#iyi albüm
Explore tagged Tumblr posts
Note
Bugün bir şiir kitabı aldım abi. Okumaya anlamaya çalışıyorum. Ama olmuyor. Niye?
80’lerin slow şarkılarıdır sebep biraz da
insanları sömürgecilerine benzeten
keten takımlar, tango, fiyonklu masa örtüleri
dersu uzala’dan dersler çıkarmak
gelin bilkent’te iç mimari, baba koç’ta genel köle
her gramı çok değerli elliiki kilo anne
zaten amaç elliiki yıl sonra
hiç bakılmayacak fotoğraflarda en iyi yeri kapmak
br kutlu hikayesine giremeyecek tipler işte
damat her şeyi kaydediyor
el kamerasıyla gerdeğe girmek deyimini bilmiyor çünkü
oluyor böyle şeyler salaklık endüstrisinde
dilekler tekrarlanır, müzik tekrarlanır
belki yakışırdı beyaz bu kadar tekrarlanmasa
o kötü gülümsemeye verilmez bu kadar para
gelin habersiz; bu düğün daha önce de yapıldı
yeminli örnek deyimini bilmiyor çünkü
benimle tekrar edin!
ik beş sene çocuk istemeyecekler
ikinci beş yıl nasıl geçti anlamadan
üçüncü beş sene de çocuk onları istemez
bir sürü albüm, bir sürü diyet kupürü, bir sürü…
ankastre mutfağında aval aval bakınarak
bu bakınma daha önce de yapıldı
gelinliği faize sevim’den annesi şahit
oysa her şey çok özel olacaktı geline göre
her şey çok genel oldu sonucu niye
bağlamı farklı ama eren’le konuştuyduk
arjantin’e aşık olur, almanya’yla evleniriz
18 notes
·
View notes
Text
BİR AŞK HİKAYESİ...
1996 yılında, Sultanahmet’te bir evde pek çok fotoğraf ve evrak bulduk. Bir çanta mektup, 7 albüm fotoğraf ve sayfalar dolusu nota.
Bir kemancı vardı fotoğraflarda ama tanıyamadım. Ev sahibi de tanımadığını söyledi. Hepsi çatıdaki bir sandıktan çıkmış. Şaşılacak şey...
O kadar çok nota sayfası vardı ki ve öylesine özenle yazılmışlardı ki hayran kaldım.
Aklıma bir anda Cihat Aşkın’a haber vermek geldi. Cihat Aşkın, memlekette keman işi konusunda bir otorite. E tabii o vakitler telefon falan yok. Birkaç örnek alıp Cihat Hoca’ya götürdüm.
Cihat hoca notaları görünce çok heyecanlandı.
-Tekin Bey, bunların devamı var mı? dedi.
-Bir sandık, dedim. Gözlerinin içi parıldadı.
-Gidelim hemen, dedi. Gittik.
Meğer tam bir hazine bulmuşuz. Çakmıyorum ki müzik işinden. Fakat Cihat hoca alıyor bir sayfa mırıldanıyor.
Baktım sahiden nefis ezgiler. Seyyan Hanım isminde bir şarkıcı varmış, ona ait eşsiz fotoğraflar. Sonra sahipsiz mektupların içindeki tarihi vesika niteliğindeki bilgiler...
Dayanamadım, sordum sonunda:
- Cihat Hocam kim yazmış bunları? Kim bu müzisyen?
- Necip Celal, dedi.
Arkadaş tanımıyorum ki... İçimden “Çok güzel” dedim. Necip Celal’se iyi. Anlamadığımı görünce o ünlü şarkıyı mırıldandı Cihat Aşkın:
“Sevdim bir genç kadını
Ansam onun adını
Her şey beni ona bağlar
Kalbim durmadan ağlar”
Yuh, bu şarkıyı kim bilmez! Tango gibi tango!
Çok acayip bir şeyler bulduğumuza bir kere daha ikna oldum. Ev sahibi bunları çöpe atacaktı. Ev temizliği diye giriştikleri işten nasıl bir hazine çıktı!
Ev sahibi kadın çok bir para istemedi.
- Aman alın götürün de yeter, dedi. Aldık, götürdük. Taksiye yükledik her şeyi.
Takside konuşuyoruz Cihat Hoca’yla. Daha doğrusu o sevinçten havalara uçmuş vaziyette. Şu ekteki fotoyu gösterdi.
- Kim bu? dedi.
- Bilmem ki hocam.
- Yahya Kemal
- Nasıl Yahya Kemal hocam bu?
- Gençliği, Paris yılları.
- Necip Celal’de ne işi var?
- E soyadı
- Soyadı mı?
- Necip Celal’in soyadı Andel. And içen kişi demek. Bu soyadını ona veren de Yahya Kemal. Böyle bir ahbaplıkları var.
- Vay be! Peki şu kadın kim?
- Ha o mu, meşhur Seyyan Hanım. Seyyan Oskay.
- Ben tanıyamadım. Çıkaramadım adını.
- Necip Celal’in şarkısını söylüyor.
- Hangi şarkısıydı?
-
“Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır”
- Aaaa bildim, bildim. Bu şarkıyı söyleyen Seyyan Hanım mı yani?
- Evet, yalnız sözler Necdet Rüştü’nün. Müziği ise Necip Celal Andel’in.
