#kırmızı beyaz hafta hafta ödev 1
Explore tagged Tumblr posts
Photo
Sitemize "Kırmızı hafta" konusu eklenmiştir. Detaylar için ziyaret ediniz. Kırmızı hafta Son Dakika Son Dakika Dünya
#fırat bir hafta siyah bir hafta kırmızı aktı neden denmiştir#kırmızı beyaz hafta hafta ödev 1#2 sınıf kırmızı beyaz hafta hafta efsane etkinlikler#haftada 2 defa kırmızı et yerseniz nolu#haftada kaç gün kırmızı et tüketilmeli
0 notes
Text
Okuyacam, Okuyom, Okudum (Bölüm - 1)
Anlatmaya baştan, en baştan başlasam ve kronolojik olarak gitsem güzel olacak. Neden böyle yaptığımı en sonda değil de en başta söylemek ise anlaşılma kaygısı güdüyor olmamın bir neticesi olsa gerek. Çünkü yirmi küsür senedir eğitiliyor, eğitiyor ve bu "eğitim sürecinin” içinde bulunuyorum. Dünyada var olduğum sene sayısı kadar. Tüm bu eğitim sürecinin bende oluşturduğu yegane ve değişmez izlenim de eğitimin anne karnında başladığı ve mezarda sonlandığı. Sonrasını ise bilmiyorum, göreceğiz.
Öğrenmeye anne karnında başladım herkes gibi. Öğrendiğim ilk bilgilere dair bilinçli olarak hatırladıklarımın tarihçesi ise bundan biraz daha sonra başlıyor. Pirinçten yapılma havanı balkondan aşağı attığım zaman sokağa dolaşmaya çıkabileceğimi öğrendiğimde yaklaşık 2-3 yaşlarındaydım mesela, veya bir gezmeye gitmek istemediğimde evin anahtarını büyüklerin aklına gelmeyecek bir deliğe saklamayı öğrendiğimde. Dedemin akşamları sanayiden eve döndüğünde arabasını garaja sokmadan önce beni mahallede kısa bir seyahate çıkaracağını, bu yüzden sokakta onu beklemem gerektiğini öğrenişim de bu yaşlara tekabül ediyor olsa gerek. Sokakta değilsem bile korna sesini duyduğumda aşağı koşmam gerektiğini biliyordum mesela Ivan Pavlov denen adamdan veya onun sevimli köpeklerinden hiç haberdar değilken bile. Hayata dair edindiğim soyut bilgileri başkalarının öğretmesiyle öğrenebildiğim gibi gözlemleyerek de kendime katabileceğimi fark edişim de bu yaşlardan çok uzaklaşmadan gerçekleşmiştir diyebilirim.
Biraz büyüyüp 4 yaşıma geldiğimde 26 jantlı bisikletime binerken boyum yetmediği için kaldırımdan destek alabileceğimi ve inerken de bisikletten atlayarak kısa yoldan inebileceğimi keşfettim. Bisikletten atlarken düşebileceğimi ve yerde bulunan cam, çakıl gibi materyallerin etime saplanabilen cisimler olduklarını öğrendikten sonra Ankara'ya taşındık.
———
Eğitim hayatımın devlet gözünde resmi olarak başlaması belki de çoğu akranımın başına geldiği gibi biraz komik oldu. Anasınıfına yazdırılmak üzere okula gittik ama müdür beyin ‘sizin çocuğun boyu uzun, arkadaşları dalga geçer, 1. sınıfa yazalım’ kararıyla ben kendimi bir anda oyun alanının arasında bulmayı beklerken defterin kalemin ortasında buldum. Okulun ilk günü babam okul servisiyle beni okula götürdü. Derslere girdim. Ağladığı için yanında babası oturan Erdem’i garipsedim. Akşam ise babam ‘tekrar servise binip eve dönersin’ demediği için Selçuklara oyun oynamaya gittim. Evimiz şu anda organize sanayi bölgesi olan ama biz oturduğumuz yıllarda etrafında sadece 1 tane petrol arama şirketi ile çok sayıda kavun, pancar ve soğan tarlası bulunan bir lojmandı. Beldedeki okula servisle gidişim bu yüzdendi. Selçukların evi ise beldedeydi, yürüme mesafesindeydi. Neyse ki birkaç saatlik telaştan sonra babamlar oraya gitmiş olabileceğimi tahmin etmişler de gelip beni aldılar.
