Tumgik
#minnet duygusu
yakazakalb · 1 month
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bir insanın sağlıklı bir kişilik gelişimine sahip olduğunu anlamanın sadece iki ölçütü var diye düşünüyorum:
1- yapılan iyilik karşısında minnet duyabilmek ve içtenlikle teşekkür etmek.
2- dünyanın yeni ev sahipleri olarak çocuk ve gençleri görmek onları sevmek ve yerini bırakmaya hazır olmak.
Ve elbette ona eşlik eden tabiat sevgisi, estetik duygusu. evet bu kadar basit; minnet duyabiliyor mu? Çocukları, tabiatı seviyor mu? belli bir estetik duygusu var mı? Bunlara bakarak insanlarla yakınlıklarınızı ayarlayın. Bu hususlarda geçer not alamayan insanlarla biraz mesafeli olursanız kendinize büyük iyilik etmiş olursunuz.
.
23 notes · View notes
nebez · 8 months
Text
Minnet duygusu;
bir Anne'nin alnına kondurulan sevgi öpücüğünde hayat bulur..!
Tumblr media
150 notes · View notes
my-other-version · 9 months
Text
İyilik yaptıklarımızın şikayet etme duygusu, minnet duygusundan açık ara önde çıkar her zaman.
6 notes · View notes
ixiart · 1 year
Text
babamı bir kaç saat önce tophane durağından tramvaya bıraktım. o Antalyaya doğru yola çıkarken, ben evime yürüdüm her zamanki yoldan. onunla gitmek isteyip gidemediğim kitapevine Ömer Hayyam sormuş bugün. ilginç biri babam, geçmişi şaibeli, kişiliği girintili çıkıntılı.. duyguları da inişli çıkışlıdır. bazı düşünceleri nasıl ürettiğini, sonra o cümleleri nasıl olup dizdiğini sorguluyorum bazen. zihninde sakladığı şiirler ve nesirler var. bir kaç kez dinleneme şerefine nail oldum onun ağzından, dramatik becelerileri öyle güçlüdür ki, şiir okurken başka birine dönüştüğüne yemin edebilirim. her okuduğu şiirde başka biri.
onun okuyup benim yazdığım hayaller kuruyorum çoğu zaman, hatta bununla ilgili sözler veriyoruz birbirimize. sonra günler geçiyor, ben yaşam mücadelesi verirken güçsüz düşüyorum. 75 yaşında babam, herhangi bir nedenden her an ölebilir, eğer eserlerini kağıtlara aktarmadan kaybedersem onu, yine yıkıma uğratmış olacağım kendimi. annemi göz göre göre yitirdiğim mizahsende kurduğumuz hiçbir hayali gerçek edemediğimiz için hala çeneme elektrik yayılır. her ikisine de akılalmaz bir minnet duygusu beslediğimi henüz keşfediyorum.
yeteneklerini yeryüzünde sürdürmek isterim. epey şanslı bir çocuğum, annemin çizgilerini babamın kelimelerini almışım biraz, belki yakında onlar gibi samimi, orijinal biçimde bunları kullanmayı da öğreneceğim.
31 Mayıs, 23
ixi
3 notes · View notes
pogosipos-so · 2 years
Text
Sizce insanın içini en karıştıran, en üzen, en düşündüren ve en çok yoran duygu hangisidir?
Acı, üzüntü, kırgınlık ya da çaresizlik mi? Hayır hiç biri değil. Bizi en çok üzen de, en çok düşündüren de, en çok yoran da minnetlik duygusudur. Sevdiğiniz, sevmediğiniz ya da sevdiğinizi zannettiğiniz birini düşünün. O kişi size öyle bir şey yapmıştır ki ne ondan nefret edebilirsin, ne ondan soğuyabilirsin ne de onu hayatından çıkarabilirsin.
Şöyle düşünün ; en değer verdiğiniz kişi, size sizin için en iyi şeyi yapmıştır. Mesela herkesin önünde sizi savunmuştur, size yardım etmiştir, aç karnınızı doyurmuştur. Bunlardan herhangi birisini ya da başka bir şey de yapmış olabilir.
Size yardımı yapan o kişi, bir gün gelir karşınıza çıkar ve size en kötü şeyi yapar, güveninizi zedeler. Güven kazanılabilir kaybedilebilir ya da zedelenebilir, bilemeyiz.
Sonra yine o kişi gelir sizin bir şekilde gönlünüzü alır.
