Tumgik
#müzikle tedavi
ruhsalseyler · 4 hours
Text
0 notes
karagozkuyumculuk · 3 months
Video
youtube
BİMARHANE Osmanlı döneminde hastaların su sesi ve müzikle tedavi edildiğ...
0 notes
dip-not · 3 years
Text
Müzik
do re mi
a b c
ses bir ki!
Kimileri için sanat, kimileri için eğlence, kimileri içinse uzak durulması gereken boş heves. Çok çeşitli tanımlar, fikirler, yaklaşımlar var. Tam da bu nedenle bir fenomenden bahsediyoruz: Müzik.
TDK sözlüğe baktığımızda, “Birtakım duygu ve düşünceleri belli kurallar çerçevesinde uyumlu seslerle anlatma sanatı, musiki” şeklinde açıklanmış. Kelime Fransızca kökenli. Biraz geriye gidersek Arapça kökenli musikiye, daha geride Yunanca kökenli müz’e rastlıyoruz. Hepsi benzer seslerden türemiş gözüküyor. Türkçede bu anlama en yakın farklı kelime, nağme.
Yunan mitolojisinde esin perileri anlamına gelen muse sözcüğü Türkçeye Müz'ler olarak geçmiş; müzik kelimesi bu açıdan, “Müz'e ait, Müz'e yaraşır bir sanat” anlamına geliyor. Müz'ler, dans ederek ve şarkılar söyleyerek hastaları iyileştirir ve iç karartıcı düşünceleri uzaklaştırır. (Vikipedi¹)
Zamanla bu yaklaşımlar müzik terapisi ve müzik psikolojisi gibi adlarla pozitif bilimde yer almaya başlamış.
Günümüz teknoloji ortamına baktığımızda müziği çok farklı açılardan analiz edebileceğimizi görüyoruz. Akıllı cihazlarda kullanımı yaygın olan bazı uygulamalar kişilerin müzik dinleme alışkanlıklarına ilişkin (ses ve duygu niteliklerini etiketleyen) verileri depoluyor. Kalp hızı ve cilt tepkisi gibi fizyolojik ölçümleri kaydedebilen giyilebilir cihazlar (örneğin saatler, kulaklıklar), kişinin anbean etkinliğini, konumunu, ruh halini ve sosyalliğini izleyen mobil teknolojiler, anket araçları, dijital ayak izleri. Cihazlar pek çok ölçümle birlikte biyopsikososyal ölçümleri bir dakikadan kısa bir sürede tespit ediyor. Bu teknolojileri birleştirilerek müzik psikolojisine dair yepyeni sonuçlar elde edebilmek için araştırmalar yapılıyor. Büyük müzik verileri (big data), müziğin davranışları ve sağlığı nasıl değiştirdiğini bilimsel olarak haritalayabilir, tıp alanında yeni tedavi yöntemlerini ortaya çıkarabilir.²
Sağlıklı kişilerin küçük bir yüzdesi müziği zevkli bulmuyor, bu durum “müzikal anhedoni” olarak biliniyor. Araştırmalar, kişinin müzikle ilgili etkinliklerinde görev alan belirli sinir yollarının varlığına işaret ediyor.³
Yani müziğin tıbbi anlamda etkileri halen keşfedilmeye devam ediyor.
Ses fiziği: Titreşim ve basınç
Ses psikolojisi: Oluşan sesin özelliklerinin algılanması
İşitme duygusu çevredeki verileri (bilgileri) sağlarken, merkezi sinir sistemi de işin içinde aktif rol alıyor.⁴
Dil ve müzik etkileşimi, dilbilim alanında da araştırılan bağlamlardan biridir.
Gelecekte müzik
“Türe özel müzik.” Müzisyen Janet Marlow çok farklı bir izleyici kitlesine sahip: Evcil hayvanlar. Marlow, 20 yıl önce evcil hayvanlarını müzikle sakinleştirebileceğini fark ettikten sonra hayvanlar için müzik yapmaya başladı. 150 beste üretti. (businessinsider, Katie Navarra 11.12.2021)
Bir hayvan sağlığı merkezinin müdürü olan Sarah Ruess, atların yaklaşık yüzde 80’inde ülser bulunduğunu, tedavi masraflarının binlerce dolara ulaştığını, müzikle terapi yöntemiyle olumlu sonuçlar almayı umduklarını söylüyor.
Tumblr media
Fotoğraf kaynağı: equusmagazine
Marlow, hayvanların müziği duymasının insanlardan çok farklı olduğunu, müziği bütünüyle duyduklarını ve bir saniye içinde davranışsal tepkiye karar verebildiklerini, insanların analitik, atların fiziksel karşılık verdiklerini anlatıyor. Müzik yapmanın çikolatalı kek pişirmeye benzediğini söylüyor. "Klasik müziğin sıkıcı olduğunu düşünen insanlar, bunun hayvanları sakinleştirdiğini sanıyor, bu doğru değil.” Seçilen her ses, her hayvanın tam işitme (desibel) aralığı içinde olmalı. (a.g.e.)
Atları sakinleştiren beste:
youtube
Yapay zeka
Tumblr media
Zeki Müren’den Adele’in bir şarkısını veya Frank Sinatra'dan Britney Spears’in Toxic şarkısını dinlemek ister miydiniz? Yapay zeka ile bu “mümkün”.
Eğitimde
Araştırmalar, müzik yapmanın ve dinlemenin çocukların özgüvenini ve sosyal becerilerini artırmaya, küçük çocukların okula odaklanmasına yardımcı olabileceğini gösteriyor.
Müzik telaffuzu ve ezberlemeyi geliştirir. Bazı kurallar şarkı sözleri içine serpiştirilerek öğrenme sağlanabilir. Hafıza tekniği olarak kullanılabilir. Hayal gücünü artırabilir. Çocuklar kendi şarkısını üretebilir. Sosyalliği artırıcı oyunlar haline getirilebilir; örneğin kartlara her şarkı için bir şekil çizilerek rastgele seçilen şekillerle şarkılar eşleştirilebilir. Hem dikkat artırıcı hem de resmetme yeteneğini geliştirici bir aktivite olarak, her enstrüman bir renkle eşleştirilip müzik çalarken enstrümana uygun renklerle resimler çizilebilir. Ritim çalışmalarıyla motor ve zihinsel becerilerin gelişmesine destek olunabilir. Dikkat gerektiren bazı işlerde arka plan (fon) müziği kullanılarak odaklanma artırılabilir. (motherly)
Ninni söylemek erken dil gelişimini uyarır. Müzik, çocukların konuşulan dili uygulamalarına yardımcı olur, cümleleri duyar, bağlantılar geliştirmeye başlarlar. Müzik, okumayı öğrenmenin çok önemli bir parçası olan dinleme becerilerini geliştirmeye yardımcı olur. Küçük yaşta bir müzik aleti öğrenen çocuklar, beynin sol ve sağ yarım küreleri arasında bağlantılar kurar. Müzik, bilginin işlenmesinden ve alınmasından sorumlu olan beynin gri maddesinin gelişmesine yardımcı olur. (a.g.e.)
Şu açılardan da müzik dikkat çekici bir araçtır:
Öğrenme disiplini
Uyum
Birlikte çalışabilme
Sınırları fark etme
Kompoze etme
Kendini ifade
Bir iletişim şekli: ses kullanımı
Paylaşma
Sunum
Armoni hissi ve ilgili melodik gelişim, basit matematikle anlaşılabilen fiziksel ilkelere dayanıyor. Bilim insanı olmayanlara, fizik, matematik ve mühendislik öğretmek için bir araç olarak müziğin kullanılması tartışılıyor. “Müziğin temelinde fizik yatıyor.”⁵
Stanford Üniversitesi Müzik ve Akustikte Bilgisayar Araştırmaları Merkezi, bir doktora programına, Elektrik, Makine gibi mühendislik ve psikoloji öğrencilerini davet ediyor.
Yani kariyer açısından baktığımızda, illa müzisyen olmak gerekmiyor, matematikçi, bilişimci veya sosyal bilimci olarak pekala bu alanda çalışabilirsiniz.
Duygusal modülasyon yaparak bir mesajı müzikle (besteyle, tınıyla) kolayca iletmek ve “öğretmek” mümkündür. Bu özellik (duygudaşlık da diyebiliriz) eğitim ve öğretimde olumlu şekilde kullanılabilmektedir. Örneğin milli marşlar, takım marşları, çeşitli sloganlar.
