#işgal edilmiş topraklar
Explore tagged Tumblr posts
onderkaracay · 2 years ago
Text
Tumblr media
🗣️ İlim ile Bilim Arasındaki Fark
Mustafa Kemal Atatürk;
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir diyor.
Aynı zamanda; benim fikirlerim bilim ile ters düşer ise bilimi seçin diyor.
O zaman ilim nedir? Bilim nedir?
Detaylı bir şekilde aydınlatalım konuyu.
İlim dünya dışı bilgi demektir. Her insan bu bilgiye erişemez. İnsanlık tarihi boyunca birçok insan ilim sahibi olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk hem ilim sahibi bir kişilik hem de bilime inanan çok müstesna bir dehadır.
İlim yaratan gücün dünyada yaşayan ve seçtiği insanlara verdiği sırlar ve o sırlar sayesinde yapılanların kendisidir.
Bu insanlar zor zamanlar için seçilirler. Görevleri o zor zamanlar da insanlığın önünü açacak ve şeytani kötülüğün tuzaklarını alt üst edecek güçle yaratan tarafından donatılırlar.
Mustafa Kemal Atatürk Osmanlı imparatorluğu döneminde ki kötülüğün ortadan kaldırılması ve yaratanın bir parçacığı olan ana dölü ile kayaların oğulları ile evli olan ve ismi Anadolu olarak bilinen topraklar da insanlık devrimi yapma ve sonsuzluğun devletini kurma gücünü yaratan ona verir.
Ata Türk böyle oldu. Kutalmış hakanların ortak ismidir.
Bu devrimleri nasıl yaptığını Nutuk kitabında beşeri tarafını anlatır.
Gençliğe Hitabe ile ve bazı sözleri ile ilim tarafından ilerisi için öngörüde bulunur. Hepsi gerçekleşir.
Dogma ve ayet bırakmıyorum diye özellikle uyarır.
Kendisine yapılmasını değil devrim ve fikirlerine sahip çıkılmasını görev olarak verir. Bunu kendisi için değil bizim için ister.
İnsanlık tarihi boyunca ne zaman bir iyilik yola çıkmışsa aynı paralelde kötülük harekete geçmiştir.
Bunun olacağını Atatürk biliyordu.
Bütün uyarıları bu sebeple yaptı.
O uyarılar bundan sonra işimize yarayacak.
Yüz yıllık uyuşukluk yavaş yavaş geçiyor.
21 Aralık 2015 tarihinde en uzun gecede tüm Türkler ve insanlığını kaybetmemiş olanlar ile dünyanın her yerinde o gün bugündür yürek meydanında gönül kongresi yapıyoruz.
Mobbing Bank kitabım bunun bir şifresidir.
Bir gemi olduğunu, mahşer denizinde yüzdüğünü, susuz bir tufanda Anadolu'yu yıkadığını, zalimleri canlı ölülere çevirdiğini ve bizim üzerimize çöken ve uyuşmamıza sebep olan kötülüğün Anadolu'dan yıkılmaya başlayacağını ilk yazan kitaptır.
Kitapta bunların şifreleri yani sırları var.
Sonradan ihtiyaç hasıl oldukça açıkladığım bilgiler var.
Zamanı gelince açıklayacağım bilgiler de var.
Bütün bunları yaşamının bir sır üzerine kurulu olduğunu bir bankada bunun için uzun yıllar çalıştığımı sonra nefsinden soyunarak dört büyük kut verilmiş Türk'ün ruhunu elbise olarak giyerek bunları yaptığımı yazdım.
Bunun karşısında zalimler ne yapacaklarını bilemedikleri için sadece maddi güçlerine güvendikleri için ve yaşattıkları zulmü kendileri yaşayana bu kötülüğün süreceği için bu süreç biraz sancılı geçmektedir.
Sonuçta kaybedecekler. Bu kadar bilgi yeter. Nasıl kaybedeceklerini yazsam bile anlayamazlar.
Görevim sadece gönüllü danışmanlık yapmaktır. Dünyada ilk kez böyle bir durum gerçekleşiyor. Kendim adına hiçbir talebim yoktur. Maddiyat zul verir bana.
Birileri çıkacak pişman olacak ve yapılması gerekenleri yapacak.
Hepsini yazdım. Neyi nasıl yapacaklarını biliyorlar.
Ve bunu planlıyorlar.
Gerektiği zaman yeni paylaşımlar ile müdahil olarak düzeltmeler yapacağım.
Hatasız bir devrim gerçekleşecek.
Ve dünyada ki bütün insanlık bu devrimi yapmak için sahiplenecek.
Beklenti içinde olsaydım hiçbirini yapamazdım. Zaten sır ile verilen ilim buna asla izin vermiyor.
Atatürk birinci aşamasıydı yarım kalan devrimleri tamamlamak son aşaması olacak.
Atatürk sırlarını neden açık açık yazmadı ya da açıklamadı?
O günkü toplum yapısı buna uygun değildi.
Cebren ve hile ile bütün tersanelere girilmiş yurdun her tarafı işgal edilmiş olabilir derken bugün olacakları haber veriyordu.
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmiyorsan bu nice okumaktır diyen Yunus Emre de ilim sahibi olmuş biridir.
Atatürk'ün yaptıkları ve kendini bilmeyen bir toplumun başına gelenleri bu dörtlük ile önceden açıklıyor.
İlim sahibi olanlar daha ne yapabilir? Her insanın tek tek yerine geçecek değiller ya!
Us ve duyunç uyuşukluğu geçince düzelecek herşey.
Gelelim bilimin ne olduğuna.
Bilim dünyada ki bilgi demektir.
Beşeri yaşamın huzur içinde yaşanması ve doğaya ve diğer canlılara zarar vermeden yapılması şartıyla bilim vazgeçilmez bir alandır.
İnsanlık ne yazık ki bu konuda bilimi kötülüğün hizmetinde kullanarak kötülüğün kendi sonunu getirecek bir yola girmiştir.
Atatürk dünya bilgisi için söylediği her sözünün ölçüsünü bilim ile ölçerek doğruyu bulun diye özellikle bizleri uyarmıştır.
Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu kötülüğün sayesinde Köy Enstitüleri kapatılarak bilime ulaşacak şah damarı kesilerek cehaletin ve hurafenin insafına terk edildiği için bugün yeni bir başlangıcın eşiğindeyiz.
Böyle yaşanması gerekiyormuş.
Bu bilgileri yazıyor olmak bile büyük umuttur.
Sarılın o bilgilere.
Yarın sizi o bilgiler kurtaracak. Ne yapacağım kaygısını kimse taşımayacak.
Bizi bitirmeye diş bileyen o canlı ölüler o gün ne halde olduklarının farkına varacak ve çaresizliklerine şaşkınlık içinde bakakalacaklar.
İnsan gibi huzur içinde yaşamak istiyorsanız Atatürk'ün fikirlerine bürünün ve hepiniz bir Atatürk olun.
Ne demişti son kutalmış kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk;
✓ Eğer bir gün bir kurtarıcıya ihtiyaç duyarsanız o kurtarıcı kendiniz olmalısınız.
İşte Mobbing Bank bunun eseridir.
Atatürk'ü unutturacaksınız diye siyaset yapanlar, iktidar olanlar o ideolojinin peşinde koşanlar eğer sizde kendinizi kurtarmak istiyorsanız sizin için de yol aynı yoldur. Dönün gittiğiniz yanlış yoldan.
İlim seçilmiş kişilere, bilim ise herkese açık bir alandır.
İlimi anlayın, bilimi kavrayın. İlim seçilenin, bilim herkesindir.
] Önder KARAÇAY [
15 notes · View notes
altinbilgiler · 2 months ago
Text
İsrail Devleti Ne Zaman Kuruldu
Tarihçe İsrail Devleti’nin tarihi oldukça köklü ve karmaşıktır. İsrail’in toprakları, tarih boyunca birçok medeniyetin egemenliği altında kalmıştır. Antik dönemlerde Filistin olarak bilinen bölge, Sümerler, Babilliler, Mısırlılar, Hititler ve Roma İmparatorluğu gibi çeşitli uygarlıkların hüküm sürdüğü bir yer olmuştur. Yahudi halkı için kutsal olan bu topraklar, birçok kez işgal edilmiş ve…
0 notes
yenicagkibris · 7 months ago
Text
Öğrenciler ayakta, polis dayakta - Hayri Kozanoğlu
Gazze’deki İsrail vahşeti sürerken, katledilen Filistinlilerin sayısı 35 bini aştı. Batı medyasında bu insanlık dışı eylemler yansıtılırken “soykırım” bir yana “etnik temizlik”, “işgal edilmiş topraklar” gibi ifadelerin bile kullanılmaması için aşırı çaba gösteriliyor. Savaş ve şiddet karşıtı tavır alanlar da demokrasi yanlıları, insan hakları savunucuları, savaş karşıtları olarak değil de…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
etaali · 4 years ago
Text
Tumblr media
Azerbaycan!
İşgal edilmiş vatanın %32'sine tekabül ediyor daha kurtarılan topraklar. Şuşa da dahil buna.
Tamam sevinin!
Tamam, hiçbir işe yaramadığı Azerbaycan'ın onca diplomasiden sonra savaşa mahkum olduğundan belli olan diasporadan maaşlı dernekler fotoğraf yüzsüzlüğünde yarışsın!
Tamam, bir anda ortalığa saçılan "Ölürüm Azerbaycan" şarkıları söylensin çalgılı türkülü gecelerden!
Tamam "aman beni de görsünler" mesajları dolaşsın kravatlı koridorlarda!
Ama işin %68'i duruyor arkadaşlar!
%32 için şehid olan Huseynî bilinçteki Azizlerimizin ruhuna ithaf edeceğimiz Kur'an öğretisindeki diğer kardeşlerimiz, sıra sıra cephe yolunda şimdilerde.
Rabbim ayaklarına taş değdirmesin. Yolları zaferlere çıksın. Kanları toprağı ikinci kez vatan kılsın.
Onlarla ilgilenin. Son güne kadar ciddiyetinizi muhafaza edin. Hafif olmayın. Zaferin ciddiyet istediğini unutmayın.
7 notes · View notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Can Kırıklarıyla Soluk Alabilmek...
Tumblr media
Bütünü oluşturan etmenlerin alelacele yağmalandığı bir güncellikten geçiyoruz. İnsan hak ve hukukunun, eşitlik ve adalet tahayyülünün, söz söyleme hürriyetinin kısası ahir zaman dahilinde demokrasi tahayyülünün her nasıl içten içe yerle bir edildiğine tanık yazılıyoruz bugün, iş bu gün! Bütün harap viran kılınıyor. Ne ses, ne söz geriye bu zeminde yaşamda muhafaza ediliyor. Ateş, su, toprak, hava nasıl insanın varlığı için elzemse en az o kadar, onlar kadar mühim olan demokrasi tahayyülü yok yere değil hem sahiden hem de bilerek, isteyerek tırpanlanıyor, yerle yeksan ediliyor. Cerahat bir menzili kuşatırken yaşam hakkı elden çalınıyor, düşünsellik iğdiş ediliyor. Geçmişle hemhal olunup bir kez daha sıradan insanın hakkı / hukuku lağvediliyor.
Neoliberalizmin azgın sularında her gün ekonomik dar boğazın bir dönemecinden geçilip durulurken, fakirlik bile lüksün kılınıyor. Hayat hakkı, var olma mücadelesi ekonomimiz iyiye gidiyor tekerlemesinin arasında çiğ çiğ yenilip yutuluyor. Vergilendirmeler bilinen tüm ihtimallerin ötesine taşınıyor. Bir cep telefonuna satın alınan ürünün bedeli kadarlık vergi, bir arabaya tam da arabanın fiyatının üzerinde yüklemeler, içki ve sigaraya kadarki eksiksiz taarruzlar, bunları bir kenara bıraktığınızda temel gıda maddeleri ve sağlık için elzem olan hizmetlerin fiyatlandırmalarının zam değil güncelleme diye geçiştirildiği bir yerde ekonomik dar boğaz hepimizi kuşatıyor. Bayram seyran gümbürtüsü kenara geçtiği vakit, gündelik sorunlarla baş başa kalındığında hiçbir yaraya merhem olmayan ol iktidar tahayyüllerinin birer ikişer yaşam alışkanlıklarını heder ettiği ortaya çıkıyor. Her gününü bir kez daha cehennemi kılan menzilin adı yeni kalıyor geriye, çürütme istenci halen eski!
Bir menzilin tastamam dönüşümü fikriyat kadar bu hayati olan mesellerdeki talanları da bir biçimde muhafaza ederek, güncelleyerek ilerleniyor. Geleceksiz, bir şimdisiz, bariz bir halde yarınsız bir öksüz ülkenin imalinde hakkın da hukukun da, aşın ve ekmeğin o suyun elden çalınması güncelleniyor. Yeni, büyük, güçlü nidaları zikredilirken giderek çok daha çoraklaşan bir ülke hali var ediliyor. Yeni, güçlü, büyük, başka bir ülkenin tahayyülü hala zikredilirken menzil başa göçertiliyor. Dört bir yanı acı, hemen her yönü ağu, hemen her yerde hayatla (ilişkisi) bağ kurmayan, düşündürmeyen, sindirmeyen, sorgulamayan bir yurt hali gerçekliğin ta kendisi kılınıyor. Bugün şu ahval yıkımlarıyla, yağmalarıyla, hiç ama hiç bitmeyen bir süreklikteki eksiltme hali ve yoksunlaştırma edimleriyle güncellenip yola devam ettiriliyor.
Müştereklerin, bir menzilde hayatın bütünü oluşturan her edim, eylem ve biçimle birlikte düşünce yeni ülke şablonu dahilinde yerle bir ediliyor. Yeni denilirken hayatın eskitilmesi kesintisiz bir hakikat kılınıyor. Cerahatin dört yanı kuşattığı yerde sözün, meramın üstü çizilmeye devam ediliyor artık. Birbiriyle ardışık ve süreğen kılınmış bir yer, ülke, saha, zemin tahayyülünde sıradanın hakları talan olunuyor kesintisiz bir biçimde. Bir ülkeyi değil bariz bir teslimiyet sahasının varlığıdır yeniden ve yeniden güncellenen. Bir ülkenin değil doğusundan batısına kadar bir cerahat nüvesinin güncellene bilirliğidir mesele. Doğa katliamları, hayatı muhafaza edilmesi zikredilirken yaratılan yepyeni kırılmaların başında yer alır. Şirketlere peşkeş çekilen topraklar, biraz daha maddiyat için zehirlenip, kaynakların çalınmasının sorun teşkil olunmadığı bir sahanın varlığı güncellenir. Siyanür ile çalışan madenler, maden ocaklarının yerle bir ettiği daha önceki deneyimler, çoraklığı ve kuraklığı ile memleketin iklim dengesinin şaşırtan yıkımlarla dahasıyla hep daha fena ve kötüsüyle bir ülkede kırılmaların sonu getirilmez. Ekonomik ve bariz gündelik yıkımın ardından çıkagelen şu mesel bile nasıl bir tahayyülle kuşatıldığımızı göstere gelir.
