#kürtsorunu
Explore tagged Tumblr posts
Photo
#kürtsorunu https://www.instagram.com/p/CUHxFLiMdnb/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
CHP'li Yunus Emre: "Kürt Sorunu çözülmeden iktidar olamayız"
CHP Genel Başkan Yardımcısı Yunus Emre, BirGün'den Hüseyin Şimşek'e Kökler kitabıyla ilgili konuştu. 'Kürt Sorunu'yla da ilgili açıklamalar yapan Emre, "AKP ile Kürt siyasetinin kendi bölgelerinde iki ayrı hegemonya yaratmasına dayanan yanlış bir kimlik siyaseti hâkimdi. Bu anlayışın bir çözüm getirmediğini hepimiz gördük. Öte yandan CHP’nin tezinin doğru olduğunu yani topyekûn bir demokratikleşme olmadan çözümün, huzurun, eşitlik ve adaletin gelmeyeceğini herkes görmüş oldu. Sonuç itibariyle Türkiye’nin çok temel bir meselesine el atmadan, bunun üzerine konuşmadan iktidar olmanın mümkün olmadığı herkesçe anlaşıldı. ‘91 sendromu’ dediğim şey de CHP için artık sona ermiş durumda ve bu durum, tüm Türkiye için bir fırsat teşkil ediyor." şeklinde konuştu.
"ÖNCEKİ DENEYİMLERDEN GÖRDÜK" CHP’nin şu an yürüttüğü çalışma, topyekûn demokratikleşme ülküsü altında bir araya gelen tüm kesimleri kapsayan bir çalışma. Meseleyi iki kutuplu bir kimlik siyasetine indirgemeden, eşitlik ve yurttaşlık anlayışı üzerinde başta Kürt yurttaşlarımızın temel hak ve özgürlük taleplerini önceleyen bir demokratikleşme programı oluşturmayı, toplumsal barışa dayalı bir çözümü hedefliyor. Şunu da belirtelim CHP bu çalışmayı, kapalı kapılar ardında kendi kendine yürütmüyor. Bu mesele bir partinin, bir toplumsal kesimin meselesi olmadığı için, tüm Türkiye’yi kapsayan bir demokratikleşme meselesi olduğu için, toplumun her kesiminden, çok çeşitli paydaşlarla konuşarak, istişare ederek yürütülen çok yönlü ve kapsayıcı bir çalışma yürütüyoruz. Zaten aksi takdirde bir çözüm üretilmesi de mümkün değil, bunu önceki deneyimlerden gördük. Read the full article
0 notes
Text
Kemal Göktaş ile Zor Soru: Deva Partisi siyaseti nasıl değiştirecek?
#akp#akparti#alibabacan#besiratalay#bilkentotel#davutoglu#demokrasiveatılımpartisi#deva#ekonomi#erdoğan#gelecekpartisi#kemalgoktas#kürtsorunu#kısadalga#muratsabuncu#nihatergun#sadullahergin#sibelhurtas
0 notes
Photo
#türkiyeninyakıntarihi #ilberortaylı #kürtsorunu
0 notes
Photo
#kürtsorunu #türksorunu ha bir de #ahlaksorunu var tabi..
0 notes
Photo
Barış aybek aslında düşünceleriyle ve şehadetiyle hepimize, hepinize ibret / ders olması lazım. Gerçi hiç kimsenin ders olmak için ölmemeli.. Bu ülkede savaş isteyen çözümden kaçan herkes özellikle kürtlerin artık masum askerleri öldürerek barışın gelmeyeceğini görmesi lazım, bu aksine çözümü imkansıza taşır. Bu ülkede kimse isteyerek asker olmuyor yada her asker üniformayı giydiği anda resmi ideolojiye bürünmüyor. Kürt sorununun çözümünü bekleyen, yada çözümde parmağı olabilecek insanların bu mantaliteyle hareket edip pkk yada diğer faktörlere karşı dur diyebilmelidir. Çözüm hiçbir zaman tek taraflı istekle olmaz. Kürt tarafı bu tür eylemler yapanlara sesini çıkartmazsa devlet kürt çocuklarını vurduğunda kendilerinden baska ses çıkartacak kimseyi bulamazlar etraflarında. Bugün bu olay barış isteyen Barış Aybek'in başına geldi, belki ağustos ta son anda askere gitmekten vazgeçmesem benim yada bir kürt çocuğunun da başına gelebilirdi. Çözümün silahla gelmeyeceği önce pkk görmeli tabi amaç çözüm olduğu zaman. .
0 notes
Text
KÜRT SORUNU ÜZERİNE
Yıllarca kendini "Türk" adleden halkın düşünüp düşünüp içinden çıkamadığı bir sorundur Kürt sorunu... Hep yargılamış durmuşuzdur Kürtleri. Pkk sorununu tüm Kürtlere mal etmişiz, Kürtse kesin Pkklıdır diyerek yaftalamışız, kız vermemişiz, hakir görmüşüz, ikinci sınıf vatandaş muamelesi etmişiz. Şimdi hepimiz kendimize bir soralım. Empati, bir insanı geliştiren en önemli olgudur ne kadar bunu gerçekleştirmesekte. Çevremizde Kürt=Kro denklemini kuran arkadaşlarımızı hatırlayalım. Yanımızda kendi dillerini konuştuklarında "burası Türkiye.. Türkçe konuşun kardeşim" diye geçirmedik mi içimizden? Babam anlatırdı... "Kürtlerin kafalarına karpuz kabuğu geçirip dalga geçilirdi" diye. Bu ülkenin ekmeğini yiyipte nasıl oluyor da ihanet edebiliyorlar diye hep bir sorgulama içerisinde oldu Türkiye halkı. Üstelik halk olarak sorunun kaynağını araştırıp bir fikre sahip olmadan yaptık bunu.. Ortada bi ihanet vardı hiç kuşkusuz. Gencecik neferlerimizi, kundaktaki bebelerimizi, genç yaşlı demeden masum insanları hunharca katleden bir terör örgütü vardı karşımızda.. Bu gerçekler bize sorunun temel kaynağına inme fırsatı vermedi, gözümüzü bağladı tabiri yerindeyse.
Pkk kendiliğinden ortaya çıkmış gibi davrandık seneler boyu. Devlet dersen zaten Pkk var bahanesine sığınarak doğuya yatırıma yanaşmadı, kaçtı 2002 öncesine kadar. AKParti öncesinde sağolsunlar bizleri yöneten siyasi zihniyet bu sorunu ya kendi üzerine alınmadı, ya da bu sorunu kökten çözmek için çaba sarfetmedi. Özal'ı ayrı tutmak gerekir bu konuyla alakalı. O'nun da zaten ömrü bu uğurda harcandı. Tabiki eski siyasi zihniyetin bu konuya eğilmemesinde emperyalizmin kucağında oluşlarının da büyük rolu vardı. Osmanlı'nın son zamanlarında kuruluş hazırlıkları tamamlanan Siyonizm'in ekmeğine yag sürüşün bir adıdır "Ulus Devletçilik" ve sonucu olan Pkk.. Yıllar boyu devam etti ve bugünlere taşındı süreç.
SORUNUN TEMELİ ULUS DEVLET MODELİ
Başta Atatürk ve yanındaki Kemalist zihniyetin "Türkçülük" olarak adlandırdıkları ayrıştışıcılık politikası, birleştirici olan İslam'ı da insanlardan uzaklaştırma arzusu, hukuki olarak farklı milletlere ikinci sınıf muamelesi yapmalarının sonucu olarak Kürt halkının da kendilerini savunacak meşru bir düzlem olmamasından dolayı bir "tepki" olarak "PKK" ya meyletmiş olması gayet doğaldır.
Bu ülkede PKK'nın kurulması, Kürtlerin isteklerinin isyana dönüşmesi ve sonucunda katledilerek öldürülmeleri hep Cumhuriyet ilanı zamanlarında yapıldı. Atatürk milliyetçiliği teorik olarak birleştirici, kapsayıcı olarak gözükse de içerisinde bir ırkı temsil eden "Türk" kelimesi bulunmasından dolayı ayrıştırıcı bir milliyetçiliktir. Zaten sınırları "Misak-ı milli" olarak çizmek baştan bir ayrımcılık yaratmıştır. İnsani, vicdani hiçbir anlayış beşeri sınırlarla kısıtlanamaz. Siz ne kadar "Atatürk milliyetçiliği ayrıştırıcı değil, birleştiricidir" deseniz de bunun karşılığı bu değildir. Çünkü siz bu birleştiriciliği bir ırk olan "Türklük" üzerinden yapmaktasınız. O halde nasıl birleştirici olduğunuzu iddia edebiliyorsunuz? Herkes Türk değildir. Herkes Türk olamaz ki "Türklük" çatısı altında birleşelim..
Atatürk milliyetçiliğinin getirdiği bu "ırkçı/aşırı milliyetçi" anlayış, Türklerin Türk olmalarını vurgulamalarına, Türk olmalarını bir üstünlük belirtisi olarak görmelerine, Türkçülük yapmalarına sebep verirken; Kürtlerin de Kürt olmalarını vurgulamalarına, Kürt olmalarını bir üstünlük belirtisi olarak görmelerine, Kürtçülük yapmalarına sebep vermiştir. Çünkü evrende etki-tepki yasası vardır. Siz eğer milli/kavmi/ırki unsurları etki olarak servis ederseniz, tepki olarak yine aynı unsurları görmeniz kaçınılmazdır. Atatürk’ten önce bu topraklarda milliyetçi/kavmiyetçi düşünce hâkim değildi. İnsanlar ırkın bir üstünlük teşkil etmediğinin bilincinde idiler. Bu bilinç ve anlayış da onlara İslam’dan gelmişti. Ancak Fransız ihtilalinin de etkisiyle zuhur eden milliyetçi/kavmiyetçi düşünce, Atatürk ile beraber bu topraklara sokulunca milliyetçiliğin/kavmiyetçiliğin/ırkçılığın ilk ayrıştırıcı belirtileri baş gösterdi. Yıllarca Türk olmayan birine, her sabah okulda "Türküm" dedirtildi, Kürtçe konuşmak yasaklandı; yıllardır Kürtçe konuşan, Kürt alt kimliğiyle yaşayan insanlar Türkçe olduğundan dolayı ismini dahi bilmedikleri sokaklarda, mahallelerde oturdular. Diyarbakır’da hapishanelerde işkencelere maruz kaldılar. Üzerlerine bomba yağdırılarak adeta soykırıma mağruz bırakıldılar. Sonra bir örgüt çıkarıldı ve bu örgüt Kürtlerin temsilcisi olarak empoze edildi. İnsanlar da bu örgüte meyletti.
