#o son bira
Explore tagged Tumblr posts
Text
aslında başka biri
Başlıktan da anlamışsınızdır. Araba almak için 35 bin TL ye ihtiyacım vardı daha önce birlikte olduğumuz bir ailenin durumu çok iyiydi bunlardan borç para istedim adam bana karısının burnunu seks sırasında kırmam karşılığında 50 bin TL vereceğini söyledi o hafta cuma gecesi için anlaştık eşime haber verdim cuma akşamı olmuş iş çıkışı eşimi aldım Demir beylerin evlerine gittik Demir bey bizi eve aldı hoş beşten sonra yemek yedik masayı eşimle birlikte Sultan hanım kaldırdı bize viski getirmişler kendileri bira içiyorlardı Sultan benim kucağıma oturdu eşim Demir bey in yanına gitti birlikte sevişmeye başladık Sultan bu beni 3 haftadır sikmiyor hemen sikmeye başla amım yaraksızlıktan alev alev yanıyor sonra emeriz birbirimizi dedi soyunup domalttım sokmaya başladım dediği gibi alev alev yanıyordu kolunu tutup sırtından bastırdım arkadan yüklenince dengesini kaybederek düştü burnunu sehpaya çarptı öyle bir şekilde kanıyordu ki her yolu deniyor fakat durduramıyorduk bir taraftan giyinip bir taraftan arkadaşlarımızı aradık ambulans geldi tampon yaptık acile gittik burun estetiği ameliyatı olması gerekir dedi doktor hanım çünkü burnu göz çukuru nün oradan kırılmıştı biz eşimle birlikte müsaade istedik tam gidecekken Demir bey bir anahtar ve çanta uzattı çantanın içinde adres var orada sizi bir sürpriz beklemekte gidin zevkli bir gece yaşayın dedi eşimle birlikte adrese baktık konum girip yola çıktık gittiğimiz yer Ankara nın taşra diyeceğim bir yeri çubuk tu . Adrese gidip kapıyı çaldım 20 yaşlarında bir erkek açtı kapıyı bizi Demir bey gönderdi dedim içeri buyur etti içeride 20 yaşlarında türbanlı çok harika vücutlu bir kadın vardı tanıştık adam ve kadın 1 hafta önce evlenmiş erkeğin sikinin kalkmamasından dolayı halen gerdeğe girememişler erkek in ismi Ahmet kadın ın ismi Meral di Meral 170 boylarında esmer kapkara saçlı esmer güzeli muhteşem bir kadındı. Saat 12 olmak üzereydi eşim Demir bey sizi nereden tanıyor diye sordu Ahmet ben de eşim de Demir bey in elemanlarıyız aslında bu gece onları bekliyorduk ama son anda eşinin burnu kırıldığı için sizi gönderdiğini söyledi dedi bende o zaman başlayalım ne duruyorsunuz dedim ben Meral in yanına gittim soyunmasına yardım ettim eşimde Ahmet ile birlikte öpüşmeye başlamıştı Meral in soyunması bitince ben soyundum Baxter i çıkarttığımda Meral bu ne ben bunu nasıl alacağım olmaz alamam dedi eşim ben insan değilmiyim ben büyük bir iştahla alıyorum daha yokmu diye bağırıyorum birde merak etme çok mutlu olacaksınız dedi ben Meral in başörtüsünü çıkarttım saclarından kavrayıp kendime çektim öpüşmeye başladık elimle de memelerini okşuyor sıkıyordum aşağılara indikçe inliyordu o kadar inliyordu ki eşim ve Ahmet sevişmeyi bırakıp bizi izliyordu artık Meral in amına gelmiş klitoristininden amına inmeye başladım amı sırılsıklam olmuş muhteşem bir kokusu vardı göt deliği ile birlikte amını dilimle yalamaya başladım Meral başını kaldırıp yeter artık içime gir ne olur sok artık parçala beni erkeğim ol diyordu eşim Ahmet i kaldırdı eşin sikilecek git eşimin sikini karının amına sürterek sok dedi dediğini yaptı gelip sikimi eline aldı sikimi öptü karısının amına sürterek sokmam için uygun yere yerleştirdi Meral in kayması benim ittirmemle inleyerek komple içine aldı sikimi dudaklarını sıkıyordu bıraktırıp dudaklarını öpmeye başladım dudaklarımız ateşli ateşli birbirimizi yiyorduk Ahmet sızan kanları siliyordu bir çarşafa ben girip çıkmaya başladım her girip çıkan sikimi çardafla sildi Meral altımda inliyordu memelerini okşuyor sıkıyordum yatakta değildik kucağıma aldım yatak odasına götürdüm sikimi tuttu dili ile ucunu yalarken zevk buymuş demek daha önce hiç tatmamışım teşekkür ederim istediğin yerime girebilirsin senin için heryerim hazır sik beni koca yarraklı erkeğim sik beni hadi dedi ağzına almasını bekliyordum ama yalnızca baş kısmını diliyle yaladı eşim ve Ahmet biz devam 2 de
96 notes
·
View notes
Text
Tatlı Komşum! (6) (Furkan 31 Y., Manisa)
Teklifim üzerine 23:15 gibi odadan çıkıp Bar'a gittik. Biraz ortada görünüp, çocukları toparlayıp, sonra yine buluşacaktık. Çocukları alıp zorla odalara götürdük. Oğlumu yatırdım, karıma baktım yatakta uzanıyordu. "Uyuyabildin mi?" dedim. "Uyumuşum biraz." dedi. "Kalk bir ılık duş al, iyi gelir!" dedim. "Siz ne yaptınız?" dedi. "Ebru Rus bir kadınla tanışmış, onlar animasyon izlemeye gitti, biz de adamla Bar'da oturup hem konuştuk hem içtik, oğlanı yatırıp sana bakmaya geldim. Bu gece disko gecesi varmış, Boris'le Bar'da içip milletin dans edişiyle dalga geçeceğiz!" dedim. "Nasıl anlaştınız?" dedi. "4 yıldır Türkiye'de çalışıyormuş, Türk gibi zaten!" dedim. "İyi bari!" dedi. Duşa girdi.
Duştan çıkınca, "İyi geldi sıcak su, kasıklarıma tuttum!" dedi. Yatağa uzandı, "Hadi git, başımı bekleme!" dedi. "Tamam, iyi geceler!" dedim. Ebru'ya baktım odası karanlık. Aradım, nefes nefese açtı telefonu, "Boris'le plajdayız, Olga seni odada bekliyormuş, biz de geleceğiz birazdan, ama cam kapıdan gidecekmişsin!" dedi. Sabredememiş orospu dedim içimden.
Olgaların villaya arkadaki sürgülü kapıdan gittim. Loş ışıkta, çok güzel kırmızı kısa bir gecelik giymiş. "Nerde kaldın Furkancığım!" diye karşıladı. "Boris'le Ebru dayanamamış?" dedim. "Evet, bir şişe şarap alıp gittiler, çıplak denize girip sikişeceklermiş! Sen ne içersin?" dedi. "Amının suyunu!" dedim. Gülerek, "Ne kadar istersen!" dedi. Yatağa uzandım, gelip yatak başına tutundu, bilekten bağlamalı yüksek topuklu ayakkabıları ile, ağzıma çömeldi. Biraz aşağı kayıp amını dudaklarımın arasına aldım. Ben yaladıkça amını daha çok bastırıyor, dizleri titriyor, yatak başını sökecekmiş gibi oynatıyordu...
En son bacakalarında derman kalmayıp dizlerinin üzerine çöktü. Bense halen amını yalıyor, parmağımı göt deliğine sokuyordum. Burnumdan zor nefes alıyordum, bu da başımın dönmesine neden oluyordu. Ben amını öyle emerken uzanıp bir sigara yaktı, diğer eline de bira bardağını aldı. "Ohhhhhhh!" diye inliyor, sonra bir sigaradan bir biradan çekiyordu. Bu bana inanılmaz tahrik edici geldi, belinden tutup kaldırıp yarağıma oturttum. Sigarayı ağzıma tuttu, sonra da biradan biraz ağzıma dökmeye çalıştı, ama kucağımda hopladığı için bira ağzımdan çok yatağa döküldü. Kucağımda hopluyor, "Ohhh, Furkan tatilimi şenlendirdin, teşekkür ederim!" diye inliyor, arkasına attığı eliyle taşaklarımla oynuyordu. Ebru'nun hap çok sağlamdı, dakikalarca hoplattım kucağımda. En sonunda, Olga, "Yeteerrrrr, aşkım biraz mola verelim!" dedi.
Dolaptan 2 bira çıkarıp açtı, 2 shot votka doldurdu. "Sabah Boris sizi işaret edip, Ebru'ya akşamdan beri asıldığını söylediğinde sana baktım, ilk anda ateşler bindi!" dedi. Güldüm, "Ateşler bastı!" dedim. "Evet ateşler bastı! Kalkıp havuza girdim ve senin beni seyretmeye başladığın anda orgazmlar başlamıştı! Tatil bitince aklımdan çıkmayacaksın, bir uçak bileti ne olacak ki? Daha önce de yaşadık biz bunu Ankara'da, ama adam çok rahatsız etti, her gün aradı, tek görüşmek istedi hep, ben de engelledim, Boris de uzaklaştırdı zaten!" dedi...
Boşalmadığım için yarağım kazık gibiydi. Elini atıp okşayarak, "Hiç inmez mi bu?" dedi. "Kaldıran bu kadar güzel olunca inmez!" dedim. Eğilip ağzına aldı emmeye başladı. Biraz yaladıktan sonra gidip yatağın kenarına indi, boy aynasının karşısına geçip yatağa ellerini koyup, "Gel!" dedi. Götünden sikmemi istiyordu. İkiletmeden kalkıp sikmeye başladım götünü. Kendi kendime, Bu ilacın adını almam lazım dedim, en az 15 dakikadır götünden sikmeme rağmen boşalamıyordum. Yorulmuştum. Olga'nın da sırtı ter içindeydi klimaya rağmen...
Tam o sırada cam kapı açıldı, Ebru ile Boris içeri girdi. Ebru biraz yalpalıyor ve yarı korkmuş, yarı baygın gözlerle bakıyor, Boris onu koltuk altından desteklemese düşecek gibiydi. Olga ile sikişi bırakıp, ne olduğunu sorduk. Boris tüm soğukkanlılığıyla, "Üç tane serseri geldi az ilerde kayalıkların arasında çıplak yüzüp sevişirken, dikkatim öyle dağılmış ki, kıyıya çıkınca orda beklediklerini farkedemedim..." deyince, Olga, "Neden durdurmadın onları, sen Spetsnaz'sın?" dedi. "O ne demek?" dedim. "Bir çeşit özel asker!" dedi. Benim anladığım bizim bordo bereliler gibi birşeydi herhalde.
Boris, "Onlara zarar vermeden durdurma şansım yoktu, birinde tabanca, birinde bıçak vardı. Canlarını yakardım, ama sonra etraftan duyulup polis gelecekti. Hadi ben durumu Moskova'ya açıklarım da, Ebru olanları nasıl açıklayacak?" dedi. Haklıydı. Boris Ebru'dan özür diledi. Ebru'yu aldım. Villasına götürdüm. Her tarafı döl olmuştu. Ağzı, yüzü, saçları, göğüsleri, amı ve götü, parmaklarının arasında bile kurumuş döller vardı. Banyoya sokup güzelce duş aldırdım. Sonra da bornoza sarıp yatağa uzattım.
Saçlarını okşarken gözlerime bakıyordu. "Kızmadın değil mi?" dedi. "Kızmadım, senin suçun değil!" dedim. "Biraz benim suçum! Ben de azdırıcı bitkisel bir ilaç aldım bu akşam, ondan seni beklemeden gidip Boris'i aldım odalarından. Hep denizde sevişme fantazim vardı, onu yapmak istedim. Ama biz giderken adamlar bira içiyordu sahilde. Boris kalçalarımı sıkıyordu, onların önünden geçerken elini omzuma koydu, ama eteğim köşeden tangamın içindeydi, yani götüm görünüyordu ve bu beni tahrik etti, sikecek gibi baktıklarına emindim. Sonra da geldiler işte..." dedi.
"İyi oldu mu bari?" dedim gülerek. "Hepsi ikişer kez boşaldı, en sonda da tost yaptılar. Ama gecenin finalini seninle yapabilmek için Boris'e perişan olmuş numarası yaptım. Şimdi onların siktiği her delikten bir kez de sen sikeceksin aşkım!" dedi. Ebru'nun amını, ağzını, götünü siktim, en son yüzüne boşaldım. Sonra da beraber duş aldık sessizce. Gece 03:30'da ancak odamıza geçtim. Uyudum...
Sabah 10:30'da uyandım. Karımı havuz Bar'da Olga ile kahve içerken buldum. "Tanıştınız mı?" dedim. "Evet!" dediler. Olga, "Ebru hanım nasıl, gece biraz fenaydı?" dedi. Olga'ya, "İyi sanırım, gece odasına bıraktım, alkol çarptı sanırım, gelir birazdan, bakmadım. Ben kahvaltıya geç kaldım, açım, müsadenizle!" dedim. Karım, "Ben de bir Ebru'ya bakayım!" dedi. Olga, "Tamam!" dedi, ama telefonunu eline aldı. Karım, "Ne oldu ki Ebru'ya?" dedi. Ben de, "Akşam yemekten sonra sarhoş olmuş Olga ile içerlerken, ben de odasının önüne kadar götürdüm!" dedim. Ben kahvaltı salonuna giderken, karım da Ebru'ya doğru gitti...
20 dakika sonra ben havuz Bar'da kahvemi yudumlarken, Olga ve Boris'le beraber karım da geldi. "Nasıl Ebru?" dedim. Karım, "Kadın battaniyeye sarılı, kıpkırmızı suratla açtı kapıyı, biraz daha uyuyayım öğlene toparlarım dedi, saç baş darma duman, çok çarpmış alkol!" dedi. Karıma, (Bence alkol değil, az önce sen geliyorsun diye mesaj alıp arka kapıdan sıvışan Boris çarpmıştır!) diyemedim. Olga ile Boris, "Vah vah!" derken bıyık altından gülüyorlardı...
Öğlen yemekten sonra karım, "Benim ağrım başladı, gidip uzanayım biraz!" deyip odaya gitti. Ben Olga'yı alıp onlara geçtim. Boris Ebru'ya bakmaya gitti...
Saat 15:30 gibi havuz başına döndüğümüzde, Boris ile Ebru Bar'da bira içiyordu. Bende akşamki hapın etkisi geçmemişti daha, Ebru'nun kulağına, "Bu ilaç neymiş böyle, bana bundan bir kutu ayarla!" dedim. O da kulağıma eğilip, "Bir kutuyla tüm Manisa'yı elden geçirirsin! Cevat bununla bile bir kez zor yapıyor!" dedi...
Akşam yemeğinden önce yarım saat kaçtık, Ebru'yu odalarında siktim, bu kez duşun altında. Akşam yemeğine karım da geldi. Yemekten sonra 1 bira içti. Zaten iki gündür hastalığın yıprattığı bedeni biraya dayanamadı, 22:00 gibi odaya geçmek için izin istedi. "Geleyim!" dedim, "Yok, sen keyfine bak!" dedi. Ulan benim hatun bu kadar rahat bırakmazdı beni, demek ki çok canı yanıyor diye düşündüm. Yarım saat sonra Boris masadaki birasını kafaya dikip, "Kızlar ben yarım saat kaybolacağım, gelirim!" dedi. Olga, "Sen de git Furkan!" dedi. Takıldım Boris'in peşine, "Nereye?" dedim. "Sessizce gel, karışma!" dedi.
Sahile gittik. Biraz ilerde 4 kişi ateş yakmış, alkol alıyordu. Boris onlara doğru yürüdü. Adamlardan biri, "Ne o lan pezevenk, bu akşam da ibne mi siktireceksin bize?" deyip beni işaret etti. Biri ayağa kalkıp elini beline attı. Diğeri de oturdukları yerden bir bıçak aldı. Diğer ikisi de nerden çıktığını anlamadığım birer sopa aldılar. Boris hızlanıp adamların arasına daldı. Sadece kırılan kemik sesleri ve adamların teker teker boş çuval gibi yere düşüşünü gördüm. Tüm olay 1 dakika bile sürmedi. Bir de nasıl yaptı bilmiyorum, hiçbirinden çıt çıkmadı ve hepsi yalvaran gözlerle bakmalarına rağmen kıpırdayamıyor, konuşamıyor, felç olmuş gibi yatıyordu. Hele o elini beline atıp silah çekmeye çalışanın eli, bilekten komple ters dönmüş, havaya bakıyordu. Boris bana, "Hadi gidelim!" dedi.
Yarım saat kadar sonra sahilde ambulans ve polis siren ve ışıkları birbirine karışıyordu. Olga Boris'e, "Yaptın mı yapacağını?" dedi. Boris gülümsedi. Ebru soran gözlerle bana baktı. "Sonra!" dedim. O gece erken dağıldık. Karım huylanmasın dedim ben, ama içeri gidince onu uyurken buldum. Ben girince uyandı. "Erken geldin?" dedi. "Senle hiç ilgilenemedim, onun için erken geldim bu gece!" dedim. "Git sen, git eğlen!" dedi. Oğlan gelip yatmıştı zaten odasında.
"Peki!" dedim. Çıkıp Ebru'ya yazdım, "Hadi Olga'lara gidelim!" diye. Onların odaya gidip camı tıklattık. Olga açtı. Boris'i memleketinden tatile gelen arkadaşı aramış tesadüfen, merkeze gitmiş onunla buluşmaya. Olga, "Gelsenize!" dedi. Girdik. Votkalar su gibi akmaya başladı. Biz Ebru ile votkaya alışkın olmadığımız için, kafamız iyi olmaya başlamıştı. Üçlü koltukta yanyana oturuyorduk, otomatikman ben ortadaydım. Ellerim vücutlarını dolaşıyordu. İkisinde de ince penye kısa elbiseler vardı. İkisinin de amcıklarını parmaklamaya başladım. Onlar da yarağımı çıkardı şortumdan, Olga eğilip ağzına alırken, ben de elimi sırtında atıp, arkadan amcığına işaret parmağımı götüne de başparmağımı soktum. Aynı şeyi Ebru da yapınca, ona da diğer elimin parmaklarını taktım. Şimdi yanlardan yarağımı yalıyorlar, kafasına gelince de öpüşmeye başlıyorlardı.