Niceliği ve niteliği her dem ayrıştırmalara ve ırkçılığa çıkan hamleler de bu hallerle birlikte güncellenir. Bir ülkede yaşam edimi ehvenden kopartılmaktadır. Hayat istenci iş bu topraklarda gümbürtüye konulmaktadır. Hiç ama hiçbir konuda hesap vermeyen, aslen doğrudan vermeyeceğini zikreden muktedirin fecaati bu bahsin ardından hep daha derin ol yaraları var eder / etmektedir. Bir menzilde bütünü oluşturan etmenlerin alaşağı edildiği, elementlerin paramparça olunduğu bir düzlemde sahiden de hayat her ne yana düşer, sahiden?
Cerahat kendi güncelliğini muhafaza ederken, bu sınırların bir kader olduğu vurgulanıp durulurken, kader değil kederin son kertede insan eliyle var edilmiş cerahatin süreğen kılınması bir yana hayat ediminin kapsamının daraltılması güncellenendir. Mesellerin her yönünü ele alırsanız alın, bir odakta bu cüretle, bu istençle hakir görmenin yerle yeksan edip bir de hayal kırıklıklarını güncellemenin yollarını arşınlar muktedir. Bir zamansal döngüde, bir ülke sathı mahallinde, bir toprak parçasında cürüm bu cüretle birlikte imal olunandır. Bir hayat iminin geriye konulmaması kesintisizdir. Bugün bu satıh dahilinde var edilen şey geçmişin hiçbir yere gitmediğinin tam aksine buralarda her gün yeniden biçimlendirildiğinin de aynasıdır.
Karın tokluğuna yaşam zikredilirken hayatın bu bahisten de geriye düşürülmesi hali, can kırıklarıyla beraber savunmasız bir geleceğe teslimiyet güncellenir. Neoliberal hareketin, eylemenin, en sert, en düşmanca, en ayrımcı ve yıkıcı tahayyülleri bir asır sonra yeniden iş bu topraklardadır, iyi de yol / yön her nereyedir? Cerahat bir menzili kuşatırken yaşam hakkının derdest olunması hali istenç değil sonuçtur. Baş Amir ve şürekasının yeni ülkesi istikameti / varlığı bu hallerle içkin kılınandır. Biyopolitik cenderenin boyutu yaratılmış o düş kırımı menzilini de ifşa etmektedir.
Kaz Dağlarından Munzur’a, Şırnak’tan, Kuzey Ormanlarına yaratılan, güncellenen o doğa tahribatının, Hasankeyf’ten İstanbul’a kadar hemen her odaktaki talandan, memleketin bir ucundan diğerine, Bakur Kürdistan’ından işgal edilmiş Suriye topraklarına kadarki bölüm dahilinde güncellenen devletin gölgelemelerine hayat bu sahanlıkta bütün kazanımların zayi kılındığı bir tahayyüle sıkıştırılır. Cerahat artık öylesine pek bir istençle güncellene gelen bir meseldir ki hayat mefhumu sorgulanmaz, sorgulattırılmaz.
Ekranlarda allı pullu bildirimler halen yapılırken sirayet eden, güncel kılınıp devamlılığı sağlama alınan ülke şablonu onu var eden tüm sıradan insanı kuşatır. Ses, söz, nefes artık tutsak olunandır. Ses, söz, nefes bariz bir döngüde yerle bir edilmeye sevk edilendir artık. Bir kez yazgı denilen sahanın her nasıl / her ne şekilde icra olunduğu meseli açıktır artık alenidir. Bir kırım düzeninin sabit olunduğu yerde hayatın esamesinin okunmayacağı iş bu raddede belirgin kılınır. Burası hayatın tükenişe sevk edildiği bir çukurdur. Hemen hiç mübalağa taşımayan, bir yoruma girmeye gerek kalmadan var edilen, hakikatin ta kendisi bu kadar keskindir. Hayat bu mudur?
Genel geçer değil doğrudan bir yıkımın mihmandarlığı güncelleniyor. Cerahat ülküsünün daimi kılındığı yerde hayatlar çalınıyor, bir biçimde bu hale devam deniliyor. Bir ayrıksı hal değil doğrudan güncel kılınan hamlelerle hayatın ta kendisi paramparça edilmeye hala devam olunuyor. “Hasta Mahpuslara Özgürlük İnisiyatifi, cezaevindeki hasta tutukluların sağlık durumlarına dikkat çekmek amacıyla 258’inci haftada bir kez daha bir araya geldi. İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi önünde yapılan eylemde konuşan İHD Merkez Yürütme Kurulu (MYK) Üyesi Nuray Çevirmen, İç Anadolu Bölgesi’ndeki cezaevlerinde durumu ağır ve cezaevinde kalması mümkün olmayan 24 tutuklu başta olmak üzere toplam 117 hasta tutuklu bulunduğunu aktardı.
Bu yılın Ağustos ayına kadar cezaevlerinde 24 tutuklunun yaşamını yitirdiğini belirten Çevirmen, “Bunların 10’u hasta mahpuslardı. Bu ölümlerin hepsinin önüne geçilebilirdi ancak gerekli olan müdahaleler zamanında yapılmayarak hastalar adeta ölüme terk edildiler” dedi.
Çevirmen, şöyle konuştu: “Büyük bir sorun olan ve kamuoyunun vicdanını kanatan hasta mahpusların yaşamış oldukları sıkıntılar çözüm üretilmeden ortada durmaktadır. Teşhis ve tedavisi yapılmadan adeta işkence çektirilen, hapishanede hayatını kaybeden ya da ölümüne ramak kala bırakılıp kısa sürede hayatını kaybeden insanların olduğu bir toplum, adalete olan inancını da kaybeder. Türkiye hapishanelerinde bulunan hasta mahpusların acil ve kalıcı tedavilerinin yapılması, hapishane koşullarında tedavisi yapılamayan/yapılmayan hasta mahpusların da acilen infazlarının durdurulması gerekmektedir. Adli Tıp Kurumu siyasi olarak verdiği kararlardan vazgeçmeli, tam teşekküllü hastanelerin ve üniversite hastanelerinin verdiği raporlar kabul edilmelidir.”
Tumblr media
Genel geçer değil kalıcı bir halde memleketin (öyle anılanın) yaşamla bağlarının eksik, gedik koyulması güncellene gelendir. Bir menzil şartlarında yaşatma istencinin sakat / hatalı / defolu koyulması hali bir kez daha içerideki tutsaklara reva görülenlerle sabit kılınır. Bu kadar kinci, bunca bariz nefret söylemiyle hemhal olan iktidarın, erkanın ol muktedirin yeni ülkesi bizatihi dünü günceller. Dününde her ne yapılmışsa fenalıklar namına bugün de aynen o sularda dolaşmak güncellenir. Doğasından insan yaşamına kasta, kentlerin talan edilmesinden yaşanacak kent / yer / yurt koyulmamasına süreğen ve iç içe geçmiş olan yıldırı halini ulaştığı menzil düşündürücüdür. Bir katran karasına saplı kalmış yer ülke midir hala?
İki eli olmayan KOAH hastası tutsak Ergin Aktaş’ın durumu giderek ağırlaşıyor. Tutulduğu kötü koşullar nedeniyle tüberküloza yakalanan ve kan kusan Aktaş, Adli Tıp Kurumu’nun (ATK)  4 kez verdiği  “cezaevinde kalamaz” raporlarına rağmen tahliye edilmiyor. ANF’den Zeynep Kuray’a açıklamalarda bulunan Aktaş, Torununun göz göre göre ölüme terk edilmesine isyan ederek, bu işkencenin derhal sonlandırılmasını istedi.
Torununun sağlık durumunun giderek ağırlaştığını ancak hastaneye kaldırılmadığına dikkat çeken Aktaş, biri yatalak, biri belinden aşağı felç olan iki tutsakla birlikte kaldığını ve iki eli olmadığı için de ihtiyaçlarını tek başına karşılayamadığını vurguladı. Ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırılan ve 8 yıldır mahpus olan torun Ergin Aktaş’ı yalnız bırakmayan 73 yaşındaki Aktaş, yıllardır oturduğu Van’dan o cezaevinden diğerine gidiyor. 26 torunu arasında Ergin’in yerinin başka olduğunu ifade eden Aktaş, “O benim oğlum gibi. Her ziyaretimde daha da eridiğini görmek beni kahrediyor. Raporlara rağmen neden tahliye edilmiyor? İki eli yok, ilaçlarını bile alamıyor; ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Niye hâlâ cezaevinde tutuluyor? Niye tedavi edilmiyor? Bıraksınlar, oğluma ben hizmet edeyim, ben ona bakayım” diye feryat etti. Emine Aktaş, torununun ve tüm hasta tutsakların serbest bırakılmasını istedi.
Mezopotamya Ajansı'na bağlanalım: Baba Tahsin Aktaş, “Oğlum Erzurum Cezaevi’ndeyken rapor için İstanbul’a götürüldü. Burada ATK tarafından her iki kolu olmadığı için ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu verildi. Daha sonra devreye emniyet girdi. Bunun üzerine emniyet, Ergin için ‘Topluma zarar verebilir’ diye bilgi vermiş. Bugüne kadar 4 kez ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu alan iki kolu olmayan biri topluma nasıl bir zarar verebilir ki? Emniyetin raporunu dikkate alan savcı sürekli reddediyor” dedi.
Tutuklu Aktaş’ın kaldığı Silivri Cezaevi’nden rapor için Metris Cezaevi’ne götürüldüğünü söyleyen baba Aktaş, oğluyla ilgili şunları aktardı: “Ergin, İzmir Menemen Cezaevi’nde iki yılından fazla tek hücrede kaldı. İki kolu olmayan biri uzun bir süre tek başına hücrede kaldığında ne kadar ihtiyaçlarını karşılayabilir ki? İzmir’de o süreçte hastalığı daha çok ilerledi. 6 metre dört duvar arasında kalıyordu. Tuvaletin bazen çok kötü koktuğunu ve kendisini rahatsız ettiğini söylüyordu. Bundan kaynaklı burada KOAH ve zatürre (pnömoni) hastalığı oluştu. Daha sonra Silivri Cezaevi’ne götürüldü. Burada bir koğuşta üç kişi kalıyorlardı. Arkadaşları ona bakıyordu. Burada ilaçlarını düzgün kullanıyordu. Durumu biraz iyiye gidiyordu. Yaklaşık 15 gündür Metris Cezaevi’ne götürüldü. Burada 3 kişi kalıyorlar. Ama diğer 2 kişi de hastadır. Kendilerine bakamıyorlar ve Ergin burada ilaçlarını düzgün alamadığı için hastalığı ilerliyor. Ciğerinde su toplama, verem ve damarlarında incelme oluşmuş.”
Oğlunun 5’inci kez rapor için İstanbul’a götürüldüğünün altını çizen baba Aktaş, şunları söyledi: “Daha önce ‘Cezaevinde kalamaz’ raporu veren biri, Ergin’e ‘Seni daha bırakmadılar mı?’ diye sormuş. O da ‘Halimi görüyorsun daha bırakmadılar’ demiş. Savcılık emniyetin hazırladığı ‘Topluma zarar verir’ bilgisine karşı tahliye etmiyor. Ergin’in iki kolu yok ve birçok hastalığı var. Nasıl topluma zarar verebilir ki? Kendi ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyor. Ailesi olarak bırakılıp dışarıda tedavisini görmesini istiyoruz. Çünkü o koşullarda hastalığı daha çok ilerliyor.”
Adalet Bakanlığı’na seslenen baba Aktaş, “İki kolu olmayan birinin cezaevinde kalması doğru değil ve biran önce serbest bırakılmalıdır” dedi.
Hayat istencinin ayaklar altına alınıp çiğnenmesinde bir sınırın bulunmadığı yer artık öte ya da uzakta değil tam da burnumuzun ucunda var edilmektedir. Cerahatin güncelliği bir yana, oluşturulan yıkımın ta kendisi herkes için düşündürücüdür. Hasta tutsakların yaşam çabalarına vurulan ketler, işkencenin türlüsü ile bir menzilin yaşam ihtimallerinin her ne şekilde devlet eliyle yıkıldığının ifşası artık kesintisizdir. Bunca cüretin ortasında Aktaş’ın yaşadıklarının akıbeti her ne olacak, acılarına bir çözüm, özgürlüğüne bir adım atması sağlanabilecek midir, meseledir, bu ülkenin ortaklaştırması gereken mesellerinden birisidir.
Binlerce yıldır var edilen yaşama karşıtlığın artık gizlisiz saklısız meydana çıkartıldığı şu güncellik içerisinde hayat her ne olacaktır? Kesin, kati ve geri dönülemeyecek bir halden ötesini var etmek, çürümeyi sabit kılmak adına eylenenlerle yaşatmazlık mefhumundaki o istenç güncellene gelirken yeni ne kadar yenidir? İçerisi, dışarısı, o konu şu bahis öteki ya da buradaki meram bir şeyleri izah ettirmeye çalışırken asıl meselin hayat olduğu konusu eksiksiz önemini muhafaza etmektedir. Güncelliğimiz, var edilmiş ülke hepimize yaraları var etmekten öte, hepimizde eksiltmelerden öte, bir yarınsız kalma halini de güncelleye gelmektedir, sorguluyor musunuz? Can kırıklarıyla birlikte soluk alabilmek imkansıza koşuluyor, artık anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2019
Görseller: Monochrome - Evi MARKA – Kiosk Of Democracy
1 note · View note
sananeulen · 3 years ago
Text
Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki 8 Ekim 1912 - 10 Ağustos 1913 arasında dört devlete karşı yaptığı savaşlardır. Çatışmaların temel nedeni Bulgaristan Krallığı ile Sırbistan Krallığı'nın Balkanlarda hızlanan yayılma faaliyetleridir.
1878 tarihli Berlin Antlaşması'nda umduğunu bulamayan Bulgaristan, 1908 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra Balkanlarda etkin bir politika izlemeye başlamıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yine 1908 yılında Bosna-Hersek'i ilhak etmesi ise Sırbistan Krallığı'nı aynı yönde bir politika izlemeye itti.
1912 yılında Rus İmparatorluğu bu iki devletin çıkarlarının çatışmaması için Bulgaristan ve Sırbistan arasında ara buluculuk ve düzenleyicilik yapmaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yapılan ittifaka Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı da katıldı.
Rus İmparatorluğu'nun Balkan devletleriyle antlaşması: Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki varlığına son vermek isteyen Yunanistan Krallığı, Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı ve Karadağ Krallığı; Rus İmparatorluğu aracılığıyla aralarında anlaşarak Türkleri, Balkanlardan atmak istediler. Trablusgarp Savaşı da onları cesaretlendirdi.
