#kabul etmiyorum kardeşim
Explore tagged Tumblr posts
Text
Din Kardeşimiz öyle mi?
Din Kardeşliğini kabul etmiyorum,
Benim Bayrağıma, Benim Ülkeme ve vatandaşıma saldıran, Ülkemin huzurunu ve güvenliğini bozanlara ben asla Merhamet etmem.
Şanlı Ay Yıldızlı Bayrağımı yakan ve parçalamaya çalışanlara asla Merhamet etmem.
Bunlar benim Din Kardeşim değil, kabul da etmiyorum.
Önce Ülkemdir benim için esas olan.
Vatandaşıma ve ülkeme zarar verenleri asla affetmem.
Fazla Merhamet Vatana ihanettir.
#ÜlkemdeMülteciİstemiyorum
1 note
·
View note
Link
A Milli Kadın Voleybol Takımı, Sırbistan’ı yenerek Avrupa şampiyonu oldu. Melissa Vargas ise 41 sayıyla oynayarak şampiyonanın en değerli oyuncusu seçildi.Fenerbahçe’nin eski kaptanı futbolcu Ümit Özat ise Vargas’ı hedef alan açıklamalarda bulundu.Özat’ın tepki çeken sözleri şöyle:“Melissa Vargas bu ülkede doğup, bu ülkede büyüyüp, senin benim gibi bu dili konuşuyor olsaydı bunun kabul edilebilir bir tarafı vardı.Milli takım bu, Vargas Brezilyalı mı normalde nereli. Kübalı. Küba Milli Takımında oynayacak potansiyeli varsa, voleybolu çok bilmiyorum… Sence gelip burada oynar mı? Bu mu abi sizin bayrak, millet, vatan duygunuz bu mu? Ben bunu kabul etmiyorum kardeşim. Artık o kapitalist sistemde başarılı olmak için herkesi katıyorlar ya. Milli takım olgusu başka bir şey.”
0 notes
Text
Evlatlık resmi olmasa da dolaylı yoldan reddedildim. Ama varya ben o kadar aptalım ki bu zamana kadar nasıl anlamadım. Herşey o kadar açık ki.
Hep bir bahane aranırdı. Sinirliler ve stresteler bişey patlamaları lazım bu kim olabilir TABİ Kİ BEN.
Örnek mesela babamla kavga etti. Sinirli ve gergin. Ona patlayamaz çünkü ona takıntılı aptal. Ama bı kızı var onları dinlemeyen ve hep doğru bildiğini yapan. Ee onlar bişeye zorlayınca kesinlikle kabul etmeyen biri. İŞTE PİYANGO.
Bağırmak için dövmek için stres topu olarak kullanacakları ben KÖLE BEN
Hep bişey dayatmaya çalışıyorlar. Kabul etmiyorum sana sormadık diyolar. KARDEŞİM S O R U C A K S I N
Anladın mı ben senin çocuğunum piyonun değil
Abim kadar bile değerim yok
#5
0 notes
Text
Gerçekten ileride ünlü bir yazar olursam ben öldükten sonra “ibrahim’e mektuplar” diye bi eserim çıkacak sanırım. İznim olmadan birileri basacak, çünkü halka mâl olmuşum… çünkü neden: ben yazdım, çünkü neden: çok yazdım..
Bu da onlardan biri. Ve şöyle diyecekler, “ne sorunlu karıymış.”
Ne var ya. Sorunları anca böyle söyleyebiliyorum alla alla. Yazmadan bazen ben bile bilmiyorum sorun ne ve ben neden üzgündüm.
Öncelikle sana ilişkimizin aynı seviyesinde olmadığımızı söylemiştim. Ben; daha yeni sana alışmış, seni benimsemeye çalışan, her şeyinden mutluluk duyan ve bütün vaktimi seninle geçirmeye razı olduğum kısmındayım. Ben, senden sıkılmadım bile hiç. Doğal süreçte bu daha çok hafifleyecek farkındayım, ama şu an değil. Şu an her anımda olabildiğin kadar benimle ol, bende ol istiyorum. Ben uyanınca, eğer benden önce sabahı gördüysen günaydını senin mesajınla yapmak istiyorum. Eğer ben senden önce gördüysem ben yaparım. Ya da gece uyuyamadıysan bana gel istiyorum, ki bunu yapıyorsun. En çok bunu yapıyorsun, bu konuya daha sonra detaylı gireceğim. Ya da iş yerindesin her gün aynı insanlarla aynı işi yapıp duruyorsun, yani ben sana yazdıysam bana cevap vermek için günün sonunu beklemen kadar kıymetsiz hissettiren bir şey yok. 20 saniyemi almaz benim sana yazdığım herhangi bir şey o yüzden bahanelere inanmıyorum. Umursamazlık bu. Duruma kıymet ve değer vermemek. İster istemez düşünüyorum, 8 saat. 2/3 mola. Hatta içeride de bana ulaşabilirsin. O kadarda vaktini bana ayırmaman, garip. Ne dersen de garip. Ara saatlerce konuşalım demiyorum. Yaptığının farkında ol istiyorum. Bi gör.
Ve öylesine yazdığın mesajlar kendini çok belli ediyor. Napıyosun diyorsun, cevap veriyorum 5 saat sonra cevap veriyorsun. Yazma kardeşim. 5 saat sonra vereceğin cevabı başka bir cevap olur ama sıkıldım ondan da.
Arkadaşlarınla çıkman sorun değil, hiçbir zaman olmadı. Ama bilmediğim bir şeyin sorun olmama ihtimali yok. Attığın adımın hesabını vermek değil bu, haber vermek. Senden önce böyle düşünüyodum. Ne o versin ne de ben veririm diyordum. Sana bazen güvenmiyorum o ayrı ama bu durumda güvensizlikten de değil. Bilmek istiyorum. Çünkü umrumda. Bilmediğim zaman hayatının uzak köşesinde gibi oluyorum. Ben de aynı şeyi sana veriyorum ve sahiplenmiyorum.
Arkadaşlarınla vakit geçirmen çok güzel. Ama bu benden daha fazla olunca, ben bunu da kabullenemiyorum. Onlarla her zaman görüşebilirsin. Benimle daha kısıtlı. Onların bunun üstüne çıkmasını sevmiyorum. Bu kıymet vermemek değil, öncelik vermemek. Bu önceliğin bende olmasını istiyorum, çünkü ben sana veriyorum. Veririrm de her koşulda sen ne dersen de, inanmazsan da inanma. Bunu deneyebileceğin bir durumun içine bile girmedin. Ben girdim, ve gördüm. Anca çok zor durumda kalırsan iki şeyi de aynı anda yapmaya çalışıyorsun ve bu daha kötü oluyor. O gece seni sürekli ayakta tutmaya çalışmak hiç de güzel değildi. Gündüz vakti ben tüm bilincim açıkken senin deli gibi sarhoş olman gerçekten benden başka kimsenin razı olacağı bir şey değildi. Gerçekten o gün seni evine gönderip, kendim istediğimi yapabilirdim ya da eve dönebilirdim. Gerçekten seninle bir daha görüşmek istememek bile hakkımdı. Ama bunu istemediğim için durdum. He sonra pişman oldum ama. Şimdi olsa bir kahve içeriz sonra sen gider evinde uyursun. Ben seninle uğraşmak zorunda değildim. Hele arkadaşlarınla sabahın köründe içtiğin ve benimle geçireceğin son akşama böyle gelen biriyle uğraşmak hiç..
Yüz kere dedim, onlarla bunu yüz kere yaşarsın ama benimle bir daha olmayacak senin için bunun kıymetini görmüş oluyorum. Ve kabul etmiyorum. Bir daha olmayacak birçok şeyi o gün orada bıraktık, sana yemin ediyorum. Sen tekrar gece çalışıp, sabah çok sevdiğin arkadaşlarınla çok içip rezil bi akşam geçirebilirsin. Bir daha o şekilde ben olmayacağım.
Yani İbrahim öncelik ve kıymet sende görmediğim bir şey. Sevmek bütün bunların önüne geçmiyor. İstediğin kadar saçmalama de ne alakası var de başka bir şey de diyemiyorsun zaten. Çünkü sığındığın tek şey bana olan sevgin. E ben de seni seviyorum o halde bir daha görüşmeyelim. Ama merak etme seviyorum ben seni.
Ayrıca 2 haftadır görüşmüyor olmamız bi bana garip geliyorsa gerçekten ben bu ilişkinin içinde kalmak istemiyorum. Seni seviyorum, beni sevdiğini söylüyorsun o yüzden ayrılamıyoruz onu bile vermiyorsun bana. Ama nerdesin. Saatleri bahane edeceksin, her şeyi bahane edeceksin. Ama çok fırsatın vardı, denemedin. Ortaya hiçbir şey atmadın. 2 haftadır yaptığın şey ne biliyor musun, uyumak, içtiğin zaman gece beni aramak. Başka ne yapıyorsun ne paylaşıyorsun benimle. Ben eve dönerken bile seni aramakta tereddüde düşüyorsam, bana gerçekten vermediğin bir şey vardır.
