#neyse işte anlatmaya çalıştığım şey
Explore tagged Tumblr posts
Text
aydigeye de cahil demezsin yaaa
#bi de söyleyen lil zey#türkiyede rap kültürü git gide kadını aşağılama#kadın düşmanlığı#cinsiyetçi söylemler#cinsiyetçi küfürlerle dolu#ve ne kadar etkilenmiyoruz desek de#izlediğimiz dinlediğimiz okuduğumuz şeyler bilinçaltımıza yerleşiyor#bizi o şeye itiyor#ve buna karşı çıkmayı#cahillik olarak görmek#bu ülkeninin değişmeyeceğinin en büyük kanıtıdır#televizyonda bir çok dizide kadına yönelik şiddet var#bir iki dizide değil bir çok dizide#bu hoş değil#güçlü kadın rolü hep güçlü erkek üzerinden yazılıyor#niye#bunlar büyük olmasa da ki bence büyük#etkileyen şeyler#çünkü rtük bunları değil de saçma sapan şeyleri yasaklıyor#ben de bugün türkçe konuşamıyorum#cümlelerimi toparlayamadım#neyse işte anlatmaya çalıştığım şey#cinsiyetçiliği her yerde gördüğümüz için bu bize normal geliyor#bunu normalleştirdik
0 notes
Text
bal porsuğum bugün yarım yılı devirdi. tebrikler bal porsuğum 🍯🧡 kendimi de tebrik ediyorum müthiş iş çıkardım 👌🏻 di-re-ne di-re-ne ka-za-na-ca-ğız! ooofff dkckf
altı ay altı ay gibi gelmiyo ya, yıllardır çocuğum varmış gibi geliyo. ikinciye bile hazırım şu an 🙊 ahaha. ali doğduğu gün "bir daha tövbe" diyordum, uzunca zaman da o kafadaydım ama insan cidden zaman geçince sıkıntıları unutuyomuş sadece güzel hisleri hatırlıyomuş. bir daha olursa gene ağzıma sıçılacak fdhs çok zorlanıcam falan ama neticede unutucam, şükür ki hafıza böyle çalışıyo :D
neyse dur şimdi ona daha var, sakin.
analık çok zormuş ama tünelin ucunda ışık varmış cidden. ilk zamanlar içine düştüğüm şey müthiş bir karmaşaydı. hayatım gayet durgun durağan sakin ilerlerken bir anda birisi beni bir çamaşır makinesinin içine atmış 1400 devirde döndürüyormuş gibi hissetmiştim. müthiş bir sarsıntı. hayatın başına yıkılıyor sanki. her şey tepetaklak oluyor.
"her şey mahvolmuş gibi hissediyorum" diyerek ağlıyordum ilk günler. bir yandan "bu doğru değil hilal, bu his geçecek" falan da diyordum kendime. ama aslında hayır, doğruymuş, o depresif durumdan çıkmanın yolu da bunu kabullenmekmiş. kelimeyi doğru seçmişim. mahvolmak, yani "ortadan kalkmak, yok olmak", "bozulup işe yaramaz, bir iş görmez duruma gelmek". evet her şey değilse de hayatımı değiştirmeye yetecek kadar şey ortadan kalkmış, yok olmuş, artık iş görmez olmuştu. gündelik pratiklerimin, rutinlerimin değişmesini geç, düşüncelerim duygularım dahi iş görmez hale gelmişti. her şeye baştan başlamam gerekiyordu. baştan başlıyordum. plan da yok tabi, öngörebileceğin bir durum değil bu, gelişigüzel ilerliyorsun.
yeni bir rutine alışıyorum, yeni bir insana alışıyorum, eşimin yeni kimliğine alışıyorum, yeni bir ben'e alışıyorum. insanlarla ilişkilerim değişiyor; uzak olduklarıma yakın, yakın olduklarıma uzak hissetmeye başlıyorum. yaşama, insanlığa, kadınlığa, dünyaya bakışım değişiyor. kendimi algılayışım değişiyor. yani evet, her şey mahvoluyor, yerine yenisi inşa oluyor. ve sen hayatının artık eskisi gibi olmayacağı gerçeğini ne kadar erken kabullenir, bununla ne kadar erken barışırsan, o kadar erken çıkıyorsun sanırım depresif moddan.
neden böyle tam olarak bilemiyorum ama insanlar evlenince, ebeveyn olunca, yaşlanınca, bir şeylerin değişecek olmasını kabul edemiyor. "evlenince bir şey değişmeyecek ki sadece aynı evde yaşıyor olcaz", "çocuk olunca niye her şey değişsin ki, önceden ne yapıyorsan artık çocukla yapmaya başlayacaksın, yeni bir rol eklenecek üzerine o kadar", "yaşlanınca niye geç olsun ki, hayatta hiçbir şey için geç değildir" falanlar filanlar...
öyle değil işte. öyle oldurmaya çalıştığınız zaman çatışmalar yaşıyosunuz. "evlenicem ama evlenmeden önceki gibi yaşıcam", "çocuğum olacak ama çocuğum olmadan önceki gibi yaşıcam", "kırk yaşına gelicem ama yirmi yaşında gibi yaşıcam" inadı insanın ilerlemesini engelliyor sadece, olan o. büyümeyi engelliyor. hani gelişim dönemleri var ya freud'da erikson'da falan. işte 0-1,5 yaş arasında belli bir gelişim hedefi, 1,5-3 yaş arasında belli bir gelişim hedefi falan böyle gidiyor. freud'da beş gelişim dönemi var ama erikson onu çok daha uzatıyor. freud 18'de bırakıyor, erikson yaşlılığa kadar götürüyor. neyse. erikson'un dediğinden ilerleyelim. doğumdan yaşlılığa kadar hayatımız belli dönemlerden oluşuyor, her dönem ulaşmamız gereken bir hedef var. eğer bir dönemin hedefine ulaşamadıysak, ulaşana kadar arayışı sürdürüyoruz. 0-1 yaş temel güven duygusunu kazanmamız gereken dönem mesela. biz bu dönemde temel güven duygusunu kazanamazsak, kazanana kadar o güveni ararız, 50 yaşına da gelsek. ve sonraki hedefleri kazanmamız da zorlaşır diyor.
bana bu biraz önce bahsettiğim korkular, bir gelişim döneminde takılıp kalmak gibi geliyor. mesele evlenmek çocuk yapmak falan değil. istersen hiç evlenme hiç çocuk yapma hayatın yine de değişecek, değişmek zorunda. evlilik & çocuk örneğinde anlatmaya çalıştığım şey o değişim korkusu kısmı. "hiçbir şey değişmesin" arzusu.
kimse kimseyi kandırmasın. ne başkaları sizi kandırsın, ne siz kendinizi kandırın... evlenmek de çocuk da yaşlanmak da (ve daha bir sürü şey) insanı değiştirir. "evlendin değiştin", "anne oldun değiştin" lafları çoğunun canını sıkar, "hayır değişmedim aynıyım" diye bağırır bazı insanlar, ve değişmediklerini ispat etmeye çalışırlar. "kalıp yargılara takılmıyorum, uymuyorum, özgür ve özgünüm" mesajı vermeye çalışırlar. ama neticede gördüğümüz şey çocuksu bir arzunun peşinde büyümeyi ve sorumluluk almayı reddeden, korkak bir insan görüntüsü olur.
bal porsuğumun altıncı ayından bahsediyordum, konu nereye geldi... bal porsuğumun ve benim anneliğimin altıncı ayı, pardon. kendimi tebrik ediyordum :D tebrik derken, oo ne müthiş annelik yaptım helal olsun bana anlamında değil. kutluyorum işte. sevincimi ifade ediyorum (kelimeleri doğru kullanmak önemli arkadaşlar :D çoğumuz çoğu zaman söylemek istediğimiz şeyi söylemiyoruz).
anne olmak başlarda yaşadığım en korkutucu şeydi. ne doğum deneyiminin ne de lohusalığın bu kadar korkunç olabileceğini pek aklıma getirmemiştim. hep iyi güzel düşünmüştüm. pozitif vibes only skdfjg hamilelere hep "negatif doğum hikayelerinden kaçının" derler ya. youtube'da zibilyon tane "pozitif doğum hikayem" videosu vardır. doğumla ilgili biri kötü bir anısını paylaşsa hemen onu susturmaya çalışırlar, "insanları korkutmayın" diye çıkışırlar. ay ne büyük kötülükmüş bu ya :D zor bir doğum yaşayana kadar bunun bir zorbalık olabileceğini hiç aklıma getirmemiştim, doğumu korkunç anlatanlara ben de sinirlenirdim "niye kadınları korkutuyosunuz" diye. ama netice belki de şu oluyordu, herkes "pozitif doğum hikayesi" basaaa basaaa kadınlar "acı değil kasılma"lı doğuma inandırılıyordu, doğum anı geldiğinde işin hiç de öyle "kasılma"lı değil, baya baya "ağrılı, acılı" bir şey olduğu anlaşılınca da "bende bir problem var ölüyorum herhalde" kafasına giriliyordu :D belki de bu kadar pozitif basmak iyi bir şey değildi yani. ayrıca doğumu çok zor geçmiş kadınlar nerede nasıl dayanışacak, dertleşecek, yazık değil mi niye susturuyorsunuz niye dışlıyorsunuz bizi sglkmsfd rabbim bütüüüün hamilelerin, anaların yardımcısı olsun, valla kolay değil.