I. Balkan Savaşı
**************************************************************
8 Ekim 1912 - 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında Bulgaristan Krallığı, Sırbistan Krallığı, Yunanistan Krallığı ve Karadağ Krallığı'ndan oluşan Balkan Birliği, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki topraklarının çoğunu ele geçirdi. Arnavutluk da bağımsızlığını kazandı
Osmanlı'nın savaşı kaybetme nedenleri
Trablusgarp Savaşı'nın çıkması (1911),
Balkanlarda bir karışıklığın meydana gelmeyeceği fikriyle bölgeden, 200 taburluk (75.000 askerlik) bir kuvvetin terhis ettirilmesi,
Ordunun teçhizatının düşman güçlerden çok daha üstün olmasına rağmen birliklerin sabotaj ve baskınlara açık ileri mevkilerde mevzilendirilmesi,
Sırbistan'ın, Almanya'dan satın aldığı ağır silahların Selanik Limanı üzerinden geçirilmesine şaşırtıcı bir biçimde izin verilmiş olması ve dolayısıyla Balkan Devletleri'nin silahlanması hususunda kayıtsız kalınması,
Askerlikle politikanın, birbiri içine dahil edilmesi neticesinde İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubu subay ve generallerin, sırf siyasi görüş farklılıkları sebebiyle birbirine yardımdan yüz çevirmesi.
Çok kısa zaman zarfında:
Osmanlı İmparatorluğu yüz binlerce asker ve yılların çabasıyla elde edilmiş binlerce top ile silah stoklarını kaybetti.
Savaş, çok sayıda Türk, Pomak, Arnavut ve diğer Müslümanların birçoğunun katline ve mecburen göçüne yol açtı. Balkanlar'daki nüfus dağılımı büyük ölçüde değişti.
Ordu tecrübesiz ve mesuliyet duygusundan uzak subaylarca idare edildiğinden Doğu ve Batı cephesi olarak iki tertipte savaşan Osmanlı Ordusu'nun ilk önce doğu kısmı Bulgarlar tarafından mağlup edilmiştir. Daha sonra Batı cephesiyle irtibatı kesilen Osmanlı Ordusu, Sırp ve Yunanlarla savaşan birliklerini de kaybetmiştir.
Arnavutların çoğu Osmanlı tarafında savaşırken, 1910'daki olaylar ve 1911'deki ayaklanma nedeniyle Arnavutların bir kısmı Osmanlı devletinin karşısında yer almıştır.
Trakya Türkleri ancak 45.000 civarında bir seferberlik çıkarabilmiştir.
Öte yandan savaşın kısa sürmesi Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu ve Arap Yarımadası'ndaki birliklerinin bölgeye nakledilmesine dahi fırsat tanımamıştır.
Osmanlı'nın kaybettiği topraklar
Bulgaristan ordusu, Çatalca'ya kadar ilerleyerek, İstanbul'u tehdit etmeye başladı. Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan orduları, Makedonya'yı tamamen işgal ettiler. Diğer Balkan ülkelerini kendine karşı tehdit olarak gören Arnavutluk, mecburen bağımsızlığını ilan etti. Yunanistan, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki Ege Adaları'nı işgal etti.
Taraflar arasında savaşı bitiren anlaşma 1913 yılı Mayıs ayında Londra'da imzalandı. Londra Antlaşması'na göre:
Arnavutluk bağımsızlığını kazandı.
Girit Adası Yunanistan'a verildi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Trakya sınırı Edirne ve Kırklareli illerini dışarıda bırakacak şekilde Midye-Enez Hattı olmuştur.
II. Balkan Savaşı
*****************************************************************
Bulgaristan'ın daha fazla toprak almasını kabul etmeyen Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve I. Balkan Savaşı'na katılmayan Romanya Krallığı birleşerek, Bulgaristan'a karşı savaş açtılar. Bulgarların üst üste yenilerek Doğu Trakya'daki birliklerini batıya kaydırmasından faydalanan Osmanlı Ordusu, Midye-Enez çizgisini aşarak, Edirne ve Kırklareli'ni geri aldı.
II. Balkan Savaşı Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması ile bitti. Bu antlaşma ile Bulgaristan; Dobruca'yı Romanya'ya, Kavala'yı Yunanistan'a vermiş ve Makedonya'dan ufak bir toprak parçası almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yaptığı antlaşmalar
Bu antlaşmayı takiben Osmanlı İmparatorluğu yine 1913 yılında İstanbul Antlaşması'nı yaptı. Kırklareli ve Dimetoka, Osmanlı İmparatorluğu'na geri verildi. Batı Trakya ve Dedeağaç, Bulgaristan'da kaldı.
Osmanlı İmparatorluğu bu savaşın sonunda Yunanistan'la Atina Antlaşması'nı yaptı. Girit ve Ege Adaları, Yunanistan'a verildi. Yunanistan'da kalan Türklerin durumu da düzenlendi. Sırbistan ve Karadağ'ın, Osmanlı İmparatorluğu'yla sınırı kalmadığı için antlaşma imzalanmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, Sırbistan ile de Bulgaristan'la yaptığından farklı bir İstanbul Antlaşması imzalamıştır.
Her üç anlaşmada da Balkan devletlerinin sınırları içinde kalan Türk topluluğunun durumuna ilişkin hükümler bulunmakta, Balkanlardaki Türk halkının din ve mezhep özgürlüğü, Türkçe öğretim yapan ilk ve orta okulların açılması gibi hususlara yer verilmektedir.
Elçiler Konferansı
İtalya ile Yunanistan'ın işgaline uğramış ve hukuken Osmanlı toprağı olan Ege Adaları konusunda bu anlaşmalarda herhangi bir hüküm yoktur. Bu konu ile Londra'da toplanmış bulunan "Elçiler Konferansı" uğraşıyordu. Konferans 1914 şubat ayında Meis adası dışında İtalya'nın işgal ettiği adalar İtalya'ya, Gökçeada ve Bozcaada dışında Yunanistan'ın işgal ettiği adalar ise Yunanistan'a bırakılması kararını aldı. Ancak, yine konferansa göre bu kararın hukuki değer kazanabilmesi için İtalya ve Yunanistan'ın Osmanlı Devleti ile ayrı ayrı birer antlaşma yapması gerekiyordu. Bu antlaşmalar imzalanamadan I. Dünya Savaşı patlak vermiştir.
Sonuçları Osmanlı son dönemde kaybettiği topraklardan birazını geri kazanmış, Balkan Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu yeni kurulan devletler karşısında büyük bir yenilgiye uğramış, Meriç Nehri'nin batısındaki tüm topraklarını kaybetmiş, Ege Adaları'nın kaderini de büyük devletlerin eline bırakmak zorunda kalmıştır.
0 notes
ummetgazetesi · 3 years ago
Text
Evanjelizm (Hristiyan Siyonizmi) ❓
Tumblr media
Kıyametin insan eliyle geleceğini ve bunu Yahudilerin yapacağına fakat Evanjelistler süreç için altyapı hazırlaması gerektiğini inanmış tarikat olan Evanjelizm, Amerika'daki Hristiyan toplumunun en tutucu ve radikal kanadını ifade eder.
Evanjelizm, ilk kez Protestan reformu sırasında Luther ve onun bağlılığı için kullanılmıştır. Ancak bugün için Evanjelizm Amerika'daki Hristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir.
Yahudilere ve Siyonizm'e olan ilginç bağlılıkları ise Evanjelikleri Hıristiyan dini içinde oldukları farklı bir yere oturtur. Evanjelikler Eski Ahit'in, "Yahudilerin tanrının seçilmiş halkı ve kutsal toprakların Yahudilerin malı olduğu, Yahudilerin Mesih'in gelişi ile birlikte dünya egemenliğine ulaşacakları" gibi kehanetlerini tamamen kabul ederler. Bu konuda kendilerine düşen en büyük misyonun ise Yahudilerin egemenliğine destek vermek olduğunu düşünürler.
Bu bakımdan bir nevi Hristiyanlık ve Yahudiliğin karışımından meydana gelen ve Protestanlığın bir alt mezhebi olan Evanjelistlere Siyonist Hristiyanlar da denmektedir.
Davamız Kudüs Dergisinin 2.sayısının tamamına ulaşmak için tıklayınız
Evanjelizmin Gelişim Süreci
Hristiyan Siyonizmi denilebilecek Evanjelizm'in kökenleri 17. yüzyıl İngiltere'sinde ki isyankar püriten küçük burjuvaziye kadar uzanır.
İngiltere'de baskı gören püritenlerin önemli bir kısmı yeni dünyaya (Amerika) göç etti. Kendilerini, İsa Mesih'in geri döneceği ortamı hazırlamak üzere tanrı tarafından seçilmiş bir grup olarak görmeye başladılar. Amerika onların vadedilmiş topraklarıydı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Nixon ile yavaş yavaş politikaya ısınmaya başlayan Evanjelist taban, asıl uyanışını Reegan döneminde gerçekleştirdi. Clinton döneminde ise aynı gelişmeye gösteremediler. Bugün Evanjelistlerin ABD'nin ulusal ve uluslararası politikalarını etkileyecek güçte olduğu tartışılmaması gereken bir gerçektir. Bush ve neo-conların yaşama geçirmeye çalıştıkları Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin, Evanjelistlerin "Yahudilere vaat edilmiş topraklar" ve "Armageddon Savaşı" inançlar ile birebir ilintili olduğu dikkat çekmektedir.
Dünya çapında güçlü televizyonlardan, gazete ve yayınlardan, internet sitelerinden, video oyunlarından, sinema sektöründen ve bilim-kurgu romanlarından yararlanarak misyonerlik yapmaktadırlar. Bunun neticesinde Amerika'daki Evanjelist Protestanların sayısında ciddi bir artış gözlenmektedir. Evanjelistler 1987'de Protestan nüfusun %41'lik bir dilimini oluştururken, 2004'e gelindiğinde bu oran %54'e ulaşmıştır. Nüfusu 300 milyonu bulan Amerika'da Evanjelistlerin sayısı 100 milyonu aşmıştır. 1950 yılında tüm dünyadaki sayıları 4 milyon kadarken 2004 yılı rakamlarına göre 500 milyonu aştıkları görülüyor.
Evanjelik inancına göre; Tanrının Evanjelik Protestan Hristiyanlar için olan uhrevi (cennetle ilgili) ve Yahudiler içinde dünyevi (yeryüzüyle ilgili) olmak üzere iki planı vardır. Öteki dinlere mensup insanlar ise tanrı için önem taşımazlar. Tanrının Yahudilerle ilgili planı gereği Yahudiler, vaat edilmiş topraklara dönüp Büyük İsrail'i kuracak ve dünyaya egemen olacaklardır.
Evanjelikler ise bu plana destek olacaklar ve kendileri için kurtuluş ahirette gerçekleşecektir. Eski Ahit (Tevrat ve Zebur) ve Yeni Ahit'ten (İncil) oluşan Kitab-ı Mukaddes'e göre, İsa Mesih'in yeryüzüne yeniden inebilmesi için Yahudilerin "Kenan Diyarı" olarak da adlandırılan ve kendilerine tanrı tarafından vaat edildiğini iddia ettikleri topraklarda toplanmış olması gerekmektedir.
Evanjelist Hristiyanların Yahudilere ve İsrail'e duydukları muazzam sempatinin ve Evanjelizm-Siyonizm ittifakının kaynağı ise bu inanıştır. Mesih geldiğinde Yahudiler ve Evanjelikler bir yanda, diğer yanda Müslümanlar olacak ve iki taraf arasında büyük bir çatışma yani "Armageddon Savaşı" yaşanacak ve İsa önderliğindeki Yahudiler ve Evanjelikler savaşı kazanarak dünya egemenliğine ulaşacaklardır.
Neresinden tutsanız sapkınca ve tutarsız olan bu inanışa göre İsa, yeniden yeryüzüne geldikten sonra Armageddon (İbranicede Megiddo Tepesi anlamına gelir ve Kudüs'ün güneyinde Megiddo ovası vardır) savaşında Deccal'i ve ordusunu yenecektir.
Ancak İsa'nın yeryüzüne dönebilmesi için gelişini tamamlayacak alametlerin "hızlandırılması" gerekmektedir. Vuku bulacağını inanılan yedi aşama şunlardır:
1. Yahudilerin Filistin'e geri dönmeleri (Hitler'in zulmünden kaçarak Filistin'e dönen Yahudilerin, 1948 yılında İsrail devletini kurmaları ve ardından 1967 yılında Kudüs'ün tamamını ele geçirmeleri, Evanjelik Protestanlar tarafından Mesih'in gelişinin yaklaştığına dair güçlü ipuçları olarak değerlendirilmektedir.)
2. Büyük İsrail'in kurulması ("Büyük Ortadoğu" veya "Genişletilmiş Ortadoğu" olarak adlandırılan proje çerçevesinde Irak ve Afganistan'ın işgal edilmesi, İran ve Suriye'yi de işgal etme planları ve Irak'ın kuzeyi ile Güneydoğu Anadolu bölgemizi içine alan bir Kürt devleti kurma hazırlıkları da bu çerçevede değerlendirebilir.)
3. Yahudiler de dahil olmak üzere tüm dünya uluslarını İncil'in "müjde" olarak vaaz edilmesi. (Misyonerlik faaliyetleri bununla bağlantılıdır. Rice Üniversitesi Sosyoloji profesörü William Martin'e göre "yabancı ülkelerde faaliyette bulunan Protestan misyonerlerin yaklaşık %90'ını Fundamentalistler ve Evanjelikler oluşturmaktadır.")
4. Yedi yıl sürecek olan felaket dönemi (türbülasyon veya kaos olarak da adlandırılan bu dönemde Yecüc ve Mecüc orduları tarafından İsrail işgal edilecek ve ABD ile İngiltere İsrail'in yardımına geleceklerdir.)
5. İsa Mesih'in ikinci kez dünyaya gelişi
6. Armageddon Savaşı
7. Kıyametin kopması ile İncil'e ve İsa Mesih'e inananların cennete yükseltilmeleri.
Evanjelistlere göre insanlığın kaderi ilahi bir senaryo ile önceden belirlenmiş ve herkes gibi Yahudiler de bu kozmik tiyatroda kendilerine biçilmiş rolü (Büyük İsrail'i kurmak) oynamaktadırlar.
Sonuç olarak tarihte ilk kez farklı inanç ve hesaplarla "Kral Davud" soyundan gelen Yahudilerin beklediği "Mesih" Evanjelist Hristiyanların beklediği "İsa Mesih", Şiilerin beklediği "Kayıp 12. İmam Mehdi" ve 21. yüzyılın ilk çeyreğine yönelik "kuvvetli inanç" ve spekülatif siyasi hareketler şaşılacak derecede örtüşüyor!
0 notes
ruhensevdim · 4 years ago
Photo
Tumblr media
bir zamanlar bütün savaşlar bir avuç toprak kazanmak içindi bugünün dünyasında ise artık topraklar işgal altında değil beyinler istila altındadır zira şuan topraklar değil beyinler işgal edilmiş durumda.🍀 #ruhensevdim bereketli sahurlar...