Ve sonra o kişi yine sizi sarsacak bir şey yapar ve sende ondan nefret etmeye başlarsın ta ki içindeki minnet duygusu konuşasaya kadar.
Selam ben minnet duygusu. İçindeki kargaşanın farkındayım ama şunu düşün o sana asla ama asla unutamayacağın bir iyilik yaptı sen ondan nefret ettiğin zaman o iyiliğin ve yaşayacağın vicdan azabıyla ezilirsin. Hem sen onu seviyorsun nasıl ondan nefret edebilirsin ki?
Diye konuşur seninle sen ne yapsam, nasıl davransam diye düşünürken de bir bakmışsın ki içinde ki kargaşada yok olmuş ve o kişiyi affetmişsin.
Kısaca içimizdeki minnet duygusu bizim peşimizi bırakmaz, kendini her daim hatırlatır ve senin yıpranmana neden olur. İçimizdeki minnet bizim kargaşamızın ta kendisidir.
6 notes · View notes
loveseva · 2 years
Text
İnsanlar düzlüğe çıkınca sizinle aştıkları yokuşları unuturlar.
İhtiyaçtan doğan sadakat, sadakat değildir.
İnsanların size olan ihtiyaçları bittiğinde, sadakatleri de biter.
Çünkü "minnet duygusu" taşınamayacak kadar ağır bir yüktür.
Bir insana ihtiyacınız bittiği halde, değer vermek, kıymetini bilmek ve vefa göstermek ruhtaki asaletin ve karakterin ortaya dökülüş biçimidir
Bu kimseye sonradan öğretilemez, ya vardır ruhunda ya da yoktur.
~
Güzin Yeğin
2 notes · View notes
psikiyatristalikeyvan · 2 months
Link
0 notes
philosophelli · 2 months
Text
son zamanlarda proustvari bir hisle geçmişi anımsıyorum. günün bazı ışıkları, bazı görüntüler, özellikle o yıllara ait şarkılar beni o anlara götürüyor. o yıllarda hayatım çok iyi süper olduğundan veya o yıllar ülke için de çok çok iyi olduğundan değil (bugüne nazaran daha iyiydi demeden geçemeyeceğim) bilemiyorum belki gençliğimi özlüyorum, tadını çıkaramadığım, yaşımı yaşımda yaşayamadığım gençliğimi. bu konu hakkında ne zamandır yazmayı istiyordum ama doğru kelimeleri bulup doğru cümleleri kurmak, kendimi doğru ifade edebilmek hususunda endişelerim vardı. her şeyi çok önemsiyorum değil mi, evet maalesef bu böyle. zamanla, büyüdükçe bu huyumdan vazgeçerim diye düşünürdüm fakat görüyorum ki evlendiğim halde bile "aşağılık duygusu" kendi kendime teşhisi koyabileceğim oranda kendini benliğimde belli etmeye başladı. düşünmelerim, alınganlığım kendimi -her ne kadar aksini iddia etsemde- belli etmeden ispat etme çırpınışlarım, gelecek kaygılarım, varoluş sancılarım, kimlik sorgulamalarım şiddetlendi. yaşamı, başıma gelenleri kontrol edemeyeceğime kendimi bir anlığına ikna ettikten sonra, şu an sağlıklı olmamın en büyük nimetlerden biri olduğu duygusuyla minnet duyduktan sonra yine başa sarıyorum.
samsun'dayım sınavlar için geldim, eşim ankara'da. samsun çok sıcak nem zaman zaman boğucu ve sıcaklık gece de düşmüyor (ankara'nın avantajı gece 16 dereceye kadar düşüş oluyor), çok kalabalık, çok fazla insan var üstelik görgüsüz çoğu ve çok fazla sinek var (belediye düzenli ilaçlama yapmıyor sanırım çünkü bu seneye kadar böyle sinek yoğunluğu hatırlamıyorum), mekanlarda, kafelerde, marketler de bile klima çalıştırılmıyor. anlayacağınız bu yaz samsun'dan daha bir nefret ettim. cumartesi pazar büt var. hoca ikisinden yine bırakırsa tek ders sınavını beklememe gerek kalmayacak. eğer öyle olursa ankara'ya dönerim. bilemiyorum bu bütlerden açıkçası hiç ümidim yok, ümitlenmesem daha iyi çünkü aksi olduğunda çok öfkeleniyorum. ama tabii elbette Allah'tan ümidimi kesmiyorum, kesmem. veremezsem o iki dersi, Allah'ın benim için daha iyi daha güzel planları olduğuna inanıyorum.
izlemek istediğim o kadar çok şey var ki.. Proust'un serinin sondan ikincisine başladım. hevesle. tabii sıcaklardan okumaya yoğunlaşamadım. bakalım, inşallah güzel anılar eklerim/ekleriz ömrümüze belleğimize :-*
0 notes
nnnebula · 2 months
Text
İnsanlar düzlüğe çıkınca sizinle aştıkları yokuşları unuturlar.
