#neyse ki babası evde……
Explore tagged Tumblr posts
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/6276fd4c93a85b5e9a2d06fff02ecf26/a5d74e4cc759b1cc-6c/s540x810/4e3847718054007e04210009f87c764da8d92364.jpg)
günaydın.
ali’den önce uyanmayı çok seviyorum ama ali de tam ben kitabın başın oturduğum anda uyanmayı çok seviyor 🤡
9 notes
·
View notes
Note
trabzonsporlu Randy
KESİNLİKLE CANON
SAYFANIN TRABZON LORE U VAR GEÇENLERDE BİR HEMŞERİMLE HAMSİ HAMSİYE BUNU TARTIŞTIK HATTA (asteriks koyduğum yerler onun fikriydi)
memleket ve takım headcanonlarını saycam şimdi öhöhöh
randy angaralı ama tarbzonspor kitlesini aşırı benimsemiş durumda
sahalara atlıyor elinde sandalyeyle koşuyor
götünde fişek patlatıyor
61. dakikada çıldırıyor
yüz taşak kendini bordo maviye boyuyor*
hakemi dövüyor
aziz yıldırımdan nefret ediyor
trabzonspor müzesine gidip 2012 kupasının olası gereken boş büstün yanında foto çekiniyor tripli captionlar atıyor
fenerliler dni kjpfreojprvpohvrwpoj gidiyor kaleciye sövmek için karşı tarafın kalesinin arkasındaki koltuğu kapıyor*
tsli oyunculara topunuz olurum diye bağırıyor*
kanıt olarak bir tane beyzbol bölümü vardı orada zaten ne kadar agresif bir taraftar olduğunu görüyoruz
randynin stan e dans etmeyi öğrettiği bir bölüm vardı orada türk olsalar kolbastı öğretirdi stan e KESİNLİKLE ZORLA TS TUTTURURDU
randy öyle bir kaptırmış ki evde sürekli kazım koyuncu ve volkan konak çalıyor kyle stanin eve girince diyor ki amk ben ben bile bu kadar trabzonlu değilim
kyle da karadeniz müziklerinden mağdur çünkü kendisi trabzonlu ve ailecek geziye gittiklerinde aynı kazım koyuncu kasetini 6572657423657342 kere dinleme durumunda kalıyor
trt müzikçi sheila canon bu arada kendisi gidip karadenizli müzisyenlerin çıktığı programları kaydedip tekrar tekrar açıyor
evde sürekli hamsi pişiyor evde yedi yirmi dört çay demleniyor
ike çay sevmiyor sheila zorla çay içiriyor*
gerald marketlerdeki çayı sevmediği için kaçak kaliteli çay getirtiyor*
çay konusunda acayip seçiciler eve poşet çay sokamıyorsun o derece
kyle kaçak olarak papatya çayı içiyor kendisini ilaç kesmediği için
kyle da tam ben trabzonluyum diye ts tutmak zorunda değilim tmm mı diye geçinen gs taraftarı tipi var
CARTMAN FENERLİ BU ARADA
kyle fındık tarlasına üni parası çıksın diye gidiyor yanında kenny i de götürüyor*
kyle çok güzel istanbul türkçesi konuşuyor ama sinirlendiğinde sinir hastası doğu karadenizliliği tutuyor lazca küfretmeye başlıyor* (trabzon yöresinde çok laz yok biliyorum ama bunların uzaktan akrabaları artvinden trabzona göçmüş olabilir diye düşündüm)
kanıt olarak its a jersey thing bölümünü gösteriyorum eğer sp türk dizisi olsaydı bu bölüm kesinlikle trabzonu hedef alırdı
YA BİLDİĞİN BİZE HER YER TRABZONUN ABD PARALELİ YAŞANIYOR BÖLÜMDE ŞAKA GİBİ
kyle dönüşüm geçiriyor sarı yağmurluğu çizgili bereyi geçiriyor fjhhıeıajjjalfjjkdslldj
cartman kyle ı sinir etmek için ona arada temel diyor
doğum gününde hamsi kalem alıyor
kyle bunu dövüyor ama sonradan mürekkebi iyi diye o kalemi kullanıyor
içten içe uğurlu kalemi diye düşünüyor hatta*
bu arada alakasız ama kenny nin abisinin ösym kalemini tüm eğitim hayatı boyunca kullanması canon
kyle ıspanak yiycenni*
KYLE IN DOĞUM GÜNÜNDE MISIR EKMEĞİNE MUM DİKİP OKULA GETİRİYORLAR
cartmanın cartman finds love da kyle a mimoza çiçeğimi söylemesi fikri kabuslarıma giriyor ama buraya yine de yazacam
cartmanın memlekete gelelim bir de
şimdi liane izmirli ve cartman memleketim çok iyi diye herkesin memleketiyle istediği kadar dalga geçebileceğini düşünüyor
sonra jack tennormanin babası olduğunu öğreniyoruz
jack tennorman konyalı ngkrsşojvrsjoşre
(ya aslında yozgatlı da olabilir çünkü kızıl saçlı ve zamanında yozgata sürülmüş keltler de var ama neyse)
cartman o bölüme paralel bir şekilde babamı öldürdüm diye ağlamak yerine ben konyalı mıyım şimdi diye ağlıyor zırlıyor
kenny kesinlikle bjk li
çarşıcı kenny gerçek
kennynin memleketi tam kestiremiyorum tunceli olması komik geliyor ama ankara mamak headcanonu da çok sarıyor beni of
wendy sadece milli takımı tutuyor ve kendisi volaybol izlediği için kadın voleybol takımlarına daha ilgili
wendy ankaralı sürekli tren kullanan eryamanlı havası alıyorum
stan çankaya bebesi
craig ve tweek fenerli zaten fenerli logosu gibi geziyorlar amk
sivaslı craig gerçek
tweek istanbul fatihli
butters takım tutmuyor cartman ona soğan diyor bu yüzden
butters bursalı yüzde yüz eminim yemin ederim ama kanıtlayamam
bebe izmirli ve takım tutmuyor
tamam fikirlerim tükendi bu kadar
trabzonlu admine iyi denk geldin bütün bilgimi döktüm buraya anonsu inş beğenirsin
#ask#türkopark headcanonları dvslşjdsbonldbs#çok yardımı dokunmuş canım hamsime teşekkürler bir tanesin
17 notes
·
View notes
Text
Bu bayrama fazlasıyla buruk girmenin hüznü var içimde. Bayramlık yok , evde yapılan börek baklava yok , arife günü gidilen mezar ziyareti yok , bayram temizliği bile yok en önemlisi ailem yanımda değil. Bunların tümü zate ailem yanımda olmadığı için neyse ki geçici bir şey. Rabbım annesi babası olmayana sabır versin.
10 notes
·
View notes
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/9a5c9b29bced049bb48297e9fdc5142c/0727f1c42e759a4b-e2/s540x810/5dad4e6e099adac869b78dcf410b9195d8abd411.jpg)
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/59fa7bf3a36abdb59fab9b69e030c29f/0727f1c42e759a4b-83/s540x810/5ef7b6807610f03f378a3d4fef66f6ecfc1e5368.jpg)
Evde birkaç gündür tadilat var. Tadilattan dolayı yine evdeki kitapları nereye koysak napsak sorunu ortaya çıktı. Bizim evde bu kitaplar her yıl zaten bir gündeme geliyor. Benim her iki dedem de çok kitap okurlarmış ve ikisinin de çok çok fazla kitabı var. Bu kitapların çoğusu da Arapça Farsça Osmanlıca. Lakin bizim o kitapları anlayabilecek bir tahsil durumumuz yok. Kitaplar değerli kitaplar belli içlerinde el yazmaları filan da var. Bu şekilde kocaman 15 koli kitap var. Okusak anlamıyoruz, koyacak yer bulamıyoruz, versek kıyamıyoruz. kitapları incelerken annemin babası olan dedemin kitabı okuduğu güne o günün takvim yaprağını koyduğunu fark ettim. Gözlerim ışıldadı resmen. 1962'den 2002'ye kadar çeşitli tarihlerin takvim yaprağını buldum. O kadar çok sevindim ki anlatamam. Benim de artık bir koleksiyonum var dedem sağ olsun. Teşekkür ederim dedoş nurlar içinde yat. Bu kadar tarih arasında benim doğum tarihime ya da böyle takvim yaprağını hediye edebileceğim kişilerin doğum tarihine hiç denk gelemedim :") üzücü. Yine de hediye edebileceğim birileri çıkar belki.
İşte takvim yapraklarına bakıp düşünürken haftaya bugün sınavın olduğu geldi. Yani o kadar çok sınava girdim çıktım ki artık bir heyecan hissedemiyorum. Ama inşallah güzel bir sonuç alırım. Haftaya bugün içim rahat bir şekilde tez çalışmalarına başlayabilirim. Çünkü ben artık yoruldum ya girdiğim sınavları kazanamamaktan. Her seferinde yeniden başlamaktan, yeniden başlamaya kendimi ikna etmekten. Bu sefer elimden geleni pek yapamadım ama şu son günlerde çabalıyorum. Hakkımızda hayırlısı ne diyelim. Bu yazıyı da böyle bitirmeyi planlamıyordum ama neyse.