- Nefis!
Cihat Aşkın’ın evine gittik. Büyükçe bir masa vardı. Koyduk evrakları üstüne.
Heyecanla hepsini seçiyoruz. Elime bir gazete haberi geçti, ünlü Alman sinema artisti Evelin Hold, Necip Celal’in meşhur “Mazi” şarkısını okumuş. Nerede? Kadıköy Hale Sineması’nda!
Vay be! Süpermiş.
Bir başka notta bu gazete haberinin hikâyesini anlatmış Necip Celal.
Haliyle inanmamış böyle dünyaca ünlü bir starın ülkemize gelip onun tangosunu söylemiş olduğuna:
“Çok hoşuma giden bu Alman artisti ne münasebetle ülkemize gelsin de benim tangomu okusun” demiş.
İnanmamakta ısrar eden Necip Celal’e bir arkadaşı gazetedeki bu haberi göstermiş.Haber doğru!
Beyoğlu’ndaki meşhur Tokatlıyan’da kalıyor Evelin Hold.Telefon ediyor Necip Celal.Teşekkür ediyor.Evelin Hold da kendisini uzun süredir aradığını, muhakkak görüşmek istediğini söylüyor
Necip Celal Andel de tıpkı Rodrigo gibi âmâ... Evelin Hold, Andel’in gözlerinin iyileşmesi için temennilerde bulunuyor ve Hale Sineması’ndaki konsere davet ediyor.
Evelin Hold, sahneye adımını atar atmaz salon yıkılıyor alkıştan. Hınca hınç dolu o gece Hale Sineması
Vaktiyle Londra’da duvarlara:
“Clapton is God” yazarlarmış. Evelin Hold da o gece öyle alkışlanıyor.
Sırasıyla; Fransızca, İtalyanca, Almanca şarkılar söylüyor ve nihayet sıra Türkçe şarkıya, yani Necip Celal’in Mazi’sine geliyor.
İşte o an Evelin Hold’un jesti geliyor...
Elini kaldırıp Necip Celali işaret ediyor Evelin Hold ve
“Mazi, Necip Celal” diyor.
“Ne göğsünde uyuttu beni
Ne buseyle avuttu beni
Geçti ardından uzun yıllar
O kadın da unuttu beni” diyor!
Şarkıyı o gece 4 defa söyletiyorlar Evelin Hold’a. Ortalık alkış kıyamet..
Şarkı bitince kulise gidiyor Necip Celal. Evelin Hold’a bir kere daha teşekkür ediyor ve ellerinden nazikçe öpüyor.
Fakat Evelin Hold sahiden hayran olmuş Necip Celal’e. O şiveli konuşmasıyla:
- Ne harika tangolar bunlar Necip Bey, diyor.
Velhasılıkelâm iyi dost oluyorlar...
Ertesi gece için randevulaşıyorlar. Nerede? Suadiye Plaj Gazinosu’nda.
Günlüğüne yazdığı notta Necip Celal o geceyi şöyle anlatmış:
“Suadiye plajı bana bu akşam her zamankinden daha güzel geliyor. Mehtap denizin üzerine vurmuş, etraf sessiz, konuşmadan geceyi dinliyoruz.
Oldukça kalabalığız, kıymetli artistimiz Feriha Tevfik, ağabeyim, Yusuf Kenan, Holywood muhabiri Turan Aziz ve daha bir çok sevdiğim arkadaşlarım...
Şimdi ellerimde akordeon, parmaklarım tuşların üzerinde, içimden kopup gelen bütün duygularımı söylüyor...
Kendimden geçmiş bir halde mütemadiyen çalıyorum. O da etrafın isteği üzerine Mazi’yi söyledi. Bu kadar duyarak çaldığımı hatırlamıyorum. Benden bizzat keman çalmamı istedi.
Schuman’ın Akşam şarkısı, Fibich Poem ve onun çok sevdiği Toselli serenad...
Kemandan yükselen sesler yavaş yavaş sönerken, mehtap da artık kayboluyordu.
Gazino tamamiyle bizim için kapatılmıştı. Onunla tadına doyulmaz, rüya gibi bir dans ettik, eğlendik.
Dans ederken bana:
‘Mazi’yi hiç unutmayacağım, dudaklarımdan hiç eksik etmeyeceğim’ dedi
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. İçimden çoşup gelen bir takım sesler var. Kafamın içinde mütemadiyen dolaşıyor, fakat bir türlü toparlayamıyorum. İsteği üzerine akordiyonu elime alarak, ‘Ayrılık’ı çaldım.
Yanıma yaklaştı, dans eder gibiydik yine ama ele ele tutuşmuyorduk.
İşte o anda bana, üzerine çok samimi sözler yazılmış bir fotoğrafını verdi ve sonra tekrar dans etmeye başladık.
Ona bir cesaret:
‘Ne olur bu gece hiç bitmese’ dedim. Ben bu sözleri söylerken, plajın saati 3’ü çalıyordu. Sabah gidecekti. ‘Beni unutma” dedim. ‘Sen de’ dedi.
O akşam ağabeyimin Erenköy’ündeki köşkünde kalacaktım. Yayan yürümeyi tercih ederek sessizce eve geldim.
Zihnim hep onunla meşgul..
O melodiyle meşgul.