Sonuç olarak siz "Türkçülük" yaparsanız, onlar da "Kürtçülük" yapacaktır. Düne kadar yapılan boş yere uğraşmak, çabalamaktı. Ülkenin milyar dolarlarını silaha, mermiye harcadık, boş dağları bombaladık. PKK'nın dağda değil, zihinlerde olduğu gerçeğini göremedik. "Önce zihinleri, (milliyetçi/ırkçı/kavmiyetçi) zehirle dolmuş zihinleri temizlemeliyiz" fikrini hiç dillendiremedik. Bu zehir hem Kürtler'dedir, hem Türkler'dedir. Bu zehirden kurtulmadıkça hiçbir ırk felah bulmaz.
Başta Çanakkale olmak üzere, bir çok bölgede omuz omuza çarpışan, bedrin aslanları gibi şanlı 'Müslüman' Türk-Kürt-Arap-Çerkez-Laz-Ermeni....- kardeşlerimle bizi ayırdı bu ulus devlet zihniyeti. Bu zehri beynimizin derinlere enjekte etti adeta.
EYY KEMALİZM SAVUNUCUSU SÖZDE AYDIN SOLCULAR, ESKİNİN MİLLİYETÇİSİ, ŞİMDİNİN KAFATAŞÇILARI ..
Anlayın artık: 'milliyetçilik' kitlelerin afyonudur.
Sorunun kökeni milliyetçilik/kavmiyetçilik/ırkçılık anlayışına, düşüncesine dayanmaktadır. O halde çözüm de bu noktada olmalıdır. İki halk bu anlayışlardan bıkmıştır artık. "Türkçülük" etkisini bir kenara bırakmadıkça Kürtçülük tepkisi olan PKK'da bitmeyecektir. Bu halk PKK'dan da milliyetçi devletten de çok çekmiştir. Hala ne diye milli/ırki/kavmi unsurları gündem edip beyan ediyorsunuz? Anlamıyor musunuz ki bu unsurlar yıllardır kardeşce yaşayan halkları ayırmıştır!
ÇÖZÜM SÜRECİ BALTALANMAK İSTENİYOR
Çok şükür bu sorunu çözmek adına atılan bir adım var artık. Milli kardeşlik projemiz olan çözüm süreci yolunda gidiyor Hamd olsun. Kürtler artık Pkk'dan bıkmış durumdalar. Her ne kadar Kürtlerin haklarını temsil ettiğini söyleyen BDP oylarını arttırmış olsa da bunun anlamı farklı. Bir kaç yıldır süren çatışmasızlık süreci, mermi sesleri yükselen toprakları insanların aileleriyle birlikte piknik yaptığı, gönüllerince vakit geçirdikleri topraklar haline dönüştürdü. Güneydoğuya yatırımlar kesintisiz sürüyor baltalanmaya çalışıldığı halde. Fakat bu problemin bitmesini istemeyen, bizi kendi içimizdeki problemlerle boğuşturup çevremizde olup bitenden haberdar olmamamızı, ümmet üzerinde olan elimizi, kolumuzu kırmak isteyenler de yok değil. Bir zamanlar bizim olan, Lozan ile birlikte hediye ettiğimiz topraklarda bulunan petrolden, ülkelerin bölünmesine neden olan bu kahrolası petrolden pay almamamız hedefinde olan dış mihraklar ve onların Türkiye'deki maşaları çalışmaya devam ediyor malesef. Bir başka korkuları daha var tabiki. AKParti'nin ümmet üzerindeki eli ve Osmanlı'nın mirasına olan kucaklayıcı politikası. Onlar da biliyorlar ki Kürtler eğer Türkiye ile ortak politikalar geliştirir Amerika boyunduruğundan çıkarlar ise Ortadoğu da istedikleri gibi at koşturamayacaklar ve belkide günün birinde kahrolası BOP bir BTP'ye (Büyük Türkiye Projesi) dönüşebilir.
Pkk içerisinde de çatışmasızlık sürecinden hoşnut olmayanlar var hiç kuşkusuz. Türlü yöntemler deneniyor çözüm sürecinin son bulması adına. Içerdeki vatan hainleri de bunu fırsat bilip, AKParti'ye ve Cumhurbaşkanımız Sayın R.T.Erdogan'a yüklemeden edemiyorlar. Yol kesmeler, vatandaştan kimlik sorup sözde yapılan asayiş uygulamaları, yeni yapılan kalekolların inşaalarının sabote edilmesi hep bu sürecin baltalanmaya çalışılmasına birer örnek.
Ya kendi dışındaki medyayı yandaş medya olarak adlandırıp dışlayan ve hainliklerine devam eden medya organları... Onlar da Pkk'nın ve emperyallerin ekmeklerine yağ sürmeye devam ediyorlar. Tek emelleri AKParti seçim kaybetsin, kensi zihniyetleri olan kemalist zihniyet ülkeyi yönetsin de isterse Türkiye batsin. Kendilerine milliyetçi diyenler bunu yapıyor bunu üstelik. Allah'tan halk bilinçli ve 80 yıldır devam eden ve bu kardeşlik meselesine elini dahi uzatmayan siyasi düşüncenin beceriksizliğinden bıkmış durumda. Son derece de umutlu bir bekleyiş var ülkemizde. Kemalistleri ve komplo teorisi üreterek ülke elden gidiyor, bölünüyoruz teranecilerini saymazsak tabi..
ΞMRΞ ΛK NΞFΞR twitter.com/emreaknefer facebook.com/akneferemre instagram.com/emreaknefer
#kürtsorunu#kürt#erdoğan#recep tayyip erdoğan#akp#akparti#bdp#pkk#kemalist#türkiye#bop#çözüm süreci#selahattin demirtaş#atatürk#ulus devlet#kandil#btp
0 notes
Photo
Uykusuz Dergisi'nden ne Kürt Sorunu kapağı... #uzunadam #uykusuzdergi #kapak #kürtsorunu #neyineksik #rte #cumhurbaşkanı
2 notes
·
View notes
Text
KÜRT SORUNUNDA DEVLET VE GÜVENLİK POLİTİKALAR
GİRİŞ
Kürt sorunu, Türkiye’nin gündemini yıllardır meşgul eden bir meseledir. Sorunun temeli Osmanlı Devleti’nde yaşanan bir takım olaylara dayanır. Çıkan isyanların yaşanan gerilimlerin sonucunda PKK’nın varlığını ortaya çıkarması ile sorun çığ gibi büyümüştür. Kürt meselesi ve terör sorunu hiçbir zaman Türkiye’nin bir iç meselesi olamamış, Türkiye bu soruna sağlıklı bir yaklaşım içinde yaklaşamamıştır. Bu makalede, hükümetin, terörün etkisini artırdığı dönemde yaşadığı ve göz ardı ettiği bazı olaylara değinilerek Abdullah Öcalan’ın etkinliğini artırmasındaki etmenlerin incelemesi yapılacaktır.
Başlangıç noktası PKK ve Abdullah Öcalan’ın faaliyetleri olan bu makale, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu konuda takındığı tavrın detaylı incelemesine yer verecektir. Abdullah Öcalan’ın üniversite hayatına başladığı dönemden itibaren Milli İstihbarat Teşkilatı ile olan “yakın ilişkisi” ile Öcalan’ın destek gördüğü iddiaları ve olayların perde arkası incelenecektir. Abdullah Öcalan ile Milli İstihbarat Teşkilatı arasında var olduğu iddia edilen temaslar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’nın kuruluşu döneminde içinde bulunduğu şartlar ve Kürt sorununa olan yaklaşımı, çeşitli seviyelerde yapılan görüşmeler, dönemin hükümetinin içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde soruna olan yaklaşımı ve istihbarata olan etkisi ve Abdullah Öcalan’ın faaliyetlerini sürdürdüğü dönemde ulusal ve uluslararası alanda yaşanan gelişmeler, konunun ana başlıklarını oluşturmaktadır.
Çalışmanın birinci bölümünde sorunların tarihsel kökenine inilerek, Osmanlı Devleti döneminde yaşanan mübadeleler, Hamidiye Alayları ve ardından gelen köy koruculuğu sistemi detaylı olarak ele alınacaktır. İkinci bölümde Türkiye’de yaşanan ulus inşası, akabinde gelişen ve değişen politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde meydana gelen ulusal güvenlik sorunları genelinde ve Abdullah Öcalan ile PKK özelinde incelenecektir. Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde Abdullah Öcalan’ın PKK ile olan faaliyetleri, Türkiye ve PKK arasında yaşandığı iddia edilen tavır değişiklikleri ve Abdullah Öcalan’ın yakalanış serüvenine giden süreç ele alınacaktır.
Kürt sorunu olarak algılanan, Türkiye ile PKK arasında yıllardır süregelen mücadelenin temelinde yatana nedenler, Abdullah Öcalan’ın liderlik süreci, TSK-Abdullah Öcalan ilişkisi, devletin-Osmanlı’da Türkiye’ye-Kürt sorununa olan yaklaşımı ve Kürt sorunu ile PKK hakkında savunulan görüşler bu çalışmanın cevap arayacağı sorulardır.