daha anlatsam sabaha kadar anlatırım da işi askerlik anısına döndürmeye gerek yok dkfgn kıssadan hisse hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor, acılar geçiyor, güzellikler hatırlanıyor. yani bende olan bu. şimdi, altı ayın ardından, bal porsuğum alişimin henüz dünyaya gelmediği zamanlardan fotoğraflara baktığım zaman, o zamanları hatırladığımda, düşündüğümde, -eskiden özleyeceğimi sanırdım ama özlemiyorum- bir şey eksik geliyor, aliş yok orada. hani sevgililer birbirleri için "seni tanımadan önce ne yapıyormuşum, ne yaşıyormuşum ben" derler ya, bal porsuğum için öyle hissediyorum. yüreğim, canım oğlum, alişim 🤍
5 notes
·
View notes
Text
diyorum ya ben de bilmiyorum sadece hissetmekti. Şu an söyleyecek bir şey bulamıyorum, kendime mi kızsam sen neden aynı şeyleri hissetmeye, inanmaya devam ettin diye kendime belki de tanımadığım bir başkasını da bu işe bulaştırdım diye mi kızsam yoksa gidip önceden biraz olsun tanıdığım gördüğüm ne denir bilmiyorum birine kendimi rezil ettim tabii okuduysa neyse işte her türlü kendimi rezil ettim diye mi üzülsem. Yoksa hâlâ salak gibi söylenenler yalan mı uydurma mı ihtimaliyle ne düşüneceğimi şaşırdığıma mı üzüleyim şaştım kaldım. Çok üzgünüm ama her şeye alışmış bir üzgünlük. Olmayacaksa da sevişelim diye değil yüzleşelim olduğu gibi her şeyi dökeyim diye cesaret etmediğim hiçbir şey kalmadı. Dilemek istediğim özürlerim vardı. Anlatmak istediklerim vardı. Elimde olmadan bozguncu biri olmak istemedim. Kimsenin mekanına zarar vermek istemedim. Hep zaten sohbet sitesinde konuştuğum kişiye de üstü kapalı bir şekilde işte o zaman yaptığım şeyler yanlış anlaşıldı mı vs başkasına sorar gibi yap��p hissettiğim kişiye sorduğumu hissederek sordum telafi etmeye doğrusunu anlatmaya çalıştım. Başka niyetlerim olmadığını benim hiç öyle şeylerden anlamadığımı sadece benim salak gibi çok içten olup içim ısınınca herkesi kendim gibi iyi sanıp ne biliyim işte ben de hiç ait olmadığım bir yeri çok seviyorum hiç anlamadığım bir şekilde ama yemin ederim hiçbir zaman senin için gelmedim. Ben zor zamanlar geçiriyordum çok sık görüşmediğim arkadaşlarım bile nereye sürüklüyorsa oraya gidiyordum, nerede nasıl davranacağımı bile bilmiyordum belki hep kapanıp ders çalıştığım için keşke çağırdıklarında yeni bir yer vs dediklerinden gitmeseydim, odamda kalsaydım kalbim sıkışsa da odamda kalsaydım. Yurt odasına kapanıp durma arkadaşlarınla dışarı çık diyenleri o zor hasta olduğum zor zamanlar geçirdiğim dönemde dinlemeseydim de kimsenin düzenini bozmasaydım. Herkesin uyumlu olduğu ortamda komik duruma düşmeseydim. Bu kadar yanlış anlaşılmasaydım. Hayatım boyunca bunları kafamın içinde konuşmasaydım. En çok da kalbimde kötü niyet olmadığı halde nasıl böyle kötü beni üzen kendimi suçladığım şeyler oldu nasıl başladı nasıl oldu doğru düzgün bilmeden hep üzülüyorum. Geldikten sonra yeniden geldiysem sen yakışıklısın hoşsun diye gelmedim. İçimden geliyordu oraya geliyordum o zaman benim gözüm kimseyi görmüyordu. Sen de dahil hiç kimse için gelmedim genel ruh meselesi. Ya gerçekten hala oradaki bana iyi hissettiren çok sevdiğim herkes hakkında iyi düşünüyorum sadece benim orada olmamam gerekiyordu ben aranızda komik kaçandım. Bunları neden anlatıyorum bilmiyorum ama içimden çıkıyor işte. Ben hiç doğru tanınmadım belki de. Hep yanlış anlaşılmaktan usanıp zihnim öyle yoruldu ki neler yapacağımı kendime nasıl çare olacağımı şaşırdım. Ben artık anlatamıyorum her şey karışıyor anlaşılmayacak şekilde ifade etmeye başlıyorum.
0 notes
Text
Bir şeyleri içimden atmak için buraya yazmaya karar verdim, çünkü defteri alma fikri bile beni korkuttu. İnanamıyorum kağıt ve kalemden kaçtığıma ama kaçtım az önce.
Her neyse, biraz unutulma konusu üzerine düşündüm bugün. Birinin hayatımızdan silinmesi aslında sadece artık onu anlatmayı bırakmamızla oluyor galiba ya. Hayatına yeni giren kimse o kişiyi bilmiyorsa artık gerçekten bizimle olmuyor o. Bi söz vardı ya varlığınızı bilen herkes öldüğünde unutulursunuz gibi bi şey aynı o mantık işte. Anlatmayı bıraktığınızda silinmeye yüz tutuyor, işte ben bu aşamada hep takılı kalıyorum ve hep çok üzülüyorum. Kendi adıma da değil, genel olarak çok üzülüyorum. Ben zaten hep çok üzülüyorum. Keşke inanılmaz bir hafızam olsa da her şeyin her detayını anımsasam, herkes unutsa bile ben anımsasam. Yaşatmayı seviyorum. Anılarımda yaşamayı da seviyorum. Birçok insana geldiğinden daha önemli geliyor bana ama unuttuğum için insanlar böyle görmüyor mesela.
Bir konu daha vardı sanki bakın onu da unutuyorum yavaştan. Ha , kimya konusu. Yani bazı insanlar bazı insanlarla olmalı mı olmamalı mı bilmiyorum ama o aradaki bağ benim aşamadığım bi şey. Bi tek ben aşamıyorum bunu da büyük ihtimallepdls kendimi çok özel sandığımdan değil benim empati kapasitesi ve aşk sevdası çok olduğundan. Ne yaşanırsa yaşansın bazı bağlar çok özel bence.
Bir diğer konu, hayatınızda bazı hoşunuza gitmeyen hamleleri düşündüğünde siz de bunları tek bir insan için yapacağınızı ve hiçbir şekilde bir başkasına yapmayacağınızı düşündüğünüzde dehşete düşüyor musunuz? Sevgi boyutu falan da değil aslında mesela ya. Diyelim eşit sevdiğiniz iki kişi var. Bir fedakarlık yapmanız gerekiyor, bunu ikisi için de yapmazsınız işte. Ne bileyim nasıl açıklanır, fedakarlıklar da kişilere özel. Evet biliyorum diğer koşullar yaşananlar bla bla ama anlatmaya çalıştığım bu da değil. Bunlar tabii ana etkenler ama ben başka bir şey anlatmaya çalışıyorum.
Bir şey daha, beni şu hayatta anlayan birkaç kişi var ya da oldu sanırım. Yani yakınlıktan da değil de, sadece bazı konularda bazı insanlarla oldu bu , ve bir daha olmadı ya da kaybolursa bir daha olmayacak gibi. İşte bunu da anlatamıyorum ama amaan zaten kim okuyor da kime neyi anlatıyorum.
Neyse ya benim kafa yine kazan zaten
1 note
·
View note
Text
Kırılan bir kalbin eskisi kadar atmadığını babamdan filan degil kendimden öğrendim. Ne zaman çarpıntım başlasa mutluyum derdim hep kendime. Eskiler hatırlanınca acılar yeni oluyor galiba. Neyse... Pek beceremeyenlerdenim yaşamayı. Ama öyle pes edenlerden değil. Bir şeyler olsun diye çok şey yaptım, hiç bir şey olmadı. Aslında çok şey oldum. Bekletilen oldum, aldatılan oldum, kandırılan, kaybeden oldum, yalnız oldum yanlış insanlara tükendim, hep bir şeyler olsun dedim sonra hayat “Sen Kimsin Ki?” Dedi. Mutsuzluğun o kekremsi tadını sanki ağır bir ilaç içmişimde sabahında midemdeki zehiri ağzımdan soluyormuşum gibi hissettirdi. Neye elimi atsam kuruyor sanki doğduğumdan beri. Mutsuzluktan geberiyorum değil de umutsuzluk bitiriyordu beni. Çocukluktan tek farkım birinde aşağı yukarı salıncakta sallanırken diğerinde birileri ruhumu sallıyordu sanki, aşağı yukarı. Oturduğum yerden kalkmak inanın eziyet geliyor bana kimileri buna üşengeçlik diyor... Bıraksalar yüzyıllarca uyurum diye düşünüyorum geceleri. Sabah uyandığımda ise beklentilerin sadece insanı yıprattığına bilmem kaçıncı kez daha şahit oluyorum. Pencereden baktığımda günler mevsimler değişiyor her seferinde ve gözlerimin önünde bitişimi seyrediyorum. Daha önce hiç rastlamadığım televizyon kanallarında.