3 notes
·
View notes
Text
evde hapşurunca kimse çok yaşa demez bana, ama o bana kendimi değerli hissettiriyor geceleri lol oynarken bile bana yazıyor sabah olunca günaydın mesajı atıyor nasıl oldugumu ne yaptıgımı soruyor çicegim ,balım,bebeğim ne guzel hitap ediyor bana daha önce ki manitalarına da böyle iltihaflar etmiştir sevmeyi onlardan ögrendi belki de unutamadığı bi aşkı var unutmak için farklı bedenler de hep onu aradı oyle iştee kafam karışık bi dünya hayatın uçundayım bi yanımda ip diger yanımda sandalye var birini seçicem yukarı cıkmak için ya da ikisini de alıp elveda dünyaaa bu sana son bakışım son nefesimm en sevdiğim sarkıyı dınlerım ki kararsız kalırım ikizler burcuyumm off yaa keşke kendimolsam kendimi gerçekleştirebilsem var ya hayatın içinden geçicm ben insanın en derinlerinde neler yatıyor hazinesi nedr zaafı hepsini biliyorum mesela konustugum cocuk ailesini sevmiyor ama muhtaç kendi ayakları uzerınde durmayı ogrenmiş gec ve de zor olmuş ama olmuş kendiinden kaçıyor ondan sarkılarda buluyor kendini ve de maddelerde ozellıkle haplarda keske ankara da yaşaşam belki ankarayı kazanırım kazanıp gitcem 5 yıl yokum hayatımı yaşıcam sıgaranın birini yakıcam digerini söndürcem en guzeli de yasıcam lan amk insanların bybyy 2025 pinterest manıfest yaptım gidiyorum istanbuldan ankaraya tasınıyorrum para babası ouyorum para bana akıyor koyacak yer bulamıyorum dilimi geliştrip jamaika ya gidiyorum keske kaptan olsaydım sonsuz derin mavilik ulke ulke gezıyorsun neyse dagıtmayak jamaıka hındıstan geziyorum meslegımı yapmak için kanada torontoya yerleşiorumm off annemi babamı hepsinin pasaportunu cıkartıp arada geliyolar paraya para demiyorum para benim iiçin onemsiz bi kagıt parcası yaşamaya bakıyorum alanımda prof bi hekimim amelıyatlara giriyorum cok calısıyorumm cokk denizi de bıraktım o aşkı hep başka kızlarda aradı belki ankarada biriyle tanışıırm kafamız uyuşurr bi bebem olur kız olsun ankarayı kazanmısım hayallerimm grcek olduu sevinçten havalara ucuyorum karıyer planlarımm var yaa bi erkege zaman ayıracagına karıyerıme yonlenmişim firmada calısıyorumm 222 777 deniz benim için istanbua geldi oyku orspsusundan ayrıldı kıskanç karı hiçsevmedimm mahalle karısı gibi afedersin egoistiin tekii denizin bilinç altına girmiş denizi seviyorum ama platonikk 4 yıl oldu kaç kere denemdim olmadı var bii nasip asko hadı by çicegim dedi bana yaaaaeridimm
0 notes
Text
Tarih 25 Haziran 2023 Pazar
Saat 03.09
Evet bugün anksiyete yok bugün sadece içimi dökmek istiyorum.
Ailemdeki kişiler hakkındaki düşüncelerimi buraya yazacağım hepsinin nasıl insanlar olduğunu onlar hakkında ne düşündüğümü her şeyi yazacağım bir gün bu yazdıklarımı görürlerse eğer söylüyorum bunlar gerçekler :)
~BABAM~
Babam her zaman her koşulda herkese karşı annemi savunan bir adamdır asla beni haklı görmez ama beni sadece anneme karşı değil hiç kimseye karşı haklı görmez onun için hep ben suçluyumdur hep benim kusurum vardır her konuda annemi savunması aşırı sinir bozucudur. Her konuda kendi duymak istediğini duyar başkasının dediğini umursamaz taki o kişi babamla aynı düşüncede olana kadar işte o zaman haklı der :) Anksiyetem olduğunu anlatmıştım bilirsiniz babam anksiyetem olduğu için ne zaman başıma bir sağlık sorunu falan gelse her zaman kafanda kuruyorsun bir şeyin yok evde duruyorsun ondan oluyor bunlar falan der kolay kolay bir şeyim olduğunu veya hasta olduğumu falan kabul etmez. Kardeşimi çok sever ve ona asla kıyamaz ona hiç vurmamıştır mesela ama bana öyle değil :,) Bana her zaman okumazsın dedi senden bir şey olmaz dedi galiba haklı çıktı benden hiç bir şey olmaz bomboş gereksiz bir insanım.. Ve babama çok sinirliyim çok kırgınım.
~ANNEM~
Annem bencildir bana karşı yine dediğim gibi bir sağlık sorunum olsun asla ilgilenmez panik atak geçirdiğim dönemlerde gece fenalaştığım da falan asla gelip bana yardım etmedi aksine bana vurdu ve beni dövdü.. Annem için her zaman annesi, babası ve kardeşleri önemlidir onlar için bizi silip atar yani ama haberi yok ki onlar annemi hiç önemsemiyorlar anneannem doğum gününü bile kutlamadı :) Bir annenin kızıyla ilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü onu hayata hazırlayacak olan o dur bence ama benim annem öyle değil ne zaman yanlarında otursak tamam hadi gidin der hep kovar bizi neden? Kocasıyla vakit geçirmek için. Bir keresinde işte eve geldiğim de sırf ayakkabılarımı 5 dk sonra kaldırmak istediğim için beni tekme tokat dövdü.. her zaman hıncını benden çıkarır çünkü ve bundan artık çok sıkıldım… Her ne olursa olsun annemi sevemiyorum sinirliyim, kırgınım ona ve bu geçmeyecek.
~KARDEŞİM~
Kardeşim her zaman arkadaşlarını benden daha ön planda tutmuştur onun için herkes çok önemlidir ben dışında bana sadece işi düşünce gelir her zaman kızar bağırır azarlar sesini yükseltir ve ben böyle hareketler yapınca sinirlenirim ve ona bağırırım veya vururum ve ona vurunca herkes benim üstüme gelir.. Kardeşimde annem gibi bencildir sadece kendini düşünür hep ben der her zaman en mükemmel kişinin kendisi olduğunu sanar ama asla öyle değil tabiki o mükemmel falan değil sadece egoist :) Herkes onu çok sever o insanlara köpek muamelesi yapmasına rağmen insanlar onu çok sever onun her şeyi yapabileceğine en başarılı insanın o olacağına inanırlar benim içinse hiç bir şey olamaz derler insanların kafasında çok zıttız o her zaman mükemmel ama dimi :) Her neyse yine de ona çok kırgınım çok dargınım sonradam tanıdığı insanları benden daha çok sevmesi zoruma gidiyor sadece bu kadar..
Diyeceğim o ki ben her zaman başarısız bir insan gibi hissettim bilmem belki de cidden öyleyimdir belkide değilimdir ama açıkçası artık iyi veya başarılı bir insan olduğumu bırakın insan olduğumu bile düşünmüyorum:) Galiba gitmem gerekiyor~
0 notes
Text
OHAL insanın kendine yakışanı ilan etmesidir! *
2020’nin ilk yazısından sonra pek çok kere yazı yazmaya niyetlendim ama kimi zaman sadece niyet etmek yeterli olmuyor ve eyleme de geçmek gerekiyor. Ben de hayatın biraz daha yavaşladığı bu günlerde belki daha çok yazarım ve daha çok okurum diye düşünüyorum. Ve başlıyorum…
Buyursunlar mı efendim? Buyurdum bile mirim Kendimi eve kapatalı 16 gün oldu, bu esnada bir defa eczaneye ve fırına (ekmek almak gerekiyordu artık) gitmek dışında dışarıya çıkıp insanların bulunduğu ortamlara girmedim. Bir de Dunç Bey’in ailesi bize bir şeyler getirdiler (temiz iç çamaşırı, birkaç karton sigara değil tabii ki) ve kendilerini, arabadan bile indirmeden bagajdan alacaklarımızı alıp gönderdik. Ben ailemle aynı şehirde olamadığım ve daha ne kadar süre göreceğimi bilemeden otururken bir yandan aileyle aynı şehirde olmanın da bir anlamı olmadığını gördük. İnsanın annesi ve babası geliyor ve onlara sarılamıyor… Gerçi ‘kolonyanızı ve duanızı eksik etmeyin’ öğüdünü duyduğumuzdan beri ‘sağlıklı olsunlar da bizden uzak olsunlar, çok şükür halimize’ demekten öteye geçemiyoruz. Ülkemizin son zamanladaki politik duruşu nedeniyle evde tevekkül** sözcüğünün anlamı üzerine bol bol konuşur olduk. Ve yine de bağzı büyüklerimizle aynı anlamda kullanmadığımızda hemfikir olduk.
Uzun lafın kısası koronavirüslü günlerde evden çıkmıyoruz. Sevdiklerimize bu işin ciddiyetini anlatabilmek için oradan buradan duyduğumuz yaşanmış ya da şehir efsanesi olmuş hikâyeleri anlatıyoruz, yeri geliyor tehdit ediyoruz (Gazi Apartmanı’nın 3. kat sakinleri bu laf sizeydi =), takip ettiğimiz kadarıyla edindiğimiz bilgileri derleyip toplayıp çıkmaza giren endişeli annelere ve sıkılgan kocalara aktarıyoruz (Gölet Ailesi bu da sizeydi), en sevdiklerimizin en azından bir arada olmasına seviniyoruz (Ankara’nın çiçeği burnunda çifti selamlar). Yani aslında önemsediklerimizin iyi olduklarını gördükçe, duydukça derin derin nefes alıyoruz. Ciğerlerimiz, şimdilik iyi durumdayken nefes almanın tadını çıkarıyoruz.
