#jenosit
Explore tagged Tumblr posts
Text
Tanış Bir Karşılaşma: 1915 Yeniden!
Bir dönüşüm içerisinde mutlak, kati, kesin yıkımın dönemeçleri arşınlanıyor. Gelmişi ile geçmişi ağır insanlık sınavlarıyla lebalep dolu bir sahnenin şimdisi ve geleceğinin de tüm o yıkımlarla bina olunmasına çaba sarf ediliyor. Demokrasi ağızlarından / nutuklarından hiç eksik edilmezken, her gün aralıksız zikredilirken hakikat cürmün ta kendisinin kılınır. Yenilenmiş ya da ismen yeni olarak anılan ülkede kötülüğün pratikleri birer ikişer gerçek kılınıyor. Bir dönüşüm hali içinde mutlak olagelen yıkım bir icraatmış gibi paylaştırılıyor. Tek bir gün huzur tek bir an olsun hürriyet, tek bir an olsun sulha yer bırakılıyor. Bütün o hallerin devamlılığında bir yarın bina edilmeye çalışılıyor ki her şey kapkara. Her an, her şekilde yönelimini kötülükten yana kuran bir devletli ahlaksızlığının yanında cürümlerle, o mutlak, kesin yıkımın dönemeçleri arşınlanıyor. Tekil değil hep ama her dem doğrudan icrasına devam olunan hamlelerle birlikte bir cürmün evreleri aşılıyor. Geleceksizliğini bir biçimde muhafaza ederken yolun sonunun hepten karanlığa çıkartıldığı bir düzlemin her anlamda faaliyeti gerçek kılınıyor. Yıkıcılık her yerde.
Fikrin, sözün ehemmiyeti yitirileli çok oluyor bu sahnede. Böyle afaki bir cürmün varlığı için çabalanan bir uzamda yıkımın dönemeçleri mutlak kati bir biçimde dönüşüm denilip durulurken var ediliyor. Bir gün bir vekil hedef kılınıyor. Salt, sırf o yıkımı var etmiş ola gelen resmi üniformayı işaret ettiği için. Evleri başa çalan, yaşam sahalarını alt üst ederek yıkımlara rehin eden / bilen bir anlayışın kırıma ulaşan tehdit ve yıldırı hallerine dikkati bildirdiği için demokratik bir ülke şiarını savunan zeminde kırmızı çizgiler yanıp söner. Ol şovenizme tutunmuş akılların, iktidarı sabah akşam eleştiren sözüm ona kurucu önderi takip eden akım / şahsiyetlerin gizlisi açığı derini düzü devletli katının ve her şeye hazırlıklı olan linç pratiğini içselleştirmiş olan bir güruhun tahayyülleriyle birlikte bir habis karabasan, bir kere daha kanıtlanmış olan suçlarla yüzleşme gailesi çöp kılınır. Asıl mesel değil hedefe konan vekilin meseli söz konusu edilerek konu bulandırılır. Bundan ala yıkım, bundan büyük bir hırsla bütünleşik bir yok sayma söz konusu mudur, sahiden de var mıdır? Kürd halkı başta olmak üzere, Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde yaşama çabası veren, Ezidi, Alevi, Süryani, Ermeni, Arap, Kıpti, Keldani vesair inanç ve kimlik guruplarına karşı doğrudan var edilmiş ayrıştırıcı suçları fark edemedikten sonra yüzüncü yıl kimi kapsar, kimin ülkesidir ki bu ülke?
Uzak öte değil asırdan uzunca bir zamandır bir düşman addedilen Ermeni kimliğinin tam da bir kere daha linçle buluşturulduğu şu geçtiğimiz günler de o keskin yıkımın her nasıl bir dönemeci var ettiğini bildirecektir. Sovyet Rusya’nın sayesinde esaret altında kalmış, Sumgayit pogromu ile sınanmış olagelen Artsakh Nagorno karabakh’a yönelik geçtiğimiz hafta Azeri devletinin var ettiği saldırılar sonrasında anakara Türkiye’de ortaya serilmiş o nefret edimi zaten yüzleşmekten kaçınılan yıkıcılığı tekrardan gündemin ortasına taşır. Nasıl olsa arkasında Rusya, Türkiye, İsrail, Avrupa Birliğinin ta kendisini bulamayan bir Ermeni kimliği söz konusuyken, Azerilerden yana taraf olunmayacaktır da kimden yana taraf olunsun değil mi? Mesele sadece o kısım değildir, bir toprak parçası üstünde hemen hemen bin beş yüz yıldır var edilen bir yaşam pratiğinin, otuz üç kusur yıllık bir çekişme, karşılıklı iki savaş sonrasında var edilen sürekli kan akıtan bir kısır döngüye rehineliğinin sorgulanması söz konusu edilmez. Stalin ve şürekasının 120 bin civarında Ermeni’yi geçmiş zaman tıkıp, sıkıştırdığı bir yurt bellemelerine vesile olduğu yerdeki haklarını göz ardı edip, o doksanlardaki gibi yeniden saldırganlığı savunan, toprağın yegane sahibi olduğuna inanılması salık verilen Azerbaycan’ın mimli çetecisi, sermayenin pezevengi Aliyev efendinin çıkarlarına göre yem edilmiş / bombalara esir kılınmış bir halka küfürler yağdırılır. Stepanakert kent merkezinden, Martakert’e, Martuni, Hadrut ve nice yere açık bir saldırı gerçekleştirilirken bunun otuz üç yılın bitmeyen kaçıncı rövanşı olduğu izahına girişilir. Despot bir rejimin eline ORusPutin eliyle itilen yalnızlaştırılan bir halkın imdatları buralarda kara mizah komedisi kılınır. Şiddetle övünenlerin pratikleri bütün o cürüm hemhal hallerle çürümüşlük artık bu sinemadadır.
Çürümüşlük dolu ülke gerçekliğini unutan, bir anda kenara çeken o yerli ve milli tayfa ile ırkçılığından zerre gocunmayan, bir yandan da kurucu önderlerinin yolunu takip ederken onun dediği gibi bu şerefli topraklarda tek bir Ermeni’nin hakkı yoktur, olmayacaktır bahsini yeniden dirilten bir akımın sunduğu şey o mutlak, keskin yıkımın bir başka evresidir. İnsani yıkım söz konusuymuş, çoluk çocuk dokuz ay aç kalmış, açlıkla sınanmış, mesel edilmez. Öteki olarak anılanı, ayrılıkçı nam işaretleme ile tanıtan ağzından salyalar saça duran sarayın ol soytarı medyasının ezberleriyle bir linç furyasıdır sürdürülür. 19 Eylül Salı öğlen saatlerinde açıklanan ateşkes durumuna (ki asla durmaz Azeri silahlı kuvvetleri) Artsakh’ta bir insanlık kırımı güncellenir. İnsanların alelacele bir yerlere sığınma telaşı, Stepanakert Havalimanında bekleşen binlerce insan ile gerçek bir imdat çığlığı var edilirken cürmü hep sahiplenmiş, en baştaki sözüm ona barış mimarı büyük ustanın ta kendisinin direktifi doğrultusunda şurada kalan kırk küsur bin Ermeni’ye de gün yüzü gösterilmez. Küfrün bir biçimde lincin, bir biçimde birilerine ev olabilmiş bir sahnenin başa göçertilmesi sorun edilmesin istenir. Bunlardan ala yüzsüzlük bu kadar afaki bir cürüm bütünleş hal mi vardır, bu kötülükler değilse o yıkımı anlatacak olan her ne izah edebilir ki sahi ama sahiden?
Artsakh (Karabağ) İnsan Hakları Savunuculuğu Ofisi'nin derlediği bilgiye göre, Azerbaycan'ın geniş çaplı saldırısı sonucu saat 21.30 (20 Eylül 2023) itibarıyla en az 200 kişi öldü, 400'den fazla kişi de yaralandı. Bir yanda baş amirin terörle müzakere olmaz bahsi, bir yanda yine baş amirin ezin geçin meyilli meramı. Bir yanda bir muğlak devletin tıpkı Türkiye gibi despotik bir yapının pençesine düşürülmek istenen, otuz sekiz haftadır bir biçimde o Bibi namussuzuna direnilen bir zeminde el altından satılan silahların gölgesi, Ermenistan’ı ülke olarak tanımayan tek ülkenin, ne tesadüftür roketatar üretip onu da Azeri devletine peşkeş çekebildiği bir zeminde bu haller kötülüğü aksettirmeye yeterli gelmezse ne gelebilecektir? Sonuç, Xocalı Kırımındaki Azeri kayıpları, Sumgayit pogromu sırasında katledilmiş olan Ermenileri onlarca kez kapsayan, aşan, ikinci savaşın ardından ortaya çıkan cerahatli bir yok ediş halinin tekrarı değilse nedir ki sahiden? Kesin ve kati yıkımın evreleri arasında günler geçirilirken istikametin kapkaranlığı Stepanakert, Martakert, Martuni, Hadrut, Berdzor’dan görünenler zaten her şeyi özetlerken hala mı anlam ihtiva etmez bütün o yıkım döngüsü. Konu Ermeni halkının yanı sıra, Azerbaycan için kullanışlı addedilen, her türden hakları gasp edilmiş Talişlerin de hakkaniyetini bildirip, Agop nasıl ölüme yollanıyorsa, Ali’nin de aynen ölümünün kabullenilmesini barındırır. Bunca cürmün ortasında onca sessizlik sayesinde bugün Artsakh, Dağlık Karabağ halkının geleceğinin muamma konulduğu bir soykırım masa üstünde bir hal ya da ihtimalden gerçeğin ta kendisine evirilir.
Binlerce yıldır var edilmiş olagelen bir yaşam temsilinin, Joseph Stalin eliyle bir devletin sınırları içerisinde Osetya, Acarya, Kabardey Balkar, Dağıstan, Çeçenya, Abhazya gibi Artsakh ya da güncel Nagorno Karabakh / Dağlık Karabağ’ın da terk edilmesinin cezalandırılması bir kere daha ölümlerle / yoksunlukla / sürekli artan bir ivmedeki ön yargılarla şekillendirilir. Üç yıl sonra, geçtiğimiz aylardaki küçük tefek tacizlerin yanında artık aleni ve yirmi dört saat içerisinde Beyaz Bayrağın dalgalandığı bir hızlandırılmış yok etme sürekliğine hiçbir biçimde hayata yer verilmeyen zeminde yıkımın dönemeçleri sonlanır mı sahiden? On binlerce insanın birden mülteci konumuna yükseldiği, bir anda Martuni, Martakert gibi sınır boylarında yer alan iki sinir ucundaki kentlerin tastamam delik deşik kılınmaya çalışıldığı, Stepanakert’in ortasında bir mezarlığın anbean kazılan yeni mezar yerleriyle büyüdüğü bir menzilde sabah akşam bir toprak parçası Azeri devletinin hükümranlığında olsa ne yazar, bir memleket daha elden gittikten sonra? Tümden yıkımın dönemeçlerinde ilerlenip durulurken, pan-türkist hamlelerin ardılı sıra bir sahadaki yıkıcılığı gerçekliğini korurken sahiden nereye varacaktır ki hayat her gün herkes için ölüm kapı eşiğinde bekletilirken?
Uluslararası Ceza Mahkemesi Eski Başsavcısı, Luis Moreno Ocampo’nun Washington Post’ta yayınlanan makalesindeki tahayyüller de mi bir şey anlatmamaktadır misal, hala! “Ocampo "Aliyev, Laçin Koridorunu kapatarak Dağlık Karabağ'ı 120.000 Ermeninin yaşadığı dev bir toplama kampına dönüştürdü" değerlendirmesinde bulundu.
"Bundan sonra ne olacak?" sorusuna yanıt arayan Ocampo şu görüşleri paylaştı:
"Dağlık Karabağ yetkililerinin teslim olmasının ardından uluslararası toplum Aliyev'e bölgedeki Ermeni vatandaşlarının tüm haklarını güvence altına alması çağrısında bulundu. Aliyev hükümeti etnik temizlik yapmayacağını söyledi ve "yeniden bütünleşmenin" bölgeye refah getireceğine dair dünyaya güvence verdi. Ancak daha önce yapılanlar göz önüne alındığında bu retorik boş bir konuşmadır. Azerbaycan'ın hedefleri Dağlık Karabağ sınırlarının ötesine geçiyor. Aliyev, 2010 yılından bu yana defalarca Ermenistan topraklarından 'Batı Azerbaycan"'olarak söz ederek, Ermenistan'ın tamamen yasadışı bir devlet olduğu yönündeki uzun süredir devam eden iddialarını yineledi."
Ocampo "Amerika Birleşik Devletleri bir yüzyılı aşkın süre bu konu hakkında sessiz kaldı ve bu sessizliğin acı sonuçları oldu. Geçen kış başlayan ve şimdi daha şiddetli bir aşamaya giren yeni soykırımın durdurulması için bugün Ermenilerin Biden dahil dünya liderlerine ihtiyaçları var."