Olumsuzluklar
Özellikle eğitimde, ders çalışırken müzik dinlemek (doğru mudur) çok sorulan sorulardan. Buna kestirmeden verilecek cevap, “duruma göre değişir” olabilir. Müziğin sözsüz olması, uyaranlar açısından bilgi yüklü olmaması öğrenmeyi destekleyebilir. Ama genel bir kural istenirse, tavsiye edilmez.
Bazı kişiler öğrenme anında odaklanmayı sadece müzikle (aslında bir takım seslerle) sağlayabilir. Kimileri “gürültü” tarzı bir ses olmadan uyuyamayabilir. Bu istisnalar için bir uzmandan kişiye özel fikir alınması doğru olacaktır.
Yukarıda bahsi geçen duygusal modülasyon, olumsuz iletilerin yayılmasında da kullanılabilmekte, insan psikolojisi manipüle edilebilmektedir. Medyada bunun örneklerini görürüz.
Koçlukla İlgisi
Şahsen müzikle ilgilenen, enstrüman çalan kişileri (özellikle öğrencileri) bazı açılardan şanslı bulurum. Yaşamın bir ritmi olduğu gibi okumanın, öğrenmenin de vardır. Belli döngülerle ilerlersiniz, arada geri dönmeniz ve tekrar etmeniz gerekir. Aynen müzikte olduğu gibi. Fark şudur, yaşamdaki döngülerde müzikteki kadar keyif almayız. Ama keşfedebiliriz değil mi?
Sosyal ortamlarda insanları tanımak, kaynaşmak için müzik güzel bir araçtır. İletişimde ortak bir alan açar. O alanda “birlikte” yürüyebilirsiniz.
Bir ifade şekli olarak (özellikle tıkandığınızda) konuyu anahtar kelimelerle, hatta birkaç dize ile ifade etmek ilham verici olabilir. Beste yapamayabiliriz ama yukarıdaki bağlamlar üzerine düşünebiliriz.
Sonuç
Müzikle, sanatla, ilhamlarla ilişkimizi koparmayalım. Duygulu, coşkulu ya da depresif olduğumuzda, bunu yansıtmanın, yansıtarak kendimize bakmanın bir yolu müzik olabilir. Dilerseniz müzik kelimesi yerine beste, nağme, ses veya melodiyi kullanabilirsiniz.
Derler ki, en güzel enstrüman insan sesidir. Ve tüm bu hikayenin asıl kahramanı da odur.
Sesle kalın!
Fatih Gökler
_______________
¹ İlyasoğlu, Evin (1994). Zaman İçinde Müzik: Başlangıcından Günümüze Batı Müziğinin Evrimi (2009 bas.). İstanbul: Yapı Kredi. s. 12. ISBN 975-363-292-4.
² GREENBERG, David M.; RENTFROW, Peter J. Music and big data: a new frontier. Current opinion in behavioral sciences, 2017, 18: 50-56.
³ MAS-HERRERO, Ernest, et al. The impact of visual art and emotional sounds in specific musical anhedonia. Progress in brain research, 2018, 237: 399-413.
⁴ IAKOVIDES, Stefanos A., et al. Psychophysiology and psychoacoustics of music: Perception of complex sound in normal subjects and psychiatric patients. Annals of general hospital psychiatry, 2004, 3.1: 1-4.
⁵ GIBSON, J. M. The birth of the blues: how physics underlies music. Reports on Progress in Physics, 2009, 72.7: 076001.
7 notes · View notes
otekivegan · 3 years
Text
Susturun Hayvanları
Sizce, bilim bu kadar ilerlemişken, neden hayvanların söylediklerini anlayamıyoruz.
Hayatında hiç uçağa binmemiş birinin kafasına kablolar, çipler bağlayıp o insanı çok iyi bir pilot yapan bu teknoloji neden canlıları konuşturmuyor? Hiç düşündünüz mü?
Konuşmalarından korkuyoruz da ondan!
Balinalardan, yunuslardan ilham alıp sonar yapan, kuşlardan ilham alıp uçak yapan insan neden konuştursun ki hayvanları. Neden anlamaya çalışsın ki.
Sizce o canlılar ne anlatacak konuştuğunda, tahmin edebiliyor musunuz?
Bizler de korkuyor muyuz acaba onları duymaktan?
Bilimin buna kafa yormasına gerek yok mu dediniz? Hayvanlar iç güdüleriyle yaşıyor, onların davranışlarını biz anlıyor muyuz dediniz? Eş ararken, çiftleşirken, sosyalleşirken gösterdikleri davranışları belgesellerde görüyoruz muyuz dediniz yoksa?
Ya görmediklerimiz? Duymadıklarımız?
İşte bunları anlatmak istiyorum sizlere. Gelin, bizi eş yapan, birleştiren geleneklerimizin içinden yükselen çığlıklarla anlatayım size. Birde böyle duymak diyelim ismine.
“Beni vura vura her gün öldürüyorsun” Bunu hangi canlı söylerse etkilenirsiniz? Köpeğiniz mi? Kediniz mi? “Benim ağıtım sizin eğlenceleriniz, benim acım sizin şenlikleriniz” dese ne dersiniz. “Canımı aldınız yetmedi, derimi yüzüp halaya kalktınız” dese. Siz bu zulmün adına ne dersiniz? Düğün mü mesela? “Ne hissediyorsunuz, ne duyuyorsunuz derime vurulurken” dese. Davul zurna sesi deyip, ne güzel mi dersiniz?
Ya Tulum çalmaya başlayınca horona davet mi olur bunun adı. “Neden el ele tutuşur insanlar” dese. Oğlak burcu olduğunuz mu aklınıza gelir yoksa oğlağın derisi mi? Ya kuzu derisinden yapılmışsa tulum “Kuzum elimden tut, horona kalkalım” diyebilecek misiniz?
Ne geliyor aklımıza, hayvanların derisinden yapılan davul, tulum, tef gibi müzik aletlerini dinleyince. Sevdiğimize mi, köyümüze mi götürüyor? Yoksa kaybettiklerimizi mi hatırlatıyor. Nasılda güzel bir ses demiyor muyuz hepimiz.
Eğer tulumdan oğlak sesi gelseydi, davuldan yavru inek sesi yine dinler miydik acaba. Hala köyümüze mi götürürdü bizi.
O duyduğumuz ses bir hayvanın ağıtı, o duyduğumuz ses öldürdüğümüz bir canlının haykırışı, acısı, ıstırabı.
Ne garip değil mi? Hiç biri gelmiyor aklımıza. Ne güzel çalıyor diyoruz elinde tef tutan, tulum çalan, davulu vurana.
Oysa bir deriden çıkan ses kulağımıza çalındığında müzik değil acıyı dinliyoruz biz. Belki de o yüzden kendi yavrusunu evlendiren bir anayı, babayı ağlatıyor o ses en güzel gününde. O yüzden içimiz ürperiyor davul zurna sesi duyunca kim bilir! Belki halay çekerken o canlının ayak izlerini takip etmek için iki ileri bir geri oyunlar oynuyoruz. Bu oyunların adı sizce ne olmalı? Halk oyunları mı?
Susuyoruz, çünkü bu onun canı.
Susuyoruz çünkü bu deri onun parçası.
Susuyoruz, çünkü müzik bize keder, bize eğlence…
Oysa doğadan gelen, canlılardan gelen öyle güzel sesler var ki. Bir bülbül sesi, kanarya sesi, kuş sesleri mesela. Haklısınız bülbül altın kafeste, kuş, kanarya kafeste…
Teknoloji bu kadar gelişmişken neden halen o canlılara kıyıp müzik aleti yapıyoruz. Keçi gibi inatçı! olduğumuzdan olabilir mi onun yavrusundan tulum yapıp dinlememiz! Neden acaba?
Bir şeyler değişmeli artık. Eğer müzik evrensel diyorsak, müzikle tedavi edilebileceğine inanıyorsak, müzik bize huzur veriyorsa değişmeli artık.
Elbette zor olacak alışmamız. Elbette birçok çalgının içinde kullandıkları hayvansal ürünleri bizden saklayacaklar. Asla o sesin yerini başka bir şey tutamaz diyecekler. Varsın olmasın davullar, varsın olmasın tulumlar ne çıkar. Yeter ki onların sesi biz olalım.