BİRİNCİ BÖLÜM
KÜRT SORUNUNA TARİHSEL BAKIŞ
Hamidiye Alayları
Bir devlet hangi koşullarda aslında bastırmak isteyeceği bir grubu güçlendirir ve bu aslında devletin otorite kurma hedefinin altının oyulmasına nasıl hizmet eder? Osmanlı Devleti 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında doğu bölgelerinde farklı iç ve dış tehditler hissediyordu. Rusya, Doğu Anadolu üzerindeki planlarıyla göze batıyordu. Kürt aşiretleri ve şeyhlikler bölgede “paralel otoriteler” olarak hareket etmeyi sürdürüyor ve Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıl boyunca süren merkezileşme ve çevresini (periphery) daha iyi yönetme çabalarının büyük oranda başarısız olduğunu gösteriyorlardı. (Akça, Paker, 2010, s.105)
Ermeni devrimci faaliyetleri en büyük tehditti ve Osmanlı hükümet çevrelerinin çoğunluğu tüm Ermeni nüfusunu, sadece içeride devlet otoritesine karşı gelen değil, başıboş bırakıldığında Rusları içeri alacak bir Truva atı olabilecek bir beşinci kol olarak görmeye başlamışlardı. Devlet bu “düşman” unsurlardan birini-Kürt aşiretlerini-alıp onları devlet otoritesine karşı gelen yerel bir güçten, devlet otoritesinin diğer “tehdit”leri yöneteceği bir kola dönüştürmeye çalıştı.
İmparatorluğun asıl mirasçısı olan Türk devleti, Hamidiye Alaylarının (Ermeni isyanını bastırması ve devletin doğu sınırlarındaki kolu gibi hareket etmesi için kullanılan Kürt aşiret milisleri) yarardan fazla zarar getirdiği ve aslında tam da temsil ettiği varsayılan devlet otoritesinin altını oyduğu karmaşık durumları unutmuş, belki de hiç anlamamış görünüyor. Türk devletinin bir başka Kürt milis gücü olan köy korucularını, 1980’lerde başlayan ve bugün de devam eden PKK’nın başını çektiği Kürt milliyetçi (silahlı) isyanını bastırmak için ortaya çıkarması ciddi bir tarihsel unutkanlığa işaret ediyor. (s.106)
Türk devleti bir tehdit unsurunu diğerine karşı kullanarak Osmanlı seleflerininkine çok benzer sorunlara yol açtı: Yüzeyde bu garip ortaklar-köy koruculuğuna katılan Kürt aşiretleri ve Türk devleti-karşılıklı olarak yararlı bir ilişki kurmuşlar gibi görünse de genel olarak proje aslında devletin amaçlarına hizmet etmedi. Kürtlerle olan çatışmasındaki şiddet dinamiklerini alevlendirmenin yanı sıra Türkiye’nin uluslararası itibarını zedeledi ve şu anki PKK’dan daha büyük bir istikrarsızlık unsuru olan bir iç canavar yarattı. (Oran, 2001, cilt I, s.480)
Hamidiye Alaylarının hikâyesi bir geziyle, 1891 baharında imparatorluğun uzak, doğu bölgelerinden seçilmiş Kürt aşiret reisleri ve temsilcilerinin sultan ve halife II. Abdülhamid’le buluşmak üzere yaptıkları seyahatle başladı. Aşiret reisleri, aşiretlerini kendilerinin yöneteceği düzensiz süvari alaylarında toparlamak üzere seçilmişlerdi. Padişah, en değerli projelerinden biri olarak görülecek olan bu örgüte, Kürt aşiretlerinin sadece imparatorluğa değil kendi şahsına karşı da kurmalarını istediği kişisel ilişki ve sadakat bağını vurgulamak için kendi adını verdi: Hamidiye. (Akça, Paker, 2010, s. 106)
Hamidiye Alayları birkaç hedef gözetilerek oluşturuldu. Alaylar muhtemelen, padişahın yakın danışmanlarından, Rusya’da Osmanlı dışişleri hizmetinde bulunmuş Şakir Paşa, Kazaklar gibi bir kurumun Osmanlı merkezi hükümetinin İran ve Rusya sınır bölgeleri ve orada yaşayan halklar için merkezi önemde gördüğü bazı meseleleri halledebileceğini düşünmüştü. Bölgeyi merkezi hükümetin elinin altına almayı hedefleyen ve 19. yüzyıl boyunca sürdürülen merkezileştirme reformlarına rağmen, nüfusun önemli katmanları devletin erişiminin sadece bedensel olarak değil ruhsal olarak da oldukça ötesinde kalmıştı. Bu sadece devletin asker bir yana pek vergi de alamadığı göçebe Kürt aşiret nüfusu için değil, zaten yerel eşraf ve Kürt ağaları tarafından vergilendirilen ve devleti bir fazlalık olarak gören Ermeni ve Kürt köylüleri için de geçerliydi. (s.107) Ayrıca sürekli güneye doğru inen ve Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu bölgelerine gözünü diken Rusya’nın bölgeyle ilgili planları da dikkat çekiyordu. Onyıllar boyunca Ruslar, sadece gelişen milliyetçi hareketlerini kendi amaçları için destekledikleri Ermenilerle değil, Osmanlı’nın Dersim kadar iç bölgelerindeki Kürt aşiret reisleriyle de ilişki kurmuşlardı. Bu yüzden Hamidiye Alayları altındaki bu yeni aşiret süvarilerinin görünürdeki hedefi Rusya’nın bir istilasına karşı gerektiğinde işe yarayabilecek sınır bölgelerindeki mevcut güçleri arttırmakken, gerçeklikte daha çok yönü olan bir misyona sahipti.
Hamidiye girişimi devlete ve sultanın şahsına dair bir sadakat bağı kurmaya çalışıyordu. Sultanın ve projenin başına geçirdiği Zeki Paşa’nın Kürt reislere milis güçlere katılmaları karşılığı tanıdığı geniş ayrıcalıklar sayesinde, en azından Rusya’yla bir savaş durumunda kendi çıkarlarının düşmanla ittifak kurmamak olduğunu görmeleri umuluyordu.
Zeki Paşa tarafından proje için seferber edilen aşiret reisleri başkente geldiklerinde o günün çok önemli bir projesinin bir parçası olacaklarını biliyor olabilirler. Ancak o zaman ne reisler ne de alayları kuran sultan ve danışmanları Hamidiye Alayları örgütlenmesinin bölgedeki hayatın ve siyasetin akışı üzerine Abdülhamid dönemiyle sınırlı kalmayıp oldukça ötesine de geçen daha genel etkisini öngörebilirlerdi. Hamidiye örgütü, Kürt toplumunun belli sosyal, ekonomik ve siyasi dönüşümlerinde yaratıcıları ve kuruluş aşamasında yer alanlar tarafından öngörülen her şeyin ötesinde anahtar bir rol oynadı. Hamidiye Alayları, aşiretlerin, özellikle de aşiret reislerinin yerel ölçekte önemi artan aktörler haline gelmesinin boyutlarını temsil ettikleri ve resmi statülere dayanarak elde edebildikleri büyük güç ve ayrıcalıklarla belli düzeylerde geleneksel emirliklerin rollerini üstlendikleri oranda bu dönüşümlerde önemli rol oynadılar. Ancak devlet sonunda 1910’da “bir Kürt hareketi” olarak görülmeye başlanan bu güçlü ve artan ölçüde hoşnutsuz unsuru etkisizleştiremeyeceğine karar verdi ve yavaş yavaş çabalarını terk etti.
Kürt reislerinin en büyük kaygılarından biri önceki dönemde Ermeni ve Kürt köylülerinin elinden Hamidiye bağlantıları sayesinde almayı başardıkları birçok araziyi yeni rejimin geri vermeye zorlamasıydı. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgeleri üzerine yapılan çalışmalar, tarımsal kapitalizmin gelişmesi sonucu toprağın değerinin artması ve toprak sahipliğinin önem kazanmasıyla ilintili olarak ortaya çıkan toprak ele geçirme furyasını gözler önüne serer. (Yerasimos, 2009, s.276) Bu süreç Kürdistan’da, sistemdeki boşlukları değerlendirerek köylüden toprak almak için farklı yöntemler kullanan toprak avcıları tarafından oldukça büyük ölçekte gerçekleştirilir. Faaliyetlerinde serbest bırakıldıklarında Hamidiye reisleri toprak ele geçirme sürecinde özelikle avantajlıydılar. Hamidiye reisleri daha zayıf komşularının ve himayelerindekilerin toprak, hayvan ve diğer varlıklarını ele geçirmek için çeşitli yöntemler kullandılar. (Akça, Paker, 2010, s.113) Yağma, hasat kaldırma, vergi toplama düzenlemelerinin yönlendirilmesi ve diğer hırsızlık biçimleri geleneksel servet edinme yöntemleri olmakla birlikte bu dönemde de yükselişe geçmişlerdir. Bu süreç devam ederken 1894-96 Ermeni katliamları, Ermeni köylülerden Hamidiye bağlantıları yoluyla arkalarında devlet desteği olan Kürt reislerine büyük ölçekte bir toprak transferi için fırsat yarattı. Katliamların ertesinde, toprakların zorla alınmadığı yerlerde köylüler topraklarını Hamidiye reislerine himaye karşılığı devretmek için sıkıştırıldılar ve bunları değerleri karşılığı devrettikleri yönünde belgeler imzalamaya zorlandılar. (s. 114)
1894-96 Ermeni katliamları Kürt reislerine büyük ölçekte toprak transferi için fırsat yaratırken, iki ayrı nokta da göz önünde bulundurulmalı. İlk olarak, ele alınan dönemde bölgenin önemli bölümünü kana bulayan şiddet sadece Ermenilere karşı bir devlet şiddeti ya da ezeli bir etnik ya da dini çatışma meselesi değildi. Şiddetin arkasında daha çok maddi süreçler vardı. İkincisi, Ermeniler bu furyanın sonucunda korkunç acılar çekseler de, bunları yaşayan başkaları da vardı. Kürt köylüleri ve diğer Müslüman köylüler de bu süreçte topraklarının Hamidiye ve diğer Kürt aşiretlerinin reislerince alınmasına maruz kaldılar. Bu yüzden etnik çatışmanın ne kadar “etnik” olduğu sorgulanabilir. Hamidiye reisleri kullanabildikleri tüm kanallarla iktidar ve kaynak peşindeydiler. Hamidiye Hafif Süvarileri’ne dahil olmalarından kaynaklanan ayrıcalıklı devlet himayesi olanaklarından dolayı (özellikle 1908’den önce) toprak ve diğer değerli kaynakları ele geçirmede özellikle avantajlı bir konuma sahiptiler. (s. 115) Mülk ele geçirmenin çeşitli yöntemleri olsa da bu yolların çoğu, belli Kürt aşiretlerinin toprak ele geçirmesini desteklemek için kendi nedenleri olan devletin en azından dolaylı katılımını gerektiriyordu. Bu süreç Kürt aşiretlerini yabancılaştırmadan uzak erimli bir amaç olan iskâna teşvik edecekti ve aynı zamanda devleti toprakları dağıtan ve devletin temsilcilerini de aşiret reisleri yerine işlemleri gerçekleştiren aracılar haline getirerek reislerin iktidarını kırmaya yarayabilecekti.
