#olsa da dünya beni mutlu etmez
Explore tagged Tumblr posts
Text
3 ebeveynim olduğunu anladım. Güzel şeyler yaşıyorum. Ama tadım kaçık, hayat parlak.
#bu hafta alanımla ilgili tüm doğrularım tepetaklar oldu#güzel ve kırıcı#bazen yaşadıklarıma bakım ne güzel ya ne kadar mutluyum diyorum#ama zaman zaman yabancılaşıp#hayatıma şöyle bi uzaktan bakıp#çok fena oluyorum#yorgun hissediyorum bi şeylerim farkına varıyorum#nasıl baş edilir bu küçük ayrıntılarla bilmiyorum#hayatımın genel akışına bakıp nankör hissediyorum#bu hayatı didik didik edip ayrıntıların çirkinliğine#duyguların bayağılığına üzülmek ergenlik mi?#umarım öyledir ama bitmiyor#20 yaşındayım bu duygular ergenlikse artık bitsin#tükendim yorgunum#hayatın retry tuşu olmaması beni yoruyor#olsa da dünya beni mutlu etmez#uf
0 notes
Text
5 sene öncesi ve şimdi.
gece üç suları, eve yeni geldik, yorgunuz ve hafif alkollu, hayatımda daha önce içmediğim sırf onun hatrı için galiba 2-3 tanesinden yudumlar alarak en az bir tane bira bitirdiğim, yoğun sigara dumanı ve gürültülü bir ortamdan sessiz, kimsesiz evime giriş yapmıştık. benim hâlâ çekincelerim mevcuttu ve “istersen ben salonda yatayım sen burada yat” teklifime hayır diyerek cevap vermişti fakat ben yine de ne onun yanında soyundum, ne o benim. eskiden öyle değildi, aynı odada kaldığımız anlarda böyle değildi. sonuçta araya uzun zaman girmişti ve soğuktuk, özellikle benim içimdeki mekanizma sürekli engel koyuyordu, ama kalbim de tam tersi mevkii de durmadan onu istiyordu.
hiçbir zaman sevdiğiniz kadınla yatıyorsanız uyuyamazsınız, sadece izlersiniz, kokusunu çekersiniz, ne kadar sigara ve alkolun iğrenç kokusu da sinmiş olsa üzerinize, saçlarınıza, hala güzel kokuyordur. sarılırsınız, bu sarılma sıcaktır ve olabildiğince yakındır, size “flashback” yaptırır ve aklınıza onun sizden hiç gitmenizi istemediği anlar gelir, hafif gözyaşları içerisinde size sıkı sıkı sarılışı sizin onu alıp içerinizde saklarcasına sıkı sıkı sarılışınız. gözler dolar, bu bir film değildir bu bir gerçek hayattır fakat hayır yaşanan bir filmden bile fazlasıdır. aşk vardır, terk edilmişlik ve unutamama vardır, ve onun aşkı yüzünden yıllarca kimseyi hayatınıza bile dahil edememek vardır. ötesinde sevdiği kadın için her şeyi yapmış ve sonuçta bilmediği, tanımadığı bir yerde yok olan bir erkek vardır.
gözlerine bakarsınız ve gerçek huzuru bulabileceğiniz tek yer ama tek yer tek an orasıdır, bu kesindir, kesin ötesidir. dünya o kadar sessizdir ki, kediler, kuşlar, arabalar, her şey ama her şey susar, hava soğuktur ama terler ve içiniz yanmaktadır. aşk böyle bir şeydir işte. sevdiğiniz kadına kavuşmayacak olsanız bile onunla geçirdiğiniz belki de son anı doyasıya yaşayamamaktır. çünkü karşınızdaki güzel insan, aşık olduğunuz tek insan yakında sizi “tekrar” terk edecektir. bu her sabah güneşin doğacağı, akşam batacağı gibi apaçık ve yoruma kapalıdır. evet, o an, mutlu musunuz yoksa mutsuz mu? bunun cevabı bildiğim kadarıyla yok. huzur ama var canını nasıl yanıyor, bilmiyorum. onu deli gibi istiyorsunuz ama ona dokunmak sizin kızgın bir metale dokunmak gibi yakıyordur. gidecektir ve bu kaçınılmazdır.. o size kendini vermeye hazırdır fakat siz yapamayacaksınızdır, çünkü eğer yaparsanız bir daha asla ama asla ondan vazgeçemeyeceksinizdir. bir yandan da gideceğinden eminsiniz. ebedi mutsuzluğu kabul mu etmeliydik? kimse bu kadar cesaretli değildir. ben de değildim. yapabileceğim en aşırı şey ona sarılıp uyumak olacaktır, bir gözüm açık, çünkü onu görebileceğim son anlardır.
bunu okuyorsan eğer, bekliyorum.
_______
bunu yazdığımda 23 yaşında, şuan 28 yaşında. neler değişti? bilmem, hiç bilemem. bence çok şey değişmedi, yalnızlığa alıştım gibi. aradığım şeyler farklılaştı. evleniyordum bu süreçte, evlenemedim, korktum, kaçtım, evleneceğim kişi başkasıyla evlendi, biraz üzüldüm, o sırada bu blogta yazdığım her şeyin sebebi olan hanımefendi de evleniyormuş, şans eseri öğrendim, karışık şeyler, ama... ama işte o evlenmiştir, o benim gibi değil, ben belki ondan daha normaldim, ama o evlenir. ben bu hayata devam ederim. hala onun eski halini, onun sevgisini özlüyorum. beni değiştirmeye çalışmayan tek insan. sevgisini hissettiğim insan. çok zor bunlara alışmak, sanki başarısız bir insanmış gibi hissediyorum. duyuyor mu ki beni? benimle muhabbet bile etmez biliyorum, zaten neden etsin ki? evleneceğim kadın bile engellemiş, silmiş, oysa çok değil 8 ay önce kapımda ağlamıştı barışalım diye, tabi bunlar anlık duygu yükselmeleri, hepsi geçiyor, başkaları geliyor vs. gelsin, insanlar mutlu olmalı.
7 notes
·
View notes
Text
Gülümse.
Biraz daha.
Az kaldı, çok az kaldı dört duvarın koruduğu yalnızlığına sığınmana, o zaman bırakacaksın her şeyi. Derin bir nefes al. Yatışacak her şey. Sabret, biraz daha sabret.' telkinlerin bir işe yaramıyordu. Derin nefes alma çabalarım yarıda kesiliyor, oksijen içeri girecek yer bulamıyordu. Sorular, düşünceler, kelimeler, kırgınlıklar, yaralar öyle hazin, öyle yoğun bir trafik oluşturuyordu ki ya içimi tamamen boşaltasım ya da beni bu karmaşaya hapseden teni deşerek kaçacak bir açıklık bulup olduğu gibi her şeyiyle bu bedeni terk edesim geliyordu. Dudaklarımı gülümsemeye zorladım, biraz daha. Tam o anda, orada, insanların gözleri önünde bir bıraksaydım omuzlarımı, tüm kalkanım inecek, büyük bir patlamayla ezelden gelip ebediyete gidenleri bile kusacaktım yüzlerine. Haberleri yoktu, öyle habersizdiler ki gördükleri tenin içindekilerden, hala kendi dertlerini kusuyorlardı suratıma, sıkıntılarını, dert edindikleri kişilerin onları dinlemediklerini, hor gördüklerini söylüyor, insanların onlara fedakarlık yapmadıklarından yakınıp duruyorlardı. Ne hikmetse herkes bir şeylerden fedakarlık yaparken karşısındakiler hep bencillik içinde ortalığı dağıtma merakındaydılar. Herkesten aynı cümleleri dinliyordum sessizlik içinde. Evet sen de haklısın, aa evet sen de, hıhım eminim sen de haklısın. Herkes, hepiniz, tüm dünya karşısındakilere karşı haklı. Yok yok merak etmeyin benim hiçbir derdim yok, hayat bana güzel, ben zaten pek takmam dünyayı ve olanları. Aa belki de haklısınız benim hislerim yok. Bir ilişkim de yok zaten, neyin acısını çekebilirim ki! Öyleyse sizin dertlerinizi dinlemeye devam edebilirim, lütfen anlatın dört bir ağızdan. İnsanlar sizin de hissedebildiğinizi fark edemedikleri sürece sessizlik daha kolaydı. Her işinizi kendiniz yaptığınız ve onlar işiniz olsa ya da olmasa fark etmez size kendi işlerini postaladıkları sürece yaşamak daha kolaydı. Çok şey istediğimin farkındaydım yalnızca. Sessizliğimi ve hislerimi dört duvarın soğukluğuna saklama nedenim buydu. Hiçbirinin bana yardım edemeyeceğini, etseler bile bedelini daima fazlasıyla alacaklarını, yakınmalarımın etrafa yayıla yayıla yine bana çarpacağını biliyordum. İsteklerim, düşüncelerim olabilecek olsaydı, burası dünya değil cennet olurdu zaten. Bir ütopya olurdu. Değildi ama. Distopikliğe daha yakın bir cehennem bile sayılabilse de kesinlikle bir cennet değildi yaşadığım yer. Etrafta muhakkak benden daha ağır dertleri olanlar olacaktı. Suratıma minik dertlerden yakınan insanların ağzımı açtığımda hemencecik 'haline şükret senden daha beterleri var' safsatalarını dinleyecektim. Evet, her zaman bir tek benden daha beterini yaşayanlar olacaktı. Nasıl ironik. Sorular cevapları olmadan fazlasıyla ağırdı, bir de cevaplarını üzerimde taşımak neyi değiştirecekti ki? Durumu iyiye götürecek hali var mıydı? Sırf meraklı egomu doyrmak adına herkesi soru yağmuruna tutmamın bir anlamı var mıydı? Daha huzurlu ve mutlu olacağıma dair en ufak bir umudum olsaydı ben de geleni geçeni soru işaretlerine boğardım heralde. Yapardım, yapardım değil mi? Anlat bakalım neler olmuş? Aa neredeymiş ki? Yine suratın neden asık, ne oldu? Neredeydin bakayım? Kiminle konuşuyorsun?... İçimdekilerde bihaber insanların bana soru sorma nedenleri benim iyiliğime dayanan dilekleri olacak hali yoktu ya. İnsanların soru sorma nedenleri barizdi, ya yapacağınız kötülüğün ucu onlara dokunmasın diye ortamı şimdiden kolaçan ediyorlardı, ya da meraklarını ve dedikodu açlıklarını doyurmaları gerekiyordu. Dünya nasıl basitti. Bunlar ve nicesinden dolayı susmalıydım. Biraz daha gülümsemeli, biraz daha dayanmalı. Nefesleri biraz daha biriktirmeliydim Biraz daha susmalıydım her birini. Bunca gürültünün kimseye bir hayrı olmadığı barizdi..
Sen yine de gülümse..
1 note
·
View note
Text
364 gün gelmesini beklemişsin de, tam doğum gününde dünyan başına yıkılmış gibi. Gibi fazla, onu at.
Ne hayaller kurdum doğum günüm için, ne planlar yaptım. Sevdiklerimle. Yer, zaman, mekan fark etmez. Küçük hayal dünyamda varlığına inandığım ne varsa, kim varsa.
Doğum günüm gelmiş, ben hiç bu kadar yanlız olduğumu hissetmemiştim koca yıl. Dedim ya, varlığına inanmışım herkesin. Günün sonunda yine yapayalnız. Yine ayaklarım üşüyerek bir başıma uyudum soğuk yatakta. Üstelik bu kez fiziksel olarak yanlız değildim. Tanıdığımı sandığım, O olduğuna inandığım bir yabancıyla, tek başıma. Sevgilime değil yanlızlığıma sarılarak, mutluluktan değil acıdan ağlayarak, kesik kesik nefeslerle. İçkiden değil üzüntüden bayılarak. Diyetimi bozacağım istediğimi yiyeceğim derken böyle büyük bir darbe yiyeceğimi düşünmemiştim koca gün sadece.
Acıların en kötüsü, yıkılmaların en büyüğü bu sanırım. Doğum gününde nefesinin kesilmesi. Doğum gününde bitirmek içindeki herkesi, her şeyi. Umut da dahil buna, yaşamak hevesi de, hayaller de içinde, içimdeki sevgiye dair bütün hücreler de.
Sanki hayatımdaki her şey yanılsamaymış gibi. Şizofren miyim acaba? Ben mi kuruyorum insanları kafamda. Ama öyle olsa en azından kafamın içindekilerle yetinmem gerekmez mi? Onların beni mutlu etmesi? Yok yok bu başka bi şey. Bunu kendime yapan ben olamam. Bu kadar acı, bu kadar kırık... Ben kıyamam ki kendime. Annemin küçük sarı civcivi... Prensesi. Kendimi geçtim anneme kıyamam. Çünkü belli etmesem de hissediyor, bir şekilde görüyor yaralarımı. Biliyorum, onun da içi acıyor.
Herkesten uzaklaştım son zamanlarda yine. İçime kapandım diyeceğim ama, tam olarak öyle de değil. Vladik gibi, yıkıntıların arasındayım, hiç tanımadığım yabancıların eski yıkık evinin tavan arasındayım da, gizlice duvardaki oyuklardan dışarıyı izliyorum. Hani bi tarafım hala meraklı, minicik bir umut işte, bir gün gelecek, bitecek herşey. Ve ben çıkacağım koşarak saklandığım bu rezil köhne yerden gibi. Evet, içimden bahsediyorum. İğrenç, rezil, soğuk, yıkık, yanık, kırık dökük, rutubetli, ıssız... O kimsenin bilmediği, kimseye göstermediğim tarafım. Oysa kalbime aldıklarıma burayı göstermemiştim ki hiç. Onlar hep renkli çiçekli bahçelerimi gördüler. Ve ne kadar güzel olursa o kadar koparmaktan çekinmediler çiçeklerimi.
Kağıt kesiği gibi batıyor nefeslerim ciğerlerime. Bir yerde okumuştum, kalp kırıklığının fiziksel hisleri diye. Sanırım masumiyet müzesindeydi. Okuduğumda anladım sanmıştım, yaşadım, biliyorum ben bunları. Yok, bilmiyormuşum, yeni yeni anlıyorum bir çok şeyi.
Kalp kırıklığının fiziksel hissi...
Önce uçurumdan aşağı düşer gibi bir hopp hissi, sanki kalbin ağzına gelip geri yerine düşüyor. Sonra çarpıntıyla eş zamanlı el ayak titremesi... Hangisi önce başlıyor bilmiyorum, ama milisaniyeler oynuyor ikisi arasında. Ki burada daha kalp tam kırılmamış, küçücük bir umut var hala ulan acaba yanılıyor olabilir miyim diye.
Sonra emin olma evresi, önceki çarpıntı ve titremeye ek göz kararması, kafandan darbe yemişsin gibi. Yavaşça dünya silikleşiyor, zaman duruyor. Sadece sen ve kalbini kıran etmen. Bazen bir sevgili, bazen bir mesaj, bazen arkadaş. Bir kaç saniye beynin aynı anda her şeyi düşünüyor, ama aslında hiçbir şeyi düşünmüyor. Peşinden enerjinin çekilmesi geliyor, sanki ruhun emilmiş gibi bir yığılma. O an deprem olsa kalkıp kaçamazsın, ki çoğu zaman deprem olsun istersin zaten. Deprem olsun da şu ev başıma yıkılsın, çünkü dünyan yıkılmış ve fiziksel bir şeylere ihtiyacın var. Ama hiçbir zaman o deprem olmaz. Sen her yer sapasağlam dururken kendi dünyanın yıkılışını izlersin gözlerinin önünde.
Dünyan yıkıldıktan sonra başlar diğer hisler. Bütün kemiklerin kırıkmış gibi ağrır, aşırı titremekten kasların kasılır, ağlayayım dersin ağlayamazsın kasılmaktan. Gözlerin yanar, burnunun içi sızlar, karnına kramplar girer. Önünü göremezsin baş dönmesinden. Gözlerin hala karanlık zaten. Beynin uyuşuk, gideyim dersin, kaçayım uzaklaşayım, öleceğim burada.
Ama ayağa kalkacak enerjin yoktur, söz geçiremezsin hiç bir hücrene. Mecbur kalırsın, mecbur, kalırsın...
Bir zaman sonra... Sesin çıkmaya başlar, belki kızar bağırırsın, ama boşa. Ne kadar haykırsan da atamazsın içindeki alevleri. Çünkü sesin, içindeki yangından dışarı çıkan korlar olur sadece. Yanardağ püskürmesi gibi, yeterince kavrulmadan atamazsın...
Ve o ilk gözyaşı... Akan ilk damla sanki jiletle yüzünü kesiyormuş gibi akar yanağından yere. Sonra diğeri, sonra bir diğeri daha. Sonsuza kadar her yaşta yüzün kesilir, nefesin sızlar, içindeki oyuklardan tuzlu hava geçiyor gibi acır için. Pes edersin, tamam öldürsün bu acı beni dersin. Öldürmez de. Ölüme 1 kala... Yaşadığın yer tam olarak burası olur artık. Uçurumdan atlamışsın da, yere 5 cm kala havada asılı kalmışsın. Düşmeden önceyi unutup düşeyim diye yalvarırsın, düşeyim de kurtulayım. Ama düşemezsin de...
Yaşamla ölüm arasında asılı kalırsın, ölüm hem daha yakın hem daha uzaktır. Araf, sonsuza kadar. Öyle bir şey işte...
6 notes
·
View notes
Text
Heavenly Blessing – 128. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 128: Kalbin Kararttığı, Brokarlı Ölümsüz Kanla Dövülmüş
Bir an duraksadıktan sonra Jun Wu sordu. “Qi Ying nerede?”
Xie Lian etrafına baktı ve sahiden genç savaş tanrısından hiçbir iz göremedi. Belki cennette olay üstüne olay yaşandığı için, Ling Wen Sarayı her an alev alacakmışçasına meşguldü ve Ling Wen’in gözlerinin altında fazladan birkaç siyah halka daha vardı. “Qi Ying bu toplantılara uzun zamandır katılmıyor. Onunla iletişime geçmeyi hiç başaramadık.”