Bir dönüşüm içerisinde mutlak, kati, kesin yıkımın dönemeçleri arşınlanıyor. Temel yaşam hakları, barınma ve beslenme gibi konuların toptan taca atıldığı, yaygın medyanın her Ermeni’yi, ister sınır içinde burada kalan, ister Artsakh, Nagorno Karabakh’da kalan isterse de bilfiil Azerilerin yeni icadı Batı Azerbaycan söylemine kurban edilmek istenen o Ermenistan’da olsun hayattan kazılmasının gerektiğine dair yorumlar varken hangi sorun tükenir, hangi yıkıma dur denilebilir ki? Xocalı kırımının onlarca katı insanın can verdiği, Bakü / Sumgayit pogromunun Ermeni kimliğini misal toptan Azerbaycan’dan silip attığı bir zeminde onca yaşanmışlık, toprağa düşen Ermeni’yi saymadan binlerce öz Azeri, Taliş vesair halktan olanın ölümlerini bilmeden, sayıları göz ardı edip, Turancılık hayalleriyle kime ne iyilik getirilebilecektir? Baş efendinin zıvanadan çıkmış gibi saydırıp döktürdüğü Artsakh Ermenilerine yönelik düşmanlaştırıcı tavır, açık aleni Ermeni kimliğine yönelik “çeteci”, “çapulcu” benzeri yakıştırmalarla şuralarda kapı komşunuz olanlar da dahi ötekileştirilirken kim sonlandıracaktır yıkımın parametrelerini nasıl?
Bırak Ermeni’yi bir kenara, Azerbaycan’da savaşa karşı çıktıkları için otuz gün gözetim / tutsak kılınan “Amrah Tahmazov, Nurlan Gahramanli, Afiaddin Mammadov, Nemat Abbasov, Emin Ibrahimov’da�� mı bir şeyler anlattırmaz. Halen mi anlaşılmaz. Yönelimin, bir gelecek tahayyülünün toptan çürümeye teslim edildiği zamanlardayız yine, yeniden. Modern ülkenin yeni yüzyılı derken 1915’in karanlığını bir kere daha imal ederek, aynı hattın üstünde yürüyerek bir yarın bina etmeye çalışılıyor. Ahlar biriktirmiş bir coğrafya, bir kere daha kanla, canla sınansın isteniyor. Küçük tefek, yoksun ama bir biçimde modern olanın kıyısında kendi ritmini yakalamış olan bir hayat imecesinin köküne kibrit suyu döküldü, dökülüyor. Amaras Manastırı gibi beşinci yüzyıldan bu yana varlığını sürdüren bir kalıt, yapıt, okulun, Ermeni dilini var eden Mesrop Maştots’un izlerini / var ettiği onca değeri kim sahiden talan edebilir ki? Böyle açık bir kırım / imha tahayyülü karşısında hayatı Türkçe, Ermenice savunamadıkça hiçbir yarın iyilik getirmeyecektir sahiden bunu anlıyor musunuz? Bu da sizlere bir şey ifade etmiyor mu...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Siranush SARGSYAN – From Shelters In Stepanakert 9/20/2023 – Associated Press
#arzihal#yıkım#yok etme politiği#sistematik#şiddet#devlet şiddeti#azınlık#ermeni#dağlık karabağ#artsakh#nagorno karabakh#biyopolitika#jenosit#çart#medz yeghern#stepanakert#martuni#martakert#hoku#ur eir asdvadc#xocali#demokrasi#azeri devleti#pragmatizm#kötülük#karanlık çağ#yeni yüzyıl#yol nereye?#barış
0 notes
Text
Üniversite’ye dair tevatür ve gerçek! - Fikret Başkaya
Tam bir Apertheid rejimi olan Siyonist İsrail’in Gazze’yi yok etmek üzere başlattığı katliam, kırım, jenosit, Batı Medeniyeti denilen kolonlyalist-emperyalist kampın seceresini hatırlatmış olmalıdır… Aslında Filistin’de, Gazze’de yaşananlar, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan jenositler, yok etmeler katliamlar, kırımlar, sömürgeleştirmeler… geleneğinin, , 2023’deki tezahürü… Velhasıl, ‘garp…
View On WordPress
0 notes
Text
Üniversite’ye dair tevatür ve gerçek!
Fikret Başkaya
Tam bir Apertheid rejimi olan Siyonist İsrail’in Gazze’yi yok etmek üzere başlattığı katliam, kırım, jenosit, Batı Medeniyeti denilen kolonlyalist-emperyalist kampın seceresini hatırlatmış olmalıdır… Aslında Filistin’de, Gazze’de yaşananlar, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan jenositler, yok etmeler katliamlar, kırımlar, sömürgeleştirmeler… geleneğinin, , 2023’deki tezahürü… Velhasıl, ‘garp cephesinde yeni bir şey yok…’’ Başta NATO bileşenleri olmak üzere, ‘kolektif emperyalizmin (Japonya, Avusturalya, Yeni Zelanda dahil) neden Siyonist rejimin arkasında mevzilendikleri şaşırtıcı değil. Zira Siyonist İsrail, Orta-Doğudaki Batıdır, emperyalizmdir… Siyonist İsrail bir ‘bölge devleti’ değildir…
Emperyalist Batı’nın ve bileşenlerinin İsrail’e sınırsız desteğini anlamak zor değil, lâkin dünyanın geri kalanının tavrını sorun etmek gerekiyor… Onca devletin yaşanan vahşet, işlenen insanlık suçu karşısında (birkaç istisna dışında) sessiz ve tepkisiz kalmaları nasıl açıklanabilir? Aslında dünyanın her yerindeki devletler halkları temsil etmiyor, yönetiyor, “terbiye ediyor”, “hizaya getiriyor”, oligarşik çıkarların bekçiliğini yapıyor… Gerçi devletlerin utanç verici tavrı böyle ama halklar için aynı şey söylenemez… Dünya’nın her yerinde, Doğu’da, Batı’da, Güney’de, kuzeyde halkların kahir ekseriyeti Filistin Halkı’nın haklı davasını sahiplendi… ABD’de bile Siyonist rejime destek %40’ı geçmiyor… Aslında bu durum, yönetenlerle yönetilenlerin ayrıştığının, devletlerin ‘meşruiyet temelinin’ aşınmakta olduğunun da bir işareti sayılabilir…
Başta üniversite gençliği olmak üzere, dünyanın her yerindeki genç kuşak, Gazze jenositi karşısında sessiz ve tepkisiz kalmadı… Bu arada o çok ünlü üniversitelerin yönetimleri de boş durmuyor… Filistin lehine tavır alan, bildiri yayınlayan, miting yapan, forumlar düzenleyen öğrencileri cezalandırmak üzere harekete geçtiler… Sadece öğrenciler değil, öğrencilerin eylemlerine mâni olmakta ‘yetersiz kalan’ rektörler, üniversite yöneticileri de topun ağzında… Birçokları istifaya zorlanıyor, istifa ettirilenler var… Siyonist rejim söz konusu olduğunda ‘ifade özgürlüğü’, gösteri yapma, itiraz etme özgürlüğü kolaylıkla yok sayılabiliyor…
Batı’da, özellikle de ABD’de özel üniversiteler çoğunluktur… Büyük kapitalistlerin fonlamasıyla ayakta kalıyorlar… Birçok sermaye gurubu, Gazze konusunda yeteri kadar “sert davranmayan” üniversitelere yaptıkları yardımı kesiyor veya kesmekle tehdit ediyor… Boşuna finanse eden yönetir denmemiştir…
Bidayette üniversiteler, tarıma dayalı egemenlik sistemini meşrulaştırma, kabullendirme işlevi görüyordu. Misyonları ideolojikti… Sanayi kapitalizmi çağında, sermayenin ihtiyacı olan ‘yetişkin işgücünü’ de yetiştirme işlevine koşuldular… Neoliberal küreselleşme çağında bunlara üçüncü bir ‘işlev’ daha eklendi… Artık üniversiteler diploma ticareti yapılan kapitalist işletmelere dönüşmekte… Zaten varlığı-yokluğu pek belli olmayan ‘bilim etiğinin’ esamesi bile okunmuyor…
Lâkin, misyonları ve varlık nedenleri sömürü düzenini meşrulaştırmak ve kabullendirmek olan üniversitelere dair tevatür başkadır… Üniversitelerin, her türlü düşüncenin serbeste, özgürce tartışıldığı, radikal düşüncenin filizlendiği, sınırsız tartışmanın yapıldığı, her zaman toplumun birkaç adım önünde olduğu, evrensel düşünce üreten, paradigma kıran, paradigma kuran bilim yuvaları olduğuna dair yaygın bir anlayış geçerlidir… Eğer üniversite (akademi) gerçekten tevatür edildiği olsaydı, dünya bugün böyle olur muydu? Yerlerde sürünür müydü? İnsanlık ve uygarlık yok oluşun eşiğine gelir miydi?
Aslında üniversitelerin misyonu ve varlık nedeni, verili egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmak ve kabullendirmektir… Üniversiteler Ölü bilgilerin depolandığı kurumlardır… Üniversite (akademi) bilgiyi kapıyor, üniversitenin duvarlarının arkasına saklıyor… Bilginin, ‘eleştirel düşüncenin’ halkla, toplumla buluşmasını engelliyor… Zaten dili de anlaşılmamak üzerinedir…
Üniversiteler böyledir ama ‘bilimsel bilginin niteliğinden ötürü’, çok sınırlı, istisna da olsa, gerçekten bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip üniversite üyeleri de her zaman vardır… Fakat onlar da belirli aralıklarla yapılan ‘temizlik operasyonlarıyla’ üniversiteden kovulurlar…
Türkiye’de şimdilerde bilgi ticarethanelerine dönüşmekte olan üniversitelerin asıl misyonu, resmî tarihi ve resmî ideolojiyi üretmek ve bekçiliğini yapmaktır… Tabii resmi ideolojinin kural olduğu yerde, eleştirel- bilimsel – radikal düşünceye yer yoktur… ‘Neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin adamları karar verdiğine göre… Aslında her şeyin, metalaştığı, paralılaştığı, şeyleştiği, nesneleştiği, özelleştirildiği, soysuzlaştığı durumda, kapısında üniversite yazılı kurumların bu sürecin dışında kalması mümkün olmazdı… Bilgi de metalaştı… Türkiye’deki üniversiteler Batı’dakilerin kötü kopyasıdır… Herhangi bir devlet kurumundan farksızdır… Hiçbir insanî, toplumsal, evrensel soruna dair söyleyecek sözü yoktur… İfade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, entellektüel yaratıcılığın iflah olmaz düşmanıdır…
Üniversiteler ‘uzman’ yetiştiren kurumlardır… Üniversite üyesi de ‘uzman yetiştiren uzmandır…’ Uzman, maddi sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesi hakkında fikir-bilgi sahibidir ama ‘bütünden habersizdir’, ağacı görür de ormanı görmez… … Oysa geçek bütündedir, hakikat bütündedir… Egemenler uzmanı boşuna yüceltmez, baş tacı yapmaz… Elbette bunu söylemek ‘herkes her şeyi bilmeli’ demek değildir… Zaten öyle bir şey mümkün de değildir… Bununla söylenmek istenen, sınırlı bilginin ‘sınırını’ hatırlatmaktır…
O halde ne yapmak gerekiyor? Aslında yapılması gereken bir sır değil. Bilimsel bilgiyi, özgür, eleştirel, yaratıcı düşünceyi devlet/sermaye ikizinin tasallutundan kurtarmak… Aksi halde bilginin bir sömürü ve egemenlik aracı olmasının önüne geçilemez…
İrade sahibi insanların bir araya gelerek, kendi eğitim kurumlarını, okullarını, üniversitelerini, enstitülerini, araştırma/tartışma mekanlarını, entellektüellerini yaratmaya bir engel var mı? Ellerimiz daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?
Velhasıl, bilimin ve entelektüel yaratıcılığın artık emperyalist sermayenin, komprador burjuvazinin bilgi tacirlerinin ve “neoliberal aydın” bozuntularının sultasından kurtarılmaya ihtiyacı var…
0 notes
Text
MEDENİYET TARİHİ VE YAHUDİLER
Tarihte geriye doğru bir yolculuk yaptığımızda, Yahudiler insanlık medeniyetine, Bilim, Kültür, Ekonomi, Teknoloji ve Politik alanda katkı sağlamış, sayısız tarihi kişilikler armağan etmişler.
Sadece son iki yüzyılı şöyle bir hatırlarsak; Karl Marx, Sigmund Freud, Wilhelm Reich, Albert Einstein, Marc Chagall, Amadeo Modigliani, Sarah Bernhard, Woody Allen ve Henry Kissinger ve daha buraya sığması mümkün olmayan uzun bir isim listesi çıkar.
Tarihte Yahudilerin ne kadar zor şartlarda yaşadıklarını düşündüğümüzde ve maruz bırakıldıkları jenosit ve vahşetlere rağmen bir yüzyıl içinde yaşamın her alanında 196 Nobel Ödülü almalarının ne kadar anlamlı olduğu anlaşılacaktır.
İnsanlık tarihi açısından düşündüğümüzde bugün içinde yaşadığımız medeniyetlerin önemli bir kısmını bu inanılmaz halka (Yahudilere ) borçlu olduğumuzu ve fizikten müziğe ,heykelden mimariye, Resimden fotoğrafa, sinemadan edebiyata. …
Edebiyat kelimelerle yapılan bir güzel sanattır. Nazım ve nesir yolundaki bütün eserler bu sanata girer. Yaşamımıza damga vuran her şeyde onların izlerini görürüz. Buna rağmen Avrupa medeniyeti yüzyıllardır akla, hayale gelmeyecek vahşi yöntemlerle Yahudi ulusunu yok etmek için geçmişte olduğu gibi günümüzde de üstün çaba sarf etmektedir.