0 notes
hetesiya · 4 years ago
Text
Levon Ekmekçiyan; Halkımı, vatanımı ve tarihimi, anamı sevdiğim kadar sevdim - Western Armenia TV
Levon Ekmekçiyan; Halkımı, vatanımı ve tarihimi, anamı sevdiğim kadar sevdim
32 yıllık bir suskunluğun ardından Levon Ekmekçiyan ile aynı dönemde aynı hapishanede birbirine yakın hücrelerde kalan Şanlıbey Alabay adlı devrimcinin onunla yaşadıklarına dair anlatımlarını yayınlıyoruz…
ERMENİ DEVRİMCİ LEVON EKMEKÇİYAN’IN ANISINA SAYGIYLA
Şanlıbey Alabay
Ülkemizde sokakların Yemen türküsüne dönüştüğü, bir tek ceylanın su başına inemediği bir suskunlukta… çok çok uzaklarda bir-iki çoban ateşi görülüyorsa da, halkların çiçekleri faşizmin ayakları altında çiğneniyordu. Kendilerini güçlü sanan insan korkuluğu beş general ülke yönetimine el koymuştu. Zulümler boy boy yağıyor, zindanlar ‘başka bir dünyanın var olduğuna inanan’ insanlarla doluptaşıyordu.
Sesimize ses vermiyordu lâkin taş duvarlar !..
İşte tam da bu noktada, iki Ermeni yiğit her şeye hakim olduklarını sanan cunta yönetimine karşı “Faşizmin ayakları altında ezilen, işgal edilmiş bu topraklar bizim de anavatanımızdır, bizim de baba yurdumuzdur, bu döngüyü kırmalıyız” diyerek sesimize ses katmıştı.
Ankara Esenboğa havaalanı askeri eyleminin etkisi ve sonuçları o kadar büyüktü ki, 50 No’lu hücrede ellerim bağlı olduğu halde, yapılandan haberimiz olmasın kaygısıyla günlerce gazete verilmemişti.
Eylemi, sadece kendi imkânlarımızla, mahpusane askerlerinden öğrenmiştik. Onlar, askeri eylemi gerçekleştirenlerden faşizme ağır yaralı olarak tutsak düşen Levon Ekmekçiyan ölmeyip yaşaması halinde yanımıza getirileceğini söylüyorlardı. Ve öyle de oldu… birgün, bir bölük asker ve subay tarafından itile-kalkıla getirilerek, 34 No’lu hücreye konan oydu.
Üstü açık, lambası sadece dışardan açılıp-kapanan, tek ranzalı ve çaputtan bir yatağı olan bu hücreye idam edilecekler konuluyordu. Anladık ki, Levon için ölüm kararı daha en başından verilmişti !…
Mahpusaneye getirildiği o günden, idam sephasına çıktığı güne kadar, hastahane, mahkeme, emniyete götürüldüğümüzde ve havalandırmaya çıktığımız hergün onun hücresinin önünden geçiyorduk.
Bugün, o günlerden 32 küsür yıl sonra geriye dönerek baktığımda, kendi Ermeni kimliğiyle, bir hücrede, tek başına olmanın ne kadar zor olduğunu çok daha iyi anlıyorum. Ermeni olmanın zaten sırf hakarete layık suç sayıldığı bir yerde, psikolojik ve her türlü fiziki işkence edilirken, Levon’u düşünmek çok zor ve zor olduğu kadar da yürekli olmayı gerektiren bir şeydi !..
Devletin koyduğu hiç bir kuralı kabul etmememe rağmen, benim, bizlerin çektiğinin kat be katını Levon’un da çektiğinden hiç kuşku duymuyorum. Kafayı bulmuş subayından tut, canı sıkkın bir nöbetçi gardiyan, kendi ırkçı duygularını tatmin etmek için Levon’u hedef alıyor, kapısını dövüyor, NEFRET DUYGULARINI ona döküyor, hırslarını Levon’dan alıyorlardı. Her seferinde iki asker koltuğuna girmiş halde hücresine getiriliyordu.
Kendisine ‘muhalif devrimciyim’ diyen sol cenahtan birçok örgüt üyesi, Levon’un kendi ulusal davası ve inandığı değerler için ortaya koyduğu ‘mangal gibi yürek isteyen’ tavrını görmezden gelip, Ermeni ulusuna karşı varolagelmiş ve şimdi de süregelen nefret suçunun birer ortakları, İttihad ve Terakki’nin mirasçı torunları olduklarını belli ediyorlardı. Bundan dolayı da Ermeni devrimci Levon’dan nefret ediyorlardı. Bugün bile onu devrimci görmeyen zihniyetin temsilcileri, Mamak’ta düşmana kolayca teslim olmuş ve bu suçlarını sırtlayagelip, şimdiye kadar da taşıyanlardır aslında!
Bugün de, aynı dedeleri gibi İttihad ve Terakki geleneğinden gelen bu solun yandaşları, yanı başlarındaki Kürtleri de farkedip göremeyen, 1915 Ermeni soykırımını görmezden gelen anlayışın asıl mirasçılarıdır.
Onların bu tavrının nedeni ise, “Levon’un ağzından yazılmış” 10 sayfalık bir öğüt ve pişmanlık dilekçesinin mahpusane tutuklularına sunulmasıydı (!) Acaip olan, “kim tarafından yazıldığı belli olmayan” bu metnin bizlere günde iki saat “Bir teröristin pişmanlığı” adı altında zorunlu bir ders olarak okutulmasıydı.
Ben, Levon arkadaşın hücresinden 14 hücre ötedeydim, ama altı ay boyunca onunla defalarca karşılaştım ve imkânsız denecek kadar zor olsa da, dost olan dedelerimizin iki çocuğu olarak onunla konuşmaya çalıştım. Bu teşebbüsüm nedeniyle defalarca ağır hakaretlere uğrayıp, insafsızca dövüldüm, ancak birçok kez ağır cezalara mazur kaldıktan da çok sonra, önemli bir tarihe tanıklık ettiğimi anladım. Bu da benim ve Levon’un çektiği acıların üstesinden gelerek, hiç ama hiç pişmanlık duymadığımızın resmiydi.
Bir gün, el yazılarımla ilgili olarak davamın görüldüğü mahkeme tarafından çağrılmıştım. Beklemede, benden başka duvara dönük biri daha vardı ve o gün ikimizi birlikte kelepçeyip ring aracına bindirdiler. Kelepçe ortağım, yoldaşım Levon Ekmekçiyan’dı. O gün, farkında olmadan belki de bir tarihe tanıklık ediyordum. Hal-hatır sorduk birbirimize.. Nereli olduğunu sordum. O, iri siyah gözlerini bana dikerek “Adanalıyık” dedi. Ben de Karslı ve dede dostu olduğumuzu söyledim. Elimi sıkıca sıktı ve bana Ani’yi sordu. Safça, davasının ne aşamada olduğunu sordum. Gözlerini yüzüme dikerek “Bunlar beni asacaklar arkadaş, niyetleri bu!” dedi. Ben de ona saf-saf uluslararası ilişkilerden, bu cezanın ertelenebileceğinden vs. bahsettim. Beni dinledikten sonra, kendi tarihine sahip çıkma bilinciyle şunları söyledi: “Şanlıbey, olur da yaşarsan ve birgün sana beni soran olursa, onlara benim yaşadıklarımı, bana verdiğin selamın insani değerini ve anamı, bacımı ne kadar sevdim ve seviyorsam, halkımı, vatanımı ve tarihimi de o kadar sevdiğimi söyle soranlara !… Zaten bunun için buradayım ve İDAMI bekliyorum !..”
Aramızda uzun, bir tarih kadar uzun bir sessizlik oldu. Kısık bir sesle “Söz Levon, yaşarsam halkına ve akrabalarına seni, seninle yaşadıklarımı anlatacağım” dedim, usulca ellerimi tutarak gözlerime baktı. Aslında bu, yüz yüze konuştuğumuz ikinci görüşmemizdi.
İlk görüşmemiz doktor kontrolü için revire götürüldüğümüz gündü. Betona oturmuş, başımız önümüze eğik, duvara bakar durumdayken, gözaltından yanıma baktığımda hemen yanımdakinin Levon olduğunu farkettim ve nöbetçi duymasın diye kısık sesle hal-hatır sorduktan sonra, “Aileden bir dede dostu olarak, kendisine çok kızgın olduğumu” söyleyerek, aklımdaki soruyu ona bir solukta sordum. “Sana çok kızgınız, bunca büyük bir şehir gerilla eylemine imza atmış biriyken, neden bizlere okutulan böyle bir pişmanlık dilekçesi yazdın, bu yüzden sana selam bile vermek istemiyoruz” dedim. Sözümü hiç kesmeden beni sabırla dinledi, ama tam o esnada onunla konuştuğumu farkeden nöbetçi hırsla yanımıza gelip konuştuğumuzu gördüğünü söyleyerek “açın ellerinizi” dedi, o zamana kadar ellerimi faşizmin askerlerine hiç uzatmamıştım, ama o anda ‘olur da uzatmasam onun subayını çağıracağını ve Levon’un yanıtını duyamayacağımı’ düşünerek, Levon’a göz kırpıp öne geçtim ve ellerimi askere uzattım. Her elimize 9’ar cop vurdu… ellerimiz kara tarla hagosu gibi şişse de, yere oturmamızdan sonra Levon’un yanıtını dinledim. “Arkadaş, ben ne doğru-dürüst Türkçe, ne de okuma-yazmayı bilirim. Onlar kendi yazdıklarını sizlere okutuyorlar demek” dedi. Ondan özür diledim ve bunu arkadaşlarıma söyleyeceğimi söyledim, dağlar onun olmuştu.
Bunu kim anlayabilir ki şimdi ?!..
Revirden 50 No’lu hücreme dönünce, Raşit Batan ve Ali Alfatlı arkadaşlara Levon’un söylediklerini anlattım. Onlar da bunu Dev-Yol davasından tutuklu olanlarla tartışıp, konuştular. Ali arkadaş hatta, ona hak vererek, diğerlerine “bu ülkede Ermeni olmanın ne kadar zor olduğunu” anlatmıştı. Her havalandırmaya, mahkeme, emniyet, revir ve benzeri yerlere gittiğimizde, onun 34 No’lu hücresinin önünde bekletilir, orada aranır-taranır, orada kelepçelenirdik. Hiç ama hiç kimseyle görüştürülmeyen Levon bizleri görür görmez, iki eliyle hemen hücresinin demir parmaklıklarına sarılarak, sanki o uzak, yasaklı ülkesinden ona haber getirmişiz gibi, gülecen gözlerle bizlere gülümser, başıyla selam verirdi. Bugün de iyi biliyorum ki, ben ne zaman oraya gelsem, sırf bana selam vermek ve benden selam alma hali, hem onun, hem de benim için bulunmaz bir değerdi. Şimdi bu anlattıklarımı herkesin anlayacağını da sanmıyorum zaten. Bu, sadece insan olma bilinciyle ve yürek-yüreğe yaşanan bir değerdir. Sonucu hep dayak ve falakaya yatırılmak da olsa, ona her seferinde, inadına selam verdim. O da her seferinde selamımı alıp, onaylayıp, gülen gözleriyle karşılık verdi hep. Birgün de bana “Bana her selam verdiğinde, hep dayak yiyorsun” demişti de, ona “olsun, sana selam vermek, tarihsel bir komşuluktan geldiği gibi, bir yoldaş selamıdır da” dediydim.
Levon’un her selamını 50 No’lu hücreme taşıyarak, dedemin bana Ermenice öğretmeye çalıştığı çocukluğuma gittim ve ondan dinleyerek büyüdüğüm güzelim hikâyeleri anımsayarak, aynı duyguları yeniden yaşadım.
O’nun hücresinin üstü açık, lambasının yakılması ve traş jileti dahi, dışarıdaki askerin iznine bağlıydı. İzin alsa bile, onun başkalarıyla konuşması yasaktı. O, daha mahkeme kararı olmaksızın idama mahkûmdu ve bunu herkes biliyordu zaten.
Levon’un idam kararının Danışma Meclisi’nde onaylandığı gün, onunla ilgili gazetelerde çıkan haberler bize ulaşmasın diye bizlere gazete verilmesi yasaklanmıştı yine. Ama biz durumu anlamıştık ve benle Raşit arkadaş onu darağacına götürdüklerine tanık olalım diye nöbet tutuyorduk. O kahrolası gece, Raşit beni hızla sarsarak uyandırdı ve “Kalk, Levon’u götürüyorlar” dedi. Sessizce hücre kapısına kulak koyup, uzaktan gelen sesleri dinlemeye çalıştık. O meşhur işkenceci, Mamak cezaevi müdürü Raci Tetik ve eşliğinde bir bölük askerle istihbaratçı Tuna Yüzbaşı gelip, Levon’un hücresini usulca açarak, onu neredeyse bir baba şefkatıyla uyandırdılar.
Aralarında şöyle konuşmalar geçti; Levon – Hayırdır, gece gece geldiniz, dedi.
Raci – Yetkililer seni çağırıyor Levon, görüşeceklermiş, diye cevapladı.
Gece karanlığının olanca sessizliği çökmüştü ortalığa…
Levon – Biliyorum, beni asmaya götürüyorsunuz komutan, elbiselerimi giyeyim bari, bir de bacım ve aileme yazdığım mektuplarım var, onları yanıma alayım diyerek, bir yandan giyinerek, mektuplarını bulmaya çalışır.
O’nun yavaş yavaş giyindiğini Raci celladının “Haydi, çabuk ol, yetkililer bekliyor” deyişinden anladık. On-onbeş dakika sürdü Levon’un hazırlığı ve son sözünde “Biliyorum, sonuna geldik, sizin devletiniz asacak beni, pişmanlık duymuyorum, bu mektubumu bacıma, aileme verin!” dedi. Aralarında başka konuşmalar da geçse de, onun ayaklarıyla, ellerine vurulan zincir şakırtılarından ne söylendiğini iyice duyamadık. Bunun akabinde istihbaratçı subayın, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ın ölüm sehpasına doğru teredüt etmeden yürüyüşüne eşlik ettiğini farkettik. Altı aydan beri idamını bekleyen Levon ölüme yürüyüp, bizleri öksüz bıraktığında, artık kime selam vereceğimi bilemez durumdaydım.”
0 notes
yfs-t-t-2623 · 4 years ago
Link
Müstemleke ne demektir ? Türk Dil Kurumu  ( TDK ),  müstemleke  kelimesini 'sömürge' olarak açıklamıştır.  Liberalizm, müstemlek...
Müstemleke ne demektir ?
Türk Dil Kurumu
(
TDK
),
müstemleke
kelimesini "sömürge" olarak açıklamıştır.
Liberalizm, müstemleke ülkelerde  tatbik edilmiş bir sistemdir.
Hata ve yanlışların ekseriyeti , insan değil sistem sorunudur , yanlış ve bozuk sistemin , müreffeh bir ülke , ahlaklı insanlar yetiştirmesini kimse beklemesin .
Atatürk bu günleri yıllar önce görmüş !
İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dagıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen;
Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!
Evet , tersaneler fabrikalar üretim merkezleri silah yolu ile elden çıkmamış belki ,lakin üç otuz paraya yabancıya satılmış , peşkeş çekilmiş , bir anlamda elinden çıkmış .