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/a78e3714a2585563272beff8c5ded6d3/b393903f40bd0e46-73/s540x810/fcb3decf9f6ea0dc373087929037432645fd3941.jpg)
Günler de bir şekilde geçiyor be gülüm… Çeşitli zamanlarda ve hâlihazırda evden çalışan biri olarak hayatımın akışı büyük darbeler almadı, tabii şimdilik. Hani, sıkıldığını tüm sosyal medya hesaplarından bağıranlar var; ‘karantinada bilmem kaçıncı gün’ diye gün sayanlar var, düz duvara nasıl tırmanacağını düşünenler var… İşte, ben henüz o noktaya gelmedim neyse ki… Bu sıkılgan arkadaşlara da şunu demek istiyorum: “Durun, daha yeni başladık!” Akşamları sahile inemiyorum, yoga dersleri iptal, pedala kuvvet diyip Veledrom ve Fenerbahçe arasında mekik dokuyamıyorum, kültürel aktiviteler zaten yalan oldu ama bunlardan herhangi biri için üzülmeyi ya da hayıflanmayı inanılmaz şımarıkça buluyorum. Pollyannacılık yapmak istemem ama her gün sayılarla andığımız ölen ya da enfekte olan, cenazesi bile yapılamayan onlarca hatta yüzlerce kişinin bir zamanlar bizim gibi yaşayan, canlı, nefes alan insanlar olduklarını unutmamak gerek. Bu insanları sadece bir sayı gibi düşünüyoruz sanırım. Soyut âlemde rakamlar bir araya geliyor, bir de yanlarına inanılmaz yıkıcı bir sözcüğü alıyorlar ve ortaya çıkan cümleyi bence yeterince anlamlandıramıyoruz. Örneğin; 31 Mart’ta İtalya’da 837 kişi öldü (***). Bu cümle bizi derinden etkiliyor ancak; o ölümlerin hastaneden çıkışını, cenazelerini, son anlarını görmediğimiz ve bütün bunları hayâl etmekten bile korktuğumuz için pek de anlam ifade etmiyor sanki, ne dersiniz? O yüzden burada artık dayanamayarak kamu spotu veriyorum: #EvdeKal ! Ve sosyal medyada gördüğüm şu çok tatlı meme’i buraya ekliyorum:
Hayatım olmuş işler güçler peh peh peh Ben bu süreçte işlerime devam ettim, açıkçası inişli çıkışlı bir ilişkiye sahip olsak da patronuma pek çok açıdan kendi kendime teşekkür ettim (kendisiyle ilişkimiz cıvıklık ve sevgi pıtırcıklığı kaldıramayacak bir boyutta olduğu için bizzat kendisine söylemenin hiç lüzûm yok). Ve bol bol düşündüm. Ama her şeyi düşündüm gençler! ‘Doğa bizden öcünü alıyor’ dedim, ‘onca çocuk açlıktan ölürse olacağı buydu, Allah bizim belamızı verdi’ dedim, ‘bak görüyor musun bu sayede iyi olan insanlar gerçek anlamda ortaya çıkacak’ dedim. Daha neler dedim neler… Tam olarak içimdeki anneanneyi dışa vurdum. Ama zaten insanın iç hesaplaşması, bizlerin burun kıvırdığı anneannelik bilgeliğini gerektirmiyor mu biraz da?
Son günlerde ise kendimi “şu günler geçsin bundan sonra hiçbir şeyi ertelemeyeceğim” derken buluyorum. Bu noktada Dunç Bey biraz benden korkuyor çünkü Sevgili Ustakun ile de anlaştık, bu günleri atlatır atlatmaz birer köpek evlat edineceğiz. Tabii bazı titiz arkadaşlar durumdan rahatsız. Pek yüz vermiyor, gerçekten başımıza geldiğinde olay, ‘ya ben ya o’ der diye korkmuyor değilim; ama şirinliğimizi kullanırız minnoş arkadaşla diye umuyorum. Sonra ‘hayâldi, gerçek oldu’ dememem için hiçbir nedeni olmayan isteklerim var; yazmak üstüne, yaşamak üstüne… Çünkü gerçekten de hayat pek hesap kitap olaylarına gelemiyor gördüğümüz gibi. ‘Carpe diem’cilikten bahsetmiyorum burada; ama erteleme eylemini galiba yaşamamızın tekerleği yapmanın da bir anlamı yokmuş. Ben ki denemekten, işin içine girip debelenmekten asla kaçınmayan biri oldum hep. (Kişisel reklam harcamamı tam da bugünler için ayırmıştım: Boşuna bir yandan sitelere, dergilere içerikler üretirken bir yandan sosyal medya hesabı yönetmiyorum. Aynı zamanda ürün ve bebiş fotoğrafları çektiğimden, çocuk kitabı editörlüğü ve internet sitesi yaptığımdan da bahsetmiş miydim?) O zaman neden erteledim bunca zamandır? Nihayetinde Ay’a gitmeyi, Mars’ta yuva kurmayı planlamıyorum. Bir Ege kasabasına yerleşip zeytinyağı üreteceğim hepi topu. Şaka şaka… İşte, evin bir odasını karanlık oda yapmak olsun, çocuk kitabı yazmak olsun var değişik planlar…
Düşüncelerden düşünceler beğenmemin bu şekilde sonlandığını düşünüyorsanız tabii ki de yanılıyorsunuz! Çok şükür normal koşullarda da biraz ikircikli oluşumla ve biraz da tecessüsümle bilinen biriyken; hayatın yavaşladığı şu günlerde ayarlarımda ufak değişiklikler de oluyor. Meselâ şu ara TDK’ya iyice sarmış durumdayım; ‘şapkaları attınız da çok mu iyi oldu, imlâ kılavuzunda bu bilgiye yer veremiyorsan ben neye dayandıracağım yazdıklarımı’, ‘koronavirüs mü corona virüs mü corona virus mu’ gibi pek çok ilginç çıkmaza giriyor, heyecanlar yaşıyorum. Yakında TDK’nın geçmiş yıllardaki yayımlarından da yola çıkarak imlâ kuralları hakkında güncel bir el kitabı çıkarabilirim. Bekleyin!
Şimdilik bu son derece kişisel yazımı burada sonlandırıyorum. Bizim evde bücürler diyarından kopup gelen veletler olmadığı için fonda ip atlayan bir ufaklığın olduğu fotoğraf paylaşamıyorum ama sosyal medyada görüp de bayıldığım ve gülmemi engelleyemediğim birkaç görüntü paylaşayım. =)
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/49ef72e735d1ad76fb7719c2fd24aa3b/b393903f40bd0e46-c4/s540x810/2af44a4cb9f51041672627f3b4322d7b9baac3da.jpg)
Bücürlerinizin, köpüşlerinizin, büyüklerinizin, kısacası en sevdiklerinizin değerini bilin, söylenmeyin ve evde kalın!
(*) Pek Sevgili Hakan Bıçakçı kendi OHALimizi ilan etmemizi istediklerinde böyle bir tweet paylaşmıştı. Ben de bu yazıya daha iyi bir başlık bulamadım.
(**) TDK şöyle tanımlıyor: Herhangi bir işte elinden geleni yapıp daha sonrasını Allah’a bırakma. Umarım biz doğru anlıyoruzdur.
(***) Salgın ile ilgili güncel bilgileri alabilirsiniz: https://www.worldometers.info/coronavirus/ (31 Mart 2020)
0 notes
Text
Türbanlı Kaynanam Karımdan Daha İyi Sikişiyor! (Hasan 44 Y., İstanbul)
Selam ben Hasan. Sizlerle bir anımı ve halen yaşadığım olayı paylaşacağım. Bundan uzun seneler önce, Mamara Üniverstesi Eczacılık bölümünü okumak için İstanbulda idim. Ailemin maddi durumu iyi olduğu için bana İstanbuldan bir ev aldılar ve "Yurt köşelerinde rezillik çekme, okul bitince de evi ister satarsın, ister kiraya verirsin!" dediler. Okulda İzmitli bir kızarkadaşım oldu. Kız arkadaşımın ismi Sibel ve ailesinin maddi durumu iyi değildi, babası hasta yatalaktı, annesi de günlüğe gidip Sibeli okutmaya çalışıyordu. Sibel de okuldan 3 kız arkadaşıyla birlikte ev tutmuşlardı.
Birgün okula geldiğimde Sibeli ağlarken gördüm, "Hayırdır Sibel?" dedim. Babasının öldüğü haberini aldığını, İzmite gitmesi gerektiğini, fakat yol harçlığının olmadığını söyledi. Sibeli çok severdim, o da bana ilgi duyardı. "Yol parasını düşünme, hadi beraber gidelim!" dedim ve arabama atlayarak, tuttuk İzmitin yolunu. Eve geldik babasının cenazesi Sibeli bekliyordu. Cenezeyi kaldırdık ve 2 gün orada kalmaya karar verdik. Sibelin annesiyle, yani ilerde kaynanam olacak kadınla da orada tanıştık. Eve başsağlığına gelen giden derken, 1 hafta okulu astık ve orda kaldık. Bu arada müstakbel kaynanam 37 yaşında, türbanlı ama alımlı ve sexi bir bayandı. Devamlı ağlıyordu. Sibelle teselli etsekte, nafile susmuyordu, "Yalnız kaldım, ne yapacam buralarda!" deyip ağlıyordu. Sibel tek çocukları olduğu için çok düşünüyordu. Ben Sibele, "İstersen anneni de İstanbula alalım." deyince, "Ben burada kirayı veremiyorum, orada ne yapacağım?" dedi ve benim bilmediğim hususların olduğunu söyleyip, onun için bu işe karışmamamı istedi.
Neyse, Sibelle İstanbula döndük. Okuldu, dersti falan derken, bir akşam kapım çalındı. Açtım ki, Sibel elinde valizi kapıda ağlıyor. "Ne oldu?" dedim. "Kirayı veremediğim için arkadaşlar beni evden kovdular, tek sevdiğim sensin, elime geçtiği kadarıyla kirana yardım etsem beni yanına alırmısın?" dedi. "Bana kira vermene gerek yok Sibel, bu ev benim, rahatça okulun bitene kadar kalabilirsin, senden mutfak masrafı da istemiyorum. Bir kadın evine ne yapıyorsa sen de yap, yeter!" dedim ve yan odayı verdim. Sabah kalktım, Sibel müthiş bir kahvaltı hazırlamış. Yedik içtik okula gittik. Artık hergün birlikte eve geliyor, birlikte okula gidiyorduk, ama evde ayrı odalarda yatıyorduk, aramızda cinsellik seks yoktu.
Günler böyle geçerken, Sibel bir akşam benimle konuşmak istediğini söyleyerek, annesinin evde yalnız başına korktuğunu anlattı. Ben de, "Hallederiz..." dedim geçiştirdim. Akşam yemeğinden sonra erken yatmıştım. Nekadar uyuduğumu hatırlamıyorum, sikimde bir el hissettim ve uyandım. Sibel çırılçıplak soyunmuş, yatağıma girmiş, elini küloduma sokmuş sikimle oynuyordu. "Dur, neyapıyorsun?" dedim, ama nafile. Sibel ben yattıktan sonra, evde misafirlere ikram etmek için bulundurduğum yarım şişe Viskiyi içmiş, körkütük sarhoştu. O anda benim durumumda hangi erkek olsa siki kalkardı. Sibel koca götlü, iri memeli ve 1.60 boylarında bir afetti. Ben de artık dayanamayıp dudağından yapıştım, deliler gibi öpüşüyor, sevişiyorduk. Yarağımı ağzına alıp yaladıktan sonra, "Boz beni, senin kadının olmak istiyorum! Sik beni, karın yap beni!" deyince, altıma aldım bunu, birden amına kökledim ve Sibeli bozdum. Ateşli bir 15-20 dakika sikişmeden sonra da Sibelin içine boşaldım...