Bendeki hep bi kaçıp gitme isteği, hep bi uzaklaşmak. Nereye bilmiyorum. Galiba kendimden uzaklaşırsam bir gün, toparlarım gibime geliyor. Olmuyor çünkü. Halı saha maçlarında sürekli kaleye koyulan insandan halliceyim hani heves var ama insanlar sürekli engeller koyuyor hayatıma... Bazen arkadaşlar çağırıyor... Tek gülümserken mutsuz olan ben gibiyim galiba. Bildikleri şeylerden umut ettikleri kadar dolu görünümlü neşeli insanları izliyorum bazen. Başka şekilde yaşanmıyor zaten hayat denilen bu illet diyorum kendi kendime. Sonra kendimin fazlasıyla çürümüş ruhumla yaşadığımı biliyorum bilmek değilde hissediyorum diyelim. Yazınca değil kusunca rahatlıyorum. Kesinlikle öneriyorum bazı şeyleri kus. Benim adım Mustafa Kemal henüz 20li yaşlarındayım. Fakat yaşadıklarımı değilde hissettiklerimi kronolojik sıraya koysak sanırım m.ö ki hisleri bulabiliriz. Bir kaç sene evvel psikologa gitme isteğim vardı. Yaklaşık iki saat anlatmaya çalıştığım zaman çevremdeki insanlarda ‘Anlıyorum’ diyorlardı gideceğim psikolog da iki yüz lira bırakıp çıkacağım için ‘Anlıyorum’ diyecekti. Hepsi bu. Ben bile bazen kendimi anlamazken birilerinin beni anlamaya çalışıp sonra sen sorunlusun cidden düzel bak diyişine hayatım boyunca anlam veremedim. İnsanlar rol yapıyordu çünkü. Kimse kimsenin acısını gerçekten umursamıyordu affedersin ama bende umursamıyorum... Buraya afili bir küfür gelirdi değil mi? Herkes yalnız başına ölecekti fakat kabullenmiyordu bunu hiç kimse. Ötesi yoktu bunun, kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi. İntihar etmeyi ne zaman aklımdan geçirsem kendimi ruhumun boşluğundan atıyordum sonra ne mi oluyordu? Sabah kalkıp hissedip anlam veremediğim şeylerin izahını düşünüyordum. Pes etmemek değilde cesaretsizliğim bırakmıyordu peşimi. Yaşanmış onca şeye rağmen hâla hayal kurabiliyorsan bu zaten müthiş bir yetenektir derler ben hayal kurmayan kursada sonuca doğru uyuya kalan düz bir insan olmuşumdur hep biliyorum altını çizeceğim çok kitap satırı olmuştur lakin yaşamak için bir sebep bulamadım hâla. En çok da bazen nefesimin daralması sebep oldu yazmama. Kendimi bildim bileli yıkılmamak için uğraşıyorum. Aslında devrildiğimi biliyor, ayağa kalkmamak için çabalıyorum. Öyle kariyer hedefim pek olmadı benim. Daha çok günü kurtarmak için yaşıyorum sanki. Arada bir onsuzluk yumrukluyor zihnimi. Hani bazen bir ortamda olursun bir konu açılır 3 4 yutkunmayla derin bir nefes alırsınız ya hah işte o acı bu acı işte birinin yokluğu diyorum ben buna hayatının %90’lık eksikliği. Hani dayak yedikten sonra kimselere bir şeyler diyemeyip gecenin bir vakti yalnız başına balkonun bir köşesinde gizli gizli sigara içen çocuğun hüznü zaten tartışılmaz. Her dumanın ardından öksürüğe boğulduğum ciğerlerimden hiç bahsetmiyorum bile. Ufak yaşlarda başladım yalan söylemeye. Annem genelde başarısız olduğuma inanır. Keşke dinleseymişim diyorum kendi kendime. Umursamadım keşkelerimi, pişmanlık değil bu tamamen yutkunmalık düşünceler. Birini sevmek istedim inanın hiç bu kadar hissettiklerimi büyüttüğüm zaman olmazdı sanki ben bir yana hissettiğim şey bir yanaydı. İnanın nasıl öldüğümü hiç hissetmedim galiba güzel öldüm. En azından anlattığımda dinleyenim cidden anladığına inandığım olmuştu. Hayalet olmaktan çıkardı düşüncelerim bir şeyler anlatsam çabasındaydım hani.
18 notes
·
View notes
Text
Kafa İçi Ahkamlarım #2
Hikâye anlatıcılığı, muhtemelen insanlıkla yaşıttır. Yüksek mağaralardan birinde yaşayan kıza vurgun ilk Ziya, yere serdiği 5 metrelik aslanı fotoğraflayamadığı için sürükleyerek mağaraların önüne taşımak zorunda bırakılmıştı. Ölçüldüğünde 5 metre çıktıysa ala. Çıkmadıysa herhalde bu da insanoğlu için yeni bir başlangıca vesile olmuştur. Eğer gerçekten 5 metreyse kulaktan kulağa yayıldı, yayılırken değişti, değişirken gerçekten koptu ve ilk anlatı ortaya çıkmış oldu. Ve yıllar sonra bir başka Ziya çakısıyla 5 metrelik aslanı öldürüverdi.
Yazılı tarih bu anlatılarla dolu. Kahramanlık öyküleri, ejderha binicileri, iklim krizini hiçe sayıp denizleri ikiye yaranlar… Bunlar gibi kaydı tutulup, geçmişten bugüne kadar taşınan, hatta Batılı edebiyata da yön veren Binbir Gece Masalları gibi örnekler de mevcut. Nikola Tesla ve Thomas Edison’un henüz dövüşmediği dönemler, Kames top işine girmemiş, sıkılmak henüz icat edilmemiş. Yazmayan toplumlar yazmaya üşenip kulaktan kulağa fısıldamış, hikayeler birken bin olmuş, anlatılan yerin bitki örtüsüne karışıp değişip dönüşmüş, kuşların ağzında oradan oraya yayılmış. Batılılar “ya bu böyle olmaz, şunu yazalım da kim sallıyor, kim gerçek bilelim” diyerek işe girişmişler, adına da literatür demişler. Muhtemelen böyle değildir ama böyleymiş gibi görünüyor. Sallıyorsam da temelsiz değil. Biri derse şurası yanlış; öğrenir, düzeltiriz.
Elbette Batılılar bu hikayelerin kulaktan kulağa değişebileceği tehlikesinin farkında değillerdi, sadece daha önce düştükleri yanlışa düşmediler ve insanlık tarihinin kaydını tutmanın değerini fark ettiler. Ancak zaman içinde bunun sınırlar çizdiğini, gerçekle düşün birbirine girmesine engel olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Anlatı ve gerçek, muhtemelen birbirlerinin alanına karışmıyor(du). En azından internet çağına kadar. Artık bunlar birbirinin üstünü örtmeye başladığı için, öküzün boynuzlarından seken dünyamızın üstünde tepinen bir grup dünyamızı düz hale getirerek, fasit daireyi tamamlamış ve insanlık tarihine yeniden giriş yapmış görünüyor.
İşte yukarıda bahsettiğim sınırların her geçen gün kaybolduğu bir dünyadayız. Post modern çağ olarak adlandırılan dönemin bize hediyesi “hakikat sonrası” ya da artık İngilizce yaşadığımız için post truth oldu. Artık anlatı, gerçeğin önünde. Ve ekseri bu anlatılar gerçeklere yaklaşmak konusunda bir önceki çağın bir hayli uzağında; hatta yeterince saptırabildiğinizde ABD başkanı olabilmeniz bile olası. Var olanların değil olması gerekenlere dair fikirlerin (?), gerçeğin değil saptırılmış birtakım sübjektif düşünceler yığınının altında kaldık. Ve her nedense kurduğumuz dünyanın her geçen gün parça parça başımıza yıkıldığını hissediyorum. Bazısı buna yaşlılık, bazısı kuşaklar arası falan filan diyor. Oysa benim gençlerle bir alıp veremediğim yok. Belki de vardır, henüz bilmiyorumdur, bu da olabilir elbette.
Her neyse. Hâkim bir anlatı kültürü aşağı yukarı 30 yıldır hayatımda ve başlarda sadece fısıltıydı. Ölü Ozanlar Derneği’ne sinemada gitmiştim -götürülmüştüm- ve yaşım dikkate alındığında uyumam kaçınılmazdı. Ancak “Carpe Diem”in er ya da geç hayatımıza sirayet edeceğini bilsem, yine uyurdum, çünkü o yaşta öyle filmlerde uyunur. Bir şekilde “anı yaşa”, “hayatını yaşa”, vb. uzunca bir süre gündem maddemiz oldu ergenliğimizde. Bunu üniversite hayatımız izledi, hatta Eskişehir’de bu isimde bir bar bile vardı sık sık gittiğimiz. Yani yaşamadım desem yalan olur, baya sık gittim. Tüm bu olanları önce internet, devamında instagram vb. takip etti.
