlara tapınışlardır... Tevhid akidesi, bu her iki sapık inancı reddetmiş, Allah Teâlâ'nm eşsiz - benzersiz, tek ve bir olup bütün âlemlerin yegâne yaratıcı İlâhı ve Rabbi olduğunu delilleriyle beyan etmiştir... Gerek naklî, gerekse aklî delillerle ilmî bir şekilde âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, göklerde de ilâh, yerde de ilâh olduğunu, O'ndan başka bir ilâhın, bir rabbin ve bir melikin olmayışını isbat etmiştir... Şöyle buyurur Rabbimiz Allah: "De ki: 'Eğer biliyorsanız (söyleyin): Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir? Allah'ındır' diyecekler. Deki: 'Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?' De ki: 'Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın sahibi kimdir?' Allah'ındır' diyecekler. De ki: 'Yine de korkup - sakınmayacak mısınız? De ki: 'Eğer biliyorsanız (söyleyin): Her şeyin mele-kutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor.' Allah'ındır' diyecekler De ki: 'Öyleyse nasıl oluyor da siz böyle büyükleniyorsunuz?' Hayır, Biz, onlara hakkı getirdik, ancak onlar, gerçekten yalancıdırlar.[38] İbn Abbas (r.a.)'nm rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: "Allah'ın yarattıkları hakkıda düşününüz. Fakat Allah'ın zatı hakkında düşünmeyiniz. Gerçekten siz, buna hiç güç yetiremezsiniz! [39] b) Alemlerin Rabbi Allah'ın sıfatları konusunda: Şirk ve küfür cephesinde değişmez karakterleriyle yer alan haktan ve tevhidden sapanlar, Allah'ın, kâinatı yarattıktan sonra bir daha dönüp bakmamış, varlık âlemi çok değersiz olduğu için ondan el çekerek, kendi köşesine çekilmiş olarak değerlerdirmişlerdir... Bazıları da Allah'ı, insana benzetmiş, O'na insan sıfatlarını yakıştırmış - Hâşâ - hanımının, oğullarının ve kızlarının olduğunu, iş yaparken yorulduğunu, dinlenmeye çekildiğini, uyuduğunu iddia etmişlerdir... Tevhid akîdesi, bu sapık saçmaların tümünü reddederek, Allah Teâlâ'nın zatını tanıttığı gibi, sıfatlarını beyan buyurmuştur... Allah'ın yegâne yaratıcı ve emredici olduğunu, doğurmamış ve başkası tarafından doğuruîmamış, oğullan ve kızlarının olmadığı delilleriyle anlatmıştır... "O (Allah), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler varetti. Sizleribu tarda türetip yayıyor. O'nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. O, dilediğine rızkı genişletip yayar ve kısar da. Çünkü O, herşeyi bilendir.[40] "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde de, yerde de ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kavrayıp kuşatmıştır. Onların korunması, O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. [41] "Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir ve O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. Eğer olsaydı, her bir ilâh elbette kendi yarattığım götürüverirdi ve (ilâhların) bir kısmına karşı üstünlük sağlardı. Allah, onların nitelendiregeldiklerinden yücedir. [42] "Doğrusu, Rabbinin zorlu yakalayışı şiddetlidir. Çünkü O, ilkin vareden, (sonra dirilterek) döndürecek olandır. O, çok bağışlayandır, çok sevendir. Arş'in sahibidir, mecid (pek yüce)dir. Her dilediğini yapıp gerçekleştirendir. [43] Böyle buyurur yegâne Rabbimiz Allah ve sıfatlarını böyle beyan eder... c) Tevhid akidesi, hiçbir delil sormadan körükörüne tam teslimiyetçi bir anlayış ile üzerine vazife olmayan şeyleri de araştırmaya kalkışan, versveseci bir anlayış arasında yer alan i'tidal üzere olan bir akidedir. Haktan sapmış olan şirk ve küfür cephesinin taraftarları, bir yanda kör bir taklidin içine düşmüş, nedenini ve niçinini sormadan atalarını izlemeye devam etmiş, diğer yanda her şeyin mahiyetini öğrenmeye kalkışmış, eli ile tutmak, gözü ile görmek hatta laboratuvarda incelemek istemiştir... Gözüyle görmediği ve eliyle dokunamadığı gay-bî olan hiçbir şeye inanmamıştır... Tabiî ki, bu arada âlemlerin Rabbi Allah'a da inanmamış ve O'nun varlığını inkâr etmiştir.... Tevhid akidesi, delilsiz kör ve yoz bir taklidin yanlış olduğunu beyan ederken, gözle görülmedikçe ve el ile dokunmadıkça inanmamanın da yanlış olduğunu ortaya koymuş, gaybî olan varlıkların varlığını izah etmiştir... Şöyle buyurur Rabbimiz Allah: "İşte