Kalktık duş alıp geldik, tekrar yatağa girdik. Ve Sibel yarağımla tekrar oynamaya ve yalamaya başladı. Yarrağım zaten hiç inmiyor, devamlı dik kalıyordu. Sabaha kadar Sibele 7-8 posta bastım ve döllerimi içine akıttım. Ertesi gün de ayık kafayla evlilik kararı aldık ve kimseye haber vermeden, 2 hafta içerisinde evlendik. Sibel artık resmen karım olmuştu. Evlenmemizin üzerinden 1,5 yıl geçmişti, bir çocuğumuz oldu, fakat fazla yaşamadı ve öldü. Bir çocuk daha yapmak istiyorduk, ama doktorlar karımın hasta olduğunu ve çocuk doğurmamasının gerektiğini söylediler. Sibel Rahim kanserine yakalanmıştı ve okulu bıramak zorunda kaldı. Durumu gittikçe kötüye giderken, artık annesine durumu anlatıp, annesini yanımıza almaya karar verdik...
İzmite gittim, kaynanamın borçlarını ve birikmiş kiralarını ödedim, İstanbula geldik. Kaynanam çok sevinmişti. Evde kaynanama bir oda tahsis ettik. Bu arada karımın hastalığı hat safayı aşmıştı, cinsel isteklerime karşılık veremiyor ve üzülüyordu. Ancak bazen kendini iyi hissettiği zamanlarda sikimi yalayıp boşaltabiliyor, bazen de bana, "Amıma alamadığım için özür dilerim erkeğim, seni dünyanın en tatlı şeyinden mahrum ettim!" diyerek, onun yerine götünü sikmemi istiyordu...
Sibel birgün bana, "Ben fazla yaşamam, ben ölürsem anneme sahip çık, gerekirse onla evlen, o benim öz annem değil!" deyince inanamadım, yalan söylüyor sandım. Fakat kimliklerini kontrol edince gerçeği söylediğini öğrendim. 2,5 ay sonra Sibelim öldü. Ölünce kaynanamla yalnız kalmıştık. Sibelin bana vasiyetini kaynanama anlattım. Kaynanam itiraz etmedi ve evlendik. Kaynanamı ilk gece sabaha kadar siktim, ama doymak bilmiyordu kadın. Sibel ateşli sikişirdi, ama kaynanam ondan daha ateşliydi, her gece pilim bitene kadar siktiriyordu kendini bana. Yalan yok, kaynanam türbanlı falandı, ama Sibelden daha iyi sikişiyordu, bilmediği sikiş tekniği, pozisyon yoktu. Kaynanam 44 yaşında ilk çocuğumuza hamile kaldı. Ve şuanda da 3 çocuğumuz var, birinin adı Sibel.
[Hasan]
117 notes
·
View notes
Text
Geçen gün kız arkadaşımla kavga ediyoruz ve duygularımı kontrol etmek için kanepeye yattım kulaklıkla sesli kitap açtım. Hemingway'in ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR!! kitabına vermeye çalışıyorum kendimi fakat olmuyor. Bir yandan can sıkıcı duygular bir yandan sevgilim geliyor bişi diyor falan. İspanyol iç savaşı, birilerini meydanda ortaya alıp sopalarla öldürseyie dövüyorlar. o arada moralim bozuldu yemek söyledim semtimizdeki AVMden. Sevgilimin dürtmeleri kızmaları üzülmeleri arasında cenin pozisyonunda uyuyakalmaya başlamışım, bir yandan kafamın bir tarafı bakırköydeki avmde, ispanyol kadın nasıl sopalarla dövdüklerini anlatıyor, bir anda kadın bakırköydeki avmde yemek reyonunda burger kingin önünde arkadaşıyla menülerini almış oturmuş iş yerinde olan olayı arkadaşına anlatan kadınlar gibi, rüyayla karışık o kitabın içinde anlatıyor ama ben onu bakıköyde avmde görüyorum gözümün önünde! uykuya dalmışım.
Psikoterapi rotasyonunu anlamamaya devam ediyorum, ben kendime üniversiteye yeni başlamış veya ünviversite son ama zehir gibi, biraz destekle hayatla başa çıkabilecek sosyal anksiyetesini vb yencek hasta profilini seçmeye çalışıyorum. Seçmek dediğim terapi günün var o gün normal gelen hastalar dışında kendi seçtiğin hastalara randevu veriyorsun. Neyse ben nezih profilden hastaları topladım ama mesela anksiyeteli anaokulu öğretmeni anksiyeteli dişçilik öğrencisi bir baktım hepsi başörtülü! dijital pazarlama yapan daha hipster olmasını beklediğim hasta bile sosyal medyaya yandaş medya tarzı bir şekilde girişmiş babası sağcı bir gastenin bilmemnesi! sonra bunu sevgili annemle konuştum anne dedim neden solcu insanlar devlet hastanesine gelmiyor mu devlete inançları olmadığından mı! anksiyeteli zeki üni öğrencisi dedin mi daha avrupai bir şey bekliyorum ben!
Ve yine bir şey bilmeden cinsel terapiye de başladık, bir yandan cinseli anlatıyor hocalar ama daha eğitim bir yere gelmeden hastaları vermeye de başlıyorlar, ve tabiki onlar da hepsi modern mutaasıp insanlar, neyse baktım ben bunlara ne terapi yapacağımı bilmiyorum laf arasında adının geçtiğini duyduğum sensate egzersizini yutubdan gugıldan araştırıp bir güzel anlattım, PArtnerini eni konu okşama egzersizi! siz dedim eve gidin bir güzel birbirinizi cinsel organlar hariç okşayın gelin. Onlar da çok memnun kaldı sonuçlar iyi oldu, zaten sonra eğitim devam edince öğrendim ki nonspesifik bir şekilde her türlü cinsel bozukluğa ilk bu egzersiz veriliyormuş! Tabi bir yandan vajinismus muhafazakar çiftleri gördükçe kendi çağdaş ilişkimi de seviyorum, çok çağdaş , cinsellik terapisi gibi bir yatak hayatımız var, sadece laubali hoişça vakit geçirmek ister misin bebeyim gibi seslenmeler, olayın taşak muhabbetine döndüğü konularda sorun oluyor. Küçükken MAsturbasyona nasıl başladınız dediğim bir hastanın oo bizim evde çılgın bir uydu çanağı vardı tuşa basınca uzayın geri kalanını çekmek için dönüyordu çanak kendi etrafında, adamın richi rich gibi bir masturbasyon hayatı varmış! hani 90lar çocuk filminde çocuğun porschesi falan olurya böyle çocuktan beklemediğin şeyler, yakışıklı çocuğun motoru olur falan adam gibi gezen küçük çocuklar.
Barmen olduğu için dinen günahkar mıyım diye takıntı yapan bir hastaya ise boş bulunup SONUÇTA PEZEVENKLİK YAPMIYORSUNUZ!?!
şeklinde son derece suçluluk duyduğum bir laf ettim, ki bundan o kadar urtanıyorum ki bu yazaıyı veya yazını bu kısmını silerim muhtemelen, ama sonra tesettürlü sosyal anksiyete dişçi hastam benim anlamsız çıkışlarımdan biri için özür dilerken yok kendinizi açıklamanıza gerek yok daha ciddi doktorların yanında anksiyetem artıyor sorun etmeyin dedi ve sevindim!
saçma çıkışım: bu hafta bir arkadaşını kahve içmeye çağırma ödevi vermiştim yapmış ama söylemedi ben sorunca söyledi dedim X Hanım hem de çok iyi geçmiş arkadaşlıkları ilerlemiş(insanlar yakınlaşırsak benden soğur sıkıcı olduğumu fark eder fobisi vardı kız buluşunca çok daha fazla ortak yanları olduklarını fark etmişler) şu anda türk psikiyatrisinin zafer anlarından birini yaşıyoruz nasıl söylemezsiniz! öyle coştum
bir keresinde de OKB hastası girdi oKBde şöyle klasik bir geyik var kızıma vurur muyum sevdiğim insanlara zaraar verir miyim vb takıntıları olan insanlar oluyor diyorsun ki SİZ VAR YA SİZ ŞEREFSİZİM BU KORKTUĞUNUZ ŞEYİ YAPACAK SON İNSANSINIZ OKB İNSANI ÇOK KAFAYA TAKAR AMA ASLA YAPMAZ!!! böyle yani sen varya altın kalplisin mi demeye getiriyoruz napıyoruz anlamıyorum her neyse bir adam geldi sevdiklerime zarar vermekten korkuyorum ama böylele yapışık gıcık bir tip pis pis sırıtıyor kızına zarar vermek de yani hanımını kızını iteliyormuş kızınca vuruyormuş ufak tefek okbden çok öfke kontrolü!!!