Öylece pencerenin kenarına oturdum. Dışarıda yaz böcekleri, kurbağalar ve sık çalılar arasında duyulan bir tek bülbül sesi...
Ortalık hafifçe aydınlanır gibi oldu. Gayri iradi piyanoya doğru yürüdüm. Başımda inanılmaz bir ağrı.
Hemen oturup en sessiz pedala basarak içimden gelen sesleri yavaş yavaş çalmaya başladım. Çünkü başka türlü olmayacaktı. Mümkünü yoktu.
O gece yazdığım beste ise şöyleydi...
Sevdim bir genç kadını
Ansam onun adını
Her şey beni ona bağlar
Kalbim durmadan ağlar
Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer
Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer
Ne yazıkki deniz engin şu ufuklar ölgün
Bin elemle doluyor her yeni gün...”
Necip Celal, yazmamış: Yaşamış!
Biz Cihat hoca ile evrakları toplarken, eşi Nisan Hanım geldi. Ortada bir koli ve bizi harıl harıl çalışırken görünce şaşırdı:
- Hayrola Cihat, bunlar nedir? dedi.
- Görmen lazım. Çok şaşıracaksın.
Nisan Hanım fotoğrafları görünce sahiden pek şaşırdı:
- Dayım, dedi.
Ben konudan uzağım tabii...
“Arkadaş” dedim içimden, “Konu nereden nereye geldi.”
Elbette cehaletime de ayrıca yandım.
Bütün o evraklar Cihat Hoca’’da kaldı. Uzun yıllar o notolarla uğraştı durdu. Derledi,topladı,düzeltti.
Nihayet o gün bulduğumuz eserleri bir albüm haline getirmiş.Sahiden çok sevindim buna.
Var olsun, benim için Necip Celal Andel albümünü ithaflı bir şekilde imzalamış Cihat Aşkın.
Daha böyle pek çok hikâye vardı o günlüklerin içinde. Pek çok şarkının yazılış serüveni vardı.
Tango da ne güzel bir icat be kardeşim. Yüreğini şenlendiriyor insanın..
Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır
Ne göğsünde uyuttu beni
Ne buseyle avuttu beni
Geçti ardından uzun yıllar
O kadın da unuttu beni.
Tekin Deniz
19 notes
·
View notes
Text
Dün izin günümdü... Beyefendiyle buluştuk... Zaten hiç vaktimiz olmuyordu çok iyi geldi ikimize de... Daha önce tüm nişan fotoğraflarımızı çıkartmıştık. Albüm de almıştık. Dün bi çay, kahve eşliğinde oturup beraber çok tatlı bi albüm hazırladık.. ☺️⚘️hepsini tek tek dizdik..Rabbim düğün fotoğraflarımızı da aynı güzellikte hazırlamayı nasip etsin..❤️
Amin..⚘️🤲
9 notes
·
View notes
Text
2023 biterken
ocak. * sporla başladım yeni yıla. hiç sevmezdim kapalı alanda spor yapmayı. insan gerçekten değişiyor. * iki yılın sonunda iki numara geldi yurtdışından. büyümeyi sevmiyorum. yaklaşık 10 yaşından beri. * o zaman farkında değildim fakat sanırım hayatımın kendimden korkunç derecede uzaklaştığım iki haftasını yaşamışım. şubat. *yaşanılanları dilerim bir daha hiç kimse yaşamaz. *yemekten içmekten uyumaktan ve hatta yaşamaktan kesildim.
*biz ne yapıyoruz hakikaten?
mart. * ne zaman anksiyete krizlerinden çıkamıyor hale gelsem saçlarımı kestirince tüm kaygılarım kesilen saçlarla birlikte gidecekmiş gibi geliyor. yine aynısını yaptım. doğum günümden bir gün evvel saçlarımı yine örülemeyecek kadar kestirdim. kaygılarım beni bırakmadı.
* emek verdiğim, uğruna çabaladığım her şeyi, varlığımı bile sorguladım. bir şeyler hakikaten kafamda oturmuyor.
nisan. * yaşanılanların bu kadar kolay unutuluyor olması beni daha çok yaralıyor.
*biraz umutlanıyorum sanki geleceğimize.
mayıs. * umut yüksek bir dağın zirvesiydi. ben bu ay bu zirveye ulaşmıştım. ve sonra paraşütsüz bir şekilde zemine çakıldım. *hiçbir yere ait hissetmiyorum. yabancılaşmanın en kötüsü bu sanırım. haziran. *terapide koca bir ay hissettiğim ama tanımlamakta zorlandığım yabancılaşma hissini anlatıp durdum. sanırım kabuk değiştiriyorum.
temmuz. *zor. *yeni kararlar. ağustos. *zor.
*değişim neden bu kadar acı veriyor.
eylül. *zor. ekim. *100.Yıl. hem mutluyum hem de korkunç derece üzgünüm. yine de her şey için teşekkürler.
kasım. * en son ataride nefessiz şekilde Mario oynarken bıraktığım oyun bağımlılığı steam dolara geçiyor dalgasıyla birlikte yeniden başladı. çok uzak kalmışım bu dünyadan. demiştim değişim başlamış.