Ayağa kalkıp birbirlerinin kıyafetlerini çıkarıp elele yatağa geçtiler. Yatakta dizlerinin üzerinde dudaklardan boyna geçiyor, sonra birbirlerinin göğüslerini okşayıp emiyorlar, tam karşımda lezbiyen show yapıyorlardı. Az sonra 69 olmuş birbirlerini yalarken, benim de elim yarağımda 31 çekiyordum. Birer shot daha votka doldurup yatağa servis yaptım. İkisi de tuhaf tuhaf bakarken amcıklarına doğru döktüm kadehin bir tanesini. Buz gibi votka amcıklarına değdiğinde ikisi de irkildi. Sonra ikisi de yalamaya devam etti. Aynı hareketleri yapıyor, hem birbirlerini yalarken hem de orta parmaklarını birbirlerinin götüne sokmuş piston gibi sikiyorlardı götlerini. İnliyorlar, kasılıyorlar, Ohlar Ahlar havada uçuyordu. Neredeyse aynı anda orgazm olup yığıldılar yatağa...
Biraz kendilerine gelince, ikisini yanyana domaltıp, birinin amcığına parmaklarımı, diğerine yarağımı gömdüm. Dakikada bir değişerek siktim ve ikisinin de kalçalarına eşit paylaştırdım döllerimi.
02:45'de çıktık. Ebru, "Sahi, bu akşam sahilde ne oldu?" dedi. Güldüm, "Hani yumurta kırarsın ya sabah kahvaltısı için, diyelim 4 tane yumurta, kaç dakika sürer kırmak?" dedim. "Belki 1-2 dakika!" dedi. Boris dört kişinin kafasını senin 4 yumurta kırdığın zamandan daha kısa zamanda kırdı!" dedim. "Vayyyy!" dedi.
Odaya gittiğimde karım uyuyordu. Telefonuma baktım, gerçi kimse aramasa da şarja takayım dedim. Ama dikkatimi çeken şey, karımın telefonu 3 gündür hep şarjdaydı. Kafa zaten bir milyon, bir süredir değiştirmek istiyordu telefonunu, herhalde şarj tutmuyordu. Yattım leş gibi, uyumuşum.
[Furkan]
50 notes
·
View notes
Note
Anlatır mısınız anlamını
”aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci” diye başlıyor şiir. "yüz kiloluk bir zenci" ifadesi ile tezat yapılmıştır. bilindiği üzere tarihte zenciler köle olarak çalıştırılmışlardır ve bir zencinin yüz kilo olması mümkün değildir. "aman" ifadesi ile durum sıradanlaştırılmıştır ve şiire umursamazlık havası verilmiştir. yani bu trajik olay onun için bu bölümde komik gibi gösterilmektedir. bunun yanında toplumun genelinde “zenci" dışlanmışlığı ifade eder. "kendini asmış" ifadesi önce söylenerek, eyleme vurgu yapılmış ve aslında bir zencinin intihar etmeye dahi hakkı olmayacağı vurgulanmıştır. ”üstelik gece inmiş ses gelmiyor kümesten” diye devam ediyor şiir. bu dizede "üstelik" ifadesi esasen bağdaşıklık unsurudur. zenci zaten karanlıkta görünmeyecektir ve üstelik kendini gece asmıştır. burada gece-zenci ifadesi ile tenasüp yapılmıştır. kümesten ses dahi gelmemesi kör geceyi ifade eder. tavuklar dahi uyumaktadır. dizeye bir başka perspektiften bakmak gerekirse şayet; kümeste sesin kesildiği tek zaman dilimi ya bütün tavukların aynı anda uykuya daldığı an ya da kümese tilki gibi yırtıcıların dalıp ortalığı silip süpürdüğü andır. şairin burada kümesten kastı kendi yaşadığı evidir. şair burada evini bir kafes olarak görüyor ve gece indiği için herkes uyuyor ve ebeveynleri oğullarını(şairi) ölü halde henüz bulmadıklarını vurguluyor. ”ben olsam utanırım bu ne biçim öğrenci / hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” öğrencinin görevi ders çalışmak, bilmek, öğrenmektir. ama dersini bilmiyor yani görevlerini yerine getirmiyor. sen zencisin senin görevin çalışmak, kendini asamazsın, bu senin için lüks demektir diyor. ardından “iyi nişan alırdı kendini asan zenci” şeklinde devam ediyor şiir. şair burada sistemin bireyleri yeteneklerinden ziyade alakasız işlere yönlendirmesine atıfta bulunuyor. bir başka deyişle; zencinin iyi nişan almasına rağmen kendini silahla değil de asarak intihar etmeye çalışmasından dem vurmuş. “bu ne biçim öğrenci?” derken, şikayetlerini üstü kapalı belirtmiş. ”bira içmez ağlardı babası değirmenci” bundan sonrasında şiirde duygu değişiyor. geçmiş zaman ifadeleri ile tıpkı sevdiğimiz bir cenazenin arkasından iyi özelliklerini söylediğimiz gibi o zencinin güzel özelliklerini anıyor. mesela iyi nişan alırdı, diyor. içmeden de ağlardı, duygulanırdı, duygularını ifade edebilirdi. babası değirmenci olmasına rağmen içmezdi çünkü ihtiyacı yoktu, hisli birisiydi demek istiyor. “sizden iyi olmasın boşanmada birinci” bireyin samimi ilişkilerinin bulunmasının mümkün olmadığını, yaşadığı ilişkilerin menfaat çevresinde geliştiğinden, kısa süreli olduğunu belirtiyor. “sizden iyi olmasın” ifadesi ile o dönem artan boşanma davalarına bir iğneleme yapıyor. “çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen” derken ise tüm bu hengame ortasında canı sıkılan şair, “iyi nişan alan zenci"nin intiharından arta kalan boşluğun verdiği hevesle istekleniyor ve intihar eden zenciye olan özlemiyle, son pişmanlığın fayda etmeyeceğini bile bile, kuş vuralım istersen diyerek, kendine ve zenciye yıkıcı bir teklifte bulunuyor. ve şairin, şiirdeki zenci imgesinin aslında bizzat şairin kendisi olduğunu, bu ne biçim öğrenci derken ait olamamayı, şişmanlık ile toplumdaki dışlanmışlığı, zenci imgesi ile hayata uyum sağlamamayı anlatmak amacıyla kullanmış olduğu bir motif olduğunu son dize ile rahatlıkla anlamış oluyoruz. buraya kadar okuduysanız müteşekkir olurum, eksik olmayınız. :))
77 notes
·
View notes
Text
Düş
Gökte, gökkuşağının üstünde
Yedi renkli Musa'lar
Yedi lambalı, yedi güvercinli Muhassen'den
Yedi renkli sesler üflüyorlar aşağıya
Aşağıda
Seniha
Bir elinde sigarası
Oturmuş kıpkırmızı bir bahçe koltuğuna
Önünde
Masa masa masa —çok değil, hepsi bir masa-
Mermer bir masa
Gümüş bir masa
Zümrüt bir masa
Seniha birasını içiyor —bir eli de birasında—
Sonsuz bir bira
Sessiz bir bira
Cam akışlı bir bira
Saçlarında başaklar, tavus tüyleri
Gözleri
Gözleri ses veriyor
Seng-i laciverdi gözleri
Son yudumunu da alıyor birasından
Yere dökülüyor ipek şalı
Yere sızıyor
Yeri alıyor
Birlikte götürüyor yeri
Katlar gibi bir halıyı durmadan
Parmaklarından altın bir anahtarlık sarkıyor
Ve anahtarlar anahtarlar
—Çok değil, hepsi hepsi bir anahtar—
Fildişi bir tahtırevana biniyor
Kaldırıyoruz onu dört kişi
Ben, Cemile ve Cemal
Bir de sonsuzluk
Tutuyoruz havada bir süre onu
O gülümsüyor bize durmadan
Ve kalabalığa
Yaldızlar dökülüyor dudaklarından
Lambalar, güvercinler dökülüyor
Çiçekli laledanlar, çeşmibülbüller
Kristal boy aynaları
Ve gelin telleri, pırlantalı taçlar
Sedef kakmalı bir tramvay geçiyor yakınımızdan
İnce bir org sesini sürükleyerek
Benekli bir örtü çekiyor üstüne dünya
Hepimiz kayboluyoruz.
Edip Cansever
6 notes
·
View notes
Text
Gece yazıyı yazarken 6 gibi falan yazmıştım bitirmiştim tek tük hatırlıyorum ama uyuyakalmıştım telefon açık bir şekilde. Uyandığım gibi gönderip tekrar uyudum. Attığım fotoğrafları nasıl seçtiğimi dâhi hatırlamıyorum saçma sapan bir şekilde ddhsjsbejsnsgeajahsbs ama neyse asıl olay bu değil. Asıl olay altta çünkü tamamladım.
Gece sarhoş kafayla yazmışım. Sabah uyandığımda biraz şaşırdım biraz devrik ve eksik olmuş cümleler ama sıkıntı yok. Şimdi devamını getirmek istiyorum. Dün işteyken Emre, Kaan, Meryem, Buse ve Naz gece oturalım dediler. Biz de okeyleştik falan derken iş bitti döndük. Tam kantinden bira viski falan alıp gidiyorduk ki Salim aradı ve ağlıyordu. Çok kötüyüm odama gelir misin dedi sonra herkesi bırakıp hızlıca odaya indim. Sonra çıktık bira alıp odaya tekrar geri döndük. Gece 2.5'a kadar yanında kaldıktan sonra biraz refreshledim ve uyuttum. Yukarı çıkmayı düşünmüyordum ama Meryem aradı Salim nasıl oldu iyi mi iyi iyi ben de yorgunum çok içtim odaya geçip duş alıp uyurum dedim ama istemedi. Yukarı çık diyince ben de tamam dedim. Yukarı çıktığımda kantinden şarap ve viski alıp beni beklemişler. Atakan abi gidiyorsanız sahile bırakırım sizi diyince biz de tamam dedik. Kilise yoluna doğru gidip biraz götü başı dağıttıktan sonra lojmana geri döndük. Herkes ayrıldıktan sonra biz Meryem'le kantinde yalnız kaldık ve o kafayla çok iyi hatırlıyorum ikimiz de ağlıyorduk. Bi o konuşup ağlıyor bi ben konuşup ağlıyorum. Sonra benden antidepresan istedi ilk başta vermek istemedim ama sonra kötü olduğunu görünce antidepresanı vermek zorunda kaldığımı hissedip verdim. Sarhoş değildik ama kafa bi tık güzeldi. Sonra Annemle ilgili dün akşam yazıp tamamlayamadan uyuyakaldığım olayı anlatmak istiyorum. Yani asıl oradaki mucize ve yükselişi anlatıcam. 30 Kasım 2023 Nevşehir'den Siirt'te doğru yola çıktım. Hayatımın en boktan süreci başlıyordu orada. 1 Aralık'tan 18 aralık'a kadar Siirt'te kaldıktan sonra Silopi'ye tedavi için gitmiştim. Sonra tabi ameliyat falan filan o süreçleri hatırlamak dâhi istemiyorum çok kötü anısı var hepsinin. Her şey yavaş yavaş normale döndüğünde evdeyken psikolojimin gerçekten en bozuk olduğu süreçlerdeyken annem ve babamla yaşıyordum ve çok nazik her zamankinden daha hassas davranıyorlar sürekli hediye falan alıyorlardı. Sürekli kitap okuyup ara ara ders çalıştığım bir süreçti. Tekrardan söylüyorum hayatımın en kötü süreci ne psikolojik tedavi aldığım, ne futbolu bırakmak zorunda kaldığım, ne mide hastalıkları yüzünden 2 sene boyunca kıvranmalarım.. hiçbiri değil....
30 KASIM 2023 - 30 NİSAN 2024 arası.
Emir sen bu tarihte ölmediysen bir daha böyle bir durumun ortasında kaldığında ölmezsin. O günleri en yakından bilenler işte ailem ve sonrasında Andromeda. Annemle sürekli birlikte vakit geçirip bir şeyler okuyup keşfediyorduk. Sürekli ağlıyordum ama sürekli. Sürekli yazıp yazıp yırtıp siliyordum. Beni sürekli dışarı çıkarıyorlardı intihara meyilli olduğumu düşünüp ki daha önce buna şahit oldukları için düşünüyorlardı ama yapmam bunu bilmelerine rağmen hep kolluyorlardı. Bir şarkı.. MAVİ DENİYORUM AMA ..
ANNE DİYORUM BUNUN Bİ' SONU YOK MU?
Anneme bu sözü söyleyip dururdum ve ağlardım. Sonra bana dedi ki bir gün son bulacak biliyor musun? Belki bugün değil ama bir gün gelecek ve son bulacak. Ben senin potansiyelini, başarıya olan açlığını, hırsını, hevesini ve mücadeleni hep en yakından gördüm. Sen askerde aldatıldığında ölmedin, o sana bunu reva gördüğünde ölmedin, sen intihar ettiğinde ölmedin, günde ( her gün) 3 koca serum, onlarca ilaç aldığında ölmedin, hastanelerden hastanelere tedavi olduğunda ölmedin, en son kalp eklendi yine ölmedin (Andromeda bunu çok iyi biliyor) bu da seni öldürmez. Yaşayacaksın sadece zamanını bekle. Tamam diyordum çaresizce.
Bazı eşyalarım vardı ve içimden hep şey diyordum acaba bir gün bunları çöpe atar mıyım? Kıyar mıyım? Dayanır mıyım diye söyleniyordum. Dün akşam Meryem'le konuştuğumuz şeyler bunlardan ibaretti genellikle. 12 Mayıs yani tam 1 ay önce birkaç saat sonra beni buraya getirecek otobüse binmeden önce bütün dolabımı önüme yığıp artık bana zerre dokunmayan her şeyi gözümü kırpmadan çöpe attım. Şimdi dersin ki Meryem dedi niye 30 Nisan değil de 12 Mayıs'ta attın diye sadece tek bir cevap HİS. DOĞRU HİS. DOĞRU TİMİNG.
Emir şimdi en güçlü ve en kafası doğru çalışan haliyle burda. Arkadaşlıklara açık, doğru arkadaş seçimiyle sürekli eğlenmeyi seven ve hiç çekinmeden haykırarak gülen haliyle burada. Herkes tarafından parmakla gösterilen Emir burada. Herkes tarafından karşılıksız sevilen bazılarının (Gangster, yaramaz çocuk, fake Kürt) lakaplarını takıp bunlara gülüp geçen Emir burada. (Normal şartlarda anasını sikerim ama refreshledim ruhumu)
İşte bu yüzden sürekli Allah'a teşekkür ediyorum. Her zaman teşekkür et. Sen de et. Et ki gerçekten buna cevap versin.
Unutma mucizeler her zaman vardır sadece zamanını bekler. Aynı annemin dediği gibi... :)
12 notes
·
View notes
Text
02.09.24 MAYHEM KONSERİ (BEŞİKTAŞ IF)
Evet, Eylül ayı konserleri bütün hızıyla devam ediyor. Bu hızlı maraton arasında geçen haftalarda katıldığım 40. Senesini deviren “Black Metal”in sansasyonel grubu efsanevi “Mayhem”den bahsetmesek olmaz. Eski, yeni ve hatta “Ölü” grup elemanlarıyla birlikte kalabalık bir şekilde tekrardan ülkemizde ağırladığımız “Mayhem” grubu 40. Yıl turneleri kapsamında bize unutulmaz anılar bıraktılar. Unutulmazdan kastım sadece laf olsun diye değil, emin olun aradan bir kırk sene daha geçse ve ben bilinç sahibi bir birey olarak hayatta olmaya devam etsem, bu günkü gibi yazarım, anarım, hatırlarım bu konseri. Bu etkinlik, ilk anından son anına kadar görselinden, grubun performansına, ışık şovlarından, ekipman güzelliğine inanılmaz bir konser olmasının yanı sıra dokümanter, belgesel niteliği taşıyabilecek anlara da şahitlik etti. Bu kısma zaten ilerleyen satırlarda bol bol deyineceğim. Konser duyurusu geçildiğinden beri sabırsızlık içindeydim, nihayet o gün gelmişti! Nerelerden başlasam inanın bilmiyorum. Her zaman olduğu gibi konser akşamının ilk saatlerinden itibaren adım atayım. Betondaki bir oyukta bir Metalci yaşardı, Beşiktaş’a doğru yola çıkardı. Gayet heyecanlıydı.
“Mayhem” söz konusu olduğunda adamların 40 senelik müzikal kariyeri bir yana kendileri 60’larına dayanmış olsa da içimde çoğu zaman halihazırda taşıdığım “ergen heyecanım” nükseder. Bunun sebebi “Mayhem” grup elemanlarının Norveç’te ergenlik zamanlarında geçirdikleri ve yaşadıkları karanlık dönem, koskocaman bir tarzın kurucu unsurlarının başını çekerek son derece yenilikçi, enerjik, hızlı olmaları veya grubun şeytani derecede vahşi kökleri olabilir. Ya da sadece ergen nefretini, depresifliğini ve karanlığını en iyi yansıtan, aşırı uçlarla kafayı bozmuş bir grup adama zamanında beslediğim korku/heyecanla karışık hayranlıktandır. 16-17 yaşlarında ben ve o zamanki tayfam bütün yazlarımızı bulabildiğimiz en ekstrem Metal müzik gruplarını dinleyerek, (Bazen yapmaya çalışarak.) karanlık, izbe yerlerde bira içip dolaşarak, boş evlere girip korku filmleri izleyerek, duvarlara grup isimleri ve başka saçma şeyler kazıyarak, boyayarak geçirirdik. Otobüs duraklarında fotoğraf çekilirdik, vandallık ve primatlığın dibine vururduk. Tarih öncesi dönemleri yaşayan amatör neandertal Silivrili “Mayhem” gibiydik, hayatımız boyunca yaşayacağımız en güzel yazlarımızı geçirdiğimizin zerre farkında değildik. Rahmetli Lemmy amcanın dediği gibi, o yaz aylarını hatırlayamıyorum ama asla unutamıyorum...