böyle, senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun refah içinde şımarıp azan önde gelenleri (şöyle) demişlerdir: 'Gerçek şu ki biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız/ (O peygamberlerden her biri de şöyle) demişlerdi: size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanı getirmiş olsamda mı?" Onlar da demişlerdi ki: 'Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.' Böylece biz de, onlardan intikam aldık. Öyleyse sen, bir bakıver, yalan sayanların sonu nasıl oldu?" [44] "Onlar, göklerin ve yerin bağımlı olduğu egemenliğe ve sünnete (melekut), Allah'ın yarattığı şeylere ve ihtimal (verip) ecellerin pek yaklaştığına bakmıyorlar mı? Bundan sonra onlar, artık bangi söze inanacaklar? [45] "Kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için yeryüzünde ayetler vardır. Ve kendi nefislerinde de. Yine de görmüyor musunuz? [46] "De ki: 'Göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin!' İman etmeyen bir topluluğa apaçık ayetler ve uyarıp korkutmalar, bir şey sağlamaz! [47] "Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rabblerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. [48] d) Tevhid akidesi, Peygamberleri ilâhlaştıran ile onları sıradan bir insan gören aşırı ve yanlış düşüncelerin ortasında yer alan bir akidedir. Nebîler ve Rasuller (Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun), Allah'ın, insan kullarının arasında seçtiği, kendilerine vahyettiği, eğitip öğrettiği vazifeli kullardır... Onlar, ne birilerinin iftira ederek ilâhlaştırdıkları şahsiyetlerdir, ne de yine birilerinin cahilce nitelendirdikleri sıradan insanlardır. Onlar, toplum içinde öne çıkmış filozof veya ahlâkın düzelmesine uğraşan bir fikir adamları değildirler... Peygamberlik, çalışıp çabalayarak elde edilecek bir makam değildir... O, Allah vergisi olan bir makamdır... Peygamberlik, kesbî değil, vehbîdir... Rabbimiz Allah, dilediği kulunu Peygamber yaratır ve ona bu vazifeyi verir... Şöyle buyurur Rabbimiz Allah Teâlâ: "Allah, peygamberliği nereye vereceğini daha iyi bilir.[49] "Bu (peygamberlik), Allah'ın dilediğine verdiği fazl (lütuf ve ihsan)ıdır. Allah, büyük fazl sahibidir. [50] "De ki: 'Şübhesiz ben, ancak sizin benzeriniz ola bir beşerim. Yalnızca bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın. [51] "Senden önce gönderdiklerimizden, gerçekten yemek yiyen ve pazarlarda gezen (peygamberler)lerden başkasını göndermiş değiliz. [52] "Andolsun, senden önce de biz, peygamberler göndedik, onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmaksızın (hiç) bir peygambere herhangi bir ayet (mucizeyi) getirmek olacak iş değil. [53] e) Tevhid akidesi, diğer inanç sistemlerine karşı da i'tidal üzere olan bir akidedir... Gayr-ı İslâmî inançlar besleyen kişi ve toplumlara karşı yumuşak davranıp onlara İslâm'ı tebliğ ederek, kendilerini İslâm'a davet etmek, her muvahhid mü'minin vazifesidir... Gerek fikirleri, sözleri ve tebliğiyle, gerekse en ideal iyi hâl ve hareketleriyle insanlara örnek olup onların hidayet bulmasına vesile olmak, mü'min Müslümanların ertelenmez vazifelerinden biridir... Muvahhid mü'minler, katıksız imanlarını, imansız ve dinsiz ideolojilerin saldırılarından korumaya çalışırken, onları iman potasına sokup eritmeye gayret etmelidir... Onları, naklî ve aklî dellilerle ikna etmeye çalışmalı ve batıl yoldan hak yola gelmelerim sağlamalıdır... Onlara karşı tavizsiz davranırken, hâlim - selim olmayı da ihmal etmemelidir... Allah Teâlâ'ya dayanıp güvenirken, O'na itaat ve ibadete devam ederken, yalnız O'ndan yardım beklemeli, zaferi O'ndan bilmelidir... İslâm'ı tebliğ edeken ve İslâm'a çağırırken, bir yanda hidayet bulup geleni bağrına basarken, diğer yanda küfründe ve şirkinde inad edip ayak diretenlere, harbî olmadıkça onlara karşı yumuşak tavrını devam ettirmelidir... Rabbimiz Allah şöyle buyurur: "Sen, artık Allah'a tevekkül et, çünkü sen, apaçık olan hak üzeresin. [54] "Şu hâlde sen, sana vahydilene sımsıkı tutun! Çünkü sen, dosdoğru olan bir yol üzerindesin. [55] "Şu hâlde sen, bundan dolayı davet et ve emrolundu-ğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların heva (istek ve tutkularına