Hamidiye Alayları projesinin oluşturulması ve sürdürülmesinde etkili olmuş farklı düzeylerdeki yanlış düşünceleri fark etmek kolay görünüyor. Osmanlı devleti doğu sınırındaki çeşitli “tehdit”lerden birini-Kürt aşiretlerini-alıp onları devlet otoritesine meydan okuyan bir yerel güçten, diğer yerel “tehdit”lerle, yani Ermeni devrimcileri ve Rus etkisiyle başa çıkabilecek devlet otoritesinin bir koluna dönüştürmeyi denedi. Kürt aşiretlerinin önde gelenlerine onları devlete bağlayacak ekonomik ve statüyle ilgili ikramiyeler sunarak padişah ve danışmanları onları zararsızlaştırmayı ve sadakatlerini kazanmayı umuyorlardı. Ama Hamidiye Alayları’nın sağladıkları yarardan çok daha fazla zarara yol açtıklarını ve aslında tam da temsil etmeleri öngörülen devlet otoritesinin altını hangi karmaşık biçimlerde oyduklarını anlayan gözlemciler de vardı.
Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin başında olduğu yeni yönetim 1908’de iktidara gelmesinin hemen ardından Hamidiye milislerini ıslah etmek üzere adımlar attı; ancak iki yıl içinde bu çabalarına genel olarak son verdi. Yeni yönetimin üyeleri bu Kürt aşiret milislerine birçok Osmanlı’nın karşı çıktığı biliyorlardı ve birçok Kürt ve Ermeni aydınının Sultan II. Abdülhamid’i devirmek ortaklığı altında birleştiren Jön Türk şemsiye örgütlenmesine katılmasına yol açan kilit önemde bir unsurun bu Abdülhamid dönemi kurumu olduğunun farkındaydılar. (Zürcher, 1995, s. 148)
Kürt aşiret milisleri ancak Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktıktan sonra yok oldular. İmparatorluğun mirasçısı devletlerden biri olan Türkiye, Kürtlerin yaşadığı çevre bölgelerinden tehditler hissetti ve benzer şekilde, şimdi başka Kürtlerin temsil ettiği bu tehditleri ortadan kaldırmak için belli aşiretleri güçlendirdi.
Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuk Sistemine
Nisan 1985’te, Hamidiye Alayları fikrinin, dış tehditler ve iç isyanlarla karşı karşıya kalan Osmanlı devletinin başındakilerce kurgulanmasından tam yüz yıl sonra, Türk hükümeti Kürt aşiret milislerinin kendi versiyonunu, bu sefer başka bir etnik gruba karşı değil, ciddi olduğu anlaşılan yeni iç tehdite-yine Kürt olan PKK’ya (Partiya Karkeren Kurdistan ya da Kürdistan İşçi Partisi)-karşı faaliyetler göstermek üzere oluşturdu. Köy korucuları Kürt isyancılarıyla olan savaşında yerel paramiliter ve kolluk hizmetlerini sağlamak üzere devletle anlaşmış aşiretlerden oluşuyordu. (Akça, Paker, 2010, s. 118)
Dışa odaklanmış Türk ordusunun, örgüt üyeleri, alan benzeri yerel bilgiler açısından yetersiz kalması dolayısıyla köy korucuları devreye girdi. Bu koşullar altında, köy korucuları ordunun yapısını kökten bir değişikliğe uğratmadan yerelleşmeye yarıyorlar ve hükümetin isyancıların kimlikleri hakkında bilgilere erişimini ve yerel istihbarata hızla karşılık verme yetisini arttırıyorlardı. Bu çatışmada yerel keşif güçlerini ve askeri güçleri kullanma fikri önceki Hamidiyelere dayanıyordu; buna ek olarak, iletişim ve savaş sanatının karışımı modern teknolojiler kullanılıyordu.
Köy korucularının oluşturulmasında ilk başlarda düşünülen, “sadık” Kürt aşiretleri arasından Güneydoğu bölgelerinde yayılan Kürt ayaklanmasıyla savaşmak üzere köy korucusu birlikleri kurmaktı. (s. 119) Sadakat, teoride görevlendirme için bir ön koşulken, devlet pratikte o kadar da sadık olmayan Kürt aşiretlerini de maaşa bağladı ve böylece aşiret reislerini zenginleştirdi. Bazı durumlarda önceden hiyerarşisinin altında olan adamları güçlü konumlara getirerek ya da başka durumlarda, yaklaşık bir yüzyıl önce olduğu gibi aşiretleri, aşiret reisine ya da aşiretin başka bir üyesine af çıkarma karşılığı kullandı. Osmanlı ataları gibi göreve getirilen aşiretlerin (özellikle liderlerinin) kazancı resmi maaşlarıyla sınırlı kalmadı; köylüleri soymak, mülksüzleştirmek ya da özel devlet ihalelerini almak için gerekli olan işaretleri de aldılar. Tıpkı Hamidiyelerin yaptığı gibi köy korucuları da kendi amaçları için “isyancı” fikrinden yararlandılar. (s. 119) Köylüleri mallarından ve mülklerinden etmek için tek yapmaları gereken PKK’yı destekledikleri suçlamasını yöneltmekti. 1992’de köy korucularını yetkilendirmiş olan devletin kendisi onların üzerindeki merkezi kontrolü kaybettiğini fark etti; varlıkları öngörülebilir bir şekilde birçok bölgede devletin güç kullanımı üzerindeki tekelini aşındırıyordu. Hamidiyelerdeki gibi, köy korucularının durumunda da devletin aslında bastırmak istediği bir grubu güçlendirmesi geri tepti ve devletin düzeni koruma gayreti sadece temeldeki çatışmayı alevlendirmekle kalmadı, uluslararası itibarı bir yana, çoğu vatandaşının gözündeki meşruiyetini de zedeledi.
Hem Hamidiyeler hem de köy korucularının başındakiler devletle yaptıkları anlaşmalara dayanarak servet ve iktidar tabanlarını genişletme çabalarında belirgin avantajlar elde edebiliyorlardı. Hamidiye ağaları için, bu durum hem şahsi itibarlarında hem de aşiretlerinin diğer aşiretlere karşı konumunda bir iyileşme anlamına geliyordu. “Sadakatlerine” karşılık Hamidiye reislerinin bizzat kendilerinin ve aşiretlerinin iktidar tabanlarını genişletmelerine ve hızlı bir şekilde mülk edinmelerine izin veriliyordu. Bu durum aynı zamanda, statülerini komşu aşiretlere karşı güçlerini artırmak için kullanmış olan ve ayrıca başlarındakilerin Hamidiyelerdeki muadilleri gibi konumlarını savunmasız insanları malından mülkünden etmek için kullanmış olduğu bazı köy korucuları için de geçerliydi.
Her iki durumda bu güç, aşiretin geneline ancak pek az etkide bulunmuş, ama başındakine muazzam yarar sağlamış gibi görünmekte. Osmanlı’nın son döneminde, Hamidiye aşiretlerinin komşularına karşı yürüttüğü devletten “izinli” yağmalar genel olarak aşiret reislerine ya da daha üst makamlardakilere yaradı. Hem Hamidiye Alayları hem de köy koruculuğu sistemi ağaların aşiret halkının ve köylülerin zararına daha fazla büyümesine katkıda bulundu. Bu durum, kesinlikle, devletin yönetimindeki bölgenin güvenliğine uzun vadede yarayan bir durum değildi.
Hamidiye Alayları ve köy koruculuğu kurumlarının ikisi de Kürt toplumunun düzenli olarak yeniden aşiretleşmesine yol açmakta önemli etkenler. Hamidiyelerin durumunda, yeniden aşiretleşme süreci yüzyılın daha erken dönemlerinde Kürt emirliklerinin yıkılmasıyla bir iktidar boşluğu doğmasının ardından zaten başlamış ve aşiretler bir zamanlar emirliklerin olduğu yeri doldurmak üzere ortaya çıkmışlardı. Ancak devletle Kürtler arasında yürütülen ilişkilerin çoğu aşiretler seviyesinde olduğundan, bazı aşiretlerin Hamidiyeler yoluyla devletle geliştirdiği ilişkiler Kürt toplumunun yeniden aşiretleştirilmesi eğilimini güçlendirdi. Bu durum köy korucuları için de geçerliydi. Aşiret yapısının Hamidiyeler dönemine göre oldukça gevşek olduğu uzun yıllar süren bir dönemden sonra, hükümetin iş yürütebileceği bir birim olarak aşirete verilen yeni önem sadece devletle anlaşan aşiretlerin güçlenmesine yol açmadı. Aynı zamanda yeni palazlanan köy korucusu aşiretlerin oluşturduğu tehdit, korucu aşiretlere komşu olan aşiretlerin bir araya gelip “aşiret bağlılıklarını tazelemek” zorunda kalmasına ve iç dayanışmasını güçlendirmesine yol açtı. Sonuçta aşiretlerden bazıları devletle işbirliği yapıp PKK’yla savaşmak üzere köy korucusu oldukları için aşiretler, Güneydoğu’da cumhuriyetin bunca yıllık tarihinde sahip oldukları en güçlü konuma geldiler.
Büyük ölçüde köy koruculuğu sistemi tarafından tetiklenmiş olan Kürt toplumunun yeniden aşiretleşmesi, sonraları parti politikalarından iktidarın doğasına ve zenginliğin dağılımına kadar birçok yönden bölgesel hayatta önemli rol oynadı. Tabii ki Kürt toplumundaki yapısal değişimin ardında yatan tek etmen merkezi devletin uygulamaları değil. Her zaman Kürt toplumunun kendine özgü dinamizminin küçümsenmemesi gerekir. Yine de devletin etkisinin ölçüsü ve türü, Kürdistan’daki yerel iktidar yapılarının dönüşümünde önemli rol oynadı.