* friends batağına düştüm yine. daha da fenası hımym ve friends arasında ayrım yapamayışım. beynimde her ikisinin daima dönüp durduğu yeni bir alem var.
aralık. * iyi ki kitaplar var. iyi ki. goodreads kayıtlarına göre 68/60 yaparak hedefimi bal gibi kitaplarla tamamladım. az bile. olsun. çok güzel kitaplarla karşılaştım aklıma geldikçe onlara sarılasım geliyor. * apple music replay'23 kayıtları 25.282 dakika müzik dinlediğimi söylüyor. bu yıl albüm dinleme gibi bir alışkanlık edindim, sanırım bundan, 3064 şarkı dinlemişim. liseden sonra kendimi kaybedişimle birlikte unuttuğum rock sevgim de bu yıl kendini yeniden hatırlattı. paralel evrendeki rock grubuma buradan sevgiler.
#yılın iyi ki' leri# * sevgili storytel. seni seviyorum. * ne gerek var sanki her gün patates kızartıyoruz diyerek sözde az eşya mottosuyla almaya aylarca karşı çıktığım airfryer artık mutfakta üçüncü elim. üretenlere teşekkür ederiz.
24 notes
·
View notes
Text
Son yıllarda ya da sevdiğiniz en iyi Türkçe Rock 🤘 albüm hangisiydi?
[Dünya Yalan Söylüyor]
6 notes
·
View notes
Video
youtube
Jim Keller - Mistakes
John Lee Hooker, Kraftwerk ile karantinaya girseydi ne elde ederdiniz? Jim Keller’ın endüstriyel blues ve endüstriyel tehdit karışımı, "Don’t Get Me Started", pandemi için kesin şarkı olabilir. Keller, yıllar önce San Francisco grubu Tommy Tutone’un bir parçası olarak, 80’ler radyosunu dinlenebilir kılan klasik bir power pop parçası olan "867-5309" ("Jenny Jenny") parçasını ortaklaşa yazıp seslendirdiğinde dikkat çekmişti. New York’a göç ettikten sonra çiti atladı, Philip Glass’ın yayıncılık şirketini yönetti ve Glass’ın kariyerinin yönetimini Dunvagen Music’in direktörü olarak üstlendi. Keller, 2005’te kayıt yapmaya ve performans sergilemeye geri döndü ve zaman, viski ve vaatlerle yaşlanan bir sesle, Tom Petty’nin terapisti olabilecek birinin sesine sahipti. Bugüne kadar Sunshine In My Pocket (2005), Soul Candy (2011) ve Heaven Can Wait (2014) olmak üzere üç solo albüm yaptı. Müzik sektöründe kült bir figür olan Keller'ın New York'taki Lakeside Lounge ve The Rockwood Music Hall'daki konserleri efsanevidir. Şehrin en iyi müzisyenleri onunla sahnede olmasa bile, seyirciler arasındaydılar, şarkı söyler, çalar, sizi daha düşük bir kasabada hapse attıracak türden gürültü yaparlardı. By No Means, uzun zamandır birlikte çalıştığı Byron Isaacs (The Lumineers, Levon Helm) ile yazıldı, Mitchell Froom (Los Lobos, Crowded House, Randy Newman) tarafından üretildi ve Los Lobos'tan David Hidalgo'nun gitarıyla desteklendi. Sizi bağlayan ifade, sinsi ve her şeyi bilen ama yine de her şeye değecek, tüm bu çılgın karmaşaya anlam kazandırabilecek o sırrın söylenmesini bekleyen.
2 notes
·
View notes
Text
türkiye newschool rapçi piyasasında en iyi albüm
2 notes
·
View notes
Text
24/5 MART PSYCHONAUT 4 KONSERİ (IF BEŞİKTAŞ)
Yerde ayaklarımı uzatmış, sırtımı kanepenin ayaklarına yaslamış oturuyorum. Sağımda içi ağzına kadar dolu küllük, kenarından sarkan, sönmeye yüz tutmuş bir sigara. Solumda neredeyse bitmiş büyük bir şişe rakı (Bardak yok..) Önümdeki “Tv” ekranında “Loop”a alınmış, sürekli dönen “Lethargic Dialogue” klibi. Bir rakıya, bir sigaraya, arada bir de ekrana bakıyorum. Videonun başında elde dönen çakmak gibi başım dönüyor. Depresif düşünceler, bitik bir karaciğer, antidepresanlar, anksiyeteler, ilaçlar, mahvolmuş bir hayat, “Psychonaut 4”… 2015’te keşfettiğim “P4” (böyle deyince aklıma bir “DSBM” grubundan ziyade evdeki “Play Station 4 Pro” geliyor ama kısaltma işte.) “Youtube”da gördüğüm günden beri dinlemeye asla ara vermediğim bir “DSBM” grubu. “P4” Yukarıda anlattığım hikaye ve binlercesi gibi bir çok zor anımda bana arkadaşlık etti. Konsere geçmeden önce nedir bu “DSBM” sadece biraz sert müzikle harmanlanmış, üzgün ergen intihar girişimlerimi, yoksa fazlası mı? Biraz bunlara bakalım.