uyma! Ve de ki: 'Allah'ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda (karşılıklı delillere dayalı: Hüccet) bir tartışma konusu yoktur. Allah, bizi bir arada birleştirip toplayacak ve dönüş O'nadır. [56] "Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: 'Benim yaptıklarım benim, sizin de yaptıklarınız sizindir. Siz, benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım. Onlardan seni dinleyecekler vardır. Amma hiç duymayan sağırlara -üstelik hiç akıllan ermiyorsa sen mi duyuracaksın? Ve onlardan sana bakacak olanlar vardır. Amma kör olanları -üstelik basiretleri de yoksa- sen mi doğru yola ulaştıracaksın? [57] "Sizin dininiz size, benim de dinim bana. [58]Böyle bir barışık ortam oluşturulacak bir zamanda, muvahhid mü'minler, diğer ideoloji yanlılarına hakikatla doğrulan, iyilik ve güzellikleri rahatça anlatabilirler... Onlann tağutî ideolojilerinin fıtrî olmadığını, insanlığa bir fayda getiremeyeceğini delilleriyle onlara anlatırken, insanlığa faydalı ola fıtrî hayat nizamı İslâm'ı da tüm yapısıyla izah etmelidirler... Rabbimiz Allah, böyle davranan muvahhid mü'min kullarını takdirle övmektedir: "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: 'Gerçekten ben müslümanlardamm' diyenden daha güzel sözlü kimdir?" [59] Katıksız iman sahibi muttaki mü'min müslümanlar, gerek akîde konusunda, gerekse salih amel konusunda şuurlu olmalıdırlar... İnandıklarına bilerek, idrak ederek inanmalı, yaptıklarını bilerek, ilkini ve sonunu görerek yapmalıdırlar. Şuurlu iman, şuurlu amel ve şuurlu bir hayat sahibi olmalıdır muvahhid mü'minler... ------------------------------------- [1] Maide, 5/48. [2] Şura, 42/13. [3] Enbiya, 21/25. [4] Rum, 30/30. [5] îmam-ı Azam'ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İst. 1981, sh.15. [6] Şura, 42/13. [7] Şura, 42/13 [8] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l - İman, B.l, (Bab başlığında). [9] Et - Taberî, A.g.e. c.7, sh.286. [10] Yusuf, 12/39 [11] Fahruddin er-Râzî, A.g.e. c.19, sh.435. [12] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l - Enbiya, B.50, Hds.113. Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Fedail, B.40, Hds.143 -145. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's - Sünnet, B. 14, Hds.4675. [13] Ahmed Davudoğlu, A.g.e. c.10, sh.162. [14] Mâide, 5/48. [15] Hicr, 15/9. [16] Bkz. Bakara, 2/2. [17] Maide, 5/48 [18] Sahih-i Buhârî, KitabuM - İman, B.l, (Bab başlığında). [19] Et - Taberî, A.g.e. c.3, sh.319. [20] İmam Kurtubî, A.g.e. c.6, sh.274. [21] İbn Kesir, A.g.e. c.5, sh.2361. [22] ÂH İmrân, 3/50-51. [23] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l - Menakıb, B.18, Hds.42. Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Fedail, B.7, Hds,20 - 23. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l - Menakıb, B.3, Hds.3854. Kitabu'l - Misal, B.2, Hds. 3021. [24] Bakara, 2/115 - 117. [25] İhlas, 112/1-4. [26] Sahih-i Buhârî, Kitabu'l - Cenaiz, B.79, Hds.l 13. Kitabu't - Tefsir, B.236, Hds.295. Kitabu'l- Kader,B.2, Hds.6. . Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Kader, B.6, Hds.22 - 25. Not: Hds. 25'de şu ziyade vardır: Eğer annesi - babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur." Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l - Kader, B.5, Hds.2223 - 2224. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's - Sünnet, B.17, Hds. 4714. İmam Malik, Muvatta', Kitabu'l - Cenaiz, Hds. 52: [27] Şura, 42/21. [28] Mâide, 5/3. [29] Sahih-i Buhârî, Kitabu's - Sulh, B.5, Hds.7 Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Akdiye, B.8, Hds.17. Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.2, Hds.14. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's - Sünnet, B.6, Hds.4606 Not: Muhammed b. İsa, rivayetinde şöyle der: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kim bizim sünnetimizin aksine bir şey yaparsa, o, reddo-Iunmuştur." [30] Sahih-i Müslim, Kitabu'l - Akdiye, B.8, Hds.18. [31] Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.6, Hds.42 -43. Sünen-i Ebu Davud, Kitabu's - Sünnet, B.6, Hds.4607. Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l - ilm, B.16, Hds.2815. Sünen-i Dârimî, Mukaddime, B.16, Hds.96. [32] Ahzab, 33/36. [33] Tevbe, 9/31. [34] Tevbe, 9/31 [35] Sünen-i Tirimizî, Kitabu Tefsiru'l - Kur'ân, B.10,3292. İbn Kesir, A.g.e. c.7, sh.3456. İmam Ahmed b. Han-bel'den. [36] Bakara, 2/111- 112. [37] Et - Taberî, A.g.e. el, sh.309 - 310. [38] Mü'minun, 23/84 - 90. [39] Aclunî, Keşfu'l - Hafa, c.l, Sh.311, Hds. 1005, Ebu Nu-aym, Hilye'de ve Beyhakî'den. İmam Suyutî, A.g.e. c.2, sh.229, Hds.1796 - 1797 (3345 -3346). [40] Şura, 42/11-12. [41] Bakara, 2/255. [42] Mü'minun, 23/91. Ayrıca bkz. Nisa, 4/171. Kehf, 18/4 - 5. İsra, 17/111. [43] Büruc, 85/12-16. [44] Zuhruf, 43/23-25. [45] A'raf, 7/185. [46] Zariyat, 51/20 -21. [47] Yunus, 10/101. [48] Rum, 30/8. [49] En'am, 6/124. [50] Cuma, 62/4. [51] Kehf, 18/110. [52] Furkan, 25/20. [53] Ra'd, 13/38. [54] Nemi, 27/79. [55] Zuhruf, 43/43. [56] Şura, 42/15. [57] Yunus, 10/41-43. [58] Kâfirun, 109/6. [59] Fussület, 41/33.
7 notes
·
View notes
Link
24 — Görmüyor musun ki Allah’ın hoş bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan hoş bir ağaca benzeterek misal verdiğini?. 25 — O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyve verir. İnsanlar ibret alsın diye Allah onlara misâl veriyor. 26 — Çirkin bir söz yerden koparılmış kökü olmayan kötü bir ağaca benzer. 27 — Allah inananları, dünya hayatında ve âhirette sağlam bir söz üzerinde tutar; zalimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar. • • 1 — Elif, Lâm, Ra. Bu, öyle bir kitaptır ki insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa ve güçlü, hamde lâyik olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.************************************** Yoksa, 'Onu Muhammed uydurdu' mu diyorlar? Onlara de ki; 'Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız. Yunus*38Aradan bin dört yüz yıl geçmiş hala bir ses yok .Peki şimdi yapsınlar şimdi teknik bir çağdayız her şey eloktronik çoğu şeyi harflerin ve rakamların karışımından yapıyor proğram yapıcıları.o zaman kuran ayetlerinide getirsinler.?Allah kainatı elementlerden yarattığı gibi kuranıda harflerin karışımından yaratmıştır.http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/01/asl-nedir1-kok-esas-temel-kaide-asl.html?spref=fb**************************************2 — O Allah ki göklerde ve yerde olan O’nundur. Uğrayacakları şiddetli azaptan dolayı vay kâfirlerin hâline. 3 — Ki onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler. Allah yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler. 4 — Her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatsın. Bundan sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola götürür. Ve O, Azız ’dir, Hâkim ’dir. İşte bu kitap ta bu harfler cinsindendir ve onu sana indirmekteyiz. Onu sen yazmadın elbette, biz indiriyoruz onu sana ve bir gayeye mebni bu indirişimiz. “Onunla insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye...” Şu insanları karanlıklardan kurtarasın diye... Evham ve hurafenin âdet ve geleneklerin karanlığından... Muhtelif tanrıların, düşürdüğü hayret ve kararsızlık bataklığından... Değişik sistemlerin, doktrinlerin ve değer ölçülerinin getirdiği huzursuzlukların karanlığından... Evet insanlığı bütün bu karanlıklardan kurtarıp aydınlığa kavuşturman için... Düşünce ve vicdan alanındaki karanlıklan dağıtan aydınlığa... Günlük hayattaki, değer ölçülerindeki, sistem ve doktrinlerdeki karanlıkları dağıtan aydınlığa... Allah’a inanmak bir ışıktır, bir nurdur... İnsan kalbinde doğuverir... Ve doğuşuyla birlikte beşer denilen şu varlığı da aydınlığa garkeder. Katı çamurdan ve İlâhî nefhadan meydana gelmiş olan şu insanı... Eğer bu İlâhî nefhanın verdiği aydınlık olmasa veya bu aydınlık bir an için sönüverse... İnsan denilen şu varlık bir anda kaskatı çamur kesilir. Evet hayvanlar gibi kan ve etten meydana gelmiş bir çamur külçesi.■■ Kan ve et tek başlarına tahlil edildikleri' takdirde onların da çâmurda~bulunan elementlerden müteşekkil bir madde olduğu görülür. Eğer imanın aydınlattığı ve parlattığı bu İlâhî nefhanın eseri olan ışık olmasa ne fark kalır insanla bir et külçesi olan hayvan arasında... O ışıktır ki bu et külçesine sızar ve bıı. katı cismi aydınlatır, ışıtır...