Şimdi bu adama da sen varya asla kimseye bişey yapmazsın demem lazım ama istemiyorum sen herkese vuracak bir puştsun demek istiyorum! bir yandan da anlattığım şeyleri anlıyor uygulamak istiyor falan ilgili. meğer takıntısı şeymiş siyah kuşakmış karate kursunda ölüm vuruşu öğrenmiş tartıştığı insanlara ölüm vuruşu yapmaktan korkuyormuş. böbürleniyor bana diyor ki işte bir insanı öldürmem çok kolay benim ellerim silah gibi "bakıyorum korktunuz doktor bey." bi gıcık oldum bi gıcık oldum
kafamda canlanan senaryo: hastaya masadaki bilgisayardan bir vidyo açıyorum vidyo şu 8 yaşındaki RUS çocuğu sibiryada nehir kıyısında ayıyla boğuşuyor 5 tonluk ayıyı boğarak öldürüyor!
sonra diyorum kibakın ne güzel vidyo ve ben bunu derken adam bir anda fark ediyor ki o çocuk benim! (çocuğun ufak bir özelliğinden fark ediyor ben olur yara izi bişi olur)
Bu arada evi taşıyorum, annem kamyonetçi bir adam bulmuş ama taşıyacak hamal yok, nasıl buluruz falan diyorum, annem diyor ki ya şu mahalledeki AVMnin güvenlik görevlilerine falan mı sorsak! güvenlikler annemi sürekli maskesini kapatmamış hes kodunu çıkarmamış vb şaşkınlığı yüzğnden durduruyorlar aralarında kısa konuşmalar geçiyor annem ya bu muhabbetler sırasında güvenlikleri sevmiş ve arkadaş bellemiş ya da o kadar çok şaşkınlık yapmış ki arkadaş olmuşlar, yani arkadaşı bellemiş güvenlikleri bence çok komik nakliyeci sormak için aklına tanımadığı güvenlik gelmesi
11 notes
·
View notes
Text
Mahallede beyaz tenli, dalgalı saçlı tek veledim. Tipim Amerikan filmlerinde uyuşturu satan mahalleye yerleştirilmiş beyaz çocuk gibi. Yaşım 12, 13 falan. Hiç unutmam okullar kapanmış, Temmuz ortaları gibi. Bizim üst mahalleye Yelda diye bi kız geldi. Sap sarı saçlar, yem yeşil gözler.. Mahalle maçında Yelda izliyor diye İbo diye bir çocuk, bayramlık takım elbisesinle kalecilik yapmıştı. Babası görüp sopayla dövdü. Saklambaç oynuyoruz, Yelda'yı bulan, herkesi söbeliyor Yelda nerde, biz orda. Yelda'yı söbeledi diye bebeklik arkadaşını döven bile oldu. Tam bir eve düşen yıldırım sendromu yaşıyoruz mahallenin erkekleri olarak. Neyse mahallenin 13 yaş grubu erkeklerinin azmanlığını ve mahalleye gelen sarışın "Ah Ulan Yelda" nın yaşattığı etkiyi anlamışsınızdır. Şimdi gelelim benim durumuma. Evdeyim, hastayım. Ama böyle yatmalı, matmalı değil. Üzerinize afiyet motoru bozmuşum. Evde tuvalete çadır kurdum, nefes alsam sıçıyorum, Allah hiç bir delikanlıyı böyle sınamasın. Annem mutfakta yemek yapıyor, kapı çaldı. Topladım donu koştum açtım, bi baktım Yelda. Yelda bütün tasolarını Çingen Aykut'a kaybetmiş, gelip tasolarımı tekrar kazanır mısın diye soruyor. Dedim Yelda mahalleyi yakarım. Ama önce içerde bana şans getirecek bir şey yapmam lazım. Yaaa çok tatlısın napıcaksın dedi. Kız zannediyor ki dedemden kalma yadigar bir kolye falan takıcam. Gidip 1 posta daha yaptım. Götün bağı çözülmüş diye kendimle kavga ediyorum.. Neyse çıktım, elimi yüzümü yıkadım, giyindim.. Anne dedim ben çıkıyorum. Ne sokağa çıkması hayvan, koltuklara sıçma diye banyoya soktum seni, dışarı çıkcam diyosun. Anne dedim sus, Yelda kapıda. Annem de sinirlendi mi kimseyi takmaz. Sen sıç bak ben sana napcağımı çok iyi bilirim.. Çıktım evden, gittik Aykut'un yanına. Tasolar üstüste dizildi, önce atmak için açık-kapalı yapıldı. Ben hak kazandım. Dedim hadi oğlum yap şu işi.. Yelda yanımdan eğildi, pat öptü yanağımdan. O ana kadar popomu kollayarak yoluna devam eden ben, ishal misal her şeyi unuttum, tasolara yüklendim. Abanmanın aksi şiddetine oranla oracıkta altıma bir SIÇTIM breh breh . Bunu size anlatamam. Sanki sıçmak değil de özgürlüğünü kazanmış bir mahkumun gökyüzüne mutluluğu haykırması gibi bi şey... Göt bi yana, millet bi yana, Yelda bi yana, taso bi yana, ben bi yana gidiyoruz. Mahallelede, sıçan bir çocuğun yarattığı kaos hakim. Bakın Allah kimseye sevdiğinin yanında altına sıçma acısı vermesin. Gerisi hallolur. Acımı bi hayal edin. Komşular falan camda. Yengemin camdan ay, ay, ay paçasından akıyor ay, bulaşmasın üstünüze çığlıklarıyla irkildim, kendime geldim.. Bi koluma çingen Aykut, bi koluma Yelda girdi, ben ağlıyorum, götte bok, beni eve getirdiler. Zile basacaklar. Dedim zile basmayın, annem ağzıma sıçar. Aman sıçarsa sıçsın, sen mahalleye sıçıyorsun dedi Yelda Annem beni bi gördü, sinir krizi geçirdi kadın. Beni neyle döveceğine karar veremiyor. Neyle vursa yetinemeyecek gibi. Dedim ey ümmeti Muhammed kıyamet bu gündür. Hem hâlâ altıma sıçıyorum, hem ağlıyorum, önünü alamıyorum, kayış koptu. Gitti içeri fırçayla, hortumla geri geldi. Dedim anne insan evladını bunlarla döver mi? Ne dövmesi, yıkıcam seni. Giremezsin böyle içeri dedi. Aykut da bi yandan kıza yürüyor. Sen kaybettiğin tasoları neden benden istemiyorsun, bu lavuğu çağırıyorsun diyor, fırsatçı pezevenk. Hala unutmam, içimde hep yaradır; annem beni soydu, Yelda hortum tuttu, Aykut'da bi güzel fırçayla yıkadı.. Bütün mahalle beni izliyor, az önce sevdası için dışarı çıkan bu yiğit çocuk, şimdi sokakta dal daş..... O günden beri aşka küstüm, kendime küstüm. Ve ne kadınlara inandım, ne de ishal olan g.tüme
15 notes
·
View notes
Text
9 eylül 2013 zamanıydı lise 1’e gidiyorum okulun yurdunda kalıyorum emir ve arkadaşları okulun bahçesine kavgaya gelmişler bi baktım bizim oda tıklım tıklım oldu kızlar doluştu hemen izliyorlar neyse 7 si diyor emir benim 7 si diyor (K) benim bunlar hazırlandı süslendi bahçeye fırladılar, ben camdan izlemeye devam ediyorum emir benim bi dikkatimi çekti hafif neyse facebook var o zamanlar ama ben kullanmıyorum facebook hesabı kurdum ismi esmiracan emiri buldum mesaj attım cevap verdi beni hiç görmediği için resmimi falan attım biz öyle onunla konuşmaya başladık konuşuyoruz ediyoruz falan sonra (K) isimli kişi beni sevdiğini söylüyor bana her okul çıkışı beni almaya geliyor evime bırakıyor falan bu böyle olmayacak dedim benim bir tercih yapmam lazım dedim ve kalbim böyle emiri istedi (K) isimli kişiyle konuşmadım bidaha emirle devam ettik kaldığımız yerden (K) isimli kişi durmadı tabi emire beni sevdiğini benimle konuşmamasını söyleyip durdu ben bunları sonradan öğreniyorum tabi emir benimle konuşmayı kesti neyse ben öğrendim sebebi falan derken biz tekrar emirle konuşmaya başladık ve 8 ocak 2014 tarihinde de çıkmaya başladık emirle kaç kez buluşacaz buluşamadık zaten her gün babam arabayla alıp duruyordu babam olmadığı zaman servis vardı servis olmadığı zaman ise hocalarım yanımdan ayrılmayıp bir yere gitmeme izin vermiyorlardı, velhasıl kelam biz emirle 8 ay sonra görüştük ilk defa yüz yüze, o kadar heyecanlıydım ki kalbim yerinden böyle çıkacaktı ya böyle içimde kelebekler uçuşuyor dedikleri şey buydu işte tam olarak tarif bile edemiyorum duygumu sadece tek kelime ile anlatacak olursam muazzam :’) emirle hiç ayrılmadık 14 eylül 2014 tarihi oldu benim doğum günüm annem ile babam ayrı anneannemlerde kalıyordum babam beni araba ile arkadaşıma diye bıraktı emir beni araba ile ordan aldı emirlerin evine gidecektik ve ben çok heyecanlıydım evde annesi de olacaktı ilk tanışma doğum günüm falan derken gittik öyle annesiyle tanıştım ve şunu diyebilirim ki illa bir tanımı olacaksa anne değil o ya MELEK MELEK... neyse tanıştık pasta kesildi fotoğraflar çekildi hediyeler verildi falan evvel zaman kalbur zaman sanki masal anlatıyorum aq ama masal olduğuna yemin edebilirim de ıspatım yok neyse ben lise 2 oldum emirin lise 3 olması gerekirken sınıfta kaldı ve o da lise 2 yi tekrarlayacaktı bizim okula gelmesini söyledim babası izin vermedi ve kaydını başka bir okula aldı bende o gelmediyse ben ona giderim dedim kaydımı emirin okuluna aldım benden önce emir yerleşti emirden 2 hafta sonra falan da ben gittim zaten okula.. lise 2 lise 3 lise 4 derken beraber okuduk ve mezun olduk beraber.. sonra işte düştük beraber üniversite okuma hayallerine, sürekli liste yapıp duruyoruz nerde okusak ne okusak rehberlik hocamızla sürekli iletişim halindeyiz falan emirin babası memleketimizde okumamızı istedi benim babam ise 1 sene daha hazırlanıp öyle gitmemi istedi ama biz kafaya koymuştuk hayallerimiz vardı yapmamız gereken onca şey ikimizde dinlemedik kimseyi annelerimiz bize destek oldu ve emirle beraber aynı üniversiteyi kazanıp gittik çok güzel zamanlar geçirdik falan derken emirin bir çok yanlışı oldu ve ben emirden ayrıldım sonra başka biriyle beraber oldum he şu arada şu an bunları yazarken arka fonda da ezel soundtrack çalıyor hsjshsjshsha hep hüzünlenmeyelim be neyse devam ediyim ben emir bizi her gün her gün görmeye dayanamadı ve okulu bırakıp memlekete döndü biz emirle 2 sene birbirimizden ayrı kaldık tabi bu 2 sene de kafamın güzel olup emiri aradığım çok oldu veya ayık olup aradığım yazdığım zamanlar veyaaaa veyaaaaaa MEDCEZİR izlerken aklıma gelip yazdığım zamanlar :))))))) benim üniversite bitti memlekete döndüm yalan yok emiri çok özlemiştim görüşmek istedim çok da ulaşmaya çalıştım her yerden engelleyip duruyordu, bir şekilde ulaştım kabul etti isteğimi ve biz belki de kaç yıl sonra ilk defa böyle dillere destan bir gün geçirdik diyebilirim gündüzden ertesi gününe kadar...detayları geçiyorum emir bana bir şans verdi ve biz barıştık..