“Depressive Suicidal Black Metal” 90’ların başında “Burzum” etkisiyle yeni şekillere bürünen Black Metal’in belki de en uç türlerinden biri. Ben şahsen tek albüm çıkarabilmiş olan “Silencer” grubu ve psikolojik vakaların en berbat donanımlarına sahip hasta ruhlu solistleri “Nattramn” ile “DSBM”le tanıştım. Bu müzikte, gruplarında, solistlerinde öyle hikayeler, öyle hezeyanlar var ki değme korku filmi senaryolarına taş çıkartır. Özellikle “Nattramn”ı hafif bir “google”larsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Bu tarz hikayeler okuyup birde bunlarla aşırı bağdaşan müziklerini dinlediğinizde, eğer sizde hafif, orta, şiddetli depresyon dönemleri geçirdiyseniz kendinizi bu işe fazlasıyla kaptırıyorsunuz. “Shining” “Lifelover” “Nocturnal Depression” “Apati” “Xasthur” “Happy Days” “Coldworld” “Thy Light” ve sayamayacağım diğerleri öyle gruplar ki, bunları acının müzikte şekil bulmuş halleri olarak yorumlayabilirim. Histeri krizleri yaşayan vokaller, hezeyan tarayan gitarlar, şarkıların arasındaki durulma bölümlerinde giren ilginç enstrümanlar, (Black metalde saksafon olur mu demeyin oluyor, güzelde oluyor.) zil kullanımı yüksek atmosferik davullar ve bazen şarkı aralarında, başında ya da sonunda giren diyalog bölümleri. Anlatılar, bozuk radyo konuşmaları, çocuk koroları, şarkıları…
“P4” yukarıda saydıklarımı ve daha fazlasını icra eden bir grup. Artık üretim yapamayan “Silencer” (Nattramn’ın akıl hastanesi projelerini saymazsak.) ve “Lifelover”ın (Aşırı doz kullanımı sonrası ölen gitaristleri sebebiyle grup dağıldı.) yeri dolamayacak olsa da, “P4” bu tarzın ciddi bir takipçisi oldu ve bayrağı onlardan devraldı diyebilirim. (Saydığım iki grubunda önemli şarkıları “P4” tarafından son albümlerinde coverlandı.) Dinlemesi zor bir tarz olan, abilerimiz, ablalarımızın, genel metal müzik dinleyicisinin dahi çok anlamlandıramadığı “DSBM” hala kısıtlı bir kesim tarafından bağra basılsa da, yaşamak zorunda olduğumuz çağ gereği giderek daha fazla takipçi kazanan bir akım. Konser açıklandığında üzülsem mi sevinsem mi bilemedim, müthiş bir şaşkınlık yaşadım. Uzun zamandır dinlediğim bir grubu sahnede izleyecek olmak sevinç vericiydi fakat diğer yandan geçirdiğim zor zamanları hatırlamak ve o günlere geri dönmek acı verici olabiliyordu. Tamda böyle duygularla gittim konsere. İki arada bir derede… “DSBM” ve “sevinç” kavramları birbiriyle çok bağdaşmıyor zannedebilirsiniz fakat size şunu söyleyebilirim ki benim nazarımda “DSBM”in yalnızlık, ölüm, intihar güzellemesi, aşırı doz, kendine zarar verme, alkolizm, vs. temaları yanı sıra, insana destek olan, hayata devam etmesini sağlayan, “güç” veren bir tarafı da var.
Zor, katlanılamaz dönemler geçirdiğimde kendi kendime yıllar içerisinde geliştirdiğim belki hastalıklı sayılabilecek bir yöntemim var. Bu dönemlerde genellikle depresif şeyler okumak, izlemek ve dinlemeye meyilli olurum. Holokost filmleri, savaş anıları, özellikle Doom/Black metal müzikleri bana yardımcı olur. Dünyada, senin o an yaşadığın acıdan daha büyük dramların olması, senden çok daha zor durumda kalan insanların hikayelerine odaklanmak konuyu en azından biraz olsun senden uzaklaştırır, hafif bir rahatlama hissi getirir. “P4” Gürcistanlı bir grup ve tarzlarını “Post Soviet Black Metal” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlama bile tek başına benim dikkatimi çekmeye yetmişti. Oraya ne yazdılarsa bu adamlar onu yapıyor, yaşıyor. Biz hiçbir zaman kanatlarını sonuna kadar açmış, ideolojisini ve baskısını bütün topraklarına zorla yaymış, egemen, düşman bir kuvvet tarafından yönetilmek zorunda kalmadık. (Ruhun şad olsun büyük Atatürk!) Ama bu adamlar yıllar boyunca bunu yaşadı ve bu olayın etkileri onlarda izler bıraktı, yaralar açtı. İçlerinde belki hala o günleri yaşıyorlar, hatırlıyorlar. Bu gözlerinden bile belli oluyor, birçok jenerasyona yayılmış bir durum bu. Konser boyunca arka planda, logolarının gerisinde gösterilen eski Sovyet bloğu mimarisinden örmekler bu dediklerimi destekliyor. Mega, güçlü, haşmetli, soğuk bloklar, toplu konutlar, binalar… Şükürler olsun ki onları anlayamıyoruz, belki biraz hissediyoruz. (Mimari dışında…) Anlayabilecek durumlar yaşamadık. Onları anlamaya çalışmamız Nasılsın? “İyiyim” diyalogları kadar saçma bir çaba oluyor. Sovyetler birliği devri ve sonrası dönem acılarını bize geçiriyorlar ve ben yine bu tarz şeyler yaşamadığım için rahatlıyorum evet ama sadece bununla sınırlı kalmıyor. “P4” ve “DSBM” grupları sayesinde artık kendimi yalnız hissetmiyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun, benimle benzer acıları ve durumları, hissiyatları paylaşan insanlar var! Evet, yalnız değilim ve bu çok büyük bir güç. Belki o yerilen intihar temasının, kendisini öldüren ya da zarar veren müzisyenlerin, bağımlılıkların tam aksine insanı yaşama bağlayan, devam etmesi için insana dayanak olan bir güç. Dibe vurduğunda ayaklarını sağlam bir şekilde yere vurup, hızla yüzeye doğru çıkma gücü…
İŞTE OMUZ OMUZA JİLET ÇEKECEĞİMİZ AN!