Birde bilimin konuşmasından korktuğu ama ses olarak kullanmadığımız hayvanlar var. Ya da bizim duymaktan, görmekten, anlamaktan korktuğumuz canlılar.
Sizi şimdi etinden, sütünden çalmadığımız bir hayvanın feryadına götürmek istiyorum. Bizim gibi çenesi olan tek canlının sesini duyurmak istiyorum size. Arı’dan korkan, sürüsünden bir canlı öldüğü için yas tutan bir hayvana. Yeri geldiği zaman atlardan bile hızlı koşan bir cana. Bizim gibi sağlak ve solak olan, en zeki maymundan bile zeki olan bir cana.Yine konuşmasından korktuğumuz bir hayvana.
Karada yaşayan en büyük canlılara. Fillere.
Bir fil konuştuğunda ne diyebilir sizce?
Küçükken ayaklarımı zincirle bağladınız. Artık pranga yok ama yine kaçamıyorum mu diyecek yoksa kaçmaya kalksam da hayvanat bahçeleriniz de çivileri görüyorum mu? Bir fil bize bunu söylemez emin olun. “Dişlerimi çaldınız, kendimi savunamıyorum, hortumlarımı koruyamıyorum, toprağı kazıp su bulamıyorum, onlar olmazsa ben yaşayamam” dese ne derdiniz? “Süs yaptın be insan dişlerimi. Kendi dişlerin çekilince ne yapıyorsun” diyebilir mi? “Sizin dişinizi sökseler kesseler büyüyor mu ki benim ki büyüsün” der mi mesela?
“Utanın, derslerinizde, ödevlerinizde fildişi nerelerde kullanılıyor diye sorular soruyorsunuz, ödevler yapıyorsunuz” dese.
“Benim en değerli şeyimi alıp kendinizce değer verdiğiniz takılarınızı koymak için mücevher kutusu yapıyorsunuz” dese”
“Siz farklısınız insanlar. Yüzlerce yıl önce kendi savaşlarınıza kattınız bizi. Biz bu vahşetten utandık siz utanmadınız. Zorladınız bizi, alevlere attınız, yaktınız. Kendi türünüzü ezdirip öldürttünüz bize. Bir adam çıktı sonra bilim adamı dediniz ona. Kocaman bir alanda elektrik verip ölürdü birimizi ama seyredip alkışladınız” dese. Savaşlarınızdan kurtulduk dişlerimizi çaldınız.” dese
“Benim canımı alıp tarak yapmasaydınız ne olurdu?” dese
“Ne fark ederdi piyanonuzun tuşu fildişi olmasa da; yetmedi mi savaşlarınız da tabancanızın kabzasını süslediniz canımla” dese
“Sanat mı diyorsunuz dişlerimizi oyup biblolar, süsler yapmaya”
Neden mi konuşmasını istemiyorlar hayvanların, fillerin. Çünkü eziyetimiz o kadar çok ki doymuyoruz, kabullenmekten kaçıyoruz.
Oysa bir file bile yaptıklarımız bu kadar az değil.
Bebeklikten itibaren eğitilsin diye toprak altında dehlizlere koyuyoruz onları. Günlerce aç ve uykusuz bırakıyoruz. Ne için?
Sirklerde eğlenelim diye mi. Çocuklarımız da görsün diye mi?
Safarilerde resim çekelim diye mi?
Gittiğimiz tatillerde üstüne binelim. Ya da üstüne bindirip turizm kazansın diye mi?
O dev cüsseli canlılar derilerini parçalayan zincirler yüzünden yaralı dolaşıyor her yerde. Kalçalarında dehşet verici yaralar var, vücutlarında dev tümörler oluşmuş ve bileklerinden kan damlıyor. Bir çoğu kör oluyor.
Ne için mi? Biz eğlenelim diye olabilir mi mesela?
Sizi yetmiş iki saat boyunca dövseler itaat eder misiniz? Yaşayan bir iskelete dönse o büyük cüsseniz başka birini memnun eder misiniz?
Bize kolay geliyor değil mi evimize bereket getirsin diye beş tane fili yan yana dizmek. Kolay geliyor değil mi tozunu alıp acıları süs yapıp görmemek. Sopayla dövülüp sivri kancalarla bıçaklanarak işkence gören bir canlının süsleri bize bereket getirir mi dersiniz!
Neden konuşturmuyorlar bir fili, bir hayvanı anladınız mı?
Ne diyecek konuşsalar, hangi birini anlatacak ki bize.
Bazı yerler var ki, diğer bütün canlılar fillerin içgüdüleri ile buldukları su kaynaklarında susuzluğunu gideriyor. Diğer hayvanların geçmesi için, yeni bitkilerin büyümesi için ormanda yollar açan gübresiyle bir çok bitkinin ve hayvanın yaşamasını sağlayan ama arıdan korkan filler bugün konuşsunuz ister misiniz?
Bilim bir filin konuşmasını istemez. Onlara yapılan eziyetleri duymamızı istemez. Onların canlarından ilaç yapıldığını bilmemizi istemez.
Neden mi konuşturmak istemezler hayvanları,
Utanırız! İnsan onuru denilen şeyin yalan olduğunu anlamamızı istemezler.
Hepimizin ne kadar doyumsuz olduğunu, kendi ihtiyaçlarımız için, kendi zevklerimiz, kendi eğlencelerimiz için başka bir canlıyı eşya olarak gördüğümüzü duymamızı istemezler. Onların canını soframıza kattığımızı, üstümüz de taşıdığımızı duymamızı, bilmemizi istemezler.
Koca cüsseli karada yaşayan en büyük hayvanı bile oyuncak yaptığımızı bilmemizi istemezler.
Neden mi konuşmasını istemezler hayvanların?
Onlardan çaldığımız sütlerin bizi zehirlediğini bilmemizi istemezler. Bir annenin hayatta en değerli olan yavrusuna bu zehri, bu zulmü içirdiğini bilmemizi istemezler.
Yaralarını görmemizi istemezler, acılarını görmemizi istemezler.
Kendimizden başka hiçbir canlının hayatını umursamadığımızı bilmemizi istemezler.
B12 vitamininin kaynağının inekler, koyunlar değil de asıl kaynağının topraktan geldiğini, Omega 3’ü balıklardan değil soya fasulyesinden, keten tohumundan ve bir çok bitkiden karşılayacağımızı bilmemizi istemezler.
Hırsız olduğumuzu, bir balığın bile yumurtalarını çalacak kadar aciz olduğumuzu, bunları meze sofralarımıza taşıyacak kadar kadar cani olduğumuzu duymamızı istemezler.
D vitaminin/hormonunun kaynağının güneş, kalsiyumunun kaynağının kara lahana, ıspanak, roka, gibi bitkiler olduğunu bilmemizi istemezler.
Proteinin bir avuç nohutta daha çok olduğunu bilmemizi, bugüne kadar hiç kimsenin protein eksikliğinden ölmediğini bilmemizi istemezler.
Neden mi bu hayvanları konuşturmazlar?
Vücutlarına her gün verilen ilaçların, antibiyotiklerin onların etiyle, sütüyle bize geçtiğini bilmemizi istemezler.
Bu hayvanların canı karşılığı vitrinleri süsleyen sucuğun, pastırmanın, sosisin bizi kanser yaptığını bilmeni istemezler.
Masamızda ki fildişinden yapılan bir süsün bir filin hayatına mal olacak kadar önemli olduğunu görmemizi istemezler.
Kaplumbağanın yavrularının üstüne oteller kurduğumuzu, plajlar yaptığımızı öğrenmemizi istemezler
Şarkılarımız, türkülerimiz çalınırken o tulum benim derim, o davul benim derimdi demelerini duymamızı istemezler.
Gözlerinizdeki boyanın, rimelin, allığın renginin bu sömürü bitene kadar kan rengi olduğunu, binlerce hayvanın bedenleri çürüterek, deneyerek bize ulaştığını görmemizi istemezler.
Gerçek şu ki o hayvanlar konuşmaya başlasa bile, onlardan çaldıklarımızla neler yaptıklarımızı anlatamayabilirler, anlamayabilirler. Bizim bile bırakın eti, sütü halen ayakkabılarımızdaki yapıştırıcılardan, bilgisayarlarımızdaki kullanılan hayvansal ürünlerden haberimiz yok.
Yavru bir oğlak ne anlasın ki tulumdan,
Yavru bir ceylan ne anlasın bizi yönetenlerin ceylan derisi koltuklarından. Hadi anladı onun derisinin olduğunu da neden olduğunu anlayabilir mi acaba?