İhtiyaçtan doğan sadakat, sadakat değildir.
İnsanların size olan ihtiyaçları bittiğinde, sadakatleri de biter.
Çünkü "minnet duygusu" taşınamayacak kadar ağır bir yüktür.
Bir insana ihtiyacınız bittiği halde değer vermek, kıymetini bilmek, vefa göstermek ruhtaki asaletin ve karakterin ortaya dökülüş biçimidir.
Bu kimseye sonradan öğretilemez.
Ya vardır ruhunda ya da yoktur.
Vefa asaletten gelir!
Alıntı
0 notes
cagatayakgun · 3 months
Text
SEVGİYLE BAĞLANMAK veya BAĞIMLI OLMAK
     Sigmund FREUD, normal insanı tanımlarken; ’Sevebilen ve üreten insan sağlıklıdır.’ tespitini yapar.
     H.S. SULLİVAN ise ‘‘Sevgi duygusu iki insan arasında kişisel değerlerin karşılıklı olarak tümüyle olumlanıp onaylanmasıdır.’’ görüşünü savunur.
     Bu anlamda yaşanan gerçek sevgi duygusu insanı özgürleştirir. Sevgiyle özgürleşen insan her hangi bir zorlamaya veya kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma becerisine sahip olur. Bu yaklaşımdan hareketle, sevme becerisinden yoksun ama sadece sevilmeyi arzu eden bir insanın gerçek anlamda özgür olması beklenemez. Böyle biri için, ikili ilişkilerde bağımlılık neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Basit bir tanımla bağımlılık; bir insanın başka bir kişinin veya gurubun etkisi ve yönetimi altında bulunmasıdır. 
     0-3 yaş aralığındaki her bebek doğal olarak ebeveynine bağımlıdır. Üç yaşın bitimiyle birlikte başlayan, ebeveynden görece bağımsızlaşarak sosyalleşme çabalarının bağımlılığı sona erdirmesi beklenir. Ancak bu her zaman gerçekleşmez. Çocuk okul öncesi ve sonrasındaki süreçte de bağımlı olma ihtiyacını bilinç dışı süreçlerle devam ettirir. İlerleyen gelişim sürecinde, anne- babaya olan bu bağımlılık ihtiyacı arkadaşa ve eşe yansıtılarak varlığını sürdürür. Bunun temelinde, yetişkin bir insanın kendini çocukluğunda olduğu gibi ÇARESİZ hissetmesi gibi olumsuz bir duygu yer alır.
     Martin SELİGMAN, Öğrenilmiş Çaresizlik Kuramını; ‘’Birey, bir sorunu çözme konusunda çaba göstermesine karşın sonuç elde edememişse bunu genelleyerek daha sonraki sorunları da çözemeyeceği yönünde katı bir inanç geliştirir. Böylece, tüm yaşamı boyunca kendini pasif ve çaresiz konuma indirger.’’ sözleriyle açıklar.