2 notes
·
View notes
Video
youtube
Sitedeki en iyi arkadaşlarımdan biri ile (kendisinin adı Gözde idi ve Denizlili idi o zamanlar Denizlililer hayatıma girmeye başlamış resmen) bu oyunu koca bir yaz tatili boyu oynamıştık. Super Mario’nun bir başka çeşidi aslında bu. Gözde’nin kasedinde vardı. Neyse o yazı anlatayım. Gözde’nin babası polis annesi öğretmendi ve annesi azcık naziydi. Yani Gözde’nin birine gitmesi yasaktı, çoğunlukla evde otururdu. Annesi nedense bi bize gelmesine izin veriyordu ama öncelikli tercihi benim onlara gitmemdi. Biz kalabalık olduğumuz için evde tek çocuk olan Gözde benim hep özendiğim bir modeldi. Şöyle ki öncelikle onun odası ona aitti! Bir sürü kıyafeti vardı. Hergün renkli renkli şortlar, ip askılı bodyler giyiyordu aklım uçuyordu. “R” leri söylemekte sıkıntı çekiyordu ve herkes bunu çok tatlı buluyordu. Bütün bunlara ek düz saçlıydı... Bu gibi sebeplerle benim en özendiğim yaşıtımdı. Ergenliğe adım atınca aynı Anadolu Lisesi’ni kazandık ama Gözde benim ergenken dikkatimi çekecek yırtık kızlardan biri olmak yerine ergenliğe girmeyi reddeden bir hanımefendiye dönüştü. Bunun bir sebebi de ilkokul 5.sınıfın yazında yaşadığı o talihsiz olaydı. Hep beraber öğleden sonra takıldığımız bir park vardı. Burada yaptığımız aktiviteler de saklambaç oynamak, basketbol, voleybol, futbol oynamak, çimlerde oturup kola içmek gibi zararsız aktvitelerdi. Bir dönem jimnastik modası başladı biz de o parktaki devasa çim alanlarda bacağımızı sıfır açıp takla falan atıyorduk. Bu arada çevre sitelerin balkonlarından çok rahat görülebilen bir parktı, sahile de 3 4 dk lık yürüme mesafesindeydi. Basketbol oynarken denizi görebiliyorduk. öyle izole bir günah yuvası değildi yani. Gözde’nin annesi birgün bizim çimlerde tepiştiğimiz alana gelip Gözde’yi ite kaka eve götürdü. Bir yandan da takla attıkça heryerin gözüküyor falan diye bağırdı kızına. Hepimiz şoka girmiştik henüz 10-11 yaşlarındaydık.
Bütün bunlardan önce bütün bir yaz boyunca uyanıp kahvaltı edip Gözde’lere gittim. Adventure Island oynadık. Öğlen yemeğine annesi bizi çağırana kadar. Annesi yemek hazırlar bizi oturma odasına çağırırdı ve o saatte Looney Tunes’in bir kuşağı yayınlanırdı. Yemek yerken çizgi film izlerdik. Daha sonra henüz sitede Gözde hariç kimsede olmayan Monopoly, Bil Bakalım Ben Kimim? tarzı kutu oyunlarından oynardık. Sonra ben eve giderdim. Üstümüzü değiştirir parka inerdik akşam. Hava kararana kadar parkta oynardık. Aynı dönem Ay Savaşçısı’na da düşmüştük. Bisikletli bir kız grubumuz vardı. Ay savaşçısı bendim ıdjfhfj. Bisiklet üstünde ay savaşçısı oynardık ne alakaysa ajhsgjhd. Bu kız grubunda Büşra, Deniz, Gözde ve ben vardık. Benim Batman’li bir bisikletim vardı. Ablama Bisan alınmıştı ancak bana çok büyük geliyordu. Bir gün Özgür abilere havuza gitmiştik orada Özgür abinin çocukluk bisikletini bana vermeyi teklif etmişler. Eve o bisikletle dönmüştüm. Bir iki yaz cırt cırtlı takımları batmanli o bisikleti kullandıktan sonra depoya terk edip Bisan’a terfi ettim.
Sonuç olarak harika bir yazdı! O dönem ilkokulun son yılıyd�� ya da sondan bir önceki. Ortaokuldan itibaren herşey karmaşıklaştı yine de güzeldi ama bedensel aktiviteler biraz azaldı. Gerçi ortaokuldan itibaren basketbol yaz kursu ve yaz kampı dönemleri başladı ancak saklambaçlar, arı kovanı atraksiyonalri, bisikletler, patenler biraz geri planda kaldı.
Netflix’siz hatta bilgisayarsız atari döneminin muhteşem çocukluğu seni ucundan kıyısından yakaladığım için çok mutluyum!
5 notes
·
View notes
Text
Hiç bi zaman düzelmeyeceğim her geçen gün dsha da sarpa sararak katlanıyor sadece zamanı geçiriyorum yaptığım pek bi şey yok bi de onu bekliyorum gelir diye ama pek gelesi yok bugün altı saat parkta oturdum soğukta 6 dal Marlboro red bulmuştum onları içtim zamanın geçmesini bekledim markete falan girdim bi yukarı parka oturdum yanıma teyze oturunca anlattı anlattı durdu üzülüyorum aslında konuşacak kimseleri gidecek yerleri yok anlattı insan sarhafı olduğunu sonra kankası geldi teyzenin onları dinledim derin konulara girdiler kızı arkadaşını çağırmış evde kalmaya okuldan gece olunca yatmışlar kızın babası da arkadaşının yanına gitmiş ellemis falan sonra kızıymiş meğer arkadaşına kendi yatağını vermiş babası sapıkmiş en güzel dedikodular teyzelerde var sonra sıkıldım parkın önüne de polisler geldi 2 gençi aradılar bıseyler satıyorlarmıs anlamıştım zten asagı kı parka gittim orası daha boştu hastanenin yanında kalıyor ters diye boş taktım kulaklığı derken sigara kahve falan derken saat 4 oldu daha 2 saat kalmıştı sonra marketlere girdim yukar ki parka geri gittim farklı yoldan gidiyim dedim zaman geçsin diye az daha kaynoluuordum geldim teyzeler gene oturuyordu camiye falan girdim tuvalete avmye girdim camide tuvalet kapalıydı sonra oturdum oturdum spor salonun orda ki parka da gidiyim dedim bi sallandım bi sallandım ayaklarımda hep iz çıktı üst ayağımın arkasında seyın tepesine oturdum ya neyse saat 6 oldu yarım saat da bına önlerinde takıldım eve gittim soğuktan buzhane kesilmişim bi de ayaklarım arkası ağrıyor yarım saat sallandım yani anlayacağın giden zamanı geri alamazsın ama kalan zaman da istediğin şeye sahip olabilirsin ben bi daha aynı şeyi yaşamak istemiyorum kafamda kurduğum için hayat bana zindan gibi geliyor inan bana hapiste yaşayan bi insandan daha az gökyüzü görüyorum nedensiz milletin bunaltısı depresyonu daha değerlidir kimse beni görmez sevilmem sevilsem bile bi çıkar vardır eninde sonunda çıkar ya da beni seven erkek dış görünüşümü sever karakterimin bi önemi yoktur bundan dolayı da görünüşüme takıntılıyım yazın sonlarına doğru benle buluşmak istedi bahane bulmak isteyene tüm bahaneler açıktır bulaşmadım yeme bozukluğum vardı kilo almıştım beni gordugu gibi değildim fotoğrafta ki kişiyle uzaktan alakam yok anlayacağın banane umrumda değil femboymus zaten ne demek bilmiyorum abıdık gubıdık terımler kullanıyor anlamıyorum temayı da okyanus yapmış sonradan fark ettim o kadar da sısko değilim altmısdort olmuşum sonradan fark ettim okyanus teması sısko balına demekmiş tiktok da gördüm tek hayalim zengin olmak bi ınsanın hayali zengin olmak olabilir mi kızl gncaları izledim Cüneyd gibi biri olsa yanımda arkadaş aşk meşk dünya vız gelir vicdan aslında ölüm korkusundan gelir vicdansız insan yoktur çarpıtılmış vicdan vardır ortaokul cıkısılarında çocuklara şeker diye uyuşturucu satan adam eve gidince çocuklarına anne babasına sarılması ya da konuşması çarpıtılmış vıcdandır helal olsun diyorum her pazartesi günü beklıyorum izlemek için öyle bi sarıyor ki senarıstın beynıne sağlık yönetmen falan full kadro çok gzuel bi dizi mert yazıcogşuna bitiyorum hele son sahne cuneyd geri zeynepi nıkahına aldı ya cuneyd kalbîmde taht kurdun öyle işte bi baktım yarın yoktumm hayata herkes farklı pencereden bakar baktığın kadarını görürsün annelerimiz bize karmalarını yaşatıyor demişti biri doğru burçlara da inanmiyorum aslında milyonlarca insan var yani hepsi birisinden farklı karakter saçma geliyor peygamberlere de pek inanmıyorum Allah gunah yazmasın ama onlarda bızım gibi insanlar kendilerini tanrı gıbı göstererek allaha şirk koşmuyorlar mı kadere de inanmıyorum kaderi değiştirmek benim elimde bıçaklasam kendimi hür ıradem dışında ya da atlasam kaderimde yazılmış olanı degıstımrjs olurum böyle şeylere kafam almıyor dinler insanları bi arada tutmak için oynanmış kurulmuş bir düzen bu düzenin bozulmasını istemiyorlar para da oyuncak neden çalışıp para kazanıyorsun ki bugün varsan yarın yoksun insanlık için mi çalışıyorsun çok saçma derin düşününce yazınca saçma geldi uykum geldi neyse çok değerlisin bunu unutma hatırlatma
1 note
·
View note
Text
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/34d2570ab308e7a2f208bcc6a7e283bd/bbbfbb5580b9ee17-7c/s540x810/fbe0a5c021c6dc5e946de41763231f6ed2393862.jpg)
Atatürk’ün sandalına takılıp yüzen veletlerden biriydim
En çok fırça yediğim ve bir o kadar da keyif aldığım röportajlardan biriydi bu haftaki. Bütün ezberleri bozan, bunu sadece söyledikleriyle değil, hayatıyla da ortaya koyan, kendisini asla bir sanatçı olarak görmeyen dünya çapında bir sanatçıyla karşılıklı üç saat geçirdim. Değil üç saat, üç gün anlatsa yine nefes almadan dinlerdim. O yüzden de lafı hiç uzatmadan sözü ona, sanatın simyacısı Ara Usta’ya bırakıyorum...