Üç nokta koyup susmak kolay değil kelimelerin sonuna, Karşılıklı susmak da öyle. Ama birileri konuşmalı, haykırmalı!
Bir filin boku kadar değerli olmayan o mücevherleri almayarak, fildişi kolyeler takmayarak, sirklere gitmeyerek anlatmalı.
Bir inci gibi parlayan satranç tahtasında bir canın üzerine oyunlar oynamayarak anlatmalı.
Hayvanları konuşturarak bunu yapmayacaklar, yapamazlar.
Bu sömürünün bugün karşısında olmazsak yarın fillerin bazı yerlerde dişsiz doğum yaptığı haberlerini her yerde duymaya başlayacağız. Bugün susarsak ormanın bahçıvanları dediğimiz fillerin derileri içinde avlanmaya başladığına daha fazla şahit olacağız.
Hayvanları neden konuşturmadıklarını anladınız mı?
Hayvanlar neden susar anladınız mı?
Hayvanlar susar sen susma.
1 note · View note
firiigcr · 3 years
Text
Tumblr media
Ruh emicileri “expecto patronum”la biraz sersemletmiş gibiyim sanki. “Kaldı bu silinmez yaşamak suçu” aşamasındayım. Hayat hala boş geliyor, ama işin başlamasıyla da sanırım kafamı dağıtıyorum biraz. Hala daha seyrek de olsa ağlama hissi geliyor , ama gözümden yaşlar daha zor çıkıyor. Şöyle üzünçlü bir film falan izleyip, ne kaldıysa boşaltmak istiyorum, önerilere açığım. Geçen sene böyle hissettiğim zamanlarda, akşamları serinlikte kulaklıkta son ses müzikle yürüyüş yapmak iyi gelmişti. 3 gündür tekrar başladım bu rutine. Akşam 10 gibi çıkıp, 10000 adıma tamamlamadan dönmüyorum, gerçekten iyi geliyor. Hala üzüntülü şarkılar dinleme safhasındayım. Üzüntülü şarkılar demişken; Hüsnü Arkan dinlerken, sesinin nasıl huzur verdiğini fark edip, bir anda ölmeden canlı canlı dinleme isteğiyle doldum. Hemen konserlerini arattığımda; 27 Ağustos’ta ODTÜde açık alanda konseri olduğunu gördüm, inşallah yanıma eşlik edecek birini bulurum da giderim. Hem de Bülent Ortaçgil & Birsen Tezer & Hüsnü Arkan konseri. Kimseyi bulamasam da tek başıma gitmek istiyorum.
Tumblr media
Kendimi tedavi sürecimde alışverişle anlık mutluluklar tuzağına düştüm bir miktar. Bu tatlış takıları yapan sayfayı bir süredir Instagram’da takip edip, yaptığı güzellikler arasından bir türlü seçemediğim için almamıştım. Nihayet bu iki güzelliği aldım. Belki derdimize çare bir çiçek!
Dün instagramda bir arkadaş storyme cevap verince, halini hatrını sordum, uzun zamandır konuşamadığımız için, o da beni aradı. Ben ona babamın vefatını söyledim, o da bebek beklediğini. Hayat garip.
5 notes · View notes
aynurant · 4 years
Text
Tumblr media
ŞARKILARDA GİZLİYDİ ONLARIN BÜYÜK AŞKI!
Kadın 12 yaş büyüktü erkekten.
“Bana mısın?” demediler.
Aşklarını dolu dolu yaşadılar.
Tam “sekiz yıl, üç gün” süren emsalsiz bir hayat ortaklığını, Azrail’in “The End” dediği güne kadar.
Hazin bir ayrılığın / bitişin sembolü gibi.
Bu aleme “Hediyemiz olsun” diye sundular
7 Nisan 2005.
Hikayedeki erkeğin 15’inci ölüm yıl dönümü…
Büyük aşkının bu dünyaya veda edişi ise,
neredeyse 37 yıl oldu.
Masal gibi bir aşk yaşadılar.Duyanlar inanmadı.Tanık olanlar ise, o hazin aşkın bitişine sadece,gözyaşları ile eşlik ettiler.
Genç kadın, İstanbullu aristokrat bir ailenin kızıydı.
İsviçre’de filoloji eğitimi görmüştü.Özel bir lisede İngilizce öğretmeniydi.
O tarihe kadar, bırakın şarkı sözünü, iki satır şiir bile yazmamıştı.
Genç adam, çocukluğundan beri müziğe tutkundu ama Konservatuvar yerine kimya mühendisi olmayı tercih etmişti.
Kendisini “Notaların Efendisi” gibi hissediyordu.
Haksız da değildi aslında,daha o yaşta,
1975 Eurovision Şarkı Yarışması’nın sinyal müziği “Çoban Yıldızı”nı besteleyerek,
şöhrete giden yolun kapısını aralamıştı.
Esmer güzeli naif İngilizce öğretmeni ile Kimyacı bestekar, ilk kez bir davette karşılaştılar.
Ve...
“İşte Öyle Bir Şey…” dedirten,bir sevda masalının kahramanları oluverdiler.Sonra bir daha hiç ayrılmadılar.
Ruhların ve kalplerin valsi başlamıştı.
Ve, o sırada takvimler 1975 yılının serin bir sonbahar akşamını işaret ediyordu.
O günden sonra,içtikleri su ayrı gitmedi.
Aslında dünyaları apayrıydı ama, Müzik onları hep bir çizgide birleştiriyordu.
Artık, dünya onlara “dar” geliyordu.
Genç kadın şarkı sözü yazıyor, Kimyacı sevgilisi onları sihirli notalar eşliğinde unutulmazlar arasına yerleştiriyordu.
Türk Pop Müziği’nin, hala ölümsüz eserleri arasında yer alan
“İşte Öyle Bir Şey”,
“Sevdan Olmasa”,
“Bir de Bana Sor” gibi…
Dillerden düşmeyen şarkılara birlikte imza attılar.
Büyük aşkın bestekarı,
“Hababam Sınıfı” filmine yaptığı müzikle,
“Altın Portakal” ödülünün sahibi oldu.
Türkiye’nin ünlü sesleri için yaptıkları şarkılar
sanki onların aşkını anlatıyordu.“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa,
Bende deli rüzgar gibi hasret olmasa,
Bir de cana can katan o sevdan olmasa,
Ah, bu hayat çekilmez…"
Erol Evgin’in seslendirdiği o şarkı
bir kor ateş gibi düştü sevenlerin yüreğine.
43 yıl önce altın plak aldı; o tarihte milyon sattı.
Aralarındaki “derin yaş farkı”na karşın
Türkiye, onları birbirine çok yakıştırdı.
Mümkün olduğunca gözlerden uzak yaşadılar aşklarını.
Ne var ki…
“Koca kadının gencecik çıtır sevgilisi var!” yakıştırması bir “leke” gibi üstlerine yapışır kalır diye çok korktular.
Birlikte gittikleri Polonya’daki Spot Müzik Festivali’nden sonra radikal bir karar verdiler.
“Aşkımızı, bundan söyle kimselerden saklayıp, gizlemeyeceğiz.”
O günlerde, film gibi bir olay geçer başlarından
Kimya mühendisi, yüksek lisans için İngiltere’ye uçar.
Yolculukta müthiş bir fırtınaya yakalanır, ölümden döner.
O heyecanla bir beste yapar ve sevgilisine yollar.
İngilizce öğretmeni, sevdiği adamı korkutan fırtınadan habersizdir.
Hissettiklerini binlerce kilometre öteden satırlara döker.“İşte o an bir fırtına kopar.
Sanki o an yer yerinden oynar
Hoyrat bir rüzgar eserken
Sallanan gemi misali
Sallanır durur içimde dünya…”
Artık, aşk aşktır ve aşk...
Dolu dolu yaşanmaya başlamıştır.
Sonra?Sonra fena halde korktular.Ya bu aşkı Türkiye kabullenmezse?Nitekim, korkuları ağır bastı.Aşklarını kalplerine gömerler ve
saygın bir şekilde bu sevda masalını bitirmeye karar verirler.
Ne var ki,dudaklardan dökülen “inkar sözcükleri”ne karşın, gözlerin yalan söyleyemediği bir kez daha kanıtlanıyordu.
Sadece “iş arkadaşı” olmaya / kalmaya yemin ettiler.