Devletin Kürt karşıtı unsurlarıyla Kürt aşiret reisleri (köy korucularıyla ilişkili olanlar) arasındaki tuhaf görünen ittifaklar, işin içindekilerin etnik kaygılardan çok kendi ekonomik ve sosyal güçlerini artırmak amacıyla hareket ettiklerini gösteriyor. Hamidiye Alaylarındaki Kürtler ve komşuları Ermeniler arasındaki şiddette bir etnik bileşen varken, Hamidiyelerdeki Kürtler Ermeni komşularına saldırma, onları soyma ya da yerinden etmelerini etnik nedenlerden çok topraklarını alma ve iktidar tabanı oluşturma amacı kararlaştırıyorlardı. Devletin Ermenileri bir tehdit olarak görmesi bu unsurları bu gayretlerinde daha da güçlendirdi. Ancak Hamidiyelerin diğer Kürtlerin hanelerine ve aşiretlerine de saldırdıkları göz önüne alındığında şiddetin etnik boyutu ile ilgili tuhaf bir çelişki oluşuyor. Bu durum genelde kaynaklarla ilgili bir çatışma oldu ve devlet bu temel çatışmayı değerlendirerek kendi emelleri için kullandı.
Devletler konumlarını güçlendirmek için muhalefetin içindeki farklı gruplarla koalisyonlar kurarlar ve tam da bu koalisyonlar devletin kendi yapısını dönüştürür. Ortaya çıkan koalisyonun her zaman bir bedeli vardır: devlet politikalarının uygulanması ve toplumdaki sonuçlarının devletin orijinal planlarındakilerden oldukça farklı olması. Devletin aslında sindirmek isteyeceği yerel grupları güçlendirmesi oldukça ironik, ancak hiç de istisnai değil.
Kürtlerin Mecburi İskanı
Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde uluslaşma sürecini hızlandırmak ve merkezi iktidarın gücünü artırmak için bir dizi pek de demokratik olmayan yukarıdan aşağı siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel değişim ve dönüşüm politikaları da uygulanmaya başlanmıştı. Ülkenin büyük bölümünün aşiret ilişkilerinin ve dini bağların baskınlığına dayalı feodal bir toplumsal yapıya sahip olması, seçkinler tarafından ulus-devlet oluşumunun önündeki en büyük engel olarak algılanıyordu. Bu yüzden ilk olarak bu bağların zayıflatılması için bir takım yasal düzenlemeler yapılması yoluna gidildi. Anayasa değişikliği dahil bir seri yasal düzenlemelerle eski toplumsal yapının kendini yeniden üretmesinin önüne geçilmeye çalışıldı.
İlk tepkiler geleneksel ilişki ağlarının yeniden üretimini mümkün kılan toplumsal yapının devamının çıkarlarına daha uygun olduğunu, herhangi bir radikal değişimin toplumsal statülerini zayıflatacağını düşünen aşiret liderleri ve dini liderlerden geldi. İlk organize tepkiyi de dini bağlarla pekiştirilmiş aşiret ağalarının daha güçlü ve düzenli olduğu Kürt aşiretlerinin vermesi de şaşırtıcı değildi. Merkezi otorite karşısında Osmanlı’nın ilk zamanlarından beri yarı özerk bir statüye sahip olan Kürt aşiret liderleri Kürtleri kısa zamanda seferber ederek düzenli bir direniş gösterme potansiyeline sahip belki de tek rakipti. Merkezi yönetimi iki ay boyunca çok güç durumda bırakan ve bastırılması yıllık bütçenin neredeyse üçte birine mal olan 1925 yılındaki Şeyh Sait ayaklanması henüz uluslaşma sürecinin çok başında olunduğunun bir işaretiydi.
Aslında Şeyh Sait ayaklanması Osmanlı dönemindeki pek çok ayaklanmadan esas olarak çok farklı değildi. Her ne kadar bazı Kürt seçkinleri yer yer milliyetçi ve ayrılıkçı söylemler kullanmış olsalar da aslında merkez-çevre ilişkilerinin yeniden üretilmesini amaçlayan sürecin bir devamı niteliğindeydi. Ayaklanma ve direniş, çevre gruplarının statülerini korumaya veya iyileştirmeye yönelik olarak giriştikleri bir pazarlık, merkez ile çevre arasındaki güç ilişkilerinin karşılıklı müzakere edildiği bir mücadele alanı olarak görülüyordu. Hamit Bozarslan’ın belirttiği üzere ayaklanma ve isyan dahil olmak üzere merkez ile çevre arasındaki her türlü çekişme “itaat ve meşruiyet ile haklara ilişkin yazılı olmayan sözleşmenin yenilenmesini sağlayan” araçlardı. (Bozarslan, 1999, s.116)
Yeni ulus-devletin 1925 Şeyh Sait ayaklanmasına tepkisi, Osmanlı dönemindeki klasik devlet tepkisinden çok farklı oldu. Aralarında Kürt kökenlilerin de olduğu, çoğunluğunun Osmanlı askeri bürokrasisinde yetiştiği ve sonrasında Kurtuluş Savaşı’nda aktif görev aldığı yeni Türk devletinin yöneticileri için isyancılarla herhangi bir müzakere ve anlaşma yoluna gitmek h��lihazırda giriştikleri ulus inşası projesini daha baştan imkansız hale getirebilir, iktidarlarının meşruiyet kaynaklarının kurumsallaşmasını tehlikeye atabilirdi. (Akça, Paker, 2010, s. 297) Ayaklanma tam anlamıyla bir güvenlik tehdidi olarak değil, daha çok itaatsizlik ve disiplinsizlik olarak algılandı. Bu yüzden ayaklanmaya katılanların hepsini ortadan kaldırmak yerine direnişin liderlerini örnek teşkil etmesi amacıyla cezalandırma yoluna gidildi. İsyanın önünü çekenlerin bir kısmı idam ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı, büyük çoğunluğu ise bölgeden uzaklaştırılıp, Batı illerine zorunlu iskana tabi tutuldu. 30 Kasım 1925’te çıkarılan bir kanunla da yapılan zorunlu iskanların yasal meşruiyeti sağlanmış oldu. Bu yasa gerek gönüllü gerekse zorunlu olarak devlet tarafından yerleştirilen mübadil, gayri mübadil, muhacir, aşair ve mültecileri yerleştirildikleri yerlerde 5 sene boyunca bulunmaya mecbur tutuyor, iskan yerlerini her ne sebeple olursa olsun terk etmelerini yasaklıyordu. (s. 297)
Şeyh Sait ayaklanması sırası ve sonrasında yapılan zorunlu iskan uygulamalarının benzerleri daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan irili ufaklı ayaklanmalar sonrasında da, ki bunların çoğu Kürt ayaklanmaları idi, devam etti. Mübadele ve diğer yollarla gelen göçmenlerin yerleştirilmesi zorunluluğu ve aciliyeti ile zaten savaşlar sırasında oldukça azalmış olan ekonomik kaynakların yetersizliği, Kürtler üzerinde kitlesel bir iskan uygulanmasına imkan vermiyordu. Ayrıca zaman zaman yapılan ve daha çok Kürt seçkinlerini kapsayan zorunlu iskan uygulamaları Kürtlerin tepkisinin artmasına sebep olmuştu. Bu yüzden zorunlu göç ve iskan uygulaması sadece devlete muhalif geleneksel Kürt seçkinleri için sınırlı olarak uygulanabilmiş, giderek artan tepkiler üzerine de Kürtlerin daha fazla yabancılaşmasına engel olmak için bu uygulamadan da geçici olarak vazgeçilmişti.
Ulus inşası projesinin devamlılığını sağlamak için gerek Kürtlerle olan ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekse bu amaca yönelik nüfus politikalarının daha kapsamlı ve sistematik bir biçimde uygulanabilmesi için yasal düzenlemelerin yanı sıra idari teşkilat yapısının da yeniden örgütlenmesi gereğinin farkına varan yeni Türk devletinin seçkinleri 1927 yılında gerekli gördükleri bölgelerin üzerindeki kontrollerini arttırmak için Umumi Müfettişlik adı altında özel ve olağanüstü bir idari teşkilat kurma yoluna gittiler.
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ YAPILANMASI VE PKK
Türkiye’de Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası
Türkiye’de 1990lı yıllarda stratejik tehdit algılamalarında ve ulusal güvenlik anlayışında köklü bir dönüşüm yaşandı. Bu yıllarda “bölücülük” sorunu ve PKK, ulusal güvenlik için birincil tehdit haline geldi. (Oran, 2001, cilt II, s. 219)
Homojen bir topluluk olarak ulusun inşa süreçlerini, devletin meşruiyet temellerini, savaşın mekanizmalarını ve sıradan yurttaşların neden savaşlara katıldıklarını araştıran pek çok çalışma tüm bu süreçlerde tehdit ve düşman algısının merkezi önemine dikkat çeker. Devletler savaş olmadığı durumlarda “sanki savaş varmış gibi yapma” durumunun toplumsal ve ekonomik maliyetine en geniş kesimlerin desteğini ancak düşman korkusunun politikalarının tanımlayıcı ilkesi haline gelmesiyle sağlayabilir. Düşman korkusu toplumun sürekli savaş hazırlığı içinde olma gerekliliğini ve buna bağlı olarak devletin varlığını meşrulaştırır. Örgütlü bir politik varlık olarak devlet kimin düşman, kimin dost olduğuna karar verir. Böylelikle devlet, düşman olan “öteki” üzerinden kendi birliğini kurar.