Çok istiyorum seni sevmemeyi ve istememeyi. Zaten yok gibisin, bu mu var halin. Keşke sen benden vazgeçsen. Böyle sen dur demeden tam bağları koparsan. Ben razı olurum. Sevmek hiçbir işime yaramıyor. Ve maalesef ki benim için her sorun anca ayrılıkla çözülür gibime geliyor.
Geçen gün telefonda neye bozulduğumu sorup durdun. Anlatayım, “ben ne zaman boncuk almaya gideceğim ya.” dedim senin umrunda bile olmadan başka bir şey söyledin. Beni dinlemiyorsan daha kötü. Kesin hatırlamıyorum diyeceksin. Bana en yakın planımızı söyler misin, şey mi, haziran 15 Aksaray. Evet, başka yapmayı düşündüğümüz bir şey yok çünkü. Böyle varsın.
Sen ilişkinin daha da ileri seviyesindesin. Sağ ol sevgini ve bildiğim kadarıyla sadakatini kaybetmemişsin. Ama dış dünya bir adım daha yakın sana. Sıkılmışsın diyemem ama benimle olmak için bir çaba sarf etmiyorsun, çünkü sanki ben hep evdeyim. Unuttuğun bir şey var, akşam yanıma gelmiyorsun. Bu kadar önden gitmenin bi mantığı yok. Ben de “nasılsa orada” seviyesine geleceğim, ama henüz değil. Sen oradasın ve sana yemin ederim nasılsa orada değilim.
Daha sonra detaylı gireceğim dediğim konuyu da söyleyeyim. Sadece uyumak için arıyorsun beni. En çok o zaman benimlesin. En çok o zaman sevgi duyuyorsun bana çünkü çok iyiyim uyutmakta seni. Ne dersen de bunu hissettiriyorsun. İş yerinde konuşma şeklin, bitse de gitsek gibi. İstediğin kadar ilgileniyomuş gibi davran maalesef bu belli. Buna anlayış gösteriyorum ama rahatsız olmadığım anlamına da gelmiyor. O zaman nasıl öyleyse, uyumadan önce aramaların da öyle samimi. Öyle bendesin. Öyle muhtaçsın bana. İğrenç bence bu. En büyük hayalin bile benimle uyumak. Kabul etmiyorum.
Seni üzmek istemiyorum. Seninle sürekli konuşmayı ben senden çok istiyorum. Ama sen böyle olduğun için ben neden istediğin gibi biri olayım ki.
Hastaneye gitmişsin. Yani gerçekten yanlış bir şey söylemek istemiyorum. Aslında bi yorum da yapamam hiç o kadar hasta olmadım. Ama bana haber vermedin. Ne kadar kötü olduğunu bilmiyorum çünkü zahmet edip söylemedin. Yani ne yaptığını bilmiyorum sen de öyle olacaksın. Şu aralar yaptıklarıma hakim olabilirsin, ama ben de seni hayatıma dahil etmeyeceğim. Çünkü buna gerek duymak saçmaymış, görebiliyorum.
Lafta çok güzel diyorsun, dişçiye gideriz, ikea’dan almak yerine mobilyacıya da gideriz, boncukçu beni kazıklar o yüzden senle oraya da gideriz. Dişi unuttun, ben seninkini unutmamıştım. Bir daha ölsem acaba benimle gelmene izin verir miyim; hayır. Sana izin verdiğim için çok pişmanım zaten. Durup dururken bana önemsiz hissettirmen için bi anı yarattım işte. Gelmeyecek olsan zaten beklemezdim. Ama sen geleceksin diye randevu saatini değiştirmiştim. Nefret ediyorum bütün verdiğin hislerden. Artık iyilerden de.
Başka söyleyecek bir şeyim yok. Bu bi terk etme mesajı değildi. Ama keşke sen böyle olacaksan, sen beni terk etsen. Engellesen beni her yerden. Mutsuz ama güvende olurum. Sonra o mutsuzluk geçer zaten. Senle mutsuz ve güvensiz hissetmekten daha iyidir.
Ne olacak bilmiyorum. Çok fazla kötü his var içimde sana karşı o yargıları nasıl yıkabilirim bilmiyorum. Yıkmam gerekiyor mu bilmiyorum. Ama saçma sapan bir şey yaşıyoruz ve tekrar söylüyorum mutlu değilim seninle.
Ne düşünüyorsun ne yapacaksın hiçbir tahminim yok. Sadece ne yapacaksan bil ki gerçekten tahammülüm yok, sabrım hiç yok, ne yapacaksan son kez yapacağına emin ol. Neyi seçersen seç ikinci bir şansımız olmayacak. Bunu vermeyeceğim.
Seni şimdi seviyorum. Sevgim yüzümden umrumdasın. Sevgim yüzümden yukarıdakiler öyle. Benden isteyip de benim vermeyeceğim bir şey yok o yüzden sen bana bir şeyle gelemezsin. Benim tepki olarak yaptıklarımı da örnek gösteremezsin. Hastasın ve çok üzgünüm ama öyle davranıyorsun ki, sana şefkat duymama bile engel olduğun için seni affetmiyorum.
0 notes
Text
supara yayincilik gay değilse ben de bi sey değilim
#serefsiz adi it#o yanlislar ne lan#osym soruları bile bu kadar kancik degil#kabul etmiyorum kardeşim#kabul etmiyorum
3 notes
·
View notes
Text
ya bu kilolu olmayı normalleştirenleri anlam��yorum sen ne dersen de sağlıksız ben 70 75 kiloyum sporcu olduğum için belli etmiyorum belki ama kendim için de sağlıksız fazlaya kaçıyorken
instagramda bakıyorum çok güzelsin böyle devam et kardeşim sağlıksız kabul et bunu
8 notes
·
View notes
Text
Tamam Kabul Sensin !
İnsanlar bazen kendilerini diğerlerinden farklı yerde görebiliyor. Bunu asla yapmam diyen de yalan söylüyor. En azından siz hiç ‘’ ama ben bu kadar şeyi da hak etmiyorum’’ demediniz mi herhangi bir şey için? Aslında çok yanlış bir cümle. ‘’ Bu kadar şey ‘’ sıfatı çok yanlış. Sanki bundan öncesini hak ediyorum ama bu kadarı fazla … Yok kardeşim orda bir dur bakalım her insan değerli ve hiç kimsenin, hiçbir sebep ile kimseye zulüm olmaya hakkı yok.
Ama şu hak ediş mevzusu da ayrı bir bela. Farklı bir yerdeyim demenin en kısa ifadesi aslında. İçinde hür irade var, emek var, biraz bıkkınlık ve belki biraz da bencillik. Bir insan için çok emek harcadığını düşündüğün anda çıkar bu sihirli cümle ortaya. Belki de hiçbir şey yapmıyorsundur? Yani karşındaki böyle olduğuna inanıyordur. Bilinci kapalı değilse insan verdiği emeğin, gösterdiği toleransın farkındadır. Tam da bu yüzden kurar zaten bu cümleyi.
Yukarıda kendimce tarafsız ve genelin kabul edebileceği açıklamaları yaptığıma göre şimdi yalnızca bana ait olan duygulara geçebilirim. Şu emek mevzusu bende de var. Severek, canı-ı gönülden, heves ile yanında olmaya, onu sevmeye ve onun için bir şeyler yapmaya çalıştığım kişi tarafından ‘’ ben mi istiyorum kızım, yapma benim için bir şey, Şuanda müsait değilim, işine bak işine, şuanda uğraşamam gibi zamansız ve anlamsız cümleler ile muhatap kalınca önce bir şaşkınlık oluyor ‘’ bu ifadeyi gerçekten kullandın mı sen ‘’ şaşkınlığı, ardından sinir yüklemesi ‘’ cümleye bak cümleye sen ağzından çıkanı duydun mu ‘’ son olarak da kabullenme hissi ‘’ Adamın karakteri bu, ama o herkese böyle , sinirlerimi bozmayacağım…. Dön arkanı, tak kulağı muhatap olma …. ‘’
İnsan aynı şeyi kaç defa yaşarsa kabullenir? Ya da o insan aynı şeye kaç defa maruz kalırsa siktir eder? Aslında bu cevap kendine ne kadar önem verdiğin ile değişir. Bir defa geldiğin ve bir defa öleceğin dünyada, sevginin artık yetersiz kalacağı yok sayılışları kaç defa kabullenir? İnsan, yanındaki ile geçirdiği vaktin yüzde kaçı artık mutlu etmiyorsa siktir edebilir? Her yer soru, her yer kararsızlık oldu şimdi. Bence cevap zamanın içerisine sindirilmiş. Kimse değişmek zorunda değil ve aynı zamanda kimse tahammül etmek zorunda da değil. Belli ki olmuyor kardeşim böyle farklı iki karakter aynı sevgide barınamıyor. Yalnızca sevmek ya da değer vermek kimseyi mutlu etmeye yetmiyormuş demek ki. Zaten şu yazıda değer veren bir taraf olsa sonu seni seviyorumlar ile biten bir yazı olurdu.