Ve, kader ağlarını örmeye başladı.
İngilizce öğretmeni göğüs kanserine yakalandı.
Tedavi için İngiltere’ye gidip, gelmeye başladı.
O melun hastalığı yenmeye yemin etmişti.
Neşeli görünmeye çalışıyordu ama, aslında
uçsuz, bucaksız derin bir hüzün yaşadığı,
“Koca Çınar” şarkısının sözlerinde kendini belli ediyordu: “Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar.
Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin?
Öte yanda gurur var, ölesiye gurur var
Seni unutanları
Sen olsan sever misin?”
*O İngilizce öğretmeni
Unutulmaz aşk şarkılarının söz yazarı Çiğdem Talu’ydu.
28 Mayıs 1983’te o güzel şarkıları öksüz bırakıp, bu dünyaya ve deli gibi aşık olduğu genç sevgilisine veda ederek bu dünyadan göçtü, gitti.
O, milyonların ezberine giren şarkı sözlerine
besteleri ile can veren kimya mühendisi ise
Sihirli notaların yaratıcısı Melih Kibar’dı.
Büyük aşkını kaybettikten sonra, her şeyden elini eteğini çekti.
Müziğe bile kahretti.
O’na da 2000’li yıllarda cilt kanseri teşhisi koydular.
15 yıl önce,7 Nisan 2005’te hayata veda etti.
*Çiğdem Talu ile Melih Kibar’ın “imkansız” aşkı
sekiz yıl, üç gün sürdü.
O zaman diliminde 250’dan fazla şarkıya birlikte imza attılar.
Bunca yıldan sonra bile geriye,dinlerken hepimizin kalplerini “pır pır” ettiren emsalsiz aşk şarkılarını bıraktılar.
Çiğdem Talu ve Melih Kibar,eşi, benzerine az rastlanan ölümsüz bir aşkı yarattıkları şarkılarda yaşadılar ve hissettiklerini Türkiye’ye de yaşattılar.
Şimdi, sizin başınıza gelse, sevdiğinize yaşatabilir misiniz böyle bir sevda masalını.
Son söz: “Her şey seninle güzel; olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile…"
9 notes · View notes
Text
youtube
Deli divane sosyalist: Peter Green
"Seksenli yılların başı… Peter Green’i ilk dinlediğim plak “Then Play On”. Plağı Apaçi Ayhan ile Bahçelievler’de oturan Deep Purple Ahmet’in evine giderek bir haftalığına ödünç almış, eve getirmiştik. O hafta sayamayacağım kadar çok plağı döndürmüş; albümün yıldızının topluluğa yeni katılan ve yedi parçaya imza atan genç gitarcı Danny Kirwan olmasına rağmen, aklım Peter Green imzalı beş parçada kalmıştı. Bir parçada en çok aradığım şey yakıcı gitar sololarıydı; ne de olsa Apaçi’nin öğrencisiydim, etkisi altındaydım. Bir hafta sonra plağı Deep Purple Ahmet’e iade ettik. O günden itibaren Peter Green adını deftere yazmış, çaldığı her plağı bulmaya, almaya gayret etmiştim.  
O dönemde ne doğru dürüst plakçı var bunları bilen, ne de abinin hakkında bilgi edineceğimiz dergi, ansiklopedi türünden kaynak… Tek yapabileceğimiz, bir albümde Peter Green adını gördüğümüzde onu edinmek ve şayet içinde üzerinde yazı varsa onları ezberlemekti. Derken kırık dökük bilgiler ele geçmeye başlamıştı: Fotokopiyle çoğaltılmış bir Gibraltar ansiklopedi, çok eski sayı bir Bravo dergisi gibi… Üç aşağı beş yukarı şöyle diyorlardı: 1969 tarihli dördüncü Fleetwood Mac albümü “Then Play On” topluluğun Peter Green’li döneminin en güzel işi. Fakat yine de çaldığı o güzel gitarlar dışında Green’i neden bu kadar ruhen kendime yakın hissettiğimi henüz anlayamamıştım. Derken elimizdeki kaynaklar arttı, sohbetlerde bizden yaşça büyükler bildiklerini anlattılar, böylece hadise aydınlandı, ben de adamımı yakından tanımış oldum. 
***
İngiliz Blues gitarcısı Peter Green, “Then Play On” albümünden sonra topluluktan ayrılmıştı, hem de öyle böyle basit bir nedenle değil. Onun tek başına topluluktan ayrılış nedeni bile daha ilk dinleyişte duyduğum saygının boş olmadığını bana çok iyi izah ediyordu. Artık bizim yerli roker camiası içinde sıkı bir Peter Green hayranıydım.  Tam adı Peter Allen Greenbaum, 29 Ekim 1946’da Londra’nın işçi sınıfının yaşadığı East End bölgesinde dört kardeşin en küçüğü olarak doğmuş. On yaşında abisinin eve getirdiği İspanyol gitarı en sevdiği oyuncağı olmuş. Hank Marvin, Muddy Waters, B.B. King gibi blues gitarcılarının parçalarını, bazı Yahudi şarkılarını sökmeye başlamış. 15 yaşındayken okulda Yahudiliği alay konusu olunca soyadındaki “baum” ekini atarak kendini Peter Green diye tanıtmaya başlamış. İlk gençlik günlerinin bu bunalımlı ve hüzün dolu yalnızlığını daha sonra yazacağı “Man of the World” parçasıyla ifade etmişti.
1966’nın başlarında, sonradan Camel’ı kuran klavyeci Peter Bardens tarafından Peter B’s Looners topluluğuna solo gitarcı olarak davet edilmiş, burada davulcu Mick Fleetwood ile tanışmış. Üç ay sonra Yunanistan’a giden Eric Clapton’ın yerine geçici olarak John Mayall’ın Bluesbreakers topluluğuna katılmış. Aslında Clapton’ın yerine alınan bir gitarcı varmış ama, onu beğenmeyen Green topluluğun konserlerinde “Ben bundan çok daha iyi çalarım” diye bağırarak olay çıkarıyormuş. Sonunda Mayall da ona bir şans tanımaya karar vermiş. Altı ay sonra Clapton dönmüş, ama Cream’i kuracağı için topluluğa yeniden katılmamış. Green de resmi olarak onun yerini almış ama, Clapton ile kıyaslanmak çok kolay olmamış. Önyargılı Clapton fanatikleri konserlerde “Biz Clapton’ı isteriz” diye bağırıyorlarmış. Green ise, zaman içinde, -bilhassa “The Supernatural” adlı bestesiyle- yeteneğini ortaya koyarak hakkettiği itibarı kazanmıştı.
Bir adım sonra 1967’de Mick Fleetwood ve Bluesbreakers’ta birlikte çaldığı basçı John McVie’yi alarak Fleetwood Mac’i kurmuştu. Topluluğun dört albümü Green’in yönetimi altındaydı. Bu dönemde “Albatross”, “Black Magic Woman” ve “Oh Well” gibi şarkıları yazmıştı. Gelelim ayrılma meselesine…
***
Fleetwood Mac topluluğunun işleri yolunda giderken, Green LSD denemelerine başlamıştı. 1968’de ikinci albüm “Mr. Wonderful” sonrasında ilk Amerika turnelerine çıkmışlardı. San Francisco’da Grateful Dead ile takılırken, Dead’in tedarikçisi tarafından üretilen LSD’yi kullanmış ve ne olduysa ondan sonra olmuştu. Green artık Budizm’den etkilenen, sahneye beyaz entarilerle çıkan bir divaneydi. Şarkıları giderek paranoyak bir hale geliyordu. Örneğin deliliğe doğru gidişini anlatan “Green Manalishi” buna örnekti. 
Müteakip turnede Münih’te bazı zengin Alman hippileri, şehir dışındaki bir konakta Green’i komünlerine götürdü, burada ağır uyuşturucular kullanmıştı. O esnada aldığı kararları arkadaşlarına deklare edince toplulukta çatışma başlamıştı. Artık para Green için şeytandı. Elde etmiş olduğu ün ve servetten nefret etmeye başlamış, topluluk üyelerine ellerindeki paranın az bir kısmını tutup gerisini hayır işlerine harcamayı önermişti:
- “O kadar çok param vardı ki, mutlu ve normal olabilmek olanaksız görünüyordu bana. Binlerce sterlin, işçi sınıfından gelen birinin başa çıkamayacağı bir servet gibi geliyordu, üstelik bunu hakketmediğime inanıyordum” diyordu.  