Şimdilerde tüm internet “hayatı yaşayan” insanlarla dolu. Baya da güzel yaşıyor görünüyorlar, haklarını teslim etmek gerek. Ve bu akım toplumun tüm kılcal damarlarına kadar giriyor çünkü internet insanlar için ulaşılabilir bir lüks. Böyle olup olmaması gereği de tartışmalı; başka bir ahkamın konusu olur. Şimdi herkes bu hayatların bir benzerini yaşamanın telaşına düşmüş görünüyor. Ortaya çıkan genel kolaycılık haline bir örnek olması için bu örneği seçtim; bunun için influencer camiasından özür dilemem gerekmiyordur umarım. Herkesin kendince ünlü olduğu ve daha önemlisi ne yaparak ünlü olduğu da belli olmayan bir zamandayız. Emeğin tamamen değersizleştiği bir çağ. Marx’ın beynini yakacak üretim ilişkilerinin yaşandığı bir dünya. Ki kendisi dert etmesin bir sürü beyin yakan tip var etrafta.
Konuya dönecek olursak; umarım çiftçiler de hayatını yaşamaya kalkmaz, zira geçen senelerde yaşanan patates krizi hatırımızda. Bir ara sivri biberin fiyatı 25 lirayı görmüştü. Böyle sığ bir örnekle anlatmaya çalıştığım, koca bir nesli etkisi altına alan hâkim kültürün, hayatın mevcut gerçeğini tamamen büktüğü meselesi. Telefonların içinde yaşananla dışarıdaki hayat arasında ciddi bir kırılma mevcut ve gelecek yıllarda yaşanacaklara dair iyi işaretler vermiyor. Bazıları bunu gelişim olarak görüyor, belki de onlar haklıdır kim bilir. Öte yandan deneyimlenen hemen hiçbir şeyin kendisi değil, anlatısının iktidar olması ciddi bir sorun olarak karşımızda dikilmekte.
Tanımlarla modern dünyayı inşa ettik, uzaya insan gönderdik. Şimdi tanım tanımaz uzmanlar yığını içinde hayatın ürettiği hemen her şeyi bir “olması gereken” enkazına çevirmeye çalışıyoruz. Yapısökümcülük böyle bir şey değildi gibi hatırlıyorum ama Derrida’nın da neden bahsettiğini bildiğinden çok emin olamıyorum. Geçenlerde birisi “perspektif bilse marangoz mu olurdu” diye bir tivit yazmış, bir sürü de destek almıştı. İşte öyle gerçek olmayan bir zaman bu zaman. Sadece çok konuşulan, daha çok konuşulan ve hep daha çok konuşulan…
3 notes
·
View notes
Text
sonunu düşünmediği için dibini eşeleyen kanırtmaya mola veriyor: #nofilterlove
seni görebilmek için balkonda yatardım. herkese ışırdın ve kimseye ait değildin. yolda yürürken binaların arasından bi an görürdüm seni, dururdum sokak ortasında, bakardım. şüphesiz bi sihir vardı aramızda ve bunu beslerdik. nelere gebe olduğunu bilmeden severdim seni. hiçbir iddia, hiçbir ima barınmazdı aramızda. sonra ne oldu, birileri geldi üstüne oturdu. seni sevdiğim gibi sevdim onları. ne güzeller diye düşündüm, gördüğümden öte ve ziyade parlarlardı. aslı astarı karışık hikayelere başrol olurlardı. bi süre sonra balkonda yatışları unuttum. yine de binaların, insanların, ağaçların, ormanların, suyun yansıttıklarının seninle bir ilgisi olduğunu düşünmeye devam ettim. ne de olsa tabiatım beni buna itiyordu. ne de olsa sen demek sana adanmış bir ben ve ben demek bize seslenen bir anlatı olarak uzanıyordu önümde. bunu yıkmaya çalıştığım oldu çünkü gök kaç katmandı o zaman bilmiyordum ama gündüzün efendisi sana pek benzemiyordu. ancak biliyorsun ki ip ağarırken, dokunurken halılar, kaderle ilgili verilen kararlar karşılıklı alınıyordu. saf bir kalp ile herkese yönelik kurulan hayal, tüm pisliğin akıp gideceğini söylediğinde inandım. bunun da böyle olacağı belliydi. o zamanlar ilahi kayıtsızlık nedir duymamıştım. babam ailemizin duygusal bi yapıda olduğunu vurguluyordu. seni hala ve seni hala seviyorum. göğsümü kesen o beyaz gülü sen uzattın bana bunu da biliyorum. yıllar sonra o elin benim olduğunu anlayacaktım. klasik aydınlanma mevzuatı. belirişlerindeki farklılıklar hariç çarpışıyor bizlerle. aidiyet belirten bir ifadeden ziyade bir açılımlanma olarak kırık kemikler sundum sana. bu yola beni sen soktun. şimdi tüm hileli ve küfredilen oyunların ötesinde anıyorum seni. çünkü neden öfkelenemiyorum. yüzler olmadan yaşayabilirim ancak ışığın, suyuma yansıyor. birilerinin yahut bişeylerin etki etmediği rüyalarım var hala hatırımda. parazitleri ayırt etmeye çabaladıkça kırdım yumurtaları, kendimi çürükçüllere teslim ettim. yakıştırmaların aksine, itin götünü tanıma fırsatına eriştim. bata çıka bata çıka yürüdüm ve bu sırada pek çok şeyi öğrendim, pek çok şeyi unuttum. seni unutmadım. çünkü sen içimde doğdukça, bu bir kibir değildi ancak öyle olsaydı da buna izin vermeyenlere utanmalarını söylemeliydim. alçakgönüllü olmaya çabalarken kendimi de unuttum. belki de ben yüksekgönüllüydüm. böylece bunu kendime yapmış oldum. ve utandım da. zaman geçti, zaman geçen bu yerin bir kıymeti var biliyorum. karın doyurmayan romantizmin bir kıymetinin olduğu gibi, en az. senin romantizmin bende yağmurlar yağdırdı. bazen iklimler bozdurdu. belki insanlar öldürdü ve doğurdu. sis ile bir alıp veremediğim yok. tanrılaştırmaların arkasındaki ilkel güdüyü seninle tanıdığım için yabancılık çekmedim rüyada. bunun üstüne neler kuruldu sen benden daha iyi biliyorsun. bunun sebepleri nelerdi, diğerleri neler biliyordu, her seferinde başka bir düzlemde iç geçirdim. tabiatım yumuşak başlı değildi belki, törpülendi. çıkıntılarımı özlüyorum o gençlik hali ile ve hunharlığın arkasında ketumluk barındırmadan. şimdi kimin ne dediği umrumda olmayacaksa da uzun bi süre kıpırdaşan ağızları seyrettim (bazen ağızlar bile yoktu) ve onlar sözlerinin ne dediğini biliyor muydu bilmiyorum. duyabildiğimde biliyorlardı ve duyamadığımda bilmiyorlardı gibi veya duyamadığımda bilmeyen bendim. bunun zor olmadığını söylemek yalan olur. neyse ki açık yahut derin denizler beni her zaman heyecanlandırdı. heyecanlarımı takip ettikçe, öğrenilmiş heyecanlanmalar değil tabii söylediklerim, kendim hakkında daha çok şey öğrendim. kim bilir belki bu heyecanlar izini süremediğim kadar geçmişe dayanıyordu. yani yine de öğrenilmiş olabilirdi, dayatılmış olabilirdi, hatırlamadığım için böyle dedim. mekanizmanın temelindeki onu o yapan parçalardan biri. ve her yaşta türlü çalışmalar yaptım bunun için, türlü dualar ettim. barbi bebekli kızlarla kendimi karıştırmadım ama bi topun peşinde de koşmadım. hoşuma gitti yahut gitmedi, korkuttu veya sevindirdi, anlamaya çalıştım. yardım aldım. bunu istemiştim ve çok defa hırçınlaşmıştım bu uğurda. sen bana bir hikaye verdin ben oldum. ben sana bir nefs sundum. ölüm diyenler oldu öldüm, doğum diyenler oldu doğdum. kavşaklar ve inançlar ismimin baş harfini diyordu. dümdüz bir çizgi uzanıyordu önümde. çemberi kesen bir balta gibi. sonra o çemberin kalıbına kek döktüler. eskiden beri kek dökerlermiş çemberin kalıbına. neden çünkü yılan denen şey bugün lanet bir hayvan olarak anılıyor. böylece değil başkalarının ağzına bakmak, onların tanımlamalarından dahi uzak tutmam gerektiğini anladım kendimi. eğer bir hayale kapılacaksa insan, ister su testisi olsun ister yel değirmeni, bundan kime ne. sen o çeşmeyi bul diye, sen o sudan iç diye doğurdu beni anam. sen denen öteki kaybolunca benim anlamım dinmedi. çünkü hala buradayım. ara ara böyle dedim ve sustum. herkesi öldürmediğimde. öldürebilecekmişim gibi. diriltebilecekmişim gibi. bu da iki ucu boklu değnek ya honey, sinek çekmesi normal gibi. sanıyorsun, hepimiz sanıyoruz. sana sana oluyoruz. ama bu demek değildir ki tuzaklı kalıplar beni bizden ayrı düşürür. bu demek değildir ki iki elin ayası sarımsakla dövülür. bu demek değildir ki enter’nasyon-el fuarında boynuna doladığın o fular şahsiyetini büyütür yahut yüzük parmağı dövmesi beni birine götürür. bir zaman gelir de bu sanmalar yerini kazmalara bırakırsa, solucan çiftliği olmak değil niyetim, bilesin. ancak hülyalar yok mu o hülyalar, senin üstümdeki yansıman gibi gözlerimi kamaştırıyorsa... ve o hülyalar bir gün dinmek isterse ve dinerse, ben de o zaman ne düşüneceksem onu düşünür, onu söylerim. eğer ‘aptal bir eşşeksem’ aptal bir eşşek olma zamanındayım demektir. neyse ki yılan gibi eşşek de pek güzel bir hayvandır nezdimde. yani diyorum ki ben şimdi kalkıcam bu tahta oturucam, hangi yakıştırmanın nereye