Sadece “Gibiydik” tabi.. “Mayhem” grubunun sansasyonel kökleri, eski vokalistlerinin kendini tüfekle vurması, geri kalan grup üyelerinin kafatasının parçalarından kolye yapmaları, gruba o dönem yeni katılmış “Burzum” kurucusu Varg Vikernes’in orada burada kiliseleri yaktıktan sonra “Mayhem”in kurucu gitar/vokali Euronymous’u kendi evinde öldürmesi sonrasında yıllar boyunca hapis yatması “Mayhem”in geçirdiği tatlı süreçlerden sadece bazılarıydı. (“Nargaroth” grubunun bu hadise için bestelediği “The Day Burzum Kills Mayhem” adlı eseri es geçmemek gerekir.) Daha fazlası için grup hakkında yapılan belgesellere ve filmlere bakılabilir. Oyunculuk ve senaryo konusunda bazı zayıf noktaları olsada 2018 yılında gösterime girmiş olan, yukarıda bahsettiğim süreçleri kurgusal olarak anlatmaya çalışan “Lords Of Chaos” filmini “Mayhem” 101 olarak önerebilirim. Bu bilgiler ışığında tekrar düşündüğünüzde tam kadro gelen bir “Mayhem” konserine ergen heyecanıyla hoplaya zıplaya giden bendenizi belki daha fazla içselleştirebilirsiniz.
Beşiktaş IF’in önüne geldiğimde tahmin ettiğim kitleyle karşılaştım. Tırnak içinde büyümüş, yaşlanmış, grup formalarını üzerine geçirip sıraya girmiş bir sürü ergen. Belkide konserlerin en sevdiğim yanıdır bu manzara. Gerçekten rahat, kendim gibi olabildiğim, kendimi iyi hissettiğim, bu kadar bok püsür, olay, kriz arasında toplum ve kültür Jungle’ı içerisinde nefes alabildiğim yegane yer. Bu ortamdan görebildiğim bütün dostlarla merhabalaşıyorum, bira tokuşturuyorum, anlık olarak yirmi sene önce ki yazlara şöyle bir dönüp sonra malesef geri geliyorum. Nostaljik düşünceler eşliğinde içeriye biraz erken giriyorum. Konserde alt grup yok çünkü öyle bir süre yok. Grup neredeyse iki saat boyunca sahnede olacak. 40. Yıla özel uzun, bir “Black Metal” grubu için çok uzun bir “Setlist”leri var. “Mayhem” “Merch”leri efsane. Kendime göre bişeyler bakınıyorum hemen. (Bayrak falan şahaneydi gerçekten.) “Merch” kısmını tamamladıktan sonra sahneye dönüyorum ve bir daha gözlerimi buradan ayıramıyorum. Henüz daha grup ortada yokken bile sahne düzeni, sağlı sollu hoparlör yanlarına asılmış yıldızlı bayraklar ve ışıklandırma çok çok iyiydi. Bu sahne size nasıl bir şeyle karşılaşacağınız hakkında epey fikir veriyordu. Kısa süre sonra sahnede izleyeceğimiz şey, beklentilerin çok üzerindeydi.
Ben hala daha bayraklara bakarken seyircide ve sahnenin arkasında ki ekranda bir hareketlilik başladı. Ekranda 80’ler İskandinav bağımlılık belgeseli tadında “Mayhem” grubunun tarihi anlarından görüntüler izlemeye başladık. Bu görüntülere eşlik edilen müziği asla unutmayacağım. Sadece bu kullanılarak başlı başına “Dark Ambient” tarz bir albüm yapılabilir o derece.. “Mayhem”in kendini vuran solistleri “Dead” (Bu kadar temiz yüzlü, güzel bir adam kendine nasıl kıyar hala kahrediyorum. İskandivan depresifliği işte.. Orada yaşayan arkadaşlar daha iyi anlatır, değişik bir psikoloji..) öldürülen gitar vokal Euronymous ve kürkçü dükkanı, grupta halihazırda tek kurucu üye olarak kalan ve az sonra sahnede sarhoş olacak olan “Necrobutcher” davulcu “Hellhammer” uzun süredir “Mayhem” vokallerini üstlenen Atilla Csihar, eski, yeni bütün üyeler anlamsal kadrajların i��erisine yedirilmiş halde bize tek tek gösteriliyor. (Necrobutcher’ın “A Headbanger’s Journey” belgeselinde yayınlanan konser röportajı beni hep güldürmüştür. Duygusal “Dead” görüntüleri üzerine iyi ayar çekti.) Tiyatro sahnesi tadında geçecek olan “Mayhem” sahnesi bize bir tanesi bile yetecekken o akşam 40. Yıl turnelerine özel olarak yeni, eski üyeleriyle birlikte toplam 3 setten oluşacaktı ve bu tarz belgesel görüntüleri zaman zaman şarkıların arasına girerek peşimizi asla bırakmayacaktı. Buradan arşivim için alabildiğim kadar kayıt aldım, instagram sayfasından paylaşırım.
1984’ten başlayıp günümüze gelene kadar geçen süreç tek tek “Mayhem” görüntüleriyle geri sayım şeklinde izletildikten sonra malumunuz “Mayhem” grubu “Malum” şarkısıyla bütün haşmetiyle sahneye çıktı ve unutulmaz geceye start verildi. Ekranda yüzünden kanlar damlayan bir kurukafa önünde lego gibi binlerce parçasıyla “Hellhammer”ın inşa ettiği davulu, kostümler, makyajlar, şeytani “Mayhem” “Sound”u… Bu atmosfer gerçekten görülmeye değerdi. “Bad Blood” “MILAB” “Psywar” yıldırım gibi üzerimizde çakarken Atilla Chisar’ın muhteşem sesi her saniye bizi daha da geriyor. “Illuminate Eliminate” ve “Chimera”da konserin başından itibaren başlamış olan “Mosh Pit”ler doruğa çıkıyor. “Hellhammer” tokmaklarını üzerimize salıyor. Bu gece “Mayhem” gazabından kurtuluş yok! “My Death” ve “Crystalized Pain In Deconstruction” şarkılarıyla devam eden ilk bölüm “View From Nil” ve “Ancient Skin” ile hız kesmeden bizi bu “Set”in son şarkısı olan “Symbols Of Bloodswords”e taşıyor.
İlk şoku üzerimizden atlatıyoruz, manik depresif şekilde geçen ilk “Set” sonrası “Dead” görüntüleri tekrar ekrana veriliyor. Çayır çimen üzerinde koşturan “Dead” gördüğüm için yine hafif duygusallaşıyorum.(Ağlayanların olduğu iddia ediliyor.) “We are not ordinary, We worship Death!” Sözleri sonrası “Hellhammer” bagetlerini havaya kaldırıyor, grup tekrardan sahneye çıkıyor. Kaftanlar giyilmiş, hazırlıklar tamamlanmış, Atilla Csihar sahnede Barış Manço hareketleri sergileyerek sanki bir orkestra şefi gibi bizleri mum etmiş. Ve işte böylece 2. “Set” Euronymous anısına, bağırışlar, çığlıklar, hezeyanlar içinde efsanevi albümden efsanevi “Mayhem” şarkısı “Freezing Moon” çalınırken başlıyor. Şarkının yarısına kadar seyirci çığlığından şarkıyı duymakta zorlanıyorum. “Life Eternal” ve “Buried By Time And Dust” eserleri sonrası zurnanın zart dediği yere geliyoruz. Albümle aynı ismi taşıyan güzide parça “De Mysteriis Dom Sathanas” Atmosfer o kadar iyi ki daha önce bolca bahsettiğim If’in güzel “Black Metal” “Sound”una değinmeye gerek bile yok. Albümlerden çok daha iyi bir ses kalitesini konserde canlı olarak dinleyebildik. “Mayhem” o gece hatasız, tavizsiz ve tarifsizdi!
Yeni bir dokümanter görüntü, yine sahnede “Dead” şarkı sözleri ve sinematik şekilde akan görüntüler. (Bunlardan en az bir düzine deneysel film/video çıkar benden söylemesi..) “Dead”in anıldığı yazılar sonrasında belki de konserin en duygusal, dramatik, şaşırtıcı, özel anları yaşanmaya başlıyor. “Mayhem”in “Funeral Fog” şarkısı “Dead” tarafından (Evet ne kadar ironik değilmi..) söylenmeye başlanıyor. Kendisi bu Dünyada değil ama ruhu hala aramızda! “Mayhem” üyeleri şarkıyı çalarken “Dead”in sesinden “Funeral Fog” dinliyoruz. Gerçekten unutulmaz dakikalar.. Bu unutulmaz anlar sonrası yine bir görsel şölen, ekran ve mekan kırmızıya boyanıyor, Necrobutcher 3. Şaşkınlık perdesini “Mayhem in eski vokali Messiah ve eski davulcusu Manheim’ı sahneye davet ederek açıyor! O ana kadar yeterince şok atlatmamışız gibi bu üyelerin sanki bir “Pentagram” konseri enerjisiyle sahneye çıkmaları kendi adıma son nokta oluyor. 1980’lerden “Mayhem” şarkıları dinleyeceğimiz bu bölümde artık arkalarda saklanmak yok! En öne koşturuyorum. Belki tekrardan Necrobutcher, Hellhammer falan görürüz ama bu Oldschool manyakları görürmüyüz? bilemiyorum! Bu noktada şaşırtıcı şeyler olmaya devam ediyor.
Manheim gayet mütevazi bir şekilde davulun başına geçerken, Messiah kırmızı tişörtü, kel kafası, koca göbüşüyle mikrofonun başına dikiliyor. Necrobutcher kolay vedalaşamadığı bira şişesini bir kenara bırakıyor ve ayin tüm hızıyla devam ediyor. Messiah! Abi sende ne ses var be! Ben kendi adıma bu adama hayran kaldım, gözlerimi hipnotik bakışlarından ayıramadım! Kendimi bu saatten sonra “Order” “Fan”ı ilan ediyorum! Manheim’a söylenecek söz yok. Gerçekten profesyonel müzisyenler. “Deathcrush”, “Necrolust” hele “Chainsaw Gutsfuck” bize biraz nefes aldır. 1 konser diye geldik 3. Konserimizdeyiz! “The True Mayhem” “Carnage” ile üstümüzden geçmeye devam ederken ruhumuzu “Pure Fucking Armegeddon”da artık sonunda teslim ediyoruz… Manheim tarafından “Weird” çalınırken biz kopan parçalarımızı toplamaya çalışıyoruz, savaş gibi konser geçirdik. “Mayhem” grubu seyirciyle uzun uzun vedalaşıyor ve bir daha geri gelmemek üzere “Beşiktaş If” sahnesinden bu konserlik ayrılıyor.
Ben yine dağılmış vaziyette çıkışa doğru yolumu bulmaya çalışıyorum. Konser sadece bir konser olmadığı, aynı zamanda bir tiyatro belki bir sinema niteliği taşıdığı için görmek ve götüntü almak için oradan oraya koşturmuşum fakat kesinlikle değmiş. Çıkışta beni bekleyen rüya gibi, muhteşem bir sürpriz var. Biraz dışarıda soluklandıktan sonra IF’in kapısının önünde dikilen iki tane tip görüyorum. Kim mi bunlar? Manheim ve Messiah! Gözlerime inanmasam da hemen yanlarına ilişiyorum. “Merhaba” “Harikaydınız” “Çok memnun oldum” hezeyanlarından sonra hemen konumuza dönelim “Bir fotoğraf çekineydik”… Acayip mütevazi adamlar tabiki diyor ve ben “Mayhem”in efsanevi üyeleriyle tanışma, fotoğraf çekilme fırsatı bulduğum için inanılmaz mutlu oluyorum. Herkes grubun geri kalanını beklerken bu zavallılarım ekipten ayrı düşmüş orada masumca bekliyor. E kurt kapıyor tabi onları hiç affetmem. Ne kadar beklenirse beklensin “Mayhem”in geri kalan üyelerini yakalama süreci bir sonuç vermiyor, adamlar ışık hızıyla kapılardan geçip minibüslerine atlıyor. (Eski günlerim olsa onları da yakalardım ben peeh.) Herşey bittikten sonra aşırı güzel anılar, fotoğraflar ve hikayelerle birlikte evimin yolunu tutuyorum. “Mayhem” konseri “Unutulmaz” oluyor. Konser yoğunluğu yüzünden yazılar yetişmiyor kusura bakmayın dostlar. Yarın bir çok grubun sahne alacağı çok iyi bir festival var “Bosphorus Metal Fest” Güzel, Metal dolu bir hafta sonu geçirmek için orada olacağız. Gelin hep beraber festival kafası yaşayalım, biraları tokuşturalım! Sonrada anılarımızı yazalım, paylaşalım! Görüşmek üzere, herkese Metal Müzik dolu bir haftasonu dilerim!
2 notes
·
View notes
Text
let me kiss you
containing: young-adult stanley uris x richie tozier, swearing, sex/suicide jokes, derogatory language (affectionate), coming to the realization you like your best friend, it's valentines day.
word count: 2.543
language: turkish
Richie her zaman Sevgililer Günü'nü sevmişti.
Küçükken babasıyla beraber erken kalkar ve annesine yatakta yemesi için mutfağı batıra batıra kahvaltı hazırlarlardı. Richie komşulardan arakladığı çiçekleri, sırf o güne ayrılmış olan küçük vazoyla beraber tepsinin üzerine koyardı. Babası gülerek saçlarını karıştırır ve onu bira parası için çiçekçi dükkânına çırak vermekten bahsederdi. Richie babasına saçındaki kel noktalarla ilgili bir şaka yapar ve radyodan annesinin o sıralar en sevdiği şarkıyı açmak için radyoyu getirirdi. Annesi uyanır, 'iki yakışıklı erkeğinin' ona hazırladığı kahvaltıyı yedikten sonra hepsi giyinir ve kasabada o gün Sevgililer Günü için kurulmuş özel dükkânları gezmeye başlarlardı.
Ortaokula kadar Sevgililer Günü böyleydi. Ortaokuldaysa arkadaşlarıyla beraber toplanır ve birbirlerine 'Sevgililer Günü adetince' aptal aptal hediyeler verirlerdi. Örneğin Ben'e porno dergisi (Richie'den), Richie'ye üstünde sıçanlar olan bir Hawaii gömleği (Stanley'den), Eddie'ye üstünde 'People That Has Asthma Are So Fucking Dramatic, Bitch Just Breath?' yazılı bir tişört (Bev'den) gelirdi ve bunlar günün kazancı sayılırdı. Fikir 5. sınıfta Richie'den çıkmıştı ve Bev'in desteğiyle gerçekleşmişti. Günü iğrenç romantik-komedi sinemalarında en ufak olaya katıla katıla gülerek ve dalga geçerek geçirir, 'Sevgililer Günü Özel' olarak adlandırılmış sikim sonik atıştırmalıklar yer ve havai fişekleri izlemek için bir tepeye çıkarlardı.
Lisede ise iş çok farklıydı. Koskoca gün koridorlarda yiyişen çiftlerden sıyrılmaya çalışarak, "Sen ne kadar çikolata aldın?" sorularına ne cevap verse daha az dalga konusu olacağını hesaplamaya çalışarak, öğretmenlerin bile Sevgililer Günü'ne uygun kıyafetlerle gelmesine ve edebiyatta aşk üzerine romanlar üzerine konuşmasına göz devirerek ve kendisine yöneltilen "Bu yıl da mı yalnızız?" şakalarına çok da içten olmayan bir şekilde gülerek geçiyordu. Bir de bunun akşamı vardı. Nedense Derry Lisesi Sevgililer Günü akşamı partilemeyi adet hâline getirmişti ve o günler Richie'nin en çok halka açık alanda grup seks gördüğü zamanlardı. Sevgililer günü yalnızlığını tek geceliklerle geçirmeyi denemişti ama gecenin sonunda vardığı yer yine eziklerin yanı ve birkaç vodka şişesi olmuştu. O gecelerde eve nasıl döndüğünü bile hatırlamıyordu.
Üniversite ise tüm bunlara kıyasla çok ama çok sıkıcıydı. Çünkü hiçbir şey yoktu. Tek değişiklik bu günde sevgililerin birbirlerine daha rahatça yakın davranmasıydı (50 yaşlarındaki boşanmış profesörleri o gün pis pis bakmak yerine yanlarından geçip gidiyordu) ve onun dışında en ufak bir değişiklik yoktu. Hatta Richie o günlerde önemli projeleri son dakika yetiştirmek için bilgisayar başında göt çürüttüğünü hatırlıyordu. Richie'nin büyümekten nefret ettiği zamanlara örnek göstereceği yegâne günlerdi.
Ve komik olan, önceden birkaç ilişkisi olmasına rağmen tüm Sevgililer Günlerine Facebook'undaki 'yalnız' statüsüyle girmesiydi.
Ve bugün Sevgililer Günü'ydü.
"Richie, Tanrı şahidim olsun eğer beş dakika içinde evi terk etmezsen öldürürüm seni." Ve Stanley Uris dolu burnu, zayıf ve boğuk sesiyle bir kez daha tehdit ediyordu; Richie elindeki ilacın üstündeki yazıları okuyarak odaya girerken. Richie gözlerini ufacık yazılar üzerinde gezdirirken neden her seferinde bu kadar küçük yazmak zorunda olduklarını düşünüyordu. "Başımın çaresine bakarım. Siktir git artık."