Okul çok hızlı başlamıştı. Öğretmenin verdiği ödevlere pratik çözümler bulmamam ve tüm sayfaya satırlar dolusu düz çizgi çizmek yerine sayfayı yukarıdan aşağıya sütunlarla doldurmamam gerektiği, sıra dayağı zamanında suçlu ya da suçsuz olmanın bir önemi olmadığı gibi basit ama efektif bilgiler öğrenmeye başlamıştım bile. Bunları öğrendikten kısa süre sonra, tam okumayı sökeceğim sıralarda ameliyat oldum: bademcik ameliyatı. Ağır olmayan ama 1 hafta raporlu olmama yetecek bir ameliyattı. Okuma-yazmayı öğrendiğimi ise ailecek şu şekilde fark ettik: Yatağımda çizgi film izlerken darlanıp içeride tartışan ebeveynlerime üzerinde not yazılı bir kağıt uçak gönderdim: ‘Sizi artık sevemiyorum.’ Sevmiyorum yerine sevemiyorum yazmıştım ama olsun, ilk deneme için fena sayılmazdı bence. Sözlü iletişimden ziyade derdimi yazarak daha iyi anlatabildiğim meğer o zamanlardan belliymiş de bunun farkına varacak vizyon bizde mevcut değilmiş.
———
Bir gün okulda öğle arasında bahçe duvarının üzerinde birkaç arkadaş otururken binaya beyaz önlüklü abi ve ablaların girdiğini gördük. Biri ‘aşıcılar geldi aşı yapacaklar’ dedi korkuyla. Bir başkası ‘kaçalım o zaman’ dedi. Hayatımda ilk defa okuldan kaçtığımda sınıftaki kırmızı kurdeleyi ilk alan kişi olmamın üzerinden sadece birkaç ay geçmişti. Duvardan atladık, birkaç saat okulun çevresindeki mahallelerde dolaştık ve oynadık, sonra da herkes evine dağıldı ben de servisime bindim. O gün aşı yaptırmaktan kaçtığımı öğretmenim aileme söylemiş. Hafta sonu sağlık ocağında aynı aşıyı olmaktan kaçamadım. Zaten normal şartlarda tek başıma olsaydım kaçmak aklıma gelmezdi, ama o an diğerlerinin korkusu ve okuldan kaçma fikrinin heyecanı birleşmişti.
Bir başka gün okulda bir çocukla kavga ettim. Hayatımda ilk defa kavga etmiştim. Sebebini bile hatırlamıyorum. Annemler geldi, bizi barıştırdılar ve o günden sonra Semih o okuldaki en yakın arkadaşım oldu. Beldeden ayrıldıktan yıllar sonra da birkaç kere ziyaretine gittim, ama şimdi nerededir, ne yapar bir fikrim yok. O dönemden aklımda kalan arkadaşlarımdan bir diğeri ise Korhan’dı. Onu internette aradığımda ise kamyoncu olduğunu gördüm. Evlenmiş, birkaç tane de çocuğu varmış, mutluymuş. En azından public profilinde öyle görünüyordu.
İlk 2 seneyi bu belde okulunda geçirdim. Bu 2 senenin birinde toplam 8 daireden oluşan lojmanda bizden başka yaşayan kimse yoktu. İkinci sene ise 3 aile daha taşındı. İlk sene okuldaki arkadaşlarım dışında eve döndüğümdeki oyun arkadaşlarım kapıdaki güvenlik görevlileri amcalardı, bir de gazeteden kuponla aldığımız kırmızı Bisan bisikletim. Evin önünde yaklaşık 200 metrelik düz bir beton yol vardı. Bisiklet üzerindeki tüm denge unsurlarını (ön kaldırmak, kaldırıma çıkmak, merdivenden inmek, tarlada sürmek, gidonu bırakmak, gidona ayaklarımı koymak vb.) öğrenmeme, düşmelerime, kalkmalarıma o yol şahit olmuştur. Bir diğer alternatif bisiklet sürme rotası ise nizamiyeyi biraz daha geçtikten sonra başlayan 380 kV şalt sahasıydı. Burada sürmenin hissiyatını ise şu şekilde tarif edebilirim: Yüksek gerilim hatlarının altından geçerken saçlarım ve kollarımdaki tüyler elektrik yüküyle yüklenerek havaya kalkar, eğer ben bisiklette babamın önünde gidiyorsam hatların altından geçerken kollarımız temas ederse ikimizi de tatlı tatlı elektrik çarpar.