YetmemişParayı verene , şehit kanı ile sulanan aziz vatan toprakları satılmış , halende satılmaya devam ediyor .
Ulusun milli kimliği , ümmetçilik adına tarumar edilmiş Ülke Şeyhler , dervişler , müridler ülkesine dönmüş
Ödenemeyecek büyüklükte borçlanmalar nedeni ile , ekonomik bağımsızlığını kaybetmiş
Adalet çökmüş .Haklının değil , güçlünün adaleti hakim kılınmış
Gelir dağılımı bozulmuş , bir kesimin evinin önünde , her aile ferdine ayrı otomobil düşerken , asgari ücretli bisiklet alamaz hale getirilmiş .Devlete ve devlet ile çalışanlar , asgari ücretliye kiralamak için konut üstüne konut alabilirken , diğer taraf ayda bir kg ete hasret kalmış .Millet fakru zaruret halinde , sadakaya bir paket makarnaya muhtaç hale getirilmiş , geleceğe daha karamsar bakar olmuş
İstiklalin ve istikbalin , kapalı kapılar ardında padişah yetkileri ile donatılmış , şahsi ihtirasları dolayısı ile dış düşmanların esiri olan , tek kişinin iki dudağı arasında kalmış .
Tamamen yalana , talana kılıf amacı ile milletin beynini yıkayan , dini ve ahlaki görüntülü , aslında münafıklığın kitabını yazan televizyonlar kurulmuş.
Mevcut iktidarın eleştirilmesini dahi , dine inanca karşı bir duruş gibi sergileyip , eleştireni tekfircilik ve din dışılık , hatta dine inanca saygısızlık gibi algılatıp , gerek kamu oyunda gerek mahkemelerde yargılanıp , peşin cezalar verilmiş ..
Bu ahval ve şereatte yeni bir kurtuluş savaşı verilmesi gerekmez mi ?
Ve nasıl olmalı , nasıl yeniden ayağa kalkmalı .İşte asıl mesele burada .
Mevcut siyasi konjüktörde , hiçbir muhalefet partisi ülkeyi yeniden ayağa kaldırabilecek projeler açıklamaktan imtina eder , korkar hale gelmişken Biz millet olarak ,Türk Milleti olarakYe yapabiliriz ?Ne yapmalıyız ?Nereden başlamalıyız ?
SİYASİ
Türkiye , Demokratik laik bir Hukuk değil , KANUN devleti haline getirilmeli , ( çünkü hukuk her daim güçlüden yana çalışır )
Bu ülke Türk ülkesi ,bu topraklar Türk topraklarıdır , siyasette ve idaresinde ana şemsiye Türklüktür , altında tüm inançların , halkların ve azınlıkların özgürce yasal güvence altında yaşanabileceği Türklük şuurunu içeren bir siyasi düzenlemeye gidilmelidir . ( Devlet başkanı ve bakanların , kesinlikle Türk ve Türklük milli şuuru taşıyan kişiler olması yasa ile belirlenmeli )
Bu ahvalde , Türkiye’de yaşayan bir Rum, Ermeni, Yahudi ya da Hristiyan, dinde, dilde, kavimde, kabilede, klanda kardeşimiz olmayabilir. Ama VATANDA, İNSANLIKTA, YARADILIŞTA KARDEŞİMDİR. Yıkıcı, bölücü, ayrılıkçı olmadıkları, düşmanlık yapmadıkları sürece başımızın üstünde yerleri vardır.
Seçim ve partiler yasası acilen değiştirilmeli  , baraj kaldırılmalı , en küçük oy dahi TBMM adilce temsil edilmeli .
Türkiye , içeride eyalet sistemini , dışarıda Türk Cumhuriyetleri ile konfederatif bir birlik kurmak için anayasasında değişikliğe gitmelidir
Türkiye tek merkezden yönetilemeyecek kadar büyük bir ülkedir .
Valiler atama ile değil seçimle iş başına gelmeli , İl özel idarelere ve En büyük mülki amir olan valilere , kendi belediye başkanlarını atamak dahil , daha fazla yetkiler tanınmalıdır .
Yasama . yürütme ve yargının birbirlerinin görev ve yetki alanlarına müdahalede bulunmasının engellenmesine yönelik , cezai yaptırımlar dahil , yasalar çıkarılmalı .
MİLLİ EĞİTİM
Ana okulundan itibaren Türklük milli şuurunda ve ahlaklı yeni nesiller yetiştirmek amacı ile müfredat yeniden düzenlenmeli  
Dindar dan ziyade , önce ahlaklı ve dürüst vatandaş yetiştirmeye öncelik ve ağırlık verilmelidir , gördük ki ahlak örtüsü olmayanın dini de sahtedir
Yeni nesil kaliteli bilgili idealist öğretmenlerin omuzlarında yükselecektir
Milli eğitim merkezi atamadan vazgeçmeli , her okul öğretmenini almak yada iş aktini fesih etmekte okul yönetimi ve  okul aile birlikleri ile eşgüdüm içinde , yasalar uyarınca serbest olmalı .öğretmenlik tekrar maddi , manevi saygın bir hale getirilmeli , çoğ değerli öğretmenlerimizi tenzih ederek , araya karışmış at hırsızı kılıklı şevkini ve idealini kaybetmiş olanlar sistemden temizlenmeli
Her Türk asker doğar ilkesi ile , ilkokullardan başlayarak izcilik , yavru kurtluk tekrar hayat geçirilmelidir
Tüm denetimsiz merdiven altı kur'an kursları kapatılarak , haftanın belli günlerindeder saati konularak , velilerin yazılı izni ile , Kur'an eğitimi milli eğitimin okullarına devredilmelidir
EKONOMİ
Kişileri değil halkı zenginleştirecek ekonomi politikaları uygulanmalı
Sermayenin az , teknolojinin yetersiz olduğu yerlerde kamu işletmeleri bir ölçüde de fiyat istiktarı sağlamak adına  sanayideki yerini almalı , siyasetten arındırılmış özerk KİT ler kurulmalı
Yabancıya , Toprak ve vatandaşlık  satışı acilen yasaklanmalı , mülkiyet satışı , sadece kullanım hakkı ile sınırlandırılmalı
Nereden buldun yasası yeniden çıkarılmalı
İhale yasası değiştirilmeli , çok özel alanlar haricinde ( milli , askeri, ) davet usulu derhal kaldırılmalı
Dernekler ve vakıflar yeniden ele alınmalı , tüm hesapları maliye ve sayıştay tarafından denetlenerek her yıl sonu halka açıklanmalı , vakıflara ve derneklere yapılan bağışların vergiden düşmesi önlenmeli
Bütün tarikatlar yasak kapsamına alınmalı , mal varlıkları hazineye irat kaydedilmeli .
Borç alan emir alır , alınan dış borçlar , dış pazarı olan yatırım alanlarında kullanılmadıkça bu borçlar katlanarak artar , dış borçları geri dönüşümü olmayan taşa toprağa yatıran kişi ve kurumlar engellenmeli , hatta yargılanmalıdır .
ADALET
Basın ahlak yasası çıkarılmalı , haber kanallarında yorumların haber gibi yayınlanmasının , yalan ve yanıltıcı haberlerin engellenmesine yönelik cezai işlem uygulanmasının yolunun açılması .
Toplumun ahlakını bozan , ahlaksızlığın normalmiş gibi algılanmasına sebep olan magazin programları önlenmeli .
Katillere çocuk tecavüzcülerine , vatan hainlerine idam cezası getirilmelidir .
Devletin  temeli adalettir , adalet bir hakimin iki dudağı arasında olamaz , hakimlerin vicdanı ve cüzdanı arasında sıkışan adalet , ahlaki erozyonu da beraberinde getirir ..
Bu nedenle , Türkiye Mahkemelerinde   jüri sistemine geçilmelidir .
SOSYAL YAŞAM
Öncelikle Nüfus planlamasına gidilmeli , iki çocuk üzeri zorlayıcı önlemler getirilmeli
Diyanet özerkleştirlmelidir tüm inaçların gücüne göre temsil edildiği yeni bir sistem , İmamlık yeniden düzenlenmeli ve en az ilahiyat fakultesi şartı getirilmeli , maaşları devletten değil , vazifeli olduğu cami cemaati tarafından karşılanmalı , Diyanet özlük haklarının korunmasında devrede olmalı , Diyanetin giderleri ise bütçeden değil , gönüllü olarak , çıkarılacak bir yasa ile , İnanç vergisi adı altında , inananlarca karşılanmalı , aynen Osmanlı'da olduğu gibi
ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK
Atamalarda sadakat yerine liyakati gözeten yasalar çıkarılmalı ,İşe alımlarda mülakat sistemi kaldırılmalı
Lise mezunu olup Kamu kurumunda şansı ve torpili ile iş bulana 5.000 tl , özel sektörde doktora yapsan asgari ücret
Gerek çalışma hayatında , gerek emeklilik sonrası maaş adeletsizlikleri giderilmeli , kamuda çaycı olarak çalışıp emekli olana 6 000 tl maaş , özel sektörden emekliye 1.500 .
Bu denli gelir adeletsizliği gün gelir sosyal patlamaya neden olur , ve bedelini tüm ülke öder , acilen düzeltilmeli .
SAĞLIK
Beşikten mezara sağlık sistemi tüm vatandaşlara ücretsiz hale getirilip , devletin asli görevlerinden biri haline getirilmeli .
Özel sağlık hizmetleri ile parası olana ayrıcalık tanıyan bir sistem terkedilmeli , tüm özel sağlık kurumları devletleştirilmeli
SAVUNMA
Koruyacak bir gücünüz yoksa , malınıza sahip olma imkanınız da yoktur ,Türkiye Nükleer silah , ve kıtalararası balistik füze , yüksek irtifa hava savunma sistemlerine kendi öz kaynakları , kendi teknolojisi ile sahibi olmalıdır .
Türkiye kendi imkanları ile tüm savaş araç ve gereçlerini üretebilir hale gelmeli
Sivil savunma daha etkin hale getirilerek mahalle mahalle , köy köy , şehir şehir yapılandırılarak her daim tatbikatlar ile iç ve dış düşmanlar için canlı tutulmalı .
Hiçbir siyasetçiyi ya da politikacıyı suçlamıyorum , bozuk sistem , bozuk sonuçlar üretir , hatalar ve yanlışlar sistemdedir , öncelikle sistemi gözden geçirmek , zamanın şartlarına göre yeniden yapılandırmak gerek .
Bu yazdıklarım gerçekleştirilebilir mi ?Bu günkü konjüktör ile Zor ! Hatta imkansız !Neden mi ?Gücü bir kez eline geçiren , bir daha bırakmamak için her yola tevessül ediyor da ondan .
Onun için yeniden , yeni bir kurtuluş savaşı diyorum ..
Kim verecek bu kurtuluş savaşını ?Bu günkü muhalefet mi ?Geçin bir kalem ..Yeni bir kurtuluş savaşını , Halk olarak biz vereceğiz , susmayacağız , korkmayacağız , yasa ve kanunlar çerçevesinde fikirlerimizi açık ve aleni söyleyeceğiz , karşıt fikirlere şiddet içermediği müddetçe müsamahakar olacağız , küçük hesapları değil , ülkenin bekasını göz önünde tutacağız .Konuşa konuşa , tartışa tartışa doğru yolu bulacağımıza eminim .
Ben oturduğum yerden yanlışları görerek kendimce  çıkış yolları öneriyorumYa siyasi partiler , muhalefet !Biz daha acıtmadan soyacağız söyleminde başka , somut bir şeyler duydunuz mu ağızlarından .
Sonuna kadar sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim Ahmet Atam
0 notes
yusufserkan · 7 years ago
Text
İŞTE ATATÜRK
Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benden sonra beni benimsemek isteyenler aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.” (Mustafa Kemal Atatürk)
Önce 15 Temmuz 2016 darbesinden hemen sonra AKP Genel Merkezi'ne kocaman bir Atatürk posteri astılar. Sonra kısık sesle de olsa “Atatürk” demeye başladılar. Şimdi de 10 Kasım 2017'de Atatürk'ü rahmetle, minnetle andılar; hatta hızlarını alamayıp “Gerçek Atatürkçü biziz!” demeye bile başladılar. Şimdiye kadar 10 Kasımları görmezden gelen yandaş basın, birinci sayfadan büyük puntolarla Atatürk'ün yasını tuttu. Peki ama nasıl oldu da yıllardır “Atatürk karşıtlığını” adeta resmi ideoloji haline getiren AKP yönetimi, birden bire Atatürk'e döndü? Görünen köy kılavuz istemez! AKP, yıllardır sürdürdüğü “Atatürk karşıtlığının” toplumda bir karşılığının olmadığını, Türk Milleti'nin Atatürk'ten vazgeçmediğini, tam tersine saldırılar sürecinde Atatürk'e daha fazla sarıldığını gördü. Kritik seçimlerden önce “mecburen” Atatürk'e dönmek zorunda kaldı.
Peki ama ölümünün üstünden 79 yıl geçtiği halde hâlâ etkisini ve gücünü koruyan Atatürk kimdir?
YABANCILAŞAN OSMANLI
Atatürk, Batı karşısında her bakımdan geri kalmış, yarı sömürge durumunda, “hasta adam” olarak adlandırılan bir ümmet imparatorluğunda dünyaya gelmişti.
Atatürk, adeta yabancılaşmış bir ülkede doğmuştu. Atatürk'ün doğup büyüdü II. Abdülhamit döneminde Osmanlı'da “yerli-milli” neredeyse hiçbir şey yoktu. Her şey yabancıların kontrolündeydi: Yabancılara ayrıcalıklar veren kapitülasyonlar bütün şiddetiyle devam ediyordu. Osmanlı yabancılardan aldığı borçları ödeyemeyince 1881'de kurulan Duyun-u Umumiye ile yabancılar Osmanlı'nın tüm gelir kaynaklarına el koymuştu. Madenleri yabancılar çıkarıyor, demiryollarını, limanları, sanayi kuruluşlarını yabancılar yapıp yabancılar işletiyordu. Bankaların çoğu yabancılarındı. Yabancı şirketler ayrıcalıklıydı. Tütün yabancılarındı. Siyaseti yabancı elçiler ve konsoloslar yönlendiriyordu, ordu yabancılara teslim edilmişti. Osmanlı topraklarında yabancıların çok sayıda okulu vardı. Anadolu'daki misyoner okulları denetlenemiyordu. Yabancılar, Osmanlı mahkemelerinde yargılanamıyordu. Yabancılar bir taraftan satın alarak, diğer taraftan savaşlarla Osmanlı topraklarını ele geçiriyordu. II. Abdülhamit döneminde bugünkü Türkiye'nin iki katından fazla toprak kaybedilmişti.
Kısacası Atatürk'ün doğup büyüdüğü dönemde Osmanlı, yabancılar için cennet, Türkler için cehennem gibiydi. Atatürk işte bu yabancılaşmaya derinden derine isyan ederek büyüdü.