"Ağzını çalıştıracağın kadar bağışıklığını çalıştırsaydın şu an hasta olmazdın amına koyayım, iki dakika nefes al konuşmak yerine." Richie, gözlerini ilaç kutusundan çekmeden dalgınca cevap verirken Stanley'in -Richie'nin daha birkaç dakika önce odanın öteki ucuna fırlattığı- battaniyeler içinde yattığı yatağa yaklaştı. Kafasını ilaç kutularından kaldırıp yataktaki kumrala baktığında Stan'in o düz, yargılayıcı bakışıyla yine ona dik dik baktığını gördü. Gerçi bu sefer yanakları (ve dudakları) ve burnu (ve dudakları) deli gibi kızarmış olduğu (ve dudakları) ve normalde tuhaf bir şekilde mükemmel duran bukleleri darmadağın olduğu için onu ciddiye almak zordu.
Yine de sırtını dikleştirdi ve absürt bir taklit için dudaklarını abartılı şekilde büzdü. "Mr. Uris," Felaket bir Alman aksanıyla lafa başladı. "Hastanemiz sağlıksal durumunuz için büyük bir endişe içinde! Orospuluğu bırakıp bizimle iş birliği yapsanız çok makb-"
"Tanrı aşkına, kes sesini."
"Gayet iyi gidiyordum."
"En son bu cümleyi kurduğunda karakolda sikin kalkmıştı."
"Küçük Richie'nin firarda olduğu dönemler için beni suçlayamazsın."
"Şuna Küçük Richie demeyi bırak."
Richie sırıttı. "Neden? Büyük olduğu için m-"
"Şu amına koyduğumun ilaçlarını ver de siktir git artık." diye Richie'nin lafını böldü Stan, dirseğinden destek alıp doğrulur ve Richie'nin tuttuğu ilaçlara uzanırken. Sesi hırıltılı ve dengesizdi.
Richie ilaçları Stanley'in erişim alanından çekerken onaylamaz bir şekilde 'cık cık cık' sesi çıkardı. "Babacığına izin ver halletsin."
"İyileştiğim zaman halledeceğin tek şey hastane masrafların olacak."
"Son kullanma tarihi geçmiş ilaç vermem ve intihar teşebbüsüne yardım etmem için yalvarıyor gibisin," Richie elindeki iki ilaç tabletini yatağın yanındaki komodine yerleştirdikten sonra elindeki şişenin kapağını açtı. İlaç kutularından çıkan o şeffaf kaşığa tam bir kaşık olacak şekilde ilacı dökerken Stan'in gözlerini üzerinde hissedebiliyordu.
Tam dolduğunda içi şurup dolu kaşığı Stan'in ağzına doğru uzattı. Stanley'in dudaklarını hâl�� kapalı tuttuğunu farkedince bakışlarını ela gözlere çevirdi. Stan'in bu inadıyla daha ne kadar uğraşmak zorunda olduğunu düşündü.
Büyük ihtimalle ikisinden biri ölene kadar.
"Hasta olmak seni azdırıyor mu da bu kadar ısrar ediyorsun?" Richie kaşlarıyla Stan'in ağzını işaret etti. "Aç şu ağzını."
"Şunu verdikten sonra gideceğine söz verirsen."
"Sevgililer Günü'nü yalnız geçirmeyi bu kadar istemenden şüphelenmeli miyim?" Sonra Richie'nin gözleri Stan'in nerdeyse içinde yüzdüğü kat kat battaniyelere kaydı. Kaşlarını çattı. "Ayrıca şunları üstünden at artık amına koyayım, kendi kendine havale geçirmeye ve hastanede seni kontrol etmek için üstüne eğilen hemşirelerin memelerini kesmeye mi çalışıyorsun? Sapık."
Stan suratını buruşturdu. "Ne- R- Hay-" Bir saniye durup cümlelerini toparladı ve devam etti. "Birincisi, asıl sen neden Sevgililer Günü'nü sevgilin yerine başka biriyle geçirmek için bu kadar ısrarcısın? İkincisi, bu ne tür bir porno senaryosu?"
Kaşığı havada tutmaktan Richie'nin eli ağrımaya başlamıştı. "Birincisi, benim sevgilim yok. İkincis-"
"Dur dur dur dur," Stan lafını böldü. Kaşlarını çattı. "Ne demek sevgilim yok? Connor şu durumda ne sayılıyor, odun falan mı?"
Richie bıkkınca nefes verdi. "Aynen. Artık iç şu ilacı. Mastürbasyon elimi bu genç yaşımda kaybetmek istemiyorum."
"Richie." dedi Stan, ciddi olmasına uğraştığı bir ses tonuyla. Tıkanmış burnu ve hırıltılı sesiyse bu uğraşında büyük bir engel yaratıyordu. "Açıkla."
"Şu ilacı içersen açıklayacağım orospu çocuğu. Elimi hissetmiyorum."
Stanley birkaç saniye tereddütle bir Richie'nin suratına doğru tuttuğu kaşığa, bir Richie'nin yüzüne baktı.
Sonra bir çırpıda kaşıktaki şurubu içip yuttu, sırtını iyice yatağa yaslayıp beklentiyle Richie'ye baktı. Dudaklarında kalan artığı yaladı.
"Dinliyorum."
Richie, Stanley'e pis pis baktıktan sonra kaşığı komodinin üstüne koydu ve diğer ilaçları kutularından çıkarmak için kucağına aldı. "Neyi açıklamamı istiyorsun anlamıyorum. Artık sevgili değiliz işte? Anlatacak bir şey yok."
Stanley ise olayın peşini bu kadar çabuk bırakacak değildi. "Ne zamandan beri sevgili değilsiniz?"
Richie'nin ilaç paketiyle uğraşan elleri bir anlık bir sekteye uğradı. Başını utanmış gibi iyice eğdi ve yüzünü uzun, siyah perçemler ardına sakladı. Kızarmıştı. "Dünden beri," diye mırıldandı sessizce.
Birkaç saniyelik bir sessizlik oldu.
Sonra Stanley büyük bir kahkaha patlattı.
Richie hızla kafasını kaldırdı ve suçlu bir çocuk gibi hızlı kelimelerle kendini savunmaya başladı. Daha doğrusu çalıştı.
"İnsanların ayrılması komik mi? Ha? Neye gülüyorsun? Babanıza bu fiyaskoyu anlatmaktan çekinmem Küçük Bey! Zavallı Donald. Sizin gibi etik davranışlardan yoksun bir oğlana sahip olmak... İnsanların kendi hayatlarıyla yaptığı şeyler size neden bu kadar komik geli- STAN, TAMAM, GÜLME ARTIK."
Stanley'in gülmesi boğazını tıkayan öksürükler yüzünden yavaş yavaş durulmaya başlarken Richie yardımcı oluyor gibi hafif hafif kumralın sırtına vurdu. Stan öksürükleri arasından bile kıkır kıkır kıkırdıyordu.
"Stan." Richie ciddi, yapmacık bir baba tonuyla lafa girdi. "Komik bulmanı anlıyorum evlat ama komedinin öz babası olarak diyorum ki komik değil. Biraz daha gülersen hasta masta demem ağzını yüzünü sikerim."
Stan gülmesini bastırmak ister gibi derin bir nefes aldı. Dudaklarından kaçan kıkırtıya mani olamadı tabii. "Her yıl Sevgililer Günü'ne yalnız girme geleneğini bu kadar istikrarla devam ettirmen bir ritüelin parçası falan da bizim mi haberimiz yok?"
"Birincisi, gelenek değil sadece tesadüf. İkincisi, sadece birkaç yıl sevgilinle girdin diye götün mü kalktı orospu evladı şu an benim kadar yalnızsın, ayr-"
"Neden ayrıldınız?" Stan umursamazca lafını böldü iyice yastığa yaslanırken. Yüzünde hâlâ bir gülümseme vardı, kahkahasının yarım bir yansıması gibi.
Richie ona yan bir bakış attı. Paketlerden çıkarttığı iki hapı Stan'in eline bıraktı ve komodinin üzerindeki yarısı su dolu bardağı ona uzattı. Stan ilaçları içerken, konuştu. "Bir aydır düşünüyordum zaten. Sınav haftasına denk geldi, bu yüzden moralinin içine sıçıp bir de akademik hayatını etkilemek yerine biraz daha beklemek istedim." Dramatikçe iç çekti ve dertli bir film sahnesiymiş gibi abartılı bir kafa döndürüşüyle camdan dışarı baktı. "Kaderde yokmuş."
"Bu hâlâ neden ayrıldığınızı açıklamıyor?" Stan bardağı tekrar komodine koyarken konuştu. Sesi daha yorgun çıkıyordu.
Richie kafasını tekrar Stan'e çevirirken omuz silkti. "Aynı hisler yoktu. Uzun zamandır. Geri gelmesi için daha fazla beklemek de haksızlık gibi geldi. Bu yüzden bitirdim."
Stanley burnundan güldü. "Sevgililer Günü'nden önceki gün?"
Richie gözlerini kocaman açarak abartıyla ellerini suçsuzum dercesine havaya kaldırdı. "Denk geldi?!"
"Evet, orospu çocukluğuna."
"Annen öyle düşünmüyor."
"Babam mı söyledi?" Stan'in ifadesi duvar kadar düzdü. "Anneni sikerken."
Richie sırıttı ve Stan'in saçlarını karıştırdı. "Stanley Uris skor yapıyor!" Sonra ellerini üst üste binmiş battaniyelere attı ve hepsini tek seferde kumralın üstünden çekip odanın öteki ucuna attı. "Ödül buz göt."
"RICHIE!"
Stan odanın diğer tarafına uçan battaniyeleri havada kapmak için atak yaptıysa da Richie yarı yolda kumralın ellerini tuttu ve onu ittirerek geri yatırdı. Tüm bunları yaparken de kulaklarına kadar sırıtıyordu.
"Hayır, hayır, hayır- Yaramazlık yok Küçük Bey!" Zenci uşak sesiyle lafa girerken Stan hâlâ ellerini Richie'nin hapsinden kurtarmak için uğraşıyordu. Richie pis pis güldü. Normalde Stan ellerini tek bir çekişte alırdı ama hasta olduğundan onun tutuşuna karşın güçsüzdü, parmakları bile hafif hafif titriyordu.
"Üşüyorum orospu herif," Stan kısık sesle şikayet ederken Richie iyice Stan'in üstüne yükleniyordu. Stan hâlâ Richie'yi üstünden ittirmeye uğraşırken pis pis baktı üstündeki adama. "Richie kalk üstümden."
"Üstünde değilim."
"Üstümdesin."
"Üst ve alt kavramları illüzyon."
"Richie."
Richie kocaman sırıttı. Bu işle fazla eğleniyordu. "Stanley."
"Kalk üstümden."
"Hayır."
"Normal orospu çocukluğunu kenara alıyorum, bari hastaya saygın olsun it herif!" Stan bu sefer Richie'nin geri kalan vücudunu tekmeleye başladığında Richie'nin elleri ister istemez gevşemişti.
"Auv- Vurma amına koyayım tama-"
Stan ani bir hamleyle Richie'yi üstünden attığında Richie'nin ağzından çıkan tek şey kısa bi 'ah'tı.
Richie'nin sırtı Stan'in ani hareketiyle yatağa vurdu ve hemen sonrasında bileklerini kavrayan o parmakları hissetti: bir saniye daha geçti ve bir bakmıştı ki karnında Stan oturuyor, ellerini yatağa bastırıyordu.
Bir yatağa sabitlenmiş ellerine bir de üstündeki adama baktı.
Stan'in su yeşili tişörtü belinde hafif sıyrılmıştı ve kalça kemiklerindeki o iki ben görünüyordu. Yakası, Richie'nin bilinçsiz kavramasıyla kaymış ve köprücük kemiklerini daha da göz önüne sermişti. Stan'in buklelerinin tepesinde sallanışı, o ifadesiz kızarmış suratı ve rahatlattığı zaman yarı-kapalı duran ela gözleriyle tam üstünde olması kesinlikle iyi değildi.
Tabii, Stan ve Richie anaokulunda arkadaş oldukları o günden beri sık sık güreşir ve birbirlerini sinir ederlerdi, bunda sıkıntı yoktu. Richie okul koridorlarında Stan'i hoşlandığı kıza itip kaçardı; Stan, Richie topluluk içinde aptalca bir şey söylediğinde elinde ne varsa onla Richie'nin kafasına vururdu; Richie sırf Stan'i sinirlendirmek için ördek gibi dudaklarını uzatıp Stan'i öpecekmiş gibi yapardı ve Stan suratını buruşturup elini Richie'nin dudaklarına kapatır ve suratını itmeye çalışırdı ve Richie sırıtarak tüm ağırlığını Stan'in üstüne verirdi ve Stan vücudunu Richie'nin hapsinden kurtarmaya çalışırdı; eve söyledikleri vakitten geç gittiklerinde kimin bahane işini üstlenmesi gerektiğine karar vermek için kapı önünde birbirlerini iteklerlerdi; film akşamından sonra bulaşıkların yıkanması gerektiğinde çakırkeyif halde halı üstünde güreşirlerdi ve kaybeden bulaşıkları yıkardı; birbirlerinde yatıya kalırlarken hangi şarkıyı açacaklarına karar veremediklerinde kasetçalara ulaşmalarını engellemek için birbirlerine çelme takıp saçlarını çekerlerdi, yerde güreşirlerdi ve kazanan kendi istediğini açardı sonra da güreşirken çıkardıkları gürültüden ebeveynlerinden azar yiyip kıkır kıkır gülerlerdi. Richie, Stan'e eşcinsel olduğunu söyledikten sonra bile Stan Richie'yle olan fiziksel yakınlığını -çoğu kişinin aksine- yanlış anladığı tek bir an bile olmamıştı ve Richie ona bunun için sonsuz kez minnettardı.
Ama şu an uygun değildi. Hayır, hayır, hayır- şu an kesinlikle uygun değildi.
Çünkü artık Stan'i koridorlarda hoşlandığı kızlara itmiyordu. Çünkü artık Stan elindeki kitapla hafifçe kafasına vurup kaşlarını onaylamaz bir şekilde kaldırdığında eskisi gibi sinirlenmiyordu. Çünkü artık Stan'i ördek dudaklarıyla öpmeye çalıştığında ve Stan yüzünü buruşturup eliyle dudaklarını kapattığında midesi o eski boşluğunu korumuyordu. Çünkü artık Richie o bahane uydurma zamanlarını hatırladığında söyledikleri bahanelerin absürtlüğünden dolayı değil gözüne Stan'in o anki görüntüsü ve gülüşünden geldiği için gülüyordu. Çünkü artık Richie bulaşıkları yıkamamak için değil, Stan'le halıda kıkırtılar eşliğinde yuvarlanabilmek için güreş talep ediyordu. Çünkü artık Richie şarkı kavgalarında özellikle Stan'in kazanmasına izin veriyor ve Stan kendi şarkısını açıp sırıttığında yüzündeki o aptal gülümsemeyi silemiyordu. Çünkü artık-
Çünkü artık Richie bazen Stanley'in, dokunuşlarını yanlış anlayabilmesini umuyordu.
Çünkü Stanley böyle çok güzeldi.
Ve Richie sadece yanaklarındaki değil, vücudundaki her bir kan damlasının damarında ısındığını hissediyordu.
"Richie?"
Richie gözlerini tekrar Stan'inkilere çevirdi.
Stan'in kaşları hafif çatıktı.
Richie ise Stan'in parmak izinin şu ana kadar bileklerine kazınıp kazınmadığını merak ediyordu.
"Evet?"
"Daldın gittin?" Stan ellerini Richie'ninkilerden çekerken yüzünde sorgulayıcı bir ifade vardı, ne olup bittiğine anlam bulmaya çalışıyor gibiydi. Stanley'in gölgesi suratından kalkınca Richie bir an temiz ışığın altında boğuluyor gibi hissetti.
"Aklıma şey geldi," dedi düşünmeden. Birkaç saniye sonra aklına gelen şeyle sırıttı. "Kaç kişiyi daha böyle vücut kafesine alıp s-"
"Tanrı aşkına!" Stan konunun nereye bağlanacağını anladığında sesini yükselterek Richie'nin cümlesini yarıda kesti ve kendini Richie'nin yanına attı. Richie onun bu tepkisine güldü.
"Daha bitirmedim bile!"
"Ne diyeceğini bilmiyorum sanki!" Stan hırıltılı sesiyle sitem etti. Stan onaylamaz gibi başını salladı hafifçe ve mırıldandı. "Sapık herif."
Richie sırıttı. "Öyle deme, annen çok seviyor."
"O kadar yorgunum ki gözlerimi bile deviremiyorum. Bence bu susman için bir işaret."
"Susmamı o kadar çok isteseydin çoktan şu suyu kafama boca etmiştin, masal okuma."
"O kavanoz gözlüklerle bu detayı nasıl yakaladın, hayret doğrusu." Stan mırıldanırken sol omzuna doğru yattı, şimdi yüzü tam olarak Richie'ye dönüktü. Yan profili mitolojik tanrıların heykellerini andırmasına rağmen Richie, Stan'in tüm yüzünü izlemeyi çok daha fazla seviyordu.
"Kör olmanın da getirdiği bazı yetenekler var."
"Diğerlerine ne getiriyor bilmiyorum ama seninkinin ağır orospu çocukluğu olduğu kesin." Richie başını çevirdiğinde Stan'in gözlerini kapattığı gördü. Kirpikleri titreşmiyordu bile: Richie gerçekten Stan'in uyumak üzere olduğunu farketti.
"Gören de annem babanı sikip annenle boşanmalarına sebep oldu sanacak. Dünyalar güzeli Maggie'me laf söylerken hiç mi canın yanmıyor?"
"Senin orospu çocukluğu akraba bağlarından değil tamamen kafa yapısından olduğu için yanmıyor."
Richie kulaktan kulağa sırıtıyordu. Hafifçe Stan'e yanaştı; dirseğini yatağa, yanağını omzuna yasladı. Gözleri hâlâ Stan'in yüzündeydi.
"Aşıksın galiba bana."
Stan kısaca güldü. Tonundan bile uykuya adım adım yaklaştığını anlaşılıyordu.
"Ancak rüyanda."