Mick Fleetwood bu fikre karşıydı ve tam tersi yeteri kadar kazandıklarına bile inanmıyordu. John McVie ise Green’e hak veriyor ama uyuşturucu yüzünden güvenemiyordu. Üyelerin servetlerini bağışlamaya yanaşmamaları üzerine Green topluluktan ayrıldı. 28 Mayıs 1970 tarihinde Fleetwood Mac ile son konserine çıkmıştı.
***
Önce “The End Of The Game” adında ilginç bir albüm yapmıştı. Bir ara Jeremy Spencer’ın bir tarikata katılmasıyla zor durumda kalan eski topluluğuna yardım için onlarla sahneye çıktı, sadece “Black Magic Woman” çaldı. Ayrıca topluluğun 1973’deki Penguin albümündeki “Night Watch” ve 1979 tarihli “Tusk” albümündeki “Brown Eyes” adlı parçalara konuk oldu fakat albüme adının yazılmasını istemedi. Aralarda hiç görünmedi, söylentilere göre mezar kazıcılığı, barmenlik, hastane görevlisi gibi işlerde çalıştı. Bu günlerde kendisine bir telif hakkı çeki getiren bir muhasebeciye silah çektiği ve bu nedenle önce hapishaneye sonra da şizofreni teşhisiyle akıl hastanesine yatırıldı.
Yıllarca hem ilaç hem ruhsal tedavi görmüş, sonucunda uzun zaman gitarından uzak kalmıştı. Bu dönem boyunca, müzisyen dostları Green’i ziyaret ediyor, fakat iletişim kuramıyorlardı. Londra dışında, annesi, kardeşi, yengesi ve kız kardeşi ile yaşamaya başlamış; Amerikalı kemancı Jane Samuel ile yaşadığı kısa ömürlü evlilikten bir kızı olmuştu. 1979’da tekrar sahaya dönen Green, birbiri arkasından solo albümler çıkarmış, bir dizi albümün ardından tekrar sırra kadem basmış, 1996’ya kadar ortalarda gözükmemişti. O günlerde tekrar müzikle ilgilenmeye başlamış, yeni kurduğu topluluğu ile 1997’den 2003’e kadar 10 albüm yapmıştı.
***
Bu arada Gary Moore, 1995 tarihli “Blues for Greeny” albümünü ona ithaf etmişti, nedeni yıllar öncesinde 1959 yapımı Les Paul gitarını Gary Moore’a vermiş olmasıydı. Aynı gitar 2014 yılında Kirk Hammett’a satılmıştı. 
Rolling Stone dergisinin En İyi 100 Gitarcı değerlendirmesinde 58. sırada yer almış; Guitar Player dergisi tarafından yapılan Tüm Zamanların En İyi 50 Gitarcısı listesine girmiş ve 1996 yılında Mojo dergisinin değerlendirmesinde tüm zamanların en iyi üçüncü gitarcısı seçilmişti.
Şubat 2020’de Londra’da “Mick Fleetwood ve Arkadaşlarından Peter Green’e Saygı” başlıklı bir konser düzenlenmiş; ancak Green konsere gelmediği gibi böyle bir konserden haberi bile olmamıştı. Her şeyden haberi olsaydı da muhtemelen umursamazdı. Aslında daha yolun başında o sahneden kendi rızası ile inmiş; kendisine teklif edilen oyunun kurallarını kabul etmediğini haykırmıştı. Zaten normal biri olsa, Peter Green olmazdı. On yıllar önce bir plakta dinleyerek nedenini anlamadan hayran olduğum bu dahi müzisyen, acımasız bir piyasada yalnız kalmış gerçek bir gönül adamıydı. Yok uyuşturucu etkisiydi, yok şizofrendi; bir yana; bana göre ruhen sosyalistti. Peter Green 25 Temmuz günü 73 yaşında hayata veda etti."
Murat Beşer (soL)
5 notes · View notes
menilmontant · 6 years
Photo
Tumblr media
Bruno Ganz'dır ölen ama Sonsuzluk ve Bir Gün'ün Alexander'ı hep yaşayacak... Yaşayacak çünkü zaman, bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur. Filmin karakterleri zaman ve mekan içinde, sanki zaman ve mekan yokmuşçasına yolculuk ederler. En önemli soru şudur: "Yarın ne kadar sürecek?" Bu sorunun yanıtı "Sonsuzluk ve Bir Gün"dür. Kumsaldaki çocuk imgesi yerini kansere yakalandığını öğrenen ihtiyar bir şaire (Alexander) bırakır. Tedavi olmak için hastaneye yatmak yerine, ömrünün son gününde yıllar önce kaybettiği karısının (Anna) hayaliyle yağmurlu bir denizin kıyısında dans ederken dünü, geçmişi bugünde yaşayan Alaxander, o soruyu bir kez daha hatırlar: -Anna yarın hastaneye gitmeyeceğim. Gitmeyeceğim Anna. Gitmeyeceğim…Yarın için bir plan yapalım. O yabancı bana hep aynı müzikle cevap verecek. Ve bana sözcük satacak biri her zaman olacak. Yarın. Bir seferinde yarın ne kadar sürer diye sormuştum. Sen de demiştin ki: Sonsuzluk ve bir gün kadar. -Seni duyamadım ne dedin? -Sonsuzluk ve bir gün kadar… -Anna. Anna… Bu gece ben de öbür tarafa geçiyorum. Sana geri getirdiğim sözcükle birlikte geleceğim Anna. Geleceğim. Geleceğim…Her şey gerçek. Ve her şey bekliyor. Gerçek için. Benim küçük çiçeğim. Yaban. Benim küçük çiçeğim. Gerçek için…Gerçek için…Gerçek… Gerçek, karanlık bir denize benzeyen sonsuzluğun ölüm; hayatın anlamının, yani sevginin ise bir gün olduğudur...
27 notes · View notes
yusufserkan · 5 years
Text
Mevhibe Celalettin…
Prensesti.
Cemile sultan'ın torunuydu.
Cemile sultan…
Padişah Abdülmecid'in kızıydı.
Abdülhamid'in ve Vahdettin'in kızkardeşiydi.
Mevhibe Celalettin, 1887 yılında, anneannesine düğün hediyesi olarak yaptırılan Fındıklı Sarayı'nda dünyaya geldi.
Evlenene kadar Fındıklı ve Kandilli saraylarında yaşadı.
Mevhibe'nin dedesi Mahmut Celalettin paşa, padişah tahtına oturan Abdülhamid'in emriyle Taif zindanlarında boğduruldu.
Eşi boğdurulan Cemile sultan, ölünceye kadar ağabeyi Abdülhamid'i affetmedi, son nefesine kadar eşinin matemiyle yaşadı.
Çocuklarını, torunlarını böyle yetiştirdi.
Dedesinin adını taşıyan prenses Mevhibe Celalettin, işte bu duygularla büyüdü.
Üç lisan biliyordu.
Piyano çalıyordu.
Saray adabıyla yetişmişti ama, başına buyruktu, özgür ruhlu bir kadındı.
Evlendi, oğlu oldu.
Evliyken bir başkasına aşık oldu.
Boşandı.
Yasak aşkıyla evlendi.
İkinci eşi Jön Türk'tü.
Tutuklandı.
Mevhibe tanıdığı paşalardan ricacı oldu, serbest bırakılmasını sağladı. Ama, şart koşulmuştu, “memleketi terkedeceksiniz, İstanbul'dan uzak duracaksınız, ancak bu şekilde bırakılacak” denildi.
Mısır'a gittiler.
Sonra Fransa'ya geçtiler, Paris'te yaşadılar.
Astım hastasıydı.
Krizler geçiriyordu.
Doktorlar morfin verdi.
Kaş yapayım derken göz çıkarılmıştı… Çünkü o tarihlerde morfinin bağımlılık yaptığı henüz bilinmiyordu, ağrı kesici diye şakır şakır eczanelerde satılıyordu, dönemin Avrupa sosyetesi altın günü yapar gibi morfin günleri düzenliyordu, mücevher kutuları içinde altın kaplama şırıngalar kullanılıyordu.
Mevhibe her defasında biraz daha fazla doz aldı, neticede morfinman oldu. Arkadaşlarının önerisiyle İsviçre'ye gitti, Cenevre'de senatoryuma yattı, iki ay kadar tedavi gördü, hem astım krizleri biraz normale döndü, hem bağımlılıktan kurtuldu.