Yahudiler gaz odaları, fırınlar, cinsel tecavüzler, yağmalar, kırımlar,” Tıbbi Deneyler” e maruz bırakıldılar. Avrupa “medeniyeti ‘’bu kadim halka yeri geldiğinde halk adına, yeri geldiğinde Allah veya Tanrı adına, yeri geldiğinde ideolojiler adına sonsuz bahanelerle hiçbir din ve ahlakta yeri olmayan vahşetleri onlara layık gördü.
Neden?
Yahudiler İnsanlığa ne kötülük yapmış ki? Neden kendilerine bu insanlık dışı ve şeytanın bile aklına gelmeyecek lanet uygulamalar layık görülüyor?
Holokost !
Milyonlarca Yahudi bu uğurda canını kaybederken, inanılmaz engelleri aşarak dünyanın bir köşesinde mutlu ve barış içinde yaşamak için bir vatana kavuştular. Ama o satın alarak geldikleri kendi topraklarına dönen Yahudi Ulusu asla hayal ettiği o barışa devlet kurmasına rağmen kavuşamadılar. Bu ebedi cefa sadece kurdukları devletin komşuları yüzünden değil, aksine Avrupalı “medeni” ülkelerin bu ulusu tamamen yok edememiş olmalarını içlerine sindirememeleridir. Yahudilerin affedilemeyen suçu kırım vahşetinden sonra her şeye rağmen hayatta kalanların yaşama azmi ve özgür bir vatan hayali midir? Bu günah mıdır, Avrupalı Medeniyetinin affedemediği?
Bu ulus kendi ülkesinin içindeki kutsal bildiği bir şehri kendi özgür vatanının başkenti ilan ediyor ve ne kerametse bütün dünya ayağa kalkıyor? Çin’den Yemen’e, Fransa’dan İngiltere’ye kadar…
Yahudiler tarihte Kudüs’ü kanları ve canlarıyla inşa etmediler mi? Kudüs onların Peygamberi Hz. Süleyman ve Hz. Davud’un toprağı değil miydi. Kudüs’ü başkent olarak görme ve yaşamaları onların en doğal hakkı değil midir?
Peki, o çok medeni Fransa’nın tutumuna ne demeli? Paris niye Fransa’nın başkenti diyeni hiç duydunuz mu? Tarih Fransa’nın bu tutumunu af etmeyecek. Fransa’nın derdi ne? Neden Yahudilerin kendi başkentlerini seçmesine karşılar? İnsanlığı, hakkı, hukuku Türkiye ve Arap ülkelerindeki çıkarlarına mı takas ediyorlar? Bu değilse öyleyse nedir?
Peki, İngiltere, Hitler’in vahşetinden kaçan Yahudilere karşı uyguladıkları insanlık dışı şiddetini ne çabuk unuttu? Tabi Yahudilerin petrolleri yok ki hatırlasınlar! Prens Charles zengin Arap şeyhleriyle kılıç dansına da kalkabilir, boşandığı eşi Diana’nın bir Arapla yatıp kalkmasını da görmezden gelebilir. Ancak Kudüs Yahudilerin başkenti olamaz? Bu İngiliz devletine niye ters gelir? Yine menfaat mi?
Dünyadaki çoğu politikacı “Barış ve Adalet” için değil, sadece kendi ve onları sahneye sürenlerin çıkarlarını ön planda tutan hayvani bir içgüdüsel yaklaşımla insanlığa hep yük oldular.
Yine de bir şeyi unutuyorlar, gerçekleri! O gerçek de bugün sahip olduğumuz Avrupa medeniyetinin önemli bir kısmını Yahudilere borçlu olduğumuz. Ama vefanın ne olduğunu bilmeyene bunu hatırlatmanın ne anlamı var ki?
Tarihte geriye doğru bir yolculuk yaptığımızda, Yahudiler insanlık medeniyetine, Bilim, Kültür, Ekonomi, Teknoloji ve Politik alanda katkı sağlamış, sayısız tarihi kişilikler armağan etmişler.
Sadece son iki yüzyılı şöyle bir hatırlarsak; Karl Marx, Sigmund Freud, Wilhelm Reich, Albert Einstein, Marc Chagall, Amadeo Modigliani, Sarah Bernhard, Woody Allen ve Henry Kissinger ve daha buraya sığması mümkün olmayan uzun bir isim listesi çıkar.
Tarihte Yahudilerin ne kadar zor şartlarda yaşadıklarını düşündüğümüzde ve maruz bırakıldıkları jenosit ve vahşetlere rağmen bir yüzyıl içinde yaşamın her alanında 196 Nobel Ödülü almalarının ne kadar anlamlı olduğu anlaşılacaktır.
İnsanlık tarihi açısından düşündüğümüzde bugün içinde yaşadığımız medeniyetlerin önemli bir kısmını bu inanılmaz halka (Yahudilere ) borçlu olduğumuzu ve fizikten müziğe ,heykelden mimariye, Resimden fotoğrafa, sinemadan edebiyata. …
Edebiyat kelimelerle yapılan bir güzel sanattır. Nazım ve nesir yolundaki bütün eserler bu sanata girer. Yaşamımıza damga vuran her şeyde onların izlerini görürüz. Buna rağmen Avrupa medeniyeti yüzyıllardır akla, hayale gelmeyecek vahşi yöntemlerle Yahudi ulusunu yok etmek için geçmişte olduğu gibi günümüzde de üstün çaba sarf etmektedir.
Yahudiler gaz odaları, fırınlar, cinsel tecavüzler, yağmalar, kırımlar,” Tıbbi Deneyler” e maruz bırakıldılar. Avrupa “medeniyeti ‘’bu kadim halka yeri geldiğinde halk adına, yeri geldiğinde Allah veya Tanrı adına, yeri geldiğinde ideolojiler adına sonsuz bahanelerle hiçbir din ve ahlakta yeri olmayan vahşetleri onlara layık gördü.
Neden?
Yahudiler İnsanlığa ne kötülük yapmış ki? Neden kendilerine bu insanlık dışı ve şeytanın bile aklına gelmeyecek lanet uygulamalar layık görülüyor?
Holokost !
Milyonlarca Yahudi bu uğurda canını kaybederken, inanılmaz engelleri aşarak dünyanın bir köşesinde mutlu ve barış içinde yaşamak için bir vatana kavuştular. Ama o satın alarak geldikleri kendi topraklarına dönen Yahudi Ulusu asla hayal ettiği o barışa devlet kurmasına rağmen kavuşamadılar. Bu ebedi cefa sadece kurdukları devletin komşuları yüzünden değil, aksine Avrupalı “medeni” ülkelerin bu ulusu tamamen yok edememiş olmalarını içlerine sindirememeleridir. Yahudilerin affedilemeyen suçu kırım vahşetinden sonra her şeye rağmen hayatta kalanların yaşama azmi ve özgür bir vatan hayali midir? Bu günah mıdır, Avrupalı Medeniyetinin affedemediği?
Bu ulus kendi ülkesinin içindeki kutsal bildiği bir şehri kendi özgür vatanının başkenti ilan ediyor ve ne kerametse bütün dünya ayağa kalkıyor? Çin’den Yemen’e, Fransa’dan İngiltere’ye kadar…
Yahudiler tarihte Kudüs’ü kanları ve canlarıyla inşa etmediler mi? Kudüs onların Peygamberi Hz. Süleyman ve Hz. Davud’un toprağı değil miydi. Kudüs’ü başkent olarak görme ve yaşamaları onların en doğal hakkı değil midir?
Peki, o çok medeni Fransa’nın tutumuna ne demeli? Paris niye Fransa’nın başkenti diyeni hiç duydunuz mu? Tarih Fransa’nın bu tutumunu af etmeyecek. Fransa’nın derdi ne? Neden Yahudilerin kendi başkentlerini seçmesine karşılar? İnsanlığı, hakkı, hukuku Türkiye ve Arap ülkelerindeki çıkarlarına mı takas ediyorlar? Bu değilse öyleyse nedir?
Peki, İngiltere, Hitler’in vahşetinden kaçan Yahudilere karşı uyguladıkları insanlık dışı şiddetini ne çabuk unuttu? Tabi Yahudilerin petrolleri yok ki hatırlasınlar! Prens Charles zengin Arap şeyhleriyle kılıç dansına da kalkabilir, boşandığı eşi Diana’nın bir Arapla yatıp kalkmasını da görmezden gelebilir. Ancak Kudüs Yahudilerin başkenti olamaz? Bu İngiliz devletine niye ters gelir? Yine menfaat mi?
Dünyadaki çoğu politikacı “Barış ve Adalet” için değil, sadece kendi ve onları sahneye sürenlerin çıkarlarını ön planda tutan hayvani bir içgüdüsel yaklaşımla insanlığa hep yük oldular.
Yine de bir şeyi unutuyorlar, gerçekleri! O gerçek de bugün sahip olduğumuz Avrupa medeniyetinin önemli bir kısmını Yahudilere borçlu olduğumuz. Ama vefanın ne olduğunu bilmeyene bunu hatırlatmanın ne anlamı var ki?
0 notes
Note
🍍🌶: ur url is rly cool + ur super super sweet!
pineapple🍍: we never talk but i care about you
jalapeño 🌶: tell me something not on this list
oh geez THANK YOU SARAH for being the one and only most trusted nct fansite THE jenosite……. i always believe in u and also love u very much
fruit salad yummy yummy
0 notes
Text
Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı Kitabı pdf indir pdf indir
Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı 1943’deki “Otuz üç Kurşun” olayı ile 28 Aralık 2011’deki Roboski Katliam’ı benzer olaylardır.
II. Dünya Savaşı sırasında, 1941 yılında, Batı İran’ın güney kesimleri İngiltere tarafından, kuzey kesimleri Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmişti.
Sovyet işgal bölgesinde, Mehabad yörelerinde, Kürdistan’da bir milli hareket filizlenmeye başlamıştı. Günden güne artan bu milli hareket, Kürdlerin moralini güçlendiriyordu. Özalp tarafında oturan Kürdler de Doğu Kürdistan’a geçişler yapıyorlardı. Özalp, Başkale vs. ‘Batı Yakası’ndaki Kürdistanlılar etkilenmesin diye böylesi bir, “Otuz üç Kurşun” ya da Geliyê Sapo katliamı ile Kürdlere ‘haddini bildirmek’ anlayışı yaşama geçirilmişti.
Roboski katliamında da benzer bir süreç yaşandı. Buralarda da sınır aşiretleri, akrabaları bölünmüştü. Buna rağmen, akrabalar, aileler arasında ilişkiler yoğun bir şekilde sürüyordu. Roboski köylüleri, Güney Kürdistan ile ticaret yapıyor ve bulundukları konumları itibarı ile sınırdaki karakolların bilgisi, görgüsü dâhilinde, gidip geliyorlardı. Bu köylülerin Güney Kürdistan’daki gelişmelerden daha çok etkilendiklerini gösteriyordu. 34 Kürd köylüsünün bombalanması aslında, sınırdaki Kürdlere verilmek istenen bir mesaj oluyordu.
1990’larda, özellikle Profesör Tansu Çiller’in Başbakan olduğu yıllarda, üç bin civarında “faili meçhul” denen cinayet gerçekleşmişti. Bu cinayetlerin faillerinin “derin devlet” olduğu, “derin devletin” kendisi olduğu artık yakından bilinmektedir. Balyoz, Ergenekon vs. soruşturmaları, bu konularla ilgili açılan davalar, askeri vesayetin geriletilmesi, elbette çok önemlidir. Davalar, darbe teşebbüsü nedeniyle açılmaktadır. Fakat aynı anlayışın, Kürd bölgelerinde gerçekleştirdiği cinayetlerin gündeme getirilmemesi çok büyük olumsuzluklar içermektedir.
“ Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı / Otuz Üç Kurşun” diye hafızalarda yer edinen katliamlar, Yakın Doğu coğrafyasında, Kürdistan’da işlenen katliamlardan biridir. Bu katliam, sürece yayılan jenosit olgu ve uygulamalardandır. Bu olgu ve uygulamaların tarih bilinci açısından sorgulanması, canlı tutulması, tartışılması, aktüel kılınması önemlidir.
“Faili meçhul” denen cinayetlere gereksinim duymak, Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin çok önemli bir özelliğidir. Devletin, hükümetin, Kürdleri, Kürd sorununu algılamasında, en önemli olgu, bu süreçtir. Bunun da bilimin, siyasetin kavramlarıyla incelenmesi, açıklanması gerekir!
1978 yılının Mart ayında, basıma hazır hale getirilen bu kitap, tüm canlılığını 2013 Mart’ında da korumaktadır.
Kritik edilmesi dileğiyle, İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla!..
Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı Kitabı pdf indir pdf indir oku
#Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı kitabı pdf indir#Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı pdf oku#Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı ücretsiz indir#Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı ücretsiz pdf indir#İnceleme-Araştırma
0 notes
Text
‘Enfal jenosit olarak kabul edilmeli’
Enfal katliamının 29’uncu yıldönümü dolayısıyla açıklama yapan Tevgera Azadi, Enfal’ın jenosit olarak kabul edilmesini istedi. http://ift.tt/2oGevgr
0 notes
Photo
13.90 TL. Kapıda ödeyebilirsiniz. Bu kitap, Alman faşizminin insanlığa karşı suçlarının en vahşilerinden birini işlediği Ege'de bir adayı ve oradaki esirleri anlatıyor. Nazi orduları Yunanistan'ı işgal ettiklerinde diğer ülkelerde yaptıklarını tekrarladılar. Komünistleri, yurtseverleri ve Yahudileri kamplara toplayıp çeşitli biçimlerde imha ettiler. Haydari Kampı da bunlardan biri fakat o diğerlerinden farklı olarak Merlin işkence hanelerden direniş destanı yazanların rehin tutulduğu bir kamp. Bir laboratuar; Yunan halkına, nihayetinde insanlığa boyun eğdirme, teslim alma, kişisel ve ulusal özelliklerini yok etme, sınıf ve insan bilinçlerini dumura uğratma deneylerinin yapıldığı yer. Haydari Kampı'nda daha ilk günden teslimiyet kadar direniş de var olur tıpkı Merlin Sokağı'nda olduğu gibi. Tüm insanlık adına tüm Yunan, Sovyet, Alman ve diğer dünya halkları adına 226'lık bir müfreze direnir burada. #kitap #pirtuk#pirtûk #pirtûkxane #nazî #naziler #hitler #faşizm #merlin #komünist #ordu #komünistler #sovyet #yunan #insanlık #katliam #jenosit #haydarikampı Sipariş vermek isteyenler dm den mesaj atabilir veya www.moristan.com mağazamızı ziyaret edebilir. Whatshapp : 0532 171 3627
#jenosit#merlin#haydarikampı#faşizm#insanlık#sovyet#naziler#komünist#komünistler#katliam#pirtuk#ordu#kitap#nazî#yunan#pirtûkxane#hitler#pirtûk
0 notes
Text
Sesli Meram #179 - Karşı Radyo (04.05.2021)
"Birbirini duyamayanların, göremeyenlerin, hissetmeyenlerin ol yaraları anlamaları, birbirinde sözü tamamlamalarına imkan ya da ihtimal var mıdır? Tükeniş zembereğinden boşalırcasına güncellenirken, fıtrat kılınmış kötülük artık bir iktidar haline dönüşmüşken, öyleyken ama böyleyken, gidişat nice olur? Çete reisleri def edilmiş buyururken, dün ortak acıdan bahseden bir şahsiyet, ortada olan ve hakikatteki ol zamanın devletinin bel kemiğini oluşturan düşün, siyaset insanları ile gündelik hayatların çalındığı bir karanlık ile yüzleşmek ne zaman mümkün olur? Yalıtılmışlık, 24 Nisan’dan bu yana aralıksız güncellenen nefret siyaseti bunca capcanlıyken, kim fark edecektir tüm o “güvercin tedirginliğini” sahiden kim görecektir, yarayı? Meram eylediğimizdir."
podcast image credit: hey kid xx ornella mazzola xx artpil
https://archive.org/details/karsi-radyo-sesli-meram-04-mayis-2021
#archive.org#söz hakkı#seslimeram#karşı radyo#anlama#sözler#ermeni#jenosit#medz yeghern#ermeni102#garo paylan#acılar#acımasız#zaman#yıkım#çürüme#ne olacak#pandemi#covid19#ekonomi#nereye dönüyoruz#quo vadis#yalıtım#nefret#ayrım#podcast#drum and bass#dubstep#experimental#radyo
0 notes
Text
Türkiye Sol Hareketinin Soykırımlara Bakışı
Soykırım ya da jenosit kavramı 1944’te Polonya Yahudi’si bir hukukçu olan Raphael Lemkin tarafından Yunanca “ırk”, “soy” anlamına gelen “génos” ile Fransızcaya Latince “katletmek” anlamına gelen "cidium" kökünden geçmiş "cide" sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Lemkin “Jenosit konusuna nasıl geldiniz?” sorusuna cevaben “Jenosit ile ilgilenmeye başladım, çünkü birçok kez gerçekleşti. Önce Ermenilerin başına geldi, ardından da Hitler harekete geçti” diye cevap verir. 1944’te Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Lemkin’in en önemli çalışması olan, “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletleri’nin Yönetimi” adlı eserinde 2. Paylaşım Savaşı sırasında Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilmiş ülkelerdeki Alman yönetiminin soykırım terimi eşliğinde geniş bir hukuki analizini içeriyordu.
Lemkin’in “uluslararası yasaların ihlali olarak soykırım” fikri uluslararası kamuoyu tarafından yaygınlıkla kabul edildi ve Nürnberg Mahkemeleri’nin hukuki temelini oluşturdu. 1943’te Lemkin soykırımı şu şekilde tanımlıyordu:
“Genel anlamda konuşursak, soykırımı, milletin tüm üyelerinin kitlesel kırımlarla yok edildiği durumlar hariç, bir milletin anında yok edilmesi anlamına gelmek zorunda değil. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle grubun elzem yaşam kaynaklarının yok edilmesi amacını taşıyan çeşitli hareketlerden oluşan örgütlü bir planı ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dâhil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir.”
Soykırım tanımının 2. Paylaşım Savaşı sonrası ortaya çıktığını ve UCM (Uluslararası Ceza Mahkemesi), BM Güvenlik Konseyi gibi kuruluşlarca kabul gördüğünü, çeşitli sözleşmeler ve mahkemeler, mekanizmalar oluşturulduğunu görüyoruz. Bu konuda öyle ya da böyle bir hukuk oluştuğu da anlaşılıyor. Ancak tüm bu sözleşmelerde sık sık geçen uluslar arası toplumun ya da devletlerin çıkarları vurgusundaki toplum ve devlet işin püf noktasını oluşturuyor. Toplum ya da uluslararası toplum sözcükleri ilk bakışta geniş kitleleri ifade ediyor gibi gözükmesine rağmen -ki bu dahi muğlâk bir ifadedir- anlamı hiç de böyle değildir. “Uluslararası toplum”, ilk kez İkinci Dünya Savaşı sonrasında Herbert Butterfield, Martin Wight ve Hedley Bull’un kurucuları olarak kabul edildiği, ‘İngiliz Okulu’nun ortaya attığı bir kavramdır. Özetle uluslararası toplum, ortak kültür, çıkarlar, normlar, kurumlar ve hukuk vasıtasıyla devletlerarası işbirliğini ifade eder. Dolayısıyla bu kavramda geçen toplumun içinde emekçi kitleler, ezilen uluslar, kadınlar yoktur. Uluslararası toplum tam tersine bu kesimleri sömüren, baskı altına alan, yok sayan ulusal ve uluslararası tekelleri ifade eder.
Dünyadaki ekonomik ve siyasi ilişkilerin bize gösterdiği şudur ki, uluslararası tekellerin çıkarları dünya hukukun temelidir. Ve bu temel aynı zamanda Birleşmiş Milletler gibi bir örgütün de kuruluş gerekçesidir. Uluslararası tekellerin çıkarını zedeleyebilecek bir yargılama olamayacak ise bütün bu yazılan çizilen şaşalı, akademik, hukuki sözler hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Üstelik tüm bu tanımlar, sözleşmeler, mahkemeler geçmişle değil, gelecekle ilgilidir. Bizim konumuz ise geçmişle; yüzyıl öncesi ile ilgilidir.
Resmi tarih
Peki, yüz yıl önce yaşanmış olayların, katliamların, soykırımların tartışılması bugün bize ne kazandıracaktır?
Geçmişte yaşanmış haksızlıklar ve adaletsizlikler eğer ortadan kaldırılmamış, cezalandırılmamış ise bugün yaşanan haksızlık ve adaletsizliklerin de sebebidir. Bu nedenle geçmişte yaşanmış katliamların, soykırımların tartışılması önemlidir.
1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyada pek eşi benzeri olmayan bir kuruluş sürecine ve sonrasında yeniden yazılmış bir resmi tarihe sahiptir. Resmi tarih anlatımı yalanlar üzerine kurgulanmış bir tarih anlatımıdır. 1928 yılında alfabenin değiştirilmesi ile birlikte ileriki yıllarda eski belgelerin okunabilmesi doğal olarak sadece uzmanlığı olan kişilerle sınırlıdır. Böylelikle yalanların deşifre edilebilmesi de zorlaşmıştır.
20. yüzyılın başında, ezilen ulusların kanlarını döküp, canlarını ve mallarını alarak kurulan, sınırları da kendisi de meşru olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin, toplumun tüm kesimlerine on yıllardır anlattığı resmî tarih baştan aşağıya yalandır.
Resmi tarihin yalanlarıyla adeta yok sayılan Ermeniler, Süryaniler, Rumlar ve onlara yönelik soykırım büyük bir ‘ustalıkla’ yüzyıl boyunca gizlenmiştir. Aynı durum Kürtler için de geçerlidir. On yıl öncesine kadar Kürtlerin varlığını inkâr eden Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlerin on yıllardır yürüttükleri mücadele ve ödedikleri bedeller sayesinde bu topraklarda yaşadıklarını, kimliklerini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak bu durumun tek sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti resmi tarihi değildir.
Hıristiyan uluslara yönelik soykırım
Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onun resmi ideolojisinin başından itibaren reddettiği 20. yüzyılın ilk soykırımı olan Hıristiyan inancından uluslara yönelik (Ermeni-Süryani-Rum) soykırım, tarihçiler ve konuyla ilgili bilim çevrelerince değerlendirilirken bazı önemli eksikliklere, hatalara düşülmektedir. En önemlisi de cumhuriyet tarihi boyunca kendini sol, sosyalist olarak tanımlayan çeşitli muhalif örgütlenmelerin konuya duyarsızlığı ya da resmi tarih tezlerinin savunuculuğunu yapmalarıdır.
20. yüzyılın başında yeryüzünün en büyük cinayetlerine tanık olduk. Aslında 1894’te Abdülhamit’in Ermenilere yönelik katliamlarıyla başlayan süreç, 1915’te kısa bir süre içinde tehcirler ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın katliamları sonucu 1,5 milyon Ermeni’nin ölümüyle sonuçlandı. Ancak katliamlar sadece Ermenilerle sınırlı değildi. Aynı anda Asurî-Süryani 250 binin üzerinde insan da canını kaybetmiş, Pontos’ta ise 150 bin Rum öldürülmüştü. Rumlara yönelik tehcirler ise daha 1911 yılında başlamıştı. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla birlikte Pontos’ta cinayetler bir ulusu toptan imhayı içermiş ve toplam 353 bin Pontoslu Rum soykırımına uğratılmıştı. Yunan ordusunun geriletildiği süreçte ise 800 bin Küçük Asyalı Rum kaybolmuştu.
1923 yılında Lozan’da imzalanan Mübadele Anlaşması ile de 1 milyon 250 bin Hıristiyan Rum, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürgün edilmişti. Mağdurlar cephesinden baktığımızda bu süreçler birbirinden ayrı olarak ele alınır. Ermeni Soykırımı, Asuri-Süryani Soykırımı, Pontos Rum Soykırımı, Küçük Asya Rum Soykırımı gibi. Bu anlaşılır bir durumdur; herkes yaşadığı zulmü, haksızlığı dile getirmekte, adalet aramaktadır.
Oysa bu değişik uluslara yönelik 1894’te başlayıp 1923 yılında sonuçlanacak olan yok etme girişimi bir merkezi politikanın sonucudur. Üstelik Hıristiyan inancından ulusları hedefleyen bu yok etme, cumhuriyetin kurulması ile birlikte Türk olmayan diğer Müslüman inancından ulusları, diğer mezhepleri de kapsayarak günümüze kadar devam edecektir.
İnkâr
Türkiye Cumhuriyeti devleti yüzyıldır soykırımı inkâr ediyor. Ancak inkâr, sadece "Soykırım olmamıştır" diye direkt ret etmek değildir. Kimi zaman "Düşmanla işbirliği içindeydiler, dış güçlerin maşasıydılar" denilerek işlenen cinayetler meşrulaştırılmaya çalışılmış kimi zaman da "bir grup eşkıyanın" işledikleri suçlardan dolayı cezalandırıldığı savunularak soykırım inkâr edilmiştir.
Bazı araştırmacı ve akademisyen çevrelerin tarihsel süreçleri ele alırken gözden kaçırdıkları ya da bilinçli olarak yaptığı bir şey vardır ki o da İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) süreci ile Kemalistlerin iktidar oldukları süreçleri birbirinden ayrı ele almalarıdır. Böyle bir ele alış ne gibi bir sonuç doğurmaktadır peki?
Ermeni Soykırımı’ndan sorumlu olanları İTC olarak görür, böylece Türkiye Cumhuriyeti devletini ya da Kemalistleri karşınıza almamış olursunuz. Öyle ya tarihsel olarak Ermeni Soykırımı “Cumhuriyet” öncesinde yaşanmıştır.
1915 Ermeni Soykırımı, Osmanlı İmparatorluğu dönemine denk düşmektedir ve iktidar olan İTC’dir. Süryanilere yönelik katliamlar da yine bu dönemde başlamıştır. Bu durum, Kemalistler açısından, “Bizden önce yaşandı bunlar” biçiminde bir savunu şansı doğurur. Zaten Kemalistler, 1930’lu yıllardan sonra yazmaya başladıkları yeni resmi tarihlerinde İTC ile ilgileri olmadığını, hatta onlarla sürekli bir çatışma içinde olduklarını iddia ederler.