Şimdi bir adım geriye çekilip büyük resme bakıyorum da belki zaman yanlış, belki, kararlar yanlış, belki seçimler yanlış… Ya da sadece ikimizde gaza geldik olur lan bizden dedik de olduramadık. Düşünsene sen bunu okusan ‘’ saçma, bu kadar şikayetçiysen bırak, madem istiyorsun git ,ben demiştim kimse bana dayanamıyor, benim vaktim yok böyle şeylere falan diyecekken; ben elime almışım bavulu, kapının eşiğinde bekliyorum. Belki kapıyı, belki bavulu, belki, eşiği belki de bir mucize olurda beni görürsün diye.
Ya da hepsini bırak bir kenara sanki çok hatasız, çok doğruymuşsun gibi ‘’ eşiğe kadar gelen gitmek için gelmiştir de, ben böyleydim sen kabul ettin de ‘’ Akla kendini kendince , Her şey aynı kaldıkça, bende bir gün hazır olacağım o eşikten çıkmaya...
1 note
·
View note
Note
iyi geceler abla
yazdıkların hakkında bir şey demek istemiyorum, etik gelmiyor bana. sonuçta duyguların yani onlar öyle dökülüyor dilimizden
sadece senin yazdıklarını okuyunca aklıma o bizim kavuşmalarımız a yarim mahşere kaldı geliyor.
allah ecrini katında misliyle versin. cennet çiçeği olasınız..
hayırlı geceler
İnanın birilerinin bunları okuyor olduğunu bile unutuyorum bazen, unutmak istiyorum. Ben kendimi hep yazarak iyileştirdim. Kederimi fiziken dışa dönük yaşayamadım. Güçlü olmam gerektiği tenkit edildi hep, öyle de oldum. Yazmasam boğazıma oturan yumruların beni nefessiz bırakışını izlemem gerekirdi. Yazdıklarımın etikliği, etik olmayışı, yazdıklarımı etik bulan etik bulmayan. Hakkımda suizan besleyen, bilmiyorum olumsuz yönde bu konuda beni eleştiren hiç kimseyi kale alma niyetinde değilim. Kimseyi sayfama davet etmiyorum, beni takip edin demiyorum. Ben yıllar önce burda hiç takipçim yokken de yazıyordum, şimdi binlerce varken de yazıyorum. Yazarken kendimi kasmak istemiyorum. İstediğim gibi dökülmek, dilime geleni buraya aktarmak istiyorum. Yazdıklarımı acitasyon gören, abartı kabul eden, yapmacık bulan çok insan var bazen anonim de oluyorlar. Yaşadığım imtihanın binde birini yazmadım buraya, yazmam da. Kimse kimsenin sınavını bilemez. Ben, benimle aynı sınavı yaşamış biriyle karşılaşmadım hiç. Benzer senaryolu bir kedere sahip olan biriyle tanışmadım. Binlerce vardır Allah kimseye yaşatmasın, yüklemesin kimsenin sırtına.. Ne klmsenln acısını ufak sayarım ne imtihanını kolay. Ama kimse de benim kederime, gamlı dünyama ağzını uzatmasın. Bazı dertler vardır hala aklınızın başında olduğuna şükredersiniz
Ben hergün aklımı koruduğu için Allah'a şükrediyorum.
Sağ olasın kardeşim, amin. Allah razı olsun. Teşekkür ederim 🌼💚
9 notes
·
View notes
Text
Ya abi bir insan bu kadar bela paratoneri olamaz ya. Kabul etmiyorum ! Kedilerden deli gibi korkuyorum ve bugün 6 kedisi olan birinin evine gittik. Pardon 8. 6 tanesi gezdiği için onlar dikkatimi çekti. Akşam yediden sonra sekizi birde ortaya çıktı 5 tanesi habire dibime geldi. Öğlen yemek yerken üç defa üzerime atlamak için koşup vazgeçtiler. Bir ara özel bir kız kediyi eline aldı, kardeşim olacak puşt ablamın suratına at dedi kızı zor durdurdular. Baktım çok korkuyorum kütüphaneye gideyim dedim. İnternetim bitmiş hes kodum açılmadı oraya da giremedim. Başıma gelenlerin yarısı bunlar 🤦🏻♀️ muska takacağım artık. Kurşun döktüreceğim her gün.
2 notes
·
View notes
Text
Bu soruya bir bayanın verebileceği cevaplar ve bu cevapların gerçek anlamları :
1-Olmadığı için üzgünüm; ama lütfen arkadaş kalalım.
(İstediğin şey mümkün değil. Ama yanımda olmaya devam et. Beni evime getirip götürecek, güldürüp-eğlendirecek, eğlence yerlerinde eşlik edecek, faturalarımı yatıracak ve tamirat işlerimi ya...pacak birisine ihtiyacım var. Merak etme; bir erkek arkadaşım olduğunda da arada sırada ararım seni.)
2 - Ama ben seni kardeşim gibi görüyorum.
( Bir daha asla bu konuyu gündeme getirme.)
3- Duygusal sorunlarım var; önce onları çözümlemem gerek.
(Senden başka birkaç kişi daha var; ama bir türlü karar veremiyorum.)
4 - Böyle bir ilişki için henüz hazır değilim.
(Henüz alemlerin tadını yeterince çıkaramadım. Beraber olmak istediğim birkaç yüz kişi daha var. Beklemeye devam et. Daha iyisini bulamazsam belki gelirim...)
5- Seni yeterince tanımıyorum.
(Tipin falan tamam ama ya diğer özelliklerin? Araba senin üzerine mi? Evin-yazlığın var mı? Kaç para kazanıyorsun? Bankada paran var mı, vs...)
6- Teklifine sıcak bakıyorum ama şimdi olmaz. Zamana bırakalım...
(Saz heyetinde on sekizinci keman olarak çalmaya devam et. Gencim, güzelim, çekiciyim. Bunların tadını en dibine kadar çıkarmak istiyorum; diğer taraftan senden daha iyi birisini bulamamaktan da kaygılanıyorum. Gözaltı torbalarım ortaya çıktığında kabul edeceğim.)
7- Seni seviyorum. Ama ben çok seçici birisiyim; kolay kolay beğenmem. Hemen karar vermemi bekleme.
( Ben İngiltere kraliçesinin soyundan geliyorum. Bana layık olmak çok zordur. Superman - Brad Pitt - Prens Rainer - Bill Gates karışımı bir erkek arıyorum. Güç, karizma, zenginlik, zeka, statü, fizik, kimya, falan hepsi birarada olmalı. Kız kurusu olmak pahasına da olsa arayacağım. Eğer bulamazsam can simidim olursun, değil mi kerizciğim?..)
8- Hayatım şu anda karmakarışık, israr etme.. Ben seni ararım.
(Birkaç erkeği aynı anda idare ediyorum. Fazla kurcalama. Habersiz eve gelmeye falan da kalkma, ikimiz de dayak yeriz valla... )
9- Aşk bana göre değil...
( Kendime güvenim yok. Bir ilişki sürdürmek için çaba harcamaktansa evde televizyon izleyip, pasta-börek yerim. Nasılsa ailem zamanı gelince birisini bulur.)
10- Aynı işyerinde çalıştığım biriyle birlikte olamam.
(Hiç tipim değilsin. Ama ileride yöneticim olursun da burnumdan getirirsin diye açık açık söyleyemiyorum.)
11- Şu sıralar kariyerime konsantreyim.
(Yaptığım iş dışında hiçbir konuda söyleyecek sözüm yok.)
12- Ben nişanlıyım.
(Ne güzel eğleniyorduk. Neden üzerime geldin ki sanki. Sonunda doğruyu söylemek zorunda kaldım işte...)
13- Evet, kabul ediyorum...
(Dürüst bir bayan)
14- Hayır, kabul etmiyorum.