*******************************************Bedenimizi oluşturan elementlerden bazıları (Oligo elementler)http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/element-nedir-elementin-ozellikleri.html********************************************Öyle bir nurdur ki iman, ruhu aydınlatır ve insan onunla görür gittiği yolu. Allah’a doğru giden yolun aydınlandığını, hiç bir karartının ve tuzağın bu aydınlığı dağıtamadığını. Hurafe ve evhamen veya şehvet ve arzunun kurduğu tuzakların ve karartıları... Ve gittiği yolu gören insan dosdoğru gider yolunda. Ayağı kaymaz, sağa sola sapmaz, yalpalamaz, tereddüt etmez ve yolunu yitirmez... Allah’a iman, hayatı aydınlatan bir nurdur. O’nun huzurunda bütün insanlar eşit birer kuldurlar. Onları birbirine bağlayan yegane bağ Allah’a bağlılıktır. Yalnız ve yalnız O’nun huzurunda eğilip, O’nun dinine bağlanmaktır. Şu halde insanlar ne kullara kul olurlar böylece, ne de putlara, diktatörlere. Bütün insanlığı bu kâinat içerisinde birbirine bağlayan tek bağ bilgi bağıdır. Bu kâinatta cereyan eden İlâhî kanunları ve beşeriyete hâkim olan değişmez prensibleri bilmektir, öyleyse kâinatta, kâinatın içinde bulunan varlıklar ve nesneler de bir selamet atmosferi içinde yüzerler bu iman sayesinde. Allah’a iman bir nurdur... Adaletin nurudur... Hürriyet nurudur... Bilgi nurudur. Allah’ın yakınlığını hissetmenin verdiği bir dostluk nurudur. Allah’ın adaletini, hikmetini, emniyetini gizli açık yanında hissetmenin verdiği bir nurdur. Bu güven sayesinde insan gizli ve açık, bolluk ve darlık anların da sabreder. Allah’ın denemesindeki hikmetin esrarını çözmeye çalışır. İlâh ve Rab olarak yalnız ve yalnız Allah’a inanmak, son derece mükemmel bir hayat nizamıdır. Sırf vicdanların içini süsleyen bir akide, ruhların içine aydınlık kapılarını açan bir inanç değil bir hayat sistemidir de aynı zamanda. Yalnız ve yalnız Allah’a ubûdiyet ve sadece Allah’ın dinine bağlanmak esasına müstenit bir hayat nizamıdır. Kulların tanrılaştinlmasına ve insanlara kulların hâkim olmasına göz yummayan bir yaşama düsturudur...******************************************Bugün "New Age Dini(Yeni Çağ Dini)'', dünyada gittikçe yaygınlaştırılan bir "lego dini"dir. http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/2016/04/vahdeti-vucut-felsefesi-new-age.html********************************************Bu sistem bütünüyle insan fıtratına uyar ve onunla sıkı bir alâka temin eder. İnsan fıtratının gerçek ihtiyaçlarına cevap verir. Ve öyle hayret verici bir uygunluk temin eder ki, insan hayatını mutluluk ve aydınlıkla doldurur. Huzur ve rahat ile taşırır, emniyet verir, güven verir. Kulların kullara kul olduğu sistemlerdeki gibi her an değişen durumlara med ve cezire kapılarak değişip durmaz, aksine her zaman sabit ve müstakar bir düzen inşa eder. Siyasi, sosyal, idari, ahlâkî ve İktisadî sahalarda, gelenek ve alışkanlıklarda kulların kullara kulluğu veya kullar tarafından konulan nizamlara kulluğu esaslarına dayalı sistemlerdeki aksaklıkların hiç birine rastlanmaz onda. Bütün bunların da ötesinde bu nizamda beşer enerjisi lüzumsuz ve aşırı derecede israf edilmekten korunur. Bir takım uydurma tanrıların adına çalınan borazanlara nefes harcanmaz, davullara emek verilmez, dikilen putlar için enerji sarf edilmez... “İnsanları Rablerinin iziniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için...” İfade-i celîlesinin kısacık kelimelerinin ardında öyle büyük gerçekler yatıyor ki, gönül ve fikir alanına doğru engin ufuklar açılıyor. Hayat ve gerçeklere doğru sonsuz buudlar beliriyor. Nasıl ulaşsın beşer üslûbu bu engin ufuklara ve bu derin buudlara. Sadece işaret edip geçebiliyor, işte o kadar. “İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için...” “Rablerinin izniyle...” Peygamberin gücü ancak tebliğe yeter. Zaten onun gerçekleri açıklamaktan öte bir vazifesi de yoktur. İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak ise, bu yalnız ve yalnız Allah’ın izniyle olacak şeydir. Hakteâlânın meşiyetine uygun olarak koyduğu değişmez kanunlara göre tecelli eder. Peygamber bir peygamber olmaktan öteye geçemez. “İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için.”