O ara, annesini babasını peş peşe kaybetti.
Zaten babası vefat etmeden önce bile geçim sıkıntısına düşmüşlerdi, saraydan düzenli olarak aldıkları maaş kesilmişti, başka gelirleri yoktu, e iş yok güç yok, mecburen malı mülkü satmaya başlamışlardı, köşkü sat, konağı sat derken, yaşadıkları saltanattan debdebeden eser kalmamıştı.
İkinci eşinden de boşandı.
İstanbul'a döndü.
Nişantaşı'nda apartman dairesi kiraladı.
Saray hayatı sona ermişti, mütevazı bir eve girmişti.
Aslında ikinci eşi hayli varlıklıydı, boşanmasaydı bir eli yağda bir eli balda, mis gibi devam edebilirdi ama, dedim ya, başına buyruk bir kadındı, parayı pulu değil, özgürlüğünü tercih etmişti.
Osmanlı gümbür gümbür çöküyordu… Memleket evlatları Çanakkale'de Galiçya'da Afrika'da Arabistan çöllerinde, adreslerini bile bilmediğimiz hiçliklerde tümen tümen şehit düşerken, saray çevrelerinde hâlâ vur patlasın çal oynasın devam ediyordu.
Bu utanç verici durum, Mevhibe'yi vicdanen rahatsız ediyordu, büyüdüğü yetiştiği çevreye tahammül edemez hale gelmişti.
Akrabalarından, saraylı dostlarından arkadaşlarından uzaklaştı, yavaş yavaş defterden sildi, hiçbiriyle görüşmemeye başladı.
İstanbul işgal edildi.
Emperyalist zırhlıları Boğaz'a demirledi.
Sokaklarımız İngiliz, Fransız, İtalyan askerleriyle, bu ülkelerin üniforması altındaki Senegalli, Hintli askerlerle dolmuştu.
Küstahtılar.
Kadınlara sarkıntılık ediyorlardı.
İnsanlarımızı tokatlıyor, aşağılıyorlardı.
Yıllar sonra hatıralarını anlatırken “o günü hiç unutmuyorum” diyecekti Mevhibe… “Memleket için en kara gündü” diyecekti.
İşte tam o atmosferde, Şişli'de, Karlo Apartmanı'nda bir davete katıldı. Kalbini adeta yerinden söken adamla, ilk kez orada tanıştı.
O gece orada bitmedi.
Davet çıkışında kalabalık bir grupla birlikte Mevhibe'nin evine gittiler, şafak sökene kadar sohbete devam ettiler.
Misafirlerini uğurladıktan sonra yatmadı. Pencere kenarındaki koltuğa oturdu… O'nu düşünerek tatlı tatlı gülümsüyordu.
Hemen her akşam görüşmeye başladılar. Sadece müzikli davetlerle, eğlenceli yemeklerle, romantik atmosferlerle sınırlı değildi. Mevhibe artık O'nun evindeki –tehlikeli– siyasi toplantılara da katılıyordu.
O'nun talimatıyla İngiliz ve İtalyan işgal kuvvetleri komutanlarının balolarına gidiyordu, sohbetlere kulak kabartıyor, Mim Mim Grubu'nun giremediği çevrelere giriyor, istihbarat topluyordu.
Saray prensesi, Kuvayı Milliye casusu olmuştu!
Sabahlara kadar bitmek tükenmek bilmeyen gizli toplantılar, gerginlik, kahve, sigara… Çelik bakışlı adamın midesine vurdu.
Sancılı krizler yaşıyordu, üstelik yüksek ateş vardı.
17 gün yattı.
17 gün boyunca, Mevhibe başucundan ayrılmadı.
Mayıs 1919…
Çekirdek kadro toplanmıştı.
Hararetli bir toplantı vardı.
O'nun yaveri uygun anını kolladı, Mevhibe'yi göz işaretiyle yemek odasına çağırdı, küt diye “paşa kararını verdi” dedi, “Anadolu'ya geçiyor, hazırlıklar tamam, siz de gitmek ister misiniz?” diye sordu.
Mevhibe afalladı.
Hiç beklemiyordu.
“Biraz düşünmem lazım” diyebildi.
Ve, tam 100 yıl önce bugün…
15 Mayıs 1919.
İzmir işgal edildi.
Artık bir saniye bile durulamazdı.
Vatan komple elden gidiyordu.
Öğle saatleriydi…
Mevhibe'ye “şöyle buyrun lütfen” dedi, karşısına oturttu.
Diğerleri odadan çıktı.
“Gidiyorum” dedi…
“Siz de benimle gelin.”
Bu defa yaveri aracılığıyla değil, bizzat teklif etmişti.
Yine reddetmesin diye ikna etmeye çalıştı.
“Bize çok faydanız olacak, Halide Edip hanım da çok yakında Anadolu'ya geçiyor, yalnız kalmazsınız” dedi.
Ömrü boyunca ilk ve son kez… Bir kadına “benimle gel” diyordu.
Uzuuun sessizlik oldu.
Mevhibe'nin kalbi “koş” diyordu.
Aklı ise kolundan çekiyordu.
“Müsaade ederseniz biraz düşüneyim” dedi.
O çelik mavi gözlerden hüzün bulutu geçti.
Hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu.
“Nasıl isterseniz” dedi.
Bir daha ömrü boyunca bu mevzuyu açmadı, asla.
Mustafa Kemal, Samsun'a gitti.
Mevhibe, Milano'ya gitti.
Bir süre Milano'da, bir süre Viyana'da yaşadı. Dresden'e geçti.
Parası iyiden iyide azalmıştı, ucuz fiyatla pansiyon odası kiraladı.
Konservatuara yazıldı, piyano çalıştı, şan eğitimi aldı.
Ruhundaki yaraya müzikle pansuman yapıyordu.
Dört yıl yurtdışında yaşadı.
Maddi açıdan sıfırı tüketmişti.
Şubat 1923'te İstanbul'a döndü.
Evi barkı yoktu.
Arkadaşlarında kaldı.
Cumhuriyet ilan edildi.
Hanedan mensupları sınırdışı edilecekti.
Mevhibe hayatında ilk kez paniğe kapıldı.
Ne gidecek yeri vardı, ne parası, ne sığınacak ailesi.
Hilafet kaldırıldı.
Kadın erkek çocuk, toplam 155 kişi sınırdışı edildi.
Gerisi, kanun kapsamı dışında bırakıldı.
Mevhibe kurtulmuştu…
Ama, artık yaşayabilmek için çalışması gerekiyordu.
Ne yapabilirim diye düşündü, Muhsin Ertuğrul'a gitti, yardım istedi. Eline bir sayfa metin tutuşturdular, “ezberle, prova yapalım” dediler. Doğuştan yetenekti, çok beğendiler… Muhsin Ertuğrul'un kadrosuna katıldı, Ferah Tiyatrosu'nda rol almaya başladı.
Muhsin Ertuğrul, Neyire Neyir, Muammer Karaca, Vasfi Rıza Zobu, Hazım Körmükçü gibi efsanelerle aynı sahneyi paylaştı.
Renkli Fener, İşsizler, Sırat Köprüsü, Bir Zaid Bir, Baskın, Taş Parçası, Cehennem, Donanma Gecesi piyeslerinde oynadı.
Afişlerde “Prenses Mevhibe” adıyla yeralıyordu.
Gazetelere “tiyatrocu prenses” diye haber oluyordu.
Anadolu turnesine bile katıldı.
Muhsin Ertuğrul Avrupa'ya gidince, kadro komple işsiz kaldı.
Şadi bey'in tiyatrosuna katıldı, sabit bir tiyatro salonu yoktu, nerde bulurlarsa orda oynuyorlardı, üç ay dayanabildi, ayrıldı.
Fırtınalı hayatı yüzünden gerektiği gibi sahip çıkamamıştı, anneannesi Cemile sultana emanet etmişti… Oğlunu kaybetti.
Darbe üstüne darbe yiyordu.
Evlat travmasını taşıyamadı.
Suçluluk duygusuyla iyice kabuğuna çekildi.
Galata Liman Şirketi'nde santral memuresi oldu.
Bir hafta geçti geçmedi, müdürüyle kavga etti.
Adamın kafasına sandalye fırlattı, çıktı gitti.