(Dürüst bir bayan daha)
50 notes
·
View notes
Note
Suriyeliler ile ilgili bi yazını okudum düşman gibi konuşmuşsun neden bu kadar olumsuz konuşuyosun ? Onlar isteyerek mi geldi de savaştan kaçtılar
Bak şimdi sevgili kardeşim bir noktaya çok dikkat ederek sorunu gözden geçirelim. " İsteyerek mi geldiler savaştan kaçtılar " diyorsun. Hemen kendimizi onların yerine koyalım. Aynı şey bizim ülkemizin başına gelse ve biz başka bir ülkeye gitme durumunda olsak, sonumuzun ne olacağı belli değil, ülkemiz savaş yıkım içinde ve bir ülke bize kapılarını açıyor yardım amacıyla. Sence biz yolda giderken ürer miydik ? Savaştan kaçmış insanlarsan, kendine bile bakacak durumun yoksa, yakınlarını orda kaybettiysen, yaran tazeyse, neden ürüyorsun ? Şuan Türkiye'de kayıtlı olarak 3 milyonun üstünde suriyeli olduğu belirtiliyor. Toplam suriyeli göçü dünya genelinde 5 milyon civarı. Yani bütün ülkelerin aldığı toplam nüfüs 2 milyonken biz tek başımıza 3 milyon suriyeliyi aldık. Ve bu sayı her geçen gün artıyor. Savaştan kaçtılar dediğin insanlar inanılmaz bir hızla çoğalıyor. Bu çoğalma extradan ülkemiz adına bir zarar. Ülke de her şey vergi ve pahalılıktan insanlar yaşayamayacak hâle geldi. Bizim ülkemizin ekonomisi bu kadar iyiliği kaldırabilecek güçte bir ekonomi değil. Zaten üretimin en alt dereceye düşmüş günümüz Türkiye'sinde bir çok alt sınıf aile yoksulluk sınırının kat kat altında. Semt pazarlarında 60 - 70 yaşlarında neneler, dedeler bişeyler satmaya çalışıyorlar. Tanesi 1 liradan şeyler bunların bir çoğu. Yani bir ekmek parası bile değil. Şimdi bu şartlarda seni kabul eden bir ülkeye gelip durmadan çocuk yaparak o ülkenin şartlarını daha da sıkıntıya sokmak ne kadar doğru ? Üstelik onlar hastanede ücretsiz tedavi oluyor ve sıra beklemiyor. Arkadaşımın dişi ağrıyodu internetten randevu aldık sabahın kör saatinde gittik sıramız geçmesin diye. Bir suriyeli geldi bizden sonra sıra ve randevu olmadan bizim önümüze geçti. Bu küçük bir örnek. Yazın parklarda çimlere yayılıp gelen geçen kadınlara öküz gibi bakanları saymıyorum bile. Bu olay insani yardımı ve din kardeşliğini geçti. Bu ülkemize yapılan bir işgaldir ve ben bu işgale karşıyım. İstersen bana vicdansız diyebilirsin bunun bir önemi yok. Ben ülkemde ne suriyeli görmek istiyorum, ne ıraklı ne de afkanlı. O 1 lira kazanmak için uğraşan 60 - 70 yaşındaki insanların hakkını bu uçkuru düşük durmadan üreyen embesillere yedirmek istemiyorum. Bizim giyim dükkanımız vergilerle başa çıkamadığımızdan kapandı. Ama adım başı suriyelisi, afkanlısı dükkan açıyor. Bu nasıl oluyor biliyor musun ? Onlar misafir. Onlardan vergi almıyor devlet, onlar muhasebeci tutup bi ton para vermiyor. Bu ülkeye hiç bir faydaları yokken bu ülkeyi kalkındıran halktan daha rahat ve kolay yaşıyorlar. Bunları göre göre ben onlara dostmuş gibi bakamam tabi ki kimse kusura bakmasın. Ayrıca Türkleri kendi ülkelerine saldırı yaptığını düşünecek kadar da sevmiyorlar. Türk basınına pek yansımayan bi haberlerini ekleyim buraya. Suriyenin resmi haber hesabından alıyorum bu yorumu. Türk saldırısı diye büyük harflerle vurguladıkları haber aşağıda
Şimdi gel bu şerefsizlere iyilik yap he ? 1 kuruşum nasip oluyorsa kendi adıma helal etmiyorum. Helal eden varsa kendi bilecekleri iş orası beni ilgilendirmez.
79 notes
·
View notes
Note
Seminer fikri süper ama keşke ücretsiz yapsaydınız kardeşim.
Bana ilk kez böyle bir şey söyleniyor. Merve hanım daha yeni söyledi ama geçen seminerde de zoom üzerinden yapılan programa para mı alınır gibi hadsiz bir yorum yapılmış. Şimdi iki çift kelam edeceğim ama siz sadece sizi ilgilendiren kısımları üzerinize alının kardeşim.
Yukarı kaydırın diye link verip bu linklerden 'milyonlar' kazanan insanlara bunun hesabını soramıyorsunuz. Sormuyorsunuz. Bakın bugün toka almak isteseniz şu meblaları görüyorsunuz. 👇
Üniversiteyi bile bitirememiş (bir iş, bir uğraş, bir zanaat sahibi olamamış) adı fenomen olan vasıfsız insanlara kendi emeğiniz, alın teriniz, helal paranız ile diktiğiniz elbiseleri göndermek istiyorsunuz. Karşılığında istediğiniz tek şey sizi önermesi. Cevap 👇
Sokağa çıksanız bir su 1 lira. Su!
Hepsini geçtim, bu konu için 400 lira seans ücreti isteyen uzman psikolog arkadaşlar var. Bu konuşmayı sohbet eşliğinde tek başıma yapsam - ki zamanında skyp üzerinden haftalık sohbetler yapıyorduk. - ve bana deseniz ki güzel kardeşim bu ücreti ne için istiyorsun ona bile bir yerde eyvallah derim. Ama şu artık art niyettir ya. Gerçekten. Mesela size uygun değilse katılmayıverin. Bunca şerrin içinde iki insan vaktini bir şekilde planlamış bir şeyler anlatmaya çalışırken neden hep köstek modundasınız. Neden bunca şerrin kesesine giren paralarınız için bu hesabı sormuyorsunuz.
Ben şu cümleyi ilk kez kullanıyorum :
Eşim KBB hekimi. Ben bilgisayar mühendisiyim. Sizin vereceğiniz 25 lira seminerde görevli olan 3 kişiye bölüştürülüyor. Bu hesaba göre bana ne kadar düştüğünü az çok biliyorsunuzdur ki bu konu ilk konuşulduğunda ben ücret talep etmiyorum diye özellikle belirtmiş olmama rağmen, feragat ettiğim zaman dolayısıyla Merve hanım kabul etmedi.
Saat 21.00 da daima nöbeti olduğu için zor bela evde olduğu günü ayarlayıp çocuğumu babasına emanet ederek başladığımız seminer geçen gün 23.40 da bitti.
Şimdi size soruyorum gerçekten sadece şu soruya bile cevap vermek için yarım saat harcadım. Zira 2 yaşında bir bebekle bir şeyler yapmak çok zor. Gerçekten verilen emek, harcanan zaman değer mi bu ücrete. İki tane toka yapıp tasarım diye satmak daha mantıklı değil mi?
Ücretini ödeyip hiçbir bilgi alamadım diyen biri çıksa ben cebimden parasını verir hadi kardeşim sen yoluna ben yoluma derim ama oturduğunuz yerden beş kuruş vermeden şu yorumu yapmak bana komik geliyor.
Açıkça söylemek istiyorum ki bu sorudan sonra bu tarz anonim sorulara yanıt vermeyeceğim. Fikrinizi savunacak cesaretiniz varsa isminizle yazın.
Konuda eğitiminiz, uzmanlığınız, bilgi birikiminiz varsa bu semineri siz ücretsiz olarak yapın ve muhakkak beni de davet edin kardeşim.
Son olarakta rica ediyorum iki kez düşünüp bir kez konuşun. Ya hayır konuşun ya da susun.
4 notes
·
View notes
Note
Geçen sefer soruma cevap verdiğinizde uzamaması adına bir şey söylemedim. Şimdi de söylemeyeceğim. Sadece daha önce size soru sormadığımı belirtmek istiyorum. Soruyu soran kardeşim umarım bunu okur da bana hakkını helal eder. Siz de hakkınızı edin. Hayırla kalın.
Söylememenizi tercih ederim. Dua edip geçmek bu kadar zor olmamalı hocam. Kendinizle de çelişkiye düşüyorsunuz. Geçen sefer soruma cevap verdiğinizde ifadesi ile daha önce size soru sormadığımı belirtmek istiyorum cümlesi bir çelişki.