     Onu, yaşamını başkalarına bağımlı olarak sürdürmeye iten başlıca etken kendisini çaresiz biri olarak görmesiydi. Bu yıpratıcı duygu ise gelişme sürecinde yaşadığı olumsuzluklardan kaynaklanıyordu. Çocukluk döneminde elde ettiği başarıları küçümsenerek yetersiz görülürdü. Diğer yandan, önemsiz sayılabilecek hataları ise aile büyüklerince asla hoş karşılanmazdı. Aksine, katı bir disiplin anlayışıyla suçlanarak cezalandırılırdı. Öğrencilik yıllarında ve daha sonraki iş yaşamında da bu tür yaklaşımlarla karşılaşmıştı. Hak etmediği suçlanmalar karşısında hiçbir zaman kendisini savunamıyordu.  Çünkü her savunma girişimi otorite figürleri tarafından kendilerine yapılan saygısızlık olarak niteleniyor ve buna asla izin verilmiyordu. Ona başka bir seçenek bırakılmadığı için de yapabildiği tek şey kendisine yöneltilen suçlama ve küçümsemeleri çaresizce kabullenmek oluyordu. Bunun sonucunda her geçen gün bir az daha özgüveni zayıf ve özsaygısı düşük biri haline gelmişti. Özsaygısının düşük olması, kendisini değersiz ve önemsiz biri olarak görmesine yol açıyordu. Ona saygı duyabilen, onu eşiti gibi gören birileriyle tanıştığında, bunu hak etmediğini düşünerek onlardan hızla uzaklaşıyordu. Aksine buyurgan, onu küçümseyen kimselerin çekimine kolaylıkla kapılıyordu. Bu tür yaklaşımlar ona, kendisiyle ilgilendikleri için, onu sevdikleri için ve onun mükemmel biri olmasını istedikleri için eleştirdiklerini öne süren ebeveynlerinin yapay ilgisini anımsatıyordu. Bu nedenle her küçümseyici yaklaşımı, her suçlayıcı tutumu, incinse bile kendisine gösterilen yakın ilgi ve sevgi olarak değerlendirme hatasına düşüyordu.  Sevmekten çok, sevilmeye gereksinim duyduğu için de biraz yakınlık gördüğü birine neredeyse ‘’yapışıyor’’ ve bunu ‘’sevgi’’ sanıyordu. Bu tutumuyla özgüveninin, öz saygısının yükseldiğine inanıyordu. Doğal olarak, ona bu duyguyu yaşatanlara derin bir minnettarlık da duyuyordu. Yaşamının merkezine kendisini değil; hep minnet duyduklarını konumlandırıyordu. Sonuçta ‘’seçen’’ değil hep ‘’seçilen’’ oluyordu.
      Yetişkin bir yaşa geldiğinde ise bu durumunda dikkate değer bir değişme, olumlu bir gelişme göze çarpmıyordu. Çünkü çocukluğundan bu yana yaşamış olduğu ve hiç hak etmediği suçlanmaların acı verici anılarından kurtulamıyordu. Artık çoktan geçmişte kalan olumsuz yaşam deneyimleri zaman geçtikçe etkisizleşeceğine daha derinleşiyordu. Sürekli olarak kendini sorguluyor ve yargılıyordu. Her defasında da kendini suçlayarak sorunların daha büyüyerek derinlere kök salmasına zemin hazırlıyordu. Bunun sonucunda uykularını kaçıracak denli derin bir SUÇLULUK DUYGUSU tüm benliğini ele geçirmişti. 
     Oysa suçluluk duygusu; yasaların, dini kuralların veya toplumsal değer yargılarının çiğnendiği yönündeki bir ‘düşünceden’ kaynaklanan olumsuz bir duygudur. Bu duygu aynı zamanda bireyin kendisine verdiği bilinç dışı bir ceza işlevini yerine getirme görevi de üstlenir. Ne var ki o, böylesine yıpratıcı bir duyguyu yaşamasına neden olacak bir kişiliğe sahip değildi. Aksine, elinden geldiği kadar yasalara, inanç sistemi kurallarına ve toplumsal değer yargılarına saygı gösterirdi. Ama çevresindekilerin kendisine yönelik haksız suçlamaları adeta zorla giydirilen bir ‘’deli gömleği’’ gibi, giderek kişiliğinin ayrılmaz bir parçası halini almıştı. Bu nedenle kendini suçlamaktan bir an bile geri durmuyordu. Yapabileceği tek şey, katlanamadığı suçluluk duygusunu hiç olmazsa en aza indirebilmek amacıyla ‘’koşulsuz sevgiyle’’ çevresindekilere ‘’bağımlı’’ olmanın koruyucu kalkanı arkasına saklanmaktı. Ama bilinç dışı süreçlerle gelişen bu çözümün kendisi sorun haline geliyordu. Çünkü bu durum zihinsel ve duygusal karmaşa yaşamasına neden oluyordu. Kısa zaman dilimlerinde ne kadar güçsüz ve yetersiz olduğunu fark ediyor ama bunu görmezden geliyordu. Böylece, hiç de farkında olamadan Nevrotik bir insan olup çıkmıştı!
     Karen HORNEY; ‘’Nevrotik birey aslında zeki olmasına karşın kendisini saf, başarısız ve güçsüz görür. Bu zayıflığından nefret ettiği için başarıya ve güce aşırı ölçüde ihtiyaç duyar.’’ görüşünü öne sürer.