Bunun üstüne Richie bir şey söylemedi. Birkaç dakika sessiz kaldılar. Stan'in nefesleri belli bir düzene girmişti. Richie uyuduğunu düşündü.
Richie hafifçe eğildi. Sonra durdu. Biraz daha eğildi ve Stan'in dudağının kenarını öptü.
Geri çekildi ve Stan ne tepki verecek diye birkaç saniye bekledi. Kalbi deli gibi atıyordu. Tanrı aşkına, bunu neden yapmıştı ki? Amacı neydi? Daha dün sevgilisiyle ayrılmıştı ve şimdi büyük ihtimalle son üç yıldır aşık olduğu ama iki hafta önce bunu farkettiği en yakın arkadaşının kollarına mı koşuyordu? Orospu muydu acaba? Stan bundan sonra ne derdi ki? Arkadaşlıkları biter miydi? Net biterdi. Yani, niye bitmesindi ki? Nerdeyse öpmüştü. Yani, tamam, öpmek o kadar büyük bir şey değildi sonuçta sikmemişti ama yine de- öpmüştü? Stan'e ayrılıktan kafasının iyi olmadığını söylese inandırabilir miydi ki? Evet evet, duygusal boşluğa düştüğünü ve bunun bir anlamı olmadığını söylerdi, hepsi bu! Stan de hatasını affederdi ve eski hallerine dönerlerdi. Kopkolay! Değil mi? Ama ya öyle olmazsa? Yani- Ya Stan arkadaşlıklarını bitirmek ve bir daha görüşmemek isterse? O zaman? Richie bunu planlamamıştı ki! İş görüşmesine gittiğinde ve 10 yıl sonrasını sorduklarında bile hayatında Stan vardı! Yok muydu yani şimdi? Peki apartmanları? Hangisi taşınacaktı? Sonuçta arkadaş olmazlarsa araları epey tuhaf olurdu. Richie taşınırdı. Sonuçta kabahat onundu, değil mi? Stan'i yormanın alemi y-
Yakasını güçsüzce kavrayan el onu düşünce balonundan çekip çıkarırken ağzı bir şey demek için hafifçe açılmıştı.
Dudaklarının üstünü örten sıcacık dudaklarsa dilinin ucundaki tüm kelime olasılıklarını yutturmuştu Richie'ye.
Richie'nin gözleri fal taşı gibi açıldı.
Birkaç saniyelik bir öpücükten sonra Stan geri çekildi ve yarı açık, uykulu gözlerle Richie'ye baktı. Güldü ve başını geri yastığa bıraktı. Richie'nin yakasındaki eli gevşedi ve yatağa düştü.
"Sevgililer günün kutlu olsun, Tozier."
#stozier#richie tozier#stanley uris#stan uris#it 2017#it 2019#it stephen king#turkish delight rasc#rasc.ficlet
3 notes
·
View notes
Text
sooner or later, they all will be gone
_____________________♡_____________________
-2012-
Günümüz.
Kan, kir ve çürümüş et. Dean ve Sam'in koklayabildiği tek kokulardı. Dean tiksinerek yüzünü buruşturdu. Yarı baygın kardeşine baktı. Nasıl buraya geldiğini hatırlamaya çalıştı. Basit bir vampir avı olması gerekiyordu. Bir aile olduklarını fark etmedi. Kendisini suçlu hissetti. Kalan iki vampir onlara arkadan yakalamıştı ve şu an nerede olduklarını bilmiyordu. Büyük dişlerle bir vampir onlara yaklaştı.
“Winchesterlar...sonunda.” İğrenç bir şekilde güldü.
Dean her zaman takındığı alaylı tavırla yaratığa baktı. “Üzgünüm, tanıştık mı?” Vampir kaşlarını çattı. “Gördüğün son kişi ben ve ölü kardeşin olacak.” Sert şekilde söyledi.
Arkadan bazı gürültüler ve çığlıklar koptu. Kırılan cam sesleri, patlayan tüfekler. Vampir arkasını dönmeden başı kesilmişti.
Arkadan Juliet belirdi.
“Naber çocuklar? Beni özlediniz mi?” alayla sırıttı.
“Juliet?”
“Juliet!”
Juliet hızla ceketinin altından hançeri çıkarttı ve bağlı oldukları ipleri kesmeye başladı. İşini bitirdikten sonra yarı baygın Sam'in kolunun altına girdi. Onu güçlükle taşımaya çalıştı. Dean yardım etti. Juliet konuştu.
“Arabam dışarda solda agaçların arkasında. Siz devam edin. Ben burayı kontrol edeceğim. ” Juliet Sam'i Dean'e bırakırken söyledi. Dean kafasıyla onayladı ve Sam'i dışarı sürüklemeye devam etti.
-1992-
“Bobby! Nerdesin yaşlı bunak!” John Winchester çantaları taşımaya çalışırken bağırdı. Juliet kapıyı açtı. İki çocuk ve yetişkin bir adam gördü. Biri kendi yaşında gibi duruyordu. Biri ise ondan bir kaç yaş daha büyük duruyordu. “Winchester?” Juliet kaşlarını çattı. Küçük ellerinde bir bıçak tutuyordu. Bobby arkadan yaklaştı ve Juliet'in elindeki bıçağı aldı. Juliet kaşlarını çattı. Bobby onları içeri davet etti.
John Wincheste, çantaları kapının önüne bıraktı. “Çocuklar bir kaç hafta sende kalmalı. Bu ava gelmezler. Bir vampir yuvası olduğunu düşünüyorum.” Bobby ve John yetişkin konuşmaları yapmaya başladı. Küçük çocuk gülümsedi ve kızıl dağınık saçlı kıza elini uzattı.“Ben Sam, Winchester.” Kız gerginlikle elini sıktı. “Juliet...Singer. ” “Amca Bobby'nin çocugu oldugunu bilmiyordum. Arkadaş olabiliriz. ” Sam gülümsedi. Juliet çocuğun tatlılığına kıkırdadı. Fakat sonrasında büyük kardeşe baktı. “Onum bir ismi yok mu?” Sam gözlerini devirdi. “O benim ağabeyim. Dean. ” Juliet kollarını önünde kavuşturdu. “Seni sevmedim.”
“Aynısı.” Dean kaşlarını çattı.
-1999-
Sam ve Dean bir avdan dönmüştü. Motel'e gitmek istememişlerdi ve 12 saat yaralı şekilde araba kullanmışlardı. Juliet kapıyı açtı. Evde yalnızdı. Bobby arkadaşı Rufus ile bir hayalet avına çıkmıştı ve Juliet onları içeriden kontrol ediyor, aramalara cevap veriyordu ve kitapları karıştırıyordu.
Juliet kapının sertçe tıklatılmsıyla kapı oymağından gelenlere baktı. Sam ve Dean olduğunu gördü. Kutsal suyu ve gümüş bıçağı aldı. Gerçekten onlar mıydı? Şekil değiştiren ya da şeytan olabilirler miydi?
Kapıyı açtı ve onlara testleri yaparak onların oturmasına izin verdi. “Hoşbuldum, Juliet.” Dean alayla konuştu ve yaralı kolunu tuttu. Juliet derin bir nefes verdi ve dikiş setini almaya gitti. Geri döndüğünde Dean'ın tek koluyla tişörtünü çıkartmaya çalıştığını gördü. Dean'e yardım etti ve sonrasında buzdolabına giderek 3 bira çıkardı. Kendininkini sehpanın üzerine koydı ve diğer ikisini çocuklara uzattı.
Dean birasından yudum alırken Juliet, Dean'in kolundaki yarayı temizliyordu. Sam yorgunlukla bir odada sızmıştı. Dean konuştu. “Teşekkürler, hemşirem.” alayla sırıttı. Ve devam etti. “Bir dahakine o ateşli hemşire kıyafetini giymelisin.” Juliet gözlerini devirdi ve konuştu. “Elimdeki iğneyi iyi kullanabildiğimi biliyorsun, o yüzden susmanı tavsiye ediyorum, Winchester.” Deam sırıttı ve birasından büyük bir yudum aldı. “Cadıları sevmiyorum.”
“Nasıl oldu?”
“Kilise meclisindeki insanlar ölüyordu. Bir çeşit intikam olayıydı.”
“Kulağa çok boktan geliyor. ” Juliet yarayı sararken konuştu.
“Öyle.”
Juliet ayağa kalktı ve dikiş setinin kapağını kapatarak kolunun altına aldı. “Pekala hastam. Lütfen bir daha ölüme 120m/s hızla koşmayın.” Alayla söyledi fakat onu önemsiyordu.
“Biraz daha kal.” Dean hafif sarhoşlukla mırıldandı.
“Yaralısın, dinlen.”
“Sen yanımda olursan, dinlenirim.” Dean hafif sarhoşlukla sırıttı.
Juliet onu kıramadı ve gözlerini devirerek Yeniden oturdu. Dean sağlıklı koluyla onu daha yakına çekti. “Bir gün bu av işlerini bırakacağım. Elmalı turta hayatı. Belki bir köpek alırım. Bilirsin, büyük bir bahçe. Güzel bir mutfak...bir eş, çocuklar. ” Dean gökyüzüne bakarak mırıldandı.
“Eğer...bu hayatım bir acil çıkış kapısı varsa...umarım o hayatı yaşarsın Dean.” Juliet onun parlayan yüzüne baktı ve hafifçe gülümsedi.
Dean, Juliet'e döndü. Önce gözlerine sonra dudaklarına baktı. Yavaşça ona yaklaştı. Dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu.
Fakat bu anıda diğerleri gibi gecenin sessizliğine karıştı ve unutuldu.
Sarhoşluk hataları en kötüsüydü.
-2003-
Yine aynı olay. Dean Winchester bir gece yarısı Juliet'in kapısını çaldı. Güvenli liman.
Juliet tekrardan testleri yaptı ve kapıyı açtı. Onu içeri aldı. Tekrardan. Tekrardan Dean o koltuktaydı. Ellerini kafasının arasına almış. En güçsüz versiyonundaydı. Mırıldandı. “Sam gitti. ”
Juliet onun sözlerini devam ettirmesini bekledi.
“Bizi bıraktı ve üniversiteye gitti.”
Juliet Sam'i içten içe destekledi. Ve bu cesarete kavuştuğu için onunla gurur duydu. Fakat bunu hiç sesli söyleyemedi. Belki böylesi daha iyiydi.
“Dean...” Juliet mırıldandı. Koltuğa, onun yanına oturdu ve sırtını sıvazladı. Dean birasından tek dikişle bitirmeye başladı. Bu iğrenç histen kurtulmak istiyordu. Ve tekrardan aynı şey oldu.
Juliet bu anlamsız tekrarlardan nefret etti. Fakat yine de bunu sesli söyleyemedi.
Tekrardan o geceyi yaşadılar.
Juliet sabah ağır bir baş ağrısıyla kalktıı. Dean'ı yanında göremedi. Gitmil olabileceğini düşündü. Sabahlığını giydi ve Merdivenlerden aşağı indi. Dean'ı orda gördü. Juliet'in üniversite için hazırladığı bavullara bakarken. Dean, Juliet'i gördü. Yüzünü buruşturdu ve sinirle konuştu.
“Ne zaman söyleyecektin?”
“Dean, açıklayabili-” Dean elini havaya kaldırarak onun sözünü kesti, eşyalarını toplamaya başladı.
“Dean, lütfen. Dur. Konuşalım. ”
“Siktir git. Git ve hayatını yaşa.”
Juliet'in gözleri doldu. “Dean...”
Dean onu öyle görmekten nefret etti fakat öfkesi ağır bastı. Kapıdan dışarı çıkıp arabayı çalıştırmadan önce son bir kez Juliet'e döndü ve konuştu.
“Tutamayacağın sözler verme. Sadece bir tavsiye.”
_____________________♡_____________________
“Her zaman yanında olacağım.” Juliet gülümsedi ve onun yanağından öptü. 10 yaşlarında iki küçük çocuk.
_____________________♡_____________________
-2012-
Günümüz.
Sam kendine geldi. Dean'ın aldığı ağır bir kahveyi içiyor. Juliet motel odasındaki dergileri karıştırıyor. Eski moda olduğunu görünce yüzünü buruşturuyor.
Dean, Juliet'e bakıyor. Juliet üzerindeki gözleri hissederken Dean'e bakıyor.
Dean derin bir nefes alarak konuşuyor.
“Neden buradasın?”
“Siz iki salak kıyameti başlattığınız için.”
___________________________________________
3 notes
·
View notes
Text
Üvey Ablamı Tanga Külotla Görünce Dayanamadım! (1) (Gökay 26 Y., İstanbul)
İşsiz güçsüz bir delikanlıydım. Daha doğrusu, kendime göre bir iş bulamadığım için çalışmıyordum. Her zaman para sorunu yaşardım. Para sorunumu halletmek için devreye üvey annemi sokardım. O da bir şekilde babamı ikna edip aldığı parayı bana veriyordu. Kısacası baba parası yiyordum. Üvey annemin bir de kızı vardı Serpil adında. Serpil birkaç aylık nışanlıydı ve yakında evlenip gidecekti. Bir markette kasiyerlik yapıyordu. Nişanlı olduğu için aldığı paradan bana zırnık bile koklatmıyordu. Beyaz eşya aldığından onların taksitlerini ödüyordu. Kısacası, çeyiz düzmekle uğraşıyordu.
Serpil'in nişanlısı Ferit adında, kendini beğenmiş, gıcık biriydi. Bize geldiği zamanlar Serpil'den başkasını gözü görmezdi. Saatlarce bizde kalır, Serpil'in odasından çıkmazdı. Bu duruma karşı çıktığım halde beni ciddiye bile almazlardı. Serpil haftalık iznini onunla beraber geçirirken eve akşam geç saatlerde dönerdi. Aralarında sekiz yaş vardı. Ferit'in babası inşaatçı olduğundan kendisi de onunla takılırdı. Kendisi çalışmadığı halde babası sayesinde idare ediyordu. Son model arabası vardı, bununla ne bok yediği belli değildi. Zamparalık dahil herşey beklenirdi ondan. Zihnimdeki acabalar gittikçe artarken, bütün bu düşünceler içimi kemiriyordu.
Daha önceki yıllarda ailece her yaz köye gider birkaç ay tatil yapardık. Fakat o yaz, Serpil çalıştığı için zorunlu olarak ben de yanında kalmıştım. Babamla üvey annem köye gideli bir aydan fazla olmuştu. Serpil ile evde beraber kaldığımız süre içinde herhangi bir olumsuzluk olmamıştı. Serpil sabah saat 9:00 gibi işe gidiyor, akşam 19:00 gibi dönüyordu. Son zamanlarda geç kalsa da kafama takmıyordum. Daha önce ben Serpil'in eşofman giymesine karşı çıkarken artık birşey demiyordum. Doğrusu hoşuma bile gidiyordu. Eşofmana sığmayan dolgun yuvarlak götü ve giydiği külotun izi bile anlaşılıyordu. İlk zamanlar normal külotlardan giyerken, son zamanlar tangaya merak salmıştı. Eşofmanın altındaki tanga götünü ikiye bölüyordu. Durumu dikkat çektiği halde yanımda oldukça rahattı. Serpil'e karşı hislerim değişmeye başlamıştı.
Yazın çok sıcak olan evimiz geceleri uyku uyutmuyordu. Serpil'in de serzenişleri de bunu doğruluyordu. Sıcak nedeniyle uyuyamadığını, uykusuz yorgun halde işe gittiğini söylüyordu. Sabahları kalkmakta zorluk çekiyordu. Uyandırmam için yardım istemişti. Bir sabah uyandırmak için odasına girdiğimde inanılmaz bir manzarayla karşılaştım. Serpil sadece külot ve sütyenle yatıyordu. Külot dedimse bu normal bir külot değildi, tanga idi. Giydiği tanga götünün arasında kaybolmuş, sadece üst kısmı görünüyordu. Yastığa sarılmış, götünü de geriye doğru çıkarmıştı. Bembeyaz teni inanılmaz güzeldi. Beyaz götünün yanakları kabak gibi parlıyordu. Bu görüntü beni mahvetmişti. Manzara karşısında dayanamayıp külotuma boşaldım.
O günden sonra Serpil'e bakışlarım daha da değişmişti. İzin günleri geç saatlere kadar nişanlısıyla beraberdi. Kendisine, nişanlısından hoşlanmadığımı, o mendeburdan herşey beklenebileceğini söyleyip, dikkatli olması için tembihliyordum. Serpil söylediklerimin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bana, "Merak etme Gökay, bu konuda bana sonuna kadar güvenebilirsin!" diyordu ve ben de ona güveniyordum. Kendisine güvendiğim için de üzerine gitmiyordum. Daha sonraki günler bu konularda daha samimi olmuştuk.
Bir akşam eve gelirken 6 şişe bira getirmiştim. Babamlar evde olmadığından içmemde bir sakınca yoktu. Serpil bu konuda ağzını bile açmamıştı. Ona, "Sen de içsene kız!" dedim. Serpil, "Tövbe tövbe, deli misin sen yaa!" diyor, içmek istemiyordu. Ben de, "İç şunu kız, birşey olmaz!" diyerek ısrarımı sürdürüyordum. Sonunda, "İçerim, ama sarhoş olursam sorumlusu sensin!" dedi. Hem müzik dinliyor, hem de içiyorduk.
Serpil ikinci bira şişesini bitirdiğinde kelimeler ağzında yuvarlanıyordu, gözleri kaymış, ne dediğini bilmez haldeydi. Serpil, "Başım dönüyooor, ben şimdi sarhoş mu olduummmm?" derken kahkalara boğuluyordu. Alışkın olduğum için bir iki bira beni etkilemiyordu, ama Serpil kendini kaybetmeye başlamıştı. Nışanlısıyla ilişkisinin ne düzeyde olduğunu öğrenmek istiyordum. Ben sordukça, yarım yamalak anlatmaya çalışıyordu. Anlattığına göre, öpüşme ve elleşmelerin dışında henüz cinsel ilişki yaşamamışlardı. Nışanlısı daha fazlasını isterken, kendisinin buna izin vermediğini söylüyordu.