gittiğine bakmadan, çünkü bu taht diyorum, bir iskemleden farksız. eğer ben bir kartalsam diyorum, kırkımı geçtim ve söktüm pençelerimi ve gagamı, yenileniyor işte. ve bu yılın rengi mor imiş. kibirli bir renk bu diyorlar, dişil bir renk bu diyorlar. her ne diyorlarsa artık, beni ilgilendiren mor ve ötesine göz atacak olmak. şiirler yazacağım belki, belki tomurcuklar patlatacağım. bunlar günün dedirttiği şeyler. ancak ne yaparsam yapayım, ne yaparsam yapayım işte. bu yazı böyle olmayacaktı, şimdi biraz balkona çıkacağım. sonra bunu tamamlayacağım. döndüm. gitmiştin ve bulutlar da gitmişti. yıldızlar parlıyordu yukarda. bir sürü yıldız. izledim. izin bâki, asırlardır böyle. yaşım çeyrek asrı biraz geçe. para dik geldi ve kaybetmedi kimse. ancak dışarısı var ve onu yaşatmak öldürmekten zor. evet sanıyordum ki ölümdü kolay olan. mizacım gereği. ancak bunun için ölmekten korkacak hatalar yapmama gerek yok artık. ben de herkes gibi görevimi yerine getiriyorum ve oluyorum. burası bir salon gibi, insanlar bekliyor. bekledikçe onlar, kendi kendini yiyor yılan. güzel yılan, güzel yılan, daha vaktin var anlatmaya kendini. bu role biçilmişliğin ve anlamın atlasın omuzlarındakine eşit tabii. ve hazır değilse kimileri, tıpkı bazen benim gibi, bu çark dönecek bir süre daha. arı kovanına çomak yahut karınca duasına amin, sinek saz da çalar sirenler de öter burada ve daha nicesi. ve gündüzün dediği de bir neşter öyle sivri. bir gülün yaprakları sanki. ışığa burjuva derdim ben ufakken, ayırdığı için bizi. şimdi gördüğüm yalnızca bir ışık parodisi. ve anlıyorum ki herkes geceye böyle temiz bir kalp ile yaklaşamıyor. o da korkularını gösteriyor insana, korkmaması için. ancak minik kalpler çatlar burda. herkesin zamanı kendine. herkesin ışığı içinde. burası bunu gösteriyor diye düşünüyorum. yani burası ile de bir alıp veremediğim yok benim. alıp verebildiklerim de, kime veya neye bilinmez, alıp verebileyim diye var. sana olan sevgim, herhangi bir şeye olabilirdi. o herhangi bir şey beni herhangi başka bir şey yapabilirdi. elimizdeki bu. olan bu. şu an diyebileceğim bu ancak belki yarın geceden sonra bile değişebilir cümlelerim. şizofreni kafiyelerine girmeden gidiyorum şimdi. şizofreni kafiyelerini de bi ayrı seviyorum. zaten şiirleri de bi başka güzel onların. sırf ben öyle dedim diye güzel. öyle beğendim diye. basit yani evet ben de sadeleşiyorum, eriyorum bazen. mum gibi. aydınlatıyorum geceyi. sana olan aşkım da bundandı belki. geceyi aydınlattığın için. ancak kendini yakan geçiyor yoldan. bir timsal gibi, yol gösteriyor karanlıktakilere. isteyene. sorana. arzulayana. bir mağara gibi. girilen ve çıkılan. ışığının büyüsü daim olsun. senin öğrettiklerin gündüzleri yaşar. yaşatılır. ben de seni gündüzde görüyorum şimdi. ve geceye bıraktığın ilhamı, bu kalbi, bu inancı, insanlara taşıyorum. ısıtıyor ışık onu, serpiyor ve anlaşılabilecek hale sokuyor. benim için, ışığın savunucusu ve karanlığın koruyucusu bu demek oluyor.
8 notes
·
View notes
Photo
Serkan: Film hakkında ne yazacağım cidden bilmiyorum. Ufak bir konu yakalasam sanki ipin arkası gelecekmiş gibi geliyor. Neden bu kadar zor? Neyse film hakkında konuşmaya başlayalım artık. Hani önceki filmlerde hep bir şeyler eksik diyordum, anımsıyor musun acaba hiç? Mesela bir Flashback olsun, bir daha derine inilmesi gereken konu olsun. Mesela Sybil filmindeki Sybil'in babası ile kilise arasındaki ilişki konusu eksikti aydınlatılması lazım dediğim yorumlar gibi yorumları bu filmde yapamıyorum. Çünkü açıklanması gereken her şey filmde açıklanıyor ve sadece kafalarda soru işareti bırakmak için konuların kapısı açık bırakılıyor. Ki film hakkında konuşmaya devam edebilelim. Film yaşamaya devam etsin. Yani giriş bölümünü nasıl toplasam... Sanki matematik biliyormuş gibi filmi formülize etmek istiyorum. Çünkü filmde her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş hesaplanmış. Normal standart filmler ilkokulda öğrendiğimiz kompozisyonlar gibidir. Giriş, gelişme ve sonuçtur. Biz bu filmin matematiğinde filmi izlemeye başladığımızda aslında sonuç aşamasında oluyoruz. Film ilerledikçe olaylar gelişiyor diye düşünüyoruz ama aslında ortada bir gelişim yok. Daha çok çözülme var. Yani parçaları birleştirerek tüme ulaşmamız lazımken, film tümü bizim için parçalıyor. Ve filmin ortasına geldiğimde aslında filmin giriş bölümünde olduğumuzu görüyoruz. İşte bu matematiktir. Keşke biraz matematik bilseydim de bunu daha net açıklasaydım. Anlatmaya çalıştığım ama anlatamadığım şekilde kısaca filmin konusu/senaryosu mükemmel! Seyir zevkinden bahsetmek istiyorum. Filmin seyir zevki de 4/4'lük! Minimal diyeceğim. Tartışılacak bir konu ama bana kalırsa filmde vintage bir minimallik var. İzlediğimiz film dram, bilim kurgu türü bir film. Bu tarz filmler her zaman yüksek detaylı efektler, tanımlanamayacak grafikler ve ekstra materyaller ile tasarlanır. Çünkü bilim kurgudur. Yenilikçi olması gerekir, fark yaratması gerekir. Fakat izlediğimiz film bunun yanı sıra tamamen çağına ve zamanına uygun materyal ve efektler kullanıyor. En büyük görsel kurgu zamanda sıçrama yapmak. Bu eylem bile o kadar minimilize edilmiş ve ekstra görsellikten kaçılmış ki sanki çok doğal her gün karşılaştığımız bir eylem gibi geliyor. Kostümler ve mekanlar tam olarak filmin seyirliğini basitleştiriyor. Bu basitlik filmin daha başarılı olmasını sağlıyor. Mekanlar ve kostümler çok güzel seçilmiş. Karakterlerden konuşmak istiyorum ama karakterler dediğimiz kişi sadece bir karakter olması ne yönden konuşmam gerektiği hakkında kafamda hiç bir soru işareti uyandırmıyor. Az bir şey uyandırsa yazacağım, ki konuşulacak bir şey olsun. Onun yerine filmin konusunda karakterlerin işlenmesi ve olgunlaşması o kadar güzel ve eksiksiz anlatılmış ki seyir keyfini düşürecek hiç bir etken barındırmıyor. Bunun yerine bırakılan açık kapılar film hakkında farklı şeyler düşünmemize sebep oluyor. Filmi ilk izlediğimde uyumak için film izlediğim dönemlerdi. Bu yüzden filmin yarısına geldiğimde uyumuştum. Pek sonunu hatırlamıyorum bu yüzden. Şimdi filmin sonuyla karşılaşmak güzel bir tatmin duygusu yaşattı. İlk başlarda da dediğim gibi film ortalarına geldiğinde yani klasik filmlerde gelişme sonucuna geldiğinde benim için sonuç bölümüne gelmişti zaten. Bu yüzden filmin sonunda yaşananlar beni pek şaşırtmadı. Ama seyir zevkinin çok güzel olması, konusu çok ilginç olması dolayısıyla büyük bir zevkle son düdüğe kadar keyifle izledim. Mesela baş rolümüz, emeklilik zamanında daktilo karşısında yazarken ayağa kalkıyor ve ameliyat izleri görünüyor. Bu sahne açık bir şekilde onun aynı kişi olduğunu doğrulayıp seyirci üzerinde şok yaratması bekleniyormuş gibi bir hisse kapıldım ama bende şok yaratmadı. Kızla erkeğin bankta otururken barmeni görüp yanına gitmesi ve oradaki konuştuklarını izledikten sonra tüm karakterlerin tek kişi olduğuna inancım tamamlanmıştı. Sadece görevleri veren kişininde bu adam/kadın çıkmasını az bir şey istedim ama oda çok uç bir nokta olurdu açıkçası. Fakat zamanda yaratılmış bir paralel evrenden, yada alternatif gerçeklikten doğmuş bir karakter bile olabilir aslında. Artık daha ne yazacağım bilemiyorum. Az evvel yazıma bir telefon konuşması ile ara verdim ve tüm enerjimde düştü bu yüzden affına sığınıyorum son bir düşüncem ile maili sonlandıracağım. Bu son düşüncem benim için filmdeki en büyük soru işareti. İlk hareket nasıl oldu? Zaman sürekli ilerleyen ve filme bakacak olursak sürekli kendini tekrarlayan bir eylem. Bir başlangıcı var. Ve sürekli bu başlangıç kendini tekrar ediyor. Ama bu başlangıç nasıl başladı? Bu döngünün ilk noktası neydi, nasıl oldu bunu merak ediyorum. Görüyoruz ki karakter ses kayıtları ile kendine sürekli ipucu bırakıyor ve yaşaması gereken şeyleri yaşaması için elinden gelen her şeyi yapıyor. Kendini, kendine aşık etmek, kendini kaçırıp yetimhaneye bırakmak vs. sürekli bir döngü içerisinde. Ama bu döngüye ilk hareketi kim, nasıl ve hangi amaçla verdi?