Dış tehdit, ulusal güvenlik, devlet ve millet arasındaki bu bağ tıpkı diğer tüm ulus-devletlerde olduğu gibi Türkiye’nin de ulusal güvenlik siyasetinin Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri temel yapı taşlarından olageldi. Bir yandan Osmanlı modernleşmesine bağlı olarak, Türk devlet elitlerinin ego-ideali Batılı dünya olmaya devam etti. “Medeni” dünyanın bir parçası haline gelme arzusu bürokrasinin, askeriyenin ve yasama kurumlarının hemen hemen bütün üyeleri tarafından paylaşıldı, ama öte yandan aynı elitler Batı’nın niyetleri konusunda kuşkulu olduklarını sürekli belirttiler. Batı dünyasının niyetlerine karşı ağır bir kuşku, Türk milliyetçiliği kültürüne derin bir şekilde işledi ve Türk milli kimliğinin inşası sürecinin önemli yapı taşlarından biri oldu. (Akça, Paker, 2010, s. 408)
Bu noktadan yola çıkarak homojen bir grup olarak Türkiye’nin ve buna bağlı olarak da Türkiye ordusunun ve ulusal güvenlik algısının temel yapı taşlarından birini dışardaki düşmanların oluşturduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Türkiye’de ordu her zaman iç siyasete müdahil oldu, her zaman iç düşmanları oldu ama Türk Silahlı kuvvetleri doksanlı yıllara kadar dış tehdit algılamasına göre konuşlanmıştı ve kendisi gibi konvansiyonel bir orduyla karşılaşmak üzere yapılandırılmıştı. Doksanlı yıllarda ise ulusal güvenliğin örgütlenişinde iki önemli değişim oldu. Soğuk Savaş sona erdi ve bununla bağlantılı olarak “komünizm tehdidi” ortadan kalktı. Ama bunun ortadan kalkması otomatik olarak dış tehdit algısının ortadan kalkmasına neden olmadı. Ulusal güvenlik siyasetinin örgütlenişinde Soğuk Savaş’ın sona ermesine paralel olarak ortaya çıkan bir başka temel dönüşüm ise devletlerin ‘ulusal güvenlik’ siyasetlerini yerel ve bölgesel çıkarlar çerçevesinde tanımlamaya başlamalarıydı. Bunun yanı sıra Soğuk Savaş yıllarında geri plana atılan iç tehdit unsuru da askeri-stratejik örgütlenmede hatırı sayılır bir yer bulmaya da başlamıştı.
Bütün bunlarla birlikte Soğuk Savaş’ın bitişiyle Türkiye ulusal güvenlik anlayışında değişiklik zeminini hazırlayan temel olgu, doksanlarda artan PKK tehdidi ile Türk ordusunun temel tehdit algısının değişmesidir. (Oran, 2001, cilt II, s. 221) PKK doksanlara özgü bir oluşum değildi, ama doksanlara gelindiğinde hem küresel düzeyde gelişmeler yaşanıyordu ve hem de PKK ile mücadelenin ilk dönemlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hakim olan kendine güven ve düşmanı küçümseme durumu radikal bir biçimde değişmekteydi. 1980’li yıllarda devlet elitleri tarafından “birkaç terörist” olarak etiketlenen PKK, seksenli yılların sonuna gelindiğinde o kadar güçlenmişti ki devletin bölgedeki gücünde hızlı bir düşüşe yol açtı. Komutanlar ve askerler PKK’nın bölgede kontrolü tamamen elinde bulundurduğunu sanıyorlardı ve çoğunlukla gücünü abartıyorlardı. Yerel güç dengesindeki böyle bir değişim merkezi düzeyde tehlikenin yeniden tanımlanmasına sebep oldu. (Akça, Paker, 2010, s. 409)
Stratejik tehdit algısındaki bu değişimin ilk yansıması ordunun yapısında ve mücadele stratejileri üzerinde oldu. Geleneksel olarak Yunan tehdidine karşı koymak üzere konuşlanmış ve konvansiyonel savaş için eğitim almış TSK’nın, 1986 ile 1990 yılları arasında PKK ile mücadeledeki temel stratejisi, barış zamanında kırsal bölgelerde kanunun ve düzenin sağlanmasından sorumlu bir güç olan jandarmayı takviye etmek idi. (s. 413)
Başka bir önemli değişiklik ise Soğuk Savaş dönemine göre örgütlenmiş ordunun temel çarpışma stratejisi olan “topyekün savaş” yapılanmasının gözden geçirilmesi oldu.
Topyekün savaş konseptini terk eden TSK doksanlı yıllarda “düşük yoğunluklu savaş” yapılanmasına göre yeniden örgütlenmeye başladı. Alan hakimiyeti sistemine geçi��le birlikte uygulanmakta olan köy koruculuğu sistemi biçim değiştirerek, daha aktif bir dost-düşman belirleme sistemi olarak kullanılmaya başlandı. Türkiye’de resmi ulusal güvenlik söylemi doksanlı yıllarda hiçbir zaman Kürtleri bir grup olarak düşman ilan etmedi, güvenlikleştirilen aktör ya da grup her zaman PKK oldu. Ama burada hem askeri elitlerin hem birebir çarpışan askerlerin temel açmazı düşmanın sınırlarının muğlaklığı idi. Köy koruculuğu sistemi tam da bu açmazı yerelde pratik olarak çözebilecek bir sistem olarak algılandı ve doksanlı yıllarda köy koruculuğu sistemi, hangi köy veya kişilerin devlet yanlısı olduğunu tespit etme imkanı verdiği düşünülen bir kırsal pasifleştirme programına dönüştürüldü. (s. 414)
Eski Batman Valisi Salih Şarman terörle mücadele amacı ile göreve geldikten hemen sonra bir proje hazırladıklarını ve projenin de ağırlıklı olarak koruculuk sistemi üzerine bina edildiğini ifade eder. Şarman koruculuk sistemini şöyle tarif etmektedir: “Bu uygulamanın başlatıldığı yıllarda, terör örgütünün eylemlerinden bezmiş, Türk Bayrağı altında yaşamaya kararlı insanların yaşadığı binlerce yerleşim yeri koruculuk sistemini kabul ederek devletin yanında, bu eli kanlı eşkıya sürüsüne karşı yürütülen silahlı mücadelenin içinde aktif olarak yer almışlardır. Ama ne yazık ki aynı yörede yaşayan birçok yerleşim yerinin de koruculuk sistemine sonuna kadar direnerek terör örgütüne müzahir olmaya devam ettikleri de bir gerçektir. Bu durum kaçınılmaz olarak devlet yanlısı/devlet karşıtı ayrımını da beraberinde getirmiştir.” Doksanlı yıllarda bölgede gazetecilik yapan Vedat Yenerer de köy koruculuğu sistemine katılmanın reddedilmesinin PKK’ya aktif ya da pasif destek olarak değerlendirildiğini belirtiyordu. Yenerer’e göre “zaten köylerde herkesin birbirinden haberi var. Komşular hemen hemen her yerde akrabadır. Kardeş ya da akrabalarını ihbar etmiyorsa, destek veriyor diye algılanıyor. Özellikle korucu olmayı kabul etmiyorsa, PKK’ya sempati duyduğu düşünülüyor. (Akça, Paker, 2010, s. 419)
Kimin düşman kimin dost olduğunu belirlemenin çatışmanın en kritik unsurunu oluşturduğu iç çatışma ortamında köy koruculuğu sistemi, TSK’nın sapı samandan, yani düşmanı dosttan ayırabilmesi için kullandığı bir strateji haline dönüştü ve sıradan insanlar seçim yapma tercihlerinin sınırlı ya da hiç olmadığı mekanizmalar aracılığıyla ya düşman kategorisinden çıkarıldı ya da o kategoriye dahil edildi. Bir diğer deyişle sınırları, bayrağı ve üniforması belli olmayan muğlak bir düşmana karşı yürütülen iç çatışma ortamında köy koruculuğu, kimin spesifik olarak düşman kategorisine dahil edildiğini belirledi.
Doksanlı yıllarda tehdit ve düşman değişmiş olsa da, inşa edilen kolektif bir süreç olarak düşman imgesi özü itibariyle yer değiştirmedi. Devlet, kimliğini tahkim etmek ve savaşı meşrulaştırmak için içerideki düşmanı dışsallaştırdı. PKK’yla savaş, amacı ülkeyi zayıflatmak olan ve bunun için içeriye sızan yabancı düşman anlayışı üzerinden yürütüldü ve bu yalnızca sorunun toplumsal boyutun eğilmeyi zorlaştırmakla kalmadı, ama aynı zamanda “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” üzerinden ifade edilen stratejik izolasyon duygusunu abartılı bir şekilde artırdı. (s. 422)
Birinci düzeyde, PKK ile uluslararası aktörler arasındaki mevcut bağlara dikkat çekildi. Bu bağlar aslında sahte değildi. Kürt sorununun devlet-ötesi doğası ve Türkiye’nin komşu devletleri olan Irak, İran ve Suriye’de hatırı sayılır oranda Kürt nüfusunun bulunması meselenin sadece bir iç mesele olarak görülmesini zorlaştırıyordu. Özellikle Kuzey Irak’ta Kürt bölgesinin özerklik kazanması, Türk dış politikasının önemli meselelerinden biri haline geldi. Türk devlet elitleri, PKK’nın taleplerinin Türkiye’nin komşuları, özellikle üs ve lojistik destek sağlayan İran, Irak ve Suriye tarafından sürekli ve güçlü bir şekilde desteklendiği konusunda aşırı derecede kaygılıydılar. Dış destek unsurunun gerçekliğine karşın, dış destek sanki sorunun temel kaynağıymış gibi kurgulandı. (s. 423)
Dışsallaştırma stratejisinde ikinci düzey ise ihtilaflı grupların yurttaşlık statüleriyle ilişkiliydi. Ülkeye olan politik sadakatleri kesin olmayanlar, diğer bir deyişle terörist olarak görülenler, yabancı olarak görüldüler ve o ülkeye ait olmama imajı sürekli bir biçimde canlı tutuldu. Cumhuriyet tarihi boyunca Müslümanlık üzerinden Türklük dairesi içinde görülen Kürtler, doksanlı yıllarda hakim söylem tarafından bu dairenin dışına atıldı ve resmi devlet söylemi, Kürtlerin ayrı bir etnik grup oluşturduklarını inkar etse de ihtilaf içindeki Kürt halkının “Türklüğü” sorgulanır oldu. Bunu yapmanın yolu da özelde PKK’yı ama zaman zaman da bir grup olarak Kürtleri başka bir etnik grup olarak tanımlamak değil, ama Müslümanlık dairesinden çıkararak cumhuriyetle olan vatandaşlık bağları zayıf olduğu düşünülen gayrimüslim gruplara benzetmekti. (s. 423)
Üçüncü düzey ise temel olarak komplocu düşünceye dayanıyordu. Bu düzeyde PKK (ya da Kürtler) uluslararası aktörlerin doğrudan yayılımı ya da maşası olarak görülmüyorlardı. Bunun yerine, uluslararası aktörler, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için, ülkede istikrarsızlığı ve güvensizliği teşvik ediyor olarak görüldüler. Batılı devletlerin hükümetin Kürt sorunu karşısındaki baskıcı ve sert tutumunu eleştirmesi ve Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulunması yolundaki ısrarı pek çok Türk’ün, Batı’nın ülkeyi bölmek istediğine inanmasına yol açtı. (s. 424)
Kürt çatışmasının patlak vermesinden sonra Türk devlet elitleri Kürtlerin militanlaşmasından yabancı faktörlerin sorumlu olduğu, yoksa onların aslında memnun ve mutlu Türk yurttaşları oldukları inancına sarıldılar. Genelkurmay raporlarına bakıldığında, örneğin 7 Aralık 2000 tarihli raporunda PKK’nın Türkiye’nin AB adaylık sürecinden cesaret aldığına dikkat çekiliyordu. Rapora göre “geçmişte bazı AB ülkelerinin açık veya gizli olarak terör örgütü PKK’ya destek verdikleri ve bu kanlı örgütün bugünlere kadar varlığını devam ettirebilmesinde başlıca etkenler oldukları bilinmektedir” denir.