Lojmanın yakınında sayılabilecek olan köydekiler sağ olsun orada yaşarken soğana, kavuna pek para vermezdik. Hatta o zamanlar birkaç tanesi babama ‘Sana şurdan bi tarla vireeem’ demişler de, babam ‘Ben tarlayı ne yapayım bu Allah’ın unuttuğu yerde’ demiş. Şu an orası organize sanayi bölgesi ve o tarlaların üzerinde fabrikalar yükseliyor...
———
İki senelik mezbelelik kariyerimden sonra babamın tayini çıktı. Yine Ankara’da olacaktık ama bu sefer daha merkezi bir ilçeye taşınıyorduk. Ankara’nın merkezine arabayla yarım saatlik mesafede, kışın kar yağdığında en azından 1 gün merkeze ulaşımın kesildiği ama nispeten daha merkezi bir ilçeye. Hem lojmanın yakınında göl bile olacaktı.
3. sınıftan itibaren yeni bir okulum, yeni arkadaşlarım oldu. Bu sefer komşularımız da daha fazlaydı (yaklaşık 900 daire kadar), oyun alanım da daha genişti. O küçük dünyamda adeta büyük şehre taşınmış gibiydim. Oldum olası yeni insanlarla tanışmaktan, kaynaşmaktan çekinen bir yapım olduğundan dolayı hemen herkesle arkadaş olmadım. Yavaş yavaş aralarına girmeye çalıştım. Şimdi ise aynı lojmanda 21. seneyi geçiriyorum. Sokağa ilk çıkışlarını bildiğim çocuklar üniversiteye gidiyor, müzik grupları kuruyor, doktor moktor oluyor.
Okulum değişince yeni öğretmenim bendeki ışığı fark etmiş olacak ki burada dersler konusunda biraz daha özel bir ilgiyle karşılaştım. Sınıfta herkese aldırılan kitaplar dışında 8-10 kişilik bir gruba ekstra kaynak kitaplar aldırırdı öğretmenimiz. Bize o kitaplardan ayrıca ödevler verirdi. Sonra onlar yetmezdi, akşam evi arar ve bana biraz daha ekstra ödev verirdi. Bense sorgusuz sualsiz itirazsız tüm yükümlülüğümü yerine getirmek için durmadan çalışırdım. Tam bir inektim açıkçası. Hasta olduğumda bile (ki bünyem zayıf olduğundan her kış birkaç kere raporluk olurdum) okula gidemediğimde okula giden arkadaşlarımın defterlerini toplar, hasta yatağımda onlara çalışırdım. Bu kadar çalışmanın sonuçlarını da görüyordum aslında. Okulda, ilçe ve il bazında yapılan deneme sınavlarında genelde derece yapıyordum. Birkaç kere de ilçe birincisi oldum. Bununla gurur duymuyordum o zamanlar. Gururdan ve kibirden uzaktım hep. Sonradan sonraya bu duygulardan tamamen arınmış olmam gerekmediğini öğrendim. Mütevazılığın prim yapmadığını, mütevazı insanın salak yerine koyulmaya çalışıldığını öğrendim. Öğretmenim diyorum, canıma okurdu ama şimdi geriye dönüp bakınca da iyi ki öyle yapmış diyorum. Araştırmacı ve yenilikçi bir kadındı, öğrendiği eğitim metodlarını üstümüzde denemekten çekinmezdi. İlkokuldayken dönemde toplam birkaç kereden fazla beden eğitimi dersimiz olmazdı mesela. Nadiren beden dersinde dışarıda oyun oynamaya çıkardık. Ders programımız ise Matematik ve Türkçe ağırlıklıydı. Hızlı okuma tekniklerini bize öğretir ve okul dışında da pratik yapmamız için öncülük eder, teşvik ederdi. Çok çalışkan kadındı, çok çalışkan öğrenciler yetiştirdi.