1908-1918 arasındaki İTC iktidarı sürecinde yaşananlar ile 1918 sonrasındaki Kemalist iktidar sürecinde yaşananlar birbirinden ayrı ele alınmaktadır, ki bu yaklaşım resmi tarihçilerce soykırımı bizzat Mustafa Kemal’in ağzından “…eski Jön Türk Partisi artıkları, kitleler halinde, evlerinden/yurtlarından acımasızca sürülen ve katledilen milyonlarca Hıristiyan tebaamızın hayatlarından sorumludurlar…” sözleriyle benimsenmiş; olan biten Osmanlı’nın (İTC’nin) suçu olarak değerlendirilmiş, cumhuriyetin kurucularının bu soykırımdan sorumlu olmadığı vurgulanmıştır.
Oysa durum bunun tam tersidir; bir kere Kemalist kadroların hemen tümü eski İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarıdır. İTC ile hiçbir ideolojik farklılıkları olmadığı gibi, onların başlattığı projeyi, Kemalistler devam ettirmişler; Ermeniler ve Süryanilerden sonra
Rumlara yönelik Pontos’ta ve Küçük Asya’da daha organize bir soykırım planını hayata geçirmişlerdir.
Yani Müslüman inancından olmayan ulusların imhasının ardından Kızılbaş Alevilere ve Kürtlere yönelerek, Kürdistan’ı kana bulamışlardır.
Bazı araştırmacı ve akademisyen çevrelerin bu iki dönemi birbirinden ayıran hatalı bakış açılarına rağmen genel olarak Türkiye Cumhuriyeti devleti resmi tarihçileri ve resmi ideolojisi her iki dönemde yaşanmış bu soykırımı inkâr etmeye devam ediyorlar.
1919 yılından sonraki sürecin, iki cepheyle sınırlı Türk-Yunan savaşının bir "bağımsızlık/ulusal kurtuluş" mücadelesi olarak değerlendirilmesi de ikinci önemli hatadır, ki bu değerlendirme 1918’den sonraki Mustafa Kemal’in öncülüğündeki dönemde devam eden soykırıma; o dönem yaşanan sürgün ve katliamlara meşruiyet sağlamaktadır. Bir yandan "emperyalizme karşı bağımsızlık" iddiasıyla mücadele yürütülürken "isyancılar" Kemalistlerce "vatan haini" ilan edilmiş ve katledilmeleri haklı gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu ikinci değerlendirme, İTC’nin devamı olan Kemalistleri, onlardan ayırmaya ve "ülkeleri işgal altından olan" Kemalistleri haklı gösterme çabasından başka bir şey değildir. Böylece Pontos’ta 353 bin Rum’un katledilmesi ve kalanların da Türkleştirilip Müslümanlaştırılması ile sonuçlanan soykırım görmezden gelinmiştir.
Sol Hareketin Sınırları
Genel olarak yaşanan coğrafyayı Türkiye ya da ‘Anadolu’ diye tarif eden Türkiye sol hareketi sınıfsız ve sınırsız bir dünya için mücadele ettiğini propaganda eder. Ama birçok sol, sosyalist örgüt kendisini Türk, Türkiye sözcükleriyle başlayan isimlerle anarken mücadele alanı ise sınırsız değil, sınırlıdır. O sınır 28 Ocak 1920’de İstanbul’da son toplantısını yapan Meclisi-Mebusan’ın o gün kabul edip, 17 Şubat 1920’de duyurduğu Misak-ı Milli sınırlarıdır.
Bu sınırlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin diğer bir deyimle burjuvazinin belirlediği sınırlardır. Ancak cumhuriyetin kuruluşu öncesinde bu sınırların dışında yer alan bir çok bölgede bugünkü sınırlar içerisinde yaşayan çeşitli uluslarla ortak geçmişe, aynı etnik kimliğe ve inanca sahip olanlar genel olarak Türkiye sol hareketinin önemli bir bölümünün mücadele alanı dışındadır. Kürdistan, Lazistan, Ermenistan gibi parçalı ülkelerin sadece Misak- Milli sınırları içinde yer alan insanları için mücadele yürütülürken bu ulusal kimliklerin ayrı örgütlenmelerine de sıcak bakılmaz. Yürütülecek mücadele burjuvazinin belirlediği Misak-i Milli sınırları içinde ulusal kimlikten "bağımsız" ele alınmalıdır; bu da diğer ulusal kimlikleri ret etmek ve ulusal kimliğin toptan Türk olarak kabul edilmesi anlamına gelir.
Mustafa Suphi ile başlayan sosyalizm tarihi
Son yıllara kadar Türkiye sol hareketinin büyük bir çoğunluğu sosyalizmin tarihini TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi ile başlatıyordu. Oysa 15 Haziran 1915’te Beyazıt Meydanı’nda idam edilen Sosyalist Hınçak Partisi üyeleri, yalnız kendi halklarının hakları için değil, tüm insanlığın kurtuluşu için savaşan Madteos Sarkisyan (Paramaz) ve 19 arkadaşı bu toprakların Ermeni sosyalistleridir.
Beyazıt’ta darağacına ilk çıkartılan Paramaz’ın idam sehpasındaki sözleri, “Siz sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz fakat inandığımız fikirleri asla. Yaşasın sosyalizm” mesajı, sonradan darağaçlarına çıkartılan "Türkiyeli" devrimcilerin de sözü olur ama adları anılmaz. Yıllarca Ermeni Soykırımı’nı dile getirip mücadele eden Ermeni diasporası sosyalist oldukları için Paramazları yok sayarken, Türkiye sol hareketi de Ermeni oldukları için onları görmezden gelir. 20. yüzyılın başında Selanik’teki birçok işçi grevini örgütleyen sendika liderleri Rum, Bulgar, Sırp, Yahudi oldukları için yine Türkiye sol hareketinin tarihinde yer almaz.
İrvem Keskinoğlu'nun Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nde verdiği bilgiye göre, 1910 yılında 1 Mayıs, Selanik ile birkaç Rumeli kentinde daha kutlanır. 1911'de ise Üsküp, Selanik, İstanbul, Edirne ve bazı Trakya kentlerinde kutlamalar yapılır. Selanik'te 14'ten fazla sendikaya bağlı Yahudi, Bulgar, Rum/Helen ve Müslüman işçilerden oluşan 2 bin kişinin katıldığı mitingde 4 ayrı dilden konuşmalar yapılır. Yük arabası sürücüleri, mavnacılar, liman ve yükleme-boşaltma işçileri iş bırakırlar.
Sosyalizmin tarihi Mustafa Suphi ile başlatıldığı için 1921 yılından öncesi bu tarihte yer almaz.
Sol hareketin Osmanlı tarihine bakışı
Türkiye sol hareketinin Osmanlı tarihine, bu tarihteki isyanlara ve devrimci liderlere bakışı da sorunludur. Bu tarihteki isyanlar arasında Ermeni ve Rumların adı geçmez. Resmi tarihçilerin bile artık inkâr edemediği nüfus olarak Müslümanlardan çok daha fazla olan Hıristiyan halklar bu coğrafyada Osmanlı tarihinde sanki hiç yaşamamıştır. Bu yüzden de bu tarihten çıkarılan devrimci kişiler ya Müslüman ya da Alevi inancındandır.
Rus klasikleri, Latin Amerikalı direnişçiler ve sosyalist devrimi gerçekleştirmiş ülkelerin tarihindeki birçok detay bilinirken bu toprakların tarihi ne yazık ki bilinmez.
Bilinmeyen Rigas Anayasası
18.yüzyılın sonları Osmanlısının bir aydın ve düşünürü olan Rigas (Velesitinli Rigas ya da Ferreos Rigas) Helen ve Türk tarihçiler tarafından Helen devriminin öncüsü olarak tanımlanır. Hatta 1821 Helen devriminin ilham kaynağı olarak da adlandırılır çeşitli çevrelerce.
Onu ünlü yapan ise 1797 yılında hazırladığı devrimci anayasadır. İki bölümden oluşan bu anayasanın 35 maddelik ‘İnsan Hakları’ bölümünde
"Yasalar tüm yurttaşların katılımıyla yapılmalıdır
Memurluk ancak yeteneğe göre verilmelidir; soylu oldukları için değil.
Kimse yasalara aykırı olarak tutuklanamaz.
İbadet ve inançlar her din için eşit şekilde özgür olmalıdır.
Kölelik yasaktır.
Tüm yurttaşlar kanun yapma, seçme seçilme hakkına sahiptir.
Yönetim, halkın şikâyetlerini dinlemediği ve sorunu halletmediği durumda yurttaşların ayaklanması en kutsal haktır’’gibi maddelerin yanı sıra 124 maddeden oluşan ‘Anayasanın İlkeleri’ adlı ikinci bölümde şu maddeler yer alır:
“Egemen halk, din ve dil gözetmeden, Rum/Helen, Bulgar, Arnavut, Ulah, Ermeni, Türk ve başka etnik kimlikler dâhil Osmanlı’nın bütün sakinleridir.
Bir tek ferdin ezildiği yerde toplumun bütünü ezilmektedir.
Toplum mutsuz yurttaşlarına geçim araçları sağlar.
Meclis toplantıları halka açıktır." gibi ilkeler içerir.
Rigas bu anayasanın Bosna’dan Arabistan’a kadar Osmanlı topraklarında bir devrim yapılarak uygulanması için mücadele eder. 1797’de anayasa çoğaltılarak tüm Osmanlı illerinde dağıtılır.
1757 yılında Osmanlı’nın (bugün Yunanistan sınırları içinde) Teselya, Velestin köyünde dünyaya gelen ve Osmanlı vatandaşı olan Rigas bugün de, Helenler, Arnavutlar, Romenler, Bulgarlarca kendilerinden görülüp sahiplenilir. Özgür düşünceyi, monarşilere karşı cumhuriyet fikrini savunan Rigas ayrıca Avrupa karanlığına son veren Rönesans’ın öncüleri gibi özellikle eski Helen eserlerini yeniden okuyup diğer dillerdeki birçok düşünürün kitabının çevirilerini yapar. Devrimci şiirler ve marşlar yazar. Haziran 1798’de Avusturya polisi tarafından tutuklanarak yedi arkadaşı ile birlikte Osmanlı’ya teslim edilen Rigas, boğularak öldürülür ve Tuna nehrine atılır. Rigas da Rum/Helen olduğu için Türkiye sol hareketinin tarihinde ya da tarihteki devrimci kişiler içinde yer almaz.
Trabzonlu devrimci gazeteci, öğretmen Nikos Kapetanidis de Pontoslu Rum olduğu için Türkiye sol hareketinin tarihi içinde yer almayanlardan biridir. 1921 yılında Amasya Meydanı’nda idam edilen Nikos Kapetanidis Epochi gazetesiyle eğitim sorunlarını, özellikle Rumca eğitim veren yerel okulları dile getiren araştırma ve yazılar yayımlar. Rumca eğitimin Patrikhane ve dini (Hıristiyan) otoriteler tarafından kontrol edilmesine karşı çıkar. Bunların yanı sıra Pontos’ta resmi devlet görevlilerinin vahşeti ve sivillere yönelik katliamlarla ilgili yazılar yayımlar; katliamları yapanların isimlerini mevkilerini de anlatır yazılarında. Ve ne acıdır ki Nikos Kapetanidis’i gazetesine gidip onu tehdit eden Pontos Rum Soykırımı'nın eli kanlı sorumlularından Topal Osman, İpsiz Recep gibi çeteci katiller kimi sol, sosyalist çevrelerce "kurtuluş savaşı kahramanı" olarak anılır.
Sol Hareketin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ve Mustafa Kemal’e bakışı
Sosyalizmin tarihinin Mustafa Suphilerle başlatılmasının arkasında Osmanlı’nın aydın, devrimci hareketleri olarak görülen Jön Türkler vardır. Sol hareketin büyük çoğunluğu Fransız devriminden etkilendiklerini sık sık belirttiği Osmanlı asker ve bürokratlarından oluşan Jön Türkleri ilerici olarak değerlendirir. Bu yanıyla da Birinci ve İkinci Meşrutiyet'e 1923’te ilan edilen cumhuriyete devrimci ilerici misyonlar yüklenmesine sebep olmuştur. Ve yer yer bu geleneğin devamcısı olunduğu dile de getirilmiştir. Oysa bu tarih baştan aşağıya darbeler tarihidir.
1876: I. Meşrutiyet ve Abdülhamit’in İstibdat (Baskı) Dönemi
Abdülhamit’in tahta çıkarıldığı (V. Murat’ın tahttan indirildiği) 1876 yılında ilk Anayasa hazırlanıp, parlamento açılır. Ancak tüm yetkiler padişaha bağlı olduğu için daha ikinci oturumun ardından meclisi tatil eden Abdülhamit, 30 yıl sürecek bir mutlakiyet dönemini başlatır.
‘93 Harbi olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nın ardından, Sırbistan, Karadağ, Romanya gibi eyaletlerin tam bağımsızlıklarını ilan etmesi Osmanlı’nın sonunun geldiği korkusuyla iktidarı giderek sertleştirmiştir. Artık tek korku, değişik ulus ve dinlerden tebaanın peşi sıra bağımsızlık peşinde olacağıdır. Ve tabi tüm bunların arkasında "dış düşmanların" olduğu propaganda edilir. Abdülhamit, muhbir ağı, hafiye takibi, zorunlu tayin ve sürgünler, sansür, gözaltı, tutuklama gibi yöntemlerle tüm muhalifleri sindirir.