02ataturk25cm
VATAN VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Atatürk, II. Abdülhamit istibdadının bütün özgürlükleri yok ettiği bir baskı döneminde doğup büyümüştü. Kitaplar, gazeteler yasaklanıyor, aydınlar hapsediliyor, sürgün ediliyor veya ülkeyi terk etmek zorunda bırakılıyordu.
İşte Atatürk, bir taraftan emperyalist baskı, diğer taraftan saltanat baskısı altında “özgürlük” ve “bağımsızlık” özlemiyle doldu. Ondaki vatan ve özgürlük tutkusunun kökleri buraya dayanır.
Atatürk'ün doğup büyüdüğü topraklar; Balkanlar, Osmanlı'nın Batı'ya en yakın, Batı düşüncesine en açık bölgesiydi. Okuduğu askeri okullar da dönemin en iyi okullarıydı. Bu nedenle Atatürk, çok erken yaşlarda, Batı'nın pozitivizm, Darwinizm, mataryalizm, sosyalizm vb. yeni düşüncelerinden etkilendi.
Atatürk, hanedana, saraya bağlı değildi. Gerçek bir halk çocuğuydu. Hep halkın içindeydi. Doğal olarak halkın gerçek dertlerini, sorunlarını, ihtiyaçlarını, özlemlerini çok iyi biliyordu.
Bu arada sürekli okuyordu. Çok erken yaşlarda Fransızca öğrenmişti. Dünyayı değiştiren kitapları ve aydınları tanımaya başlamıştı.
Daha Harp Akademsi'nde öğrenciyken arkadaşlarına saraya, sultana karşı özgürlük mücadelesinden söz etmiş; okulda bu düşünceleri yaymak için bir gazete çıkarmış, bu nedenle tutuklanıp Bekirağa Zindanı'na atılmıştı.
İlk görev yeri Şam'a gider gitmez orada özgürlükçü arkadaşlarıyla birlikte “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurmuştu.
Sonra İttihat Terakki'ye katılmıştı. Ancak ordu ile siyasetin birbirinden ayrılmasını savunduğu için cemiyetten ayrılmak zorunda kalacaktı.
Meşrutiyeti yeterli görmüyordu. Çok daha büyük bir toplumsal değişime, dönüşüme ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
Türk halkının Atatürk'e saygısı ve sevgisi artarak devam ediyor.Türk halkının Atatürk'e saygısı ve sevgisi artarak devam ediyor.
GERÇEKÇİ SAVAŞÇI
Osmanlı'ya yönelik emperyalist saldırılara karşı cepheden cepheye koştu. Sırasıyla Trablusgarp'ta, Çanakkale'de, Muş ve Bitlis'te, Suriye'de, Filistin'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da savaştı. Savaş meydanlarındaki büyük zaferleriyle kurmay yüzbaşılıktan gazi-mareşal-başkomutanlığa kadar yükseldi. “Haksız” savaşı yoktu; tüm savaşları haklıydı, nefsi müdafaa savaşıydı. İşgalci düşmana karşı halkının namusunu, toprağını, vatanını korumuştu. Milli Mücadele'nin Müdafaai Hukuk olarak adlandırılması boşuna değildi.
Asla boş hayallere kapılıp milletini sonu belirsiz maceralara atmadı. 1917'de Enver Paşa'nın Hicaz'a sefer düzenleme isteğine “hem Hicazı hem Filistin'i savunmak mümkün değildir” diyerek karşı çıktı. Enver Paşa, Atatürk'ü dinlemedi, sonuçta hem Hicaz, hem Filistin gitti. 1917'de Halep'ten yazdığı raporlarda Anadolu ve civarının savunulmasını istedi. Ancak Atatürk'ün Anadolu ve civarını savunmaktan söz ettiği o günlerde Enver Paşa, Kafkasya'da zafer kovalıyor, Hindistan'a sefer yapmayı planlıyordu.
DİRENİŞ HAZIRLIKLARI
Atatürk, I. Dünya Savaşı'nın sonunda İngilizleri, Halep'in kuzeyinde, Anadolu kapılarında durdurdu. 1918'in sonlarında Halep'te, Kilis'te ve Adana'da direniş hazırlıkları yaptı. Emperyalist işgalin Anadolu kapılarında son bulmayacağını Anadolu içlerine kadar yayılacağını görebiliyordu. Bu öngörüsü doğrultusunda gerekli hazırlıkları yapıyor, Ali Fuat Cebesoy'un ifadesiyle “direniş yuvaları” oluşturuyordu. 13 Kasım 1918- 16 Mayıs 1919 arasında 6 ay kaldığı İstanbul'da Anadolu'daki direnişin alt yapısını hazırladı. Asker, sivil herkesle görüştü. Padişahla konuştu. Devlet adamlarıyla görüş alışverişinde bulundu. İttihat ve Terakki'den arda kalan yer altı örgütleriyle temas kurdu. Şişli'deki evde direniş planları hazırladı. İstanbul'daki temasları sonunda İstanbul kaynaklı bir kurtuluşun mümkün olmadığını gördü. İstanbul kaderine razı olmuş gibiydi. Padişahın, sadrazamın, mevcut partilerin halkı harekete geçirmesi imkansızdı. Kendi ifadesiyle, İstanbul surlarının dışına çıkmak gerekiyordu. Sadece İstanbul surlarının dışına çıkmak da yetmezdi. Mevcut teslimiyetçi siyaset teorisinin de dışına çıkmak lazımdı. Padişahın ve İngilizler'in ağzına bakarak kurtuluşun mümkün olmadığını görüyordu. Düşündü, taşındı ve Anadolu'ya gidip partiler üstü bir “milli direniş” örgütlemeye karar verdi. Bu kararında, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan hemen sonraki işgallere karşı başlayan yerel direnişler etkili olmuştu. Bu direnişleri derleyip toparlayabilirse kurtuluşun mümkün olacağını anlamıştı.
Atatürk'ü Atatürk yapan temel özelliklerden biri çok okumasıydı.Atatürk'ü Atatürk yapan temel özelliklerden biri çok okumasıydı.
ATATÜRK'ÜN BAŞARI SIRLARI
Savaş yorgunu, yoksul, yılgın bir halkla, ordusuz, cephanesiz, parasız, moralsiz Milli Mücadele'yi kazanmak çok zordu. Üstelik karşıda birden fazla düşman vardı. Savaş çok cepheliydi. Öncelikle Atatürk'ün ifadesiyle “iç cepheyi güçlendirmek” gerekiyordu. İsyanları sonlandırmak, asker kaçaklarına engellemek, ihanet şebekelerini etkisizleştirmek lazımdı. Sonra dış düşmanı yenmeye sıra gelecekti.
Atatürk, Milli Mücadele'yi şöyle kazandı:
– Milleti hazırladı. Bunun için kendi ifadesiyle önce “işgal edilmiş zihinleri yeni bir imanla istila etti.” Böylece mümkün olduğunca mandacıları, teslimiyetçileri etkisizleştirdi. Halkı, tüm farklılıklarına rağmen birleştirdi, bütünleştirdi.
– Meclis'i açtı. Milli iradeyi egemen kıldı. Milli Mücadele'yi Meclis kararlarıyla yürüttü. Asla Meclis'i kapatmayı düşünmedi. Başkomutanlığı bile üç ay süreyle Meclis'ten aldı.
– Orduyu hazırladı.
– Dış cepheden önce iç cepheyi sağlamlaştırdı. İsyanları bastırdı.
– Uzaktan talimatlarla değil, yakından, insanların omzuna, aklına ve kalbine dokunarak Milli Mücadele'yi yönetti. Milli Mücadele'den sonra devrimleri yaparken de halkın ayağına gitti, devrimleri bizzat halkın ayağına götürdü. Örneğin Harf Devrimi sonrası yeni harfleri kara tahta başında bizzat halka anlattı. Şapka Devrimi'ni halka tanıtmak için bizzat Kastamonu'ya gitti. Bizzat tarih ve dil tezleri ortaya attı. Tarih ve Dil kurultaylarına katıldı.
– Düşman cephesini daraltmaya çalıştı. Fransa ve İtalya'yı diplomatik yollarla etkisizleştirdi, böylece Yunan ordusunu destekleyen İngiltere'yi yalnızlaştırdı.
– Düşmana karşı “mazlum milletler cephesi” kurdu. Sovyet Rusya, Afganistan, Hindistan, Mısır vb. ülkelerle gizli açık antlaşmalar yaptı, işbirliğine girdi, böylece İngilizleri kuşattı.
– Milli Mücadele'de de dış borçlanmaya gitmedi, sonradan geri verilmek üzere halktan yardım istedi. (Tekalifi Milliye Emirleri). Sovyet Rusya'dan ve Hindistan'dan maddi yardımlar aldı.
– Sovyet Rusya'dan maddi yardım alırken asla Sovyet Rusya'nın etkisine girmedi, bağımsız siyasetine hiç kimsenin müdahale etmesine izin vermedi.
– Anadolu'daki Yunan mezalimini dünyaya duyurarak dünya kamuoyunu etkilemeye çalıştı.
– Düşmana karşı bağımsızlık, saraya, sultana karşı egemenlik mücadelesini birlikte yürüttü.
– Saraya, sultana geleneksel bağlarla bağlı bir toplumda yeri ve zamanı gelmeden gelecekte yapacağı devrimlerden asla söz etmedi. Hatta devrimleri örtüp gizlemek ve milli direnişi güçlendirmek için belli bir döneme kadar padişahı, halifeyi de kurtarmaktan söz etti.
– Zafer kazanabilmek için sadece orduyu değil, tüm milleti seferber etti. (Topyekün Savaş).
– Milli Mücadele boyunca asla diplomatik arayışlardan vazgeçmedi. Avrupa'ya elçiler, heyetler gönderdi. Uluslararası konferanslara temsilci gönderdi.
– Her askeri zaferden sonra diplomatik zaferler kazandı.
– Usta bir satranç oyuncusu gibi rakibinin (İngiltere'nin, Yunanistan'ın) hatalarından yararlanmayı bildi. Örneğin Milli Mücadele boyunca Yunan ordularının Anadolu'da yaptığı katliamları hep gündemde tuttu. İngilizler'in İstanbul'u işgalini “İslamın son kalesinin düşman ayakları altında çiğnenmesi” olarak duyurdu İslam dünyasına…
– Düşmanın hamlelerine, karşı hamlelerle cevap verdi. Örneğin İngilizlerin İstanbul'u işgal edip milletvekillerini tutuklayacaklarını tahmin ettiği için Anadolu'daki İngiliz subaylarını tutuklattı. Nitekim Malta sürgünlerini kurtarmak için bu esirleri kullandı. İstanbul Hükûmeti'nin ihanet fetvasına karşı direniş fetvası yayımlattı.
– Asla toplumsal gerçekliği görmezden gelerek hareket etmedi. TBMM'yi tekbir ve dualarla açtırırken toplumsal gerçekliğe uygun hareket ediyordu.
– Kesin zafere ulaşmadan asla barış yapmayı düşünmedi. “Bizim için barış demek tam bağımsızlık demektir” diyordu. Büyük Zaferi kazanıp düşmanı denize dökünceye kadar yapılan tüm barış tekliflerini reddetti.
– Gerektiğinde geri çekilmeyi, gerektiğinde durmayı bildi. Kütahya Eskişehir savaşlarında orduyu Sakarya'nın doğusuna çekti. Milli Mücadele sonrası İstanbul'u, Boğazları, Doğu Trakya'yı ele geçirince Batı Trakya'ya girmeyi asla düşünmedi. Misak-ı Milli'de yer almasına karşın, anayurdu tehlikeye atmamak için Musul macerasına atılmadı.
– Sadece silahlı değil, silahsız askeri zaferler kazanmasını da bildi. Örneğin Doğru Trakya'yı, İstanbul'u ve Boğazları, Hatay'ı silahsız geri aldı. Gerektiğinde en güçlü silahı diplomasi oldu.
– Atatürk, Milli Mücadele'nin bir “çılgınlık” bir “mucize” değil, “hesap” olduğunu söylüyordu. Gerçekten de her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştı. Milli Mücadele her şeyden önce aklın zaferiydi.
– Milli Mücadele'yi kazandıktan sonra “zafer sarhoşu” olmadı. Çünkü kendi ifadesiyle “ilim ve iktisat zaferleriyle taçlandırılmayan askeri zaferlerin tez zamanda söneceğini” biliyordu. Savaştan sonra süngünün yerini saban, kılıcın yerini kalem aldı. Sağlık, eğitim, ekonomi, kültür devrimleri yaptı. Türkiye'yi, çok değil 15 yılda adeta bir çağdan başka bir çağa taşıdı.
– Savaştan sonra asla kin tutmadı. “Yurtta barış dünyada barış” diyerek uzak yakın tüm ülkelerle dostluk ve kardeşlik antlaşmaları imzaladı, barış paktları kurdu. Başka ülkelerin iç işlerine karışmadığı gibi hiçbir ülkeyi de Türkiye'nin iç işlerine karıştırmadı. Bağımsızlığa saygıyı esas aldı.
AKP'nin 10 Kasım afişlerinden biri...AKP'nin 10 Kasım afişlerinden biri…
AKLIN VE BİLİMİN REHBERLİĞİ
Atatürk, “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benden sonra beni benimsemek isteyenler aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar” diyordu. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir fendir” diyordu.
Demem o ki, Atatürk'ün izinden gitmek, Atatürk'ün askeri olmak için önce “aklın ve bilimin rehberliğini” kabul etmek gerekir.
İnsanlık tarihi, “aklın ve bilimin rehberliğini” kabul etmeden kurtuluşun mümkün olmadığını göstermiştir.
Bu topraklarda Atatürk'e düşmanlık önce akla ve bilime düşmanlıktır. Sonra bağımsızlığa, milli egemenliğe, çağdaşlığa ve barışa düşmanlıktır. Yani bu topraklarda Atatürk'e düşmanlık, aslında bu toprağın insanına düşmanlıktır.
Son günlerde “siyaseten Atatürkçü” olanlara ithaf olunur
7 notes · View notes
islamievlilikfan · 5 years ago
Text
Kan Asimilasyonu
New Post has been published on https://www.islamievlilik.net/kan-asimilasyonu/
Kan Asimilasyonu
Tumblr media Tumblr media
  Es-Selamü Aleykum, sevgili okurlar,
Kuzenim bir kaç yıl önce Peru’ya gitmişti. Kuzenimi çok sevmişler. Çünkü tipi Peru’nun geleneksel kökeni olan İnka’ya benziyordu. O yüzden pek yabancılık çekimiyordu. Ancak uyum sağlayamadı bazı hususlar vardı. Mesela Peru’nun %20’si kendini “İnka” olarak tanımlıyormuş. Geri kalanı ise ne yazık ki kendine “İspanyol” diyormuş.
Rahmetli Aytunç Altındal şöyle bir şey söylemişti: “Nesile dikkat edin. Kanın hafızası vardır.” Bu sözün bilimsel bir dayanağı yok ama sonuç olarak doğru. Nesillerin dikkat etmeyen uluslar eriyip gidiyor.