Bazı cennet mensupları cıkladı. “O küçük velet yine nereye kayboldu?”
“Yine mi yok? Toplantıları pas geçebilmesini çok kıskanıyorum.”
“Şu anda Qi Ying’in nerede olduğunu bilmediğimiz için, bulduğumuz zaman sana haber vereceğiz ve ikiniz beraber hareket edeceksiniz.” Dedi Jun Wu.
Xie Lian onaylayarak başını eğdi. “Elbette Lordum.”
Ölümlü diyarda sonbahar rüzgarları esiyordu, hava soğuktu, Puji Manastırının içi de öyle. Her ne kadar Xie Lian sadece bir kat giysi giyiyor olsa da üşümüyordu; ancak yine de hurda toplayarak kazandığı parayla yolda giderken Lang Ying için iki yeni cübbe daha aldı.
Hua Cheng’in Hayalet Şehre dönmesi gerekmişti ve Qi Rong yanında Gu Zi ile kaçmıştı, bu nedenle artık Puji Manastırında sadece Lang Ying vardı. Önceden kalabalık gelen mabet, şimdi aniden terk edilmişlik hissiyle sarılmıştı. Xie Lian uzaklardan yürürken, Lang Ying’in sessizce tapınağın önünü süpürdüğünü görebiliyordu, düşmüş altın yaprakları bir yığın halinde kenara topluyordu.
Belki sadece ona öyle geliyordu ama, eskiden korku ve gerginlikle sarılan kambur Lang Ying, artık sanki uzuvlarını esnetmiş, en sonunda neşeli bir oğlanın görüntüsüne kavuşmuştu ve Xie Lian istemsizce mutlu oldu. Yaklaştı ve süpürgeyi aldı, ve tam onu içeriye götürecekti ki, bir süredir saklanmakta olan köylüler yerlerinden fırladılar, teyzeler ve yaşlılar, amcalar ve kızlar, hepsi etrafını sarmışlardı. “Daozhang geri dönmüşsün!”
“Yine şehirden hurda mı topladın? Çok çalışıyorsun, çok… Ee, neden son zamanlarda Xiao Hua’yı hiç göremiyoruz?”
“Evet, evet, günlerdir ortalarda yok! Özledik keratayı.”
“…” Xie Lian beceriksiz bir şekilde gülümsedi. “Xiao… Hua eve gitti.”
“Ne?” Köyün başı şaşırmıştı. “Hangi eve? Xiao Hua’nın evi burası sanıyordum? Seninle yaşamıyor muydu???”
“Hayır, hayır.” Xie Lian yanıtladı. “Sadece eğlenmek için geliyordu. Şimdi her ikimiz de meşgul olunca, yolumuzu ayırdık.”
O akşamın sonrasında Hua Cheng cevap alabilmek için çok üstüne gitmişti, ama Xie Lian inatla sadece kavga ettiklerini söylemişti. Şimdi TongLu Dağı tekrar açılmıştı ve Hua Cheng’in yapması gerek işler çok daha artmıştı. Eğer yeni bir Yüce Hayalet Kralı sahiden yükselirse, üç diyarda tehdit altında demekti. Hua Cheng ve Kara Su’dan her ne kadar birisi göze çarpan diğeri ise sönük olsa da, her ikisinin de kendilerine has bir tarzı vardı ve az çok yerlerini biliyor, kendilerini kontrol altında tutuyorlardı. Ama bu kez nasıl bir yaratığın geleceğini kim bilebilirdi ki? Eğer TongLu Dağında Qi Rong gibi deli bir adam doğar ve onlarla bölgeleri için savaşırsa, o zaman baş edilmesi çok güç olurdu. Bu nedenle Xie Lian meşgul olduğu bahanesini kullanmış, ikisinin bir süre birbirini görmemesinin ve kendi görevlerine odaklanmalarının en iyisi olacağını söylemişti, ardından vedalaşmışlardı.
Her ne kadar sanki bir dostuna sırtını dönmüş gibi, ani ve soğuk bir hareket gibi gelse de, Xie Lian başka ne yapabileceğini bilmiyordu.
Şu anda hislerini saklayabileceğine güvenmiyordu.
Tam bu sırada arkasındaki Lang Ying aniden konuştu. “Ateş.”
“..???”
Xie Lian ancak o konuşunca düşüncelere daldığını fark etmişti, yanlışlıkla çanak ve ıspatulayı almış, daha yeni Puji Manastırına getirdiği et ve sebzeleri mahvetmişti. Çanağın altındaki alevler metrelerce yükseliyordu, nerdeyse tavanı yakacaklardı, Xie Lian aceleyle elini savurarak ateşi söndürdü. Ancak elini çok sert savurmuştu ve bu nedenle çanak da devrilmişti. Uzun bir mücadelenin ardından Xie Lian bir elinde tencereyle şaşkın bir halde dikiliyor, ne yapacağını bilmiyordu. Tam yemek saatiydi ve köylüler ellerinde kaplarla neşeyle kapının dışında yemeklerini yiyorlardı. Karmaşaya şaşırarak hepsi geri koşmuşlardı. “NELER OLUYOR?! NE OLDU BÖYLE?! Daozhang, evin yine mi patladı?!”
Xie Lian aceleyle pencereyi açtı. “Bir şey yok, bir şey yok! Öhö öhö öhö öhö…”
Köyün başı görebilmek için yakına geldi. “Amanın, tam bir facia! Daozhang, bence Xiao Hua’yı tekrar çağırsan iyi olur.”
Bir an konuşamayan Xie Lian. “Sorun yok. Sonuçta… o benim evimden değil.” Diye cevaplayabildi.
Kendisine geldiği zaman, Lang Ying çoktan yerdeki pisliği temizlemeye başlamıştı ve masanın üzerinde kırmızı ve mor renklerde bir şeyler içeren bir tabak vardı – o dalgın bir halde dikilirken tabağa konulmuştu. Eğer bir önceki sefer pişirdiği yahninin adı ‘Her Mevsimde Aşk’sa o zaman bu seferkinin adı ‘Renklerin Kızarmış İsyanı’ olabilirdi. Ama Hua Cheng dışında bu dünya üzerindeki herhangi bir insanın tek bir kaşık yiyebilmesine imkan yoktu. Xie Lian’ın kendisi bile bakmaya dahi dayanamıyordu ve çanağı yıkamaya giderken alnını ovaladı. “Boş ver, bundan yeme. Çöpe at gitsin.”
Ancak çanağı yıkayıp geri döndüğü zaman, Lang Ying’in sessizce tabağı almış ve çoktan yemeğe başlamış olduğunu gördü. Şaşıran Xie Lian hemen yanına giderek onu durdurmak istedi, omuzlarından tuttu. “…Tanrım, iyi misin? Bir yerin acıyor mu???”
Lang Ying başını iki yana salladı. Yüzü tamamen bandajlarla sarılmış olduğu için yüz ifadesini göremiyordu. Qi Rong ve Kara Su bile onun pişirdiklerini yiyince kendilerini kaybetmişlerdi, ama Lang Ying hiçbir sorun yaşamamıştı, bu çocuk ne kadar açtı? Ya da aniden güçlenmiş miydi? Xie Lian kendisiyle dalga geçti ve zorla gülümsedi, ardından temizlik yaptı ve yatağına gitti.
Puji Manastırında iki hasır vardı, herkes için bir tane. Xie Lian altındaki hasırda o ve Hua Cheng’in beraber yattıklarını hatırlayınca uyuyamadı, gözleri ardına dek açıktı, ama Lang Ying’i uyandırmak istemediği için dönüp durmaya cesaret edemiyordu. Bir süre daha içsel bir savaş verdikten sonra, tam temiz hava almak için dışarıya çıkmaya karar vermişti ki pencerenin gıcırdadığını duydu. Birisi yumuşak bir şekilde pencereyi itmiş ve içeriye zıplamıştı.
Xie Lian’ın sırtı pencereye dönüktü ve yerde yan bir şekilde yatarken şok içindeydi.
Bir insan nasıl Puji Manastırına hırsızlık yapmak için gelecek kadar düşebilirdi? Hiçbir karşılık alamayacağı bir iş için gelmiş olmuyor muydu?
Bu kişinin ayakları hafifti, son derece yetenekliydi ve Xie Lian’ın olağanüstü keskin duyuları olmasa, kimse onun geldiğini fark edemezdi. İçeriye atladıktan sonra doğrudan bağış kutusuna doğru gitmişti. Xie Lian hemen altın külçeleri anımsadı, demek bu kişi altınlar için gelmişti? Ama altın külçeleri uzun zaman önce sahibinin bulunması için Ling Wen’e teslim etmişti. Dikkatle dinleyen Xie Lian bu kişinin kutuyu açmaya çalışmadığını fark etti, aksine bağış kutusuna birbiri ardına bir şeyler koyuyordu!
Bu kişi işini tamamladıktan sonra ayrılmak için tekrar pencereden atlayacakmış gibi görünüyordu. Xie Lian o pencereden atladıktan sonra peşinden gitmeyi kafasına koydu, nereye gideceğini merak ediyordu. Ancak beklenmedik bir şekilde bu kişi sunağın yanından geçerken dolu tabakları görmüştü, muhtemelen açtı ve düşünmeden Renklerin Kızartılmış İsyanından geriye kalanlardan birkaç ısırık almıştı, birkaç ağız dolusu lokma boğazından aşağıya inmişti.
Bir an sonra PAT! Ve yere serilivermişti.
Xie Lian hemen döndü ve ayaklandı, Beni bütün o çabadan kurtardı!, görebilmek için ışıkları yaktı ve yerde ölü gibi yatmış mor suratlı birisi vardı ve Xie Lian hemen hayatını kurtarmak için koştu, boğazından aşağıya bol miktarda su döküldükten sonra adam yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Uyandığı gibi söylediği ilk şey: “O ŞEY NEYDİ!” oldu.
Xie Lian duymamış gibi yaptı ve ciddiyetle azarladı. “Ekselansları Qi Ying, sahiden çok acelecisin, ne olduğunu bilmeden önüne geleni yiyorsun.”
Gencin düz bir burnu ve kalın kaşları vardı, başını çevreleyen kuzgun karası kıvırcık saçları; Batının Savaş Tanrısı, Quan Yi Zhen’den başka kim olabilirdi ki?
Ters ters baktı. “Birinin kendi mabedinde sunulan yiyecekleri zehirleyeceğini nereden bilecektim ki?”
“…” Xie Lian alnını ovaladı ve bağış kutusunu açtığı zaman ağzına kadar kalın altın külçelerle dolu olduğunu gördü. “Geçen sefer koyan kişi de sen miydin?”
Quan Yi Zhen başını salladı. Xie Lian sordu. “Neden bunları bana veriyorsun?”
“Çünkü bende çok var.” Quan Yi Zhen cevapladı.
“…”
Aslında o söylemese bile, Xie Lian altın külçeleri muhtemelen Ay Festivali nedeniyle ona hediye ettiğini biliyordu, Xie Lian yemek çubuklarıyla sahnedeki perdeleri indirmişti. “Geri al, sebepsiz yere verilen ödülleri kabul etmeyeceğim.” Dedi Xie Lian.
Quan Yi Zhen hiçbir şey söylemedi, bariz bir şekilde dinlemiyordu.
Xie Lian ağlasa mı g��lse mi bilemiyordu. Tam bu sırada Lang Ying soğuk bir sesle konuştu. “Sana geri al dedi.”
O ne ara uyanmıştı? Xie Lian ona bakabilmek için arkasını döndü, tuhaf hissediyordu. Eskiden Lang Ying neredeyse görünmez olur, çaresizce bir köşede büzülmeye çalışırdı, o zaman neden bugün hiç çekinmeden konuşuyordu? Ve ses tonu da hiçte dost canlısı değildi. Ama üstünde fazla durmadı ve eğer işe yaramazsa, zaten kutuyu Quan Yi Zhen’e göndermesi için tekrar Ling Wen’e verebilirdi. Yüz ifadesini düzeltti. “Ekselansları, tam zamanında geldin. Bugün Büyük Savaş Salonundaki toplantıya katılmamıştı ama Jun Wu bize bir görev verdi, parşömeni gördün mü? Her neyse, sorun değil, henüz bakmamışsındır diye tahmin ediyorum. Ben çoktan okudum. Bu sefer beraber çalışacağız ve sorumlu olduğumuz yaratığın adı ‘Brokarlı Ölümsüz’.”
Boş Lafların Efendisine ‘efendi’ denmesinin sebebi, insanların onlara doğrudan dolandırıcı, beş para etmez, veya sinir bozucu pislik demek istememesiydi, yani farazi bir övgüydü. Peki neden bu Brokarlı Ölümsüze ölümsüz denilerek saygı gösteriliyordu? Çünkü efsanelere göre, bu yaratık bir zamanlar bir tanrı olma potansiyeline sahipti.
Efsaneler yüzlerce sene öncesine dayanıyordu, antik bir krallıkta genç bir adam vardı, doğası gereği saf ve aptaldı, zekası altı yaşındaki bir çocukla ancak yarışabilirdi, ama savaş meydanına çıktığı zaman işin rengi değişiyordu. Dövüş yetenekleri olağanüstüydü ve cesur ama nazikti. İki krallık savaşa tutuştuğu zaman, onun krallığı kendisi ön saflarda savaştığı için ezici galibiyetler alıyordu. Zihnen zayıf olduğu ve ailesi olmadığı için, savaştan kazandığı tüm ödüllere başkaları el koyarak onu beş parasız bırakıyorlardı. Hiçbir aile böyle bir adamla kızlarının evlenmesine izin vermiyordu ve çok az kadın ona isteyerek yaklaşıyordu. Genç adam da bu konularda çekingendi ve çocukluğundan beri kadınlarla hiç iletişim kurmuyor, tek kelime etmeye cesaret edemiyordu.
Ancak bu kişi yükselme potansiyeli taşıyordu ve birkaç sene içerisinde cennete çıkacaktı. İlk başta kızların ondan hoşlanıp hoşlanmaması hiç problem değildi, ancak üzücü olan kısmı, onun sonradan birisine aşık olmasıydı ve kara sevdaya düşmüştü. Doğum gününde, kız ona hediye olarak brokarlı bir cübbe örmüştü.
Her ne kadar brokarlı bir cübbe olsa da, son derece tuhaf bir görüntüsü vardı. Daha çok çirkin bir cebe benziyordu. Bu genç adam ise hayatında ilk kez bir hediye alıyordu ve bu hediye sevdiği kızda gelmişti, büyük mutluluğuna eklenen aptallığıyla, hiçbir tuhaflık fark etmemiş ve hevesle ‘brokarlı cübbe’yi üzerine geçirmişti. Kollarının çıkabileceği kol delikleri yoktu, bu nedenle aşkına sormuştu. “Neden kollarımı çıkartamıyorum?”
Kız neşeyle gülümsemişti. “Hayatımda ilk kez dikiş yaptım, bu yüzden çok iyi olmadı. Ama, eğer kolların olmasaydı, o zaman sorun da kalmazdı değil mi?”
Böylece genç adam kılıcını kaldırmış ve kollarını kesmişti. Şimdi, cübbe üzerine uyuyordu. Ancak yeterli değildi ve bu yüzden tekrar sormuştu. “Neden bacaklarımı uzatamıyorum?”
Kız cevaplamıştı. “Eğer bacakların olmasaydı, o zaman sorun kalmazdı değil mi?”
Böylece genç adam bacaklarını da keser ve son olarak sorar. “Neden başımı dışarıya çıkartamıyorum?”
Cevap kolayca tahmin edilebilirdi.
Aslında Xie Lian ilk başta bu ‘Brokarlı Ölümsüz’ün brokarlı cübbe giyen bir canavar veya iblis olduğunu düşünmüştü, ama aslında cübbenin ta kendisiydi. TongLu Dağı tekrar açıldığı ve milyonlarca hayalet uyandırıldığı zaman, birisi cübbeyi çalmıştı. Genç adamın takıntılı kanını emen brokarlı cübbe, son derece kötü ve güçlü bir ruhani eşyaya dönüşmüştü ve yüzlerce yıl boyunca hayaletler arasında el değiştirmiş, zarar vermek için kullanılmıştı. Bu nedenle bilinmeyen bir yerden gelen eski, kullanılmış kıyafetleri kabul etmeyin ve eğer gecenin bir yarısı sokaklarda size brokarlı bir cübbe hediye etmek isteyen birisiyle karşılaşırsanız, sakın almayın. Eğer bu brokarlı cübbeyi giyerseniz, beyinsiz bir katile dönüşürsünüz.
Elbette, bunlar sadece bir efsaneydi ve kulağa fazlasıyla saçma geliyordu, pekala brokarlı cübbenin özgün doğasından dolayı insanların uydurduğu bir hikaye olabilirdi. Yine de, bu brokarlı ölümsüzün durdurulması gerekiyordu. TongLu Dağına gitmesine izin veremezlerdi.
· MXTX, Yazar Notu:
İlk olarak, gerçek Lang Ying’in Hua Hua’yla hiçbir bağlantısı falan yok. Ama, bana inanın, bu dünyada veliaht prensin pişirdiklerini tek yiyebilecek olan kişi Hua Hua (Yani, Hua Hua aslında hiç gitmedi! Sadece Lang Ying’le yer değiştirdi.)
Neden kimse fark etmedi anlamıyorum _(:3 ⅃ <)_ Fazlasıyla bariz sanıyordum!!! Madem öyle, o zaman ben de maskesini doğrudan düşürürüm, hahahaha!
Çevirmen: Nynaeve
Not: Suika artık drivedan yazı kopyalanmasına izin vermiyor bu yüzden MXTX’in yüz sembolünü tam yapamadım :((( Bu işlerden hiç anlamam…
150 notes
·
View notes
Photo
“Peki ama erkekler, baba oluncaya kadar babalık alıştırması yapmazsa, onları bir anda iyi bir ebeveyne dönüştürecek iksiri nereden bulacağız? Kucağına hiç oyuncak bebek almamış birinin yeni doğmuş bebeğine öz güvenden yoksun kısacık dokunuşuyla açılmaya başlayan uçurumu hangi taşlarla dolduracağız?” (Kız çocuklarının anneliğe daha çok küçük yaşlarından alışmaya mecbur bırakılmasına istinaden.)