Büşra: İşin açığı hala aklımda ne yazacağıma dair pek bir şey yok. Biliyorsun bu filmi ikinci izleyişim ilkinde de ikincisinde de aynı his evet güzel hoş da niye böyle bi film yapma ihtiyacı hissettiler vermek istedikleri mesaj ne? Neredeyse tüm yazdıklarınla hem fikirim bu kolaycılık belki ama cidden filmle ilgi kendi kafamın içine dahi yorumda bulunamıyorum. Sorun ben de mi diye yorumlara baktım ve şöyle bir bilgyyle karşılaştım buna da katıldım yani en azından kendi bakış açılarından bunu anlatmaya çalışmış olabilirler dedlm: Kendi kuyruğunu ısıran yılan, değişik inançlarda yeniden doğuşu, dengeyi, sonsuzdöngüyü kısırdöngü simgeler. Simyacılar için “başlangıcım sonumda, sonum başlangıcımda”yı anlatır. İnsanlığın en eski inançlarında bir karşılığı vardır: tasavvuf dahil.Taşıdığı sır şudur: “aynı hayatı sonsuz kez yaşıyoruz ve hatırlamıyoruz.”
Ama Robertson’ın da o çıkmasını ben de beklemedim değil.
1-6 Ekim 2019
0 notes
Text
Bu sabah bir çocukla tanıştım çocuk dediğime bakmayın delikanlı yaşı 15 16 çalıştığım yere geldi ilk önce müdür sandı beni anlatmaya başladı iş lazım abi dedi çok lazım dedi ben de dinledim zaten boş boş zaman öldürüyodum neden lazım dedim anlatmaya başladı babası 8 yaşındayken annesini öldürmüş bu çocuğu da yaralamış kaçmış neyse yakalanmış falan babası hala içerdeymiş anlattı da anlattı bi tane küçük kardeşi varmış okula yeni başlamış he bu arada teyzeleriyle kalıyolarmış ama kötü davranıyormuş teyzesi her neyse onun kırtasiye masrafı çok oldu abi dedi onun için çalışmak istiyorum dedi ee dedim sen okumuyomusun olur mu abi sınıfın birincisiyim ben dedi ama ben okuyunca bir şey olmaz ki dedi en azından kardeşimin arkasında bi abisi bi babası bi annesi olsun onu okutayım geçindiriyim bu bana yeter dedi çocuğun her söylediği harfte boğazıma düğümler atılıyodu nefes alamıycak gibi oluyodum sonra ilker abiyi aradım dedim böyle böyle iş bulmamız lazım diye geldi mağzaya bende o sıra molaya çıktım ama ilker abiye anlattım baştan sona çıktım molaya oturdum sessiz sakin bi yere bir sigara yaktım sonra dedim ki derdimi sikiyim sonra Allaha defalarca şükrettim her şey için babam benim de kötü sevmiyorum anneme el kaldıramaz bunu o da bilir anneme şükrettim halime şükrettim lan sevildiğim zaman vardı ona şükrettim sınandığım için şükrettim bayadır şükretmiyodum ben halimi zor sanıyodum ama insanlar nelerle yaşıyo ben bi kalp ağrısı için mi bu kadar dağıtıyorum ya ne gerek var seven sever sevmeyen sevmez aga zorlayamazsın ki kimseyi işte ben orda büyüdüğümü anladım dalgama bakmayı tekrar yardım etmeyi iyi insan olmayı neden seçtiğimi bir kez daha anladım şükredin halinize...
0 notes
Text
tekrar başlıyorum...
Merhaba.
Yüzde yüz toparlamasam da sakatlıktan çıktım diyebilirim. Bunu takiben antremanlara bu hafta itibariyle tekrar başladık. Bu yazıda biraz nasıl bir rota izleyeceğimizden, neyin nasıl işleyeceğinden, ne odaklı antremanı nasıl yapacağımızdan falan bahsedeyim, önceki yazıdaki sözler yine “bir sonraki” yazıya kalıyor...
Öncelilkle ilgilenenlerin muhtemelen biliyor olduğu üzere antremanlarda periyodizasyon denen önemli bir mevzu var. Belli sıklıklarla belirli süreçlerden geçmeli, o süreçlerde önceki süreçlerde olan durumunuzu kıyaslayıp ilerleyip ilerlemediğinize kulak vermeli; bir yandan da sürekli aynı kas grubuna yönelik/aynı şekilde antreman yapmaktan kaçındığınıza emin olmalısınız. Biz, o an için temel ihtiyacımız (öncesinde daha dağınık, kafaya göre antreman yaptığımızdan) o olduğundan, blogdaki önceki yazılardan da görülebileceği üzere (yazmış olmalıyım), “power endurance” ile başlamış, Geyikbayırı’ndan döndükten sonra da oradaki eksikliğimizin asıl dayanıklılık olduğuna kanaat getirip bunu çalışmaya karar vermiştik. Fakat her şey her zaman beklenildiği gibi olmuyor tabii... Okulda düzenlediğimiz yarışma bizi yordu ve yıprattı, işlerin bir anda yığılması dağıttı ve hadi başlıyoruz dediğimiz idmanda ben de sakatlanınca (umarım sakatlanma, sakatlanınca noluyor, nolmalı diye bir şeyler de yazacağım), ordan döndükten sonra aşağı yukarı bir buçuk ayı sıfır antremanla geçirdik; Mehmet arada bir şeyler yaptı, tam manasıyla kopmadı da ben çok fena idim. Bu kadar kopuş tabii bu kadar disiplinli antreman olayına alışık olmadığımızdan kaynaklıyor çok basitçe. Ama olan oldu: o eski halimizden eser yok şimdi.
Peki biz ne yaptık? Hadi madem baştan dedik ve sıfırdan bir periyodizasyon başlattık çünkü eski gücü kaybedince dayanıklılık kazanmak daha zor ve manasız biraz da. Hipertrofi antremanlarıyla başladık bu hafta. Dün 3. antremanımızı yaptık. Antremanların sonunda aşırı yorgun olmuyorsunuz ama setlerde geberene kadar tekrar yapıyorsunuz her ne yapıyorsanız. Hipertrofinin temel ilkesi aşağı yukarı bu (hemen vurup öğretmeye kalkma, aşağı yukarı diyorum). Bir aksilik olmazsa 5 hafta kadar bunu yapacağız, yükü arttırarak. Sonra derhal power’a geçmek gerek ki bu arada artan kas liflerini bizi güçlü kılacak hale getirelim. Yine şu anki plan 4 hafta da bunu yapmak. En son da 3 hafta power endurance/endurance gelecek (buna henüz tam manasıyla karar vermedik). Ve doğru yere denk getirebilirsek burdan sonra performans vakti: Dedegöl’ün muhteşem kayalarında ~1 hafta! Alpin spor rotalar, dik duvarda uzun koşular, yağmurdan kaçıp yıldırıma maruz kalmamalar (umarım)...
Özellikle dünkü antremanda sıkılmalar iyice ayyuka çıktı. Sıkılıyorsunuz çünkü bu spor güzel bir oyun olarak başlıyor her şeyin başında. Bir şeye yönelik, bir şeyi geliştirme amaçlı bir antreman yok. Arkadaşlarla toplanıp tırmanmaya gidiyorsunuz işte paranız yettikçe. Arada boulder’a gidiyorsunuz. Bu aralar salon tırmanışı Türkiye’de de oldukça moda olmuş durumda tırmanıcılar arasında. O yüzden şu an mevzu arada boulder’a gitmekten biraz daha fazlası olmuş durumda ama her neyse. Yani anlatmaya çalıştığım, hadi şimdi bir süre bilmem şu şekilde bir şeyler yapalım olmuyor hiç. Dağcılık, kaya tırmanışı daha da hatta, biraz maymunluk, atletiklik oyunu gibi olduğundan burada hiç olmuyor işte. Yani bisiklet gibi örneğin. Ama söz gelimi cirit atsanız bu böyle olmaz. Anlatabildiğimi sanıyorum. Neyse. E işte bir noktada iş bir yere geliyor ve farkına varıyorsunuz: bulunduğunuz çizgiyi, bazen platoyu, aşmak için belirli bir şekilde idman yapmalısınız. Bir de benim hiç kabullenmek istemediğim bir şey var: hiçbir şey hemen olmuyor, kahretsin! Bu periyodizasyon olayı iki temel ölçekte var: küçük ve büyük olmak üzere (minor, major ingilizcesi). Her antremanda özel olarak yaptığınız şeylerde bir şeyler tabii oluyor ama söz gelimi bu hipertrofi olayının amacına ulaşması için 5 hafta boyunca bunu yapmak gerek yani. Sözün özü elimizden geldiğince bunu yine “kafaya göre tırmanıyormuşuz” şekline büründürebilmek ama insan bazen sıkılıyor işte.