     Öte yandan Alfred ADLER, bu görüşü destekler yönde şu tespiti yapar; ’Tüm insanlar zayıf, küçük, hassas ve yetersiz bir bedenle dünyaya gelir. Bu da kişide aşağılık kompleksine yol açar. Birey tüm yaşamı boyunca oldukça yıpratıcı olan bu aşağılık duygusunun üstesinden gelmeye çalışır. Bu çabanın arkasındaki iki itici güç yer alır. İlki ’Kişisel kazanç’ arzusuyla ’üstünlük’ elde etme çabasıdır. Diğeri ise ‘Kişisel başarı’’ için hırsa dayalı yıkıcı rekabettir. Ancak bu tür başarılar kalıcı olmadığı gibi sürekli de değildir. Kişisel kazanımlarını toplumsal yarara dönüştüremeyen insan psikolojik açıdan hastadır.’
     Ne var ki o, ne kişisel kazanç sonucu üstünlük elde edebilmiş ne de bireysel başarıya ulaşabilmişti. Bunun sonucunda, arzuları ile kaderi arasında sıkışıp kalmanın kaçınılmaz sonucu olan çaresiz yalnızlığın cenderesine sıkışıp kalmıştı. Bundan çıkış yolu olarak da başarılı ve güçlü gördüğü kimselerin yönetimine gönüllü olarak giriyordu. Sonuçta çaresiz yalnızlığından kurtulmaya çalışırken bağımlı biri olup çıkıyordu. Öte yandan, bu seçimiyle kötü niyetli kimseler için kolay bir ‘’av’’ haline geliyordu. Ayak işlerinde kullanılıyor, duyguları, emeği ve parası sömürülüyordu. O ise güçsüzlüğünü dengelemeye çare olarak bulduğu bu çözüm yolunun bir tür bağımlılık olduğunu asla fark edemiyordu. Çünkü öz yeterliliği oldukça zayıf olduğu için sürekli olarak birilerinin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Emin olduğu konularda bile hep onayına muhtaç durumdaydı. Gerçekten de o, hiçbir zaman kendine yetebilen, özgür ve özerk bir ‘’birey’’ olamamıştı.  Çünkü bir insanın ‘’birey’’ olabilmesi, başkalarından farklılaşarak bireysel gelişimini gerçekleştirmesi için aile üyelerine bağımlılıktan, gurup bağlılığından ve toplumsal baskılardan uzaklaşarak özgürleşmesi gerekir. Ama o bunun tam aksi yönde davranıyordu. Aile bireylerine, kabul gördüğü arkadaş gurubundakilere körü körüne bağımlı olmayı seçiyordu. Daha üzücü olanı ise onun, bu bağımlılığı sevgi sanmasıydı.  Bu durumunun normal olmayabileceğini görür gibi olduğu anlar oluyordu. Ama bu fikri zihninden hızla uzaklaştırıyordu. Çünkü geliştireceği farkındalık sonucu ne denli aciz, çaresiz ve yetersiz  olduğu gerçeği ile yüzleşmek zorlunda kalacaktı. Sonrasında ne yapması gerektiğini de bilemediği için daha büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağını hissedebiliyordu. Bu da kendi  gerçekliği ile yüzleşmekten tüm gücüyle kaçınmasına yol açıyordu. Zaten ne zaman öz eleştiri yapmayı denese savunma düzenekleri hızla harekete geçiyor ve kendisini kolaylıkla kandırmasını sağlıyordu. Kendisini aciz, çaresiz ve yetersiz biri olarak değil; aksine son derece sadık ve vefalı bir dost olarak görmeğe başlıyor ve kendisiyle gurur duyuyordu. Bu dünyada asla kendisi gibi sevebilen, kendisi kadar sadık bir insan olmadığını düşünerek duygulanıp ağladığı bile oluyordu!