İnkalar da benzer bir şekilde erimişler. Onların milli bilinç kaybı “nesile dikkat etmediklerinden değil” sömürge yüzünden olmuş. Hem de en hakir şekilde.
İspanyollar 1535’te Peru bölgesini işgal edip sömürürlerken,yerli halk olan İnkalar’ın erkeklerini öldürmüşler. Kadınlara ise tecavüz etmişler. Bu şekilde İnka İspanyol melezi tecavüz çocukları doğmuş. Neredeyse 500 yıl sonra bile görüldüğü gibi Peru nüfusunun %80’i kan yoluyla asimile edilmiş.
Yani Aytunç Hoca haklı çıktı.
Mesela Suriye ‘de Nusayri diye bir mezhep var. “Ali Allah’tır.”(tövbe haşa) diyen bir azınlık grup. İnanç esasları Hristiyanlık’ taki “Baba-oğul-kutsal ruh” inanışındaki “bu üç kişi İsa’nın kendisidir.” inancına benziyor. Zamanında Hristiyan Haçlıların Kudüs’e giderken geçtikleri topraklar. Galiba kan asimilasyonu olanların inançları da Hristiyanlara benzemiş.
Bu yöntemi şimdi Çin Doğu Türkistan ‘daki hem soy hem de Müslüman kardeşlerimize uyguluyor.
Her Uygur’un Çinli bir kardeş ailesi var. Uygur erkekleri eften püften sebeplerle hapse atılıyor. Kardeş aile hemen babasız eve damlıyor. Kalanını söylemeye dilim varmıyor. Türkiye’ye gelmiş bir Uygur Kardeş şöyle birşey demişti: “Allah razı olsaydı canıma kıymışım.”
İşte, beyin yıkama konusunda uzman Çinliler, kan asimilasyonu uyguluyor.
Allah, ıslah olmayacak zalimleri karetsin.
Hayır dualarınızı esirgemeyin,
Mustafa Erol
islamievlilik.net
0 notes
kocaalihaber · 5 years ago
Text
0 notes
yakintarihcom · 5 years ago
Text
Siirt Birlik Platformu Kudüs İçin Toplandı
Tumblr media
ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'e ilişkin açıklaması Siirt'te de tepki gördü. Siirt Birlik Platformu öncülüğünde cuma namazı sonrası Halid Bin Velid Camisi önünde toplanan grup, ABD ve İsrail'i protesto etti.
#siirt #haber #filistin #amerika ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'e ilişkin açıklaması Siirt'te de tepki gördü. Siirt Birlik Platformu öncülüğünde cuma namazı sonrası Halid Bin Velid Camisi önünde toplanan grup, ABD ve İsrail'i protesto etti. Genç Memur-Sen İl Başkanı Yunus Emre Diriarın, toplanan grup adına yaptığı açıklamada, ABD Başkanı Donald Trump'ın, Terörist İsrail’in güvenliğini merkeze alan, Filistinlileri ebediyen yurtlarından sürmeyi hedefleyen "Yüzyılın Anlaşması" adını verdiği planının makyajlı bir savaş çağrısı olduğunu söyledi. Diriarın, "Herkesçe malum olan ve emperyalizmin genel karakteri olan hukuku hiçe sayma alışkanlığı bu açıklamayla bir kere daha deklare edilmiştir. Özellikle Kudüs’ün statüsü konusunda tamamen sapkın bir inançtan hareketle oluşturulan iddianın ve teröre dayanan eylemin meşrulaştırılması, daha açık ifadeyle ilk gününden itibaren gerçekleştirdiği terör eylemleriyle ayakta kalmaya çalışan Siyonist İsrail’in yine kör bir inançla ABD tarafından desteklenmesi, terörün meşrulaştırılması ve yaygınlaştırılması noktasında kirli bir işbirliğidir. Dolayısıyla bu bir anlaşma değil, anlaşma makyajlı savaş çağrısıdır. “Yüzyılın Planı” denilen içerik Filistin’in küçültülmesi, Kudüs’ün bütünüyle işgal edilmesi, Filistinlilerin vatanlarından çıkarılması hükümlerinden ibarettir. Kısaca, plan da anlaşma da soykırım, vahşet ve işgal diplomasisidir. ABD ve İsrail, altmış yılı aşan kan ve zulüm devleti tasarımıyla başaramadıkları büyük İsrail ve yok edilmiş Filistin hayalini, şimdi de bu yolla gerçekleştirmeyi deniyor. Postalla, kanla olmadı, kravatla ve kalemle deneyelim diyorlar. Bu anlaşmayı önemseyen, irdeleyen, konuşmaya ve uzlaşmaya değer gören herkesi Filistin’in düşmanı, Kudüs’ün satıcısı, Filistinlilerin soykırımcısı olarak tanımlarız. Hiç kimse, Filistin’e el koymaya, İsrail’e yol vermeye, ABD’ye refakat etmeye yeltenmesin. Bu coğrafya, insani değerleri herkese sunma noktasında cömert, insanlıktan nasipsiz her özneye, her devlete ve her zihniyete haddini bildirecek kadar mert insanların ve inanmışların coğrafyasıdır." dedi. Diriarın, şunları aktardı:"Irak, Kuveyt, Yemen, Suriye, Afganistan ve daha birçok bölge ülkesi, milleti ve toplumu ABD’nin ne işe yaradığını, vadedilmiş topraklar anaforu için neler yaptığını, Armagedon hedefi için ne kadar şuursuzlaştığını, yaşayarak ve zulmün her çeşidini görerek biliyor. ABD şimdi “Bak elimde silah değil, kalem var” şirinliğiyle yeni bir yol, yeni bir son arıyor. Biz bu yolun bölge için barış ve huzur, ABD ve İsrail içinse önlenemez son olmasına gayret edeceğiz. Evanjelist-Siyonist akıl ve ahlaksızlık işbirliğinde üretilen yüzyılın planı, yüzyılın rezaleti, yüzyılın dayatması, yüzyılın kurnazlığı, insanlığın onur ortaklığıyla, Müslüman kitlenin idrak ve şuur ortaklığıyla yırtılıp çöpe atılır, bu planı yazanlar, yayanlar, bu plan üzerinden ABD ve İsrail’e yamanıp yanaşanlar da tarihin çöp sepetine atılanlar kervanına katılırlar. Bilinsin ki Filistin ne İsrail’in hedeflediği kadar küçük, ne de ABD’nin düşündüğü kadar aciz bir devlettir. Bilinsin ki, intifada sadece Filistin’e ve Filistinlilere ait değil, bütün insanlığa ve yerküreye hakim bir bilinçtir. Bu planın tek olumlu yanı, evanjelizme-emperyalizme ve Siyonizme-kapitalizme karşı küresel intifada çağrısının karşılık bulmasını hem kolaylaştıracak, hem hızlandıracak hem de katılanların sayısını artıracak olmasıdır. Biz Hz. Ömer’den, Selahaddin Eyyubi’den, Yavuz Sultan Selim’den, Abdülhamit’ten bize miras kalan ilk kıbleyi koruma gururunu, İbrahimi yaşayışın merkez coğrafyasını bağımsız Filistin ve Özgür Filistinliler ile birlikte devam ettirme onurunu yaşamakta ve mukaddes bir miras olarak gelecek nesillere aktarmakta kararlıyız. ABD ve İsrail şunu bilsin; içinde bağımsız Filistin, Özgür Kudüs ve işgal ettiği topraklardan çekilmiş İsrail kavramlarının ve bunu sağlayacak kuralların olmadığı hiçbir sözleşme, anlaşma ve plan; imzamıza da, rızamıza da sahip olamaz. Çok açık söylüyoruz, Ortadoğu’dan defolan ABD ve Filistin’de derdest olan İsrail hedeflerine hiç olmadığı kadar yakın, bu hedefler noktasında birlik ve beraberlik oluşturmak açısından da daha önce olmadığı kadar kararlıyız. Yaşasın bağımsız Filistin, Yaşasın Müslümanların onuru, insanlığın barış ve huzuru güzel Kudüs.Söz veriyoruz, Filistin de Kudüs de özgürleşecek, ABD de İsrail de Ortadoğu’dan defolacaktır." Filistin ve Türkiye bayrağı taşıyan grup basın açıklamasının ardından dağıldı kaynak medyasiirt.com Read the full article
0 notes
etaali · 4 years ago
Text
Tumblr media
Azerbaycan, işgal edilmiş toprakları için vatan toprağında amansız bir mücadele veriyor. Kaç saattir şiddetli çatışmalar yaşıyor. Haklıdır davasında...
Mübarizler, o topraklar için canlarından geçmişlerdi, yeni Mübarizler al kanlara boyanıyor.
Mazlum edilmiş Karabağ halkının topraklarını savunmak imani bir meseledir! İmanlı, yiğit Azerbaycan evlatları cephelerde şimdi.
Tüm benliğimizle, samimiyetimizle, onurlu bir duruş ile Azerbaycan'ın yanında olmamız gereken bir gündür bugün. Toplumumuzun tüm katmanlarının her imkanlarıyla bu mücadeleye destek olması gerken gündür.
Bugün herhangi bir gün değildir.
7 notes · View notes
seslimeram · 5 years ago
Text
Şimdi Rezilliğin Öteki Adıdır, Yeni Ülke!
Tumblr media
Bir rezillikler silsilesinin üstünde ilerleyen yerin adıdır yeni ülke! Cerahatin, cürmün, tüm o şiddete bulanmış nefretin, onca aymazlığın üstüne çalıyorlar ama yine de çalışıyorlar ya tezahüratının uçurumun kıyısından aşağıya yuvarlandığı bir menzildir işte yeni ülke. Açık bir biçimde terimler tükeniyor, çürümenin sonu gelmiyor. Gündelik dertlerin üstüne yine, yeni ve yeniden eklenmiş her devletli tahayyülü gölgelemesi bir kez daha nasıl rezil rüsva bir ülkeyi imliyor. On sekizinci yılındaki iktidarın insan hakları meselindeki yıkımından da barizdir mesela, bu mesel. Düze çıkıldığı iddia olunan ekonomide yıllardır gerilemeye devam diyen bir uzamın, artık insanlarda dayanacak kuvveti bırakmamışken var edilmiş o çürümeyi örtbas etme halinin ta kendisi hepimizi kuşatandır. Hakkın, hukukun, adaletin ve insanlığa dair olan asgari müştereklerin yerle yeksan olduğu yer ülke midir, hala öyle midir?
Dengeleri bozulmuş, kafa ayarı kaçmış, gündelik sorunları artık ötelemekten gayri adım atmayan muktedirin var ettiği her cerahat o rezilliğe bir başka ek kılınır. Bugün bu ülke, şu topraklar hemen hiç olmadığı kadar afaki bir biçimde çürümenin kılınandır. Geleceği çoktandır zayi edilmiş bir yer / yurt tahayyülü şimdiyi de ziyan ederek yolunu günceller. Bütünlüklü bir çürüme halinin merkezinde bir yeni ülke değil olduğu gibi çürümeye hala devam eden bir toprak parçası vardır. Rezillikler devamlılığa kavuşturulduğunda bütün o gündelik tahayyül, yaşam edimi yerle bir edilir. Bir hayat ibaresi geriye konulmazken var edilen cerahat ile hayat çürütülür. Bütün bir menzil yıkımın kılınır.
Akp iktidarının var ettiği, halen sabit kıldığı, güncellediği şey bizatihi bu katran karasının ta kendisidir. Yenilenme diye çıkılan yolda geçmişin yarıda koyduğu fecaatin tamamlanıp devamlılığa kavuşturulması söz konusu edilir. Bir şeyler yenilendiği zikredilirken varlığı tescillenmiş kötücül devlet aksam / aklının restorasyonu gerçek kılınır. Geçmiş şimdiye iş bu menzilin şu anına taşınırken biyopolitik olanın hayattaki konumu yenilenir. Bir menzil dahilinde yaşama edimi / eylemi çürütülürken olmakta olan yıkımın fark edilmemesi için her şey mübah addedilir. Cerahatin ta kendisidir Türkiye, yeni ülke, yeni devlet, yeni algı, yeni hamleler, yenilerden mülhem eskilerin tekrarıdır oysa, hala!
Bütün bu pejmürdelikleri ile birlikte dünün devleti bugünün yenisi arasındaki mutabakatla şu ülke sıradan olana azap kılınan bir yerdir. Bunca cerahatin ortasında ülke her ne arar! Bunca rezilliğin ortasında bir sahne her ne arar? Demokrasi, eşitlik, adalet, hak, hürriyetin toptan tarumar olunduğu bir sahada ülke vasfı da tükenmeye yüz tutar. Bütün, bariz, aleni bir rezillikler sahasının tam ortasında yeni ülke tanımı yapılıyor. Ehvenin yıkıldığı, cürüm ve cerahatin dört bir yanı kapsadığı müştereklerin zayi olunduğu bir uzam / saha hakikate erdiriliyor. Bugün bu ahvalin delik deşik kılınmasının bir yönelim olarak bu halin devamı bütün o bezirganlığa sahip çıkarak var edilir. Genel geçer değil sahiden de anlamlı bir hal ve istençle yıkımın sürekliliği, hayatın anlamının tarumar edilmesinin yönü böylesine açık bir biçimde var edilir.
Bir yıkım sathı mahalli, her adımı hesaplı kitaplı bir çürüme ekseni böylesine bariz bir hal ile var edilir. Düze çıkıldığı, yepyeni bir ülke olduğu iddiası güncellenirken, “demokrasi” bahsinin çürütülmesine devam olunur. Biteviye kendileri için bir şans olduğu zikredilen o On Beş Temmmuz kalkışmasının ardından atılmış her adım bu topraklardaki yaşam gailesini tırpanlar. Beraber yiyip beraberce sömürmeye, hep aynı kaba pislemişlerin kirli kurgularının bugün devamlılığa kavuşturulduğu sahnenin neresi yenidir!
Cerahatin gündelik kılındığı, o def edilmiş olanın var ettiği şantaj / yıkım ve çürüme hali hamlelerinin her güne içkin kılındığı bir saha mütemadiyen var edilir. Geçmiş tükendi, o yapılar dağıtıldı denilirken darbeci zihniyet bugünün muktedirin düşünsel omurgası olarak varlığını muhafaza eder. Bundan ağır rezillik söz konusu edilebilir mi? Bu kadar hazandan bir biçimde ülke bahsi açılabilir mi? Cerahat eksikli gedikli değildir. Var edilen yer bir mübalağa değildir. Çürüme laf, oluşturulan yıkım sadece görünen değildir bir de içe sirayet eden var ki, o kör kütük korkutulup, korkuya rehin edilmiş bir ülkede sessizlik bunca çokken oluşan yıkımın sonucunda bünyede yer edinendir. Dengeleri alt üst edilmiş bir sahada, her günü kıyamet kılınmış bir sahnede, laf değil hakikaten de sıradana zerk edilmiş olandır çürüme.