Vakit ilerledikçe Serpil kendinden geçiyor, iyice sarhoş oluyordu. Daha fazla dayanamadı ve koltuğa uzandı. Kısa bir süre sonra da sızdı ve uykuya daldı. Öyle tatlı, öyle güzeldi ki, bakmaya doyamıyordum. Sırtüstü yattığı için, tişörtün içine sıkışan göğüsleri yanyana dikilmiş iki piramit gibi duruyordu. Birkaç kez, "Serpiill! Serpiill!" diye seslendiğim halde ölü gibi yatıyordu. Cesaretimi toplayıp yanına yaklaştım. Dizlerimin üzerine çömelerek birkaç kez dürttüm. Kıpırdadığında, bir bacağı koltuktan kayarak yere değdi. O anki görüntüsü dayanılır gibi değildi. Açılan bacaklarından dolayı eşofmanın içindeki am ortadan ikiye bölünmüş gibiydi. Şişkin yuvarlak amı beni inanılmaz heyecanlandırmıştı. Zaten kalkmış olan yarrağım bu görüntü karşısında zonklamaya başlamıştı.
Başımı bacaklarının arasını sokup, eşofmanın üzerinden amını koklamaya başladım. Amını koklarken neredeyse boşalacaktım. İnanılmazdı ve harika kokuyordu. Dokunmak istiyordum, ama cesaret edip amına dokunamıyordum. Bendeki istek ve arzu büyüdükçe kendimi frenleyemiyordum. Ne olacaksa olsun düşüncesiyle, eşofmanın üzerinden amına dokundum. O an resmen zevkten titredim. Amının girinti ve çıkıntılarını parmaklarımla yoklarken şeklini şemalini iyice öğrenmeye çalışıyordum. Eşofmanı inceydi ve ellemesi zevkli oluyordu. Amını görmek için eşofmanı biraz indirdim. Minik külotu amının kıllarını bile kapatmıyordu. Giydiği külot tanga olunca bu görüntü kaçınılmazdı. Amının üst kısmından daha fazlasını görmek istiyordum. Bunun için külotu da indirmem gerekiyordu. Salonda indirsem ve o anda uyansa söyleyecek kelime bulamazdım. Dürtükleyerek, "Kalk kız burda uyuma, yatağına git yat!" diye seslendiğimde, sadece anlamadığım birşeyler mırıldandı, hepsi o kadar.
Koltuk altlarından tutarak ayağa kaldırdım. Kucaklayıp odasına taşıdıktan sonra yatağın üzerine sırtüstü bıraktım. Işığı açıp ayak dibine oturdum. Derin bir nefes alarak eşofmanın lastikli yerinden tuttum, bacaklarından yavaş yavaş sıyırarak ayak uçlarından çıkardım. Şimdi altında tangası kalmıştı. Amını bile kapatmayan bu küçük bez parçasını indirirken kalbim duracak gibiydi. Sonunda onu da çıkardım. Daha iyi görmek için bacaklarını dizinden kırarak yanlara doğru açtım. Şimdi amı tamamen ortaya çıkmıştı. Karşımda mükemmel bir manzara vardı. Uzun kılların arasındaki yarık boydan boya uzanıyordu. Amının dudakları sağlı sollu ağız kısmını kapatıyordu. Klitorisi ise küçük ama diriydi.
İncelemeye devam ederken yarrağım iyice kalkmış ve zonkluyordu. Çıplak götü kocaman görünüyordu. Daha sonra ayak bileklerinden tutup bacaklarını yukarı ve yanlara doğru açtım. Götü kabak gibi ortaya çıkmıştı şimdi. Siyah kıllarla çevrili götdeliğinin varlığı anlaşılmıyordu bile. Amının sıcaklığı yüzüme vururken sanki sidik kokuyordu. Burnuma vuran bu koku en kaliteli parfümden bile daha etkiliydi. Tüm cesareti toplayıp dilimi amına değdirdim, sonra da yavaş yavaş yalamaya başladım. Tuzlu bir tadı vardı. Tuzlu olmasına rağmen hoşuma gitmişti.
Uyanma ihtimali vardı. Daha dikkatlı olmam gerektiğini düşündüm. Kafamdaki düşünce nedeniyle bacaklarını yavaş yavaş bıraktım. Bu görüntüyü ölümsüzleştirmem lazımdı, bir daha böyle bir fırsat yakalayamayabilirdim. Gittim salondan telefonumu aldım geldim. Amını ve götünü en ince ayrıntısına kadar çekip telefonuma kaydettim. İlerki günlerde 31 çekmek için harika bir yatırımdı. O ana kadar boşalmamak için kendimi zor tutmuştum, artık boşalmak istiyordum. Serpil'in amına bakarken çeşitli fantaziler hayal etmeye başladım. Onu sikmek, amına sokmak istiyordum, ama bu mümkün değildi. Mecburen 31'e talim ederken hayal bile olsa sikiyor gibiydim. Bir iki dakika içinde titremeye başladım. Büyük bir zevk beynimi sararken daha fazla dayanamadım. Saniyeler boyunca boşaldıkça boşaldım. Yarrağımdan fışkıran döller çarşafı berbat etmişti. Ama bu umrumda bile değildi. Bu benim için unutulmaz bir andı ve bunu doyasıya yaşamak istiyordum.
Birkaç dakika sonra iyice rahatlamıştım ve kendime gelmiştim. Önce tangasını, ardından eşofmanını giydirip üstünü başını düzelttim. Çarşafına dökülen döllerimi kağıt havlu getirip temizledikten sonra her hangi bir olumsuzluk var mı diye etrafa baktım. Sadece döllerin ıslaklığı kalmıştı çarşafta, o da önemli değildi, hava sıcak olduğu için sabaha kadar kuruyacağından emindim. Işığı kapatıp odadan çıktım...
Ertesi gün uyandığımda saat 12:00'ye geliyordu. Serpil işe gitmişti. Odasını kontrol ettiğimde çarşafın değiştirilmiş olduğunu farkettim. Kirlilerin konduğu sepete baktığımda, tanga, eşofman bir de çarşaf, aynı yerdeydi. Acaba birşeyler anlamış mıdır diye doğrusu çok merak ediyordum...
Akşam saat 22:00 gibi eve geldiğimde, Serpil yemek yapmış beni bekliyordu. Geç geldiğim için, "Nerde kaldın yaa? Saatlerdir seni bekliyorum. Seni beklediğim için ben de yemedim!" diye sitem etmesi bir an canımı sıktıysa da, yüzündeki gülümseme beni yumuşatmıştı. "Özür dilerim kız, açlıktan ölmeni istemem! Sonra bizimkiler ne der!" dedim. Serpil, "Sen özür diler miydin Gökay?" diye takıldı. Ben de, "Biricik kardeşimden özür dilemeyeceğim de, kimden dileyceğim kız!" dedim. Bu lafıma teşekkür etti.
Sonra konuyu önceki akşama getirdi, "Akşam ne olduğunu bile hatırlamıyorum. Çok mu sarhoş oldum?" diye sordu. Ben de, "İki bira içtin kendinden geçtin. Ayakta bile duramıyordun, odana taşırken anam ağladı. Ne kadar ağırsın kız!" diye takılınca, Serpil, "Saçmalama, sadece 55 kiloyum, sence 55 kilo çok mu?" dedi. Kızlar kendisine kilolu denmesinden hoşlanmadıkları için özlllikle böyle söylemiştim. Şaka yaptığımı anlayınca da gülmeye başladı. O akşam birşey olmamış gibi yemeğimizi yedik, TV seyrettik...
Sonraki günler normal şekilde geçiyordu. O işine gidip gelirken, ben de öylesine takılıyordum. Serpil nişanlısıyla buluşmaya devam ederken, bu buluşmalar bazen geç saatlere kadar sürüyordu. Bir akşam eve döndüğünde yüzünün asık olduğunu farkettim. "Ne o kız? Yüzünden düşen bin parça!" diye takıldım. "Yok birşey!" dedi, ama bira içtiğimi görünce, gitti bir bardak getirdi ve "Bana da doldursana, içmek istiyorum!" dedi. Bir şişe de ona açtım ve bardağını doldurdum. Bardağı aldığı gibi bir dikişte hepsini içti. Bu durumu görünce, "Hop hoop! Biraz yavaş iç!" dedim. Aslında içmesi benim işime geliyordu, geçenki gibi sarhoş olmasını istiyordum. İkinci kez bardağını doldurdum. Bir iki tane kuru yemiş ağzına attıktan sonra tekrar yudumlamaya başladı. Nışanlısıyla tartışmış gibi bir hali vardı, kızgınlığı yüzünden okunuyordu.
Biraları su gibi götürürken bu durum hoşuma gitmişti. Onu izlerken, o akşam yaşadıklarım aklıma geldi. Nasıl bir amcığa sahip olduğunu çok iyi biliyordum. Bu gün üzerinde diz boyu bir etek vardı. Etek bol olduğundan, eteğin kenarlarını, bacaklarının altına toplamıştı. Dizine kadar görünen bacaklar pürüzsüz ve tertemizdi. Ağda veya epilasyon yapmış olmalıydı.
Dördüncü bardağı yudumlarken kelimeler ağzında yuvarlanmaya başladı. Ne dediğini kendisi bile bilmiyordu. Saçma sapan konuşurken kendi kendine gülüyordu. Bu sefer geçenkinden daha fazla içmiş ve kontrolden çıkmaya başlamıştı. Sağa sola eğilirken yapışık bacakları zaman zaman açılıyor, bembeyaz bacakları baldırlarına kadar görünüyordu. Anlar diye endişelenirken bakmadan da yapamıyordum. Bu görüntü yarrağımı hareketlendiriyordu. Kalp atışlarım da hızlanmıştı.
Sonra Serpil, "Lavobaya gitmem lazım!" diyerek yerinden kalktı. Yanımdan geçerken kendini sıktığını farkettim, sıkıştığı her halinden belli oluyordu, nerdeyse altına işeyecekti. Tuvaletin kapısını açtı ve içeri girerken, 'Zoorrt!' diye osurdu. Küfürler ederek tuvalete girdi. İçtiği biralar onu işemeye zorlamıştı. Öyle tazyikli işiyordu ki, işeme sesi salona kadar geliyordu. Hem işiyordu, hem de arada bir osuruyordu.
Tuvaletten çıktıktan sonra odasına gitti. Aradan bir müddet geçtiği halde Serpil'den ses seda çıkmamıştı. Ne olduğuna bakmak için odasına yöneldim. Odasındaki ışık yanıyordu. Ne yaptığını öğrenmek için sessizce yaklaştım. Açık olan kapıdan içeri baktığımda yüzü koyun uzanmış yattığını gördüm. Götüne kadar açılmış olan etek süt beyaz bacaklarını ortaya çıkarmıştı. Biçimli olan çıkık götü çok güzel görünüyordu. Cesaretimi toplayıp içeri girdim ve "Serpiil! Serpiil!" diye seslendim. Herhangi bir şekilde de olsa tepki vermiyordu. Kendinden geçmiş, derin bir uykuya dalmıştı.
Bunu fırsat bilerek yanına oturdum. Süt beyaz bacakları tertemiz görünüyordu. Götünü örten eteğini yavaş yavaş beline doğru çektim. Şimdi önümde harika bir manzara vardı. Götünün arasına sıkışan külot iki dağın arasından akan dere gibiydi. Açık mavi külotu çok sexy idi. Götündeki lekeler dikkatimi çekmişti. Dikkatle incelediğimde gördüklerime inanamadım. Götündeki morarmalar parmak izlerine benziyordu. Bunu yapanın kim olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yoktu. Sanırım nışanlısıyla sevişmişti. Kızmıştım, ama bunları düşünmenin sırası değildi.
Daha önce kıllı olan yerler şimdi tertemiz ve kaymak gibiydi. Hafiften tenine dokundum. Avucumun içiyle önce bacaklarını, ardından götünü okşamaya başladım. Bu inanılmaz bir duyguydu. Serpil öylece hareketsiz yatıyordu. Okşamalarım çoğaldıkça kendime olan güvenim de artıyordu. Cesaretimi topladıktan sonra külotunu çıkarmaya karar verdim. Lastikli yerleri belini sıkmıştı. Yanlarından tutarak yavaş yavaş sıyırmaya başladım külotunu. Birkaç saniye içinde külottan da kurtulmuştum. Serpil'de halen hareket yoktu. Götü tüm ihtişamıyla meydandaydı. Bir ara kıpırdar gibi oldu. Bu kıpırdama işimi kolaylaştırmıştı. Sağ bacağını yana doğru açarken dizine doğru kırmıştı...
Gördüğüm manzara olağan üstüydü. Kılları temizlenmiş olan amı kabak gibi parlıyordu. Ortasını ikiye bölen çizgi şimdi daha net görünüyordu. Göt yanaklarının arası kızarmıştı. Bu kızarıklık külotun sürtünmesinden olabilirdi. O an kendimce öyle düşünmüştüm. Elimi uzattıp amını yoklarken çizginin arasında sıkışan küçük dil harika görünüyordu. Ortadan ikiye bölünen yeri hafif hafif okşuyordum. Bir müddet okşadıktan sonra amının dudaklarını parmaklarımla gerdim. Am deliğine bakarken içim gitmişti. Bakire olduğu her halinden belli oluyordu. Küçücük bir deliği vardı. Parmaklarımı çektiğimde amının dudakları diri ve sert olduğundan anında kapanmıştı.
Bir yandan Serpil'i incelerken bir yandan da yarrağımı okşuyordum. Daha önce kıllı olan arka deliği de eminim şimdi tertemizdi. Arka deliği merak ederek götüne yöneldim. İki yandan tutarak göt yanaklarını gerdiğimde gördüğüm manzara beni ürkütmüştü. Kendi kendime (Bu ne böyle?) diye söylenirken gördüğüme inanamıyordum. Daha önce küçücük olan göt deliği büyümüş, şişenin ağzı gibi açılmış, içi görünüyordu. O an aklıma nişanlısı Ferit geldi. Belli ki Serpil'i götten sikmişti. Daha birkaç saat önce siktiği için de deliği halen gevşek duruyordu. Gördüklerimden inanılmaz şekilde heyecanlanmıştım. Bu duruma daha fazla dayanamadım ve birden kasılmaya başladım. Müthiş bir zevkle boşalıp külotumu berbat etmiştim.
Banyoya giderek berbat olan külotumu çıkardım. Serpil'in akşamki durumu aklıma geldi, eve geldiğinde kızgın olmasının nedenini şimdi daha iyi anlıyordum. İyice temizlenip banyodan çıktım. Odasına döndüğümde Serpil halen aynı pozisyonda yatıyordu. Cesaretimi toparlayıp ikinci kez götünün yanaklarını gerdim. Ağzımda birikmiş olan tükürüğü götünün deliğine tükürdüm. Parmağımla tükrüğü yedirdikten sonra parmağımı deliğe bastırdım. Kaygan olan parmak rahat bir şekilde içine girmişti. Yavaş yavaş ileri geri hareket ettirmeye başladım. İçinin sıcaklığı parmağımı yakıyordu. Sonra iki parmağımla denedim. Yine kolay girmişti. Parmak sayısını artırdıkça götünün deliği halen kabul ediyordu, büzük açıldıkça açılıyordu. Bir müddet üç parmakla devam ettim. Elimi çektiğimde büzük anında kapanmıştı. Götünün deliğini 5 dakika boyunca parmaklarımla sikerken Serpil'den gık bile çıkmamıştı.
Bu sırada yarrağım yeniden kalkmış, demir gibi sertleşmişti. Artık karar vermeliydim. Bu fırsatı kaçırırsam, böyle bir şans bir daha yakalamayabilirdim. Ya şimdi, ya hiçbir zaman. Bunu mutlaka denemeliydim. Bacaklarını iki yana doğru açtım. Belinden tutup geri doğru çektim. Az da olsa domalma pozisyonuna getirdim. Bacakların arasına yerleştim. Götünün deliğine bolca tükürdüm. Yarrağımı da tükürükle kayganlaştırdıktan sonra artık engel kalmamıştı. Yarrağımı büzüğüne dayadım. Ağırlık vermemek için kollardan destek alarak yüklenmeye başladım. Kafası girdiğinde heyecandan titriyordum. Biraz daha, biraz daha derken, yarısına kadar soktum. Yarrağımı saran delik inanılmaz zevkliydi. İleri geri hareket ederken, yavaş yavaş hızlanmaya başladım. Tanrım ne müthiş zevk bu böyle! İlk kez birini götten sikiyordum, o da üvey kızkardeşimin götüydü.
Daha da derinlere sokmaya çalışırken zevkten uçuyordum. Kayganlık azaldığında geri çekilerek tükrüğümle tekrar kayganlaştırıyordum. Sonra tekrar sokuyordum. Birkaç dakikadır daha önce yaşamadığım zevkleri yaşıyordum. Serpil'in götünü sikerken kim olduğunu unutmuş gibiydim. Yarrağımı sonuna kadar bastırırken taşaklarım amına değiyordu. Götünün yumuşaklığı harikaydı. Dakikalardır sikerken şimdi daha rahat hareket ediyordum. Delik gevşemiş iyice açılmıştı. Ama yine de müthiş zevk alıyordum...
İkinci kez olduğu için boşalmam uzun sürecekti. Daha fazla dayanacağımı düşünüyordum. Ama zevk dalgası tüm bedenimi sararken boşalmak üzere olduğumu anladım. Boşalma öncesi hızlı hızlı sikerken karar vermem gerekiyordu. Karar vermeye fırsatım bile olmamıştı. Götünün derinliklerine büyük bir zevkle boşalmaya başladım. Birkaç saniye boyunca döllerimi götünün içine boşaltmıştım. Bir müddet içinde kaldıktan sonra üzerinden çekildim. Az da olsa pişmanlık hissine kapılmıştım. Sabah olduğunda anlamasından endişe duyuyordum. Mutfaktan bir koşu peçete getirdim. Peçeteyle götünü silerken gözüm amına takıldı. Parmağımla yokladığımda amının sulandığnı farkettim. Boşaldığım için amı ilgimi çekmiyordu. Önce külotunu ayaklarından geçrip giydirdim, sonra eteğini aşağıya doğru çekerek bacaklarını kapattım. Işığı söndürüp çıktım.