0 notes
akilfikirgezegeni · 6 months
Text
Hani yıllardır,günümüz tabiriyle söylersek "Manifest" bir düşünce vardır; "Her şeyin zamanı ve ölçüsü tamdır, ne eksik ne fazla" diye, vakit geçtikçe bu mottonun doğruluğuna biraz daha inanmaya başladım. Neden mi? Çünkü neredeyse hiçkimse ne yaşadığı hayattan, ne vakit geçirdiği insanlardan, ne yediğinden, ne giydiğinden, ne geldiğinden, ne de oturup eğleştiğinden memnun...🤷‍♂️ Yaşarken alınan zevkin yani memnuniyet oranının yapılan aktiviteye göre değişken, alınan hazza göre sabit olduğunu bildiğimiz halde sürekli bu oranı artırmak için çabalayıp duruyoruz. Şayet eylemi çeşitlendirirsek daha mutlu olacağımız algısına kapılıyoruz. Aslından bu alınan haz vücudumuzda salgılanan bir hormonun yani "dopaminin" somut haliyle fiziksel ekonomik, soyut haliyle algısal psikolojik sebeplerle sürekli tetiklenmesi yüzünden deforme olmuş durumda... Hani bir söz vardır :"Eğer yapabiliyor ya da sahip olabiliyorsanız hiçbir şey daha iyi değildir. " diye, işte bu tatminsizlik duygusu yüzünden kendimizi hep başkalarıyla kıyaslamaya veya başka birine ait cennet bahçesini hayal etmeye odaklarız. Sahip olduğumuz şeylerin gözümüze küçük, değersiz gelmesi ya da çirkin, etkisiz, kaknem gözükmesi mukayese edilen şeylerin büyüklüğü ile ilgili değildir. Bilakis onlarda aynı oranın değişkenliğinden muzdarip kişilerdir. "Bir fil hiçbir zaman fare olmaz! Her şeyin zamanı ve ölçüsü tamdır. Ne eksik ne de fazla..." Küçük ve gereksiz mutlulullar diyerek ötelenen minnet duygusu, müteşekkirlik hali, şükretme alışkanlığı gibi hem sosyal hemde bireysel tatmin olma durumumuzu görmezden gelmemiz, elimizde olanın ne işe yaradığını, karşımıza neden çıktığını, almamız gereken dersi veya hazzı kaçırmamıza neden olabilir. "Bir fil fare olamaz belki ama fare de bir fili korkutup kaçırmayı başarabilir." Bu son söylediğim hem olumlu hemde olumsuz algılanabilir. Nihayetinde yaşarken küçücük şeyler canımızı da sıkabilir bizleri dünyanın en mutlu insanı da yapabilir. Bunu şöyle düşünebilirsiniz, çocukluğumuzda söz verildiği halde alınmayan bir hediye yüzünden dünya başımıza yıkılırken, minicik bir boncuk bileziği habersizce bileğimize taktıklarında yaşadığımız hazzı bir karşılaştırın isterseniz. Muhtemelen her ikisinin de yaşattığı duygu en yüksek orana sahip olacaktır. Bizler acıdan kaçınan, hazzı arayan varlıklarız. O halde bu hazzı arayıp bulma işine önce kaybettiğimiz en küçük değerden başlamalıyız. Yani kendimizden... Sağlıcakla kalın /içaforiz
0 notes
mackbear3-30 · 6 months
Text
Hani göğsüne yatıyorum, nefes alıp verirken beni de hareket ettiriyorsun. İşte kalbim sakince biraz geri biraz ileri ve bir beşikte salınır gibi huzurla yatıyor. Düşünüyorum da, en rahat yatağın adı bile geçmez senin kollarının arasında yatarken. Sonra, biliyorsun, ben çok şarkı dinledim ve çok sessizlikte de bekledim. Ama hiçbiri senin gülüşün kadar dingin değil. Bir de beni gözlerimden anlaman var ya, en etkileyici büyün o senin. Ve sen konuşmadan bana bakarken, sesini duyabilmem en büyük lütfum benim. Yine sessiziz. Ne düşünüyorum hiç farkında değilsin. Sevgi bize öğrettikleri gibi kalpte olmaktan çok ruhumuzun içinde. Aşk dedikleri şey de, her şeyden önce kocaman bir minnet duygusu barındırıyor içinde. Hiçbir şey değilse bile, varlığına minnet. Bolca sevgi, bolca saygı, bolca da tutku karışıyor o minnet havuzunun içine. Sonrasında olan şeyse, şans kıvılcımıyla doğan ve büyüyen, belki milyonda bir bi denk geliş. Yani işte, biz. Gözlerimi kapattım ve her şeyden uzağım artık, bir sana yakın. Sense şimdi telefonla oyalanıyorsun, benim aklımdan neler geçiyor, hiç bilmiyorsun. Sen beni öyle güzel seviyorsun ki, tekrar tekrar güvenmeyi, kaygıyı unutmayı ve şımarmayı öğretiyorsun. Ben seni öyle çok seviyorum ki, aşkın tadını dudaklarımdan, dilini şiirlerimden öğreniyorsun. Gerçekten doğru mu acaba, insanlar birbiri için miymiş? Çünkü eğer öyleyse, biz birbirimiz içinmişiz, onu da birlikte öğreniyoruz.