“Güvenliğini ve toprak bütünlüğünü sağlayamayan devleti, mali açıdan bir disipline kavuşturmak için 1881 yılında Düyun-u Umumiye İdaresi kurulur. Bu kurum uzun süredir biriken dış borçların ödenmesini kurala bağlamak üzere Avrupalı devletlerin idaresi altında teşkilatlanır ve belli devlet gelirleri borçları karşılamak üzere baştan bu idareye tahsis edilir.”
Bu arada 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması üzerine imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’nın 16. maddesi ve 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni tebaasına bir dizi söz verilir. Bu sözlerin tutulmaması Ermenilerin iktidara karşı tavırlarını sertleştirmelerine sebep olur. Bunun sonucu olarak 1887’de Cenevre’de Devrimci Hınçak Partisi (1909’dan sonra Sosyal Demokrat Hınçak) kurulur. Onu 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci
Federasyonu) izler. (Ancak ilk Ermeni Partisi Armenakan Van’da 1885’te kurulmuştur) Ermeniler örgütlü oldukları her yerde seslerini yükseltmeye başlarlar.
Ermeni Soykırımı'nın habercisi ilk katliamlar yine bu dönem hayata geçirilir. 1894’te Sason’da, 1895’te Trabzon’dan başlayarak tüm doğu vilayetlerine, Halep ve Kilikya’ya yayılan, 1896’da ise Van, Eğin ve İstanbul’daki katliamlar, Trabzon ve İstanbul dışında Hamidiye Alayları aracılığıyla gerçekleştirilecekti. 1894-1895 arasındaki Ermeni kayıpları, Ermeni Patrikhanesi’ne göre 300 bin, Avrupalı konsolosluklara göre 100 bin ila 200 bin arasında değişiyordu.
1908: 2. Meşrutiyet
Abdülhamit’in padişahlığı ile 32 yıl süren baskı (İstibdat) döneminin ardından 23 Temmuz 1908 tarihinde ikinci kez Meşrutiyet ilan edilir. Birincisinde batılı devletlere verilen reform sözlerini geçiştirmeyi hedeflemekten başka bir içeriği olmayan Anayasa'nın ilanı ve parlamentonun açılması nasıl bir reform ve ilericilik özelliği taşımıyorsa, ikincisinin de aynı niyeti taşıdığı kısa bir zaman sonra anlaşılacaktı. Kimi çevrelerce bir burjuva demokratik devrim olarak değerlendirilecek 2. Meşrutiyet aslında çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı devletinin devamını sağlamak için, Osmanlı despotizminden kurtulmak isteyen uluslara karşı bir "karşı devrim" niteliğindeydi.
“Hürriyet, Eşitlik ve Kardeşlik” kavramlarıyla Osmanlı sınırları içinde yaşayan Hıristiyan inancından ulusların temsilcileri parlamentoda yer alacak ve böylelikle bir umut ortamı yaratılacaktı ama 1909 yılında Adana’da 30 bin Ermeni’nin hayatına mal olacak katliam ile aslında değişen bir şeyin olmadığı anlaşılacaktı.
Meşrutiyet’in ilanını sağlayan güçler Jön Türkler olarak anılacaktı. Özellikle batıda eğitim görmüş Osmanlı asker bürokratlarından oluşan bu kesimlerin amacı toprak ve güç kaybı yaşayan Osmanlı’yı ayakta tutmaktı. Bunun nasıl olacağı konusunda çeşitli düşünceler olmasına rağmen belirgin düşünce Sünni Müslüman inancın ve Türk milliyetçiliğinin öncülüğünde bir siyasi önderlikle burjuva sınıflar oluşturmak ve özellikle sermayenin Müslümanlaştırılması ile bir ulus devlet olmaktı. Bu siyasi önderliği de Jön Türk hareketi içindeki bürokrat ve askerlerin kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti yürütecekti.
1914 Birinci Paylaşım Savaşı
Birinci Paylaşım Savaşı 1914 yılında İtilaf Devletleri olarak adlandırılacak Fransa, Britanya İmparatorluğu, Rusya (1914-1917), İtalya (1915-1918), ABD (1917-1918), Romanya (1916-1918), Japonya, Sırbistan, Belçika, Yunanistan (1917-1918), Portekiz (1916-1918), Karadağ (1914-1916) ile İttifak Devletleri olarak adlandırılacak Alman İmparatorluğu, Avusturya Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan (1915-1918) arasındaki iki taraftan oluşan savaştır. 1914 ile 1918 yılları arasında süren bu savaşta 70 milyon asker yer alır ve 9 milyon askerin yanı sıra 8 milyona yakın sivil de hayatını kaybeder, haritalar ve sınırlar savaşın galiplerince yeniden belirlenir.
Osmanlı ordusu bu savaşta Kafkasya, Çanakkale, Sina-Filistin, Hicaz-Yemen, Irak, İran, Galiçya ve Makedonya’da savaşır ve 325 bin askerini kaybeder. Ama istatistiklere yansıyan asıl önemli sayı ise Osmanlı’nın bu savaş sonrası kaybettiği sivil sayısıdır. Osmanlı İmparatorluğu kayıplar listesinin sivillerle ilgili başlığında 2.150.000 sivil kaybı ile ilk sırada yer alır.
Osmanlı devletinin bu savaşa dahil olmasının sebebi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Almanların savaşı kazanacağını düşünerek son dönemde kaybedilen toprakları geri alma hayalidir. Aynı zamanda savaş sermayenin Müslümanlaştırılması projesi olan soykırım için de iyi bir zemin olacak, Ermeni ve Süryanilerin hemen hemen tamamen Rumların da kısmen imhası ile birinci etap tamamlanacaktı. (İkinci etaba 1919’da Mustafa Kemal öncülüğünde Pontoslu Rumların ve Küçük Asya Rumlarının yok edilmesi ile devam edilecekti.)
İstatistiklere Osmanlı’nın “kaybı” olarak yansıyan 2.150.000 sayının içinde 1,5 milyon Ermeni, 250 bin Süryani, 150 bin Rum’un katledilmesi de d��hildir. Yani bu kayıpların 2 milyona yakını Osmanlı’nın savaştığı herhangi bir ülkenin ordusu tarafından değil, bizzat
Osmanlı’nın kendi güçleri tarafından katledilen insanlardı.
1915 Ermeni Soykırımı
14 Temmuz 1914’te Marksist Ermeni Partisi Hınçak’ın 20 yönetici kadrosu, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’yı öldürmeyi planladıkları gerekçesiyle tutuklanıp ihanetle yargılanır. 15 Haziran 1915 tarihinde İstanbul-Beyazıt Meydanı’nda, Harbiye Nazırlığı önünde asılarak idam edilirler. Hınçak Partisi, İttihat ve Terakkiciler ile ortak çalışmayı reddeden tek Ermeni partisidir. 1908 sonrası silahlı mücadeleyi terk etmiş olsalar da İttihatçıların kendisi için tehlike olarak gördüğü bir siyasi yapılanmadır.
Bir diğer Ermeni örgütlenmesi olan Taşnak ise özellikle Abdülhamit’e muhalefet sürecinde Jön Türklerle ortak hareket etmiş olsa da 12 Nisan 1915 tarihinde önderlerinin büyük bir bölümü tutuklanarak hapse atılır.
24 Nisan 1915 yılında ise İstanbul’da aralarında tanınmış şairler; Daniel Varujan, Siamanto ve Rupen Sevak’ın da bulunduğu yüzlerce Ermeni aydını tutuklanır. 1915 Şubat’ında 15-55 yaş aralığında olan Ermeniler yük taşıma ve yol yapım işlerinin yapıldığı Amele Taburlarına alındılar. Bunlar aslında erkek Hıristiyanlardan oluşan zorunlu çalışma taburlarıydı. Amele Taburları’ndaki savunmasız Ermeniler, angarya iş sona erdikten sonra öldürüldüler.
Ve geriye kalan Ermeni nüfusun tehciri başladı. Tehcirler ilk önce Kilikya-Ermeni yerleşimleri Zeytun ve Dörtyol, daha sonra ise Erzurum, Trabzon, Sivas, Harput, Diyarbakır ve Bitlis’te gerçekleşti. (1915 Mart -1915 Haziran) Bağdat’taki Ermeniler Musul’a sürüldü.
Asur /Nasturi/ Keldani (Doğu Süryanileri) Soykırımı
Aynı tarihlerde gerçekleştirilen Süryani Soykırımı, Ermeni Soykırımı’nın gölgesinde kalır, araştırmacıların, tarihçilerin uzun süre ilgisini de çekmez. Sevr’e katılan Asur delegeleri, Asurlu Hıristiyanların güvenliğini sağlamak amacıyla bir Asur devleti talebinde bulunurlar. Bunun üzerine Sevr Anlaşması’na gelecekte “Asur-Keldanilerin güvenliği için” tam garanti sunması gereken bir otonom Kürdistan kurulmasını içeren 62. madde eklenir. Asur sorununa ilişkin Milletler Cemiyeti gölgesinde yürütülen 1925 yılında Kanada’ya göç ettirilmesi projesinin yanı sıra, umutsuz geri dönüş ve sınır geçme çabaları da başka katliamlara yol açar. Kurbanların sayısına ilişkin birbiriyle çelişik rakamlar olmasına karşın, Asur Keldani delegasyonunun Paris Barış Konferansı’nda verdikleri 250 bin sayısı, kurban sayısının aslında hayli önemli boyutta olduğunu göstermektedir.
Bu tarihsel gerçekler resmi tarihte ya yok sayılır ya yalanlarla çarpıtılır ya da tüm bu soykırım süreci gerekçelendirilerek meşrulaştırılır. Türkiye sol hareketinin büyük bir çoğunluğu da bu süreci resmi tarihten bağımsız değerlendirememiş ya da değerlendirmemiştir. Bu nedenle de bu soykırım sürecine bakışta inkârcı cephede yer almıştır.
Yüzyıllık cumhuriyet tarihinin kanlı sayfalarına yüzlercesi eklenecek katliamlar zincirinin önemli bir halkasını oluşturan 1918 sonrası, yedi düvele karşı verildiği iddia edilen anti emperyalist “kurtuluş savaşı" masalı ve Mustafa Kemal’e yüklenen devrimci misyon ise Türkiye sol hareketinin en önemli hatalarından birisidir. Elbette bu yazının konusundan bağımsız değildir ancak başka bir yazının konusu olarak ele alınıp yazılacaktır
0 notes
Text
1916’yı BİLİYOR MUSUNUZ?
Dönemin başbakanı Talat Paşa anılarında bu tehcirle ilgili olarak tuttuğu notlarda 702.905 Kürdün tehcire tabi tutulduğunu ve tehcir edilen bu Kürtlerin yarısından çoğunun yolda türlü nedenlerle telef olduğunu yazıyor.
Osman Aydın
1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda İttihat ve Terakki iktidarı zamanında ve bu iktidarın siyasal kararı ve eylemsel uygulamasıyla gerçekleştirilen “Ermeni Tehciri” son yüzyılın en kanlı ve dramatik olaylarından biridir. Bununla ilgili olarak bilgi sahibi olan veya olmayan herkes yazıyor, konuşuyor. Demokratik devletler bunun jenosit olduğuna ilişkin -ki doğrudur- parlamentolarından kararlar çıkartıyor. Öyle görünüyor ki bu trajik olay tarihin derinliğinde hep kanayan bir yara olarak kalacaktır.
Bu olaydan tam bir yıl sonra, yani 1916 yılının Nisan ve Mayıs aylarında bu olayı aratmayacak boyutlarda, yine aynı iktidar tarafından “Kürt Tehciri” gerçekleştiriliyor. İttihat ve Terakki iktidarı “Kürtleri Türkçe konuşan bir bölgede iskân etme” kararı alıyor ve Kürtlerin Ege bölgesindeki Türkçe konuşan şehir ve bu şehirlerin kırsal kesimlerine iskânı için “Kürt Tehciri” uygulamasını başlatıyor.
Dönemin başbakanı Talat Paşadır ve iktidarın en güçlü kişisidir. Bu adam anılarında bu tehcirle ilgili olarak tuttuğu notlarda 702.905 Kürdün tehcire tabi tutulduğunu ve tehcir edilen bu Kürtlerin yarısından çoğunun yolda türlü nedenlerle telef olduğunu yazıyor. Yani dört yüz bin Kürdün telef edildiği ortada. Bu bilgiyi, HUDUDU ŞARKİYE MENATIKI HARBİYE RİYASETİ isimli devlet kurumunun belgelerine dayanarak açıklıyor.
Bu olayı doğrulayan başka kaynaklar da var: AŞAİR VE MUHACİRİN UMUMİYESİ -ki bu kurum de devletin resmi bir kurumudur- 1918 yılında yayınladığı bir raporla bu olayı doğruluyor ve sayıyı 707.905 olarak veriyor. Yine Gazeteci Ahmet Emin Yalman, OSMANLI NÜFUS İDARESİ VE İSKÂN-I AŞAİR VE MUHACİR MÜDÜRİYETİ’nin kaynaklarına dayanarak bu sayıyı 862.000 olarak veriyor.