... “Rablerinin izniyle...” “Ve güçlü, hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için...” Bu ifadei celildeki () kelimesi ( jy ) kelimesinden bedeldir. () ifadesi ise, Allah'ın yolu, izi, koyduğu kanunu ve varlıklara hükmeden değişmez emirleridir. Bir de hayata hükmetmek için koyduğu İlâhî şeriattır. İşte bu aydınlık insanları Allah’ın bu dosdoğru yoluna iletir. Veya bir başka deyimle bu dosdoğru yol aydınlığın kendisidir. Böyle mâna vermek daha kuvvetli bir mânalandımıa olur. İnsan ruhunu aydınlatan nur; kâinatı aydınlatan nurun aynısıdır. Aynı kanun hükmeder her ikisine de, Aynı hüküm geçerlidir her ikisinde de... Bu aydınlıklar içinde yüzen ruh doğruyu idrâk etmekte asla şaşırmaz, yanlış düşüncelere dalmaz, dosdoğru yolda yürür gider. “Güçlü ve hamde lâyık olan Allah’ın yolunda...” Kuvvet sahibi, güç sahibi, hâkim, hamde lâyık ve şükre şayeste Allah'ın yolunda... Burada Allah'ın kuvveti inkâr edenleri tehdit için özellikle zikrediliyor. Hamde lâyık oluşu da hususen şükredenlere durumlarını hatırlatmak için zikrediliyor. Bunların sonunda da Allah’ın tanıtılması hususu yer alıyor. O’dur göklerde ve yerde olanların sahibi. O’dur insanlardan müstağni olan... O’dur kâinata ve kâinatın içinde bulunan nesnelerle canlılara hükmeden...*****************************************YARATICININ VARLIĞININ KANITLANMASINDA KULLANILAN MODERN DELİLLERhttp://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/yaraticinin-varliginin-kanitlanmasinda.html*************************************“O Allah ki göklerde ve yerde olan O’nundur.”... Kim karanlıklardan çıkıp doğru yolu bulursa odur kârlı olan. Bunun ötesinde bir şey zikretmiyor âyeti celîle. Sadece kâfirleri acıklı azaplarla tehdit ediyor. “Vay” diyor. “Kâfirlerin hâline uğrayacakları çok şiddetli azaptan dolayı.”... Bu iman nimetini inkâr edip kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkaracak resulleri göndermesindeki büyük nimeti nankörlükle karşılayanların hâline vay... Allah’ın verdiği bu nimetler o derece büyük nimetler ki onların yanında insanın yaptığı şükürler bile çok basit kalır. Nerde küfredenler öyleyse?... “Uğrayacakları şiddetli azaptan dolayı vay kâfirlerin hâline.”... Mütakıben yüce peygamberlerin getirdikleri Allah'ın nimetini kâfirlerin inkâr edişinin asıl sebebini açıklayıcı mahiyette bir ifade yer alıyor: “Ki onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler. Allah yolundan alıkoyurlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar derin bir sapıklık içindedirler.”... Şurası bir gerçek ki dünya hayatını âhirete tercih etmek imanın koyduğu mükellefiyetlere zıt düşer. Allah'ın koyduğu dosdoğru yolda yürümeyle çatışır. Ama âhiret hayatı dünya hayatına tercih edildiği zaman mesele böyle değildir. Çünkü, âhiret hayatı dünyaya terclh edildiği zaman dünya hayatı da düzelir ve dünyanın normal nimetlerinden istifade etmek ve bu hususlarda Allah'ın emirlerine uygun hareket etmek mümkün olur. Binaenaleyh o takdirde dünya nimetlerinden istifade etmek ile Âhireti düyaya tercih etmek arasında bir çatışma söz konusu olmaz. Bazı sapık zihniyetli kimselerin yaymaya çalıştıkları gibi gönüllerini âhirete bağlayanlar hiç bir zaman için dünyalarını kaybetmezler. Çünkü islâma göre âhiretin düzelmesi dünya hayatının düzelmesine bağlıdır. Allah’a iman etmek yeryüzünde hilafet vazifesini demlide etmeyi gerektirir. Yeryüzünde hilafet vazifesini deruhde etmek ise yeryüzünün nimetlerinden istifade ederek imarına çalışmayı icabettirir. Şurası iyice kavranılmalıdır ki islâmda âhireti imar etmek için dünyayı harap etmek yoktur. Bilakis âhirete hazırlanmak ve Allah’ın rızasına nail olmak için dünya hayatını adalet ve hakkaniyet esaslarına göre imar edip geliştirmek gerekir... İşte İslâm budur...