0 notes
renklirenksizz · 7 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Vahşice katletmek için büyük bir arzu içinde olan şahsın görüntülerini izlediğimde gözlerimi oymak istemiştim. Ruhunun karardığını ve bir anda kalbinin atmayı durdurduğu ve plânlı bir şekilde kaçacak yeri olmaması adına gayret ile Eros'un ölmesi için adına ''bir anlık'' dürtü diyerek kendini savunacağı saldırıyı sürdüren ve sonra eve gittiğinde belki yemek yiyebilen, duşa girebilen; gece vakti rahat bir uyku çekip ortaya çıkana dek bu vahşetin sahibi olduğunu bilerek yine yaşamaya kaldığı yerden devam edecek olan şahsın yüzünün gülme ve adaletin karşısında elini kolunu sallayıp evine döneceği düşüncesi bile kanımı donduruyor.
Sadece bir kedi olsanız da bu ülkede katlediliyorsunuz ve adalet için bağırmak, kendimizi yırtmak için hazır olduğumuz anda bir başımıza bırakılacağız korkusuyla, o vahşet görüntülerini yayımlarken bile ağlıyoruz!
Vicdanı olmayanların yaşadığı bu ülkede hatta dünyada nefes almak zorlaşıyor yine ve içimin içi resmen öyle bir acıdı ki... Böyle bir şeyi nasıl arzulayabilir ve neden yapabilir diye soramıyorum. Çünkü bu caniliğin sorgusu mu olur?
Resmen tutuldum.
Bu haberi gördüğümden beri beslediğim kedileri düşündüm; onları koruyamadığımız gerçeği ile bir kez daha karşı karşıya kaldığımız için umudum giderek azalmaya yeniden ve yeniden başladı. Umursamak gibi bir empati duygusu var kalbimde. Görmezden gelemiyorum asla. Adalet için şimdiden toplanmaya hazır olanlara minnet duyuyorum ve öldürülen Eros için A-DA-LET diliyorum.
#EROSİÇİNADALET
Sen katilsin...
ASLA UNUTULMAYACAKSIN.
Masum canların sesi olunması adına HAYVAN HAKLARI YASASI için artık beklemek yerine bu yasa sayesinde adına insan dediğimiz şahısların bu katletme arzularının bir cezası olduğunu görmeleri ve yerine getirilmiş bir adaletin parçası olduğumuz takdirde ölen tüm canlar için mücadelemizi verirken taşıdığımız umudun sağlam bir duvar örmesini de talep ediyorum.
SEVGİLİ EROS...
BUNLARI YAŞADIĞIN İÇİN ÇOK ÜZGÜNÜM... ACI İÇİNDE YAŞADIKLARININ ise HESABININ SORULACAĞINI BİLMENİ İSTERİM. YALNIZ DEĞİLSİN. EMİNİM KOCAMAN BİR AİLE OLACAKTIR ARKANDA ve O KOCA ADALET SARAYINDA!
KATİLİNİN CEZASINI ALDIĞINI ve TECELLİ EDECEK ADALETİ AYRICA BURADA PAYLAŞMAK İSTİYORUM. LÜTFEN ARTIK!
TWİTTER KULLANANLAR BİLİYORDUR BU ARADA. GÖRÜNTÜLERİ İZLEMİŞLERDİR. BEN YENİDEN PAYLAŞAMADIM. KENDİMİ ÇOK KÖTÜ HİSSETTİM.
HASSASİYET AÇISINDAN BURADA YAYINLAMADIM ANCAK HANIMEFENDİNİN TWİTTER HESABINDA SABİTLİDİR. BENİM KALBİM GERÇEKTEN DAYANAMADIĞI İÇİN BURADA GÖRÜNTÜYÜ PAYLAŞMADIM BİLGİNİZE. VİCDANSIZ ve İNSAN DIŞI NEDİR DİYE SORACAK OLURSANIZ İŞTE O VİDEODA KANITLIDIR. ALLAH BELASINI VERSİN GÜCÜ KADINA, ÇOCUĞA VE HAYVANA YETTİĞİNİ SANANLARA. ALLAH VİCDANINI ESİRGEMESİN KİMSEDEN.
EROS İÇİN ADALET!
12.2.24.
0 notes
haytaogluyunus · 7 months
Text
Tumblr media
ANMA
BUGÜN 11 MART (1914)
İLK TÜRK PİLOTU
TAYYARECİ NURİ BEYİN
ŞEHET OLUŞUNUN YIL DÖNÜMÜ.
RAHMET VE SAYGIYLA ANIYORUM
Tayyareci Nuri Bey, (d. 1891 - ö. 11 Mart 1914), Türk asker ve ilk Osmanlı pilotlarındandır.