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
- Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.
Annen zengin bir ailenin kızı yani...
- Evet öyleydiler.
Peki ya baba tarafı?
- Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.
Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim...
- Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.
Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama...
- Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılara büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.
Nasıl bir ortam vardı evde?
- O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.
Sen kaç lisan biliyorsun peki?
- Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.
SINIFTA KALMAYAN HERİF ADAM OLAMAZ
Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
- Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.
Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
- Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.
Ne iş yapıyordun film şirketinde?
- Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.
Çekirdekten sinemacısın yani...
- Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu ama benim macera yarım kaldı.
O niye?
- Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.
Sen de “sinema olamazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
- Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.
Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla...
- Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya... Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.
Neden takma isim kullandın Ara Abi?
- Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.
1950’DE MUHABİR OLDUM 64 YILLIK MUHABİRİM’
Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
- Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir, denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçücüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.
Sonra tanıştın mı bari?
- Ulan ne tanışması? Küçücüğüm diyorum, kafan mı basmıyor. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben de o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret!
Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
- Sinema şirketi yanınca babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da boku yedim; işte bugüne kadar geldim.
6-7 Eylül Olayları sırasında muhabirdin öyleyse...
- Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösterileri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraflarını çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.
Ne yaptın peki?
- Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor, anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp, yeni elbiseleri giyip çıkıyordu.
Kocaman herifler üç paltoyu birden üstlerine geçiriyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!
Tam bir rezillik...
- Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.
Aklın sizin eczanede kalmıştır...
- 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.
Şanslı adammış baban...
- Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilkyardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!
ADNAN MENDERES, O DÖNEM CANIMA OKUDU
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin...
- Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.
Hayrola niye?
- İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.
Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki...
- O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt ta Macaristan’dan geliyor.
Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de...
- Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan
Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.
O çalkantılı dönemde meslektaşlarının çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?
- Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var sanki? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan... O sırada Time Life, Stern ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiyim.
Hemen içeri aldılar tabii...
- Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?
Tamam hocam sustum, dinliyorum.
- Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim. Filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım, yurtdışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırdım. Filmleri gören gümrükçü “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza sıçarlar” dedi.
Sen ne yaptın peki?
- Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp “Bunlar ne?” diye sordu. Ulan sanki p*zevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem, dünyanın hiçbir şeyden haberi olmaz” dedim, o da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu ib*eyi” diye bağırdı.
Nereye götürdüler seni?
- Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa “Bana sigara ver ulan” falan diyorum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.
Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları...
- Yolladım yollamasına da bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.
SOPHIA LOREN BENİ ARKADAŞI SANIP POZ VERDİ
Biraz havayı yumuşatalım... Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?
- Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.
Sophia Loren’den de mi güzeldi?
- Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.
Sophia’yı da çektin ama değil mi?
- Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i... Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?
Albay Kenan mı?
- Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.
Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
- Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin” dedim, o da “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).
Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz...
- Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?
FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN AKIL HASTANESİNE YATTIM
Her ünlü bu kadar kolay “Çeeek” dememiştir herhalde...
- Ne kolayı? Resim çekmek uğruna akıl hastanesinde bile yattım.
Neden, yaşadıkların yüzünden sinirlerin mi bozuldu?
- Yok ulan o kadar da değil! Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardı ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, “Hastayım” falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!
Çekebildin mi bari?
- Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı, feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’in korumaları “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.
İçinde ukte kalmış, fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?
- Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.
Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?
- Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin, benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam... O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da
Amerikalı ünlü tiyatro yazarı Eugene O’Neill’ın kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demeden bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş ama resim çekme” dedi.
E yine de çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafları olurdu...
- Adam yürüyen iskemlede felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımaz olduğunu biliyordu.
Objektifinden kaçan diğer isim kimdi?
- Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıkta benzetsem şu pezevengi diye içimden çok geçirdim ama yapmadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için... Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’ın ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.
Sağlık olsun, sen de gidip koskoca Picasso’yu çektin!
- Ulan çektim ama çekene kadar neler çektim sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun ama o beni hiç sevmez” dedi.
Neden sevmezmiş?
- Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede herkese atlamış durmuş işte. Antika bir herif...
Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?
- Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini kaptım.
Tehditle ulaştın Picasso’ya yani...
- Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye başladım etrafta boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de “Nasıl olsa sonra sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.
Sözünü unutmadan, çizdi mi resmini?
- Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.
Kitabını geri verseydin bari adamın?
- Ulan sonra baktım kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp yanımda getirdim.
DALİ 10 DAKİKALIK POZ İÇİN 25 BİN DOLAR İSTEDİ
Ressamlarla devam edelim... Salvador Dali desem...
- Herif Dali değil bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı; “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.
Pamuk eller cebe...
- “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.
Neymiş derdi?
- Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.
Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
- Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.
Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama...
- Bu aldı gazetecileri karşısına; “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!
Tamam tamam son bir soru... Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var.
- Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?
Yok devamı yarın... Senin hikayen bir güne sığmaz...
- (Gülüyor)...
Yarın...
Politikacı olmak bir şey mi? Olsana Picasso göreyim.
Nazım’ın birkaç resmini çekip pır oldum. Onu okumak bile suçtu.
İzzet Çapa.27.09.2014
7 notes
·
View notes
Text
Yazmamın Otobiyografisi
![Tumblr media](https://64.media.tumblr.com/fbc45b1859b6da9fc1278d0603395e9b/tumblr_inline_plhpt5JaPy1rzagrm_400.jpg)
Yazmakla ilgili deneyimlerim ne kadar eskiye gidiyor ve hayatımın nelerinde köklerini alıyor? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Yazmakla ilgili bir kitapta bir etkinlik olarak karşıma çıkmasaydı büyük ihtimalle düşünmeyecektim de.
Babası işçi olan birisi olarak İzmir’in yoksulların yaşadığı bir semti olan Bayraklı’da geçti çocukluğum. Annesi ve babası çok okuyan birisi değildim yani veya entelektüel bir aile geçmişimiz yok. Ama o sıralar gazetelerin sıklıkla verdikleri ansiklopedilerden evimizde baya vardı. Özellikle çocuklar için olan birkaç tanesini hatırlıyorum. Sonrasında da kırmızı ciltleriyle Temel Britanica serisinin tümünü kupon biriktirerek almıştık. Fakat bu ansiklopedilere okumaktan çok resimleri için bakıyordum. Çoğunun resimlerini ezberlemişimdir ve bugün bile baksam hemen hatırlayıveririm. Bunun dışında tabii altı yaşımdayken evimize Commodore 64 bilgisayar girmişti. Ve 80’lerin sonu 90’ların başında çocuk olan kuşaktan birisi olarak televizyondaki çizgi filmlerin en iyilerini izleme şansımız olmuştu. Belki de bu yüzden okumak çok geç yaşlarda hayatımıza girdi. Hatta bununla ilgili şöyle bir ilkokul birinci sınıf anım var. Şimdilerde yapıyorlar mı bilmiyorum ama benim çocukluğumda okumayı sökenlere sınıfın panosunda elma şeklinde kesilmiş kartonlar asılırdı. İlk okumayı sökenin de elması diğerlerinden büyük olurdu. Ve okumakla ilgili bir şeyleri başardıkça da öğretmen kırmızı kalemle elmayı daha da renklendirirdi. Ben ise okumayı nispeten geç söktüm. Sanırım mart veya nisan ayıydı benimde elmam panoya asıldığında. O günlerde bir komşumuz balkondan yanında durduğum anneme “okumayı söktü mü?” diye sordu. Annem de “geçte olsa söktü galiba biraz geç çalışıyor” (kafası gelecekti sanırım sonuna) dedi. Ben o zaman anladım tabii annemin ironisini sanırım annem anlamayacağımı düşünerek öyle demişti. Ve çok utandım annem bunu söylediğinde kendimden.
Neyse daha çok yazmak odaklı gitsem daha iyi olacak. Dedem Bulgaristan doğumlu bir göçmendi. Arada memleketinden birileri ile mektuplaşırdı; ona gelen mektupları hatırlarım. Sanırım kril alfabesiyle yazılı olurdu bu mektuplar. Bir de dedemin bize çizdiği kuğu resimlerini hatırlarım dedemden. Sanırım kolay çizmenin bir yolunu öğrenmiş zamanında o yüzden arada bize güzelce çizip hayrete düşürürdü hepimizi. Kril alfabesi mevzusuyla ilgili bir başka şey de dedemin ve ananemin yaşadığı evde sarı, tahtaların küp biçiminde birleştirilmesiyle oluşan bir baharatlık vardı. Her bir küpün önünde kril harfleriyle yazılmış kelimeler bulunurdu, bu bana çok gizemli gelirdi. Hatta bir gün anneme ne yazdığını sorduğumu bile hatırlıyorum. Annem de “baharatların isimlerdir herhalde” minvalinde biz cevap vermişti sanırım. Daha sonraları göçmen ailelerin çocuklarına göçtükleri ülkelerin dillerini öğretmemeleriyle ilgili bir anekdot okumuştum benim ailemle de bütünüyle uyumlu bir hikâye bu. Anekdot şöyle: kırklı yaşlarına gelmiş bir adam babasına soruyor “baba bize neden Boşnakça öğretmedin?” diye. Babası da şu şekilde cevap veriyor “artık orada yaşamıyoruz ki ne işine yarayacaktı.” Bu genel olarak bu topraklarda yaşayan insanların hem başkaları ve onların dilleriyle hem de geçmişleriyle aslında ne kadar sorunlu bir ilişki içerisinde olduğunu gösteriyor bana. Neyse ki bu başka bir mevzu.