O yıllarda sosyal yönümün de kuvvetli olması için ailem çok çaba gösterdi diyebilirim. En azından benim talep ve isteklerime kulak asmadıkları olmadı. İlkokuldayken tekvando ve org kurslarına gittim. Daha doğrusu şöyle oldu. Bir müzik aleti çalmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Ben de nereden aklıma geldiyse ‘org’ çalmak istediğimi söyledim. Adeta vizyon dersi vermişim. Oysaki org değil de gitar çalmak istediğimi söyleseydim belki de şimdi genç kızların sevgilisi yakışıklı popçu olacaktım ehehe. Ne genç kızların sevgilisi oldum, ne yakışıklı, ne de popçu. Babamla birlikte İzmir Caddesi’ndeki müzik aletleri satan dükkana gittik ve bana bir Casio org aldık. O hafta sonu da lojmanın sanat derneğindeki org kursuna başladım. Yaklaşık 3 sene kadar kursa devam ettim. Çok ilerleme kaydetmiyordum, ama öğreniyordum. İlerleme kaydetmememin sebebi ise evde çok fazla pratik yapmıyor oluşumdu. Daha çok derslerime ve ödevlerime zaman ayırıyordum çünkü. Org ise sadece bir hafta sonu aktivitesiydi. Zaten 5. sınıfın sonundaki veda gecesindeki mini konserimden sonra çalmayı bıraktım. Hobi olarak çalarken her şey yolundaydı. Ama bu bir konser sorumluluğuna dönüşünce üzerimde yük olmaya başlamıştı. Konserde parçalarımı hatasız çalmış olsam da o geceye kadar geçen süreçte bu hobiden soğudum sanırım. Tekvando konusu ise şöyle oldu. Bir müzik aletine yönlendirmekle aynı düşüncelerden kaynaklı olarak bir spor dalına da yönlendirmek istedi beni ailem. Belediyenin ise hali hazırda açmış olduğu bir tekvando kursu vardı. Bu nedenle de seçeceğim spor dalı belli olmuş oldu. Bu kursa da yaklaşık 3 sene kadar devam ettim ve yanlış hatırlamıyorsam mavi kuşağa kadar da yükseldim. Ama atladığım kuşakların bir resmiyetinin olduğundan şüpheliyim. Kurstaki hocamız bize lisans çıkartmıştı ama hiçbir müsabakaya katılmadık. Veya hiçbir ‘kuşak atlama’ sınavına da tabii tutulmadık. Kursa eksiksiz devam eden herkes düzenli olarak kuşak atlıyordu zaten. Sanırım hoca kendi kafasına göre bizim gazımızı alıp gönderiyordu. Bu 3 senelik süreçte resmi müsabakaya katılmamış olsak bile arada bir bizi kendi aramızda karşılaştırıyordu hocamız. Bu karşılaşmalardan birinde rakibimden birkaç güzel tekme yiyince o gün tesadüfen tribünde beni izlemekte olan annem sahaya inmeye kalktı. Bana öyle geliyor ki tekvando gibi dövüş sporlarından soğumam da o zamanlara tekabül ediyor. Şimdi ise dövüş izlemeyi seviyorum. Sadece izleyerek içimdeki barbarın vahşet arzusunu tatmin edebiliyorum.
Bu kurslar dışında okulda satranç, halk oyunları, karate gibi çeşitli kurslara kısa sürelerle de olsa katıldım. Halk oyunları kursuyla da birkaç 23 Nisan ve 19 Mayıs gösterisine çıktık. Çok yönlü ve sosyal bir yapım vardı diyebilirim. Ortaokula geçtikten sonra bu çok yönlü yapım daha kısıtlı alanlara yoğunlaştırılmış olarak şekillenmeye başladı. Bir gün babam eve elinde bir basketbol topunu darbuka gibi çalarak girdi. Bunun hikayesini daha önce ‘Madalyonun Biyografisi’ başlıklı yazımda anlatmıştım. Özetle şunu söyleyebilirim ki ortaokulda ana odak unsurum basketbol oldu. (Ve tabii sonrasında da...) Diğer sportif ve kültürel faaliyetleri ise neredeyse tamamen bıraktım.