1891 yılında Boyabat'ta doğdu. Babası Boyabat'ın Kurusaray köyünden Osman Efendi, annesi Okçumehmetli köyünden Seher Hanım'dır.
Topçu teğmen iken Fransa'ya gönderilmiş, sonrasında da Buca bröve okulunda brovesini almış ilk Türk pilotudur. Ayrıca, Türkiye'de ilk kez 1600 metreye yükselmiş ve 240 km. hava yolculuğunu kesintisiz gerçekleştirmiş hava subayıdır. Balkan Savaşları'na da katılmıştır.
İstanbul-Kahire seferinde Torosları aşmış Yafa'ya ulaşmış, daha sonra Mısır hava sahasına girmek üzereyken uçağı düşmüş ve 11 Mart 1914 tarihinde şehit olmuştur..
23 yıllık hayatına savaşları, başarıları ve gökyüzünü sığdıran Tayyareci Nuri Bey, havacılık tarihimizin en büyük kahramanları arasında yer alıyor. Kısacık ömrünü ülkesi adayan ilk pilotlarımızdan Nuri Bey’in bizlere bıraktığı büyük miras değerini hâlâ ilk günkü gibi koruyor.
“Şehadeti ile oğlunuz Osmanlı ordusunun şanına, şanının yüceltmesine hizmet etti. Namı ilelebet unutulmayacaktır.”
Enver Paşa, 1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk pilotlarından Tayyareci Nuri Bey’den bu sözlerle bahseder. Tayyareci Nuri Bey, imparatorluğun o “en uzun yüzyılı”nda yaşamış parlak isimlerden biriydi. İçinde bulunduğu kuşağın birçok ferdi gibi yeteneklerini ve hayatını memleketine adadı. Yine o jenerasyonun birçok başarılı ismi gibi oldukça kısa bir hayat hikâyesinde çok sayıda rekor ve ilke imza atmayı başardı. 23 yaşındayken şehit olarak, milletimizi derin bir üzüntüye boğdu.
Tayyareci Nuri Bey’in görkemli hayatının korkunç bir felâket ile noktalanmış olması sonucu daima akıllarda “Böyle sonlanmasaydı kim bilir neler başaracaktı?” sorusunu bıraktı. Şehadetinin üzerinden geçen 106 yılın ardından Tayyareci Nuri Bey’in kısa hayat hikâyesine sığdırdığı başarılar bugün hâlen derin bir minnet duygusu eşliğinde hatırlanıyor.
0 notes
aayparcasii · 1 year
Text
Güneş sanki çığırından çıkmış bir canavarmış rivayetlerin birinde. Her akşam süresi dolduğunda kırmızı bir canavara dönüşürmüş. Gece örtermiş rezilliğini. İnsanların içinde hissettiği duygular birikmiş gökyüzünün o güzel mavisinde yavaş yavaş turunculaşmış gökyüzü insanların dış sesleriyle. Kırmızılaşmış insanların iç sesiyle. En sonunda bağırmış geceye "Gel artık al beni bu çıkmazdan, tüm dertler üstüme yağar oldu! Kurtar beni kırmızılarda insanlari boğmaktan. Herkese zarar veren bir cani olmaya el vermez içim!"
Gökyüzünün güzel mavisini alıp yerine kan kırmızısı koyan güneş, insanların yorgunluğuyla rivayeti kanıtlayacakken gece koşarmış imdadına. Gece aşıkmış gündüze. Ay aşıkmış güneşe. Işığını ondan aldığı güneşe hem minnet hemde aşk duygusu besleyecek kadar güçlüymüş. Demiş içinden "Senin gözünden akacak tek bir damla gözyaşına bütün bir insanlık mahvolacak, güzel güneşim ne diye somurtur durursun? Ben bırakır mıyım hiç seni gece boyunca yapayalnız?" ve güneşinin imdadına koşmuş. Bu böyle akıp gitmiş. Ay söylemiş kuzey yarım kürenin 21 Aralığı. Güneş küsmüş gitmiş. O gün ay bulamamış güneşi. Upuzun bir gece kalmış geriye. Ve her kış mevsiminin hatrına kuzeyin 21 aralığı, güneyin 21 haziranı küsüp gidermiş geceye.
Gece vazgeçememiş, sevmeye devam etmiş.
0 notes
hermevsimbahar · 2 years
Text
"Ölüler canlılardan daha fazla çiçek alır çünkü pişmanlık duygusu minnet duygusundan daha güçlüdür..."
0 notes