İlkokul yıllarımda yazmakla ilgili farklı deneyimlerimi şimdilerde tekrar hatırlıyorum. Mesela öğretmen gazete yapacağız demişti. Ben onu normal basılı gazete gibi anlamışım. O sıralar evlere kupon biriktirmek için sıklıkla gazete girmekteydi benimde çocuk aklım tabii öyle bir gazeteye gitmiş. Ama öğretmen duvar veya pano gazetesini kastediyormuş meğerse. Ben evde A2 boyutunda üç tane kalın kâğıdı katlamış ve gazete biçimine getirmiştim. İçine fotoğraflar kesip yapıştırmış ve yazılar yazmıştım. Hatta öğretmen Türkiye bayrağını çizmemizi istemişti, bende bu gazetenin son sayfasına bayrak çizip boyamıştım. Ama hepsi boşa gitti çünkü ödevi tümüyle yanlış anlamışım. Bu yaratıcı girişimimin takdir gördüğünü ise hatırlamıyorum. Yaptığım ilk gazete ise büyük ihtimalle sobayı boylamıştır. Hatırladığım ikinci ilkokul yazma deneyimimi ise net olarak hatırlıyorum. İlkokul üçüncü sınıftaydım, İzmir’de çok büyük bir sel felaketi yaşanmıştı (internetten baktım şimdi 5 kasımdaymış) ve öğretmenimiz de bizden bunun üzerine yazmamızı istemişti. Ben haberlerde otuz beş kişinin öldüğünü duymuştum o bilgiyi de yazıma eklediğimi hatırlıyorum (gerçekte 61 kişi ölmüş). Sanırım bu yazım öğretmen tarafından beğenilmişti. İlkokulda hatırladığım üçüncü yazma deneyimim ise okul dışındaydı. Geleceğe Dönüş veya diğer zaman yolculuklu anlatılardan çok etkilenmiş olacağım ki bir iki roman yazdım zaman yolculuğuna dair. Yazdıklarımda çılgın profesör, esas oğlan ve sevgilisi gibi unsurlar aynen Geleceğe Dönüş’te olduğu gibi mevcuttu. Ama zaman yolculuğunu sağlayan alet bir araba değil bir lazer tüfeğini andıran bir icattı ve ucundan çıkan lazer sayesinde yolculuk başlıyordu. İlk yazdığım romanda geçmişe en sevdiklerim olan dinozorlar çağına gidiyorlardı. İkincisinde de sanırım geleceğe gidiyorlardı uçan arabalar falan hayal etmiştim (Jetgiller’de az etkilememiş demek ki beni). Bu yazdıklarımı da tıpkı yaptığım gazete gibi defter kâğıtlarını kesip A3 boyutuna getirip ortasından zımbalayarak bir kitap formatına getirmiştim. Ve sadece yazı değil o sayfada anlatılanların resimlerini de çizmiştim. Sonra tabii ki bunlarda atıldı gitti sanırım.
Ortaokul yıllarımda ise öyle hatırladığım bir anı yok. Sadece yine okul dışında internetin ilk yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde NetShow siminde takip ettiğim bir dergide gördüğüm içerik.org isimli bir yazı paylaşım sitesine üye olup bir tane yazı paylaşmıştım. Bu yazıyı yazdığımda 14 yaşında olduğumu çok iyi hatırlıyorum çünkü yazıya gelen yorumlarda takdir etmişlerdi beni bu yaşta olup da yazı yazmaya heves ettiğim için. Yazının konusu da o sıralar yeni yeni çevrilmeye başlanan ve benim de hevesle takip etmeye çalıştığım fantastik edebiyatla ilgiliydi. O zamanlar (hatta şimdi de) fantastik edebiyat gerçek edebiyattan sayılmıyor bir tür gerçeklikten kaçış edebiyatı olarak görülüyordu. Ben de kaçış edebiyatıysa öyle olsun bu gerçekliği napayım tarzında ergen isyanıyla dolu bir yazı yazmıştım. Nerelerde acaba o yazı şu sıralar? Hani internetten bir şey kaybolmazdı.
Lise yıllarımda da yazmakla ilgili çok fazla bir şey hatırlamıyorum. Mesela geçen günlerde elime geçen okuduğum lisenin dergilerine yazmadığım için çokça hayıflandım. Çoğu yazar lise yıllarında böyle yerlere yazarak motive oluyor aslında yazmaya. Hatırladığım bir anı o sıralar yeni okuduğum Nietzche Ağladığında isimli kitaptan etkilenerek yazdığım bir yazıydı. Edebiyat öğretmenim birçok hata bulmuştu o yazıda benim ise ona sorduğum soru “içeriği nasıl?” olmuştu. Hoca da “güzel fikirlerin var ona şüphe yok” demişti. Sanırım bu benim bir yazıda biçimden çok içeriğe önem verdiğimle ilgili önemli göstergelerden birisi. Zira hala dilbilgisi kuraları hakkında çok takıntılı değilimdir. Birisi yazdığımı anladığı müddetçe de bunu hiçbir zaman sorun etmedim. Bu ayrıca benim fikir edinmeye ve dolayısıyla okumaya daha fazla ağırlık vermemle sonuçlanan bir zaman diliminin başlamasını da sağladı. Yazacak bir şeyim olduğu müddetçe hemen yazabileceğime inanmıştım bu süreçte. Hâlbuki yazmanın bir zanaat olduğunu ve ne kadar çok yazılırsa bu zanaatta o kadar ustalaşılabileceğini daha yeni yeni idrak etmeye başlıyorum. Umarım geç olmamıştır.
Büyük ihtimalle lise yıllarımda okumuş olduğum Sait Faik’in meşhur “yazmazsam deli olacağım” cümlesiyle biten hikâyesini hala hatırlarım. Demek ki zihnime bir şekilde kazınmış ama yine de beni yazmaya yöneltmemiş. Lise yıllarımdan sonra roman girişimleri, dandik şiirler, yayınlanmamış öyküler yazdım tabii herkes kadar. Hatta sanırım bir senaryo girişimim bile oldu (veya bir arkadaşımla beraber mi giriştik o işe hatırlayamadım). O sıralar biraz tiyatroya da bulaşmıştım ucundan senaryo girişimi onun da etkisi olabilir bir yandan.
Bugün geldiğim noktada sanırım yazma konusunda kendimi daha iyi tanıyorum diyebilirim. Kurgu bir eser yazamayacağım ortada. Belki kısa öyküler yazabilirim gibi hissediyorum ama karmaşık kurgulu romanlar falan yazmak benim işim değil. Şiir yazmak ise imkânsız gibi. Sosyal bilimsel ve akademik makaleler yazmak benim için uygun diyebilirim. Ve bu yazıda olduğu gibi kendime ve deneyimlerime dair deneme yazıları belki. Bu belki bazı kişilerin küçük gördüğü bir şeydir. İlk olarak şunu belirteyim bilimsel makaleleri okunaklı ve ilgi çekici yazmakta kurgu yazmak kadar emek isteyen bir iş. Genel kanı bunun tersi olduğu için bir sürü okunamayan kitap, tez, makale yığını var çevremizde. Bilim insanları cidden akademik yazma konusunda eğitim almalılar. Yaratıcı yazma kursları gibi akademik yazma kurslarının (ya da en azından bir dersin) açılması gerektiğini düşünüyorum. Deneme ise tam tutkunu olduğum tür. İster düşüncelerini yaz, ister anılarını veya yaptığın bir yolculuğu insan yazarken özgür olmaktan başka ne ister (bari yazarken özgür olalım değil mi?).
Yazmakla ilgili otobiyografim çok renkli değil. Kendi kuşağımın çoğu kişinin bir şekilde başına gelen şeyler sanırım. Yazmanın ve yazının önemini yeni yeni kavrıyoruz. Günlük tutmaya özendirilen, mektup arkadaşları olan, yazmaya heveslendirilen insanlar olmadık hiç birimiz. Kendi hevesimizi kendimiz yaratmamız gerekli.
15 notes
·
View notes
Text
Bu akşam Venüs ve Hoşafın arkadaşı Efes sahipleri Ayşe ve Orhunla bizi (Gaia'yı) ziyarete geldiler. Çok güzel bir takım almışlar bembeyaz. Hediye geldiğinde ne olursa olsun çok seviniyorum çünkü onlar asla atmaya kıyamayacağım düşünülmüş incelikli şeyler oluyor. Bu tarz ziyaretler sana değer veriyor mutluluğunu paylaşıyorum demek benim için. Hüzünlerim bir yana insanların mutluluklarımı benimle paylaşıyor olmaları daha çok hoşuma gidiyor. Her neyse bundan bahsetmeyecektim.
Ayşe ve Orhuna ayrı bir sevgimiz var bizim birinin İzmirli diğerinin Eskişehirli olması dışında bir sevgi. Bir süre boyunca ne iş yaptıklarını bilmiyorduk biz bunların sonra bir gün sordum ben, polis dediğinde bi nasıl ya ama ama nasıl yani diye kalmadık değil. Bugün geldiklerinde isteyerek mi polis oldunuz yani seviyor musunuz polis olmayı diye sordum. Yok beee olur mu öyle zorunluluktan oldu biraz, niye polis olmak isteyelim mevcut şartlarda dediklerinde çok rahatladım biraz fazla rahatlamış olmalıyım ki sizi sevmiyorlar biliyorsunuz dimi dedim 🙈 Biz de kendimizi üniforma içinde pek sevmiyoruz dediler bir kez daha sevdim onları.
Ayşe'nin o zamanlar anne baba ayrıymış annesi de hastaymış evde durumlar iyiye gitmiyormuş Ayşe'nin bir an önce iş bulabileceği bir alana yönelmesi gerekince polis olmuş aslında kimyager olmak istiyormuş hatta iyi de bir üniversite kazanmış gidememiş. Orhunun da babası polismiş onun başka planları varmış Ege üniversitesinde istediği bölümü kazanmış ama ailevi baskılar onu polisliğe itmiş bari asker olayım dedim o da olmadı diş dolgusu var dediler diyor.
Bu konuyu bir yere bağlayacaktım da Gaia uyandı meme falan derken unuttum. Bu da havada kalsın napalım. 😘
18 notes
·
View notes