“İçine ata ata kendini hasta eden, çektiği azaba, ona zulmeden kişilere yaptıkları fedakârlıklara şahit olarak büyüdüğümüz ve hep onlara kaybettiklerini verme hayaliyle yaşayıp hep de kendimizi kayıplarını telafide eksik hissettiğimiz annelerimizle mutlu muyduk? Yoksa kendini ezdirmeyen, hayatın tadını doyasıya çıkaran, dünle bitmemiş hesaplarıyla uğraşacağına yarınla ilgili gezi planları yapan, ne kırılan, ne darılan, yalnızca fikrini ve tavrını ortaya koyarken bizi de hayata karşı bilgili ve güçlü kılan bir anne modelini mi tercih ederdik?”
“’Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.’ Demek ki kadın, bir kişinin başarılı kılınması için neler yapılması gerektiğini biliyor. Öyleyse neden aynı beceriyi kendisi için gösteremiyor? (…) Onlar erkeğin başarısının dayanağı olmak üzere eğitilmiştir. (…) Bireysel kararlar alacak kadar kendine sahip değildir ancak küçük yaştan itibaren tüm aileye sahip çıkması beklenir.”
“Güzellik insanı bakanın tarafında simgeleştirir, ikon haline getirir ve içine bir kalıp yerleştirmek üzere oyar. Olmadığınız bir şey üzerinden kurgulanır, sürekli kazanma değil, ‘elde etme’ isteğiyle karşılaşır ve her zaman bir tehdit olarak algılanırsınız; hem erkeğin hem de diğer kadınların tarafında. Öyle ki aymazlığı yüklenip hovardalık etmez ya da güçlü kocanın kanatları altına sığınmazsanız itildiğiniz yer kadınlığınızı yaşamak değil, kadınlığı sırtlanmak olacaktır.”
“Kernberg’in tanımına birebir uyacak şekilde fethetmeyi ve sahip olmayı merkeze alan klasik masallar çocuğa basmakalıp bir aşk ideolojisi pompalıyor. Kurtaran ya da kurtarılan olma fantezisi, fetheden ya da fethedilen olma arzusu. Demek ki sahici bir ilişki kurmaya odaklanan değil; kurtarılacak, çaresiz birini arayan ve bulamazsa tatmin olamayan prensler… Kendi ayakları üzerinde durabilmesi için onca eğitim almış ama içinde hâlâ kurtarılma fantezisi taşıyan prensesler. Oysa kurtarıcı olma fantezisinin yerini alabilecek çok daha güzel bir şey var: Kimsenin kimseyi kurtarmasına gerek kalmadığı bir dünya idealinde yaşanacak özgür bir aşk. Kurtarılan olma fantezisi ise bilinçaltını kurtarılacak duruma düşme çabasına yönlendirme ve aşkı burada sınama tehlikesini içeriyor. Bugün hangi ana baba donanımlı bir birey yetiştirmek için varını yoğunu harcadığı halde; kızının geleceğinde önce kaçırılıp hapsedilmesi, sonra da onu kurtaracak birini beklemesini görmek istiyor?”
***
(Klasik) masallar ve onların görmediğimiz, belki çocukluğumuza ait o saflık duygusunu zedelememek için görmekten bile isteye kaçındığımız alt metinlerini cesurca ele almış bir kitap. Halkbilimi alanında incelenebileceği gibi başlı başına da feminizm rafına konulabilir pek tabii. Tüm bunları biliyordum ve üzülerek kabul de etmiştim ama kitabın elli beşinci sayfasında denk geldiğim, Hansel ve Gretel üzerinden verilen bir örnekle beynimden vurulmuşa döndüm desem yeridir. Hepsini yazmam hâlihazırda uzun olan bu yazıyı daha da uzatacağı için kısaca şöyle paylaşabilirim:
“Masala başından itibaren bakalım ve eğer bu bir masal olmasaydı şu durumlara ne tepkiler vereceğimizi düşünelim:
Yiyeceğini paylaşmak istemediği için çocuklarını ormana terk etme planları yapan anne baba ve onların konuşmalarına kulak misafiri olan çocuklar,
Travmatik bir bekleyiş süreci: Sabah seni korumakla yükümlü ilk kişi olan öz baban tarafından ormana terk edileceğini bilmek ve bilmiyormuş gibi davranarak uyumak. Ona bunu dayatanın da –daha sonra durumu yumuşatmak için üvey anneye çevrilen- öz anne olması,
Ebeveynin yalanına karşı kendini kurnazlıkla korumaya çalışmak,
(…)
Yamyam bir cadı… Onun yemeği olacağını bilerek bekleyen ve bu sırada da hapis altında olan bir çocuk… Bu duruma seyirci kalan bu cadı tarafından köle olarak kullanılan kardeşi,
(…)
Babanın iradesizliğinin, suç ortaklığının hiç sorgulanmaması, hesaplaşmanın olmaması ve son derece patolojik bir yeniden birleşme.
Sonuç, sevginin bile patolojik olduğu bir masalın çocuklar mışıl mışıl uyusun diye anlatılmasındaki tuhaflık…”
Kitap, yeri geldikçe feminizmin bir erkek düşmanlığı değil bir sistem eleştirisi olduğunu hatırlatması bakımından sempatimi kazandı. Çünkü çoğu kadının, yazar, akademisyen bile olsa öfkesinden ötürü ileri gidip yaptığı bir şey. Ben de sık yaptığımı fark ediyorum bunu bazen. Çok nadir de olsa erkeklerin silikleştirilip kadınların neredeyse bir uzvu haline getirildiği masallar da tıpkı diğerleri gibi eleştiriliyor.
Propp’un biçimbilimine daha çok yer verilebilir miydi diye düşünüyorum. Aslında kitapta bahsedilen masalların hepsi buna örnek. Daha geniş okumalar yapmak isteyenlere muhakkak Propp’un “Masalın Biçimbilimi”ne bakmalarını öneriyorum. Ayrıca bununla beraber daha başka okumalar da yapılabilir. Çok da güzel olur. Örneğin ben –en sevdiğim film olan- Bir Zamanlar Anadolu’da’yı biçimbilimle beraber düşünerek izledim ve sanıyorum tam da bu yüzden en sevdiğim film.
Bu kitapla beraber karşıt masalları okumaya, animasyonlarını izlemeye ağırlık vereceğim. Bu konuda en sevdiğim örnek Shrek serisi hatta. Bu da çoğunlukla cinsiyetçilik üzerine kurulmuş klasik masallara karşıt yazılmış-çekilmiş bir “karşı masal”. Burada yalnız dev değil, eşi Fiona da güçlüdür. Yalnız dev kahramanlık yapıp kadını kurtarmaz, kadın da bir o kadar kendi için mücadele eder ve hatta erkeğe karşı gelip onun boyunduruğuna girmez. Öyle ki ona, “Sen nereden bileceksin? O kalede hiç tek başına kaldın mı? Ejderhanın biri kalenin dışında beklerken her gece seni kurtaracak kişiyi bekledin mi?” diye hakkıyla isyanını eder ve “Beni sen değil, ben kendim kurtardım,” der. Hayat öpücüğünü Shrek değil, Fiona verir. Gerektiğinde doğaya karşı, gerektiğinde kötüye karşı Fiona da savaşır. Onun da idealleri ve duygularının olduğu gözden kaçmaz. İki kahraman da ne dünyanın en güzel prensesi ne de dünyanın en güçlü ve en yakışıklı prensidir. Yani masallarla, toplumsal cinsiyetle tek başına çok güzel dalga geçebilmiş bir film serisidir. Çocuklara izletilecekse böyle filmler izletilmeli, böyle masallar anlatılmalıdır. Çünkü Özgür İpek'in de dediği gibi, “Her çocuk okuduğu masalda kendi kendine ‘İyi biri mi olmak istiyorum?’ sorusunu değil, ‘Kim gibi olmak istiyorum?’ sorusunu sorar.”
6 notes
·
View notes
Text
17. mektup
soruyorum, susuyorsun. ben sükutun bu kadar anlamlı olduğunu bilmezdim. bütün sorularımın cevabını bir bakışla veriyorsun, kah bir gülüşle. zaman zaman gözlerinin içinde eriyip kaybolduğumu hissediyorum.
yanımda olmadığın günler, geleceğin güne hazırlıyor beni. yokluğuna böyle dayanabiliyorum. karanlıklar içinde her dakika gözlerinin aydınlık bakışlarıyla doluyor içim. aradığım her şey orada. cevapsız kalmış bütün soruları gün ışığına çıkarıyor gözlerin. bekliyorum, geliyorsun. işte diyorum yaşamak bu. sevmek, seni sevmekten başka bir şey değil. hiç kimseyi bu kadar özlemle beklemedim. bu kadar inanmadım hiç kimsenin geleceğine. onun için bir gün gelmeyeceğinin korkusu kahrediyor beni.
geleceğin mutlu ana yaklaşan her dakika yaşamaktan güzel, geçen her dakika ölümden acı...fakat gelişin her şeyi unutturuyor. sıkıntılı öğle sonları günün en yaşamaya değer saatleri oluyor sen gelince. kızgın bir güneş altında karlı dağ yamaçlarının serinliğini getiriyor ellerin. istiyorum veriyorsun. verdiklerin bir bakıma iflası oluyor saadet anlayışımın. böylesine büyük hazların hayal bile edilemediği bir dünya üzerinde özlenecek başka saadetin kalmadığını düşünüyorum. o zaman her şey siliniyor gözlerimden. sensiz bir yarının değersizliğini, çekilmezliğini daha iyi anlıyorum. huzur seninle kayboluyor, bütün sevinçler seninle gidiyor, sensiz bir kanlı gömlek gibi giyiyorum üzerime yaşamayı.
çaresizlik hiç bir zaman sen yanımda olduğun anlardaki kadar kötü ve merhametsiz olmuyor. yine de her öpüşümde bana ilahlara has bir güç, bir büyük huzur veriyor dudakların. ağlıyorum. gidiyorsun. ama sen gözyaşlarımı görmüyorsun ki!
ayrıldığımız yerde başlıyor yıkıntım. kalabalık bir caddede, vapur iskelesinde ya da bir kapı önünde; nerede olursa olsun ayrılığın bir tokat gibi iniyor yüzüme. kocaman, sivri bıçaklar gibi delik deşik ediyor vücudumu. her yer kan oluyor. artık dayanamıyorum, artık dayanamıyorum. ağlamak bile kar etmiyor. ben bu acılara, ben bu sürekli ölümlere önceden razı oldum. şikayete hakkım yok, biliyorum. isyan etmem faydasız. kendi kaderinin çizdiği yolda yürüyor ayaklarım.
yazıyorum, okuyorsun. kimbilir ne dayanılmaz acılar içindesin sen de? nasıl her yerini, orada bir sigara söndürülmüşcesine yakan özlemler içindesin. < mümkün olsa hep yanında kalırdım> diyorsun. < hiç senden ayrılmazdım, hep seninle olurdum> diyorsun. işte onun için sana hiç kızamıyorum ya! bütün isyanım çaresizliklere, bu kahpe imkansızlıklara. bu mesafelere. bu zamana ve bu bizi çepeçevre kuşatan insanlara, onların pis kurallarına, beş para etmez inançlarına. o demir parmaklıklara, ağır kapılara, kalın zincirlere, o merhametsiz, çirkin gardiyanlara rağmen seni seviyorum. anlatamıyorum
1 note
·
View note
Text
Gece efendi -2
Ben Gece efendi. Şu ulaşılmaz dağları ben yaptım. Kudretim ile bütün canlıları sevebilir ve korkutabilirim. İyilik ve kötülük içimde aynı anda tezgah açmıştır. İstediklerini yapmakta özgürdürler. Genellikle mutlu etmeyi tercih ederler ama şu sempati duygusu onları ele geçirmiştir. Eğer iyi bir şey yaptıklarında kötü bir şey yaptıklarından daha az ilgi çekerlerse kötülük yapmaya başlarlar. Sorularınız makamıma ulaştı.
Öncellikle bilmenizi isterim ki içinde yaşadığınız dünya insan eliyle yapılmış kusurlu bir dünyadır. Siz ise doğal bir dünya aramaktasınız. Üzülerek söylüyorum ki öyle bir dünya bulmanız artık mümkün değildir. Fakat insan eliyle yapılmış bir dünyanın nice nimetleri vardır ki doğal bir dünyada bulamazsınız. Maalesef ki siz o nimetlerden birini bulup kaybetmişsiniz. Öncellikle olarak acınızın benim acım olduğunu yürekten bir şekilde üzüldüğümü bildirmek isterim. Fakat bu acıyı size tarif edemem. Çünkü benim ruhum cezalandırılmış bir ruhtur. Ne mutlu ne mutsuz duygusuz ruhum arafta tanrı ile insan arasında kalmıştır. Ne sevgiyi tadabilmiş ne de sevgi tımarhanesinde kelime işleyen şizoid bir aşkı canlandırabilmişimdir. Oysa sahne benimdir. İstediğimi oynayabilirim ama maalesef yüce ruhum güzelliğinin bedelini ruhunu vererek ödemiştir.
Bilmenizi isterim ki sizin ruhunuzun benim ruhumdan aşağı kalır bir yanı yoktur. Bu da sonradan veya doğuştan gelmesi fark etmez ama acıyı beraberinde getirir. Tüm bu yaşadıklarınızı ruhunuzun bedelini ödemek olarak kabul etseniz sizi daha mutlu edebilir miyiz? Acı sırtta taşınan küfeden başkası değildir. Arada bir yere bırakmak gerekir bu acınızı yere bırakmanıza yardımcı olabilir mi?
Kendinizle konuşmadığınız kendinizi bahtsız bedevi ilan edip çöle attığınız tüm dünyayı gezdiğiniz süreçte eminim çok şey öğrendiniz. Belki bilmek ruhunuzu hafifletti. Fakat asıl istediğiniz cevaba ulaşamadınız. Biliyorum. Bu dünya titrek bir mum ışığının düştüğü kağıt parçasının üstüne yazılmış mürekkep parçalarından başka bir şey değildir. Ölümsüz sandığınız bu ruh bir gün mutlaka dostunuz kara toprağı tanıyacaktır. Fakat yine de isterim ki bu dünyada da bir dostunuz olsun. Bu gerçekler ilk zamanlar sizi korkutabilir. Bir dostunuzun olması bir bütün olan yalnızlığınızı bir baltayla yaralayabilir. Fakat bu baltanın ilk defa sizi yaralamak için değil sizi iyileştirmek için kalbinize saplandığını düşünün. Ve bir bütün olan yalnızlığınızın parçalanmasına izin verin. Çünkü ancak daha çok yara alarak iyileşebileceğinizi bu dünyanın ancak buna izin verdiğini bilmenizi isterim.
Sevgili bahtsız bedevi kaybetmeye mahkum olmak ancak ve ancak bir bahtsız bedevinin ruhuna layık olurdu. Siz bu kaybetmeyi küçük görüp aşağılıyor olsanız bile sizin ruhunuzu ve var oluşunuzun temeli budur. Kaybettikçe kazanır. Terledikçe güler. Kalbinize altın bir aşk bıçağı yedikçe güçlenirsiniz. Kaybettiklerinizi gözünüzün önünden geçirirsiniz çünkü bu varlığınızı bir kez daha kanıtlar. Var olmak ise size güç veren güç verdikçe sizin bu topraklara kök salmanızı sağlayan yegane bilinmezliktir. Bu bilinmezlik sizi hiç istemediğiniz duygulara sürüklese bile benim sizi daha iyi tanımama ve bu bilinmezliği karışmış bir ipi çözer gibi çözmeme neden olmaktadır. Aslında tüm bulduğum bir ip ucudur. Kaybetmek bahtsız bedevi ruhunuz için kaybetmektir. Hatırlatmak isterim ki bu insan eliyle yapılmış yapay dünyada kazanmaya veya kaybetmeye oynamak yerine sadece oynamak gerçekliğe açılan bir kapıdır.
Söylemek isterim ki kaybetmeye duyduğunuz nefret bakidir. Ve yine söylemek isterim ki sevdiğiniz geri dönmeyecektir. Bunun zor olduğunu biliyor fakat anlamıyorum. Benim bu ruhsuz ruhumda bazen bilmemek anlamıyor oluşumunda önüne kapatan bir engeldir. Bu engeli aşmak isteyeceksiniz, biliyorum. Bilmenizi isterim ki anlıyor olmam duygunuza tamamen hakim olmam bir ip ucunu daha bulmama yarayacaktır. Fakat bu sizin kazanmanıza yarıyor olsa bile kaybettiğiniz yeni bir duygu için üzüleceksiniz. Anlatın bana neden son bir kez görmek istersiniz sevdiğinizi ve neden üzülürsünüz görmezseniz bir şey yapamayacağınıza? Son bir kez görmek istiyorsunuz hayalleriniz yeterli gelmiyor mu? Son bir kez görmek son bir kez elini tutmak son bir kez nefesini hissetmek sadece ve sadece acınızı katlayacaktır. Ve içinize bir kez daha görme isteği hasıl olacaktır. Bu isteğinizi nasıl durdurmaya düşünüyorsanız şu anda da bunu yapmanız gerekmez mi?
İntikam alma duygunuz bahtsız bedevi ruhunuza yakışmamakla birlikte yaşadığınız uzun yas sürecinin bir sonucu olduğunu düşünerek size kızamıyorum. Öyle ya ben zaten kızamıyorum. Bu duygunun nefret edecek bir şey bulamadığınız süre boyunca devam edecek olması beni oldukça üzmektedir. Fakat en azından daha fazla mutlu olmak için daha az hissetmeyi denemiyorsunuz. Bu beni oldukça mutlu etmektedir. Duygularınızı sonuna kadar yaşamanızı dilerim Gece.
https://www.youtube.com/results?search_query=can+atilla+g%C3%BCl+bah%C3%A7esi
3 notes
·
View notes
Text
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Neler Yapılmalı?