Biraz içimi de döktüm ama özetle böyle bu aralar. Yaza bir iki olayım daha var da onların şekli tam belli olsun öyle yazacağım. Antreman salonlarından tüm tırmanıcılara selamlar.
1 note
·
View note
Photo
Yeşil Mürekkep Kitap Yorumum; Osman Balcıgil’in kaleme aldığı Yeşil Mürekkep geçtiğimiz yılın kasım ayında okuyucuyla buluştu, çoktandır bir çok yerde karşıma çıkan bu kitapla yenil yıl akşamı bir sürpriz vasıtasıyla tanışmış olmaktan ziyadesiyle memnun olmuştum. Bir Sabahattin Ali hayranı olarak bütün kitaplarını okumuş lakin hakkında pek bir fazla bir bilgiye sahip olmamaktan mütevellit hayli müteessirdim, lakin bu kitabın elime ulaşması bu durumu lehime çevirmek için güzel bir imkan sağlamıştı. Elimde ki kitabı bitirdikten sonra okuma listeme bir göz atıp bu kitaba protokolden bir yer ayırmak farz olmuştu.. Ve yeni yılın ikinci günü başladım okumaya, ilk 3 sayfa ölüme giden Sabahattin’in son anlarından bahsediyordu ki içim ezilerek zorlanarak okuyordum, acaba böylemi sürecek sondan başa doğrumu gidecek anlatmaya derken o kısmın bir nevi tanıtım amaçlı olduğunu fark ettim. Bu kısmın benim gibi heyecanlı bir okur için ilk sayfalarda olması gerçekten gerekli miydi onu kestiremiyorum.. Derken Sabahattin Ali birden 19 yaşına toy bir delikanlı olduğu zamanlara döndü yazarın anlatımıyla, hikaye tam olarak da buradan başlıyordu işte Almanca sınavını kazanmış ve Almanya’da dil eğitimi almak için hak kazanmış sayılı kişilerden biriydi ve ilk kez vatan toprağından uzak bir coğrafyaya gidiyordu Sabahattin üstelik en sevdiği işi yapmaya, yani hem Almanca öğrenecek hem de Alman edebiyatını enine boyuna araştıracaktı.. Öyle akıcı bir dil kullanmıştı ki yazar sayfalar peşi peşine su misali akıyor bölümler kısa metrajlı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Sanki o kalemine hayran olduğum adam karşımda canlanmış bir kendini anlatan bir filmin için başrol oynuyordu. Bu akıcı anlatım sayesinde kitaba olan bağınız okumadığınız zamanlarda bile sürüyor diyebilirim, nerden mi biliyorum? Biliyorum çünkü kitap bitene kadar her gün rüyamda kitabın bir bölümü sahneleniyordu.. Kimler yoktu ki kitapta, çok yakından tanıdığımız isimlerin Sabahattin Ali’nin hayatında ki yerleri önemleri üstüne basılarak vurgulanıyordu, kişileri ve olayları bilmeyenler için de sayfanın alt kısmında detaylı bir açıklama kısmı yer alıyor bence bu da hayli güzel düşünülmüş bir incelik olmuş okuyucu açısından.. Yazmaya ilk nasıl başladığı, kimleri kendine rol model aldığı, kimler tarafından desteklenip, kimler tarafından yerildiği açıkça belirtilmiş. Mesela benim en çok ilgilendiğim kısımlardan biri Nazım’la ilk tanışma anlarıydı, Nazım Resimli Ay dergisinde yazıyordu o ara ve şiirleri bütün meclislerde okunuyordu kendini o kadar sevdirmişti ki neredeyse herkesin dilinde Nazım’ın şiirlerinden bir mısra dolaşıyordu, aralarında beş yaş vardı Sabahattin ile, derken uzun uğraşlar sonunda kendini Resimli Ay dergisinin yazarları arasına katmayı başaran Sabahattin, Nazım ile bir sohbet esnasında samimiyeti ilerlettiğini düşündüğü bir an da sorar bir şiirinde geçen ‘Si-Ya-U’nun hikayesini anlatır Nazım hayli dramatik bir öyküsü vardır onun için bu şiirin ve şöyle söyler Sabahattin’e; “ Hep yapmaya çalıştığım gibi, bildiğimiz şiiri aşan bir şey olsun istedim. Oldu mu olmadı mı bilmem. Bildiğim bir şey varsa, o da sanatta, şiirde güzellik kendi başına bir anlam taşımaz. Bir manası olmalı güzelliğin..” En çok şaşırdığım bölümlerden biri de Hüseyin Nihal Atsız’la olan dostluğudur. Almanya’ya giderken çok sevdiği dostu Pertev’le birlikte Atsız’da vardı onu uğurlayanlar arasında, sonrasın da dünya görüşleri farklılaşmış olsa da Atsız’ın çıkardığı Atsız Mecmua içinde şiirler yazmış ve uzun bir süre dost olarak kalabilmeyi başarmışlardır. Lakin sonraları iki zıt kutup kadar birbirlerine ters düşmüş, dostlukları zedelenmiş ve hayatlarında ciddi anlamda olumsuz etkiler yaratmışlardır.. Aşk’a aşık bir adammış Sabahattin neredeyse aşık olmadığı bir an yok hayatında. Belki de kaleminin gücü buradan geliyordur diye düşünmeden edemedim doğrusu. Ve yazmaya onu yüreklendiren birinci isim ise Nazım olmuş meğer, mektupların da sık sık yüreklendirmiş onu bu konuda, ve hatta bir mektubun da diyor ki; “Romanını nasıl sabırsızlıkla ve ne büyük güvençle beklediğimi tasavvur edemezsin. Bak net konuşuyorum: Hikaye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var..” Manevi ağabeyi olarak görüyordu Nazım’ı ve her söylediği çok kıymetliydi bu yüzden de ihmal etmeksizin dinliyordu nasihatlerini.. Kitaplara hayli düşkün olduğunu biliyordum lakin edebiyatı bu kadar sindire sindire hazmettiğini yazar Osman Balcıgil öyle güzel anlatıyor ki, okuduğu kitaplara varana kadar bilgi sahibi oluyorsunuz ve meraklısı olanlar benim gibi minik notlarda alıyordur muhtemelen. O çok sevdiğimiz benimsediğimiz romanlarına ilk başladığı anlar, yazılırken, basılırken yaşadığı heyecanlar, zorluklar hepsi o kadar gerçek ki bir an ne yapsam da ona yardımım olsa diye düşünüyorsunuz.. Velhasıl, edebiyatımızın mihenk taşlarından kabul edilen, eserleri hala en çok satanlar listesinden düşmeyen, çok erken yaşta hain bir pusuyla kaybettiğimiz Sabahattin Ali hakkında öğrenmek istediğiniz ne kadar detay varsa roman tadında bu kitabı okumanızı katiyetle tavsiye ederim. Öyle güzel bir üslupla anlatılmış ki hiç sıkılmıyor aksine elinizden bir an olsun düşüremiyorsunuz. Bana kalırsa onu anlatan kitaplar arasında en çok sevdiğim kitap olma unvanını koruyacağı su götürmez bir gerçek. Ve mektuplar.. Aşık olduğu kadınlara, dostlarına, Nazım’a, Aliye’sine, Filiz’ine yazdığı çoğu şiirlerle bezeli binlerce mektup hepsi de onun yeşil mürekkepli dolma kaleminden yazılmış. Bir tanesini dahi görebilmek, dokunabilmek ve o an ki hissiyatını yakalamayı öyle çok isterdim ki. Neyse ki bunlar da zaman içerisinde kitaplaştırılmış ve bir çoğu biz okuyucularla paylaşılmış. Kitapta da bir çoğunun bahsi geçiyor ve o anlarda kendinizi gerçekten o zamanlara aitmiş gibi hissetmeniz çok olası bir ihtimal.. Uzun zamandır okuduğum kitapların arasında kendime en yakın hissettiğim ve hayranı olduğum yazarı bu denli detaylı ve güzel bir uslüpla anlatmasından mütevellit beğeni listemin en üstlerinde yerini çoktan aldı. Ve ona hayran olmakla ne doğru bir iş yaptığımın bir kez daha altını çizmeme yardımcı olduğu için de ayrıca bir teşekkürü de hak etti. Eğer sizler de benim gibi bir Sabahattin Ali hayranı iseniz kesinlikle okumanızı, onu en ince ayrıntısına kadar tanımanızı ve o dönemde kitapta adları geçen ünlü edebiyat camiası hakkında fikir sahibi olmanızı zaruretle tavsiye ederim.. Şimdiden keyifli okumalar dilerim, bir sonra ki yorum da görüşmek dileğiyle.. ✋🤓📚 Dilek ŞAHİN Osman Balcıgil Destek Yayınları
#kitap#books#bookstagram#kitap kurdu#kitaptan alıntı#kitap yorumları#osman balcıgil#yeşil mürekkep#destek yayınları#okumak#okumahalleri#okuryazar#kitap alıntıları
17 notes
·
View notes
Text