Buradan sonrası bana anonim olup eleştirmeyi tercih eden herkese
Ben sıkıntımı anlatamıyorum. Ömrüm boyunca savunduğum ve biiznillah savunacağım bir konu var. Ben nasıl ki kimin ne yaptığına, kimle konuştuğuna bakmıyor, ne yazdığı, nasıl davrandığının peşine düşmüyor, araştırmıyor, karışmıyorsam insanların da beni rahat bırakması bu kadar zor değil. Nelerle uğraştığıma dair bir fikriniz yok. Nasıl bir hayatım, nasıl bir düzenim olduğunu bilmiyorsunuz. Benim burayı düşünmemek, rahat saçmalamak ve yalnızca Rabbim’e hesap vermek zorunda kalarak konuşmak ve kafa dağıtmak için kullandığımı Allah rızası için kabul edin artık. Hepimizin olduğu gibi zor bir hayatım var ve haykıramadıklarımı döküyorum genelde buraya yorgunluklarımı, kırgınlıklarımı, abartılı ve anlamsız gelen mutluluklarımı. Ben kimseye müdahale etmiyorum. Allah rızası için de kimse bana karışmasın bu kadar zor değil. Şurada bir kaç güzel insana denk geldim hamd olsun onlarla devam etmeye çalışıyorum yoluma ne olur bari burda gönlümce hareket edeyim. Allah biliyor ya her gelen takip yük oluyor omzuma. Blogu büyütme ya da buradan insanlara ne ders ne vaaz verme derdinde değilim. Kabuğumda bir hayat yaşamaya çalışıyorum. Kimseye de beni örnek al bak doğru insan benim demiyorum. Fakat şunun da altını çizeyim. O anonime bu kadar tepki vermemin nedeni, o soruyu sorabilmek için tek tek gönderilerin gezilip yorumların okunması gerekmesi. Bunu yapmayan o soruyu soramaz zira Hades’le birbirimizden çok nadiren rb yapıyoruz. Ve yorumları okuyup nihayetinde böyle bir soru sormak tecessüstür. Ki tecessüsün sözlük anlamı da kendini ilgilendirmeyen şeyleri, belli etmeden öğrenmeye çalışmaktır. Ayeti hatırlatmama da gerek yoktur muhtemelen. Bir de bu açıdan bakalım madem meseleye. Uzadı farkındayım. Ne olur bir yanlışımı gördüğünüzde benim için dua edin. Tecessüste bulunup ardından kendinizce tebliğ yapmayın. Ben kendime yapılmasını istemediğim şeyi başkasına yapmamaya çalışıyorum. Başkasına yapmadığım şeylerin de bana yapılmamasını rica ediyorum. Vesselam
3 notes
·
View notes
Text
Yaralar
Annem şöyle derdi; eğer birinin seni can kulağıyla dinlemesini istiyorsan, ona bildiğin acıklı bir şeyi anlat. Çünkü karşısında eksilebilen biri olduğunu gören insanda yalnızca merhamet ortaya çıkar. Öğüdünü dinleyeceğim.
9 yaşındaydım. Heybeliada’da yaşıyorduk. Ada insanı su gibi olur, saklayamaz içindekini. Okul çıkışında çocuğunu beklerken dedikodu yapan kadınlar da, kahvede kâğıt oynarken birbiriyle küfrederek şakalaşan erkekler de hep heyecanlıdır. Koca adada sadece faytoncular sakindir. Hayrettin Amca da faytoncuların en sakiniydi. Bazen, annem okul çıkışında beni almaya gelmezdi. El kadar ada, kaybolacak değildim ya. Adayı çevreleyen yolun kenarında, boyumun yarısı kadar sırt çantamla yürürdüm o zaman eve doğru. Şanslıysam Hayrettin Amca yolda beni görür, faytonun şoför koltuğuna alır, “bugün ne öğrendin” diye sorardı. Verdiğim cevaplara göre bazen yüzüme bakıp “yapma ya, öyle miymiş” der, o gün öğrendiklerimi tekrar ede ede evimizin bulunduğu sokağın başına kadar getirirdi beni. Çocuk aklı, Hayrettin Amca’nın anlattıklarımı bilmediğini sanırdım yüzündeki şaşkınlıktan. Mevsimleri anlattığımda “bak bunu öğrendiğim iyi oldu, peki aylar, günler nasıl oluyor” der, bu sefer onu anlatınca dakikaları, saatleri sorardı. Hep aynı şaşırmış ifadeyle dinlerdi beni. Atı Fındık haricinde kimsesi yoktu. Adanın tepesindeki bir göz tahta odada yaşardı Fındık’la beraber. Eğer o gün adaya çok insan geldiyse ve hasılat iyiyse Fındık’a elma ve havuç alırdı. Bazen, okulda öğrendiklerimi en iyi arkadaşım Hayrettin Amca’ya anlatabilmek için annem çıkışta beni almaya gelmesin diye dua ederdim. Yine annemin beni okuldan almaya gelmediği bir gün, ardıma baka baka yolda yürürken az ilerideki kalabalığı gördüm. Yaklaştıkça etraftaki insanlardan vah vah, yazık, eyvah seslerini duyuyordum. Kalabalığı yararak olay yerine vardım. Hayrettin Amca elinde sigarasıyla yere çökmüş, önce yerde can çekişen Fındık’a bakıyor, sonra etrafta onu ayıplayan insanlara. Sol elini arada bir alnına götürüyor, gözlerine düşen saçını arkaya atıyor, sonra tekrar kafasını önüne eğiyordu. Kalabalıktan “bu kadar çalıştırılır mı kardeşim fukara hayvan”, “bak yorgunluktan öldürdü hayvancağızı”, “günah günah, gözünüz doysun”, “günde 15 saat atı faytona koşarsan olacağı bu” lafları her seferinde bir önceki cümlenin söylenmesinin cesaretiyle daha gür sesle çıkıyor, gözler Hayrettin Amca’da birleşiyordu. Hayrettin Amca sigarayı sigarayla yakıyor, kalabalıkla göz göze gelmemek için yerde titreyerek can çekişen Fındık’a bile bakamıyor, kafası önünde bekliyordu. Can dostu Fındık son kez titreyip öldüğünde Hayrettin Amca ayağa kalktı. Ağlamıyordu ama yaşlı gözlerinden yansıyan parlak gün ışığını görebiliyordum. Etrafına bakındı. Beni gördü. Yüzümü önüme eğdim, bakamadım. Kalabalıktan “polisi arayın”, “böyle rezillik olmaz”, “yazıklar olsun” cümleleri döküldü. Hayrettin Amca, Fındık’a doğru bir adım attı, vazgeçti. Tepedeki tek göz odasına doğru yürümeye başladı. Birkaç hafta sonra annemle yolda yürürken Hayrettin Amca’nın sahildeki kahveye girdiğini gördüm. O girince herkes sustu. Kafalar çevrildi. Hayrettin Amca da kalmadı zaten, çıktı, odasına döndü. 2 ay sonra tek göz odasında kendini astığını öğrendik. Fındık tek geçim kaynağıymış. Yeni bir at alacak parası olmadığından, o ölünce aç kalmış. Birkaç kez yardım istemek için kahveye gitmiş ama insanlar yüzlerini çevirince söyleyememiş kimseye. Gaddarlığın kalabalıklaştıkça artmasını ilk o zaman gördüm.
Adım Galip Öztürk. Askerim. Bugün doktorumu öldürdüm. Kamuflajımın yanındaki kasaturamı usulca göğsüne soktum. Hızlı bir ölüm oldu, istediğim gibi. Ses çıkarmasın diye ağzını sol elimle kapadım. Son nefesini verirken gözlerinin içine baktım. Şaşkındı. Bıçağımla ölüme kavuşan diğerleri gibi. Suçluyum. Belki de yaşamayı hak etmiyorum. Buna siz karar verin. Sadece şunu unutmayın, dönüştüğüm şeyin sorumlusu yalnızca ben değilim.
Bırakın her şeyi en başından anlatayım. Bunun haricinde yapabilecek bir şeyim yok zaten. Beni almaya gelecekler, biliyorum. Çok fazla vaktim yok. Ama şunu unutmayın; bir zamanlar deniz kenarında ufka dalarak hayaller kurmuş biri anlatıyor her şeyi. Kızını ilk kez kucağına aldığında ne yapacağını bilemeyip heyecandan ağlayan bir baba, güzel bir çiçek görünce eğilip koklayan ve kokusuyla geçmişin pastel renklerinde, gerçek mi hayal mi belli olmayan anılar arasında yolculuğa çıkan bir adam anlatıcınız. Yolda yürürken bir anda durup, gökyüzündeki bulutları bildiği, tanıdığı şeylere benzetmeye çalışırken ne kadardır orada dikildiğini unutan biri. Ona ne hüküm verirseniz kabul edecek. Boynu kıldan ince, farkında. Tek istediği hakikatin engebeli yollarında ona önyargısız bir şekilde eşlik etmeniz.
2024. Deneysel bir proje için askeri okuldan 7 kişi seçildi. Biri bendim. Sonraki gün başkentte olmam söylendi, apar topar hazırlanıp yola çıktım. Merkezde, proje hakkında bize bir brifing verildi. Üst düzey komutanlar, anatomi uzmanları, stratejistler, bakanlık müsteşarları, istihbarat subayları, AKOMA yöneticileri, akademisyenler… Orduyla ilgili en önemli insanlar oradaydı. Biz 7 kişi, seçilmiş olanlar, o an kendimizi asırlar sonra dirilen birer Mesih gibi hissediyorduk. Ordu komutanları bizimle şakalaşıyor, üst düzey bürokratlar proje sonrası emekliliğimizde bizlere sağlayacakları imkanların muhteşemliğini anlatıyordu. Anatomi uzmanları ve akademisyenler, projenin kanıtlanabilmiş ya da gözlemlenebilmiş herhangi bir zararı olmadığını, bilakis, yapılacak geliştirmelerin proje sonrasında da bedenen ve zihnen büyük yararını göreceğimize dair bizi cesaretlendiriyordu.