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Neler Yapılmalı? sorusu eskisi zamanlardan beri zihinleri meşgul eden sorulardandır. Modern toplumda evli çiftlerin yaşadığı problemler çiftleri birbirinden uzaklaştırabilmekte ve aile sarsılmaktadır. Evlilik çok ciddi bir meseledir. Ömür boyu birlikte yaşamaya karar veren insanlar her türlü fedakarlığa katlanarak, değişik sıkıntıların üstesinden gelerek aile kurarlar. Şüphesiz kadın olsun erkek olsun herkes mutlu bir hayat ister. Birbirini seven eşler birlikte yaşlanmak, her şeyi paylaşmak hatta ahirette birlikte olmayı hayal ederler. Hayat karşımıza aşık olacağımız birini çıkarınca hemen evlilik hayali kurarız. Bazen aşık olmasak da belli şartlar olduğunda evlenir bir yuva kurarız ve evimize ailemize, eşimize bağlanırız. Bu çok büyük bir sorumluluktur. Bu yüzden belli bir olgunlukta olmak ve bu sorumluluğu üstlendiğinin de şuurunda olmak gereklidir. Kadınlar ailede yaratılıştan gelen özellikleri nedeniyle kilittir. Dünya hayatını cennete çevirmek aile ile mümkündür ve kadınlar da bunu başarabilecek yegane varlıklardır. Her şey her zaman yolunda gitmez. Bazen başka kadınlar veya erkeklerle evliliğe ve eşine ihanetler, bozulan yuvalar, dağılan aileler de olabilmektedir. Kadınlar bunları duydukça ne yapabilirim diye daha çok kafa yormakta arayışa girmektedir. Güçlü yönleri ile, anlayış ve sevgi ile, zeka ile kadınlar evi çekip çevirirken kocalarının nabzını da elinde tutabilirler. Kendi mutluluğu için karı koca arasındaki bağ için yapılması gereken bazı basit şeyler vardır. Peki kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı?
Evlilikte Eşlerin Görevleri
Evlilik en genel tanımı ile bağlılıktır. Hayat müşterektir ve karı koca birbirleri ile olan sevgi ve aşk ile, hayatlarını aslında birbirlerine bağlarlar. Bazı şeyleri ortaklaşa yapmak, bazı kararları ortak almak ve birbirlerinin fikirlerine önem vermek zorundadırlar. Eşimizi evlilik öncesinde ne kadar iyi tanırsak tanıyalım birlikte bir hayat kurduğumuzda bazı şeyleri yeni fark ederiz. Kadınların organizasyon yeteneği oldukça fazla olduğu için yapılması gereken her şeyi düşünürler. Gündelik işler içinde genel hayatın akışı içerisinde karşılaşılan durumlarda da kendileri kadar kocalarının ne yapması gerektiğini de düşünürler. Evlilikte kocanızın belki de en çok zorlandığı durum kendisinden beklenenleri çoğu zaman bilmemesidir. Bu organizeyi güzel bir dil ile eşinizle paylaşmalısınız. Evlilik sırasında eşlerin birbirilerinden beklentilerini ve ne yapmaları gerektiğini konuşarak belirlemeleri gereklidir. Bu güzel ve uyumlu bir birliktelik sağlayacaktır. Kocanızı eve bağlamak için ne yapmalısınız? Evinizi onun da seveceği ve kendini oraya ait hissedeceği bir yuvaya dönüştürmelisiniz. Siz üzerinize düşen görevleri yapın kocanız da kendisini sorumlu hissedecek ve üzerine düşenleri yapacaktır.
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Sevgi Dilini Keşfedin
Evlilik, sevgi ile yola çıkılan bir yoldur. Zamanla eskiyen duygular tazelenmelidir. Eşler birbirlerini duygusal olarak beslemek zorundadır. İnsan sevdiği kadar sevilmek de ister. Peki karşımızdaki insan onu sevdiğimizi nasıl anlayacak. Bu sadece sözle söyleyerek olmaz. Hatta bazı insanlar sözle hiç söyleyemez, davranışlarla ve başka dillerle anlaşılan sevgi ifadeleri vardır. Bazı insanlar için seni seviyorum dan daha önemli olan kendisinin onaylanmasıdır. Eleştirildiğinde direk sevilmiyorum mesajı alırken onaylandığında beni çok seviyor diye düşünür. Kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı? Onun mutlaka sevgi dilini keşfetmelisiniz. Ona göre davrandığınızda ve sevgi ile ona hitap ettiğinizde asla başka sevgilere ihtiyacı kalmayacaktır.
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Anlayışlı Olmak
Evlilikte eşlerde en fazla olması gereken nedir diye düşünecek olsak anlayış olsa gerektir. Etrafımızda bize anlayış gösteren insanlara ne kadar çok ihtiyacımız vardır. İnsanlar değişik problemlerle uğraşırken davranışlarını anlayışla yorumlayacak dostlar, arkadaşlar arar. Bu en fazla eşimizden beklediğimiz şeydir. Kocanızı eve bağlamak için ne yapmalısınız? Onun hayatında onu seven ve en fazla anlayış gösteren kişi olmalısınız. Çoğu zaman çocuklarına çok anlayışlı olan şefkatli bir anne oluruz. Anne babamıza anlayış gösteren iyi bir evlat olmaya çalışırız. Etrafımızdaki insanlara karşı kırıcı olmamak için anlayışla davranmaya gayret ederiz. Ama evde kocanıza karşı ne kadar anlayışlı olabileceğinizi bir düşünün. Belki de en acımasız davrandığımız, anlamaya çalışmadığımız ve en çok şey bekleyip en çok yanımızda olmasını istediğimiz kişi eşimizdir. Anlayış tüm insan ilişkilerinin anahtarıdır. Sevgi ve saygı ile anlayış davranışları güzelleştiren en önemli faktördür. Anlayışsız bir eşi kimse istemez. Kendinizi güzelce ifade ederek sağlıklı diyalog kurmalı ve karşılıklı anlayışla davranmalıyız. Kadınlar kocalarından bu konuda bir adım öndedir. Yeter ki isteyelim. Anlayış ve tatlı dil ile kocanızda istemediğiniz davranışları da değiştirebileceğinizi göreceksiniz. Kocanız size daha da bağlanacak ve gözünüzün içine sevgiyle bakacaktır.
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Onu Suçlamamak
Anlayışın olmadığı ortamlarda yanlış anlama ve diyalogsuzluk olur. Bu durumda anlayıp dinlemeden hep suçlamaya veya gizli imalarla karşımızdakini sıkma gibi istenmeyen duygulara neden olur. Ne olursa olsun suçlamadan konuşabilmeyi başarmalısınız. Kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı? onu suçlayıcı olmayın. Size hatalarını da söylese ve haksız da olsa davranışlarını açıklamasına izin verin. Anlamaya çalışın. Kendinizi ifade edin ve onun da sizi anlamasını sağlayın. İnsanlar hatalar yaparlar hiçbirimiz mükemmel değiliz. Kendi hatalarımızı nasıl yaptığımız açıklamalar ve bahanelerle telafi etmeye çalışırsak karşımızdakine de o imkanı vermeliyiz. Suçlama ile başlayan konuşmalar açık sözlülükle devam etmez. Suçlanan insan savunmaya çekilir ve ne yapacağını bilemez. Evlilikte birbirini suçlayan eşler problemleri çözemez. Karısının kendisini basit nedenlerle suçladığı bir erkek evden ve eşinden soğur. Hatta kendisine anlayış ve toleransla yaklaşan başka birine yaklaşır ki hi bir eş bunu istemez. Bu kendi annesi, ailesi olabileceği gibi başka bir kadın da olabilir. Bu yüzden suçlama yaparken aklınızdan bunu çıkarmayın. Eşinizi kendinizden itmeyin.
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Bakımlı Olmak
Erkekler eşlerinin her halini severler. Ama dışarıda gördüğü güzel kadınlar gibi eşinin güzelleşmek için çaba sarf ettiğini, bakımına dikkat ettiğini de görmek ister. Dışarıdaki giyiminizden daha güzel ve özenli giysileri eşiniz için de giymelisiniz. Makyaj ve öz bakım gibi temizlik gibi şeyler eşinizin açısından sizi daha da özel ve değerli yapar. Sadece kendisi için süslenen bir kadına erkeğin bakışını bir düşünün. Zaten her şeyi ile birlikte olup hayatını yaşadığı insana daha da bağlanacaktır. Eşler birbirinin her halini görür. İyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, zenginlikte ve fakirlikte birlikte olmaya söz vermiş insanlar tabi ki bu şekilde olacaktır. Ama bu durum sizi hoyrat ve özensiz davranmaya etmemelidir. Kocanızın hep size ilgi duymasını, iltifat etmesini, düşünceli olmasını istiyorsanız siz de ona karşı öyle davranmalısınız. Kocanızı eve bağlamak için başka neler yapılabilir? Kendinize bakım yapmalı kocanız için süslenmeli ona kendisini özel hissettirmelisiniz. Bunu yaparken onu masrafa sokmamalı, doğallıktan taviz vermeden bakımlı olmalısınız. İnsan yıllar boyunca eşinin neyi sevip sevmediğini bilir. Arada sırada kocanızı şaşırtan değişiklikler de yapabilirsiniz. Temiz ve bakımlı bir kadın kocasının nabzını elinde tutar ve duygularını yönetir. Yine bu durum da karşılıklı bir şeydir. Sizin yaptığınız her olumlu davranış yine size olumlu olarak geri dönecektir.
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Hediye Almak
Evlilik hayatı bir yandan sorumluluk yükler bir yandan hayatı kısıtlar. En mutlu etmek istediğimiz insan yanımızdadır. Onu her gün bize verilen bir armağan gibi düşünmeliyiz. Onu mutlu edecek ufak hediyeler almalıyız. Kadınlar kendilerine hediye alınmasını çok severler. Aslında tüm insanlar hediye severler. Ufacık hediyeler kocaman mutluluklara yol açar. Kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı derseniz hem kendiniz hem ev halkı için hediyeler ve ufak notlarla sürprizler yapmalısınız. Bu hem evliliğinizi besler hem yıllar boyu biriktirdiğimiz anılara yenilerini ekler. Bunlar ince ipler gibi ne kadar fazla olursa birleşerek kalın ve kopmaz bağlara dönüşürler. Tüm hayat boyunca neler yaşar insan. Her hatıra farklı bir iz bırakır. Bunları hatırlamak da güzel veya kötü, yanımızda olan kişiler ile güçlü bir bağdır. Her anımızda yanımızda olan veya olmasını istediğiniz kocanız ile böyle anları artırmak da sizin elinizdedir.
Kocanızı Eve Bağlamak İçin Ona Nefes Aldırmak
Kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı? Eşler birbirlerini çok severek evlenirler. Kendi ailelerini bırakıp, yaşantılarını tümden değiştirmek ne kadar zordur. Ama sevgi ile aşk ile her şeyin üstesinden gelinir. Bir an bile ayrı kalmak istemediğiniz kişi artık hep yanınızdadır. İşe gidip geldiğinde, ailesi ile görüşmek istediğinde, arkadaşları ile vakit geçirmek istediğinde acaba tamam diyor musunuz? Kocanızı kendinize bağlamak istiyorsanız belli bir mesafede onun da özeline saygı göstermeli ve nefes aldırmalısınız. Eşler birbirlerine yapışık durarak değil belli bir mesafede durarak evliliğin ağır yükünü kaldırabilirler. Kocanıza nefes aldırın. Onun da yalnız kalma, kafasını dinleme, düşünme için zamana ve mekana ihtiyacı olacaktır. Siz de kendinize zaman ayırmalısınız. Gerekli sevgi ve bağlılığa sahip olan eşler birbirlerine güvenirler. Güvenmek tamamen bırakmak uzaklaşmak değil tabi ki. Yeterli mesafede durarak nefes aldırmak. Zorluklar, hastalıklar, maddi sıkıntılar bazen insanı çok bunaltır. Kocanıza anlayışla yaklaşın ve ona nefes aldırın. Güvendiğinizi hissettirin. Kocanızı Eve Bağlamak İçin Ona Güvenmek Evliliğin olmazsa olmazı güvendir. Eşler birbirine güvenmelidirler. Her olumsuzluğun olumlu bir yönü vardır. Kocanızı evlenmeden önce değil evlendikten sonra tanıyacağınızı unutmayın. Kalp ile sevgi ve aşk üzerine başlayan evlilik akıl ve güven ile devam eder. Günümüz toplumunda mutlu aileler ve birbirini seven eşler kıskanılmaktır. Çünkü her evden olumsuzluklar, aldatma hikayeleri, sevmediği halde birbirine katlanan eşler duyulmaktadır. Evinizde mutlu bir hayat sürerken kocanızın başka birilerine kapılma, kayma ihtimali insanın aklını başından alabilir. Bu sebeple bazı uzman medyumlar vasıtası ile aşk büyüsü ve bağlanma büyüsü yapılmak tercih edilmektedir. Elde ettiği mutluluğun devamı ve endişelerden kurtulmak için bu yol seçilebilir. Güvenmek güvenebilmek için gerekli şartları oluşturmak önemlidir. Güvenebilmek ve güvenilir olmak çok önemlidir. Bunun için dürüst olmak gereklidir. Özü sözü doğru olmalısınız. Dürüst ve açık sözlü olmalısınız. Bunu ifade eden en önemli prensip, her söylediğiniz doğru olmalı. Ama doğru sözlü olmak demek her doğruyu pat diye söylemek demek değildir. Akıllı olmak, doğru davranışlarla kocanızı eve bağlamak mümkündür. Herkes aradığı mutluluğu eşinde ve evinde bulabilir. İnsan değişir ve gelişir. Olumlu gelişmeye ve değişmeye çalışmalıyız. Hayat kısa ve yaşanacak güzellikler eşimiz ve bizi bekler. Kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı? Saydığımız maddelerin sizde ne derece olduğunu sorgularsanız ne yapılması gerektiğini bilmeniz mümkün olacaktır. Evlilikte mutluluk herkesin kendi içinde eksiğini gidermesi ile mümkündür. Kadınlar yaratılıştan gelen bazı özellikler ile kocalarının en tutkulu bir aşığı olabildiği gibi, akıl hocası, sığınağı, koruyucusu ve en yakın bir dost ve arkadaşı olabilirler. Bir erkeğin en büyük zenginliği de kendisini seven karısı olsa gerekir. Kocanızı Eve Bağlamak İçin Bağlama Büyüsü Kocanızı eve bağlamak için neler yapılmalı? Diye düşünenler için bir yol da ona bağlama büyüsü yapmaktır. Bağlama büyüsü ile size ve evine bağlı bir eş elde edebilir ve mutlu bir şekilde yaşayabilirsiniz. Bunun için bir medyumdan yardım almalı ve çareler ararken ondan destek almalısınız. Bağlama büyüsü yaptırmak için doğru adrestesiniz… Read the full article
0 notes
Text
İnsan mutsuzken ahlakçı olur*
İnsan olmak nedir? Borges’e bir gazeteci yaklaşıp sormuştu. “Siz Borges misiniz?”. Dahiyane bir cevaptı verdiği Borges’in: “Bazen” dedi!.. En keyif aldığımız anlar aslında ben sandığımız kişinin dışına çıktığımız anlar. Çocukların kolay mutlu olmasının sebeplerinden biri de bu olmalı, duygularına sınır koymak zorunda değiller. Her şeyi aynı anda çok sevebilir sonra sevdiklerini hiç sevmemeye karar verebilirler.
Proust, Albertine Kayıp kitabında, “Hiçbirimiz tek bir insan değilizdir, hepimiz ahlaki değerleri farklı çok sayıda insan barındırırız içimizde” diyordu. Hayatta başımıza daha nadir gelen durumlardan keyif almamız da bundan, aslında başımıza gelmeden nasıl davranacağımızı bilmiyoruz ve yaşarken kendimizi yeniden tanıyoruz. Proust, yine aynı kitap serisinde başka ne demişti biliyor musunuz? “İnsan mutsuzken ahlakçı olur.” Yani başka başka benlere açık olduğum anlar mutluyum; kendime sürekli nasıl davranmam gerektiğini söylediğimde ise mutsuz.
Seneca bizim olan tek şey zamandır der; zamanımızı kendimize sınırlar koyarak değil ama nasıl hissediyorsak öyle davranarak geçirmeli aslında.
Mutsuz ruh halinin ardında koşulsuz mutluluk ideali var. Sürekli mutlu olmaya çalışan, mutlu olabilmek adına hayattan haz almak için satın alan bir insana dönüşüyoruz. Anlık mutluluklar bizi uyuşturuyor ama asıl aradığımız ruhani doygunluğa asla kavuşturmuyor elbette. “Ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir” demişti Baudelaire de. Oysa mutluluk beklentilerimizdeki gibi kesintisiz ve uzun süren bir memnuniyet değil, aksine kısacık ve tesadüfidir, başka bir deyişle tatildeyim diye mutlu olmak hayli zordur. Nereye gidersek gidelim kendimizi de beraber götürürüz. Örneğin, Stoikler bu sebeple “yolculuk” kavramına mesafelidir. Sevgi” gibi “güven” gibi temel gereksinimlerimizi tatmin etmediğimiz sürece satın aldığımız hiçbir şey, gittiğimiz hiçbir yer bizi memnun etmez. “Çünkü önemli olan yeni yerler görmek değil, yeni gözlerle bakabilmektir”.
Yıllar önce, Bronx���ta bir otobüs şoförü güzergahından sıkılıp otobüsüyle kaçıyor. Birkaç gün sonra Florida’da yakalanıyor. Ancak o birkaç gün içinde bir halk kahramanına dönüşüyor. “Artık bıkmıştım” diyor kendini savunurken, “bir gün daha aynı yolları dönüp duracak halim kalmamıştı”.