******************************************BU DURUMDA İSLÂM BİZDEN NE YAPMAMIZI İSTİYOR?http://huseyinsas.blogspot.nl/2013/10/bu-durumda-islam-bizden-ne-yapmamizi.html?spref=fb**************************************Dünya hayatını âhirete tercih edenlere gelince onlar yeryüzünün nimetlerinden istifade etselerde asıl gayelerine ulaşamazlar. Haram yoldan elde ettikleri kazançlarla, insanları aldatarak ve sömürerek yaptıkları kârlarla, kurdukları müstemlekelerle asıl gayelerine ulaşamazlar. Evet Allah’a imanın aydınlığında ve bu aydınlığın sağladığı dosdoğru yolda asıl gayelerine ulaşamazlar ve bunun için de insanları Allah’ın yolundan döndürmeye çalışırlar, önce kendilerini çevirirler bu dosdoğru yoldan sonra da peşlerine taktıkları insanları. Bu yolu eğri göstermeye çalışırlar. Düzgün bir yol olmadığını, iyi olmadığını yaymak için çırpınırlar. İşte ancak bu propagandaların da başarı kazandıkları, önce kendilerini sonra da peşlerine taktıkları kimseleri bu dosdoğru yoldan çevirerek, hak yolundan uzaklaştıkları zaman... Evet işte o zaman ancak gayelerine ulaşabilirler, zulümlerini hâkim kılabilirler. Dikta rejimlerini kurabilirler, hile yapabilirler, insanları aldatabilirler, yeryüzünde bozgunculuk yapabilirler. Ve işte o zaman yeryüzünün helal kazancını bırakıp haramla kursaklarını doldurabilirler. Rezilâne eğlencelere dalabilirler. Büyüklük taslarlar yeryüzünde. Hiç bir mukavemetle karşılaşmaksızın insanları köleleştirebilirler. Hiç kimse tarafından engellenmek-sizin insanları kendilerine kul ederler... Şüphesiz ki hayatin yegâne garantisi, dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden insanların yegane teminat unsuru iman nizamıdır. Bu dünya hayatının hayırlarını bırakıp kötülüklerine dalmak isteyenlerin bulunduğu canlıların tek sigortası iman nizamıdır. “Her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatsın.” İşte bu da bütün insanlığı içine alan bir nimettir. Her peygamberin gönderildiği kavmine şamil olan bir nimet. Bir peygamber bulunduğu yere iyice yerleşip insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarabilmek ve Rablerinin izniyle hidayete gelmelerini temin edebilmek için elbette içinden çıktığı milletin lisanıyla konuşmalıdır. Onlara gerçekleri anlatıp bu gerçekleri kavrayabilmeleri için elbette bulundukları milletin lisanıyla gönderilmeliydiler. Ancak böylece sağlanabilirdi risaletin ana gayesi. Hz. Peygamber her ne kadar bütün insanlık için gönderilmiş bir peygamber ise de kendi milletinin lisaniyle irsal edilmişti. Çünkü onun bulunduğu milletti bu risalati bütün insanlığa yayacak olan. Çünkü peygamberin ömrü sınırlıydı, önce kavmini hak yoluna davet edip yarımadayı şirkin elinden kurtararak İslama girdirmekle emrolunmuştu. Böylece ancak Arap yarımadasında islâmın yeryüzüne dağılmasını sağlayacak davetçilerin yetişmesini temin ederek bir beşik vazifesini görmüş olurdu. Nitekim fiilen de durum böyle gerçekleşmişti. Çünkü habir, alîm olan Allah’ın bir hikmetine mebni idi bu plân. Yüce peygamber Rabbi Zülcelalinin nezdi pâkine çekildiği gün islâmın Arap yarımadasının son sınırına kadar yayılması işi de bitmiş bulunuyordu. Artık Üs â m e ordusu yarımada dışına taşacak İslâm davetini götürmek üzere yola çıkarılmış idi. Fakat tam bu esnada Allah’ın yüce Resulu vefat etmiş ve bu ordunun hareketi durmuştu... Ama iş bununla da kalmamış Hz. peygamber civar ülkelere mektuplar göndermiş, elçiler yollamış ve bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğunu doğrulayıcı âlem şümul faaliyetlerde bulunmuştu. Ne var ki Allah’ın kendisi için takdir buyurduğu belirli ömür boyunca ancak kendi kaviminin lisaniyle getirdiği gerçekleri açıklamıştı. Zaten beşer hayatının uzantısıyle uyuşan tabiî hâl de bunun-ötesi değildi. Peygamber kendi lisaniyle konuşan kavmine gerçekleri tebliğ edecek ve onlar da bu risaleti bilumum insanlığa götüreceklerdi. Gerçekten de böyle olmuştu... Binaenaleyh Hz. Peygamberin hem bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmesiyle hem de sadece kendi kavminin lisaniyle gönderilmesi arasında bir tezat yoktur. Allah’ın takdiri böyle ve gerçekleşen dunun da bu şekilde tecelli etmişti.