Meselenin aslında bir iç mesele değil dış kaynaklı bir sorun olduğu yaklaşımını, yalnızca askerler değil siyasetçiler de paylaşıyordu. 1996’da Başbakan olan Necmettin Erbakan mecliste yaptığı bir konuşmada bu resmi bakışı çok açık bir şekilde dile getiriyordu:
Her şey çok açık ortada… Sevr Antlaşması’na bakın, Amerika ve Batı’daki lobilere bakın; PKK’yı korumaya çalıştıkları çok açık. Avrupalı parlamenterleri görüyoruz; PKK’nın avukatı gibiler. PKK Fransız bir senatörün, Hollandalı, Belçikalı, Alman bir senatörün koruması altında yürüyüşler, protestolar düzenliyor. Bunların hepsini görüyorsunuz. Onlara yabancılardan dost, domuzdan kürk olmayacağını gösterin. (Akça, Paker, 2010, s. 426)
Küreselleşme çağında Sevr komplosu, bu söyleme göre, hükümet dışı ya da değil, uluslararası örgütler yoluyla işliyordu. Mesut Yılmaz uluslararası örgütlere göndermede bulunarak benzer bir mantığı ifade ediyordu:
Bir gün Kürtler için “ulusal azınlık hakları” talebinde bulunacaklar. Şimdi PKK’yı terörist olarak adlandırıyorlar, bu doğru. Ama PKK’nın Türkiye’ye saldırısında kaldıraç rolündeler. PKK’ya lojistik destek sağlayarak Türkiye’yi barışçıl bir Kürt hareketini tanımaya itebilirler. Türkiye kültürel hakları verdiğinde ise daha fazlasını isteyecekler. (Cemal, 2010, s. 59)
Ulusal sınırların düşman kimliğini tanımlamada işlevsiz kaldığı durumda, kimin düşman olup olmadığı, iç ve dışın yer değiştirmesi ve yeniden ifade edilmesi ile kuruldu. Dolayısıyla bölücü terör olarak ifade edilen “ulusal güvenlik problemi” ve ona bağlı olarak tartışılmaya başlanan PKK sorunu bir iç mesele olarak görülmedi. Zaman zaman devlet elitleri meselenin bu topraklara özgü boyutlarına vurgu yapsalar da iç ve dışın sürekli yer değiştirmesi ile temelde kökü dışarıda olan bir sorunla mücadele edildiği algısı ve giderek kökleşen bir stratejik izolasyon duygusu sabit kaldı. 90lı yılların 2000li yıllara en önemli mirası kriz dönemlerinde yoğunluğu artan bu izolasyon duygusu ise, bir diğeri de iç düşmana karşı vatandaş-ordu ile savaşmanın yarattığı zorluğun sonucu tartışılmaya başlanan profesyonel ordudur. (Akça, Paker, 2010, s. 427)
90lı yıllarda Türkiye’de düşman kavramı yer değiştirdi, stratejik tehdit algılamalarında ve ulusal güvenlik anlayışında köklü bir dönüşüm yaşandı. Bu yıllarda “bölücülük” sorunu ve PKK, ulusal güvenlik için birincil tehdit haline geldi, tehdit bölgesi değişti. Bütün bunlara paralel olarak ordunun yapısı değişti. 90lı yılların başında birkaç çapulcu olarak gördüğü PKK’ya karşı askeri üstünlük kazanamayan TSK, almış olduğu tedbirler ve gerçekleştirdiği stratejik değişiklikler ile 1996’dan itibaren bölgede kaybetmeye başladığı askeri üstünlüğü yeniden ele geçirdi. 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile PKK sorununun askeri olarak halledildiği kanısı askeri ve siyasi elitler arasında hakim oldu.
Dolayısıyla 90lı yıllarda topyekûn savaşlarda olduğundan farklı stratejiler gerektiren bir durumla karşı karşıya kaldı Türkiye’deki güvenlik kurumu. Üstelik başkaldıranlar “vatandaşlardı” ve ulusal sınırlar düşmanın kimliğini tanımlamada işlevsiz kalmaya başlamıştı. Dolayısıyla bu yeni döneme uygun bir ordu yapısına ve meşrulaştırma stratejilerine gereksinim vardı. Ulusal sınırların düşman kimliğini tanımlamada işlevsiz kaldığı bu durumda, kimin düşman kimin dost olduğu meselesi iç ve dışın yer değiştirmesi ve yeniden ifade edilmesi ile kuruldu. Devlet, kimliğini tahkim etmek ve savaşı meşrulaştırmak için içerideki düşmanı dışsallaştırdı. Dolayısıyla Kürt sorununun bu ülkeye özgü sosyo-ekonomik boyutlarına vurgu yapılıyor olsa da, sorun “devlete başkaldıranlara” gelince temelde kökü dışarıda olan bir sorunla mücadele edildiği iddiası ön plana çıkıyordu.
AB müzakereleri sürecinde bireysel ve kısmi kültürel hakların kabulü ile Kürt realitesi özellikle siyasi çevrelerde sıklıkla telaffuz edilir olduysa da giderek kökleşen bir stratejik izolasyon duygusu sabit kaldı. Birini belirli bir gruba ait olduğu için öldürme kararı, politikanın aldığı en şiddetli biçimdir ve düşmanı uzlaşmaz olarak görmeyi ve onu ortadan kaldırmanın gerekliliğine inanmayı gerektirir ve böylelikle toplumsal dokuyu parçalayan bir sürece de dönüşebilir.
Suriye-Öcalan Krizi
Suriye’nin PKK terör örgütüne vermiş olduğu desteği uzun yıllar diplomatik girişimlerine rağmen kestirmeyi başarmayan Türkiye 1990’ların ikinci yarısında itibaren daha sert önlemler almak zorunda kalmıştır. Özellikle Türkiye ve Suriye arasında varılan anlaşmalara rağmen desteğin sürmekte oluşu gerek askeri gerekse siyasi bürokrasi tarafından Suriye’ye yönelik sert önlemler alınmasını ve kararlılıkla uygulanmasını bir zorunluluk olarak ortaya çıkartmıştır. (Aksu, 2010, s.486)
Suriye’ye yönelik kuvvet kullanma tehdidini de içeren zorlayıcı diplomasi stratejisinin uygulanması aşamasında Türkiye’nin istemini meşrulaştıran gerekçeler büyük ölçüde güvenliğe, toprak bütünlüğüne, temel ve vazgeçilemez çıkarlara yönelik düşmanca uygulamalara dayandırılmıştır. Suriye’nin komşu ülke olarak salt topraklarını PKK’nın saldırılarında kullandırması değil aynı zamanda her türlü askeri ve siyasi lojistik destek ve kolaylığı sağlamakta oluşu doğrudan bu ülkeyi hedef/tehdit kaynağı haline getirmiştir. (Akça, Paker, 2010, s. 494)
Türkiye’nin Suriye’den istedikleri aslında uluslararası hukuk ve BM ilkeleri açısından belirgin bir meşru zemine sahip bulunmaktadır. 1995 yılındaki Samandağ olaylarının ardından Türkiye’nin Suriye’ye daha sert bir tutum sergilediği görülmektedir. Bu sertlik 23 Ocak 1996 tarihinde Suriye’ye verilen notada açıkça vurgulanmıştır. Notada Türkiye’nin talepleri Suriye’nin kontrolü altındaki topraklarda PKK eğitim kampları kurulmasına ve işletilmesine izin vermemesi, PKK’ya silah temin etmemesi, lojistik malzeme desteğinde bulunulmaması, PKK üyelerine sahte kimlik kartları düzenlememesi, teröristlerin Türkiye’ye resmi yollardan girmelerine ve diğer yollardan sızmalarına sağladığı yardımı kesmesi, örgütün propaganda faaliyetlerine izin verilmemesi, PKK’nın Suriye topraklarındaki tesis ve mahallerde faaliyette bulunmasına imkan sağlamaması, teröristlerin üçüncü ülkelerden Türkiye’ye geçişlerine imkan tanınmaması ve bunlara ilaveten Suriye’den terörizme karşı mücadele kapsamındaki bütün faaliyetlerde işbirliği içinde bulunması olarak belirtilmiştir. (s. 495)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ABDULLAH ÖCALAN VE 1980 SONRASI KÜRT SORUNU
Abdullah Öcalan
Abdullah Öcalan, 1949 yılında Urfa’nın Haleti ilçesinde doğdu. Ankara Tapu-Kadastro Lisesi’ni 1968-69 ders yılında iyi derece ile bitirmiş, aynı yıl Genel Müdürlükçe Diyarbakır Tapulama Müdürlüğü’ne atandı. Öcalan’ın Diyarbakır Tapulama Müdürlüğü’ndeki görevi 1970 yılına kadar sürdü, oradan İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğü’nde göreve başladı. (Mumcu, 1993, s.5) Dikkat çeken nokta; Genel Müdürlük’te ilke haline gelen bir uygulama ile yeni başlayan bir memur en az iki yıl aynı görevde çalışırdı. Atandığı görevde iki yılını dolduramayan yeni memurlar başka bir il ya da başka bir göreve atanamazlardı.