Neresinden bakılırsa bakılsın, resmi kayıtlara göre sürgün edilen Kürt sayısı yedi yüz binin üstündedir ve dört yüz bin kadarı telef olmuştur. Aynı kurumların belgelerine göre bu sayı, tehcir edilen Ermeni nüfusundan biraz fazladır. Ancak bu konuda Kürtler üç maymunu oynamaktadır. Kimse bunu yazmıyor gündeme sokmuyor. Kendilerine yapılanlara bu kadar duyarsız olmak aklın alacağı bir şey değil.
Bununla da yetinilmemiş, sürgün tehcir ve jenosit uygulamaları I. Cihan savaşından sonra Kürtleri paylaşmak için kurulun devletler de aynı uygulamayı sürdürmüşlerdir. Türkiye Cumhuriyeti bu uygulamaları ŞARK ISLAHAT PLANI ile, Irak bunu ENFAL ile, Suriye bunu EL HİZAM EL ARABİ (Arap Kemeri) programları ile hayata geçirmişler.
Biz hala kendisine ağlamayan. Ama başkalarının derdi ile yanıp tutuşan sersemler gibiyiz.
Başkasının derdine yanmayanın insanlık yönü sorunludur ama başkasının derdine yanabilmek için önce kendi derdini bilmen ve acımayı öğrenmen gerek. Kendi acısını bilmeyen, başkasının yaşadığının acı olup olmadığını nasıl bilebilir ki?
0 notes
Text
İnsanlık Medeniyet Tarihi ve Yahudiler
Avrupa medeniyeti yüzyıllardır akla, hayale gelmeyecek vahşi yöntemlerle Yahudi ulusunu yok etmek için geçmişte olduğu gibi günümüzdede üstün çaba sarf etmektedir.
Tarihte geriye doğru bir yolculuk yaptığımızda, Yahudiler insanlık medeniyetine, Bilim, Kültür, Ekonomi, Teknoloji ve Politik alanda katkı sağlamış, sayısız tarihi kişilikler armağan etmişler.
Sadece son iki yüzyılı şöyle bir hatırlarsak; Karl Marx, Sigmund Freud, Wilhelm Reich, Albert Einstein, Marc Chagall, Amadeo Modigliani, Sarah Bernhard, Woody Allen ve Henry Kissinger ve daha buraya sığması mümkün olmayan uzun bir isim listesi çıkar.
Tarihte Yahudilerin ne kadar zor şartlarda yaşadıklarını düşündüğümüzde ve maruz bırakıldıkları jenosit ve vahşetlere rağmen bir yüzyıl içinde yaşamın her alanında 196 Nobel Ödülü almalarının ne kadar anlamlı olduğu anlaşılacaktır.
İnsanlık tarihi açısından düşündüğümüzde bugün içinde yaşadığımız medeniyetlerin önemli bir kısmını bu inanılmaz halka (Yahudilere ) borçlu olduğumuzu ve Fizikten ,Müziğe ,heykelden Mimariye, Resimden fotoğrafa, Sinemadan Edebiyata. …
Edebiyat: kelimelerle yapılan bir güzel sanattır. Nazım ve nesir yolundaki bütün eserler bu kola girer. yaşamımıza damga vuran her şeyde onların izlerini görürüz.
Buna rağmen Avrupa medeniyeti yüzyıllardır akla, hayale gelmeyecek vahşi yöntemlerle Yahudi ulusunu yok etmek için geçmişte olduğu gibi günümüzdede üstün çaba sarf etmektedir.
Gaz odaları, Fırınlar, cinsel tecavüzler, yağmalar, kırımlar,” Tıbbi Deneyler” e Maruz bırakıldılar. Avrupa “medeniyeti ‘’bu kadim halka yeri geldiğinde her şeylerini maddi-manevi , yeri geldiğinde Halk adına, yeri geldiğinde Allah veya Tanrı adına, yeri geldiğinde ideolojiler adına sonsuz bahanelerle bu vahşetleri onlara layık gördü.
Neden?
Yahudiler İnsanlığa ne kötülük yapmış ki? Hatta neden kendilerine insanlık dışı ve şeytanın aklına gelmeyecek lanet uygulamalar layık görülüyor?
Holokost !
Milyonlarca Yahudi bu uğurda canını kaybederken güç engelleri aşarak dünyanın bir köşesinde mutlu ve barış içinde yaşamak için bir Vatana kavuştular. Ama o satın alarak geldikleri kendi topraklarına dönen Yahudi Ulusu asla hayal ettiği o barışa devlet kurmasına rağmen kavuşamadılar. Bu ebedi cefa sadece kurdukları devletin komşuları yüzünden değil, Aksine Avrupalı “medeni” ülkelerin bu ulusu tamamen yok edememiş olmalarını içine sindirememeleridir. Yahudilerin affedilemeyen sucu kırım vahşetinden sonra her şeye rağmen hayatta kalanların yaşama azmi ve özgür bir vatan hayali mi dir? Yoksa bu ulusun tüm günahı bu sebepten ötürü müdür ? Bu günah mıdır Avrupalı Medeniyetinin affedemediği?
Bu ulus kendi ülkesinin içindeki kutsal bildiği bir şehri kendi özgür vatanının “Başkent’i ilan ediyor ve ne kerametse bütün dünya ayağa kalkıyor? Çin’den Yemen’e, Fransa’dan İngiltere’ye kadar…
Yahudiler tarihte Kudüs’ü kanları ve canlarıyla inşa etmediler mi? Kudüs onların Peygamberi Hz Süleyman ve Hz Davud’un toprağı değil miydi. Kudüs’ü başkent olarak görme ve yaşamaları onların en doğal hakkı değil midir?
Peki, o çok medeni Fransa’nın tutumuna ne demeli? Paris niye Fransa’nın başkenti diyeni hiç duydunuz mu? Tarih Fransa’nın bu tutumunu af etmeyecek. Fransa’nın derdi ne? Neden Yahudilerin kendi başkentlerini seçmesine karşılar? İnsanlığı, hakkı, hukuku Türkiye ve Arap ülkelerindeki çıkarlarına mı takas ediyorlar? Bu değilse öyleyse nedir?
Peki, İngiltere, Hitlerin vahşetinden kaçan Yahudilere karşı uyguladıkları insanlık dışı şiddetini ne çabuk unuttu? Tabii Yahudilerin petrolleri yok ki hatırlasınlar! Yüz binlerce Müslüman İngiltere’de yaşayabilir, hatta İngiliz vatandaşı da olabilir? Prens Charles zengin Arap şeyhleriyle kılıç dansına da kalka bilir, boşandığı eşi Diana’nın bir Arap’la yatıp kalkmasını da görmezden gelebilir. Ancak Kudüs Yahudilerin başkenti olamaz? Bu İngiliz devletine niye ters gelir? Yine menfaat mi?
Dünyadaki çoğu politikacı “Barış ve Adalet” için değil, sadece kendi ve onları sahneye sürenlerin çıkarlarını ön planda tutan hayvani bir içgüdüsel yaklaşımla insanlığa hep yük oldular.
Ama yine de bir şeyi unutuyorlar: Gerçekleri! O da bugün sahip olduğumuz Avrupa medeniyetin önemli bir kısmını Yahudilere borçlu olduğumuzu. Ama vefanın ne olduğunu bilmeyene bunu hatırlatmanın ne anlamı var ki?
Yekta Uzunoğlu06.02.2019, Çar | 23:56
0 notes
Photo
"Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni tarihi bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan tarihi bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün bunlar bilinmeden de Türk egemenliği tarihinin anlaşılamayacağını düşünüyorum. II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi" başlığını taşıyor. Ermeni ulusal hareketinin oluşumu, Türk, Yunan, Kürt, Asur ve Balkan toplumlarıyla ilişki ve etkileşimleri içinde ele alınmaya çalışılıyor. "Jenosit 1915" başlığını taşıyan III. bölüm, tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve sonuçlarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uygulanışı, Soykırım'daki siyasi, toplumsal ve kurumsal sorumluluklar; İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa, Hamidiye Alayları, Alman Askeri varlığı, bu bölümün tartıştığı başlıklar. Bu bölümde üç ayrı örnek olay üzerinde ayrıntılı olarak durulmakta: "Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşkisi", "Hacı Musa Bey prototipi" ve "Sabiha Gökçen örnek olayı"... IV. bölümde "Kemalist İktidar ve Batı Ermenistan'ın İşgali" başlığı altında, Bolşevik Devrimi, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi, Sevr ve Lozan barış görüşmeleri ile gelişen süreçlerde Kemalist hareketin gelişmesi, Bolşeviklerin ilişkileri, Kürt-Ermeni ittifak arayışları, Kürt ulusal başkaldırılarının başlaması gibi olgular yer alıyor. "Cumhuriyet'in Etnik Yok etme ve Yayılma Politikaları" başlığı altında V. bölümde Nasturilerin Hakkari'den çıkarılması; "Mübadele" ile Ön Asya'daki Rum varlığının silinmesi; Antakya'nın [Hatay] ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip ve tenkil"i, "Mecburi iskan" ve asimilasyon politikaları; "Varlık Vergisi", "Struma olayı", Türkiye'nin "Kristal Gece"si 6-7 Eylül Olayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi gibi konu başlıkları yer alıyor. VI. bölümde "Sonuç" olarak "Soykırım ve Etnik Yok etme Politikalarının Tartışılması" yer almakta. Kitabın sonunda "İsmi Değiştirilen Yerleşim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri" başlığı taşıyan "Ek" bölümde, isimleri Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca, Süryanice, Arapça, Farsça öz anlamları verilmeye çalışılmaktadır." #ermeni #ermenitarihi #ermeniler #jenosit #ermenisoykırımı #savaş #ermenistan #kitap #kitaplar #pirtûkxane
2 notes
·
View notes
Text
İki Bin On Beş
İki bin on beş, kalbimizde taşıya durduğumuz o derin boşluğun, öncesinden hiç aşina olunamayan ağrıların yeniden sökün ettiği, bu seferinde daha da ağır geldiği bir tarihin ta kendisidir. Karşılaşılan, bilinen ve aklın bir köşesinde yer edinen kadar halen en ufak bir detayın bile bambaşka tahayyülleri beraberinde getirdiği bir tarihtir. Tüm umudun ve umutsuzluğun, yaşam ile nihayetlenenin birbirine karıştığı bir tarih. Söylenmiş ve yazılmışlarla dile getirilemeyenlerin buluştuğu bir tarihtir. Bir meseller toplamı değil meselenin ta kendisini bildiren bir tarih; iki bin on beş. Dünün hiç de dünde kalmadığını, konuşulmadıkça, hiç bahsi açılmadıkça, unutulması bildirilenin, hiç ötede olmadığını göstere gelen bir tarih, on beş, iki bin on beş.
Tehdit bir ülkenin sınırları dâhilinde, belirli bir sistematik düzen ile uzamı dönüştürüp yok etmeleri güncelleye dururken bunun mihenk taşı olagelmiş başlangıçtır, on beş. Onu takip ededuran yüzyıl bu trajedinin kanıtlarının istendiği hala belgen nerede diye konuşula gelinen bir tarihtir iki bin on beş. Bir toprağın üzerindeki yaşamdan arındırılması, bunun da, salt o kimliğin ülkeye tüm felaketleri taşıyan bir müsebbip, fail olduğunun duyurulduğu, böylesinin bilinmesi için çalışıldığı, o güzergâhın korumasının altında yersizliğin ve yurtsuzluğun başlangıcı olan bir tarihtir on beş. Yüz yıl sonra hala neresindeyiz o zamanların bahsinin dillendirilmediği, varsa yoksa ezberlerin tekrarlandığı, düşmanı (!) halen düşman bildiren bir tarihtir, iki bin on beş. İçimize çöken karanlığın temellerinin on beşten çok önce atıldığı muhakkaktır.
Bin sekiz yüz doksan dört ile altının, bin dokuz yüz dokuz küçük kıyametleri bu derin, belki de en ağır insanın insana ettiği kırımın nişanelerinden, önde gidenlerinden olan on beşe uzanmaktadır. Yüzyıl sonra iki bin on beş bu mahv ikliminin hamlelerinin sergilendiği bir tarihtir. Yaşadık mı daha önce böylesini, tecrübe etik mi diye söylene dururken şimdilerde, tam yüzyıl önce ondan hayatını muhafaza etmeyi başarabilenlerin bir daha asla çığlıklarının duyulduğu menzildir şimdi iki bin on beş. Karşı karşıya olduğumuz yıkımın, günbegün değiştirilip dönüştürülüp farklı adlarla ve tanımlarla yinelene geldiği bir menzildir şimdi iki bin on beş. Dünün yıkımı handiyse hiç aralıksız bir biçimde yüzyıl sonraya hemen hemen olduğu gibi taşınmıştır mesele budur. Yüz yıllık ağrı, takvimden yapraklar düşmeye devam ederken, gayri kabul diye bildirilen - bilinen her kesime o ‘uğursuz’ felaketi yeniden ulaştırmaktadır.