Konsere giderken neyle karşılaşacağımı üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum ama yalan yok bu kadar iyi geçeceğini düşünmemiştim. Konser normalde Pazar günü gerçekleşecekti fakat grubun uçaklarındaki bir sorun nedeniyle “P4” gecikti ve etkinlik ertesi güne ertelendi. Bu konuda seyircide sıkıntılar yaşandı. Şehir dışından gelenler biletlerini iptal etti, konser hafta içine alındığı için gelemeyenler oldu vs. Sonuç olarak beklenenden biraz daha az bir kitleyle konseri geçirdik. Bu durum “P4” ün performansına bir eksi yazmadı, aksine daha da istekli ve enerjik şekilde konserlerini verdiler. Bu aksaklık için özür dilemeyi de ihmal etmediler. Genç nüfus ağırlıklı kitle tam bir “DSBM” dinleyicisiydi diyemem, zaten bunu beklemezdim de. Merakından gelen dinleyicide çok vardı, birkaç parça dinlemiş olup grup hakkında az buçuk fikir sahibi olanda, her şeye, bütün şarkılara hakim olup en önde translara girende. Tarzın gelişimi açısından bu yaşananlar gayet olumlu. Gördüğüm kadarıyla herkes konserden memnun ayrıldı. Memnun ayrılmamak mümkün değildi adamlar gerçekten o kadar hissiyatlı çalıp söyledi ki, hep birlikte gerçek bir inanmışlık, kendini adama deneyimi yaşadık.
“P4” ün ilk albümü “Have A Nice Trip”in yazının başında söylediğim gibi bende ayrı bir yeri vardır. Konser “Setlist”leri internette fazla dönmüyordu ve benim gördüğüm kadarki kısmında konserlerinde artık ilk albümden hiç parça çalmıyorlardı. Bu konserde daha ilk şarkıda, ilk albümden “Parasite” (en sevdiğim ikinci parçaları.) ile girmeleri tahmin edersiniz ki beni binlerce farklı duygu durum içerisinde bıraktı. Telefonla çekim yaparken telefonumda “Headbang” yaptı. İnanılmaz anlardı. “We Will Never Find The Cure” “Moldy” ve “Too Late To Call An Ambulance” konser öyle hissiyatlı, öyle derin duygularla geçiyor ki başka hiçbir şey anlatmama gerek yok aslında. Şarkı isimlerini okusanız yeter. David kendinden geçiyor, (zaten kendinden geçmesi ile tanınır…) şarkıları yerde sürünerek söylüyor, bağırıyor, kendini yerden yere vuruyor, çığlıklar, yardım çığlıkları, Allah’ın belaları! David, “Lifelover”dan “Kim Carlsson”a benzettiğim hareketler sergiliyor, ölüyor, bitiyor. Seyirciyle birkaç kelime dışında çok fazla “konuşamadığı” (İstanbul, helö, hıı..) için, konuşmaları ve seyirci iletişimlerini genelde gitar/vokalleri yaptı. Konserlerde bu durumu iyi ayırmışlar, güzel çalışıyorlar. David konuşma konusunda sazı eline alsa hepimizin tadı kaçabilir. Sen şarkını söyle, çığlıklarını at abi. Grubun aklıselim, beyefendi, papyonlu gitaristi konuşmaları yapar. Bize özel olarak yapacaklarını söyledikleri ikili acı seansı, gitaristin söylemesine göre “üzerine çok fazla çalışılmamış” “deneysel bir şey” beceremezsek bize kızmayın dedi fakat kızmak ne kelime, resmen nutkumuz tutuldu! Bu bir “Şov” olarak değerlendirilebilirse eğer ben böyle “Şov” görmedim diyebilirim. IF’in duvarlarından acı fışkırdı. Gidin bakın hala orada duruyordur. Acı mekana sinmiştir. Mahvettiler bizi…
“Beautyfall” (2020) albümlerinden “Sana sana sana cura cura cura” (Türkçe okuyunca ne kadar manalı oluyor, eski sevgiliye sitem edilen bir nefret şarkısı gibi.) çalınıyor. Bu hezeyan sonrası “Tbilisian trajedisi”. Yukarıda sigaraya çıkmıştım, melodiyi duyar duymaz merdivenleri üçer beşer inerek koştum geldim. Gitarist bunu çalmadan önce sanki “sıradaki şarkıyı biliyorsunuz, bunun için üzgün hissetmiyorum” deyip güldü. Konuşmanın başını kaçırdığım için ben pek bir mana veremedim, anlayan varsa yeşillendirsin. Hayırdır yani kardeş burasıda İstanbul tragedyası, hepimizin acıları var, bunlarımı yarıştıracağız… Neyse. “Beware the silence” sonrası bana ikinci şok geliyor. Yine yazının başında bahsettiğim, yıllar boyunca Loop’a aldığım şarkı “Lethargic Dialogue” (en sevdiğim “P4” şarkısı.) canlı çalınıyor! Benim bira fondiplendi, saçlar açıldı, darmadağın olundu… (Boynum hala ağrıyor…) Bu konserde ses o kadar iyiydi ki (belki “P4” için fazla iyi bile sayılır.) başka hiçbir konserlerinde bu kadar iyi ses aldıklarını düşünmüyorum bile. “Personal Forest” “My Sweet Decadance” (bu şarkı hep birlikte söylendi, elimizde çakmaklar eksikti.) ve “Bad morning” sonrası grup sahneden iniyor. Bizim çocuklar organize tabi “hurraa” kapıya derken “P4” tekrardan sahnede “The Stooges” Cover’ı olan “I wanna be your dog” şarkısını çalıyorlar. Hopluyoruz, zıplıyoruz. Resmen bu gece, burada, bütün acıları si……z!