Proje, fizyolojik ve psikolojik donanımda mutlak bir geliştirme yaratmayı amaçlıyordu. Buna göre, askerin zihinsel yetkinliğini tam kapasiteyle kullanmak için anıları siliniyor ve bilinçaltı öğrenme metodu dedikleri bir yöntemle hayatta kalma ve saldırı içgüdüleri tetiklenerek artırılıyordu. Bunun için ses örüntüleri kullanılıyordu. Farklı türde silah sesleri, patlama, çığlık, hışırtı, kara ve hava araçlarının sesleri, tehdit unsuru kabul edilen halkların dilleri, lehçeleri… Her biri farklı bir teyakkuz durumuna geçiriyordu bizi. Zihnimiz, seslerle tetiklenerek o duruma en uygun stratejide hareket etmeye programlıyordu bedenimizi. Bizi 3 yıl için birer ölüm makinesine dönüştürmek istiyorlardı. Bu proje için bir nevi kobaydık. Zira daha önce hayvanlar üzerinde yapılan deneyler mükemmel sonuçlanmıştı. Fakat insanlar üzerinde ilk kez deneniyordu.
3 yıl için geliştirmeyi kabul ettiğimiz takdirde emekli olacaktık. Sonrasında silinen anılarımıza tekrar kavuşacak ve 3 yıl boyunca gerçekleşenleri ancak birer silik hatıra kadar hatırlayacaktık. Yüklü bir ikramiye ve maaş alacaktık. Dilersek savunma bakanlığı bünyesinde danışman olarak çalışabilecektik. O gece geç vakitte eve döndüm. Karıma projeyi anlattım. Elimizdeki fırsatın önemli olduğundan ve 3 yıl sonra emekli olabileceğimden bahsettim. İstemedi. Ya sana bir şey olursa dedi. Bir askerdim, projeye katılsam da katılmasam da bu risk her zaman vardı. 3 yıl. Sadece 3 yıl. Ve sonrasında bir sahil kasabasında balık tutarak bir daha çalışmak zorunda kalmadan hayatımızı geçirebilirdik. 3 yıl bunun için gözden çıkarılabilecek bir zamandı. 4 saat konuştuk. Ağlamaktan kızarmış gözlerinde sonsuz bir merhamet, korku ve sevgiyle bana bakıyordu. Onu ikna ettim. Sabah bakanlığı arayıp projeye katılmayı kabul ettiğimi söyledim. 7 gün verdiler. Kendimi hazırladım. Zihnim temizdi. Sakindim. Ailemle, kızımla zaman geçirdim. Ve 7 gün sonra proje koordinatörlüğüne katıldım.
Geliştirme çalışmaları yaklaşık 1 ay sürdü. Önce kısmi yüklemeler yapıldı. Tepkilerimiz ölçülerek, kademeli olarak ilerliyorlardı. Anılarımız yavaş yavaş silik birer fotoğraf karesine dönüşürken tepkilerimiz gelişiyordu. Yemekhanenin en ucundaki masadan düşen bir çatalı daha yere düşmeden fark edebiliyorduk. Bir odaya girdiğimizde odada kaç kişi olduğunu, hangilerinin tehdit oluşturabileceğini, olası bir sorunda önce hangi kişiden saldırıya başlamamız gerektiğini işliyordu sürekli beynimiz. Makineleşiyorduk, farkındaydık.
1 ay sonra görev yerlerimize tayin edildik. Doğuda, ayrılıkçı halkın olduğu bir ilde, kolorduda kalıyordum. Tedirgindim. Sürekli tedirgindim. Bunu bekliyordum gerçi ama bu kadar düzenli olacağını düşünmemiştim. Uyumuyordum neredeyse. Herkesi birer tehdit olarak görüyordum. Görevlerim merkezden kolorduya geliyordu. Özerk bir askerdim. Çoğunlukla bana atadıkları ufak bir birlikle çalışıyordum. Aylarca dağlarda kalıyordum. Düşmanlarımı avlıyordum. Kafam buna çalışıyordu sadece, ben de en iyi bildiğim şeyi yapıyordum. Onlarcasını öldürdüm. Bıçağımı kullanmayı seviyordum. Kim olduğumu artık bilmiyordum. Beni ben yapan şey bıçağın kenarından usulca akan sıcak kana dönüşmüştü. Çoğunlukla bir hayvan gibi düşünüyordum, yaşıyordum. Görevim olmadığı zamanlarda bile dağda zaman geçirmeye başladım. Tuzaklar kurdum. Gözlerinin içine bakarak hayatları söndürdüm. Kendimi kaybediyordum. Proje merkezinden beni dağdan almaları için kolorduya emir gitmişti. Sanırım bendeki tepkiler diğer 6 kişide de gerçekleşmişti. Korkuyorlardı. Karşı durmadım. 2 ay dağa çıkmadan kolorduda kaldım. Diğer askerlerle konuşuyorduk. Sanırım beni rahatlatmaları için yine merkezden emir gelmişti. Neredeyse hiç görev gelmiyordu. Sakindim. Biraz rahatlamıştım.
1 yıl geçmişti. Doktorumla rutin görüşme için 2. kez merkeze gittim. Rahatlamıştım fakat içimde avlanmayı bekleyen kurdun kırmızı gözleri karanlık bir kuyudan sürekli bana bakıyordu, haydi dememi bekliyordu, biliyordum. Bıçağımdan akacak kanla dinecek bir açlıktı bu. Doktoruma anlattım. Bunun normal olduğunu, diğer askerlerde de benzer sorunlar gözlediğini söyledi. Cebimde bir paket sakinleştirici ve içimde avlanma arzusuyla yanıp tutuşan bir kurdun gölgesiyle kolorduya döndüm. Birkaç ay daha sakince geçti.
Kendimi bir sabah dağda kurduğum tuzakların arasında buldum. Gece kimseye haber vermeden gelmiştim. Nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Avlanmayı bekleyen kurt o gece kontrolü ele geçirmişti. Bıçağım elimde, yüzümde boyalarla usulca yürüyordum dağdaki mabedimde. Kurduğum tuzakları kontrol ediyordum. Yeni tuzaklar kurulacak noktaları seçiyordum. Ne kadar zamandır buradaydım? Bir gün mü? Bir ay mı? Daha mı çok? Hiçbir fikrim yoktu. Burası benim yuvamdı artık. En rahat olduğum yerdi.
Öğlen, gökyüzünden gelen sesle irkildim. Bir helikopter aşağıdaki düzlüğe indi. Kolordu komutanı ve bir tim bana doğru yürümeye başladı. Bıçağımı kılıfına soktum. Bekledim. Beni alıp kolorduya götürmek için emir aldıklarını söylediler. Bana yaklaşmaya cesaret edemiyorlar, cevap vermemi bekliyorlardı. Sakince onlara doğru yürüdüm. Helikoptere binip kolorduya döndük. Artık geceleri odamın kapısında nöbetçi beklemeye başladı. Sanki isteseler beni durdurabileceklermiş gibi. Birkaç hafta daha bu şekilde sakince geçti.