Cesaret için her zaman biraz korkmak gerektiğini söylüyor psikoterapist May. Çünkü cesaretiniz yoksa, insanların sizden beklentilerini yansıtan bir aynalar toplamından ibaretsiniz. Amacımız Kafka karakterlerine dönüşmemek olmalıyken halbuki…
İnsan olmak nedir?
Birkaç gün zamanın yavaş aktığı, hayata yeni gözlerle bakmamı sağlayan bir sahil kasabasındaydım. Az haber, çok kitap okudum. İnsanın hayattan beklentisi güzel kitaplar ve güzel filmler olduğunda hayal kırıklıklarınız çok kısa sürüyor, yeni bir filme başlayana kadar. Ancak dönüş yolunda okuduğum üniversitedeki cinayet haberi birçoğumuzu olduğu gibi beni de derinden sarstı. Asistanlık yıllarımda nasıl korkuyla sınav gözetmenliği yaptığımı hatırladım. Bolca rektöre şikâyet edilen, kendisine kafa tutulan, sınıfta "Hala ilgimi çekemedin" diyen öğrencileri tanır ve artık yerini bilir “yeni üniversitelerin yeni hocaları”. Bir sorsanız hallerini, duyacağınız hikayelere inanmakta zorlanırsınız.
Eskiden olsa üniversiteye meslek sahibi olmak için giren arkadaşlara anlatmaya çalışırdım, üniversite meslek için değil, yanlışla doğruyu ayıracak ahlaki tutum geliştirebilmek, hayata nereden baktığını fark edebilmek, şu hayatta kapladığın iki ayakkabı içindeki yeri doldurabilmek, kendi hayatına ve başka hayatlara öğrendiklerinle dokunabilmek içindir diye… Vefat eden genç hocamızın eşi gözyaşlarıyla konuşurken insan olduğuma utandım! “Önce insan olmak gerekli, iyi insan olmak, mesleklerden de önce üniversite bunu anlatmalı”.
Peki insan olmak nedir?
Aristoteles benliğin bir eylem olduğunu, bir şeyin doğasını onun “telos”unu (amacını) öğrenerek keşfettiğimizi iddia ediyordu. Başka bir deyişle bıçak, keserek bıçak olur. İnsan nasıl insan olur? Bana sorarsanız az evvel değindiğim gibi insan olmak için önce temel insani gereksinimlerin yerine getirilmesi gerekir.
Çirkine, kötüye duyulan sevgi ve çirkini, kabalığı yüceltme hayatımızın her yerinde. Bir film seyrettiğinde ya da bir tablo gördüğünde, bir kitap okuduğunda herhangi bir bağlama oturtamayan, anlamayan, anlamamaktan gocunmayan, keyif alamayan bugünün insanı televizyonu açtığında kendisi gibi sevgisiz, güvensiz yer çekimsiz karakterlerle karşılaşıyor. Anlamamaya, bilmemeye karşı müthiş bir arzu var, dahası anlayanı ve bileni aşağılama ve hor görmeye çalışma var. Etrafındaki modernist dünya gitgide çemberlerini daraltmış insanlar çareyi başkalarına hınçlanmakta görüyor.
Sonuç, “Bir elime geçerseniz ezerim.” Zorla almak, sahip olmak için çalışması hiç gerekmemiş, sürecin sonuçtan daha önemli olduğunu asla idrak edememiş insanların tek gücü bu.
Merhaba, hatalarıyla yüzleşememek!
Üniversitelerde akademisyenler uzun zamandır korunaksız limandalar. İtibarsızlaştırma iki yönde işledi. Üniversite yapısında akademik kadro en güvencesiz kesim haline dönüştü. Öğrencilerin birçoğu hocaları şikâyet ettiklerinde, araya hatırlı birilerini soktuklarında ve hatta kimi zaman hocaları tehdit ettiklerinde istediklerini alacaklarını biliyor.
İnsanların birbirine tahammülsüz olduğunu ve bugünün insanının kendisinden başkasını düşünmediğini söyleyip duruyoruz.
Trafikte kırmızı ışıkta geçerken acı bir frenle durarak bana hafifçe çarpan şoför, camını açıp bana ne demişti biliyor musunuz? “Ne var be?”.
Geçenlerde hem yakınımda bir başka olay daha oldu. Motoru kullanan adam durdu: "Abi bu yokuşu çıkar mı bu motor?" Yaya olan diğer adam, "Çıkar bence" dedi.
Yokuşu çıkarken motorla beraber devrildi soruyu soran. Ne yaptı sizce? Düşer düşmez döndü ve "Abi pes, hani çıkar demiştin?"
Merhaba hatalarıyla yüzleşmemek! Merhaba hep ötekini haksız ve hatalı bulmak! Merhaba sorumluluk almamak ve sana da merhaba kendine asla toz kondurmamak!..
Bu olay yeni gördüğüm araba arkası yazısını hatırlatıyor bana. "Bizde geri vites yok, gerekirse ilerden döneriz." Aferin!..
Hocamız asla geri gelmeyecek. Ama gittiğimiz yoldan dönmezsek başka canlar da yanacak diye korkarım.
Sisifos’un hikayesini bilir misiniz? Bir tepeye dev bir taşı çıkarmakla cezalandırılmış Sisifos, o ittikçe taş geri gelir. Hatta en tepeye ulaştığında taş gerisin geriye düşecektir. Mitolojide tanrılar birini cezalandırmanın en dehşet yolunun ona umutsuz bir çaba hasıl etmek olduğunu düşünmüş olmalı. Bazen boşa koyarsınız dolmaz, doluya koysanız almaz. Çabanın neden ve niye olduğunu unutursun. Oysa Albert Camus Sisifos hikâyesini bambaşka okur. Taşın her defasında düşeceğini bilen Sisifos tekrar ve tekrar baştan başlıyorsa o bir kahramandır, çünkü bu bir başkaldırıdır.
Çünkü Camus’e göre, insan anlamsızlığa ve baskılara rağmen yaşamı yenmek zorundadır.
Demek durduğumuz yer değil değerli olan, o yerde duruşumuzu nasıl anlamlandırdığımız.
Sadece kendimizin taşı itebilmesi değil, ama kayalara karşı birlik olabilmek belki de en önemli olan…
Siz hangi taraftasınız?
1 note
·
View note
Text
Gitme
beni görenler nedensizce kötü bakıyor;derince. leşimi bulacaklar bir gün evinin önü ya da pencerenin dibinde. gözümün görmediğine saplanıyor kalbim,sebepsizce, seni bulacaklar ya kalbime baksalar,en derinde bir yerde.
doğru söyle;elbet sende mutlu oldun beni sevdiğinde. hatırında kalacağım,bir şişeyi devirdiğinde. sokakta kalacağımı tahmin etmemiştim,kalbine ev dediğimde. buluşuruz seninle belkide,bir şişenin en dibinde.
seni aradım,eski bir şiir kitabını aralayıp. kader defterine seni yazdım,herkesi karalayıp. inandım sana,diğer herkesi suçladım; şimdi hiç hak etmediğim bir yerde,bir hiç kadarım.
sende tanıyorsun beni,bunları hiç hak etmedim. o kadar bizsizlik çektim,daha yetmedi mi? ne kadar sevileceksen,bir o kadar sevdim... alacağın bir şeyim kalmadı,henüz ermedin mi?
artık değiştiremeyiz dün yaşadığımız geçmişi. önümüzde gerçekler dururken,arkamızda ki yalanları seçmişiz. iyi karşılamıyor hayat;çok sevmişi. seninle dert çekmeye razıyken,güzel günleri geçmişiz.
kusura bakma,kağıtla kalemi sana devretmem gerek. dalasım geliyor geçmişe;gözlerinde ki manzarayı seyrederek. artık seni unutmaya bir yerden başlamam gerek... bu kendimi bile bir yerde unutmam demek...
mazi dediğin unuttum dediğinde,silinmiyor. seninle yaşadıklarım,kader denip;geçilmiyor. ben hayattayım da;hayat benimle geçmiyor. anladım ki,sensiz şu hayatla bile geçinilmiyor.
gitme,son bir kez olsa da elinden tutayım. tutup,dünyada güzel bir şeyin var olduğuna inanayım. yaşama bir neden ver,yalnızlığımı unutayım. sana acı çektiren şu dünyada,güzel bir şeye tanık olayım.
küreği kalem tuttuğum gibi tutsam;mezarımı derin kazamazdım. sen olmasaydın,yaşamım bir an olsun anlam kazanamazdı. sen olmasaydın,oturup tek bir satır;yazamazdım. dert etmiyor bunları,sen olmasan;yaşıyor olamazdım.
ayrı ayrı gömülüyoruz,ben sana ölürken... senden başkasına kördüm,yine seni görüyorken. ayrı ayrı gülüyoruz,ben düşünle dahi mutluyken... senden başka vatanım mı var,göm beni;ölüyorken.
ben bir hata edip gittim,gel sende etme. ayrı kalmamız değecek tek bir hata etmez. sen bir hata edip bensiz kaldın,gel bana etme. beraber öleceksek ayrı yaşayalım fark etmez.
biliyorsun ki sana bir an olsun kıyamazdım. sana acı çektirecek bir acı olduğuna,inanmazdım. elbette acısı olacak,hayat seni altın tepside sunamazdı; daha önce şunları yaşasam,böyle yazamazdım.
kapat,son kez şu ışıkları karanlık örtsün üzerimi. ve senden başkasına gözümü karart ya. söküp seni bir gün dünya denen kökünden, vatan bildiğin bağrıma şefkatle bağışla,papatyam.
0 notes
Text
Sert Sözler , Sert Cümleler , Sert Laflar , Sert Mesajlar
ÇOK SERT SOZLER
Keşke Biraz Kar Yağsada KarDan’da Olsa Adam Görsek Diyen Kızlar Keşke Kaşarı Bizde Sadece Tostta Görsek..
Sevişmekten Vücudu Moraran Değil Sevdiğini Söylerken Yüzü Kızaran insanları Seveceksin..
Kendini Dünyalar Kadar Değerli Sananlar NOT , Dünya Beş Para Etmiyor..
Karpuz Seçerken Verdiğimiz önemi Sevgili seçerkende verseydik Bu kadar Kelek insanlarla Karşılaşmazdık..
Bırakın Artık Boş Ucuz Lafları Pahalıya Mal Olmuş Suskunluğum var Sustuğum zaman Suratına değil Yüreğine Vurur Cümlelerim..
Canımızı almaya gelenin canı sağolsun Ama alamayanın canı sağolsun..
Hayal Kurmak için Değil Hayat Kurabilmek için sevdim ben seni..
Cam Gibi Olacaksın Seni Kıranı Keseceksin..
Yıkılan Yalnızca Hayallerimdir Karekterim ve Kişiliğim Değil..
Boşver Dostum Mutlu Mesut Olsunlar Birbirine Yakışır Pezevenk ve Kaşar..
3 yanımız Denizlerle 4 Yanımız şerefsizlerle Dolu..
Ne Kadar Zor Bee Usta için Yanarken Nasip Diyip Susmak..
Rüzgar Bize ne kadar ters yönden essede Bizimde hayallerimiz var işte..
Aşk Acısı da neymiş Sen hızla koşarken Ayak Parmaklarını Sehpaya çarptınmı hiç..
Ya tut elimi bırakma ya da s!ktir git uzatma..
Tek bir kişi ile yetinmeyi bilseydin şuan sende çok mutluydun..
Her şey geçer diye bir şey yoktur Alışmak ve Kabullenmek var..
Aşk Dediğin Yürek ister Rahat Ol Yani Senlik Bir Durum yok..
Seninde Aklında ki kişi Yanında Değil Demi..
Beni Yokluğunla Savaştırma O Zaman Kaybederim işte..
Eğer ki Yanlış Bir Kapıya Girmiş Anahtarsanız Hiç Zorlamayın Orda Kırılırsınız..
- Nikah memuru sordu: - İyi ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta karınız olarak kabul ediyormusunuz. - Yüzüm kızarmıştı, - Birden aklıma ilk aşkım geldi . - Geçirdiğim o güzel günler film şeridi gibi geçti.. - Evet onu hala çok seviyordum, - Fakat onun bana armağanı en yakın arkadaşımla aldatmış olmasıydı. - Nikah memuru tekrar sordu: - Evlenmek istiyormusunuz ? - Gözlerimden buz parçalarının döküldüğünü fark ettim sanki beni anlıyormuş gibi nikah memurunun da gözleri dolmuştu, - Yüzüme bakarak yine sordu. - Salon büyük bir sessizliğe büründü , herkes sevinçten ağladığımı sanıyordu kimse bilmiyordu ilk aşkımın nikah memurum olduğunu ! Hayat işte insanın en mutlu olduğu günde bile acı çektiriyor.
Şuan Gayet iyi anlıyorum Nefes Almak Değilmiş Yaşamak Ateşler içerisinde Yanmak Gibi Bir şey Böylesine Severken Ayrılmak..
Yanımda Olmasa da Olurdu Başkasıyla Olmakta Neyin Nesiymiş..
Kim Lan O Diyemedim Gidip O Adamı Dövemedim O çok sevmiş olduğum insanı göremedim çıkıp karşısına sövemedim Ne Yapmam Gerektiğini Bilemedim Bir Sigara Yakıp Siktir et Geçer Diyemedim..
Bensizlik Koyarsa Bir Gün Sana Adımı Koyarsın Oğluna..
Hiç Evlenmemiş Bir insan Parası Olsun Rahat Ederim Diyor Boşanmış Bir insan ise Kalbi Olsun Aç Bile Yatarım Diyor Demek ki İnsanların Mutluluğun Kıymetini Bilmeleri için Önce Başka Bir Kişi Tarafından Mutsuz Edilmesi Gerekiyor..
Kadın Karnına Koca Bir Dünya Sığdırıyor Siz Dünyamıza Bir Kadın Sığdıramadınız..
Herkes Seviyorum Diyor Bu Kadar Gidenler Kim..
Aşk Abdest Gibidir Şüpheye Düştüğün Anda Bozulur..
Dışarıya Yağmur Yüreğime Hasret içime Sen Nasıl Yağıyorsunuz üçünüz birden Bir Bilsen..
Bazılarını Ölene Kadar Sevmek istersin Ama Onlar İntihar Ederler Diri Diri Gömmek Zorunda Bırakırlar Kendilerini..
Yanından öyle Bir Geçer ki Sen Sadece Kokusunu içine çekersin..
Biri Sizi üzüyorsa Mutlu Ettiği Biri Vardır Bence..
Kendine Gel Seni Orda Bekliyorum..
Madem Gidecektin Neden Gelecekten Bahsettin ki..
Neyin var Anlat Diyorlar Anlatıyorum Boş ver Diyorlar..
+ Seni çok seviyorum melegim.. - Hmm + Çocuklarımın anası. Helalim . Biriciğim... - Uf çok sıkıcısın.. + Neden? Sex muhabbeti konuşmak varken seninle ilgili gelecek kurduğum için mi ? Zina yapmak varken sana dokunmadığım için mi ? Oranı buranı yerim demek yerine seni seviyorum dediğim için mi ? Gel birlikte uyuyalım demek yerine , üzerini iyi ört üşüme dediğim için mi? Dudakların dururken Alnından öpmek istediğim için mi ? - Ben....... + Haklısın çok sıkıcıyım..!!
Derdim Yüreğimde Eller Nerden Bilecek..
Bana Mutluluğu Anlatmaya Kalkma iyi biliyorsan Gel Yaşat..
Hali Vakti Bir Yalnızlık Benimkisi Keder Elden , Yaş Gözden geçinip gidiyoruz..
İçinde Oruspuluk Olan Birinin Sadece Pozisyonunu Değiştire Bilirsin Hayatını Değil..
Ölümlü Birinden Ölümsüz Aşk Bekleme..
Sikerim Böyle Kalbin Ritmini Benim için Atmadıktan Sonra..
Tam Kapıdan çıkarken Annem Bağırdı Yüreğini ört oğlum insanlar Soğuk üşürsün..
Ne Kadar çok Seversen Sev Belli Etmeyeceksin çünkü Sevdiğin Kişi Sevdiğin Kadar üzecektir seni..
Şu Hayatta Gülmemi isteyen 1 Kişi Oldu Fotoğrafçıydı O da Parasını istedi..
Muhtemelen O Gerizekalı Çay içmesini Bilmiyor Usta içseydi Bilirdi. Bekleyen Herşeyin Soğuduğunu..
Bir Elveda Uzun Sürüyorsa Eğer Mutlaka Bir Taraf Razı Değildir..
Şimdiki aşklar çok çıkarcı olmuş Altını çıkar , üstünü çıkar..
Hayatınızdan Çıkanlara Sakın Üzülmeyin Çürük Olan Meyve Ağaçtan Düşer..
Ben Deliyken Sevmedim Severken Delirdim..
Bundan Sonra Seni Seviyorum Diyenlere Tek Bir Sözüm Olacak Kaç Günlüğüne..
Lan Felek Kahpemisin Değilmisin Bilmem Ama Bizden Yana Olmadığın Kesin..
Gençliğime Kafa Tutar Olmuş Güzelliğin..
Şayet Ben Kazanmamışsam O Oyun Bitmemiş Demektir..
Herkes Hayatını Anlatıyor Ben ise Yaşadıklarımı..
Mutluluk Tasarlanmaz Varsa Yaşarsın Yoksa Bakarsın..
Bana Yakışmadığı için Yapmadığım Bütün şeyleri Bana Yaptılar..
Hint Kumaşı Olsan da Fark Etmez Yüreğime Dokunamadıktan Sonra Cam Bezinden Farkın Yok..
Mükemmel Olmanın Değil Faydalı Olmanın Peşindeyim Ben..
Beni Benimle Yaşayanlar Bilir Gerisi Sadece Bir Söylentiden ibarettir..
Bir Bayana Kıyafetinden çok Hanımefendilik Yakışır Bir Erkeğe Elinin Sertliğinden çok Gönlünün Mertliği Yakışır..