küçük bir anı
küçüktüm, ufacıktım. ilkokula gidiyordum o zamanlar. bizim sınıf küçük mucitler adlı bir yarışmaya katılacaktı. trt’de yayınlanan bir yarışma programıydı. iki takım var deneyler yapılıyor, sorular soruluyordu. iki farklı okuldan öğrenciler katılıyordu programa. (galiba öyleydi tam hatırlayamadım) her takımda dört kişi vardı sanırım onu da tam hatırlamıyorum. öğretmenimiz bizim sınıftan katılacak dört kişiyi seçmişti. ayrıca takımı destekleme amacıyla da seyirci olarak bir kaç öğrenci seçmesi gerekiyordu. (programa katılacak öğrenciler neye göre, nasıl seçildi hiç hatırlamıyorum.) liste tamamdı, gidecek öğrenciler belirlendi ama listede ben yoktum. çok üzüldüm ama yapacak bir şey yoktu. öğretmenimiz ne olur ne olmaz diye bir de yedek listesi hazırlamıştı. katılacak öğrencilerden gelemeyenler olursa diye. işte o listede ben vardım. yağmur adında yakın bir arkadaşım vardı, o seçilmişti seyirci olarak. ama hastalanmıştı o yüzden programa katılamayacaktı onun yerine birinin gitmesi gerekliydi. yağmur’un hasta olmasına ve programa katılamayacak olmasına üzüldüm. yedek listesinden kurayla yağmur’un yerine katılacak kişi seçilecekti. keşke ben olsam diye düşündüm tabi ne yapayım ben de gitmek istiyordum. o yaşlarda şanslı biri miyim değil miyim hiç bilmezdim ama kurada benim ismim çıktı, bana büyük bir sürpriz oldu. şanslıymışım, sevinmiştim ama keşke yağmur hasta olmasaydı da o gitseydi diye düşündüm ne biliyim kendimi biraz da kötü hissettim. öğretmenim bana senin adın yağmur olacak bugün için dedi. kendi adını söyleme dedi yani buna benzer bir şey dedi tam olarak hatırlayamadım bu kısımları ama asla kimse kim olduğumu bilmemeliydi. (gülüşmeler) yağmurun yerine gideceğim için ben artık yağmurdum. çok heyecanlı. yeni bir kazağım vardı onu giymiştim. her neyse trt’ye gittik girişte hepimizin adını sordular kart verdiler. (öyle bir şeyler hatırlıyorum belki de yanlış hatırlıyorumdur) program canlı değilmiş bir an öyleymiş gibi hatırladım (gülüşmeler) annem babam herkes dayımların evine gitmişlerdi o gün, o yüzden sanki beni televizyondan izleyecekler gibi hatırladım ama çekim yapıldıktan sonra yayınlanacakmış program. (bu bilgiyi de annemden öğrendim bugüne kadar hala canlı yayınmış gibi hatırlıyordum) belki ben de çıkardım televizyona köşeden bir yerlerden. geldik hazırlıklar falan yapılıyordu tam o sırada sanırım kameramandı tam olarak hatırlamıyorum, bir abi benimle konuşmaya başladı adımı sordu az kalsın kendi adımı söylüyordum ama o gün ben yağmurdum, unutmuşum. küçük mucitler programının o bölümünü hiçbir yerde bulamadım. program televizyonda yayınlanınca kaçırıp izleyememiş olabilirim, çünkü hatırlamıyorum. azıcık ben de çıkmışım sanırım annemin bana öyle bir şeyler söylediğini beni gördüğünü, aramızda böyle bir konuşma geçtiğini hatırlıyorum. sonra da tekrarını ya da bir yerlerde videosunu, programın kaydını falan hiçbir yerde bulamadım zaten. buraya yazmak istedim çünkü hiç unutamadığım(ama tam da hatırlayamadığım ya da çoğunu yanlış hatırladığım) bir anı olmuştu benim için. yanlış hatırladığım kısımlar için kusura bakmayın ama anlatmaya çalıştığım şey bir zamanlar benim de ünlü bir kişi olduğumdu.
0 notes
Text
Biz kimiz? Neden ofis masajı yapıyoruz?
Okuma süresi:
Hızlı tarama, kalın yazılarla 1 dk
Hepsini okuyana 3-4 dk
Biz dediğim aslında ben, Figen. Daha ciddi görünmek için sizli bizli yazmayı tercih ettim. Bir de kalabalık taleplerde benim gibi bazı masaj uzmanı arkadaşlarımdan yardım istiyorum, o açıdan bazen gerçekten “biz” olabiliyoruz.
Neyse, “ben”e geçiyorum:
Reklam sektörü kökenliyim, uzun yıllar dijital ajanslarında reklam yazarlığı yaptım. Ülkece Facebook hesaplarımızı açtığımız ilk sene benim de çalışma hayatımdaki ilk yılımdı, poke kullanarak müşterilere fikir satılır mı diye kafa patlattığımızı hatırlarım. Hep güzel yerlerde çalıştım, bol ödüllü projelerde de yer aldım, gururlandım. Yine de bu işin benim hayalimdeki iş olup olmadığından hiçbir zaman emin olamadım. (Muhtemelen o dönemde hayalimde bir iş olmadığı için.) Yapabiliyordum ve hayat devam ediyordu. Bu süre zarfında edindiğim çeşitli rahatsızlıklar, sık tekrarlayan boyun tutulmaları, fıtık, fibromiyalji teşhisleri ve fizik tedavilerle geçen birkaç sene sonrasında doktorumun yönlendirmesiyle masaj terapileriyle tanıştım. Devam eden düzenli seanslar sonrasında bu nasıl oluyor, nasıl iyileşme sağlıyor, şimdi hangi kas açılıyor gibi sorularıma cevap vermekten bıkmış olacak ki, terapistim beni anatomi öğrenebilmem için kendi masaj hocasına yönlendirdi. Hobi olarak öğrenmeye başladım, bırakamadım. (Evet, hiç şaşırmayacağınız üzere yaşım bu sıralarda tam da 30 olmuştu.) Derin Bağ Doku Masajı ve Tetik Nokta Terapi eğitimlerini tamamladıktan sonra baktım seviyorum ve yapabiliyorum; ofis hayatına veda edip “Japonlar yapıyorsa kesin daha iyidir” düşüncesiyle Shiatsu öğrenmek üzere Tokyo’ya gittim. Farklı ekollerde Shiatsu eğitimleri aldım. Döndüğümden beri hem freelance reklam yazarı hem de freelance masaj terapisti olarak çalışmakta, Istanbul’daki masaj ve Shiatsu eğitimlerinde hocalarıma asistanlık yapmakta, bir yandan da araştırmalara ve yeni şeyler öğrenmeye devam etmekteyim.
Ofis masajlarına başlamamsa tamamen kendi geçmişim ve çalışırken duyduğum ihtiyaçlar üzerine. Yanlış oturuş-duruş bozuklukları ve çalışma koşulları sebebiyle vücudun hangi bölgelerinin olumsuz şekilde nasıl etkilendiğini biliyorum. Ufak değişikliklerle bu olumsuzlukların azaltılabileceğini de biliyorum. Gergin omuzlar – gergin kafalar – gergin ortamlar... Hepsi birbirini tetikliyor. Her iş acele, kimsenin hiçbir şey için yeterli vakti yok. Durup bir kendimizi dinlemiyoruz ve yeterince dinlenmiyoruz. Sonrası malum... İşte bu yüzden biraz bunları anlatmak, ufak temaslarla farkındalık kazandırıp faydalı olmak amacıyla kendi geçmişimden bildiğim problemleri değerlendirdim, yeni öğrendiklerimle birleştirdim ve “çalışırken bana bunlar yapılsa çok iyi gelirdi” diyerek 20 dk’lık bir seri çıkardım. Eskiden çalıştığım ve arkadaşlarımın yoğunlukta çalıştığı reklam ajanslarını gezmeye başladım.
Masaj bana göre hem beden hem de zihinde kısa sürede derin dinlenme sağlamak için en etkili yol. Kendini iyi hisseden ve yaşam enerjisi yükselen kişinin günlük performansı olumlu etkileniyor, iyiliği çevresine de yansıyor. Bu bakımdan masaj lüks bir aktiviteden ziyade sağlığımızı destekleyip yaşam kalitemizi yükselten bir uygulama. Hatta günümüz şartlarında artık ihtiyaç boyutunda. Doğru şekilde uygulandığında iyileştirici olması kadar hastalıklardan koruyucu bir yöntem sayılan masaj birçok ülkede koruyucu tıp altında yer alıyor. Ve maalesef ülkemizdeki masaj algısı hak ettiği yerin çok çok uzağında kalıyor. Bu yüzden gittiğim yerlerde, temas ettiğim kişilere mümkün olduğunca bunları anlatmaya, hissettirmeye, beden farkındalığı kazanmalarına aracı olarak masajın asıl mesajını doğru biçimde kavrayıp yaymalarını sağlamaya çalışıyorum.
0 notes