Banyoya girip güzel bir duş aldım. Sonra da odama gittim, yatağıma uzandım. Az önceki yaşadıklarımı düşünürken derin bir uykuya dalmışım...
[Gökay]
142 notes
·
View notes
Text
yine klasik bir biçimde, korkunç bir pazar sabahına uyandık.
saat sabah on; bir bira açtım. yirmi gündür sarhoşum, yirmi gündür içtiğim biraların depozitosu ile ülkenin dış borcunu kapatırdım. günaydın on altı yaşındaki emre...
sana gelirsek, ki çok gelesim var; tanrı’nın ve evrenin beni cezalandırma yöntemiydin. sana denk geldiğim günü, zaman çizelgemde ya da kapsülümde aşırı hüzünlü bir kırılım olarak görüyorum artık. keşke o güne hiç uyanmamış olsaydım. ya da ne bileyim nezle olsaydım, evden çıkmasaydım. halim olmasaydı falan... sana denk gelmeseydim işte.
gece rüyamda seninle telefonda kavga ediyorduk. radyo frekansları, dalga frekansları, rüyalar, sanrılar ve tanrılar birbirine karıştı. neyin gerçek olduğunu artık bilmiyorum. kim olduğumdan da artık emin değilim. bu sabah feodal bir toplumda uyanmış bir fransız köylüsüyüm, sırtımda bir tuz çuvalı var. yarın da kripton’da uyanmış bir şekilde yazarım, hiç süper olmayan adam olarak.
kulağımda pinhani ve kalben çalıyor. sözlerine katılıyorum ruhen ve kalben. son yirmi günde dünya müzik piyasasını alt üst ettim. şimdiki zamanda ve geçmiş zamanda. barok dönemden de dinledim, hakan taşıyan da, sezen açtım, peşinden cohen, doğu gırtlağına tutuldum iran müziklerine sardım, bir sigara sardım, sonra da güllü açtım. dimi, kafam muhteşem karışmış.
çektiğim acının böyle tatlı, güneşli bir tarafı da var. içimde öldüğünü düşündüğün şeyler vardı, onları morgun içinden çıkardın. sana sarılıp uyuduğum o ilk gün, içimde ufak umut filizlendi. red’in dediği gibi umut kötü bir şeydir. ben suyun altına gömmüştüm kendimi, kumun üstünde yatıyordum. ben gelmedim sana, sen geldin... ıslık çaldın, duymadım. ıslık çaldın, duymazdan geldim. ıslık çaldın, seni istemedim. ıslık çaldın, suya taş attın, ben de ‘’bu kim?’’ diye sadece iki gözümü suyun üstüne çıkardım, korkak bir timsah gibi. seni gördüm... gözleri yeşil, gözleri çok güzel bir timsah avcısı. doğada benden başka av bulamadın mı?
çok uzun zamandır beslenmiyorum onu fark ettim. sadece kusmamak için arada ekmek yiyorum. balkon mermerinden beslenen serçeler gibi. amına koyayım ben bu yaşta nasıl serçe oldum?
of kara dağlar... mektuplaşıyorum kendimle. artık sana bir şey okutasım yok... yazdıklarımı görme istiyorum. yazıp yazıp, boş şarap şişelerine sokuşturacağım yazdıklarımı, haliç’e atacağım, eminönü’nden çıkar artık. balıkçıların orada ciddi bir süre beklersen belki bir şiirime denk gelirsin. kesin acıkır, kokusuna dayanamaz bir balık yersin, kılçığına dikkat et, boğazına batmasın. çünkü sen benim boğazıma takıldın, acısını biliyorum. beni delirten biraz bu; ukde denen şey.
yarın, öbür gün geleceğini biliyorum. ama içimde çok eskiden tanıdığım o adam uyandı. sanki artık çok geç... bana artık katlanman mümkün değil.
neyse, saat sabah on bir; ikinci biramı açtım.
edebi kaygı taşımadan bir içimi dökesim varmış sanki.. ha emre?
neyse, görüşürüz on altı yaşındaki emre.
2 notes
·
View notes
Text
Beni bilen bilir. Kimse için kendi kalitemden vazgeçmeyen biriyim. Kimin önünde nasılsam arkasından da öyleyimdir. Belki buna bencillik diyebilirsiniz ama zamanında insanlara gösterdiğim toleranslardan bihaber değilsinizdir.
Egolu diyebilirsiniz ama hayır ben egolu biri değilim. Ben mükemmelim. Hemde hiç olmadığım kadar. Hiçbir erkeğin eline bakmam. Babamın bile. Zamanında yoklukta gördüm, çok şükür varlığı da görmüş biriyim. Arkadaş ortamımda çok fazla zengin olan da var 1 odayı 5 kişi kullanan da var. Hiçbiri arasında ayrım yapmam. Birine yalakalık yapıp diğerini aşağılamam. Bu benim kurallarıma ters bir hareket. Arkadaşlarımı buna göre seçerim. Evet arkadaşlarımı da seçerim, ilişki kuracağım insanı da seçerim. Kaliteli değilse yol veririm. Hepsine. Aşkımdan veya dostluk inancımdan da vazgeçerim. Bu beni eksiltmez. Hiçbir şey beni eksiltemez. Boş ortamlarda bulunmam. Çünkü benim kimyama ters. 2 3 bira veya baba parasına güvenen, araba diyince akan suların durduğu, her erkeğin altında yatmak için can atan insanların hayatımda yeri olmaz. Olmamalı da. Müsaade de etmem.
Güzellk insandan insana göre değişir ama bana göre ben çok güzelim. Diğer insanların ne dediği umrumda bile değil. Bir insan dış görünüş için yanınızdaysa hemen oradan uzaklaşın. Güzel veya çirkin olun, inanın bu durum her ikisi için de geçerli. Adam olan her şekil sever. Yüzünde ki sivilceye bakmaz. Senin kalitene ve kalbine bakar. Ve emin olun güzellik bir yerden sonra beş para etmez. Nereden bildiğimi sormayın :) Afet şekilde su gibi kızlar gördüm hayatını 3 kuruşa satan...
Beni bilen bilir. Ortamlarda gereksiz, onların tabiriyle varoş kızlardan değilim ve olmadım da. Olmam da. Bana yakışan bu değil. Kendimi bulunmaz hint kumaşı sanmam ama emin olun bir pırlantadan farkım yok. Sizlerin de yok. İstediğim her şeyi ve herkesi elde edebilecek güce sahip biriyim. Çok şükür, umarım sizlerinde olur, varlıklı bir ailedeyim ve yine emin olun buna güvenmiyorum. Ailemden para istemeye utanan biriyim ben. Çünkü o para benim değil. Zamanı gelecek ben kendi varlığımı kuracağım. Çünkü ailemin parası yeri geldiğinde elde tutulamayabilir ama ben kendi paramı elde tutacağım. Erken evlenmeyeceğim çünkü kariyer insanıyım. Evlenmeye karşı değilim ama adım her yerde anılmayana kadar kendimden vazgeçmeyeceğim. Dibi çok görmüş bir insanım. İntiharın eşiğinden döndüğüm zamanlar oldu çünkü yaşayacağıma emindim. Korkusuz biriyim ama bu hayatta herkesin korktuğu bir durum vardır. Benimki ise, arkamda gelecek nesille yararlı olacak, bu vatana layık olacak, Atatürkün izinden gidecek, benim gibi dimdik ayakta duracak çocuklar yetiştirememek. Kendi çocuklarım olmasa bile binlerce kalbe dokunacak nesiller yetiştireceğim. Ailem bana nasıl gösterdiyse kendimde üstüne koyarak binlerce insana dokunacağım. Beni küçümseyedebilrisiniz ama emin olun bazen yapacaklarımdan ben bile korkuyorum. Zekâm her şeyden üstündür. Çok zeki biriyim. Kendimle ve ailemle gurur duyuyorum çünkü mükemmel, şeffaf, dediğim dedik, yanlışa yanlış, doğruya doğru ve adaletli bir insan yetiştirdik.
Anne. Baba. Sizin izinizdeyim ve şunu da bilin; zamanında benim ve kardeşlerim için çektiğiniz çoğu çileye değecek bir insan oldum, oluyorum ve olmaya da devam edeceğim...
Klasik olacak belki ama her zaman söylediğim bir söz vardır:
Kimse Sizden Değerli Değil.
Unutmayın.
Son olarak, Allahım her şey için teşekkür ederim.
01.31
3 notes
·
View notes
Text
ALIŞIYORUZ...
Safakes'in Medina denen bir yerine götürdüler bizi. Bizim bit pazarlarına benziyor. Burada yemekler genel olarak ucuz fakat geri kalan şeyler çok pahalı. Asgari ücretin 495 dinar olduğu bir ülkede fiyatlar gerçek anlamda yüksek. Kendime buraya ait olan bir adet hasır şapka aldım. Arada içimdeki Arap ortaya çıkıyor işte. Pazarın olduğu mahallenin yerleri çöp dolu. İnsanlar da hayvan sevgisi denen bir şey yok. Öyle ki sokak hayvanları bile sıkıntıdan kaynaklı erkenden yaşlanmışlar. Bizdeki gelen turisti dolandırma alışkanlığı burda da geçerli. Bir çanta sorduk önce 35 dinar dediler, turist olduğumuzu görünce 55 dinara çevirdiler. İşte adamlara benzediğimiz nokta bile üç kağıtçılığımız. Daha sonra dondurma yedik. Ama burdakinin farkı, dondurmayı bizdeki açmaya benzer bir ekmeğin arasına koyup yenmesinde. Herhalde Türkiye'de bu iki şeyin uyumlu olabileceğini hiç kimse düşünmemiştir. Bir de bu ülkede şöyle bir sıkıntı var. Ters yöne giden araçlar için yolların arasında çoğu yerde şerit yok. Arabalar saçma bir şekilde aynı yolda ters yönlere beraber gitmeye çalışıyorlar. Bindiğimiz taksilerden tecrübe edindiğim kadarıyla da kasabı ehliyetten almış tabiri buradakilere cuk diye oturmuş. Sağa sola savrula savrula gidiyoruz. Sanki Sarıyer yokuşundan aşağı yuvarlanıyor gibiyiz. Çok fazla araba kazası oluyormuş zaten. İnsan canının hiçbir kıymeti yok. Hala ülkemi çok özlüyorum tabi. Kalbimdekini ayrı, arkadaşlarımı ayrı, sürdürdüğüm hayatı ayrı... Dün akşama doğru birer bira falan içmek için bir otele geçtik. Burada öyle ulu orta her yerde içki satılmıyor da içilmiyor da. Gittigimiz yer çok lüks bir mekandı. İşte zengini harbi zengin fakiri harbi fakir bir ülke. Normal yerlere ödeyeceğimizin üç katı kadar hesap ödedik. Ama bir yere gidiyorsanız o bölgenin hem en iyi hem en kötü yerinde bir defada olsa takılmanız gerektiğine inanan bir insan olarak bunu çok önemsemedim. Ek bir bilgi olaraksa burada erkeklere özel barlar falan var. Türkiye'de çoğu erkek bara karşı cins için gider. Biz de olsa böyle bir yer batar herhalde. Akşamına geleneksel bir festivale katıldık. Ülke o kadar gelişmemiş ki görevliler bilet kontrolünü bileti yırtarak sağlıyorlar. Bizdeki gibi QR okuma sistemi falan yok yani. Müzikleri bizimkilere göre çok daha sakin. Ama bulunduğun yerin dilini bilmemek gerçekten büyük problemmiş. Ana temasının çok önemli olduğunu hissettigim bir festivali anlamamak koydu biraz açıkçası. Çok farklı bir bilgi ama burdaki tek bir insan en az iki üç tane dil biliyor; Arapça, Fransızca, Türkçe, İngilizce gibi. Festivalde Tunuslular gibi dans etmeyi öğrendim. Tam o sırada çok garip bir olay oldu. Festivalin ortasında elektrikler kesildi . Ya bu kadar önem verdiğiniz bir etkinliğin ortasında da elektrikler gitmez, hadi gitse de jeneratör falan olur yedekte. Jeneratörü bilmiyor değillerdir umarım diye dua ediyorum. Burda bu kadar dua etmekten kaybolan imanım geri yerine geldi yeminle. Festivalin son yarım saati nasıl olduysa kendimi uyurken buldum, tepemde bangır bangır müzik çalarken. Uyandıktan sonra da eve döndük zaten.
9 notes
·
View notes
Text
Günlerin Ardı – 13.01.24
Haftasonu Türkiye’den gelen yakın arkadaşlarımla birlikte geçirdiğim güzel vakitlerin ardından haftanın ilk iki günü işe odaklanmak çok zor oldu. Bu iki gün içerisinde işe gidip gelmek dışında kayda değer bir şey yapmadım. Kendimi sürekli elimde telefon sosyal medyada başkalarının yaşamlarının pasif bir seyircisi olarak sonsuz bir akışta önüme serilen ve asla ihtiyacım olmayan bir yığın dijital içeriğin karşısında boş bakışlarla koltuğun üzerinde uzanırken buldum. Kendime göre bahanelerim vardı. Zaten uzun çalışma saatleri sonunda yorgun argın ancak atabiliyordum kendimi eve; tembellik yapmak hakkımdı. Ancak mecbur bırakıldığımız çalışma hayatı ne kadar zor ve yorucu olsa da en azından ondan arta kalan zamanın kontrolünün bizde olması gerekirdi ve bu değerli zamanı ben elimde bir telefonla fütursuzca heba etmeye başlamıştım. Bu noktada, hiçbir zaman geç değildir deyip telefonu bir kenara attım ve kendi gündemimi nasıl belirleyebilirim diye düşünmeye başladım (İşin gerçeği böylesi aydınlanma anlarının çok da orijinal bir tarafı yok. Önceleri çok kez kararlar alıp bozmuş biri olarak içimdeki şüphe kurtlarını uyandırdım. Bakalım bu seferki nereye varacak.).
Gözüme masanın üzerinde duran film dergisi ilişti. Eskiden sıkı bir sinema takipçisiydim. Yeniden eski külleri alevlendirebilir miyim diyerek dergiyi satın almıştım. Şimdi bu boyalı dergiyi elime aldığımda görüyorum ki sosyal medyanın o sınırsız akışı bir şekilde bu derginin sınırlı sayıdaki sayfalarına da yerleşmişti. En fazla yüz sayfalık derginin içinde en az iki yüz filmin veya dizinin adının geçmesi beni dehşete düşürüyor. Bu kadar verili şey içerisinde hangisine odaklanabilirim.
Daha sonra uzun süredir kitaplığımda bulunan Byung-Chul Han’ın Palyatif Toplum adlı kitabını elime aldım. Kitap zaten kısa olduğu için bir oturuşta bitirdim. İlginç ve zihin açıcı bir kitap olmasına rağmen ne yazık ki dikkatimi okuma sürecinin büyük kısmında yeterince yoğunlaştıramadım. Uygun bir vakitte tekrar okuyup üzerinde düşünmek ve belki başarabilirsem hakkında bir iki cümle yazabilmek istiyorum. Yine de haftanın en anlamlı eylemi bu kitabı okumak oldu benim için. Hayatımızın kontrolünü elimize almakta atacağımız ilk adımın gerçekten sevdiğimiz şeyler üzerinde düşünmek ve bunlara zaman ayırabilmek olduğunu düşünüyorum. Kitap okumaya tekrardan küçük bir başlangıç yaparak bu adımı attım.
Son olarak da bu hafta öğünlerimdeki sebze miktarını muazzam ölçüde artırdım. Akşamları koca bir kase dolusu salata dışında bir şey yememeye karar verdim. Hayatımda ne gibi bir etkisi oldu veya olacak, bunun kısa vadede farkına varmak muhtemelen imkansız ancak yine de iyi hissettiğimi söyleyebilirim.
Bu küçük adımlarımı kutlamak için bu akşam bir bira açıyorum ve en kötü korku filmlerinden birini bulup izlemek için ekran karşısındaki koltuğuma kuruluyorum.
Esenlikle dolu günler dilerim.
4 notes
·
View notes
Text
19.07.2024 BRUCE DICKINSON KONSERİ (KÇP)
Kelimeler tarifsiz ve yetersiz. Aylar öncesinden yapılan açıklamayla sevinçten havalara uçmuş olan ben, Bruce Dickinson konseri öncesi heyecandan yıkılıyorum. Çocukluğumdan beri ciddi bir “Iron Maiden” hayranıyım. Maiden’ın zaman içerisinde vokal görevini üstlenmiş olan diğer solistleri bir yana (Paul Dianno, Blaze Bayley. Özellikle Bayley’e ve o dönem albümlerine çoğu Maiden fan’ı aksine bayılırım.) Bruce Dickinson benim için ayrı bir yerde durur. Peki kimdir bu Bruce? “Iron Maiden” vokalisti, pilot, yayımcı, yazar, senarist, eskrimci, futbolcu, popçu, topçu, süperman, Mandrake! Bunların hepsi evet ama benim için Bruce Dickinson bu kadar kualifikasyondan bile çok çok daha fazlasıdır. İlk dinlediğim “Heavy Metal” sestir. Çocukluk kahramanımdır, Ejderha kovalama arkadaşımdır. Otobüsle güneye inerken, camdan dağlara baktığımda “Walkman”imden fırlayan “Air Raid Siren”dır. Beni “Brave New World” Eddie’si gibi gökyüzünden gülümseyerek takip eden dostumdur. Dünyanın şeytanlarına, düşmanlarına, sıkıntılarına, aşk acılarına, gereksiz düşüncelerine, popüler kültürüne, kapitaline karşı her zaman yanımda olan adam gibi adamdır! Bu adam, bu sefer, önceki iki sefer ki gibi Dünya üzerinde en sevdiğim grupla birlikte değil, kendi solo projesi kapsamında kurmuş olduğu yetenekli müzisyenlerle dolu bir ekiple geliyordu. Hasret, heyecan, merak büyüktü, dolayısıyla yine yollara düşüldü Nejat baba!