“P4” muazzam bir acı resitali sonucunda sahneden iniyor. Tekrar gelmek için söz veriyorlar ve ben tekrardan geldiklerinde yine benzer bir performans sergileyeceklerini düşünüyorum. (Daha iyi diyemiyorum, bundan daha iyisi nasıl olur bilemiyorum..) Grup, kuliste biraz dinlendikten sonra önceden söz verdikleri gibi “Meet And Greet” için seyircinin arasından geçip “Merch” standının arkasına gidiyor. Uzun bir kuyruk “P4”ten imza almak, fotoğraf çektirmek için bekliyor. Sıranın sonu gelmiyor, herkes grupla kucaklaşmak, sarılmak, konuşmak istiyor. Seyirci duygusaldı, grup duygusal ve yorgundu. Bu işin tamamlanması zor gibi gözüküyordu. Dolayısıyla bir süre sonra “tamam artık yeter arkadaşlar” diyorlar ve kalan sırayı toplu fotoğraf çekimiyle kandırıp kulise dönüyorlar. Bir “DSBM” grubuyla fotoğraf çektirmek, sırıtırken “P4” elemanlarıyla fotoğrafının olması falan bunlar… Ne bileyim biraz “sırıtan”, çelişkili, konuyla bağdaşmayan şeyler gibi gelmiyor değil. (Benimde oldu gerçi kardeşim, anıdır neticede kehkeh…) Konser o kadar güzel geçti ki olumsuz bir not, gözlem, izlenim sunamıyorum. Bu sene Metal müzik konserleri açısından çok verimli geçiyor, birçok enteresan grupla, “Sound”la, janrayla karşılaşıyoruz, tanışıyoruz. Bu etkinlikleri gerçekleştirenlere hakaret etmek yerine bence tekrardan teşekkür edelim. Şartları, zorlukları, aksilikleri anlamaya çalışalım, anlamasakta saygı duyalım. Güzel memleketimizin, yaşamak zorunda kaldığımız şu boktan dönemlerinde adamlar sevdiğimiz, müziklerinde nefes aldığımız, gelmesi için belki dualar ettiğimiz grupları getirmeye çalışıyor. Bu işi ne kadar profesyonel şekilde planlarsan planla, iki taraflı aksilikler yaşanabiliyor, kriz yönetimi yapmak gerekiyor, hızlı aksiyonlar almak zoruna kalıyorsunuz vs. Üzüntüyü, hayal kırıklığını anlarım ama klavye başından küfür etmek nedir? Şartlar gereği konsere gelemeyeni anlarım ama tepki olsun diye sevdiğin bir grubun konserine gelmemek nedir? Her neyse gelmeyen çok şey kaçırdı bir kez daha bunu belirteyim. Konserin etkisi hala üzerimde ve “P4”ün şarkıları beynimde çalmaya devam ediyor. Tekrardan yoğun şekilde “DSBM” batağına düşüyorum. Kaçabilen kendini kurtarsın, benim için artık çok geç. “Too Late To Call An Ambulance”… Sevgiyle kalın, görüşmek üzere!
3 notes
·
View notes
Text
Taylor Swift Midnights Albümü Hakkında;
Şarkı sözü yazarlığının en iyi olduğu albüm diyebilirim. Her ne kadar Red albümü benim için en özel albüm olsa da, Midnights albümü şarkı sözü yazarlığını ne kadar geliştirdiğini gösteriyor.
Her albümde kendini yenileyip en iyisini yapıyor.
İlham aldığım ve çokça saygı duyduğum birisi.