Bakırköy Tapulama Müdürlüğü’nde çalışırken İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdi ve ardından yatay geçiş yaparak kaydını Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne aldırdı.
Öcalan, 1972 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Ankara Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Asistanı Doğu Perinçek’in liderliğindeki “Türkiye İhtilalci Komünist Partisi” tarafından yayınlanan “Şafak Bildirisi”ni dağıtmak suçuyla gözaltına alınmış ve tutuklanmıştı. Savcılık, 22 öğrenci hakkında dava açtı. Askeri savcı, Abdullah Öcalan ve Metin Yalçın’ın “komünizm propagandası, askerleri, kanunlara karşı itaatsizliğe teşvik, askeri kuvvetleri tahkir, suç olan fiili övmek ve suç işlemeye tahrik” suçlarından cezalandırılmasını istiyordu. (s. 7)
Abdullah Öcalan hakkında, Şafak Bildirisi’ni dağıtmak suçundan yargılanmasını isteyen askeri savcı, görüşünü değiştirerek Öcalan’ın “Şafak Bildirisi’ni dağıtmak suçundan aklanmasını, boykota katılmak suçundan cezalandırılmasını” isteyecekti. Soruşturma, fakültede dağıtılan bildiri nedeniyle başlamış, Öcalan bu nedenle tutuklanmış, ancak Sıkıyönetim Mahkemesi, sanıklardan hiçbirini Şafak Bildirisi dağıtmak suçundan mahkum etmemişti. (s. 8)
Abdullah Öcalan tutuklanmadan önce Maliye Bakanlığı’na burs almak için başvurdu. Tapu-Kadastro Lisesi’nde de burslu okuyan Öcalan, üniversitede de burs alma hakkı elde etmişti. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden 1971 yılı Kasım ayında ayrılmıştı. Ayrılma nedeni de Genel Müdürlük’e “yüksek öğrenime devam etmek” olarak bildirmişti. Bütün bunların sonucu olarak hem askerliği ertelenmiş olacak hem de burs bağlanacaktı. (Mumcu, 1993, s. 11)
1971 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden öğrenci olduğunu bildiren yazıyı gönderince rahat bir nefes almıştı. 1972 yılı yeniden son yoklama çağrısıyla askere çağrıldığında tutukluydu. Tutukluluk döneminde mahkum olma durumunda okulu ile ilişiği kesilecekti. 30 Haziran günü Ankara Mamak Cezaevi’nden salıverilmesini isteyen yazıyı yazmıştı. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı’ndan Halfeti Askerlik Şubesi’ne gönderilen Ağustos 1972 tarihli yazı ile erteleme kararı aldı. Öcalan, Ekim 1972’de salıverildi. Bir yıl sonra Halfeti Askerlik Şubesi, SBF Dekanlığı’ndan Ocak 1973 günlü yazı ile Öcalan’ın askerlik durumunu sordu ve Dekanlık’tan “bütünlemeye kaldığına dair” yazı ile yanıt verildi. (s. 12)
Burs almak için yüksek öğretimin birinci sınıfında 21 yaşını geçmemiş olma koşulu aranmaktaydı; Öcalan burs bağlandığı gönlerde 22 yaşındaydı. Burs alan öğrencinin, sonradan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevzuatına göre memleket için zararlı sayılan fiil ve hareketlerde bulunamaz ve bu çeşit faaliyetlere katılamaz” şeklinde yönetmelik maddesi haline dönüştürülen kural gereğince hiçbir öğrenci eylemine karışmaması gerekiyordu. Öğrenci eylemlerine katılan öğrenciye burs bağlanması o gün için olanaksızdı. Aralık 1971’de Abdullah Öcalan’a burs bağlandı, Şubat 1972’de taahhütname imzalanmıştı. Aynı yılın Nisan ayında ise tutuklandı. Cezaevinden çıktıktan sonra bursu aldı. (s. 13)
12 Eylül ve Kürt Sorunu
Kürt milliyetçiliği, 1938 Tunceli harekatından sonra uzun bir donma sürecine girmişti. İlk uyanışlar esas olarak 1960’lardaki yayınlar biçiminde ortaya çıktıktan sonra, 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulmasıyla sol hareketten ayrılarak bağımsızlaştı. (Oran, 2001, cilt II, s. 23) 1970’lerde ciddi bir yayın faaliyetine girişen ve örgütler kuran Kürt milliyetçiliğinin kimi kolları, Güneydoğu’da bazı Kürt aşiretlerine yönelik eylemlere girişiyorlardı. 12 Eylül askeri darbesi sonrası, bu örgütlerin çoğu yakalanmamak için Arap ülkelerine dağıldılar.
1980’lerde devlet, Kürtleri bir “Türk boyu”, Kürt sorununu da yalnızca “PKK terörü” olarak algılandı. Teröristlerin, İran-Irak Savaşı’ndan yararlanarak yurtdışında üslenmeleri ise, bu büyüyen sorunun yalnızca “dış mihrakların tahriki” olarak yorumlanmasını ve dolayısıyla rejimin aklanmasını kolaylaştırdı. Devlet “güvenlik sorunu”nun yanı sıra, bölgenin azgelişmişliğinden kaynaklanan bir “sosyo-ekonomik” sorundan başkasını kabul etmedi ve önlemler de buna uygun olarak sürdürüldü. Bu önlemler, terörün bastırılması ve Kürtçe’nin yasaklanması çabalarından öteye gidemedi.
Devlet, Kürt sorununu1890 yılında II. Abdülhamit’in kurduğu Hamidiye Alaylarını örnek alan köy korucuları sistemiyle çözme çabalarını sürdürürken, PKK yurtdışında siyasallaştı ve 1985’te siyasal bürosu ERNK’yi kurdu. “Kürt” sözcüğünü telaffuz etmenin bile çok riskli sayıldığı, Başbakan Turgut Özal’ın bile Kuzey Irak Kürtlerini kastetmek için “Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın Kuzey Irak’taki soydaşları” demek zorunda kaldığı bir ortamda Saddam’ın zehirli gazından kaçan Kürtler 1988’de Türkiye sınırlarını zorlayıp girerek canlarını kurtardılar, bu olay sırasında Genelkurmay Başkanı’nın ilk defa “Kürtler” sözcüğünü telaffuz etmesi üzerine yasak fiilen kalkmış oldu. (s. 24)
Türkçe ’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun (no. 2932)
1982 Anayasası’nın 26. maddesine “Düşüncelerin açıklanmasında ve yayınlanmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” ve 28. maddesine de “Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz” hükümleri konmuştu.
Bu maddelere sözü edilen yasa bir yıl sonra, Ekim 1983’te 2932 sayıyla çıkartıldı. 2. Maddesine göre, “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasak” tı. “Kürtçe” demeksizin Kürtçe’yi yasaklamak için, üzerinde epey düşünüldüğü anlaşılan bir anlatımla, “birinci resmi dil” denerek Irak’ın ikinci resmi dilinin Kürtçe olduğu ustalıkla dikkate alınmış ve “Türk devleti tarafından tanınmış”lık koşulu getirilerek de Irak’ta kurulabilecek bağımsız bir Kürdistan’ın yaratacağı tehlike önlenmiş oluyordu. Yasanın 3. Maddesi ise “Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’dir” demekteydi. (Oran, 2001, cilt II, s. 23,24)
Terörü bu yöntemlerle önleme çabaları bir yandan Türkiye’nin insan hakları karnesini bozarken, bir yandan da sorun 1990’ların başında Türkiye’nin içte ve dışta en büyük baş ağrısı haline gelecek; Kürt sorununu İslam’la çözme yöntemi de ülkenin başına Hizbullah sorununu çıkarttı.
SONUÇ
Osmanlı’dan günümüze taşınarak son 30 yılda şiddetini artıran Kürt sorunu ve beraberindeki gerilimler, uygulanan devlet politikalarıyla bağdaştırılabilir. Hamidiye Alaylarının yapılanması ile birlikte başlayan süreçte; devlet Kürt beylerine, aşiret reislerine bekledikleri güçlü ortamı sağlamış oldu. Merkezi yönetimden bağımsız olarak ama bir bakıma merkezin kendi eliyle güçlendirdiği Kürt reisleri, köy koruculuk sistemi ile yeni bir aşamaya geçmiş oldu. Türkiye’nin ulus inşasına başlaması ile Kürtler için yeni bir dönem başlamış oldu ve mecburi iskan var olan gerilimi tırmandırmaya ortam hazırladı.
Kürt siyasi örgütlenmesinin lideri Abdullah Öcalan ile ilgili ise spekülasyonlar, Kürt sorununun ana ana meselelerini oluşturuyor. Kürt halkının liderliğini üstlenmiş, Kürt halkı tarafından benimsenmiş olsa da Türk devletinden ve yabancı güç odaklarından aldığı iddia edilen destekler onu Kürt halkının bir lideri mi yoksa bu konu için kullanılmış bir mi yapmakta, karar vermek zor…
KAYNAKÇA
Baskın ORAN, Türk Dış Politikası Cilt I, II, 2001, İletişim Yayınları
Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 1995, İletişim Yayınları
Evren Balta PAKER, İsmet AKÇA, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, 2010, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Hasan CEMAL, Kürtler, 2010, Doğan Kitap
Stefanos YERASIMOS, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, 1994, İletişim Yayınları
Uğur MUMCU, Kürt Dosyası, 1993, Umag Vakfı Yayınları
ZEYNEP AYAS- GÜNEY YEŞİLDAĞ
mayıs 2013
#kürt#kürt sorunu#kürtsorunu#siyaset#tez#guneyyesildag#güneyyeşildağ#bitirmetezi#devlet#güvenlik#güvenlikpolitikası#politika#politics
0 notes
Text
Sırrı Süreyya Önder Anlatıyor - 4: "AKP gidici, çift joker çekse bile bu eli bitiremeyecek"
0 notes
Text
Sırrı Süreyya Önder Anlatıyor 2: "Davutoğlu'na 'Ergen imam hatipli kafasıyla çözülmez' dedim"
#ahmetdavutoğlu#akp#diyarbakır#gelecekpartisi#hdp#kemalgöktaş#kürt#kürtsorunu#kırık#kısadalga#qırıx#sinema#sırrısüreyyaönder#çözümsüreci
0 notes