Kendini Bilmek Önemlidir Ama Haddini Bilmek Kendini Bilmekten çok daha önemlidir..
Ben Beklemeyi çok Seviyorum Mevzu Gemi Tren Değil..
Bazen Kader insanı öyle bir çizgiye getirir ki Sadece şunu söylersin Nerdennn Nereyeeee..
Bağlanmaktan çok Korkuyorum Dedi Tasmasını çıkardım Gitti..
Ölümlü Olan şu Dünyada Unutulmayacak Hiç Kimse Yoktur O Yüzden Yüreğiniz Varsa Sevin Yoksa Kimse Kimsenin Yüreğini Meşgul Etmesin..
Sen önce bir Kendine Gel de Bana da O zaman Beklerim..
Gösterdiğiniz ilginin Karşılığını Alamıyorsanız Boşverin Öküz Ottan Karga Boktan Anlar Ancak..
Eski Sevgilinizden Gelen Nasılsın Mesajıyla Sakın Umutlanmayın Her Katil Merak Eder Vurduğu Kişinin Ölüp Ölmediğini..
İnancım Gereği Domuz Eti Yemem Diyenler iş Kul Hakkı Olunca Dibini Sıyırıyorlar Nasıl işse..
Gülüşlerimi Yakalamaya çalış Öfkem Sana çok Ağır Gelir..
Toprağın Altında Düz Yatmak için Toprak üstünde Dik Yaşamak Gerekir..
Hurdaları Satın Almak Bahanem Bu Şehri Sokak Sokak Seni Bulmak için Geziyorum..
Gardiyanın Götürdüğü Geri Geliyor da İmamın Götürdüğü Maalesef Gelmiyor..
Bazen Derler ya Aynı şehirde Olsak Bile Yeter Üst Katta Olsan Ne Olur Seni Göremedikten Sonra..
Makyajada Ehliyet Versinler Sürmesini Bilmeyen Sürmesin Kardeşim..
Derdime Dermanım Ol Dedim Sevgisine Harman Eyledi..
Sevdiği Kız için Bütün Kızlardan Vaz Geçen Erkek Aptal Değildir Adamın Dibidir Dibi..
Bir Kadının Sözü Erkeğin Yumruğundan Daha Serttir Biri Dişlerini Döker Diğeri Düşlerini..
Kaşara Alışan insana Köy Peyniri Ağır Gelir..
Bir Köpeğe Mama Verirsen Elini Yalar Bir insana iyilik yaparsan Kolunu Kapar..
Edep Başka Bir şey Dostum Okumakla Öğrenilmiyor ki..
Gidecek Yerin Kalmadığında çok zoruna gider Hayat..
İçimi bir bilseniz Bu Yaşıyor Demezsiniz..
Değer Verdiklerim Yüzüme O Kapıyı Kapatırsa O Kapı Açılmasın Diye Üzerine Beton Dökmesini de Bilirim..
Allah’ım Bana Bir Veriyorsan insanlara Üç ver Yeter ki Benimkilerde Gözü Olmasın..
Psikopat Sert Sözler , Sert Sözler Serseri Delikanlı Sert Sözler , Sert Sözler Ağır Kategorisi Yer Almaktadır Sayfamızda..
Tesbih Elden Ele Silah Belden Bele Dolaşmaz..
Kullandığım Maddeler Kadar Mutlu Et Beni Bir Ömür Boyu Bağımlın Olmazsam Şerefsizim..
Evet Sandalye Değiliz Ama çok Göt Gördük..
Madem ki Mutluluk Bize Haram Can Yakmaya Devam O zaman..
Hem Dumanlı Hem Haplıyım Hayat Buysa Eğer Bende Haklıyım..
Gamzeleriyle Hava Atanı Bitkin ve Kırmızı Gözlerimle Triplere Sokarım..
Şu Konuda Anlaşalım Ben Senin istediğin Zaman Konuştuğun istediğin zaman siktir çektiğin biri olmam Bu Konuda Anlaşalım önce..
Tadını Çıkaramadığın Kızın Adını Çıkarmayacaksın.. gsozler.blogspot.com
Ateş Olmak Yetmiyor Işık Saçmak için önce yanman Gerekiyor..
Kuru Sıkıya Benziyorsun Ses çok icraat Yok..
Biz Eceliyle Gidenlerin Yasını Tutarız Siktir Olup Gidenlerin Değil..
Ne Affede Biliyoruz Nede Vaz Geçe Biliyoruz Ortada Kaldık be Abii..
Gitmek istiyormuş Git Kaldığın Hata Dur Dersem Lanet Olsun Bana çok ağır olacak Biliyorum ama Kıblem Olsan Dönmem Sana..
Kaybeden Ben Olmam Kaybeden Benden Olur..
Er Ya da Geç Anlarsın Etrafında Dönen şeyin Dünya Değil de Yavşaklar Olduğunu..
Sen şairsin elinde ki Taş ne Şair Aşka Boyun Eğer Zulme Değil..
Yanlış Kişilere Aşık Olmak Hayatın En Büyük Götlüğüdür..
Beni Tanımıyorsan Ahkam Kesme Arkana Gölge içine Korku Mezarına Konu Olurum..
Uzaklardan Birini Ona Benzetip Yüreğin Ağzına Geldi mi Hiç..
Hayatmı Orijinal Değil Hayatımız mı Çin Malı Anlam Veremedim..
Sırtından Vurana Kızmayacaksın Ona Güvenip Arkanı Dönen Sensin..
3 notes
·
View notes
Photo
Aile Faciası
*7 yaş üzeri şiddet ve korku
Efendim, upuzun bir aradan sonra yeniden beraberiz. Aralar niye bu kadar uzun, onu da hiç bilemiyorum doğrusu. Yazarken, özellikle sonrasında dönüp bu yazılanları okurken, oldukça keyif aldığımı fark ettim oysaki. Umarım sizler için de durum aynıdır. O halde bu eğlenceyi daha çok yaşayalım, daha çok yazayım, hep birlikte okuyup daha da çok eğlenelim diyorsanız, daha sık yazmak üzere hepimize şu an söz veriyorum… Çünkü şu an gaza geldim.
Ama zaten siz öyle yapmazsam da hemen burayı terk edip gidemezsiniz. Neticede 3-4 blok yazısı oldu, ne gidemez mişiz!? demeyin. Araları o kadar uzun tuttum ki, başlangıcından bugüne seneyi geçmiş. Yıllardır beraber gibiyiz… Bir de böyle düşünmeniz lazım… Zehri yavaş yavaş zerk ettim… Artık et ile tırnak, ketıl ile sıcak suyuz biz… Ölürüz de ayrılamayız…
O halde kaldığımız yerden devam edelim…
Efenim son yazımda piknik için gereken hazırlıklar yapılıyordu. Bunlar içerisinde benim için en önemli olan malzeme, tabisi bisikletin arka kısmına konulacak olan iki katlı minderimizdi. Keza yolculuk boyunca ablam ile dönüşümlü olarak ben orada oturacağımdan, hassas bölgelerimin gözüm gibi korunduğundan emin olmalıydım. Bu bölgelerdeki konfor benim için son derece önemliydi. Çünkü mahalle arasında arkadaşlarla yapılan bisiklet aksiyonlarının hiçbirinde böyle bir konfor göremezdiniz. Fabrika nasıl yaptıysa bisikletinize öyle otururdunuz. Ama babamızın bize özenle hazırladığı yeni dünya oturuş düzeneği müthiş rahattı. Allah razı olsun. Neyse, gidiş ve dönüş yolumuzda bisikletimi ablam ve ben yoruldukça dönüşümlü olarak, babamın bisikletini de doğal olarak sadece babam kullanacaktı. Annem arkasındaki seleye yanlamasına oturacaktı. Büyük bisiklete binen orta yaş ve üzeri teyzeler için bu çok katı bir kuraldır. Bu konuda kesinlikle taviz vermezler. Yan otururlar… Pantolonda giyseler fark etmez. Aralarında gizli bir komite mi var ne var acaba?.. Neyse, gidiş yolculuğumuz sorunsuz geçmiş. Bahse konu kilometreler dönüşümlü olarak kat edilmiş ve nihayet piknik alanına varılmıştı. Gittiğimiz yer orman olmasına rağmen biz her seferinde aynı yerde duruyor, aynı ağacın olduğu yere kadar ormanın içine giriyor ve hep ne hikmetse aynı yerde piknik yapıyorduk. Oysa orman kocaman bir yerdi. O halde niye böyle derya deniz bir yerin içerisinde hep aynı yerde piknik yapıyorduk ki?.. Çünkü babamın bazı konularda prensipleri vardır. Keza ben daha da küçükken yüzmeye gittiğimiz bir göl vardı. Orada da hep aynı ağacın altında konaklardık. Demek ki güvenli görmüş babamız diye düşünüyorum. Ailesini orada bir kere muhafaza etmiş. Bakmış sorun çıkartan yok. Kimse yaralanmamış. Ondan sonrasında da orayı sürekli güvenli bölge ilan etmiş olsa gerek. Baba bu sonuçta. Vardır bir bildiği. Her şeyi de sorgulamamak lazım canım. Neyse, malzemeler yeşil zemin üzerine örtülen piknik örtüsünün üzerine bırakılınca, ilk iş olarak çalı çırpı toplanırdı ki mangal partisi bir an önce başlayabilsin. Babam mangal konusunda çok başarılıdır. Severek de yapar. Hepimiz bu yüzden çalı çırpıyı güle oynaya toplardık. Bu ulvi görevi de yerine getirdikten sonra ablamla orman içerisinde biraz gezelim istedik. Bizimkiler de gezin ama fazla uzaklaşmayın dediler haliyle. Tamam diyerek ormanın içlerine doğru daldık. Bu arada tabiat parkı falan değil bahsettiğim. Yanlış anlaşılmasın. Bildiğin orman. Biz bir yandan ablamla sohbet ediyor öte yandan da hiç bilmediğimiz yerler keşfediyorduk. Acaba burada ayı var mıdır? Aslan yaşar mı bu ormanda? gibi merak unsuru konularımızı hani bizzat görerek keşfetmek istiyorduk. Ayıyı görünce; Heh! Tamam. Bu ormanda ayı varmış diyerek kaçmak istiyorduk mesela. Öyle de cahil demeyelim de, gözü kara kaşiflerdik biz diyelim ona.
Ablamız da büyüğümüz olacak. Güya kardeşine “Ne yapıyoruz çocuğum biz?” diye akıl vereceğine, o da takılmış benim peşime hızlı ve emin adımlarla ormanın derinliklerine doğru ilerliyordu garibim. Neyse bir zaman sonra hep aynı ağaçları görmekten sıkılmış olsa gerek, hadi artık dönelim dedi. Zaten ayı da çıkmamıştı. Döndük… Döndük ama güneye mi döndük, kuzeye mi? Öyle döndük… Kafamıza göre gidiyoruz bir yerlere. Bir zaman sonra baktık ki değişik bir yerlerdeyiz sanki. Endişelendik. Kaybolduğumuza iyice emin olmadan önce bizimkilere panikle bir güzel seslendik. Onlardan da cevap gelmeyince, ormana alıcı gözüyle şöyle son bir kez daha baktık. Nasıl bundan sonra burada yaşanır mı falan diye?.. Ama yok olacak gibi değil. Neyse ben motivasyonumu bozmayarak kahraman ilkokul izcilik bilgilerimi konuşturup, ağaçların kuzeye bakan tarafları yosunlu olur falan dedim. Ablam da orada bir duraksadı. O duraksama bana daha da bir güven verdi. Galiba doğru yoldayız dedim içimden ama çaktırmadım tabi. Hakimiyet bende çünkü hala. Bu bizim kurtuluşumuz olacaktı resmen. Hemen bir ağaca baktık. Yosunlu bir tarafı vardı. Vallahi doğruymuş! dedim. İlk defa okul bilgilerini doğada tartıyordum ve sonuç pozitif çıkmıştı. Acayip sevindim için için. Artık kuzeyin neresi olduğunu da biliyorduk. O halde neden kurtulmayacaktık ki?.. Geriye sadece bir tek sorun kalmıştı. O da bizim hangi yönden geldiğimizdi. Onu da bileydik iyiydi… Onu işte şey yapamadık… Neyse çok karıştırmayın orayı. Baktık ki fikir işe yaramayacak hemen B planımızı ortaya attım. Ablama dedim ki; (B Planım. Dikkatle izliyoruz.)
“Bak bu orman bir yerde biter elbet. Biz hiç dolanıp durmayalım. Dümdüz gidelim. Bir yerden çıkarız. Çıktığımız yerden de ormanın çevresini dolaşarak bisikletleri park ettiğimiz yere geliriz.”
Bu fikir niyeyse ablama da mantıklı geldi. Bana bakıp da demedi ki;
“Yavrum sen manyak mısın? Bu orman kim bilir kaç km. Nereye dümdüz gidiyorsun? Birkaç saat sonra zaten hava kararacak. Kuş uçmaz, kervan geçmez. İti mi var? Uğursuzu mu var? Sana uydum ben de geldim. Kendini de yaktın beni de yaktın Bahadır ya!..”
Demedi.
Sağ olsun. İyi kızdır… Hor görmedi beni…
Neyse biz öyle dümdüz bir müddet daha ilerleyip, toprak bir yola ulaştık. Sonra anladık ki bu yol bizim bisikletlerle geldiğimiz yolun aşağılarında bir yermiş. Allah’tan farkında olmadan ormanın doğru tarafına doğru ilerlemişiz. Neyse yola çıkıp takip ettik ve sonrasında bisikletlerimizi gördük. Oradan da bizimkilerin yanına gidip çaktırmadan taze pişmiş mangalın tadını çıkarmaya çalıştık ama tabi bunu birde bizim sindirim sistemine sormak lazım. Kalp bin beş yüz. Atar damarın kanına, toplar damar zor yetişiyor heyecandan. Yediğimizi daha yutarken yakıyoruz. 10 kilo verseler 10 saniyede yakar parçalarız. O haldeyiz. Bizimkiler de tam endişeleniyorlarmış ki biz çıkıp gelmişiz. Öyle olunca da iyi dedik. Vukuat çıkmayacak… Sakinleştik. Sorun olmadı. Mutlu mesut pikniğimizi yaptık ve geri dönüş yoluna koyulduk.
Neyse dönüş yolunda ablam gidonda, ben arkada öyle aheste bisikletimizi sürerken, sol tarafımızdan babamın neden bilinmez atağa kalktığını gördüm. Bir yandan da bisikletinin zilini çalarak bizi taciz ediyor. Çakmak çakmak gözleriyle yaramaz bir çocuk gibi pedallarına yüklenip bisikletinin süratini lineer bir biçimde arttırıyordu. Ama bu ivmelenmeyi o kadar kararında yapıyordu ki; ablamın bu meydan okuma karşısında gaza gelmemesi imkansızdı. O garibim de “Şu an babam bana resmen meydan okuyor! Dur şunu bir güzel geçeyim de dersini alsın kerata.” heyecanıyla pedallara asılmaya başladı. Demedi ki;
“Ben bir ortaokul bebesiyim. Koskoca adamı nereye geçiyorum acaba?”
Bastıkça bastı pedallara. Ben de arkadan kıkır kıkır gülüyorum. Ben de inanıyorum çünkü. Resmen bir yarış var bizim için. Bir noktadan sonra bizim pedallar boşa dönmeye başlamıştı bile. Artık bisikletin limit hızına ulaşmıştık. Tabi bizim tekerleklerin iki katı tekerleğe sahip baba bisikleti bizimle latife peşinde yoluna güle oynaya devam ediyordu. İşte tam o esnada babamın arka koltuğunda, klasik yan oturan annem birden feryat etti.
“Ayy AraABAA GELİYooOO!”
Panik içerisinde kafamı yola çevirdim. Hani nereden geliyor araba diye. Bir de baktım ki gelen araba da değil.
KAMYOoN!
Ablamın o an aklı gitti zaten. Birden direksiyonda yalpalamaya başladı. Bir yandan da pedallara son sürat basmaya devam ediyordu. Beyni resmen kilitlenmişti. Düşünemiyordu… Ben panik halinde arkadan ablama;
FRENE BAS! FRENE BAAASSSSS! FREENEEEEE!
Diye bağırıyordum. Ama ablam artık insepşında 3. Katmandaydı. Ona ulaşmamız yıllar sürebilirdi. Kızcağız hala bisikleti son sürat sürmeye devam ediyordu. Sanki kamyonun bize değil, bizim kamyona çarpmamız şart olmuştu. Bu kaza olmalıydı. O kadar panik ve heyecan boşa gidemezdi. Baktım iş olacak gibi değil. Ablam kendini gözden çıkarmış ama benim daha yaşım genç. Daha bir tane kız arkadaşım olmamış. En azından üniversite olmasa bile, lise okumak, öbür tarafa 3-5 türev integral sorusunu çözmüş biri olarak gitmek istiyordum.
Kendimi toparlayıp, önce ayaklarım ile ablamın ayaklarına vurarak pedallara basmasını engellemeye çalıştım. Olmadı. Başaramıyordum. Çok hızlı dönüyorlardı. Son çare olarak ayaklarımı olanca gücüyle asfalta bastırıp bisikleti yavaşlatayım istedim. Böylelikle çok kısa bir süre sonra ikimizde durmuş olacaktık. Ve biraz da sinirli bir biçimde her iki ayağımı asfalta olanca gücüyle bastırdım. Ben ayaklarım asfaltta sürüklenecek, sürtünme gücüyle öylece yavaşlayacağız zannediyordum. Ama ayaklarımı asfalt sanki kırk yıllık asker arkadaşını karşılar gibi tutup kucaklayıverdi. Daha ne olduğunu anlayamadan, kafamın altından asfalt zeminin süratle geçtiği gördüm. Yani öne doğru bir takla atmış ve sürat sebebiyle kafam asfalta çarpamadan hızlıca turunu tamamlamıştı. Ve sonrasında taklama ara vermeden şarampole doğru yuvarlanmaya devam ettim. Durmaksızın dönüp duruyordum. Döndüm…Döndüm… Döndüm… Döndüm… Ve döndüm… Bir noktadan sonra dönme konusundaki heyecanımı kaybedip, acaba ben ne zaman dururum diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ve Allah dileğimi o an kabul etti galiba.