Biri hariç. Öğretmenlerin ve ailemin yönlendirmesiyle 7. sınıftayken büyükşehir belediyesinin çocuk meclisine katıldım. Çocuk meclisi bildiğimiz belediye meclisi yapısının çocuklara uyarlanmış haliydi. Bir başkan vardı, bir yazman (ya da sayman, onun gibi bir şey) ve üyeler vardı. Üyeler ise okulların katılımıyla, seçimle belirleniyordu. Bizim okul da biz 7. ve 8. sınıftayken bu çocuk meclisi işine önem vermiş, bizi yönlendirmiş ve meclise 3 üye sokmayı başarabilmişti. Üyelerden biri de bendim. Haftada bir gün Ulus’taki eski belediye binasında oturumlarımız oluyordu. Üyeler şehre yapılabilecek geliştirme önerilerini sunuyordu ve oyluyorduk. Benim de şu anda neler olduğunu hatırlamadığım birkaç önerim olmuştu, sonradan yapıldı mı onu bile hatırlamıyorum. Zaten yerimden kalkıp kürsüye kadar yürüyüp yaklaşık 100 kadar üyenin karşısında fikrimi sunmak yeterince heyecanlı ve bacaklarımı titreten bir eylemdi. Bu yüzden önerilerimin bunca yıl sonra aklımdan çıkmış olmasını garipsemiyorum. Bu toplantılarda alınan kararlardan uygulandığını gördüğüm en somut örnek ise alt ve üst geçitlerde bulunan engelli asansörü sistemidir. Bu sistemlerin ilk kararı bir çocuk meclisinde alındı. Haftalık toplantılar dışında ihtiyaç sahiplerine belediyenin yardımlarını dağıtmak gibi sosyal sorumluluk faaliyetleri de oluyordu. Gerçekten sosyal bir ortamdı çocuk meclisi. Keşke girişken ve vefakar biri olsaydım da oradan ‘hala görüşürüz’ dediğim arkadaşlarım olsaydı. Arkadaş konusunda hiçbir zaman vefalı olmadım sanırım. Aslında hiçbirini, hiçbirinin yaptığı iyiliği ya da birlikte geçirdiğimiz vakti unuttuğumdan ya da bendeki değerlerinin azaldığından değil; telefonu elime alıp hal hatır sormak gibi bir meziyeti hiçbir zaman edinememiş olmamdan kaynaklanıyor bu durum.
Ortaokuldayken ders notlarım ilkokula göre düşmeye başladı. Artık her sınavdan 100 alamıyordum. 90’ları, 80’leri hatta bazen 70’leri bile görmeye başlamıştım. Bunun sonucunda da karnemde 5’ler yerine 4’ler yer alabiliyordu. Karnede 2′den fazla 4 gördüğümde dünyam başıma yıkılıyordu, bir sonraki döneme daha şevkle ve azimle çalışarak başlıyordum. Karnesinin hepsi 5 olanlara ise takdir belgelerini sene sonunda tören alanında veriyorlardı. Ben tören alanına her dönem çıkamadım, birkaç dönemde fire verdim ve bunu da başarısızlık olarak addettim kendimce. Hırslı biri sayılmazdım ama benim için başarı çıtası hep çok yükseğe çekilir olmuştu. Bense bunu garipsemek veya itiraz etmek bir yana, olması gerekenin o olduğunu düşünür olmuştum, bana öyle işlenmişti bu duygu.
Hatta şunu da anlatmadan geçmeyeyim. Son sınıftayken bir bilgi yarışması olacaktı. Bu bilgi yarışmasına katılacak olan öğrencileri okulda yapılan deneme sınavı sonuçlarına göre seçmeye kadar vermiş idareciler. Yapılan son denemede ise ben hastaydım, raporlu olmama rağmen okula gitmiş ve sınava girmiştim ama okulda ilk 3’e girememiştim. Bu nedenle de bilgi yarışması katılımcısı olamadım. Ama beni önceki sınavlarda ilk 3’ün müdavimi olduğumu için jest olsun diye seyirci olarak götürmeye karar verdiler. Diğer çocukların haklarını yiyemem, iki tanesi gerçekten iyiydi. Hatta onlarla aynı liseye gidecektik, bir tanesi doktor olacaktı. Diğeri ile aynı üniversitede aynı bölüme gidecektik ve o daha sonra okul birincisi olacaktı. Ama benim yerime giden üçüncü kişiye biraz gıcık olmuştum. Benim hakkımdı orada oturmak. En nihayetinde bilgi yarışmasında finale kaldılar. Finalde ise filmlerdekine yaraşır bir biçimde son soruda elenip 2. oldu bizim okul. Bense kenarda o yanlış cevap verdikleri son sorunun doğru cevabını haykırmamak için kendimi zor tutuyordum...