Bruce Dickinson’ı “Iron Maiden”dan bağımsız tutmak imkansız gibi birşey. Eski grubu “Samson”u bırakıp 83 te Maiden kadrosuna dahil olup “The Number Of The Beast” albümünde vokal görevi üstlendiği günden beri, Bruce Dickinson’sız “Iron Maiden” “Iron Maiden”sız Bruce Dickinson düşünemez olduk. Buna rağmen 90’lı yıllardan beri Bruce’un yollarına çiçekler serptiği (Malesef çoğu zaman Maiden gölgesinde kalan.) müthiş bir solo kariyeri var. Dünyada bazı adamların yıldızı çok yüksektir, star hamuru vardır, yaradılıştan şanslıdır falan bunlar. İşte Bruce bence tam olarak bu adamlardan. “Iron Maiden” kariyeri olmasa da (Belki bu kadar değil.) rüyaları süsleyecekmiş Bruce abimiz. Tam da bu sıcak Temmuz ayının ortasında, tepede çok güzel bir dolunay (neredeyse) varken, (Bruce buna konuşmalarında çok değindi herif tam bir “ay” aşığı.) bu geri planda kalmış solo kariyerin ilk Türkiye konseri için Küçükçiftlik park’ta (KÇP) yerimizi aldık. “Kçp” içerisinde “Megadeth” konserinden beri bazı gelişmeler olmuştu. Bahçe alanı bu sefer konsere dahil edilmemişti, Sahne önü ve Normal girişler aynı kapıdandı. Hem arkada hem önde “Merch” standları vardı, itemlar güzeldi, Wc düzeni hemen hemen aynıydı, “Vip” orada duruyordu, biralar pahalıydı falan filan..
Konser haftanın son gününe denk geldiği için yol, hava, civa muhalefetleri yüzünden malesef Bruce Dickinson’dan önce çıkan “Malt” grubunu kaçırdık. Uzun zaman önce bir kez izleyebildiğim 2006 çıkışlı grubun Performansının güzel ve keyifli geçtiğini duydum, umarım yakın bir zamanda tekrardan kendilerini izleme fırsatı yakalarım. “Kçp”ye gidilebilecek her yolu yaklaşık 20 senedir deneyimliyorum. Şehrin tam merkezinde olup ulaşımının bu kadar yorucu olması müthiş bir çelişki, tam bir dilemma. Artık piyasada taksi yok. Bu ihtimali geçtiğimizde elimizde toplu taşıma, tabanvay ve “Özel araç” seçenekleri kalıyor. Toplu taşıma ve tabanvay aslında birbirinden bağımsız gibi gözüksede birbirine bir o kadar bağlı. En yakın toplu taşıma durağına ulaşmak için bu sıcakta hatırı sayılır bir yol tepmeniz gerekiyor. Son kalan “Özel araç” seçeneği “Kçp” için en iyi fikir diyebilirim. Eğer çok içen birisi değilseniz yada şöförlük yapacak bir arkadaşınız varsa atlayın arabanıza, açın klimanızı, müziğinizi “Kçp”nin hemen karşısında eski “Opel” servisi yıkıntıları arasında ki yeni “İspark”a doğru devam edin. Günümüz şartlarına göre otopark’a çok birşey vermiyorsunuz yüz-yüz elli, yarım bira parası yardırın. Trafiği biraz daha arttıralım. Zaten İstanbul trafiğinde hiçbir koşulda hiçbir yere gidemiyoruz bari serin serin duralım. Karbon emisyonları, küresel ısınma, hava kirliliği amaan geçelim… Dünya kimsenin umrunda değil, kimsede Dünyanın umrunda değil. Doğa dengede, “Road to Hell!”
Bira demişken konser öncesi acık içelim tabi. Ana kırmızı kapıdan içeriye girdiğimiz gibi bar sırasına geçiyorum. Etrafa şöyle bir bakıyorum ortam güzel. Bütün dinozorlar bir aradayız. Arada bir ufak tefek gençlik kıpırtıları ve buna tam tezat giden elleri yelpazeli bir yaşlı hareketide yok değil. Sonuç olarak Sahne önü full kapasite, normal bölüm arkalara doğru boş olmak üzere hınca hınç dolu. Sürekli sıcaktan bahsediyorum ama bu seferde gerçekten çok sıcaktı be kardeşim.. Durduğum yerde duş almışa döndüm, arada bir hava esince beynime kan gitti onun dışında uzaktan kumandalı robot modunda takıldım. Müzik, sanat bu yüzden var dercesine, geri kalan bütün düşünceleri unutturur şekilde Bruce Dickinson grup arkadaşları sahneye çıkıyor ve introlar başlıyor. İkinci şakıya kadar ben bar sırasındayım tabi biramı bırakmam. “The Invaders” ve “Toltec 7 Arrival” sonrasında Bruce baba “Accident of Birth” ile yıldırım gibi sahnede. Bu anlatı için “Gibi” lafı fazla bile olabilir. 66’lık Bruce (Son İstanbul “Iron Maiden” konserinden beri yüzü epey yaşlanmış ama aradan 11 sene geçmiş.) sahnede bir an bile durmuyor, koşuyor, oynuyor, zıplıyor! Grup arkadaşlarıda performanslarıyla Bruce’a eşlik ediyor ama inanmazsınız hiçbiri Bruce kadar enerjik ve istekli değil. Bu adam tam bir enerji bombası since 1958!
Bruce Dickinson sahneye öyle bir çıkış yaptıki aklıma direk 2002 “Rock in Rio” “Iron Maiden” performansı geldi. Bruce sahneye yine zıplayarak, ışık hızıyla çıkmıştı, üzerinde yine bu akşam giydiği gibi mavi bir kot yelek vardı. Bu kombin milenyumda çıkan “Iron Maiden”ın “Brave New World” albümü fotoğraf çekimlerinde Bruce’un üzerinde olan kıyafetlerdi. Yeni solo albümü “The Mandrake Project” için Bruce yine benzer bir seçim kullanmıştı, beni nostaljiye bağlamıştı. “Abduction” çalındıktan sonra “Laughing In The Hiding Bush” ile Bruce partisi başlıyor. Bu konser genel olarak parti havasında geçiyor. Şarkılar ve grup arada ki nadir düşük tempolu parçalar hariç gerçekten çok eğlenceli, enerjik. “Hard Rock/Heavy Metal” “Soundları” tadında bulduğum Bruce’un solo projesinin “Iron Maiden”dan keskin farkları (tabiki Steve Harris faktörü ve Bass etkisinin o kadar yüksek olmaması dışında.) daha eğlenceli bir tarzın olması, daha az “Epik” olması, seyircinin eşlik edebileceği uzun pasajların azlığı vs. diye özetlenebilir. Bunun dışında Bruce ekibinin sesine bile Maiden’ın sesçisi bakıyor. “Iron Maiden” “Sound”uyla benzeşen çok fazla öğe var bu bir gerçek.
“Jerusalem” ile ilk düşüşümüzü yaşıyoruz. Bruce şarkı öncesi uzun bir anlatı yapıyor. Adam konuşurken bile enerjik. Seyirci iletişimi konusunda bölüm sonu canavarı. (Bir röportajında konser alanının en arkasında duran herife “hey sen” deyip ona seslenebilirim demişti. Dediğini her zaman yapar.) “Biritiş” aksanlı kahramanım, bir “William Blake” şiiri olan eseri seslendirmeden önce “Iron Maiden”ın (98 Blaze Bayley zamanlı Harbiye konseleri hariç.) Bruce Dickinson ile ilk kez geldiği “Sonisphere” festivalinde yaptığı konuşmaya benzer mesajlar veriyor. (Hangi dine inanırsak, inanalım, kim olursak olalım, Hristiyan, Musevi, Müslüman, Jedi, Ork, Hobbit hepimiz kardeşiz vs. Bunu 2011 “Sonisphere”de “Blood Brothers” çalınmadan hemen önce söylemişti.) Güzel bir dinleti, barış kardeşlik mesajları ve “William Blake”ten sonra Bruce’un yeni albümü “The Mandrake Project”ten “Afterglow Of Ragnarok” dinliyoruz. Bence günahıyla sevabıyla tam bir “Iron Maiden” parçası kıvamında. Aztek, Japon derken koy olası bir “Viking”, “Norse” temalı Maiden albümünün ortasına bu şarkıyı yemin ediyorum sırıtmaz. “Chemical Wedding” ile eylencenin dozu giderek artarken Bruce “Tears Of The Dragon”u araya sokarak bizi yine manyak ediyor, duygudan duyguya sokuyor. Belki de Bruce’un solo kariyerinin en bilinen şarkılarından olan “Tears Of The Dragon” Bruce’un söylediğine göre “Hellfest”te süre sıkıntısı yüzünden çalınamamış. Pek festival işi değilsin zaten sen babam sığamazsın oralara. Gel bize tek başına sabaha kadar çal, söyle başım üstüne.
“Resurrection Men” ve “Rain On The Graves” yeni albümdeki sıraları değişmiş olarak peşisıra çalınıyor. Ben Bruce’un son albümünden çok memnunum. “Afterglow Of Ragnarok”ta olduğu gibi bu iki şarkıda keyifle dinlenebilen, Maiden dinleyicisinin kolaylıkla aşina olabileceği güzel eserler olmuş. Albümü uzun bir yolda baştan sona açın dinleyin, akıp gidiyor. Yeni albümden sonra geçmişe geri dönüyoruz “Frankestein” başlarda sıcağın etkisiyle beklediğimden düşük olan seyircinin reaksiyonunu kademeli olarak yükseltiyor. Hemen herkes şarkılara eşlik ediyor. Bruce canavarını yaratıyoruz! Kehanetler, büyücülük, hokkabazlık gibi konulara uzun yıllardır kafayı takmış olan Bruce (Hatta yanlış hatırlamıyorsam “Iron Maiden”ın geleceği konusunda Steve Harris ile yaşadığı en büyük tartışmaların kaynağı bu tarz temalardı.) “The Alchemist” ve “Darkside Of Aquarius” arası bir yerde delilik çıtasını zirvelere koyuyor. Hayatımda ilk defa bir konserde böyle bir enstrümanın çalındığını görüyorum. Aletin ismini tam olarak bulamadım ama korku filmlerinde kullanılan bir tür rezonans çubuğu diyebilirim. Bruce bir orkestra şefi gibi elini yaklaştırıp uzaklaştırdıkça aletten farklı, büyülü, perili sesler çıkıyordu, Mandrake bizi hipnotize ediyordu.. Konser boyunca Bruce Dickinson, adını bilmediğim bu enstrüman dışında perküsyonlara da el attı. Yeni albümünde gitarda çalmış.. Yani adam sadece vokal, yazar, pilot, eskrimci, manav, bakkal, aşçı, uşak değil aynı zamanda çeşitli enstrümanlarıda çalabilen yetenekli bir müzisyen…
Mandrake gösterileri, hipnotik anlar, Bruce’un ecnebi tabiriyle “Goofy” sayılabilecek belki biraz Jim Carrey tadında “Hubidicubi” hareketlerinden sonra tam gaz “Road To Hell” burada yaşanan atmosfer görülmeye değerdi. Bruce ve ekip arkadaşları sahneye kısa süreliğine veda etmeden önce bütün enerjileriyle bu şarkıyı çalıp söylediler. Seyircinin çoşkusunu başta dediğim gibi bir parti havasında tutmayı başardılar. Bruce güle oynaya, şakayla şukayla sahneden indi, herkes bağırmaya başladı. Doymadık, doyamadık. Bruce’ta bu işin gayet farkında bir şekilde sahneye geri döndü. Konser boyunca ses gayet iyiydi. Adamlar ve hanım ablamız zaten çok iyi çalıyorlardı ayrıca iyide duyuluyorlardı. Belki davul biraz arkaplanda kalıyordu ama bunun dışında herhangibir sıkıntı yoktu. Bruce zaten mikrofonsuz bile sesini bizlere bir şekilde duyururdu. Bazı Maiden konserlerini izlerken Bruce’un sesi konusunda endişeye kapılıyorum ama ne kadar efekt kullanmış olursa olsun bu konserde Bruce bütün endişelerimi giderdi diyebilirim. Bir 66 sene daha sahnede kalıp şarkı söylemeye, en arkadaki seyirciye naber lan demeye devam edebilir. Hafif duygusal “Navigate The Seas Of The Sun” ve sonrasında “Book Of Thel” dinliyoruz.
“The Tower” klasiği öncesi Bruce ekip arkadaşlarını tanıtmaya başlıyor. Bu bölümlerde çok eğlenceli geçiyor. Bütün ekibi tanıyoruz, herkesi tek tek ellerimiz patlayana kadar alkışlıyoruz. Hem çok eğleniyoruz hem parti bitecek diye üzülüyoruz, iki süper duygu birden. Bruce’un ekip arkadaşları çok sıcak, samimi, yetenekli insanlardan oluşuyor. Güzel enerjileri seyirciye iyi bir şekilde geçiyor, hoş bir seda bırakıyor. Konserin son kısmını tekrar tekrar izlemek, dinlemek isterim öyle güzel anlardı. Farklı grupları, tarzları yazmak, konserlerine gitmek, yeni şeyler keşfetmek tabiki çok güzel ama insanın çocukluk kahramanını, neredeyse bütün hayatını geçirdiği insanı, insanları yazması, anılarını paylaşması bambaşka oluyor. (2010’larda Dorock’ta Maiden konuşurken gözlerimizin dolduğunu bilirim.) Bu vesileyle Bruce Dickinson konserinin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese kocaman teşekkürlerimizi sunarken, yakın zamanlı bir “Iron Maiden” konseri beklentilerimizi tekrardan kendilerine iletiyoruz. Dilek ve teşekkür faslını geçtikten sonra gurur tablomuza geliyoruz. “As bayrakları as!” Bruce sahneye son kez veda etmeden önce kendisine verilen Türk bayrağını tutuyor ve uzun süre bırakmıyor! Son dönemde yaşanılan tatsız olayların üstüne Bruce göğsümüzü kabartıyor. İşte adamın dibi, işte idollerin kralı! Bir gün bir yerlerde muhakkak tekrardan görüşmek üzere adamım! Seni çok seviyorum/z!
2 notes
·
View notes
Text
kurtuluş son duraktaki öğrenci evimiz. ecevit birkaç ay önce vefat etmişti. okulu 6. senemde ancak bitirebilmiştim, işsizdim. işli olma iradem de yoktu açıkçası. bütün gün yatakta ayaklarımı izliyordum. ayak baş parmağımın tırnağı keşke mini bir ekran olsa da haberleri, maçları falan ya da ne bileyim lost’u oradan izlesem diyordum. yaklaşık 12 gündür evden çıkmamıştım. stres, depresyon, belirsizlik, parasızlık, kaygı ile egzamalarım müthiş coşmuştu. özellikle kafa derimdekiler artık çubuk krakerin üzerindeki tuzlar gibi çıkıntılı bir yapıya dönüşmüş, artık kafama batacak hale gelmişti. sürekli kafamı yolup kuru kabukları biriktiriyordum. aynı dönemde evi karıncalar basmıştı. limon koyduk, sarımsak koyduk, tavır koyduk, ne koyduysak gitmediler. evden çıkmadığım için tüm gün izlemeye başladım. acıdım sonra, bunlar açlar fakirler… çoğu da işsiz gibiydi. bir gün uyandığımda karar verdim, kafamdan yolduğum egzama kabuklarını onlara sunacaktım. sundum. hepsi cumhurbaşkanımızın oyuncak dağıttığında halkın girdiği hal ve hareketleri sergilemeye başladı. egzama parçasını alan elleriyle havaya kaldırıp zaferle kafa kabuğumu evine götürüyordu. bu böyle uzun süre devam etti. kim bilir kaç karınca çocuk, kaç karınca aile kafa derimle karnını doyurdu, mutlu mesut yatağa girdi. bazen üzüntülerimiz, hayatsızlığımız başkalarına yaşam kaynağı olabiliyor. ama öyle ama böyle, acılar dönüp dolaşıp tatlı zamanlara buruk ve mayhoş bir tat verebiliyor. bir de sokağımızı ele geçirmiş bi köpek sürüsü vardı o dönem. tüpçü ertekin abi “aslında insan idrarına gelmiyormuş bunlar” demişti. evde çok bira içildiği zamanlara dair bir gece hatırlıyorum; tüm gece beşlik pet şişeye işemiştim. saat gece 1 gibi yarıya kadar dolmuştu şişe. o zamanki sevgilim aramalarıma cevap vermiyordu. mesaj da atmıyordu. galiba ayrılmıştık. ani bi kararla çıkıp ağlayarak tüm sokağa çişimi dökmüştüm. hayat o zamanlar iyi değildi…..
ozan akyol - nahımı alırsınız, 2007, istanbul, feminen yayınları
9 notes
·
View notes
Text
kocaman bir yangını bir sise suyla söndürmek gibiydi seni sevmek. kalbim hep kucuk kaldı sanki, ellerim hep yaraliydi. seni sevmek canımı yaktı, kaldırıp duvarlara fırlattı,basimi ağrıtti. ben senin gül bahcelerin değildim, ben egretiydim, hic sevimli olmadim. senin olamadım belki ama birilerinindim hep, kendim olamadim. sevmeyi bilmiyorum ben sevgilim; kalbin yosun tutmus, cozemiyorum. ulasamiyorum en derinine, gozlerine bakmaya dahi dayanamiyorum. ben sadece acilara gebe bir anne gibiyim sevgilim. hani gece beste acilan o ucuz bira gibi. başını yasladigin o soğuk mermer ve ondan daha soğuk olan ellerin gibi. insan hissetmek istiyor bazen dünyanın agirligini yasadigini kanitlarcasina. seni sevmek bana yasadigimi hissetirmisti. biraz yorgunum ben bilirsin, takintilarim var. yine de gel son bir kere dinleyelim sarkimizi. bari umutlarimiz olmadan bakisalim.
9 notes
·
View notes