Çocukluk arkadaşı Odette'in eşi mösyö Kormiye, Osmanlı Bankası'nda yöneticiydi, gel bizimle çalış dedi. Başka çaresi yoktu, bu defa Osmanlı Bankası'nın merkez şubesinde santral memuresi oldu.
Bir zamanlar Osmanlı Bankası'nın en varlıklı müşterilerinden biriyken, şimdi aynı Osmanlı Bankası'nın santral memuresiydi.
41 yaşındaydı.
Her şeyini kaybetmişti ama, gururu kale gibi ayaktaydı.
Mustafa Kemal'i arayıp, yardım istemedi.
Büyük dedesi padişah.
Büyük dayısı padişah.
Küçük dayısı padişah.
Sevdiği adam cumhurbaşkanı.
Santral memuresiydi.
1928'de girdiği Osmanlı Bankası'nda ölene kadar çalıştı.
1952'de zatürreden vefat etti.
Mustafa Kemal'in “benimle gel” dediği ilk ve tek kadın… Tarihimizin gördüğü en renkli, en maceralı, en onurlu, en trajik öykülerden biriydi.
Ve aslına bakarsanız…
“Milli Mücadele” denilen kavram, duygusuz, ruhsuz, hamasi nutuklardan, dan dun'dan ibaret değildir.
Çılgın erkeklerin ve çılgın kadınların, yazılmayan romanların, çekilmeyen filmlerin, vatan uğruna yarım kalan aşkların destanıdır.
2 notes · View notes
sonmuzik · 2 years
Text
Neşet Ertaş Kimdir
Tumblr media
Neşet Ertaş Kimdir?
Gönüllerin unutulmaz saz üstatlarından birisi olan Neşet Ertaş Aslen Nereli? Neşet Ertaş müzikle nasıl tanıştı? Hayatının büyük bir bölümünü saz çalarak geçiren ve ardından geriye unutulmaz eserler bırakan Neşet Ertaş, İzmir’de vefatı ile Türkiye’de büyük bir üzüntü yarattı. Nail Gönenli Kimdir? Neşet Ertaş kaç yaşında? Neşet Ertaş aslen nereli? Neşet Ertaş burcu ne? 1938 yılında doğan Neşet Ertaş’ın doğum tarihi net olarak bilinmiyor. Bu nedenle sanatçının burcu da belli değil. Neşet Ertaş aslen Kırşehirli. Neşet Ertaş Kimdir? 1938 yılında Kırşehir Çiçekdağı’nda doğan Neşet Ertaş, babasının saz üstadı ve ustası olması nedeniyle küçüklüğünden itibaren sazların içinde yetişti. İlkokul dönemlerinde keman ve bağlama çalan Neşet Ertaş, babası ile birlikte köy eğlencelerine katılarak performans sergilemeye başladı. “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız.” diyerek babasından etkilendiğini ve müziğe başlamasındaki önemli kişinin babası olduğunu söyleyen Neşet Ertaş, müzik kariyeri boyunca babasının başarısını da geçerek Türkiye için en önemli değerlerden birisi oldu. Neşet Ertaş ilk plağını ne zaman çıkardı? 1950’li yıllarda İstanbul’a gelen Neşet Ertaş, ilk plağını da burada çıkardı. Sanatçının ilk plağı ise “Neden Garip Garip Ötersin Bülbül” oldu. Plak çok sevildiği gibi kısa sürede kasetler ve konserler düzenlenmeye başlandı. Ankara’ya yerleşen ve daha sonrasında sağlık sorunları nedeniyle Almanya’ya giden Neşet Ertaş, 2000 yılında da bir konser vermişti. Neşet Ertaş ödülleri Unesco “Yaşayan insan hazinesi” 25 Nisan 2011 – İTÜ Devlet Konservatuarı – fahri doktora ödülü Neşet Ertaş vefatı Neşet Ertaş, 25 Eylül 2012’de İzmir’de sağlık sorunları nedeniyle tedavi görürken vefat etti. Neşet Ertaş albümleri Gönül Ne Gezersin Seyran Yerinde 1988 Kendim Ettim Kendim Buldum 1988 Kibar Kız 1989 Hapishanelere Güneş Doğmuyor 1989 Sazlı Sözlü Oyun Havaları 1990 Gel Gayri Gel 1992 Türküler Yolcu 1992 Gitme Leylam 1993 Kova Kova İndirdiler Yazıya 1995 Seçmeler 2 1995 Seçmeler 3 1995 Seher Vakti 1995 Altın Ezgiler 3 1996 Polis Lojmanları 1997 Benim Yurdum 1998 Gönül Yarası 1999 Zülüf Dökülmüş Yüze 1999 Gönül Dağı 1999 Muhur Gözlüm 1999 Zahidem 1999 Neredesin Sen 1999 Gönül Dağı Read the full article
0 notes
ruhsalseyler · 7 months
Text
Şifa Frekansı Nedir?
0 notes
karagozkuyumculuk · 3 months
Text
instagram
0 notes
erkantopuz · 2 years
Photo
Tumblr media
✅Kanseri müzikle yendi ✒️Geçen yıl meme kanserine yakalanan müzik öğretmeni Aylin Koçak (42), ameliyata girmeden önce sözü ve bestesi kendisine ait 'Son Bakış' isimli şarkısını yazdı. Tedavi sonrası kanseri yenen Koçak, müzikle şifa bulduğunu, yayınlanan şarkıdan elde edeceği geliri Kansersiz Yaşam Derneği'ne bağışlayacağını söyledi👏🏼👏🏼👏🏼 ⭐️Müzik terapisi düşük maliyet ile ağrı yönetiminde başarılı bir uygulamadır. Yapılan çalışmalar gösteriyor ki, müzik terapi kanser hastalarını rahatlatarak, dikkatini başka yöne çekerek, endişeyi azaltıp, ruh halini iyileştirerek ağrı şiddetinde anlamlı azalmalar sağlamaktadır. -Prof.Dr.Erkan Topuz- #ciltgüzelliği #diyetlistesi #zayıflamakistiyorum #detoks #bursa #yemek #estetik #ciltlekeleri #zayıflamak #lezzetliyemekler #detokssuyu #ankara #ciltbakımı #diyetyemekleri #diyet #saçdökülmesi #zayıflama #müzik #lezzet #botoks #saçbakımı #güzelliksırları #güzellik #magazin #türkkahvesi #ciltbakımı #yemektarifleri #komikvideolar #haber #güzelsözler (Medistate Kavacık Hastanesi) https://www.instagram.com/p/Cd7oXydtudE/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
albay34-blog · 2 years
Text
HASTALIKLARA MÜZİKLE TEDAVİ
HASTALIKLARA MÜZİKLE TEDAVİ Titreşim Tıbbı kitabının yazarı Dr. Murat Balanlı’dan hastalıklara göre dinlenmesi gereken makamlar, şarkılar, kullanılması gereken renkler… Hani derler ya müzik ruhun gıdasıdır diye. Müziğin sadece ruhun gıdası değil aynı zamanda şifası olduğunu biliyor muydunuz? Titreşim Tıbbı kitabının yazarı Doktor Murat Balanlı hastalıklara göre hangi şarkıların dinlenmesi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
saglikliorg · 3 years
Text
Kavuşamayan iki aşık müzikle tedavi ediliyor
Kavuşamayan iki aşık müzikle tedavi ediliyor
Sanatçılar doktorlarla aynı sahnede. Liv Hospital hekimleri ve sağlık çalışanları 14 Mart Tıp Bayramı’nda muhteşem bir geceye imza attı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ve İstanbul Devlet Tiyatroları, 14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde Liv Hospital doktorların da oyuncu olarak yer aldığı bir Türk Müziği müzikalini sahneye koydu.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
pegarose · 3 years
Text
Hastalıklara Müzikle Tedavi
https://www.pegarose.com/hastaliklara-muzikle-tedavi
Hastalıklara Müzikle Tedavi
Tumblr media
Titreşim Tıbbı kitabının yazarı Dr. Murat Balanlı’dan hastalıklara göre dinlenmesi gereken makamlar, şarkılar, kullanılması gereken renkleri açıkladı.   Hastalıklara Müzikle Tedavi “Her şey titreşimdir. Düşüncelerimizin de müziğin de renklerinde titreşimi vardır. Bedenimiz kendi kendini iyileştirme mucizesine sahip bir yapı. Hastalık dediğimiz ise aslında bedenin kendini iyileştirme mekanizması” diyen Balanlı hangi hastalığa hangi müzik iyi gelir […]
0 notes