Bir gün, merkezden gelen bir emirle bir köye gitmemiz istendi. İki araca doluşup, ardımızda tozu dumana katarak köye doğru yola çıktık. Yoldayken merkezdeki komutanım arayıp orada bizi bir TV ekibinin beklediğini, biz merkezden yollanan hediyeleri o köydeki kadınlara ve çocuklara dağıtırken, onların çekim yapacağını söyledi. Özellikle benim olmamı istemişti. Bu müsamereyi devlet kanalının haber bülteninde yayınlayarak siz tuzu kuruların vicdanını rahatlatacaklarmış. Vardığımızda kadınlar ve çocuklar köy meydanına toplanmışlardı. Çekim ekibi ve hediyeleri getiren araç köyün girişindeydi. Hediyeleri ve çekim ekipmanlarını meydana taşıyorlardı. Kadınlar tülbentlerinin oyalı kenarlarıyla yüzlerini kapatıyordu. 5 tane küçük çocuk vardı. Korkuyorlardı. Gözlerinde yalnızca korku vardı. Eşyalar taşındı. Bize, çocuklara vermemiz için hediyeleri verdiler. Balonlar, şekerler, oyuncaklar… Oraları bilirsiniz. Hiçbir şeyleri yoktur. Tezekten evler, birkaç hayvan, ateşten is tutmuş kazanlar, artık yama tutmayan kıyafetler… Çocukların ayakları hep çıplak, yaz kış. Ellerimize balonları, oyuncakları aldık, ekip çekim yapmaya başladı. Topuklu ayakkabıyla yürümekte zorlanan bir sunucu vardı. Kameraya bizi tanıtıyordu. Arkada kadınlar ve çocuklar. Bir hayvanat bahçesinin fonu gibiydiler. Yavaşça onlara doğru yürüdük, çocuklara. Ellerimizdeki oyuncakları onlara verdik. Çocuklardan 4’ü aldı. Biri almadı. Keskin gözlerle bize bakıyordu. Ekip çekimi kesti. Annesinden, çocuğun gülümsemesini ve hediyeleri almasını istedik. Kadın telaşla çocuğa anlamadığım bir dilde bir şeyler söyledi. Tekrar çekime başladık. Yine aynı mizansenle çocuklara hediyeleri verdik. Çocuk yine almadı. Çekimi tekrar durdurduk. Yanına gittim çocuğun, kafasını okşadım, gülümsedim. Gözleri ateş gibiydi. Ama korkudan değil, öfkeden. Bana bakıp “katil” dedi, “sizi istemiyoruz”. Annesi, çocuğa bir tokat vurdu. Çocuk ayağa kalktı. Aynı gözlerle bize bakmaya devam ediyordu. Yanağı kıpkırmızıydı. Ona baktım, “balon istemiyor musun?” dedim. Sanki aynı anda hepimizin gözlerine bakması mümkünmüş gibi bize baktı; öfkeyle, tiksintiyle, cesaretle. “Gidin, sizi istemiyoruz” dedi. Ekip, kadın ve çocuğu ayırdı, evlerine yolladı. Diğer kadınlar ve çocuklarla çekimi yaptık. Birliğe döndük. Bir gün sonra, aynı köyde olaylar olduğu, oraya gitmemiz gerektiği söylendi. Köye vardığımızda kadının, çocuğun anasının, köyün girişine asılmış bedenini gördük. Üzerine, bir kartona “işgalcilere yardım etti” yazmışlardı. Kadının cansız bedeni rüzgarla beraber sallanıyordu. Sanki toprakla, havayla bir olmuştu. Oyalı tülbendi boynundan sarkmış, çiçekli fistanı yamulmuştu. Yerden yükselen sıcaklıkla titreşen, buğulanan uzaklara bakmaya çalıştım bir süre. Yapamadım. Gözlerim kadının sallanan bedenine, ölürken bile mahcup görünen yüzüne kayıyordu sürekli. Gözlerimi kapatıp içimden saymaya başladım. Kadının ölü bedeni, ölü yüzü tüm ayrıntılarıyla aklımdaydı. Her sayıda bedeni sarkaçlı bir saat gibi bir sağa bir sola salınıyordu. Yapamadım. Gözlerimi açtım tekrar, derin bir nefes aldım. Arkasında, köy meydanındaki tümseğe çökmüş çocuğu gördüm. Bir gün önceki öfke dolu gözlerle bana bakıyordu. Ayağa kalktı. Gözleri kanlıydı. Hiçbir şey söylemeden bana baktı. Belki bir saniye, belki daha da az. Bir ömür sürdü ama. Belki daha da fazla. Araca döndük. Yol boyu aracın kasasında o çocuğun yüzünü gördüm. Bir sonraki gün o yüzle uyandım. Aynaya bakarken o yüzü yıkadım. Onunla selam verdim diğerlerine. O yüzle konuştum. O yüze hapsoldum…
Uyuyamıyordum. Tek hayalim o çocuğun öfke dolu yüzü olmuştu. Merkeze döndüm, doktoruma gittim. Anlattım. Bana bir ilaç verdi. Güçlü bir yatıştırıcı. Aradan bir hafta geçti. İlaç işe yaramadı. Tekrar doktora gittim. Bana daha güçlü bir yatıştırıcı vereceğini söyledi. Anılarıma ihtiyacım olduğunu söyledim. Tek derdim, hatırlanmaya değer bir anımın olmamasıydı. Kaç kişiye âşık olmuştum, çocuğum var mıydı, en sevdiğim renk neydi, maç izler miydim, ilk kez ne zaman kavga etmiştim, hangi şarkılarda ağlamıştım… Bana, benim sadece bir yara olmadığımı gösteren bir şeyler vermesi gerektiğini söyledim. Kimyasallar hakikatlerin yerini tutmuyordu. Ona anlattım. Defalarca anlattım. Bana sürekli sözleşmemden, 2 yıl sonra emekli olacağımdan, sonrasında tüm anılarımı geri yükleyeceklerinden bahsetti. Beni anlamıyordu. Çocuğun suratına hapsolmuştum. Tek bir şey söylemesini istedim. Bana dair yalnızca bir şey. Çocuğum var mıydı? Bunu söyleyemeyeceğini, sözleşmemde kesinlikle bunun belirtildiğini ve benim de bunu kabul ederek yola devam etmem gerektiğini anlattı yine. Oradaydı. Hafızamı yedekledikleri cihaz, karşımdaydı. Tek bir şey istiyordum. Tek bir şey.
Doktora yaklaşırken elim kasaturama gitti. Kurt kontrolü ele geçirmişti. Bıçağımı göğüs kafesine usulca soktum, hafızamı sildiklerinde bana öğrettikleri gibi. Sol elimle ağzını kapattım. Bedeninin yavaşça yere düşmesine izin verdim. Gözlerindeki şaşkınlığı okudum. Öldürdüğüm diğerlerinin yüzündeki şaşkınlık gibiydi. Beyaz önlüğü kanla kaplandı. Bütün günahları kapatabileceğine inanılan kutsal bir bayrak gibi.
Masasına geçip cihazı kullanarak hafızamı geri yükledim. Çocukluğum, Hayrettin Amca’nın kendini öldürmesi, kızımın doğumunda ağlayışım, çiçekleri ne kadar sevdiğim… Çocuğun yüzü, öfkesi hala aklımda. Hiç gitmemek üzere. Ama artık sadece bir yara değilim; bazen bir mutluluk gözyaşı, bazen de ilk öpücüğün masumiyetiyim.
Şimdi, bu satırları yazarken bir oteldeyim. Beni almaya gelecekler, biliyorum. Bir katilim. Bir makineyim. Suçluyum. Beni bir canavara dönüştürdüler, karşılığında da canavarca şeyler yaşadılar. Dövüştürmek için karanlıkta bıraktığın kulakları kesik bir köpekten şefkat göremezsin.
Kim olduğumu biliyorum. Ama ne olduğumdan artık emin değilim. Kararı siz verin. Ve anlatılmaya değer bulursanız hikayemi dostlarınıza ulaştırın. Çünkü insan sadece yaraları olmamalıdır.