Bu albüm için teşekkürler Taylor 💐
9 notes
·
View notes
Text
skz'ye mama'da şarkıları bu kadar bok ettikleri için sinirliyim. son albüm de bu sinire girer galiba. dünya turundan dolayı performanslarını düşürmüş olabileceklerini düşündüm. evet sebebi bu olabilir. ama hakkaten bok gibi olmasına rağmen birileri mükemmeldi en iyisiydi daha iyisi olamazdı falan diyince tilt oluyorum. diğer performansları daha izlemedim o yüzden karşılaştırma yapamıyorum ama cidden bok etmişler şarkıyı. konserlerde de şarkının orijinal müziği ile söylemiyorlar çoğunlukla (band oluyor arkada) ama o performanslar bu kadar iyi olurken bu nasıl bu kadar kötü olabilmiş? geçen seneki mamayı çok beğenmemiştim ama bi dinlenilirliği vardı. bunun yok. sahne performansı sadece dans değildir. şarkı bok gibiyse bir sike yaramaz. en azından ben böyle düşünüyorum. şey değilim gideyim hate yorumları atayım söveyim edeyim falan filan. sadece hayal kırıklığına uğratıp duruyor beni en güvendiğim grup. üzüyor yani.
8 notes
·
View notes
Text
Cem Adrian En Iyi Sarkılar 2022 - Türkçe Müzik 2022 - Albüm Full
youtube
Dinlemeye doyamadigim.cem Adrian.
5 notes
·
View notes
Text
bu hissettiklerimizi bir noktada yaşanmış kılmalı ve ispatını ortaya koymalıydım.
bu bir öykü değil; bütün bunlar yaşandı. hepsi gerçek bir hikayeden alıntı;
milyonlarca kilometre koşmuş gibi oldum seni ilk gördüğümde, oysa ki hiç de aramamıştım. şimdi her şeyin mümkün ve inanılmaz kolay olduğu bir yerdeyiz ama ne kadar da alışmışız zora. anlaşılmamaya bile alışmışız, biraz teşekkür edesim var öncelerimize, biraz da küfredesim. muhtemelen olmasalardı olmazdık, ama oldukları için de olmayacak gibiyiz. sen hariç her şeyin ve herkesin blurlaştığı ilk günü hatırlıyorum. o an anlamıştım, bindiğimi bir alamete ve gittiğimi kıyamete. bari bunda haklı çıkmayayım dedim. çıkıyor gibiyim. methiyeler düzmeyi ne çok sevdiğimi daha yeni öğreniyorsun ama bunu ne kadar hevesli yazdığımı az çok bilirsin, bildiğine inanmak isterim. bir şeyler küflenmeye son kullanım tarihi dolduktan sonra başlar ama bazı şeyleri son kullanma tarihi dolduktan sonra küfünü üstünden atıp tüketmeye devam da edebilirsin.
yüzünü seviyorum, özellikle güler yüzünü. her kötülüğün üstesinden gelir gibi insan, o yüzü görünce. iyileşmek elbet mümkün, uyandığın günlerin birinde. şu anlık belli olmayan, bir günün sabahında bunu iliklerinde hissedeceksin muhtemelen. burada bir film yazılıyor bir şekilde, şimdilik vardığın bu limanda çoğu cevap empatiyle birlikte doğru sayılıyor ve bunda bir tane bile yanlış yok, inanır mısın?
baht dediğin kimin tarafından yazılır bilemedim bunca senedir ama ben bundan daha iyi bir yazar olurdum. en azından benim hikayelerim bir noktada mutlu sonla biterdi, öyle gözükmese bile.
‘’kadın, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor.’’
bazı sabahlar başka sabahlara hiç benzemiyor. öyle bir sabahtı, senine tanıştığım. istediğim şeyi aramadan bulduğum bir sabah… favori sanatçın albüm çıkarmış ya da çok sevdiğin bir şairin bir şiirinde kendine rastlamışsın gibi. çünkü o sevdiğin şairin herhangi bir dizesinde kendini bulmak daha kolay, komple bir şiirde kendinle bakışmaktan. o daha özel; tesadüf ama kıymetli ve nadir.
‘’senin ömrün neye benziyor?’’
benim çok şişe kırıldı içimde. paldır küldür baya da gürültülü çok kırılan şeyin sesini duydum. korkarsın belki, bu yazdıklarımın da bir gürültüsü var biraz. ben sessiz şeyleri sevemedim sanırım. çocukluktan can sıkan bir alışkanlık deriz, olmaz mı?
tadının kaçmasını da iyi bilirim, aslında ne tatlıydın da dolapta çok beklettiler, biraz bozuldun. şekerli şeyler daha da şekerlenir ama insanlarda öyle işlemiyor sanırım. zaman içinde biraz acılaşıp, bozulmaya yüz tutuyor. hani özellikle o ilk kırıldığında. ama şarkıların o en güzel yükselen yeri gibiyim sana, hiç detone olmamış yeni bir ses teli gibi. şan dersi almaya başlamış da nefes almanın bile doğrusunu yeni öğrenmiş gibi. bir hayvanın yeni adına alışması gibi.
o çok büyük dalgalardan sonra nasıl da yorgunlaşıyoruz. uykuya dalıp o yorgunluğu üstten atmak gerekiyor. bilmiyorum seni uykundan mı uyandırdım?
güneş topluyorum artık, kışımın bulutuna biraz içimi dökesim geliyor; dizim bak ilk gün şu oldu da kanadı, ilk kez şu gün kendimi yerde buldum, ilk kez modern Türkçe’de değil de eski kelimelerde kendime rastladım…
ama yine de biliyorum ki, bir noktada kendimize ait bir şarkı bulacağız. belki de o şarkıyı da biz yazarız.
1 note
·
View note