ÇoTAnAKK!
Diye bir ses geldi kafamdan. Bir anda sanki beynimde biri ışıkları açıp kapattı. Öyle bir aydınlanma yaşadım anlık. Sağ olsun iyi niyetli bir kayaya rastlamışım. Ve beni anında durduruvermiş. Şükürler olsun. Duam kabul olmuştu. Artık istesem de dönemiyordum. Ölmediğimi anladıktan kısa bir zaman sonra da ayağa kalkıp yola doğru şöyle bir baktım ki, bisiklet ilerde yerde yatıyor. Arka tekerlek öylece dönüp duruyor. Aynı filmlerdeki gibi. Ablam ondan biraz ötede o da sere serpe uzanmış. Bir eliyle de yolun ortasından bisikletimi kendi şeridimize çekmeye çalışıyor. Üzerinden araba falan geçmesin diye. O eşek ölüsü bisiklet de geliyor enteresan bir biçimde. Adrenalin tavan yapmış tabi. Hulk olmuş kadın. Öte yandan sorumluluklar da var şimdi yani. Bisikletimi düşürüp, on metre sürükletmişsin, pedalını yamultmuşsun ama asla yolun ortasında kalmasına müsaade edemezsin. Ablam işte öyle sorumluluk sahibi, titiz bir kadındı. Helal olsundu kendisine…
Neyse biraz daha ileriye gözüm kaydı ki, annem de yerde oturuyor. Asfaltın ortasında. Kalkmıyor da. Öyle sakin sakin bize bakıyor. Hani oturup ayaklarını uzatarak namaz kılan teyzeler vardır ya, aynı öyle. Ama hiç konuşmuyor da. Ondan bir 5 metre ileride de babam, bisikletinin üzerinde, tek ayak pedalda öbür ayak yerde kafa bize dönük
“Ben bu ailede nerede hata yaptım acaba? Ailemiz paramparça dağıldı. Herkes yerlerde yuvarlanıyor.” der gibi. Öyle bakıyor. Gayet sakin;
Aslında adam haklı. Piknikte sadece mangal yedik. Bir de kola içtik. Niye böyle oldu. Bende anlamadım. Bir de herkesi anladım da annemin yerde ne işi vardı? Onu hala çözememiştim. Meğerse sonradan öğrendim ki; sevgili anne yüreğim bizi yerlerde disko topu gibi dönerken görünce dayanamayıp, kendini bisikletten aşağı, asfaltın serin sularına bırakmış. Çaresizce bizi kurtarmak istemiş ve süratle giden bisikletlerinin durması gereken zamana yüreği de razı olamadığı için, kendini yavrularına daha yakın müsait bir yerden indirtivermiş.
İşte bu olay var ya. Bu çok başka bir şey. Esas olay bu aslında. Bunu yazmak lazım. Böyle kalbi olan birini bulduğunuz zaman ne pahasına olursa olsun kaybetmeyin a dostlarım… Muhtemelen o kalbin sahibi, sizin annenizdir…
Neyse ben otların arasından asfaltta yatan ablama doğru yürümeye başladım. Bir yandan babam da asfalt temizleme çalışmalarına başlamıştı. Önce annemi sonra bizleri yolun kenarına güvenli bir yere aldı.
Ortalık sakinleşir gibi olunca bilinç altımdan, bir sesin bana ha bire seslenip durduğunu fark ettim. Sese kulak verince;
“Hani bir ses gelmişti ya hani kafandan. O ne oldu?” diye soruyordu.
Hazır kafamda zonkluyorken bir el atayım şuraya dedim. Şok sağ olsun. O ana kadar çiçek gibiydim maşallah. Neyse elimi kafamın arkasına götürdüm. Sonra avucumun içine bir de baktım kıpkırmızı.
“Nı-HaaAIIH!”
Diye korkudan çığrışarak ağlamaya başlamışım. Neyse ki bu arada, zaten kendi şeridinde sakin sakin geçip gidecek olan, meğer tehlikesiz kamyon şoförü amca, olan bitene anlam veremeden durmuş ve ilk yardım ��antasını kaptığı gibi soluğu yanımızda almıştı. Annemin bize çarpacak diye çığırdığı adam, aile doktorumuz, en şefkatli hemşire annemiz oluvermişti. Pamucacık elleriyle kafama boca ettiği tentürdiyotu ve bastırdığı sargı bezini nasıl unutabilirim ki? Adamın yüzünü hiç hatırlamıyorum mesela. Ancak o yumuşak eller hala gün gibi aklımdadır. Allah senden razı olsun tehlikesiz kamyon şoförü amca.
Neyse olan olmuş, yaralarımızı sarmış ve evimizin yolunu tutmuştuk. Böylelikle sadece mangal içerikli aile pikniği hatıramızı bir üst seviyeye çıkarmış, hatta ailemizde bu hatırayı ulaşılması zor bir noktaya getirip, ölümsüzleştirmiştik. Ablamın o gün yaşadığı panik anlarını ara ara aklımıza geldikçe konuşup güleriz… Ya da gülerim. Bilemiyorum. Sanki o da gülüyor gibi ama gülmüyor gibi de… Kazanın etkileri şey olmuş olabilir… Net emin değilim… Neyse. Allah herkese böyle neşe, eğlence ve aksiyon dolu bir aile pikniği nasip etsin inşallah derdim ama öncesinde biraz takla çalışmanız lazım… Dönmesi baya uzun sürüyor çünkü…
Tekrar buluşmak üzere,
5�
0 notes
Text
KÖŞEMDEN: UTANMALISIN AVRUPA
Ve utanmalısın Almanya! …Kuzey Kıbrıs’ta Koronavirüs’ün ilk kez adını aramızdaki bir Alman turist kafilesinde Covid-19 emarelerine rastlandığı ve karantina altına alındıkları haberiyle öğrendik..
Medyadan gelişmeleri izlerken Dr. Burhan Nalbantoğlu Hastahanesine sevk edilip müşahade altına alındıklarını… Bir süre sonra 3 Alman turistin müşahadeleri sonucunda “Covid 19” olarak ifade edilen virüs yönünden “negatif” oldukları tespitinden sonra taburcu edildiklerini… Ancak ülkeleri Almanya’ya kafile olarak gönderilecekleri güne kadar Salamis otelde KKTC’nin misafirleri olarak ağırlandıklarını.. Sadece bununla yetinilmeyerek Sağlık Bakanı Üstel’in açıklamasına göre otelde karantinada bekletilirlerken… Tüm sağlık koşullarına uygun biçimde… Hatta birbirlerinden bile izole şekilde tutulduklarını öğrendik.
Yine Sağlık Bakanı Üstel’in açıklamasından öğrendik ki bu müşahade altında ve misafirimiz olarak aramızda bulunan (ilk ölüm vakasının da görüldüğü) kafile “23 Mart Salı saat 00.00’dan itibaren temin edilen charter seferle ülkeleri Almanya’ya gönderileceklerdir… ***
SAYIN ALMANYA
KKTC’deki 33 kişilik Alman turist kafilesine vakanın görüldüğü daha ilk anlarda elinden gelen gayret ve olanaklarıyla sahip çıkan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden söz ediyorum.. 46 yıldır siz dünyadan tecrit edilmiş… Avrupa ve tabi siz Almanya tarafından da tanınmayan… Kamu görevlilerinin maaşlarını bile Türkiye’nin parasal katkılarıyla anca karşılayan… Hava deniz limanları dünyaya kapalı… AB tarafından ekonomik ambargolu… 46 yıldır sadece Türkiye’nin yardımlarıyla ayakta duran… Tüm Avrupa ülkelerinin yüzüne kapalı olduğu… AB üyeleriniz ve büyük dostlarınız olan Rum Yunan ikilisinin zulmü altında inletilen… Nüfusu sadece 350 bin (Fakat hamisi Türkiye ile 80 milyon+350 bin) kişilik defakto bir Kıbrıs Türk Devletinden söz ediyorum…
VE şöyle diyorum ey Almanya: 46 yıldır dünyadan tecrit edilmiş, ambargolar altında inletilen, kısaca gözlerinizin önünde can çekişen bir ülkedir sizlere hatırlattığım… Ve bu ülke hasbelkader aramızda bulunan bir Alman turist kafilesine elindeki tüm olanakları seferber ederek her türlü ilgi ve misafirperverliği gösterdi…
ZATEN öteden beridir her kim ki KKTC’ye uğrar, Afrika’nın Baluba kabilesinden de olsa bu ülkede önce “insanlığı” tanır.
Düşün ki Sn. Almanya sizin de tanımadığınız “tanınmayan bu ülkenin yani KKTC’nin” üniversitelerinde şu anda 40’ı aşkın ülkeden öğrenciler vardır… Buna karşın Türkiye dışında hiçbir ülke KKTC’i tanımamaktadır! Hatta burada öğrencileri olan ülkeler tarafından bile! Turistleri olan ülkeler tarafından da tanınmadığı gerçeklerde!
Ki aramıza dıştan katılan bu 3. Ülke insanlarına sorun, size insanlığımızı, misafirperverliğimizi, hasletimiz olan uygarlığımızı, KKTC’de ne kadar mesut ve mutlu olduklarını… söyleyip anlatacaklardır… Sizin tanımadığınız KKTC’dir anlatacakları, unutmayın!
Sn. ALMANYA bugün, bir süredir misafirimiz olan, aralarında koronavirüs nedeniyle ölenlerinin de bulunduğu “yurttaşlarınızı” size gönderiyoruz… O insanlara sorun bizi, KKTC’i! Bizi size onlar anlatsın!
VE canınız sağolsun Sn. Almanya! Siz yine şarlatanlıktan öte kıymeti harbiyesi olmayan Anastasiadis’li Güney’in, Yunanistan’ın politikalarına uyarak, Kıbrıs’ın Türk halkını dışlamaya devam edin!.. Tanımayın!.. Bizim için insanlık ölmedi ama… Türk, Rum, Alman, Yahudi, Afrikalı fark etmez. Kaldı ki ülkemize yedi düvelin ülkesinden gelenler, aramızda yaşayanlar vardır… Siz yine de tanımayın ama!!! Aramızdaki Alaman kafilesine sağlık afiyetler dilerim. ***
SORUNLARIN SUSTUĞU AN!
Belli ki bir süre daha sosyoekonomik sorunlardan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden, artık aramızdaki koronavirüs vakaları dışında kalan şu bize özgü günlük olaylarımızdan söz edemeyeceğiz çünkü Hükümet Koronavirüse odaklandı alınan tedbirleri, ilgili olayları konuşacağız, başka da olay olamaz her halde..
BUNA “seferberlik” denir. Eğer yaşlıysanız hiç yabancısı değilsiniz.
Ki yaşlı insanlar iyi hatırlarlar. Ömürler “seferberliklerle” geçerdi. Biri bitmeden öbürü başlardı! Rum’un sayesinde ne mevzilerden çıkabilirdik ne günlük hayatı yaşayacak barışçı ortam bulabilirdik!
Ayakta tutmaya çalıştığımız bayrağımızla okullarımızdı. Tutun ki yediden yetmişe mücahit olduğu dönemlerden geçerek geldik bugünlere..
BİZDEN�� önce de “bulaşıcı hastalıklar seferberlikleri” vardı.
Bugünün yaşlıları ucunu yetiştilerdi. Mesela artık adı bile telaffuz edilmez ama Verem vardı. Hem toplum kademelerimizde hem de TC’den gelen siyah beyaz filmlerde!
Kıbrıs’ta Trodos dağında Ciberunda dediğimiz yerde de hastanesi kurulduydu.. Bulaşıcıydı ve yakalanan ölüme mahkûmdu…
SITMA vardı, tifo vardı falan…
Bu hastalıklar da en az Koronavirüs kadar tehlikeli, ölümcül ve bulaşıcıydı…
Hepsinin de nedeni “ilkel yaşamlardandı!” Kıbrıs adası Rum’u Türk’ü ile “fukara ülkeydi!” İşsizlik koronavirüs kadar yaygındı! Sadece bulaşıcı değildi çünkü ve zaten herkes “işsizdi!”
…HER neyse, nerden nereye geldik? Bütün söyleyeceğim artık “karabatak” da olsak ne yorumlayacak siyasi sorun kaldı gündemde, oradan dalıp buradan çıkalım; ne sosyoekonomik sorun!
Düşünün ki artık Türkiye’den bile havaalanımıza “uçak seferleri” yapılamayacak. Yani gitgide dünyaya daha çok kapanıyoruz yada dünya kendi içine kapanıyor! Tek umudumuz Trump! Başka da büyük yok çünkü beni hâlâ güldürebilen tek lider o!..
The post KÖŞEMDEN: UTANMALISIN AVRUPA appeared first on Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber.
Ve utanmalısın Almanya! …Kuzey Kıbrıs’ta Koronavirüs’ün ilk kez adını aramızdaki bir Alman turist kafilesinde Covid-19 emarelerine rastlandığı ve karantina altına alındıkları haberiyle öğrendik.. Medyadan gelişmeleri izlerken Dr. Burhan Nalbantoğlu Hastahanesine sevk edilip müşahade altına alındıklarını… Bir süre sonra 3 Alman turistin müşahadeleri sonucunda “Covid 19” olarak ifade edilen virüs yönünden “negatif” oldukları tespitinden sonra …
The post KÖŞEMDEN: UTANMALISIN AVRUPA appeared first on Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber.
Eşref Çetinel
Ve utanmalısın Almanya! …Kuzey Kıbrıs’ta Koronavirüs’ün ilk kez adını aramızdaki bir Alman turist kafilesinde Covid-19 emarelerine rastlandığı ve karantina altına alındıkları haberiyle öğrendik..
Medyadan gelişmeleri izlerken Dr. Burhan Nalbantoğlu Hastahanesine sevk edilip müşahade altına alındıklarını… Bir süre sonra 3 Alman turistin müşahadeleri sonucunda “Covid 19” olarak ifade edilen virüs yönünden “negatif” oldukları tespitinden sonra taburcu edildiklerini… Ancak ülkeleri Almanya’ya kafile olarak gönderilecekleri güne kadar Salamis otelde KKTC’nin misafirleri olarak ağırlandıklarını.. Sadece bununla yetinilmeyerek Sağlık Bakanı Üstel’in açıklamasına göre otelde karantinada bekletilirlerken… Tüm sağlık koşullarına uygun biçimde… Hatta birbirlerinden bile izole şekilde tutulduklarını öğrendik.
Yine Sağlık Bakanı Üstel’in açıklamasından öğrendik ki bu müşahade altında ve misafirimiz olarak aramızda bulunan (ilk ölüm vakasının da görüldüğü) kafile “23 Mart Salı saat 00.00’dan itibaren temin edilen charter seferle ülkeleri Almanya’ya gönderileceklerdir… ***
SAYIN ALMANYA
KKTC’deki 33 kişilik Alman turist kafilesine vakanın görüldüğü daha ilk anlarda elinden gelen gayret ve olanaklarıyla sahip çıkan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden söz ediyorum.. 46 yıldır siz dünyadan tecrit edilmiş… Avrupa ve tabi siz Almanya tarafından da tanınmayan… Kamu görevlilerinin maaşlarını bile Türkiye’nin parasal katkılarıyla anca karşılayan… Hava deniz limanları dünyaya kapalı… AB tarafından ekonomik ambargolu… 46 yıldır sadece Türkiye’nin yardımlarıyla ayakta duran… Tüm Avrupa ülkelerinin yüzüne kapalı olduğu… AB üyeleriniz ve büyük dostlarınız olan Rum Yunan ikilisinin zulmü altında inletilen… Nüfusu sadece 350 bin (Fakat hamisi Türkiye ile 80 milyon+350 bin) kişilik defakto bir Kıbrıs Türk Devletinden söz ediyorum…
VE şöyle diyorum ey Almanya: 46 yıldır dünyadan tecrit edilmiş, ambargolar altında inletilen, kısaca gözlerinizin önünde can çekişen bir ülkedir sizlere hatırlattığım… Ve bu ülke hasbelkader aramızda bulunan bir Alman turist kafilesine elindeki tüm olanakları seferber ederek her türlü ilgi ve misafirperverliği gösterdi…
ZATEN öteden beridir her kim ki KKTC’ye uğrar, Afrika’nın Baluba kabilesinden de olsa bu ülkede önce “insanlığı” tanır.
Düşün ki Sn. Almanya sizin de tanımadığınız “tanınmayan bu ülkenin yani KKTC’nin” üniversitelerinde şu anda 40’ı aşkın ülkeden öğrenciler vardır… Buna karşın Türkiye dışında hiçbir ülke KKTC’i tanımamaktadır! Hatta burada öğrencileri olan ülkeler tarafından bile! Turistleri olan ülkeler tarafından da tanınmadığı gerçeklerde!
Ki aramıza dıştan katılan bu 3. Ülke insanlarına sorun, size insanlığımızı, misafirperverliğimizi, hasletimiz olan uygarlığımızı, KKTC’de ne kadar mesut ve mutlu olduklarını… söyleyip anlatacaklardır… Sizin tanımadığınız KKTC’dir anlatacakları, unutmayın!
Sn. ALMANYA bugün, bir süredir misafirimiz olan, aralarında koronavirüs nedeniyle ölenlerinin de bulunduğu “yurttaşlarınızı” size gönderiyoruz… O insanlara sorun bizi, KKTC’i! Bizi size onlar anlatsın!