7 notes
·
View notes
Text
“bir kere bu davada gözden kaçırılan bir şey var. ben ve taksim dayanışması’ndan 5 arkadaşım gezi nedeniyle yargılandık. ve beraat ettik. 2015’te kesinleşen bu karar, yaptıklarımızın anayasal ve demokratik hakkımız olduğunu söylüyordu. benim için de ayrıca, yaptığımın mesleki haklarımı kullanmak olduğunu ve bununla hiçbir şekilde suçlanamayacağımı söylüyordu karar. sonra 2016’da bir bakıyorsunuz, murat papuç diye akıl sağlığının yerinde olmadığını kendi de ifade eden biri ortaya çıkıyor, polise gidiyor kendi kendine, otpor’du, soros’tu, canvas’tı falan deyip, osman kavala, memet ali alabora ve diğer arkadaşların da ismini karıştırarak gezi’nin aslında çok önceden planlandığını, taaa 2010 yıllarından arap baharı gibi örgütlendiğini söylüyor. ve bu deli saçması iddialarla bize dava açılıyor. iddianame, beraat ettiğim iddianamenin aynısı. bütün fezlekeler, hukuksuz polis dinlemeleri aynı şekilde yeni davada karşıma çıkıyor. 2013 yılında yapılan ‘fetö’ dinlemeleri var örneğin, bu dinlemelerin hukuksuz olduğu apaçıktı, o dönemdeki dinleme tapelerinin hepsi yakıldı. ama diğer tapeler yakılırken bizimkileri özenle saklamışlar… dinlemeler de çok gayriciddi, arkadaşlarımla yaptığım özel konuşmalar, hani sizin ‘geyik’ dediğiniz şeyler... duruşmalarda hukukun ‘h’si yok. mahkeme heyetleri değiştirildi, osman kavala’ya tahliye veren hakimler değiştirildi. suç uydurmak ve gezi’yi kirletmek için, sanki gezi suçmuş da osman kavalalar da onu fonlamakla suçluymuş gibi bir şey yaptılar. biz zaten hiçbir zaman inkar etmedik ki; evet gezi’deydik, oradaydık ve onur duyduk orada olmaktan. yaptığımız her şey ortada, şiddet içeren bir eylem yok. esas şiddet uygulayan polisti; 8 tane çocuğumuzu kaybettik, binlerce kişi sakatlandı. mehmet istif vardı, gezi’den sonra kaybettik, ‘gezi’de biber gazından kanser oldum demişti’, daha kimler var kimler?... sonuçta beş duruşma görüldü, tek bir tanık var. o da ismi ortada, kendi ortada, hatta avukatlara sosyal medyadan arkadaşlık isteği gönderiyor, ama birdenbire mahkemeye ‘can güvenliğim yok’ dedi. skype ile katılsın dedik, ‘yok’ dediler. ve bu adam, avukatlar katılmadan, biz katılmadan dinlendi. celse nerede yapıldı, ne soruldu, bu söylenenleri gerçekten o mu söyledi, görüntü kayıtları nerede? yanıt yok!... konuşurken gülüyoruz ama korkunç bir süreç yaşıyoruz. bu olağanüstü bir hukuksuzluk. bütün ailemizi, arkadaşlarımızı, çevremizi darmaduman eden, normal gündelik hayatımıza devam etmemizi zorlaştıran, yarınımızın ne olacağını bilmediğimiz bir sürece girdik. hukuk yok, hiçbir güvenceniz yok. böyle karanlık bir süreç… kimdir bunu isteyen, bu iddianameleri, mütalaaları kimler yazıyor? kimdir bu murat papuç, talimatları kimden alıyor?... hiç birbirini tanımayan insanlar bir araya getirilip, bir de üst bir akıl kurup, işte osman kavala kurmuş, yiğit aksakoğlu fon ayarlamış, ben de onu hayata geçirmişim diye bir senaryo yazılmış. ben hayatımda yiğit aksakoğlu’yu ilk defa birinci duruşmada gördüm. o da beni ilk defa gördü. birbirimizi sevdik de ama bu nedir kardeşim ya!... osman kavala ile ilgili avrupa insan hakları mahkemesi sadece uzun tutukluluğa dair karar vermedi, aynı zamanda ‘zaten tutukluğunu gerektirecek bir delil yok’ dedi. ama şimdi ağırlaştırılmış müebbet üstüne bütün türkiye’de olan her şeyi, her türlü zararı ziyanı bize atıyor. daha da acısı, ali ismail’i öldüren tekmeyi atan polisin o tekmeyi atarken ‘incinen’ parmağının raporu ile davaya ‘mağdur’ diye girmesi... bu ne terbiyesizlik, bu ne ahlaksızlık, bu ne yüzsüzlük, bu ne edepsizlik!... ben ne bu iddianameyi, ne bu yargı sistemini, hiçbir şeyi kabul etmiyorum, külliyen reddediyorum… bu bir yargılama değil. topluma bizler üzerinden ders vermek, susturmak. susun, haklarınızı aramayın, kanal istanbul’u, kent meselelerini bırakın. insan hakları meseleleri ile uğraşmayın, itaat edin, etmiyorsanız itiraz etmeyin. susmuyorsanız bakın işte ben bunları yaptım, size de yaparım demek. bunun üzerinden toplumu korkutmak, sindirmek amaç, çünkü gerek ekonomik olarak, gerek ekolojik olarak, gerekse demokratik haklar olarak durum ortada. emek sınıflarının durumu ortada. hepimiz bu kentsel dönüşüm gibi projelerle borçlandırılmışız. insanlar ekmeğini kazanmak için zaten gıkını çıkartamıyor. çıkartanlar da böyle olur deniyor. işte khk’li hocalarımızın durumu, ‘barış’ dediler diye mesleklerinden oldular, ölüme terk edildiler... bu bir yargılama değil, topluma bir mesaj bizim üzerimizden. çünkü hukukla bunu izah edemiyorsunuz, hukuku bıraktım akılla izah edemiyorsunuz, aklı bıraktım vicdanla izah edemiyorsunuz, vicdanı bıraktım mistik olarak izah edemiyorsunuz. izahı mümkün değil. mantıksızlığın hüküm sürdüğü, aklın geriye çekildiği, vicdanın susturulduğu, herkesin suskun olduğu bir toplum yaratmak için yapılıyor… topçu kışlası ısrarı idi gezi’nin başlangıç düdüğünü çalan şey. bugün kanal istanbul’u konuşuyoruz. o günden bugüne bir kere ben durduğum yerde durmaya devam ediyorum, onu söyleyeyim. hani kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser diyoruz ya tam da bunun gibi kentlerde durum. kent mekanları, kentin bütün toplumsal, ekolojik, tarihi, kültürel değerleri metalaştı. 2005 yılında recep tayyip erdoğan o hiç unutmadığım lafını söyledi: ‘ben ülkemi pazarlamakla mükellefim’. bu ülkeyi nasıl pazarlayacaksınız? tabii ki kentsel mekanlar, tarihi ve kültürel değerler, güzel kıyılar, madenler, dereler vesaire üzerinden pazarlayacaksınız. işte altın madenleri, işte hes’ler, başka bir takım projeler, haydarpaşa projesi, galataport projesi, haliçport projesi. bugüne kadar uğraştığımız her şey bu anlayışın sonucu olarak ortaya çıktı. 2011’e gelindiğinde de bu sefer ‘mega projeler’ ilan edildi. kanal istanbul, üçüncü köprü, üçüncü havalimanı... bu mega projeler dış yatırımcılar içindi. topçu kışlası gibi, kentsel dönüşüm gibi şeyler de içeride yaratılan ya da yaratılmak istenen sermaye grupları içindi… bizim de içinde olduğumuz emeği ile geçinen herkes deprem korkusu üzerinden borçlandırıldık. sesimizi çıkaramayalım diye, çıkarırsak işten atılırız diye... bakmayın siz gezi’nin finansörü olarak iddianameye mütalaaya girdiğime, ben kirada yaşıyorum ve hâlâ kiramı ödeyebilmek için çalışıyorum. 68 yaşındayım ve çalışmak zorunda bir kadınım. emeğimle geçiniyorum ben... toplumda çok ciddi bir rahatsızlık var. intiharlar, kendini yakmalar. insanlar içine patlıyor. ve bunun için, yani kimseyi rahatsız etmeden sadece kendimizi yok etmemiz, içimize patlamamız için de müthiş bir korku iklimi var… kanal istanbul’a özel bir başlık açalım. 1600 sayfalık çed raporunu tek tek gözden geçirdik. bir tek bilimsel gerekçesi, açıklaması yok. böyle bir şey olur mu? siz ‘boğazı tehlikeden koruyacağım’ diyeceksiniz ama bilmem kaç bin ton jet yakıtının olduğu havalimanına komşu akaryakıt tankerleri getireceksiniz. bu olacak iş mi? bilmem kaç milyar ton kazı çıkaracaksınız, 4-5 yıl sürecek. bu kazıdan çıkanları karadeniz’in en önemli ekolojik hamsi yataklarının üzerine koyacaksınız, zaten karadeniz onları alacak marmara’ya getirecek. bütün karadeniz’in su yüzeyi en az 20 santim düşecek, marmara’nın deniz suyu yükselecek… koskaca sazlıdere’yi komple yok ediyorsunuz, terkos çok ciddi tehlikede. bütün yer altı su kaynaklarını bozuyorsunuz... çed raporu diyor ki, ‘burayı ada haline getireceğimizden buradaki habitat yok olacaktır. susuzluktan, fauna, -yani hayvanlar, işte kızıl sansar, bazı tilkiler- burada yaşayamayacaktır. daha sayılacak çok şey var yaşamsal tehditler açısından. ‘hassas ve stratejik bölgelerle olan ilişkisi’yle ilgili de incelemeler yapılıyor. bu bölgelerden bir tanesi üçüncü havaalanı, diğeri küçükçekmece’de bulunan nükleer araştırma merkezi, orada reaktör de var üstelik, 500 metre kanal’a... devam edelim, kanal’ın dip taramasını yapacaksınız, iki tarafta heyelan tehlikesi var, dibinde üç tane diri fay var, bu tehlikeyi nasıl göze alıyorsunuz? bir de çed raporunda ‘bu büyük bir felaketle sonuçlanır’ diyor. diyor da ne yapıyor, üstünü kapatıyor! üstelik on binlerce insan itiraz dilekçesi vermişken çed raporu onaylanıyor. yani bütün bu risklere rağmen, dünyanın en önemli boğazlarından birisi orada dururken onun yanına paralel bir boğaz açmak, -boğaz bile değil-, ‘20 metre derinliğinde, 275 metre genişliğinde yerden bilmem ne kadar tanker geçecek’ demek akla ziyan bir şey. aynı bizim iddianame gibi. kanal istanbul çed raporuyla bizim iddianame arasında acayip sıkı bir paralellik var… son sözüm şu olsun; ikisinin de derhal gündemden düşürülmesi lazım…“
mücella yapıcı
2 notes
·
View notes