Ortaokuldayken hep sınıfın en sessiz, en efendi, en örnek gösterilen, en pısırık, en çalışkan öğrencisiydim. Arkadaşlarımın bana aynı anda gıpta ve nefretle baktıklarını zaman zaman hissederdim. Bu parmakla gösterilme özelliğimin yavaş yavaş farkına varmaya başladığımda hafiften bir şımarıklık da peydah olmuştu içimde. Üniformamın kravatını hafiften gevşetmeye başlamıştım. Öte yandan bendeki bu değişimi birisi fark ettiğinde ise anında utanıyor ve örnek öğrenci halime geri dönüyordum. Birinde teneffüs vakti bitmek üzereydi ve sınıfta öğretmeni beklerken ayaklarımı masaya uzatmış, ayak ayak üstüne atmıştım. O esnada öğretmen sınıfa girdi ve bu vaziyetimi görünce beni ayıpladı, “Sen evinde de masaya böyle ayaklarını uzatıyor musun” dedi ters bir üslupla. Ben de tüm dürüstlüğümle “Evet” cevabını verdim. Bu cevabımı ise ukalalık hatta terbiyesizlik olarak algıladı ama ‘örnek öğrenci’ olduğum için konuyu daha fazla uzatmadı. İçinde ukte kalmış olsa gerek, öğretmenler odasına gittiğinde beni sınıf öğretmenime şikayet etmiş “Hem masaya ayaklarını uzatmış hem de bana evet dedi” diye. Sınıf öğretmenim de “Çocuk yalan söylememiş, sen eve yorgun gittiğinde kahveni alıp sehpaya ayaklarını uzatmıyor musun?” diye cevap vermiş.
———
İlkokul ve ortaokul yıllarım yadsınamayacak kadar dolu dolu geçti şimdi geriye dönüp baktığımda. Sonra lise zamanı geldi. Liseye gitmeden önce hedeflerimi soranlar olduğunda ‘Ankara Fen veya Gölbaşı Anadolu’ diyordum. Çünkü... Evet, çalışkan ve başarılı bir öğrenciydim ama çok fazla araştırmacı değildim sanırım. Ankara’ya dair bildiğim sadece 2 iyi okul vardı: biri Ankara’nın en iyisi, diğeri de ilçenin en iyisi. Lise sınavında beklediğim kadar iyi yapmadım sınavı. Çünkü kendimden beklentim sınava girip tüm soruları yapmaktı. Bu hep böyle oldu (Liseye başlayana kadar.) Tercihlerimi ise müdür yardımcısının yardımıyla ve okulların ulaşım durumlarını, farklı yönlerini vs. düşünmeden tamamen puan sıralamasına göre yaptık. Sonucunda da Gazi Anadolu Lisesi’ne yerleştim. Ama ufak bir problem vardı: Gazi’ye evden gitmek için lojman otobüsüyle bir noktaya kadar gidip oradan sonra okul servisine binmem gerekiyordu. İkinci tercih zamanını da beklemeden tatile çıktık. Tatilden döndüğümüzde öğrendik ki asında ikinci tercihlerde puanım Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’ne de yetiyormuş. Okul başladığında ben Gazi’li olmayı benimsemiş bir şekilde gidip gelmeye başlamıştım. Annemin ise içine sinmemişti. Çünkü AAAL’in puanı daha yüksekti, ora daha iyiydi. Hem oraya gitmek için sadece lojman otobüsü yetecekti. (Sadece gitmek için, dönüş kısmına sonra değineceğim.) Annemin yoğun ikna çabaları sonucunda ben 2 hafta kadar Gazi’de okuduktan sonra AAAL’e kaydımı aldırdık. Bu durum ilk başta benim içime sinmemişti bu sefer de. Yolunda giden planları bozmak veya değiştirmek daha iyi sonuçlar için yapılıyor olsa bile içten içe beni huzursuz eden bir durum yaratmıştır oldum olası. Konfor alanımın dışına çıkıyor olmamdan kaynaklı sanırım. İşte bu şekilde AAAL’li oldum.
Aslında daha anlatacaklarım var. Değinmek istediğim noktadan hayli uzaktayım. Burada sadede gelmektense tüm anlatacaklarım bittikten sonra asıl söylemek istediklerimi söylemeyi tercih edeceğim sanırım. Bu kısım ise böyle otobiyografik ‘anıların depreşmesi’ yazısı olarak kalsın.
0 notes