Kendi başına buyruk bir rezillikler silsilesi içerisinde boğuluyoruz. Bir biçimde boğuntuya terk edilen sıradanın hayat hakkı olduğu gözlerden kaçırılıyor. Cerahat, irin, kötülük, fecaat, yaralara yeni yaralar eklenmesiyle, hepsiyle hep birden bir boğulma hali güncellenir. Acının eşikleri yıkılırken, var edilmiş kötülüğün boyutu her gün güncellenip bir başka hali var ederken neresi yenidir bu ülkenin sorusu yanıtsızdır. Geçtiğimiz bir hafta boyunca ortaya serilen işgal / yıkım / tükeniş / ölüm sarmalının ortasında çıkagelen o portre zaten her şeyi yalın / apaçık ifade eder.
Biteviye bir zulüm döngüsünün varlığı kesintisiz kılınırken, kendi evlatlarını bile isteye hiçe yollayan, bunu sineye çeken bir yer var edilir. Suriye’de düzeni sağlamak bir yana, düzenlenmesi sekiz yıldır bir toprağın iyice artık gizlenmeden parçalanması üzerine kurulmuş oyun planında, Türk devleti de yerini alır. Otuz dört ile yetmiş civarında her kaynağa göre apayrı muvazzaf personelin öldüğü, iki bin yüzün üstünde unsur diye geçiştirilen Suriyeli muvazzafın canını alınmasının gururla(!) ifade edildiği bir çukur hali günbegün güncellenir. Bunlar hep o bilindik bir asırlık yıkımın devamlılığıdır, hep bildiğimiz eskinin devamıdır oysa!
Bahar kalkanı adı verilmiş olanın duyurusu yapılırken bir asker cenazesinde ortaya serilen şu cümleler zaten menzilin her ne halde olduğunu da göstere gelir, dahasını yazmaya ne hacet! “İdlib'de Türk birliklerine yönelik hava saldırısında yaşamını yitiren 23 yaşındaki Uzman Onbaşı Ahmet Alpaslan, İzmir’in Gaziemir ilçesinde düzenlenen törenle toprağa verildi. Törenine Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, İzmir Valisi Erol Ayyıldız, Ege Ordu Komutanı Korgeneral Ali Sivri, İzmir milletvekilleri, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, İzmir İl Emniyet Müdürü Hüseyin Aşkın, askeri erkan, ilçe belediye başkanları, siyasi parti temsilcileri ve vatandaşlar katıldı. Alpaslan’ın ağabeyi törende, “Ölmesin artık kimse, ölmesin yeter. Dur deyin artık Allah Allah. Asker ölmesin artık, bir şeyler yapın, yeter, bitmiyor!” diye yaşananlara tepki gösterdi.”
Tumblr media
Bu yıkımın bambaşka bir boyutu Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarına yığılmalarına aleni seferber olunan mültecilerin başına getirilenlerden bariz olur. Bir kere daha ama son kez değil tehcirin modern zamanlardaki suretine bir kısa ek, o bahar harekatının ortasında şu sınırlara kabul edilmiş insanların gözlerden kaçırılmasıyla süreğen kılınır. Yıkım hemen her yerdedir. Elli bin, altmış bin, yetmiş bin, küsuratlı rakamlarıyla birlikte anbean duyurusu yapılan şey insandır. Geçtiler, gittiler diye konuşulan, bilinmezliğin ortasında bir başka bilinmezliğe adım atmaya çalışanların hazin hikayesidir. Aylan Kurdi’nin kıyıya vurmuş cesedini bile iki gün konuşup unutmuş bir menzilde yeni yıkımların yolu böyle böyle bile isteye açılır. Evrensel’de Ercüment Akdeniz’in haberidir:
“Türkiye’nin çeşitli illerinden Avrupa'ya gitmek için yola çıkan mültecilerin Edirne'ye göçü devam ediyor. Ancak göç yoğunluğunun önceki günlere oranla azaldığı gözlemlendi. Pazarkule Sınır Kapısında yığılmanın artması üzerine sınır kapısına çıkan yol sabah saatlerinde güvenlik güçleri tarafından araç ve yaya trafiğine kapatıldı. Yol ilerleyen saatlerde yeniden açıldı. Sınır kapısında geçişine izin verilmeyen mültecilerin ise gruplar halinde sınır geçişini gerçekleştirmek üzere Meriç Kıyısındaki köylere doğru hareket ettiği gözlemlendi. Ancak gece saatlerinde sınırı geçen mültecilerin bir bölümü yine Yunanistan polisi tarafından Türkiye’ye geri gönderildi. Mültecilerin kalabalık olmayan gruplar halinde Meriç Nehri kıyısındaki bekleyişi de devam ediyor.
Yunanistan'ın asker ve polisleri, geçişlere kapalı tutulan Pazarkule Sınır Kapısı çevresinde bulunan mültecilere gaz bombası ile müdahale etti. Tel örgülerin Türkiye tarafındaki arazide bekleyen mülteciler, atılan gaz bombası nedeniyle bulundukları bölgeden kaçtı. Özellikle kadın ve çocuklar, atılan gazlardan olumsuz etkilenirken, nefes almakta güçlük çekti.
Akdeniz, mültecilerin bir bölümünün geri döndüğünü ya da Ege’ye yöneldiğini söylerek "Buraya yakın köylerden Meriç Nehri’ne geçişler de var. Bu köylerden biri olan Doyuran köyünden Meriç Nehri’ne akşam vakti geçenler, Yunanistan polisi tarafından durdurularak geri gönderilmiş. Netice itibarıyla mültecilerin geçiş umutları azalmış durumda. İnsanlardaki 'umuda yolculuk' duygusu giderek yerini umutsuzluğa bırakmış durumda. Düş kırıklığından, kandırılmış olma duygusundan söz etmek mümkün. Evindeki eşyaları satarak ailesiyle birlikte buraya gelen ama cebinde çok az parası olan insanlar gördük, duyduk. 'Ya burada ölürüz ya da dönmeyiz, nereye döneceğiz?' diyen insanlar var. Buraya gelen insanlar daha çok en alttakiler" ifadelerini kullandı.
Sınırdan geçen mülteci sayısına dair resmi ağızlardan yapılan açıklamaların abartılı olduğunu belirten Akdeniz, "Mülteciler 2016 yılında yaşanan benzer durumdan deneyim kazanmış durumda. Özellikle çocuklu, bebekli kadınların çok acil yiyeceğe ihtiyacı var, gelen yiyecek yeterli değil. Çocuk bezi, kalın bebek montları, ateş düşürücü ilaçlar kadınların en çok talep ettiği şeyler. Ne yazık ki buranın en çok heder olanları ve en sessizleri kadınlar ve çocuklar. Hükümetin siyasi oyununa gelmemek için halkın buradaki mültecilere mesafeli bir duruşu var ama buradaki eziyet ve çileyi düşününce de insanların çok acil yardıma ihtiyacı olduğunu da görmekte fayda var" dedi.
Günlerdir Pazarkule Sınır Kapısından Avrupa’ya geçiş yapması engellenen bazı mülteciler ise gruplar halinde Edirne’nin sınır köylerine doğru yola çıktı. Meriç Nehri'ni lastik botla aşmaya çalışan bazı mülteciler sınırın sıfır noktasında bulunan Doyran köyüne geldi. Nehir kıyısı boyunca başka noktalardan da botlarla Yunanistan’a geçiş yapmaya çalışan mülteciler bulunuyor.
Bazı mültecilerin Doyran köyünden Yunanistan tarafına geçmeyi başardığı iddia edilirken; gece saatlerinde nehri geçen bazı mültecilerin ise Yunanistan polisleri tarafından yeniden botlarla Türkiye tarafına gönderildiği ifade edildi.”
Nasıl bıçak sırtı bir menzilde olduğumuz, çoluk çocuğun hayatına zerre-i miskal değer verilmemesini göstere gelen her haberle bir kez daha bu sahanın ne kadar geçmişinde olduğu ortaya çıkar. Sendika.org’un haberidir: “İdlip’te 34 askerin yaşamını yitirmesinin ardından AKP iktidarının da mültecileri hedef haline getiren söylemlere başvurmasıyla birlikte Maraş’ta Suriyelilere ait iş yeri ve evlere yönelik saldırılar meydana geldi. Maraş’ta ilçesinde faşist güruh Suriyelilere ait işyerlerine ve evlere saldırdı. Dün (29 Şubat) Tayyip Erdoğan’ın “Bu kadar mülteciyi beslemek durumunda değiliz” ifadelerini kullandığı konuşması sonrası Suriyelilere yönelik saldırılar başladı.”
Sınırı geçmeye çalışanların darp edilerek geri yollandığı, Yunan adalarına varanların ırkçı Altın Şafak üyelerinin küfürleriyle buluştuğu, teknelerinin ardından çıkagelmiş tehditlerin biri bitmeden birisinin var edildiği yerde kırım hali güncellenir. Maraş’ta yaşanan da bu hal, o istencin, yeni diye çıkagelen eskinin varlığını gösterir. Irkçılığın, dibine kadar batak kılınmış bir sahada yaraları önemsemeden, ötekisine had bildirmenin kolaycılığından nemalanan kitlelerin, devletin cezasızlık desteğiyle birlikte var ettiği hal bir kötülüğün ta kendisidir. Sene iki bin yirmidir.
Geçtiğimiz Pazartesi botlarla Yunanistan’a geçmeye çalışanlardan, Midilli’de kırk sekiz mülteciyi taşıyan bot alabora olur. Bir çocuğun hayatına mal olur. Bodrum açıklarındaysa eldeki olasılıklarla karşıya geçmeye çalışanları, Yunan sahil güvenlik ekiplerinin ihtarları, bot delmeye çalışması, hızla geçerek var edilen dalgalara rehin etmeli bir harala gürele karşılar. Seçkin Sağlam'ın Evrensel'deki haberinden iliştirelim: “İnsanlık dramının yaşandığı mülteci geçişleri ile ilgili incelemeler yapmak ve hak ihlallerine karşı bölgede bulunmak amacıyla İnsan Halkları Derneği (İHD) Çanakkale Şubesi’nden bir heyet 1 Mart Pazar günü, Ayvacık’a gitti. Mültecilerin geçiş noktalarından biri olan Ayvacık ile Sokakağzı arasındaki alanda köylülerle, Ayvacık Geri Gönderme Merkezi ve yetkililerle temasa geçen İHD Çanakkale Şubesi, aynı gün sabah saatlerinde meydana gelen Ayvacık açıklarındaki bir mülteci botunun batması olayında, bir kadın ve iki çocuk mültecinin yaşamını yitirdiğini belirlediklerini açıkladı.
İHD Çanakkale Şubesi tarafından hazırlanan raporda, “Ayvacık, Assos bölgesinde göçmenlerin geçiş güzergahında, sahil boyunca ve yakın köylerden bilgi edinmeye çalıştık. Tüm bölgede jandarma sürekli devriye geziyor ve görünürde hiç mülteci yoktu. Yerel halktan, hava koşulları nedeniyle hiç botun gelmediği, önceki günler çok hareketli olduğunu ve çok sayıda mültecinin sahillerde olduğu bilgini aldık. Yine bilgi aldığımız kişiler tarafından bu sabah (1 Mart) sadece 1 botun hareket ettiği ve açıkta bottan dumanlar çıktığını, sürekli devriye gezen sahil güvenlik botu tarafından göçmenlerin kurtarıldığı ve karaya çıkarıldığı söylendi. Daha sonra Ayvacık Jandarma komutanlığında görevli nöbetçi Astsubay ile yaptığımız görüşmede batan bottan bir kadın ve iki çocuğun yaşamını yitirdiğini, kurtulanların nereye götürüldüğünün bilgisini veremeyeceğini söyledi” denildi.
Raporda, “Bilgi veren kişilerin ifadesine göre, bu olaydan sonra sahilde bot bekleyen yaklaşık 25 kişi getirilen bir arabaya adeta zorla bindirilerek Edirne’ye götürüleceklerini, artık denizden geçişe izin vermeyeceklerini ve gitmek istemeyenlere de  ‘başka seçeneklerinin olmadığını’ bildirmişler. Daha sonra Ayvacık Geri Gönderme Merkezine gittik.Sorumlu bizle görüşmeyi kabul etmedi” ifadeleri yer aldı.
Raporda ayrıca, “Kapıda ki görevliden 400 kişilik merkezin tamamen boşaltıldığını sadece ‘suçlu’ mültecilerin çıkışına izin verilmediğini öğrendik. Bırakılan göçmenlerin nereye götürüldüğünü sorduğumuzda mültecilerin kendilerinin organize olduğunu ve Edirne’ye gittikleri bilgisini verdi” denildi. İHD yetkilileri, mültecilerin araçlara ‘zorla’ bindirilerek Edirne’ye götürüldüğünü, yetkililerin “kendileri organize oluyorlar” açıklamalarının ise gerçekçi olmadığını ifade etti.”
Kritik hedefler vuruluyor. Siha ve İhalarımız ile yerle bir ediyoruz. İnsan hakları, hukuk ve hakkaniyet mesellerinin ayaklar altına alındığı bir zamanın ortasındayız. Ne dünümüz ne bugünümüz ne de yarınımız sayelerinde bırakıldı / bırakılıyor. İçe gaz verip kendini hala muhalif addeden saymaz gibi gazeteci müsveddelerinin yazadurduğu, tehcir etmek, sürgüne yollamak bahislerindeki gibi yapmasaydık ya hu caymaların ortasında hayatlar heder olunuyor. Üç bin küsur unsur, bilmiyoruz kaç tank, top, tüfek, mermi harcandı, yok edildi denilirken, canlı canlı, kanlı canlı insanların Suriyeli, Afgan, Afrikalı ya da herhangi bir başka menzilden mültecilerin korunaksız, muhafazasız yok edilmeye sevki ekranlara düşüyor. Bunlardan ala, bu kadar keskin bir gerçeklik ortadayken cehennemin ta kendisi şu topraklarda var ediliyor.
Düşünüyor musunuz, savaşa hayır demek yerine tüm o açıkta barışın katledilmesinin her neye mahal verdiğini artık anlıyor musunuz! Biteviye bir zulmün var edildiği yerde hayat her neye dönüşmüştür sorguluyor musunuz! Evsiz, yurtsuz, kimsesiz, güvencesiz koyulan insanların buralardan sürgün edilmelerinin hepi topu birer rakam olarak anılmalarının acısını nihayet belliyor musunuz? İnsan insanın kurdu kılınırken, bunu var eden devletlinin hala maddiyatta, hala Avrupa ile pazarlıkta, hala Suriye’de işgalde ısrarcı olduğunu, insan hak ve hukukunun sıfırlanmış olduğunu / bir buna çabalandığını görüyor musunuz? Bu kadar berbat bir haldeyken, her gün bir öncesinden ağır kapkaranlıkken, her yan dehşete kesmişken, yıkım artık çatkapı kılınırken, ateş her yere düşerken, soruyor musunuz, anlıyor musunuz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2020
Görseller: Migrants – Hüseyin ALDEMİR – Reuters
0 notes