VE canınız sağolsun Sn. Almanya! Siz yine şarlatanlıktan öte kıymeti harbiyesi olmayan Anastasiadis’li Güney’in, Yunanistan’ın politikalarına uyarak, Kıbrıs’ın Türk halkını dışlamaya devam edin!.. Tanımayın!.. Bizim için insanlık ölmedi ama… Türk, Rum, Alman, Yahudi, Afrikalı fark etmez. Kaldı ki ülkemize yedi düvelin ülkesinden gelenler, aramızda yaşayanlar vardır… Siz yine de tanımayın ama!!! Aramızdaki Alaman kafilesine sağlık afiyetler dilerim. ***
SORUNLARIN SUSTUĞU AN!
Belli ki bir süre daha sosyoekonomik sorunlardan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden, artık aramızdaki koronavirüs vakaları dışında kalan şu bize özgü günlük olaylarımızdan söz edemeyeceğiz çünkü Hükümet Koronavirüse odaklandı alınan tedbirleri, ilgili olayları konuşacağız, başka da olay olamaz her halde..
BUNA “seferberlik” denir. Eğer yaşlıysanız hiç yabancısı değilsiniz.
Ki yaşlı insanlar iyi hatırlarlar. Ömürler “seferberliklerle” geçerdi. Biri bitmeden öbürü başlardı! Rum’un sayesinde ne mevzilerden çıkabilirdik ne günlük hayatı yaşayacak barışçı ortam bulabilirdik!
Ayakta tutmaya çalıştığımız bayrağımızla okullarımızdı. Tutun ki yediden yetmişe mücahit olduğu dönemlerden geçerek geldik bugünlere..
BİZDEN önce de “bulaşıcı hastalıklar seferberlikleri” vardı.
Bugünün yaşlıları ucunu yetiştilerdi. Mesela artık adı bile telaffuz edilmez ama Verem vardı. Hem toplum kademelerimizde hem de TC’den gelen siyah beyaz filmlerde!
Kıbrıs’ta Trodos dağında Ciberunda dediğimiz yerde de hastanesi kurulduydu.. Bulaşıcıydı ve yakalanan ölüme mahkûmdu…
SITMA vardı, tifo vardı falan…
Bu hastalıklar da en az Koronavirüs kadar tehlikeli, ölümcül ve bulaşıcıydı…
Hepsinin de nedeni “ilkel yaşamlardandı!” Kıbrıs adası Rum’u Türk’ü ile “fukara ülkeydi!” İşsizlik koronavirüs kadar yaygındı! Sadece bulaşıcı değildi çünkü ve zaten herkes “işsizdi!”
…HER neyse, nerden nereye geldik? Bütün söyleyeceğim artık “karabatak” da olsak ne yorumlayacak siyasi sorun kaldı gündemde, oradan dalıp buradan çıkalım; ne sosyoekonomik sorun!
Düşünün ki artık Türkiye’den bile havaalanımıza “uçak seferleri” yapılamayacak. Yani gitgide dünyaya daha çok kapanıyoruz yada dünya kendi içine kapanıyor! Tek umudumuz Trump! Başka da büyük yok çünkü beni hâlâ güldürebilen tek lider o!..
The post KÖŞEMDEN: UTANMALISIN AVRUPA appeared first on Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber.
Münasıran Havadis Gazetesi | Kıbrıs Haber Otomatik Alınan Haber Kaynak linki Tıklayın Haber Kaynağına gidin
var reklamstore_region_id = 540842;
KÖŞEMDEN: UTANMALISIN AVRUPA KÖŞEMDEN: UTANMALISIN AVRUPA Ve utanmalısın Almanya! …Kuzey Kıbrıs’ta Koronavirüs’ün ilk kez adını aramızdaki bir Alman turist kafilesinde Covid-19 emarelerine rastlandığı ve karantina altına alındıkları haberiyle öğrendik..
#borsa#Döviz#dünya#ekonomi#finans#güncel haberler#haber#Havadis Gazetesi#politika#son dakika haberleri#SPOR#türkiye
0 notes
Text
Sancım
Efendim!
İki gündür rahatsızım. Efkârlıyım demek uygun düşmez ama, sebepsiz yıkılıyorum. Hem derdim var hem de seni düşünüyorum, hasret ve üzüntü karşımı… özellikle de geceleyin…kat kat.
Neden geceleyin?
Çünkü geceleyin, yalnızlık başıma konuyor, sessizlik içinde kitap okuyorum, bilgisayar başında derken sen daha çok yanımda oluyorsun.
Sevmeyi sevilmeyi yeni anladığım şu vakitlerde senin varlığını idrak etmek bir sonsuz bir mutluluk.
Sana aşık olmak…onun üzerinden seninle konuşmak çok güzelken, bazen susmakla daha iyi anlaşılıyor…sevginin katmanları, içindeki gizemleri. Yoksa susunca bazı şeyler bizi uyarıyor mu…bunu düşünüyorum da…bir acı doğru gibi.
Hakikatte, aşk hakkında hiçbir şey bildiğiniz yok. Aşk bir gizem. Yaratıcının bile etkisine girdiği bu hal için ne denilir, kavramak zor.
Aşk bir girdap. İçine aldığını çeker yutar veya devrindeki hızdan dolayı dışların dışına atar. İkisinin de olma ihtimali eşit.
Benim güzel ebedi aşkım!
Her zaman hayalimde yaşamanı istiyorum.
Bu sabah zor geçen gecemin mükâfatı gibi, gözlerinin füsukâr bakışı kalbime ok gibi saplandı. O an herşeyden soyutlanmış gibi oldum.
Ey tanrım dedim bu aşkın içinizde büyümesini sağlar mısın?
Bu halim gelince hislenip hemen ağlardım. Neden ağladığımı bilmeden. Ancak bugün çok hastaydım. İçimi kaplayan bir üzüntünün eseri olmalı. Bedenim benden ayrı bir dünya gibiydi…
Sordum aslında derdin ne diye?
Ayrılık dedi…
Uğruna ağladığım sevindiğim kişi…seninle içime bir sükûnet geldi.
Beni sevindiren bir şey gördüğümde seninle paylaşamayacak olduğumda üzülüyorum, çok sana söylemesem de.
Bir seven insan sevdiğinden bir an ayrılmasından daha kötü bir şey olamamalı. Bunu idrak etmek ve anlatmak bile acı. Bir hayali hikaye bile olsa
Sen yoksun ya… o an aşk en acı veren şey oluyor. Eğer kaderi değiştirebilseydim ve ölüme meydan okuyabilseydim seni kimselere bırakır mıydım?
Fakat…?
…
Gözlerimi kapattığımda sesini duyuyorum ve sonsuza dek bulmuşum der gibi, kendimden geçip hayalini kuruyorum.
Fakat…?
…
Sevdam !
Kalbim sızlasın. Şu an huzurluyum demektense kalbimin sızlaması daha iyidir.
Senin şu an bir acı ile ellerin sıkıntıda ise ben de sızlansam sorun olmayacak demektir.
Ne diyeceğimi bilemiyorum.
Bizim için dua ederken kendimi iyi hissediyorum, ancak ne çok değişmesi ve düzelmesi gereken konu var ki kimi neyi nasıl derken içime gömülüyorum.
Dua ve niyaz etmesek mi?
Sanırım bu düşüncelerden kurtulursak, mutlu olabiliriz.
Sessizlik düşüncem bu. Ama bu da tedavi etmez ki, benim sustuğum yerde sen, senin sustuğun yerde ben sıkıntıya düşüyorum. Bu sonsuzluk ilkesi…zıtlar hayata hareket veriyor. İyilik geldi mi kötülük, kötülük geldi mi iyilik peşi peşine gelir.
Sessizlik kafamızı düşüncelerle doldurur sonra bizi sadece hasta yapar. Hayat seven insanlar için sıkıntıdan başka bir şey miras bırakmadı ki…bize değişik olsun.
Sorarsan bunlardan nasıl kurtulabiliriz?
Güvenerek ve sabrederek…
Ben güvenme konusunda hep sana pozitifim…öyle ise sende korkma…kalpten kalbe bir yol bulunur daima
Sancım.
0 notes
Text
Yaşayan Efsane Jose Feliciano Festivalin Galasına Damga Vurdu
Gülnar Haberleri Yeni Bir Haber Yayınladı... https://www.gulnarhaberleri.net/yasayan-efsane-jose-feliciano-festivalin-galasina-damga-vurdu/
Yaşayan Efsane Jose Feliciano Festivalin Galasına Damga Vurdu
Mersin Büyükşehir Belediyesi tarafından Aşık Veysel anısına 'Karanlıktan Aydınlığa' mottosuyla bu yıl 2'ncisi düzenlenen Uluslararası Mersin Engelsiz Sanat Festivali görkemli bir gala ile başladı.
Görkemli galanın sahne konukları ise görme engelli olmasına karşı yeteneği ile 9 Grammy ödülü kazanan dünyaca ünlü Porto Rikolu gitarist ve şarkıcı Jose Feliciano ve müzik yeteneği ile herkesi büyüleyen Down sendromlu bağlama sanatçısı Çağatay Aras oldu. Ünlü Ozan Âşık Veysel’in ‘Ben Gidersem Sazım Sen Kal’ şiiri ile galayı başlatan Oylum Talu, gece boyunca eşsiz sunumuyla göz doldurdu.
Yenişehir Atatürk Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen galaya Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz, Akdeniz Bölge ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Önder Gürbüz, KKTC Mersin Başkonsolosu Ayşen Volkan İnanıroğlu, MESİAD Başkanı Hasan Engin, Mersin Uluslararası Müzik Festivali Yürütme Kurulu Başkanı Selma Yağcı, başta olmak üzere, kent protokolü ve yüzlerce vatandaş katıldı.
“Engelleri aşmak için aradığımız çözüm çok uzakta değil”
Festivalin açılış konuşmasını gerçekleştiren Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz, engellerin, azim ve umutla nasıl aşılabileceğini, önlerine çıkan her türlü engeli sanatın sınırsızlığıyla, anlayış ve hoşgörüyle nasıl birer birer yıkabileceklerini gösterebilmek hedefiyle yola çıktıklarını ifade ederek, “Ev sahipliğini ve öncülüğünü yapmaktan gurur duyduğumuz festivalimizde, birbirinden değerli sanatçıların ve alanında yetkin katılımcıların bizlere yapacakları katkıyla engelleri aşmak için aradığımız çözümün çokta uzakta olmadığını göreceğiz. Böyle bir festivalin düzenleniyor olması ne kadar anlamlı ve önemli olsa da günümüz dünyasında hala sorunları, eksikleri ve aşılması gereken engelleri konuşuyor olmamız da bir o kadar ürkütücü ve düşündürücü. Aynı gök kubbe altında yaşadığımız, insan olmaktan dolayı aynı haklara sahip olduğumuz toplumun her kesimi, ne yazık ki sahip olduğu o hakları kullanmak konusunda aynı derecede şanslı değil” dedi.
“Eski dünyayı yıkıp yeni bir dünya kurmak zorundayız”
Başkan Kocamaz, engelli bireylerin hayata başladığı andan itibaren eğitim sisteminde, çalışma hayatında, kent yaşamında karşılaştıkları zorlukları belirtip, asıl duvarın insanlar tarafından örüldüğüne değinerek, “Ne yazık ki bütün bu engelleri binlerce yıldır yeryüzüne şekil veren bizler yaptık. Kurduğumuz uygarlıklarla, kendimizi aşılması güç barikatlara mahkûm ettik. İnsanoğlu, hemen şimdi ve hep birlikte yeni bir yapılandırmayı gerçekleştirmek zorundadır. Engelli bireylerimizi yok sayan, onlara yaşam hakkı tanımayan eski dünyayı yıkıp yeni bir dünya kurmak zorundayız” şeklinde konuştu.
“Amacımız daha yaşanabilir bir dünya”
2014 yılından bu yana engelli bireylerin mutluluğunu ve refahını baz alarak, onların hayatlarını kolaylaştırmak için hayata geçirdikleri projeleri ile engelli bireylerden ve Türkiye kamuoyundan tam not aldıklarını ifade eden Başkan Kocamaz, “Tüm projelerimizdeki amacımız toplumun her kesimini ahenkle içine alan daha yaşanabilir bir dünya idi. Çünkü biz, daha fazla dert yerine, insanca ve insana yakışan bir yaşamın tercih edilmesini istiyoruz. Bizler, engelli vatandaşlarımızın dezavantajlarını kapatabilmek, eşit şartlarda yaşamanın olanaklarını sunmak istiyoruz. Yaşantımıza ortak edemediğimiz her bir engelli vatandaşımız, aynı zamanda daha güzel bir dünya idealinin de kaybıdır. Pırıl pırıl beyinleri ile pek çok yaratıcı insanın, dünyaya zenginlik katacak dehaların sadece ve sadece engelleri nedeniyle hayatın dışına itilmesi insanlık adına bir utançtır. Biz bu utanca ortak olmak istemiyoruz. Bunun için sizlerin de katkı ve destekleriyle gücümüzün yettiği yere kadar tüm benliğimizle çalışacağız” diye belirtti.
Bu yıl festivali dünyaca ünlü halk ozanı Âşık Veysel’in anısına ‘Karanlıktan Aydınlığa’ sloganıyla düzenlediklerini belirterek, konuşmasını Âşık Veysel’in ‘Beni Hor Görme Kardeşim’ şiiri ile sürdüren Başkan Kocamaz, “Veysel’in gönül gözüyle gördüklerinin, adeta iğne oyası işler gibi nakşettiği sözlerinin, tüm dünyadan insanlarla buluşması, nasıl zamanla ve mekânla sınırlı değilse bu festivalin de Âşık Veysel ile buluşması da tam olarak böyle bir şey” ifadelerine yer verdi.
Çağatay Aras ayakta alkışlandı
Başkan Kocamaz’ın konuşmasının ardından ilk olarak down sendromlu bağlama sanatçısı Çağatay Aras sahne aldı. Sempatik tavırları ve müzik yeteneği ile seyircileri kendine hayran bırakan Aras, Âşık Veysel’in türkülerine sazıyla can verdi. Aşık Veysel’in, Uzun İnce Bir Yoldayım ve Güzelliğin On Para Etmez gibi türkülerini çalan Çağatay performansı ile ayakta alkışlandı. Çağatay, Garnizon Komutanı Tuğamiral Önder Gürbüz'ün kendisine takdim ettiği çiçeği ise seyircilere hediye etti.
Yaşayan en iyi gitarist Mersin’i salladı
Gecenin son konuğu ise yaşayan en iyi gitarist unvanlı ve 9 Grammy ödüllü dünyaca ünlü Porto Rikolu gitarist ve şarkıcı Jose Feliciano oldu. Feliciano en sevilen İngilizce ve İspanyolca şarkılarını Mersinliler için seslendirdi. Solo gitar performansı ile de hayranlarından tam not alan Feliciano, ‘Türkiye, seni seviyorum’ diyerek gitarını eline aldı ve İngilizce ve İspanyolca albümlerinin unutulmaz şarkılarını seslendirdi. Gecenin sonunda kendisine çiçek takdim eden Başkan Kocamaz’a festival için teşekkür eden Feliciano, Mersinlileri kendisine hayran bıraktı.
Feliciano: ‘Asıl engel toplumun sizi görme biçimiyle alakalı’
9 Grammy ödülü kazanan dünyaca ünlü Porto Rikolu gitarist ve şarkıcı Jose Feliciano konser öncesinde basın mensupları ile bir araya gelerek, gazetecilerin sorularını yanıtladı. Mersin Uluslararası Engelsiz Sanat Festivali’ne katılmaktan dolayı hem çok mutlu olduğunu hem de heyecanlı olduğunu dile getiren Feliciano, “Festivalin iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Yalnız kendimi festivale katılanlardan biraz farklı görüyorum. Çünkü ben kendimi engelli birisi olarak görmüyorum. Asıl engel toplumun sizi görme biçimiyle alakalı. Bizim de diğer insanlar gibi duygularımız var, tutkularımız var. Asıl toplumun gözündeki algının yanlış olduğunu düşünüyorum. Kendimi bu anlamada farklı bir yerde konumlandırıyorum” dedi.
Bugüne kadar Türkiye’ye her gelişinde büyük keyif aldığından söz eden Feliciano, “Şu an Türkiye bazı problemler yaşıyor. Ekonomisi ile ilgili problemler var. Umarım günün birinde bunları aşacaktır. Çünkü Türkiye, halkı ile zengin bir ülke. Asıl zenginliği halkı olan bir ülke ve Türk halkı son derece üretken bir halk. Umarım Türkiye'nin komşularıyla da daha iyi ilişkiler içinde olduğu, daha barışçıl bir süreci de önümüzdeki günlerde göreceğiz” şeklinde konuştu.
Mütevazı olmanın dünyanın en güzel şeylerinden birisi olduğunu dile getiren Feliciano, “Ben dünyaya karşı, Tanrı’ya karşı mütevazı olmaya çalışıyorum ve sanırım en büyük erdem de budur. Benim mevcut durumumun müziğimi çok etkilediğini düşünmüyorum. Bu durumda olmuş olmasaydım da yine bu şekilde bir müzisyen olacaktım. Mozart’a bakın, onun herhangi bir durumu yoktu, bazı ruhsal problemleri vardı ama bizim anladığımız anlamda problemleri yoktu. O Mozart olmayı nasıl başardıysa, ben de ben olmayı başaracağım” diye belirtti.
Aras: “Çağatay müzik konusunda bir ışık oldu”
5 yaşında bağlama çalmaya başlayan Çağatay Aras’ın abisi Suphi Aras, “Bizim ailemizde sürekli bağlama çalınır, türküler dinlenir. Çağatay da bağlama çalmaya küçük yaşlarda başladı. Önce oyuncak gibi gördüğü enstrümanı Çağatay’ın yeteneğini fark ettik ve üzerine emek harcayarak, pratik yaparak, sürekli çalışarak bu seviyeye gelebildik. Down sendromlu çocukları olan aileler için Çağatay bence müzik konusunda bir ışık oldu. Bu farkındalığı yaratarak, o ailelere örnek olup bu tür çocuklarımızı sanatın herhangi bir dalıyla sürekli iç içe tutmak gerekliliğinin en güzel ifade şekli bugün Çağatay’ın müziği” dedi.
0 notes