***********************************************DÜNYA LİDERLERİNE,SENARİST VE OYUNCULARA DUYURULUR..!http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2016/12/dunya-liderlerinesenarist-ve-oyunculara.htmlİNSANLIĞIN KURTULUŞ İSTİKAMETİNİ BELİRLEMEK İÇİN ŞU FİKRİ AÇILIMI YAPMAK SİZLERE DÜŞÜYOR.Senaristlere.http://namenstr8bredaholland.blogspot.nl/2017/01/kisi-hukum-verirken-verdigi-konu.htmlTürkiye'deki üniversiteler listesihttps://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27deki_%C3%BCniversiteler_listesi*********************************************“Her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ki onlara apaçık anlatın.” “Bundan sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola götürür...” Çünkü gerçekleri beyan etmekle peygamberin - bütün peygamberlerin- vazifesi son bulmuş oluyor. Bu açıklamanın gereği olarak hidayete veya dalâlete gitmek işine gelince buraya karışamaz o. Ne gücü yeter buna, ne de bu konu onun arzusuna bırakılmıştır. Yalnız ve yalnız Allah’a mahsustur orasını tayin işi... Engin meşiyeti gereğince belirli kanunlar koymuştur bu hususta. Kim dalâlet yolunda yürürse dalâlete düşer. Kim de hidayet yolunda yürürse hidayeti bulur... Gerek hidayet gerekse dalâlet Allah'ın meşiyetine göre tecelli eder. Ve bu meşiyete göre vazetmiştir Hakteâlâ hayat kanunlarını. “Ve O, Azizdir, Hakîm’dir.” İnsanları ve hayatı yürütücü güç O’nundur. Dilediği gibi yönetir hayatı, her şey O’nun bildiği bir hikmete mebnidir. Başıboş değildir. İdaresiz ve nizamsız tesadüflerin eline bırakılmış değildir. Hz. M û s â ’nın risaleti de böyle olmuştu. O da kendi milletinin lisanı ile gönderilmişti. 5 — An dolsun ki biz M û s a'yi “kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah'ın gösterdiği günleri onlara hatırlat” diye gönderdik. Şüphesiz bunda sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır. 6 — Hani M û s a kavmine: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, çünkü O, sizi kötü azaba sokan, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştır, bunda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.” demişti. 7 — Hani Rabbiniz: “Şükrederseniz andolsun ki size karşılığını artırırım, nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok şiddetlidir.” diye 8 — M ûsa :' “Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de nankörlük etseler yine de Allah müstağni ve hamde lâyık olandır” demişti. Burada ifadei eelile Hz. Peygambere yöneltilen emirle, Hz. M û s â ’ya yöneltilen emri aynı siga ve ifade ile belirterek ikisi arasındaki birliği anlatıyor. Bu da sûredeki üslûp ve ifade uygunluğunun şaheser bir örneği. Bu konu üzerinde daha önce de durmuştuk. İşte bakınız Hz. M û s â ’ya verilen emir de aynı ifade ve aynı siga ile; orada buyuruluyordu ki: “İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için...” Burada gelen emir ise şöyle: “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar...” Fakat birinci emrin muhatabı bütün insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmakla mükellef, ikinci emrin muhatabı ise sadece kendi kavmini. Ama her ikisinin de gayesi aynı: “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar. Ve Allah’ın gösterdiği günleri onlara hatırlat” diye...” Bütün günler Allah’ın günüdür şüphesiz. Ama burada kastedilen Allah’ın gününden murat beşeriyet için veya bir kitle için nimet veya azap günlerinin tecelli ettiği günlerdir: Nitekim Hz. M û s â ’-nın kavmine hatırlattığı şeyler meyanında bu günden murat edilen şey açıklanacaktır. Hz. M û s â kavmine hem kendilerinin başından geçen günleri hatırlatmış, hem de N û h (A.S.) ın, Â d kavminin, ve S e m û d kavminin başından geçenleri anlatmıştı. İşte o günlerden murat bunlardır. “Şüphesiz bunda sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır.” Bu günler içinde acı çekilen günlerde sabır için dersler vardır. Nimetlere erilen günlerde de şükür, için dersler vardır. Ve ancak son derece sabırlı ve şükreden kimseler anlarlar bu dersleri. Onlar sadece bunu anlamakla kalmazlar aynı zamanda onların gerisindeki ibretleri de anlarlar, nasihatları da kavrarlar. Bir teselli ve ihtar unsuru ihtiva ettiğini de farkederler. Bunun üzerine Hz. M û s â gidiyor, peygamberliğini yerine getirirek kavmine o günleri hatırlatıyor: Hani M û s a kavmine: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, çünkü O, sizi kötü azaba sokan, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştır, bunda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.” demişti.
0 notes