Dağıtılan ve yok edilen Lego parçaları değildir ‘insandır’ ve candır. Sadece bir menzilin belirli noktalarının değil, hayatiyet bahsinin toptan taca atıldığı bu felaketin bir gereklilik gibi duyurulduğu bir sürekliliktir devam olunan. İnkârla artık üstü örtülemeyecek, bir kulaktan girip ötekisinden çıkamayacak, “affedersiniz” bahisleri ile geçiştirilemeyecek bir tehdidin, alenen ölümün taşeronluğunun ta kendisidir on beş. Zulüm ile bir ülkenin istikbalinin devşirilmesidir, gerçek kılınmasıdır o mesel edilmesi gereken, on beş için ilk söyleyebileceğimiz çıkarsama haddizatında kanıtlanandır. Hayatiyet bahsinin üzerinde hınç ile yükseltilen, nefret ile bütünleştirilen ve sonsuz bir kinle mesh edilen bizatihi bu kırım sürekliliğidir on beş, iki bin on beşe böyle ulaştırılmaktadır. Tüm duyarlılığın, empatinin, koca bir ülkede Ermeniler başta olmak üzere, Süryani’nin, Nesturi’nin, Pontus Rum’unun, Yahudi’nin gayri kabullüklerinin bildirildiği hayatlarının tehcir tenkil ve tedip edilmesi dışında herhangi bir seçeneğin bırakılmadığının ilan edilişidir ol; on beş.
Yüz koca sene evvelinin tehdidinin, bugün yetmiş milyonu aşmış olan bir menzilde yinelenebilirliğidir süren, iki bin on beş. Sepastiya’nın, Kesariya’nin, Hadjin’in, Sis’in, Adana’nın elbette Dikranagert’in, Trapezun’un ve Bursa’nın hatta Şehri-İstanbul’un tek renge mahkûm edilmesidir on beş. Kan kırmızı bir örtünün gerilmesidir yurdun göğüne, nar kırmızısının ta kendisi bir örtü kandan mürekkep, on beş. Bu teşebbüsün düzenli ve yegâne şey olarak devlet elinden çıkagelen tek şey kırımın Dersim’den Roboski’ye menzilini geliştirmesidir işte iki bin on beş. On beş bu ülkenin elinin, ayağının, aklının, ufkunun yağma edilmesidir. Sınırının hakikaten sıfırlanmasıdır. Kalanı mahvetmek için handiyse her gün çalışılan bir güncelliktir işte on beşten sonra günbegün onu teyit edendir şimdi, iki bin on beş. Ağrının anlaşılması bir yana son kertede, aslında neyi kaybettiğimizin anlaşılmazdan gelindiği bir odaktır on beş.
Orada olan bitenin, bugün bu toprağın hem içinde, hem yöresinde eylene gelmesidir iki bin on beş. Tolere edilebilen tek şeyin daha fazla tahakküm adına zulüm olduğu görünendir on beşten bugüne. Yüz yılın sonrasında onun devamlılığını görmek için; Khabour, Kessab, Alleppo, Lazkiye ya da Kobane anlatacaktır on beşi, Merdin, Şirnex, Cizir ve Gever, iki bin on beşte biteviye hala. Ayrımcılığın, atalete sığdırılamayacak kadar hesaplı kitaplı ırkçılığın temelinin bina olunduğu yerdir on beş. Bugün bu şartlanmışlığın artık hayatın yegâne gerçeği olarak bildirildiği menzildir vardığımız iki bin on beş. Yüz yıl sonrasında Ali hala topu Hagop’a atamamış, Ayşe halen türkülerini, Anita ile söyleyememiş, Mardiros ise bu ülkede Orhan kadar yaşadığını halen kanıtlayamamıştır. Su çatlağını bulur diye anıla gelenin anlamı bunca tehdide rağmen müştereki buluşturacağıdır aklın, fikrin, gel gelelim on beşin eksikleri, iki bin on beşte tamama erdirilir.
Suyun çatlağını bulmasının önüne, mihrak, düşman mitleri, eksiksiz döşenen setlere dönüştürülür. Engeller sorgusuz sualsiz yinelenendir o bahiste. Kimi kimseyi, muhatap almadan hizalar bildirilir. Kaybedilenin tanzimi, sözce de olsa iyileşmek için empati bir kenara konulur. Bizden, sizden ayrımı bu sınırın içinde, devletin “müdahil” olduğu her gün, her yerde istisnasız süreklileştirilendir. Buradayız, burada kalmaya devam edeceğiz bir mizansen, tılsımı çoktan kaçmış, her şeyi soluklaşmış bir sonuca terk edilendir işte. İki bin on beşte yaşamak her nedir tanımı yalnız ve cevapsız bırakılandır. Duvarların, sokakların, yerleşkelerin, toprağın; sözü çalınmıştır on beşte. Bir yüz yıl sonra henüz o sözün yerine o boşluğu ikame edecek, onaracak tek bir vecize yol bırakılmamıştır iki bin on beşte. Dolma, topik ya da pilaki, lakerda veya lavaş değildir, bunlardan ibaret değildir Ermeni, on beşteki nüfusundan az, “kılıç artığı” bir halktır iki bin on beşte.
Söze vurulan ketin, engellenen hayat bahsinden, bunca viranelikten ancak hayat için mücadele etme istenciyle tutunandır, tüm o ağırlığa, yüke rağmen on beşte. Talan edilen, katledilen, hayatların tam dibinde yok edilen Anadolu’nun yüz yıldır bir daha asla bulamadığı birlikteliğidir, iki bin on beşte. Yüz yıldır tek bir cümlenin dahi onarılmadığı “müşterek” bahsin üzerinin çizilmesidir. Yarım konulan hikâyeler gibi işte bu ülkenin bir daha asla o “eksisi” gibi olmayacağının ilamıdır, bin dokuz yüz on beş. Yüz yıl sonrasında hiçbir tahayyülün asla ağrıyı, bunca ağır geleni halen tam olarak karşılayamadığı bir odaktır iki bin on beş. Yüzyıl evvel işte bu menzilde denenmek istenen, Ermenilerin öncüllüğündeki anayasa taslağının ki bir “hayat bildirgesi” olarak işlevsellik kazandırılması gayretine vurulan kettir on beş. Yüz koca yıl evvel on iki vekilin bu ülkeye dair tüm anlamların peşinde sözü ülkede yaşamak iradesine taşıdıkları bir menzildir on beşin öncesi, gel gelelim on beşte hepsi birden katledildiler.
İki bin on beş ol umudun mahvının süregittiği bir menzilin hattında ilerlemektedir. Acının sınıflandırılması illa ki bir adla bildirilmesi, ona dair en işitilmedik cümleleri değil bazen gözümüzün önündekini fark ederek söz konusu olacaktır mahvedilenin her ne olduğunu anlamak. Hayatlarımız, kazınmıştır toprağından şimdinin ülkesinin de belleğinden. Ya isimleri değiştirilmiştir ya da meskenlerin tamamı dönüştürülmüştür. Ya kimlikler silinmiştir, sıfırlanmıştır ya da o belleksizlik nizami bir biçimde sürsün diye olmadık çabalara girişilmiştir. Ya din hanesi düzenlenmiş İslam olarak ol menzilin yegâne gerçekliğine terk edilmiştir ya da soy kodu uygulamalarının artık göz önünde hiç gizli saklı olmadan hane hane fişlenmenin gerçek kılındığı bir uzama ulaşmıştır. En derinde kültürel kırım çıka gelmektedir. Handiyse gayri kabullüğü bildirilen, canı, malı yok edilenin bir de sözü elinden çalınmıştır on beşte.
Gelip vardığımız yerde ne harfler tanıdıktır, ne dilden en ufak bir eser kalmıştır. Sokaklarında her dil vardır, Ermenice, Rumca ve Süryanice, tıpkı Kürtçe gibi dışlanmaya, yok sayılmaya devam edilendir. Yüz koca yıl geçmiştir sakıncalılık bahsinden en ufak bir ırama olmamıştır burada. Düşmandan temizlenmesi bu yerin, yurdun, şu toprağın Enver, Cemal, Talat üçlüsünün hin oyunlarının, galiz kinlerinin yanında, bir vicdan meselesidir aslında nesilden nesile devam edilen bir kırımın sessiz sedasız sürdürüle gelmesidir. Yok etme bahsinin az sonrası hayatlar paramparça edilmiştir bin dokuz yüz on beş de. Eksik parçaları, o ağrının has müsebbiplerini halen bulamadığımız, hatıratın her nasıl üzerinin örtüldüğünü göre geldiğimizdir şimdi, iki bin on beş.
“Milli Mutabakatın” hiçbir surette elim olana dair, fenalığın gerçekliğine dair tek ama tek bir sözünü duyamadığımızdır yüzyıl boyunca tek bir anlığına bile. Kırımın, zulmün, tenkit ve tehdidin, ötekileştirmenin bir yaşamı bu topraklardan onlar işte içimizdeki “canavarlar” addederek zerresini bırakmamanın ardından, hiçbir bahis açılamamıştır yüz yıllık bir acının kanırtılmasından gayri hiçbir şey anıla gelmemiştir. Mesel edilen tehdit, hiç tükenmemiş memleket bir türlü tek tipleştirilememiştir. Sıfırlanmanın eşiğine artık terk edilmiş olmasına rağmen halklara karşı denilmedik hakaretler, umulmadık tenkitler, ağrıların birleştiği kırımdan geriye kalanların gözlerine bakıla bakıla yinelenmiştir. Asala, Diaspora, Xocalı kodları hep belirli, acının karşısına başka, üstün, öncelikli olanın addedilmesi, tanımlama gayreti yarayı kanatan bir meseledir.
Dünyanın hemen her yerindeki, her tür kırım gayretine karşı insaniyettir oysa tarafımız Affedersiniz Ermeniler olarak. “Hepiniz Piçsiniz” veçhesini dillendirenlerin, iş bu sözün her nereye değdiğini umursamayanların menzilinde, annesiz, babasız, kalmış insanların onurunu duyarız ancak, hakaret bahsinden çok daha önce. Yaşama tutunmanın ‘piç’ de olunsa kadrini kıymetini bilmektir çünkü asıl mesele hepimiz için nihayetinde. Hala yoktur bildirilirken varız, yaşıyoruz diye söze karışmaktır meselemiz yüz koca yıl sonrası hali hazırdaki tehditlerine rağmen erkin hala. Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ermeniler yüzlerce Müslüman’ın kanına girerek tehcirin kapılarını bizzat kendileri araladılar” sözünün kanatıcılığıdır meselemiz bir kez daha piç kadar ağır, yüzümüze inen şamarların soğuk tekrarlarından bir diğeridir. Ağrı, acı budur, anlaşılmamış olmak.
Küfre özne bildirilip, günaşırı tehditlerin yinelene geldiği, yine azdı bu Ermeniler bahsinin dillendirilmesidir canımızı yakmaya devam eden, piç kadar ağrımız haline dönüşen. Delirtici bir kayıtsızlığın Sözde S harfi ile başlayan bir kelimenin kullanılmadığı dış görüşmelerin ekranlarda kahkahalar eşliğinde paylaşılmasıdır meselemiz, içimize kocaman bir kaya gibi oturan. Ağrımızı kanatmaya devam eden, yaşadığımız mahalleye yazılanmış olan, üstelik bir okul duvarındaki o "Ermeni piçleri, siktirin gidin" notudur. Çoluk çocuğun gözlerine yerleşen korku da çabasıdır affedersiniz. Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünkü konuşmasında yer edinen, onlar Ermenistan’da kendileri çalacak kendileri oynayacak bahsidir içimizi kanatmaya, nedendir bu kin sorusunu yanıtsız bırakmaya devam edenlerin şiddeti çağırmalarının sonucu, yine yeniden çekinecek olmamızdır, yine sinecek olmamızdır meselemizi ağırlaştıran. Kendileri çalıp, kendileri oynayacak sözü tüm yitirdiklerimiz için yüzleşmekten devletin aslında ne kadar uzakta olduğunu bildirendir.
Kendileri çalıp, kendileri oynayacak, ayıptır, zulümdür, cinayettir, inkârın devamıdır.
Yüz koca yıl sonra, geçtiğimiz yıl ilk defa dillendirilen acının ortaklığının hiç ama hiçbir emaresinin bırakılmamasıdır sıfatımıza söylenip durulan. Bizler bu ülkede yeniden soluk almak istiyoruz. İnatla yaşadığımızı kanıtlamak, yaşama tutunmak istiyoruz. Korkmadan, çekinmeden, bir arada buradayız demek istiyoruz. Türkiye tarihinde ilk kez, Ermeni halkının en önemli isimleri bu topraklarda, yüz yıl sonra, kendileri çalacak kendileri oynayacak bahsine en doğrudan yanıtı, gözlerimizin içine bakarak soracaklar. Hep birlikte soracağız, ölümün yasın ve ağrının düğünü mü olur cenazesi mi? Yirmi dört nisan bir bayram telaşı mıdır, bir de kendimiz çalıp kendimiz oynayacağız nedir? Tüm bu bahislerin çokluğu, kulağımızdan girip aklımızın en zor tahayyüllerle bir başına bırakılmasının hazinliği bir yana, yaşamak namına, yüzyıllık cinayet cevaplarını bekliyor. Hatırlanmayı bekliyor. Unutulmamayı bekliyor. Kaldırımın ortasında, aklın sınırlarında yatan naaş görülmeyi, anlaşılmayı, ağıt ise işitilmeyi bekliyor. Daha çok bekleyecek miyiz?
Biz Buradayız ve Burada Kalacağız! // Մենք Հոս Ենք Եւ Հոս Պիտի Մնանք Misak TUNÇBOYACI – İstan’2015 Görsel: “Anguish” By Krikor Khandjian
#armenian#genocide#jenosit#tehcir#siyasa#politikmeram#arzihal#söz#yaşamak#devlet101#hayat#hatırlamak#1915#sayfo
1 note
·
View note